BAŞKAN’DAN / FROM THE MAYOR
Işığın şehri! Dünyanın en güzel silüetine sahip bir şehirde yaşıyoruz. Güneşin en güzel battığı ufuk, ayın tüm hallerinin doğal zemini, yakamozların en etkileyicisi bu şehirde. Geçmişi hakkında söylenecek çok şey var. Geleceğinin aydınlık günleri hepimizin hayallerini süslüyor. Suya yansıyan, bulutlarla derinleşen, kar’la sükuna eren, erguvanla neşelenen en güzel manzara, şehirlerin en güzel kuşları; kuşların, insanların ve şehrin üstüne düşen gölgeleri bu şehirde anlamını buluyor. İki kıtayı bağlayan köprü farklı kültürlerin de geçiş noktası. İstanbul, birarada yaşamanın, birbirini anlamanın, kültürler arasında köprü olmanın da sembolü aynı zamanda. Şehrin anlam katmanlarında derinlikli bir birikim, tekrarlanamaz bir birliktelik var.
The City of Light ! We live in a city that presents the most beautiful silhouette in the world. The city’s horizon where the sun sets, all the phases of the moon, and the most impressive seascapes, are all glorious features of this city. Its past is vast, yet the bright days of its future figure in our dreams. The city reflects in water, deepens with the clouds, reaches silent meanings. The bridge that connects the two continents at the same time is the gateway of culture itself. Istanbul is also the symbol of living together and mutual understanding. Birds’ shadows fall upon people, and the city’s layers combine to form an incomparable togetherness. How many eulogies can be written for this city? Istanbul is like
Bir şehre ne kadar çok methiye yazılabilir? İstanbul kütüphaneler dolusu methiyeleri hakeden geçmişi ve geleceği ile bize sunulan bir kristal kadeh gibidir. Ne kadar anlatsak, ne kadar dil döksek az. Şiirlerin kafiyesi, şarkıların melodisi, ressamların fırçalarının silinmez izleri bu şehrin ‘şehrengiz’i olma yarışında.
a crystal ball offering us its rich historical past. Words will never be able to encompass it. The rhymes of poems, the melodies of songs, the indelible brush marks of painters are in competition to try and sufficiently praise the city. We have the responsibility of carrying this city to the future
Üzerimizde bu şehri bir emanet gibi geleceğe taşımanın sorumluluğu var. Her yeni yüzyılda yepyeni bir yüze sahip olan İstanbul’u gelecek yüzyıla gülen bir yüzle bırakmak için elimizden geleni yapıyoruz. Çiçeklerin açtığı, bülbüllerin şakıdığı, ışığın binbir türlü cilve ile aydınlattığı bir şehrin sabahlarına ulaşmak dileği ile.
with care. We are doing the best we can, in order to leave Istanbul, which has a different face for every century, with a smiling face. Our hope is to preserve mornings in which flowers bloom, nightingales sing, and light illuminates the thousands of facets of this amazing place.
GENEL YAYIN YÖNETMENİNDEN / FROM THE PUBLISHING DIRECTOR
İstanbul içre İstanbul!..
Istanbul in Istanbul!...
Yunus’un diliyle, “Bir ben var bende benden içeri…” sözü, İstanbul için de söylenebilir… Bir gülün yaprakları gibi, dışarıdan içeriye doğru; yerin üstünden altına doğru; bugünden geçmişe doğru her uzam ve zaman, farklı bir İstanbul’u emanet bırakır zihinlerimize… Ve İstanbul, asırlar boyu engin bir vefa duygusuyla, çeyiz sandığı gibi saklar durur bu emanetleri yeni nesiller için…
The saying of Yunus Emre ,in his words :” There is a me within myself” can also be said for İstanbul… Time and space leaves İstanbul as a deposit in our minds from the outer to the inner ,from the face of the earth to the underground like the leaves of a rose… And Istanbul goes on keeping this deposit for the new generations with a great feeling of loyalty like a dower chest.
Bir şehri “büyük” kılan da kuşkusuz bu yanıdır. İstanbul, üzerine yakışanı uzun yıllar özenle korumuş ve bugüne dek taşımıştır. Özensiz olanlar, gelişigüzel yapılanlar ve İstanbul’a yakışmayanlar ise tabii bir seleksiyonun sonrasında esamisi bile okunmaz olmuşlardır… Yıllardır göreni hayrette bırakan büyülü güzelliğinin esrarı, bu şehrin “seçimlerinde” gizlidir. Yani demem o ki, İstanbul “aydın” bir kenttir; seçer… Siz İstanbul’u seçmiş gibi görünseniz de aslında İstanbul çoktan sizi seçmiştir ve davetini kulaklarınıza duyurmuştur… Bu yüzdendir; Pervane misali, bu çağrıya uyup, yedeğimize aldığımız bin bir umutla İstanbul’un yolunu tutuşumuz… Bu yüzdendir; geçmişimizi unutuşumuz… Ve bu yüzdendir, aşkla yanıp, tutuşuşumuz… Ne ki İstanbul, zorlu bir imtihanın adıdır. Aşkı da sınar; sadakati de!.. Her dem “edep yahu”nun sırrıyla yeni bir İstanbul açılır göze ve gönle!.. Nice sonra, perdeler kalkar ve hem ahenk ve hem de bir buluşma yaşanır… Her faninin ömrü ve bilgisi yetmez bu saadete!.. Zira İstanbul içre İstanbul vardır bu şehirde… Yaşadıkça ve anladıkça açılır kapıları!.. 1453 Dergisi, her sayısında bir perdeyi kaldırarak, İstanbul ile sahih yüzleşmeler için yola çıktı… İstanbul isimli “giz”in sırrını aşinasına ifşa etmekti muradımız… Bu yolda 1. yılımızı geride bıraktık… Yol aldıkça yolun uzayacağını; anladıkça “sır”ların artacağını; gözümüze göründükçe kaybolacağını biliyorduk… Bizimkisi, önceden bildiğimiz bir yolculukta, cismimizle değilse de yüreğimizle adım atacağımız ve bilgiden daha çok sezginin kapılarını aralayacağımız bir yolculuktu… İstanbul ister ise bizi ağırlayacak istemez ise bir yetimhanede gaip edecekti!.. Yol aldıkça, İstanbul yüreklendirdi!.. Her sayımız, adımlarımıza cesaret dizlerimize fer verdi!.. İstanbul için çıktığımız bir yolculukta İstanbul bizleri yalnız bırakmadı… İstanbul içre İstanbul, dedik!.. İstanbul’un altındaki İstanbul’u anlatıyoruz!.. Yerin üzeri kadar altında da köklü bir medeniyetin izleri saklı!.. Yerin altına inildikçe, her katmanında “geçmiş”in izlerine rastlayabildiğimiz İstanbul’un “saklı” güzellikleri de dile geliyor… Ve hayret ufkunda, İstanbul bir kez daha arz ı endam ediyor…
It is certain that what makes this city ”Big” is this attribute of it. Istanbul has kept and carried what befits on it for years. The inattentive ones and the randomly made ,ones which do not look good on it has become ignored after a natural selection… The mystery of its fascinating beauty is hidden in its “choices”. I mean, Istanbul is an “enlightened” city and it chooses ….Although you seem to have chosen it, Istanbul itself has already chosen you and made you hear its invitation… That is why we set off for Istanbul accepting this invitation with numerous hopes in tow.. That is why we forgot about our past.. And that is why we burn out with love… Alas ! Istanbul is the name of a tough exam. It examines both love and loyalty ! At any moment there opens a new scene of Istanbul for the eye and the heart with the secret of ”Edeb yahu! ;be well mannered” ! Sometime after, the veiling goes off and a harmonious meeting occurs there … The lives and knowledge of every mortal will not be enough for this pleasure! Because there is Istanbul within Istanbul in this city … Its doors will open as long as it is understood and lived! The 1453 Magazine set forth to meet face to face by unveiling the secrecy in each issue of it… Our aim was to reveal the secret of the mystery named Istanbul to her familiars. We completed our first year on this way.. We knew that the road would be longer as we went on, the “secrets” would advance; and would vanish as far as it appeared.. Ours was a journey that we would step on not with our body but with our hearts in which we would open the doors of intuition rather than knowledge .Istanbul would welcome us or just lose us in an orphanage!. As we proceeded, Istanbul gave us courage. Each issue encouraged our steps and gave bounce to our knees! Istanbul has not left us alone in a journey we set off for itself. We said Istanbul within Istanbul ! … We are telling about Istanbul beneath Istanbul !..The traces of a deep rooted civilization ! As proceeded down in the layers of the earth, the hidden beauties of Istanbul appear in which the traces of the past can be found. And in the horizon of surprise Istanbul shows itself again. The Mewlavihanes of İstanbul, Istanbul from the eye of a seagull ,The street musicians, Istanbul on the stamps..
İstanbul’un Mevlevihaneleri, Martı’nın Gözüyle İstanbul, Sokak Müzisyenleri, Pullardaki İstanbul…
The 1453 magazine which has the signature of Istanbul on goes on its journey…
İstanbul’un imzasını taşıyan 1453 dergisinin İstanbul yolculuğu devam ediyor…
Have a good reading..
İyi okumalar… Nevzat BAYHAN Kültür A.Ş. Genel Müdür / General Manager
7 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
OCAK•ŞUBAT•MART JANUARY•FEBRUARY•MARCH 2009
İSTANBUL
KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİ
Journal of Istanbul’s Culture and Art
2009
16 içindekiler
SAYI / ISSUE 5 OCAK•ŞUBAT•MART / JANUARY•FEBRUARY•MARCH 2009 BU BİR SÜRELİ YAYINDIR / THIS IS A PERIODICAL JOURNAL YÖNETİM / ADMINISTRATION İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi Publisher on Behalf of Istanbul Metropolitan Municipality Culture Co. Ahmet SELAMET Genel Yayın Yönetmeni / Publishing Director Nevzat BAYHAN Yayın Danışma Kurulu / Publishing Advisor Board Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ, Süleyman Faruk GÖNCÜOĞLU
contents
28
SURİYE’NİN DERSAADETİ ŞAM DAMASCUS A DOOR TO HEAVEN IN SYRIA Önder Kaya
BAŞKA İSTANBUL VAR THERE IS ANOTHER ISTANBUL! Asım Fahri Çelik Halit Ömer Camcı
İdari Koordinatör / Administrative Coordinator Hasan IŞIK
40
YAYIN / PUBLISHING Sorumlu Yazı İşleri Müdürü / Writing Responsible Halit Ömer CAMCI Reklam Koordinatörü / Advertising Coordinator Kerem DEĞER Reklam rezervasyon: 0212 217 71 31
48 İSTANBUL’DA BİR ÜLKE MINIATURK A COUNTRY IN ISTANBUL MINIATURK Halit Ömer Camcı
Sanat Yönetmeni / Art Director Ali BIYIKLI
Ayşe Sevim
Grafik Tasarım / Graphic Design DMİ
64
Fotoğraf / Photograph Mehmet DEMİRCİ, Erdem DEREYAYLA, Erdin HASDEMİR, Cihat HIDIR, Belgin GÜVEN, Özgür ÇETİN, Şefkat ÇELEBİ İngilizce Editörleri / English Editors Seda YEŞİLDAL, Nagihan HALİLOĞLU, Güven Altay SOLAR, Ömer ÇOLAKOĞLU, Handan ARICI EĞLENCE, Züleyha YILMAZ Halkla İlişkiler / Public Relation Erdem DEREYAYLA Kapak İllustrasyon Osman TURHAN Yayın Kurulu / Publishing Board Ercan ALKAN, Yusuf ÇAĞLAR, Sait AYKUT, Nurya ÇAKIR, Asım Fahri ÇELİK, Kemal CEM, Önder KAYA, Sait SÜZEK, Zeynep Azize SU, Mahmut BIYIKLI, Cem YAVUZ YAPIM / PRODUCTION
İSTANBUL’UN DOĞUDAKİ İKİZİ: ŞAM ISTANBUL’S TWIN IN THE EAST: DAMASCUS
ASKERİ MÜZEDE SAVAŞ KONULU TABLOLARIYLA SAMİ YETİK SAMI YETIK AND HIS WAR-THEMED PAINTINGS AT THE MILITARY MUSEUM İlkay Karatepe
70 SOKAK MÜZİSYENLERİ STREET MUSICIANS Seda Yeşildal Şefkat Çelebi
88 İSTANBUL’UN AŞK OCAKLARI LOVE SEEDBED ISTANBUL Sezai Küçük Halit Ömer Camcı
104 144
YAŞAYABİLECEĞİM TEK ŞEHİR: İSTANBUL ISTANBUL A CITY I COULD LIVE IN OSMAN KAVALA Kerem Değer Halit Ömer Camcı 13. YÜZYILDA İSTANBULDAN BATIYA TAŞINAN ESERLER 13 th CRUSADE AND CAPTURED PROPERTIES CARRIED TO THE WEST Önder Kaya
136 İSTANBUL’U HUZURDAKİ MÜMTAZ GİBİ YAŞIYORUM I LIVE ISTANBUL LIKE MUMTAZ IN HUZUR DOES Hüseyin Sorgun Erdem Dereyayla
İSTANBUL’UN ESK ABİDELERİ Ogier Ghiselin De Busbecg Zeynep Azize Su
İ
OCAK ŞUBAT MART 2009
Villiam Henry Bartlett
10
Şehirde birçok eski abidenin kalıntıları görülüyor. Ama Kostantin tarafından Roma’dan getirilen abidelerin sayısı İle kıyas edilirse bunların azlığına hayret edersiniz. Bunlardan belli başlıları, eski Hipodrom’un bulunduğu yerdeki birbirine sarılmış iki bronz yılan ile bir dikilitaş, şehrin başka bir yerinde bulunan iki mühim sütundur. Bu iki sütundan biri kalmakta olduğumuz kervansarayın yakınındadır. Diğeri de Avratpazarı denilen çarşıda bulunuyor. Bu sütun üzerinde, Arcadius’ün bir seferini tasvir eden kabartma resim var. Tepesinde ise heykeli var. Sütun, içinde tepeye çıkmak için bir merdiveni ihtiva ettiğinden daha çok helezona benzemektedir. Diğer sütun ise, kaide ve başlığı hariç sekiz ayrı kütlenin birbirine kenetlenircesine yapışmasıyla meydana gelmiştir. Kütlelerin birbirine birleştiği yerlerde sütunu kuşatan defne dallarından çelenkler vardır. Yukarı doğru bakanlar bu yüzden sütunun yekpare bir parça olduğunu sanırlar. Zelzelelerde sarsıldığı, yakınında çıkan bir yangın sonunda yandığından parçalanıp dökülmesine meydan vermemek için demir çemberlerle bağlanmıştır. Rivayete göre bu sütunun tepesinde önceden Apollon’un, daha sonra Konstantin’in ve en son olarak Theodosius’un heykelleri varmış. Herhalde zelzeleler veya şiddetli rüzgârların tesiriyle düşmüş olacaklar.
The old monuments of Istanbul One can see the ruins of many monuments. But when you compare it with the number of monuments that were brought to Istanbul at the time of Constantine you would be surprised that they are small by comparison. The primary ones are the two bronze snake figures on the Hippodrome and one obelisk, and two other columns found elsewhere in the city. One of these columns is close to the caravanserai where we’re staying. The other is placed at the place called Avratpazarı. On this column there is a relief that depicts a campaign led by Arcadius. At the top is his statue. Because the column has a staircase inside that goes up to the top it looks more like a spiral. The other column is composed of 8 different masses stuck together, except for the plinth and the top. Where the masses are linked there are wreaths of bay leaves that circle the column. Those looking upwards thus think that the whole column is one piece. It was shaken by earthquakes, and also in order to protect it from a fire that broke it very near where it was it is now held fast with iron rings. According to oral reports the column had first Apollo’s, after that Constantine’s and then Theodosius’s statues at the top They must have fallen down either due to earthquakes or strong winds.
II. ABDÜLHAMİD’İN GÖZÜNDEN DÜNYA
12 OCAK ŞUBAT MART 2009
WORLD FROM THE EYES OF AN OTTOMAN SULTAN
II. Abdülhamid, bir kısmını ordu bünyesindeki subaylar arasından yetiştirdiği fotoğrafçıları aracılığıyla hem Osmanlı İmparatorluğu’nda hem de dünyanın farklı ülkelerinde olup bitenleri izlemiştir. Osmanlı Padişahının Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesine hediye ettiği 36 adet fotoğraf albümü, 1200’den fazla fotoğraf içermektedir. Daha önce, II. Abdülhamid’in meydana getirdiği Yıldız Fotoğraf Arşivi’nden ‘Sultan II. Abdülhamid Arşivi İstanbul Fotoğrafları’ adlı eseri yayınlayan Kültür AŞ., yeni bir esere daha imza attı. Sultan II. Abdülhamid’in Gözünden Dünya adlı eserle, Yıldız Fotoğraf arşivinde yer alan, dünyanın çeşitli memleketlerine ait fotoğraflar, kitap meraklılarının ilgisine sunuldu.
Sultan Abdulhamid II (d.1918) closely followed both the world events and the events within the Ottoman lands during his heirship and reign through the photographers he selected from among his military officers and whose photography training expenditures he himself had covered. The 36 photo albums given as a present to the US Library of Congress by this generous Ottoman sultan contain over 1,200 invaluable photos that are witnesses to the time. In a work titled, “Istanbul Photos of Sultan Abdulhamid II’s Archives,” we, the Istanbul Metropolitan Municipality, have published the Istanbul photographs that are a part of what is today called the Yıldız Photo Archive. And in this work, duly named “World From the Eyes of Sultan Abdulhamid II,” we are presenting a wide selection of photos taken at the time in a big number of countries to the attention of photography and history lovers.
Geleneksel Çin Müziği korosu / Traditional Chinese Music 1880-1890 Photo: Hüsameddin
Ekanterinburg Vilayeti ahalisine mensup kadınlar (Rusya-Russia) / Women belonging to the community of The Province of Ekaterinburg - Photo: J. X. Raoult -1878
Japon Hacılar / Japanese pilgrims - Photo: Kusakabe Kimbei 1890 - 1905
Vefa’lı Şehir
Nurya Çakır
Ali Bıyıklı
14 OCAK ŞUBAT MART 2009
Her şehrin bir hafızası vardır. O şehri doğuran, büyüten, yaşatan kişilerin bıraktığı izlerden oluşun bir hafızadır bu. Şehre bir bina diken o hafızaya bir iz bırakır. Sonra o binaya biri bir bahçe yapar. Daha sonra o bahçeye biri bir çınar diker. O çınarın yapraklarına bir kuş konar, rüzgar çınarın dalları arasında dolaşır. Bir şair o çınara bakarak bir şiir yazar. Bir ressam o bina ve çınarın yanyana enfes bir tablosunu çizer. Hafıza böyle oluşur. İstanbul kendi hafızasını oluşturan kişileri zihninin bir kenarında, bir sokak isminde, bir alt geçit adında taşır. İstanbul kendi geçmişine vefalı bir şehirdir. Kendine iz bırakan insanların izlerini sokak tabelalarında bulabilirsiniz. Sokaklarda dolaşırken bir zaman tünelinde dolaşıyor gibi olursunuz. Osmanlı’nın ilk Şeyhülislam’ı Molla Fenari ile bir köşebaşında karşılaşabilir, Hüsnü Aşk şairi Şeyh Galip’le bir başka sokakta selamlaşabilirsiniz. Yahya Kemal’den Ayhan Işık’a, Necip Fazıl’dan Nazım Hikmet’e ismi İstanbul’la yanyana gelmiş birçok bildik ismi günümüz İstanbul’unda dolaşırken bulabilirsiniz. Vefa isimli bir semte de sahip olan Şehrin geçmişine, hafızasına, birikimlerine de sadakati bulunmaktadır.
The Loyal
City
Every city has a memory. This is a memory of the traces left by the people who gave birth to it,whi grew it up and makes it live . One who consturcts a building there leaves a trace to the memory. Some one adds a garden to that building later.Another one plants a plane tree there . A bird perches on the leaves of that tree,wind goes around its branches.A poet writes a poem while watching the tree .An artist paints a glamorous painting of the building and the plane tree .This is how a memory comes into being. İstanbul is a city which is loyal to its past. You can find the names of the people on street signs. When you wander about its streets you feel like walking in a time tunnel. You can meet Istanbul’s firs sheikh ul Islam Molla Fenari on a coin , you can salute with the poet of “Hüsn-ü Aşk” on another street. You can find known names in today’s Istanbul such as Yahya Kemal, Ayhan Işık, Necip Fazıl and Nazım Hikmet who came close to Istanbul once .The city which has a district called “Vefa” means loyalty in Turkish is loyal to its past ,memory and backlog.
BAŞKA İSTANBUL VAR İstanbul’un Yeraltı Dünyası
THERE IS ANOTHER ISTANBUL!
Underground world of Istanbul Asım Fahri Çelik* Halit Ömer Camcı *Yazar-Şehir Rehberi / Author-Guide
THERE IS ANOTHER ISTANBUL! / Underground world of Istanbul Varlıklarını çok az kişi biliyor. Bilenler de pek konuşmuyor. Turistler için hazırlanmış tanıtım broşürlerinde rastlayamazsınız yerlerine. Ciddi arkeoloji kitaplarında ise asla onlardan söz edilmez. Ama varlar. Onca efsane ve söylentiyle sarmalanmış yerin altında kaşiflerini bekliyorlar. İstanbul’un yeraltı dehlizleri’nden söz ediyoruz, asırlar evvelinden kalma, bugün üzerinde pek durulmayan ya da rivayetten ibaret, ama şehrin altında inadına var olan dehlizlerinden... İstanbul’u daha da gizemli hale getiren üstü kapalı ve sonu yokmuş gibi görünen bu yeraltı geçitleri şehrin bulunduğu alanda üst üste kurulmuş medeniyetlerin kalıntıları aslında. Bizans’ın, Roma’nın ve Osmanlı’nın ötesinde ya da öncesinde var olanların da katkısı var bu dehlizlerin oluşumunda. Hatta işi biraz daha ezoterik hale getirmek isteyenler ileri giderek, Mu ve Atlantis’ten göç eden ileri derecede medeniyet sahibi Agarthalılar’a kadar bile bağlıyorlar bu geçitlerin mevcudiyetlerini. Bir uçtan diğer uca şehri kat ettikleri söylenen, uzunlukları kilometreleri bulan yeraltı geçitlerinin gezilebilmeleri için cesaretin yanında başka donanımlar da gerekiyor. Ve ne yazık ki bu konudaki kayıtlar sınırlı. Mecburen efsaneler ve rivayetlerden medet umacağız. Lakin, efsane deyip geçmemeli. “Efsanelerde güzellerin yanı sıra gerçek yatar. Hem de boylu boyunca” diyor, Gürol Sözen. O yüzden üze-
Very few people know about them. Those who know don’t talk much about them. You dont see them in the booklets prepared for the tourists. When it comes to some importantarcheological books, they are never mentioned. Yet, despite little or no emphasis they are there, they exist abiding for centuries. Wrapped up with so many legends and myths are waiting for discoverers to bring them to light.,. In this article we will review the underground passages of Istanbul. These seemingly endless passages, completely invisible from aboveground, make Istanbul all the more mysterious. They are the remains of civilizations built one on top of another. Even the civilizations before the Roman, the Byzantine and the Ottoman Empires had their share in the formation of these passages. Those who want to make it sound even more esoteric claim that the history of the passages extend all the way to the Agarthan civilization emigrated from Mu and Atlantis. 17
Besides courage, the basic equipment and a staff are required in order to visit these passages that stretch for miles and miles, passing through the city from one end to the other. Unfortunately,since for the time being the (sources?) and records about this subject are limited we have no choice but to appeal to myths and, legends . But the legends must notbe underrated. Gürol Sözen says that “As well as the beautiful
JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
© Belgin Güven
Yerebatan Sarnıcı’nda dünyaya tersinden bakan efsanevi Gorgon (Medusa) başlarından birisi / One of the legendary Medusa heads place in the Yerebatan cistern which is looking to the world inversely.
BAŞKA İSTANBUL VAR / İstanbul’un Yeraltı Dünyası Halk arasında ‘Fil Damı’ diye anılan Zeyrek Sarnıcı / The Zeyrek Cistern which is publicly known as “The Elephant Roof”
©Erdin Hasdemir 18 OCAK ŞUBAT MART 2009
rindeki sırlı kabuğu kazıyıp İstanbul’un derununa aşina olmak için efsanelerden iyisi yok. Çünkü, birilerinin dediği gibi, İstanbul’u ‘İstanbul’ yapan biraz da bu öyküler ve efsanelerdir aslında. Hem de pek çoğu yer altında saklı. İstanbul’un altının birbirine bağlı dehlizlerle örümcek ağı gibi sarılı olduğunu söylüyor efsaneler. Muhtelif kaynaklar da bu dehlizlerin birbirleriyle ilişkilerine değinerek efsaneleri destekliyor. Bazıları tek bir yoldan ibaret olan bu yolların çoğunun duvar ve tavanlarının tuğlalarla örülü olduğunu söylüyor görenler ve girenler. Elli altmış metrelik bir ilerleyişten sonra değişik yönlere uzanan başka dehlizlerin ortaya çıktığını da ekliyorlar. Labirent gibi dehlizlerden oluşmuş bir yeraltı şehriyle karşı karşıyayız kısacası.
things, the truth lies in legends, even at full length,” while they sound beautiful, legends can also contain ample truth in them] In our case, there is no better way than the legends if one wishes to be familiar with the inner dimension of Istanbul. As it is said, the things that make Istanbul “Istanbul” are actually those myths and stories. And most of them are hidden underground. One of the legends says that the underground of Istanbul is like a spider web made of countless interconnecting pathways Various sources support the legend pointing to the relationof the pathwayswith each other. the walls and the ceilings typically made of bricks, most of these passages are one way, . After walking for about 50 or 60 meters some other passages appear, pointing towards several different directions. Shortly, we are faced with an underground city consisting of passages like that of a labyrinth.
Yalnızca yerin altından mahalleleri değil, suyun altından Boğaz’ın iki yakasını da birbirine bağladıkları söylenen bu geçitler yahut dehlizler, vakti zamanında Bizans imparatorlarının, devlet adamlarının ve patriklerin gizli toplantılarına da şahit olmuş. Söz konusu bu gizli işleri görecekleri vakit kendi mesOnlarca kavmin iştahını kenlerindeki gizli bir bölmeden geçerek kabartan bu şehrin, sur ulaşırlarmış gizli mekanlarına. Ayrıca, J. kapıları nerdeyse her sene Stephonus da, Bizans’a dair yazdığı kibaşka bir devlet tarafından tabında bu dehlizlerin; büyücülere ve zorlanıyor. İşgal ve kuşatkahinlere çalışmaları için bir nevi atölye ma tehlikeleri yerin altında görevi yaptığını söyler. yeni yapılanmaları zorunlu kılıyor .
The passages link or combine not only certain districts of the underground. but also the two sides of the Bosporus underwater, which witnessed the secret meetings of the Byzantium emperors, statesmen and patricians. When they wanted to carry on their secret work, they arrived at those passages
THERE IS ANOTHER ISTANBUL! / Underground world of Istanbul Yerebatan’dan Kınalıada’ya kadar uzanan yeraltı öykülerinin başlangıcı / The beginning of the underground stories reaching from Yerebatan to Kinaliada.
19 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Dehlizlerin bir kısmının Osmanlı Devletinin son dönemlerinde de yine gizli görevler üstlendiği tahmin ediliyor. Entrikalardan ya da siyasi rakiplerinden kaçmak isteyen birçok devlet adamının zaman zaman kullandığı bu tünellerin, kimin tarafından ve ne zaman yapıldığı belli değil. Ama içlerinde ‘Paşa Dehlizleri’ olarak bilinenleri bile var.. Bu dehlizlerin Beşiktaş dolaylarında olanlarından bazılarının yeraltından Dolmabahçe ve Çırağan Sarayları’nı birleştirdiği, hatta denize açıldığı rivayeti de mevcut. Kaba taslak bir araştırmayla bile bu yer altı yollarının ana bağlantı noktalarına ulaşmak mümkün gibi görünüyor. Çünkü bu bağlantıların çoğu sarnıçlardan, diğer bir deyişle yeraltı su depolarından oluşuyor. Bunlar ise günümüzde görece yeni yapılmış binaların altında kalmış olsalar da varlıklarını sürdürüyorlar hâlâ.
by passing through a secret partition located in their chambers . Furthermore, J. Stephonus discusses in his book about Byzantium that the passages mentioned here functioned also as a workplace or an office for oracles or magicians. It is believed that some of the underground passages fulfilled secret missions even in the latest periods of the Ottoman Empire. Statesmen who desired to escape from conspiracies or their political dissidents sometimes used those passages. While it is not clear when and by whom they were constructed some of them are called “The Pasha Passages”. Some of these passages around Beşiktaş combine the Dolmabahçe Palace and the Çırağan Palace to each other underground and continue until they reachthe sea.
Basic research shows thatit may be possible to collect inforŞehrin kuruluşundan beri, merkezi konumunda bulunması mation on the main connection points of the passages beve tarihi yarımadanın kalbi olması hasebiyle Sultanahmet cause many of those points are cisterns, underground water Meydanı ve civarı bu yeraltı yolları, sarnıçreservoirs. many still exist today, some lolar ve uzantıları konusunda fazlasıyla bir cated under relatively new buildings. The port of the city walls birikime sahip. Deyim yerindeyse “nereye which attracted many natielinizi atsanız bu kabil yeraltı yollarının giSince the city of Sultanahmet was estabons were forced by a differişi olabilecek başlangıç noktalarıyla karlished, the district and its suburbs have rent state each year. That’s şılaşıyorsunuz.” played a central role in the historical penwhy, the danger of invasion insula. That’s whythis area has got a lot of and siege obliged new consPek az bilinenlerden bazısı ise Sultanahtruction underground.
BAŞKA İSTANBUL VAR / İstanbul’un Yeraltı Dünyası Binbirdirek Sarnıcı’nın Osmanlı döneminde esnaf atölyeliği yaptığı zamanlar / The time when The Binbirdirek Cistern was handicraftsmen atelier in the Otoman era.
Villiam Henry Bartlett
20 OCAK ŞUBAT MART 2009
met Camii ve külliyesi sınırları içinde kalmış durumda. Kıble tarafında Mozaik Müzesi ile camii duvarı arasında, musalla taşlarının hizasına gelecek biçimde en az iki dehliz girişi olduğu biliniyor mesela. Yine, Sultanahmet Meydanı ve çevresinde özellikle deniz tarafına doğru olan eski binaların elden geçirilmesiyle yapılmış butik otellerin ya da halı mağazalarının altında da otuza yakın sarnıç veya sarnıç uzantısı olduğu tespit edilmiş.
such underground pathways, cisterns and their extensions. It is ascertained that there are nearly thirty cisterns and their extensions under what is today rug-carpet stores and hotels built by the Department of Restoration of Old Buildings, especially in the direction of the Marmara Sea. it is safe to say that wherever you look or touch, you are at a starting point of a passage that isthe opening to many others .
Söylenenlere göre bir de, Gedikpaşa’dan Kapalı Çarşı’nın Nuruosmaniye ağzına kadar uzanan kimi sarnıçların zemini taş olan yolları da Osmanlı Sarayı’nın gözden uzak noktalarından dışarı çıkıyormuş.
Some of these passages little known as yet are in the area of the Sultanahmet Mosque (the Blue Mosque) and its vicinity. In the direction of Kaabah, Mecca), between the Mosaic Museum and the mosque walls, it is known that there are at least two entrances to such passages from the musalla stone (where the body of the deceased is washed before burial.
Ve yine Haliçte Eski Cibali Tütün Fabrikasının yerine yapılan Kadir Has Üniversitesi’nin altında da bu konuyu destekleyici, yer altı geçitlerine ait olduğu tahmin edilen gizli girişler olduğu biliniyor. Şehrin altında mütemadiyen uzayan ve her yöne giden bu yolların bazısının Haliç’in altından karşıya geçtiği de yaygın rivayetlerden. Hatta, bazı kaynakların Aynalıkavak Kasrı bahsinde, havası güzel olan günlerde Kasırda ikamet eden Padişahın Sabah Namazını eda etmek için Haliç’in altındaki bir geçitten yürümek suretiyle Eyüp Sultan’a kadar ulaştığı anlatılır. Son zamanlarda Fatih Belediyesi’nin himmeti ve gayretiyle
According tohearsays, the stone-paths of some cisterns connect Nuruosmaniye to the Grand Bazaar, Gedikpaşa to some hidden parts of the Ottoman Palace in Topkapi. Supporting this information, it is also known that there are secret passage entries under the University of Kadir Has, where in its place the old tobacco factory of Cibali used to stand. One hearsay claims that some of these passages continue far out of the city, through the Golden Horn where they go to many different directions, some reaching to the other side of the Marmara Sea. According to some sources, one day when the weather
THERE IS ANOTHER ISTANBUL! / Underground world of Istanbul Geçmişin su ve gizem kaynaklarından Binbirdirek Sarnıcı / Binbirdirek Cistern which was one of the mystery and water soruces of the past.
21 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
restore edilmeye çalışılan Zeyrek’teki, halk arasında söylenen adıyla, ‘Fil Damı’nın da o meçhul yollara götüren meşhur sarnıçlardan birisi olduğu söyleniyor. Şehrin altındaki geçitler saymakla bitmiyor velhasıl. Listeyi uzatabiliriz. Mesela, Yedikule civarında biraz dikkatle gezerseniz onlarca böyle bağlantı noktalarına rastlamak mümkün, ya da “Vefa Stadı” diye de bilinen Karagümrük Stadı’nın çevresinde ve daha ötelerde de. Konuyla doğrudan ilgili olanlar var mı bilmiyoruz ama, dolaylı yoldan da olsa ilgili olanların bile bu dehlizlerin varlığı hakkında pek bilgisi yok anlaşılan. Biliniyorsa bile bilinmez bir sebepten üzeri, her iki anlamda da, kapatılmış durumda şu an. Teferruata inince sorular üşüşüyor insanın aklına. Özellikle de bu yeraltı labirentlerinin nerede başlayıp nerede bittiği ve ‘yapılış amaçları’ en başta cevap bekleyen sorular arasında yer alıyor. Bu bahiste “su ihtiyacı”, en önemli kalemi oluşturuyor İstanbul için. Malum, şehrin dört bir yanı, daha doğrusu üç tarafı, sularla çevrili. Ama içme suyu konusunda kurulduğu zamandan bu yana hep sıkıntı çek-
was nice, the Ottoman Sultan decided to visit the city of Eyüp by walking through these passages, which started from what is called today the Aynalıkavak Pavilion in the Topkapi Palace and passed under the Golden Horn. “Fil Damı” (literally translated as “The Elefant Stable ) in Zeyrek (a province), which has been recently renovated by the municipality of Fatih, is said to be one of the famous cisterns heading towards those unknown passages. . Adding to the long list are pathways around Yedikule, or Vefa Stadium in Karagümrük. You can discover more linkups in places even further than those. While it is not entirely clear if there is more documentation on these underground passages or if currently there are individuals or organizations studying them, the questions still remain: is there a blueprint of these passages and what are their possible purposes to exist?
Binbirdirek Sarnıcında yer alan sütunların her birini yapan ustalar gelecekte de hatırlanmak üzere sütun başlarına imzalarını kazımışlar. The masons that built each column in the Binbirdirek Cistern signed their names on the column heads in order to b remembered in the future as well.
We know that one of the principal reasons for their existence is the city’s great need for water . Ironically, though Istanbul is surrounded by sea on three sides drinking water supply has always been a problem for
BAŞKA İSTANBUL VAR / İstanbul’un Yeraltı Dünyası
22 OCAK ŞUBAT MART 2009
Yerebatan Sarnıcı / The Basilica Cistern
THERE IS ANOTHER ISTANBUL! / Underground World of Istanbul The dungeons that are now remembered with the name of Mihael Anemas, whose ancestry goes all the way back to Andalusian Muslims. Kökenleri Endülüs müslümanlarına kadar dayanan Mihael Anemas’ın adıyla anılan zindanlar
©Erdin Hasdemir 23 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
miştir İstanbul. Şehrin doğal su kaynağı olarak bir zamanlar bir Lykos deresi varmış. Onun da üzerinden şimdi Vatan Caddesi geçiyor. O bile varlığıyla su ihtiyacını karşılayamadığından dönemin yöneticileri, yerin altında saraylar cesametinde su depoları ve sarnıçlar yaptırmakta bulmuşlar çareyi. Bu sarnıçlar bazen yağmur sularıyla bazen de şehrin yakınındaki göl ve derelerin sularıyla doldurulmuşlar.
the city since the beginning of its time the Lykos river, which used to be where now the Vatan Avenue runs, was one of the major water supplies, but the river too was not enough to answer the city’s needs The governors of the city found a solution to the problem by erecting cisterns and water tanks under the ground, some as large as a palace. Those cisterns were filled sometimes with rain water and sometimes from the rivers or lakes nearby
Roma Dönemi’nde bu böyle. Derken altıncı ve yedinci yüzyıllarda Bizanslılarla başka bir devir başlıyor. (Her ne kadar Thissituationreflects the Roman Era. In the 6th and 7th cenuzmanların kimisi “Bizans” tabirini kabul etmeseler de biz tury, a new period starts with the Byzantium. (Although some yaygın olanı tercih edelim şimdilik.) Özellikle Bizans’ın experts don’t accept the exson dönemlerine doğru işin rengi pression ‘Byzantium’, we prefer değişiyor. Onlarca kavmin iştahıVakti zamanında Bizans imparatorlarının, devnı kabartan bu şehrin, sur kapıları here the common terminology) let adamlarının ve patriklerin gizli toplantılarınerdeyse her sene başka bir devEspecially, towards the last na da şahit olmuş bu dehlizler. let tarafından zorlanıyor. İşgal ve periodof the Byzantium, the Those passages had once witnessed the secret kuşatma tehlikeleri yerin altında situation changes.. The ports of meetings of the Byzantium emperors, statesmen yeni yapılanmaları zorunlu kılıyor the city were forced by different and patricians. dolayısıyla. Bazen sularını ve yiyeadversaries each year. Hence ceklerini depolamak, bazen servethe danger of invasion and tini düşman yağmasından kaçırıp siege obliged new construcgömmek, bazen de sadece saklanmak için halkın müration underground. The underground passages became places caat ettiği mekanlar haline geliyor yer altı dehlizleri. Fetih where people sometimes stored their food and water, somesonrası, Osmanlılar bu sığınakları ne yıkıyorlar ne de imar times hid their wealth from depredation, and sometimes ediyorlar, sadece üzerini örtmekle yetinerek dolaylı yoldan hid themselves. After the conquest of Istanbul, the Ottoman çok iyi korunmalarını sağlıyorlar.
BAŞKA İSTANBUL VAR / İstanbul’un Yeraltı Dünyası Zeyrek Sarnıcı / The Zeyrek Cistern
Binbirdirek Sarnıcı / The Binbirdirek Cistern
24 OCAK ŞUBAT MART 2009
Bunların en büyüğü Bazilika Sarnıcıdır. Halk arasındaki Empire neither demolished nor reconstructed them, they just adıyla Yerebatan Sarayı. Resmi adını Ayasofya yakınında covered them, which indirectly helped their preservation. bir zamanlar var olan ticaret bazilikasından alır. Justinianus döneminde yapıldığını Prokopios’un eserinden öğreThe biggest of them is the Basilica Cistern, also called ‘Yereniyoruz. Daha Bizans döneminde evlerle kaplanan sarnıcın batan Palace’ in colloquial language. There once was a trade üzerine Fetih’ten sonra da konaklar ve bir mescit yapıldıbasilica near Saint Sophia (Ayasofya;), and this cistern took ğı biliniyor. Osmanlı idrakinde bu kabil sarnıçlar veya su its name after that. We learn from the work of Prokopios that depoları makbul görülmez pek. Durgun suyun temiz olit was built during the time of Justinianus. It is also known madığı, kerih bulunduğu gerekçesiyle. Bununla birlikte that after the conquest, mansions and a small mosquewere üzerinde bulunan evlerin avlu tabanlarına, su çekmek için constructed on the basilica, delikler açmak suretiyle küçük kuwhich was occupied by houses yular yapıldığı da vaki. Hurafeleri ve efsaneleri çoktur, Yerebatan Sarnıduringthe time of the Byzancının. Bir söylentiye göre, sarnıcın üzerine yapıltium. For the Ottomans, these Bizans Devrinde daha çok büyük mış konakların birindeki cariye, aşağıda meskun kind of cisterns or water reserolduğu söylenen cinlerin tesiriyle ya da korkuİmparatorluk sarayının ve civarının suyla intihar eder. su ihtiyacını karşılayan Yerebatan voirswere not acceptable beSarnıcı, fetihten sonra, bir müddet cause according to the Islamic The legends and the superstitions of the Basilica Topkapı Sarayı bahçelerini sulamak religion still water was considCistern are countless. According to a story, in one için kullanıldıktan sonra yeraltında of the mansions on the cistern, a bondwoman ered unhygienic. Nevertheless unutulmaya terk edilir. had committed suicide by the effect or the afraid water was used for many other of the demons inhabited underground. purposes, such as watering the On altıncı yüzyıla kadar batılılaplants and animals So people rın haberdar olmadığı yere batan dug holes in the courtyards of Sarnıcını Avrupa’ya Bizans kalıntılarını araştırmaya gelen their houses which were above the cistern. Hollandalı gezgin P. Gyllius tanıtır. Gezginin sarnıcı bul-
THERE IS ANOTHER ISTANBUL! / Underground world of Istanbul Yerebatan Sarnıcı / The Basilica Cistern
25 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
ması da bir tesadüf sonucu. Civarda dolaşırken kendisine, “buradaki evlerin zemin katlarında bulunan kuyu benzeri yuvarlak büyük deliklerden ev halkının aşağıya sarkıttıkları kovalarla su çektikleri, hatta balık tuttukları” söylenir. O da sarnıcın üzerinde bulunan, ahşap bir binanın avlusundaki yeraltına inen taş basamaklardan bir meşaleyle sarnıcın içine inmeyi başarır. Daha sonra gördüklerini ve bilgilerini Seyahatnamesinde aktarınca birçok batılı seyyahın ilgi odağı olur sarnıç. Ondan sonra fırsatını bulan her yabancı, gizli ya da açık, bu sarnıcı görmek için sıraya girer. Hurafeleri ve efsaneleri çoktur, Yerebatan Sarnıcının. Bir söylentiye göre, sarnıcın üzerine yapılmış konakların birindeki cariye, aşağıda meskun olduğu söylenen cinlerin tesiriyle ya da korkusuyla intihar eder. Bir başkasında da sarnıcın dip tarafına kadar kayıkla gitmeye kalkışan bir meraklının başına gelenler anlatılır. Meraklı kişi arkasında cinlerin kahkahalarını bırakarak ortadan kaybolur, bir daha gözükmemek üzere.
In the Byzantian period, the Basilica Cistern served the need of water mostly of the Great Imperial Palace and its vicinity. After the conquest, it was used to water the gardens of the Topkapı Palace for a while, and then left to be forgotten. P. Gyllius, an explorer from Holland who traveled to Istanbul for a research about the remains of the Byzantium, introduced the Basilica Cistern to Europe which was aware of its existence until the 16th century. He discovered it by chance. While he was wandering in the neighborhood, people told him that they drew water by buckets dropped through big round holes like wells which were on the ground floor of their houses, and that they even caught fish. In the courtyard of a wooden building, Gyllius found stone stairs leading deep into the ground. With a torch in his hand he followed the stairs to discover the cisternHe became quite popular amongst western explorers when he published a travel book. Until today the
BAŞKA İSTANBUL VAR / İstanbul’un Yeraltı Dünyası Yerebatan Sarnıcı’nda kayıkla gezildiği dönemler / When one could cruise in the Yerebatan Cistern with a rowing boat
Villiam Henry Bartlett
26 OCAK ŞUBAT MART 2009
Malik Aksel, “İstanbul’un Ortası” adlı kitabında bu yer altında yaşanan olaylar hakkında başka bir söylentiyi de dile getirir. Dediğine göre, Yeniçeriliğin ortadan kaldırılması sırasında kıyımdan kurtulmayı başaran yeniçerilerin birçoğu şehrin dışında da hayat imkanı bulamayacaklarını bildiklerinden, şehrin altında yaşamaya karar vermişler. Karınlarını da o dönemde soğumaları ya da yaz günlerinde bozulmamaları için kuyu ya da sarnıçlara sarkıtılan yemekleri aşırmak suretiyle doyurmuşlar. Kaynak olarak babasının anlattıklarını gösteren Aksel, babasının da bunu, kendisinin de bir yeniçeri olduğu söylenen yüz elli altı yaşına kadar yaşamış olan Zaro Ağa’dan duyduğunu anlatır. Kimisinin denizin dibinden ta Kınalıada’ya kadar ulaştığı söylenen bu yeraltı yollarının varlığına romanlarda ve hikayelerde rastlıyoruz zaman zaman. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ın da olduğu gibi. Ya da Umberto Eco’nun Baudolino adlı romanında. Yine, Dan Brown’un Da Vinci Şifresi adlı kitabının bir yerinde İstanbul’u kutsal kaseyi bulmak isteyen Latinler’in nasıl istila ettikleri anlatılırken bu yer altı mekanlarından da söz açılır. Taş taş üstünde bırakmayan Latinler özellikle Çemberlitaş’ın altına girmeye çalışırlar. Çemberlitaş’ın altında hem bu dönemde hem de Roma Dönemi’nde açılmış tüneller olduğu zaten hep dillendirilen bir söylenti. Hatta bu yolların, içinden atlı arabaların sakınmasız geçebileceği kadar geniş olduğu da söylenir.
Basilica Cistern remains to be one of the most visited places in Istanbul, both by foreign and domestic visitors. The legends and the superstitions of the Basilica Cistern are countless. According to a story, in one of the mansions abovethe cistern, a maid committed suicide driven mad by the evil spirits living underground. Another story tells about a curious person who attempted to reach to the end of the cistern by a boat. Followed by the laughters of evil spirits the person vanished, never to be seen again. Malik Aksel, in his book named “Istanbul’un Ortası” (The Center of Istanbul), tells another storyHe says, during the abolition of the janissary troops, many of the janissaries who were able to escape from the killing lived underground for months because they knew there could not even survive outside the city. They ate from the food that people had stretched down through the holes to preserve during the hot summer days, since the temperature in the cisterns remained even and cool throughout the year. Aksel says that his source was his father who heard the story from Zaro Ağa who told his father that he was a janissary once. Zaro Aga was 156 years of age when he died It is said in novels and stories that some of these underground
THERE IS ANOTHER ISTANBUL! / Underground world of Istanbul
Eski masallara bile konu olan bu yer altı dehlizlerine gözü kara bir aşk hikayesinin de yolu düşmüş bir zamanlar. Nakildir ki, bir Türk yiğidi Bizans İmparatoru’nun kızını sever ve kaçırır. Her tarafı surlarla çevrili bir şehirden çıkmak kolay değildir öyle, hele yanındaki imparator kızıysa. O da bugünkü Sultanahmet meydanının yerinde olan Hipodrom’un altındaki dehlizlere dalar ve karanlık yolda saatlerce el yordamıyla yürüdükten sonra Boğaz’ın karşı kıyısındaki bir delikten yer yüzüne çıkmayı başarır prensesle birlikte. İmparatordan ve tasadan uzak mutlu bir hayat kurarlar kendilerine.
passages reach to Kınalıada through the sea, as in Orhan Pamuk’s book “Kara Kitap”, or Umberto Eco’s “Baudolino” … Dan Brown’s “Da Vinci Code”, tellshow the Latins, after the Holy Grail, invaded these underground passages. The Latins destroyed everywhere especially to get underneath Cemberlitas. Since the times of the Romans it was well known that there were tunnels, some wide enough for vehicles to pass comfortably.
A love story is dedicated to these tunnels as well. Once upon a timea brave Turkish young man fell in love with the Byzantine Emperor’s daughter. They decided to run away, but this was by no means an easy task; neither safely reaching the Paris’te, Londra’da benzer castle, due to violence on the Üstte Hipodrom’dan geriye kalan sphendon üzerinde yeraltı mekanları var. Yalnız streets, nor leaving the city afbugün okul kompleksi allta ise efsanevi hipodromun onlarınki tamir ve restorasterwards. It looked all the more tahmini maketi yon geçirmiş. Kısmen de impossible when the quest was Top, the school complex built upon the sphendon that olsa ziyarete açık. İstanbul to get the Emperor’s daughremains from the Hippodrome and below, an approxiiçin bunun şu anda olmater. The young man rushed mate model of the legendary Hippodrome sı pek mümkün gözükthrough passages underneath müyor. Çünkü elde henüz the Hippodrome, which is tobir envanter çalışması bile yok. Bununla beraber hem day’s Sultanahmet Square, walked for hours through the dark İstanbul’daki hem de Avrupa’daki örneklerini görme şanlabyrinths and finally broke through a hole which opened to the sına sahip olanlar, İstanbul’un dehlizlerinin, Avrupa’daki princess’s chamber. Back through the passages they escaped to benzerlerinden daha eski olduklarını söylüyorlar. Bunun the other side of the Bosporus. Together they started a new life, yanı sıra, “çok daha esrarlı ve daha sıcak bir havaya sahip” away from all troubles, and lived happily ever after. olduğunu ve ortaya çıkartıldıkları takdirde “cazibe merkezi olacağının” da altını çiziyorlar. Malik Akselin de dediği gibi, “yüzyıllar boyu İstanbul’un gizli yollar şebekesi kapatılır, açılır, kapılar örülür yine de bunun sonu gelmezdi. Bazı esrarlı olaylar yerin altında cereyan etmeye devam ederdi.” Velhasıl, biz de sözü daha fazla uzatmaya hacet görmüyor, Refik Halit Karay’ın bir kitabının ismine gönderme yapıp bu keşif işini ehline bırakıyoruz: “Yer Altında Dünya Var”. Yahut “başka İstanbul yok” diyene kanmayın siz, inanın “başka İstanbul var!”
Those who have seen Paris and London know that there are similar underground passages in both cities. Most of those passages have been through repair and restoration and are partially are open to visitors. It will take Istanbul a long time to get to that point, since the passages are much older, more intricate and the area they cover much bigger. The study of it all it is a tremendous task, requiring a great amount of both scientific and financial sources.. For now “they continue to provide Istanbul a mysterious yet quiet atmosphere, especially for the residents, , which if and when discovered would become major“ centers of attention”.
27 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
SURİYE’NİN DERSAADETİ ŞAM
SURİYE’NİN
DERSAADETİ
ŞAM
DAMASCUS… A DOOR TO HEAVEN IN SYRIA
Önder Kaya*
28 OCAK ŞUBAT MART 2009
Bazı bölgelerin mücevheri andıran şehirleri vardır. İran için İsfahan, Mısır için Kahire, İtalya için Venedik, Türkiye için İstanbul ne ise Suriye için de Şam odur. Osmanlılar, başkentlerini “dersaadet” yani “saadet kapısı” diye anmışlar. Zira Osmanlı mülkünün sahibi, İslam aleminin halifesi burada yaşardı. Yine imparatorluğun ihtişamı, en çok burada kendini belli ederdi. Şamlılarda şehirleri için “eğer cennet dünyadaysa Şam’dadır, yok gökyüzünde ise Şam semalarındandır” derler. Aslına bakarsanız Şamlılar bu söylemlerinde yalnız da değillerdir. 12. yy sonlarında şehre gelen Endülüslü seyyah İbn Cübeyr de bu büyülü şehri görünce yaşadığı duygularını benzer ifadelerle anlatır. Some regions have cities shining as jewellery. What Isfahan means for Iran, Cairo for Egypt, Venice for Italy, Istanbul for Turkey, Damascus means the same for Syria. The Ottomans called their capitals as ‘dersaadet’, ‘the door of heaven’. Because the owner of the Ottoman territories, the caliphate of the Islamic World was living here. Also the glory of the empire was showing itself with its all beauty here . People living in Damascus say that ‘If the heaven is somewhere in the world, it’s no doubt in Damascus. If it’s somewhere in the sky it’s no doubt somewhere in the sky of Damascus.’ In fact they are not the only ones who have this idea. The famous Andulisian voyager Ibn Cübeyr explained his feelings with similar sentences when he came to this city at the end of the 12th. century.
*Yazar-Tarihçi / Author-Historian
DAMASCUS… A DOOR TO HEAVEN IN SYRIA İstanbul ve Şam tarihsel süreç içinde farklı kültürlere başkentlik yapmış iki şehir. Şam, ilk olarak MÖ. 7. yy’da Aramilerin merkezi olurken, aynı yüzyılda İstanbul’un temeli olarak kabul edilen Bizantion kolonisi de kuruluş süreci içine giriyordu. Bizantion 4. yy’da tüm Akdeniz havzasına egemen Roma imparatorluğunun merkezi konumundaki Konstantinopolis’e dönüşürken, Şam yeniden başkent olmak için MS. 7. yy ortalarındaki Emevi iktidarını beklemek zorunda kalacaktır. Şam, yolu Anadolu ve İstanbul ile kesişen pek çok kişiye ev sahipliği yaptığı gibi bu isimlerin bazıları da ebedi uykularına burada çekilmişlerdir. Mesela Muhyiddin İbn Arabi, uzun yıllar Konya ve Malatya’da yaşadıktan sonra Şam’a gelip burada vefat ederken, bugün mezarı Konya’da bulunan Mevlana, hayatının ışığı olan Şems’i bulmak için Şam’ın yolunu tutacaktır. İstanbul’da en görkemli ikbal mevkilerine yükselen Mithat, Ahmet Cevdet, Derviş ve Koca Sinan Paşalar aynı zamanda Şam valiliği de yapacaklardır. Burada mezarlıkları dolaşırken kendinizi Fatih camii haziresinde hissetmeniz biraz da bundandır. Şam 2008 yılı itibarı ile İslam dünyasının kültür başkenti ilan edildi ve şehrin değişik yerlerindeki pek çok tarihi bina restorasyona tabi tutuldu. Bu gelişmeye ilave olarak İstanbul’la da kardeş şehir ilan edildi. Aslında buna kardeşliğin resmileştirilmesi demek daha doğru. Zira iki kent arasında o kadar çok ortak nokta ve benzerlik var ki. Yazımızda elverdiğince ve yer yettiğince bu benzerliklere dikkat çekilmesi amaçlanmaktadır. İstanbul tepeler şehridir. Derler ki Büyük Konstantin yeni merkezini seçerken 7 tepe üzerinde yükselen ve bu yönüyle de yine 7 tepe üzerine kurulan Roma’yı andıran İstanbul’u tercih etmiştir. Bugün de İstanbul’u tepeden seyredebileceğiniz pek çok nokta olmakla birlikte içlerinde hiç şüphe yok ki en meşhuru Çamlıca olsa gerek. İşte eskilerin Çamlıca’ya seyre çıkması misali biz de Şam’ın Çamlıcası olan Kasiyun dağına çıkarak şehri şöyle bir gözleyelim. Şam’a gelip de Kasiyun’a çıkmadan dönmek olmaz. Kasiyun tepesinden şehrin belli başlı büyük otellerini, stadyumunu ve tabii ki kentin adeta sembolü olan Ümeyye camiini görebilir ve eşsiz manzarayı fotoğraflayabilrsiniz. Bu panaromik bakıştan sonra şehre inelim ve gezimize başlayalım. Öncelikle rotamız Ümeyye camii olsun. Nasıl ki İstanbul’a gelen turist gezmeye Sultanahmet meydanından başlarsa, Şam’ın tarihi dokusunu en güzel gözlemleyebileceğiniz mekan da Ümeyye camii ve çevresi. Sultanahmet meydanı çok eski zamanlardan beri önemli bir mekan konumundır. Bizantion kentinin akropolisi bu çevredeydi. 330 yılında bir törenle şehrin açılışını yapan İmparator Büyük Konstantin de şehir meydanı olarak tasarladığı Konstantin meydanını, yani bugünkü Çemberlitaş ve çevresini yine bu alana yakın bir yerde kurgulamıştı. Konstantin’in saray kompleksini ve hipodromu ise doğrudan bu alanda tasarladığı biliniyor. Onun ardılları içinde en önemli imparatorlardan olan Justinyanus zamanında bugünkü planı ile karşımıza çıkan Ayasofya, asırlar boyunca kentin en önemli anıtsal yapısı olacaktır.
Some regions have cities that shine like jewels. What Isfahan means for Iran, Cairo for Egypt, Venice for Italy, Istanbul for Turkey, Damascus means the same for Syria. The Ottomans called their capitals as ‘dersaadet’ (the door of heaven) because the caliphate of the Islamic World was moved to Ottoman territories. Similarly, people living in Damascus have a saying about their city, “If the heaven is somewhere in the world, it is no doubt in Damascus. If it is somewhere in the sky it is no doubt somewhere in the sky of Damascus.” The famous Andulisian voyager, Ibn Jubayr, explained his feelings with similar sentences when he came to this city at the end of the 12th century. Istanbul and Damascus. Two cities which used to be the capitals of different cultures in history. When Damascus became the capital of the Aramaeans for the first time in 7th century B.C., the Byzantine colony was in the process of establishment around Istanbul. While Byzantium became Constantinople and
29
the center of the Roman Empire during the Middle Ages ruling
JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
all the Mediterranean basin, Damascus not be capital again until the middle of the 7th century A.C. when the Omayyads gained power. As well as being a home for many people whose paths crossed in Anatolia and Istanbul, Damascus is also the last station of life for some significant persons in history. For instance; after living in Konya and Malatya many years, Muhyiddin ibn el Arabi passed away there and Mevlana Jelaluddin Rumi, whose tomb is in Konya, also traveled to Damascus. After the most important and glorious missions in İstanbul Mithat, Ahmet, Cevdet, Derviş and Koca Sinan Pashas also would be the governors of Damascus. Damascus has been declared to be the cultural capital of the Islamic World as of 2008. Many historical buildings in different parts of the city have been restored. Apart from these works it has also been declared to be the sister city of Istanbul because there are many similarities between the two cities. This essay is aimed to draw attention to these similarities. Istanbul is a city of hills. It is said that the Emperor Constantine the Great chose Istanbul as the his new capital because, like Rome, Istanbul lies on seven hills. From the hills anyone can enjoy the picturesque view of the city; the most famous of them is Çamlıca Hill located on the Asian side of Istanbul. Mount Kassioun in Damascus is the equivalent of Çamlıca Hill where one can see the panoramic scene of the city. It is a pity to return from Damascus without seeing Mount Kassioun. You can see the big hotels of the city, the stadium, the Umayyad Mosque, and take photos of the marvelous view. The Umayyad Mosque is an important site in Damascus. Many tourists begin their trip visit-
SURİYE’NİN DERSAADETİ ŞAM Emevi Camii minaresinden Şam’ın genel panaroması
30 OCAK ŞUBAT MART 2009
AYASOFYADAN ÜMEYYE CAMİİNE İşte Ayasofya’nın Şam’daki yansıması, Kasiyun dağından da ihtişamını rahatlıkla görebileceğiniz Ümeyye Cami’dir. Önce caminin mazisine kısaca bir değinelim. Nasıl ki Ayasofya eski Bizantion kentinin akropolisi çevresine inşa edildiyse ve bu bölge antik Bizantion kenti döneminde şehrin nabzının attığı yerse, Ümeyye caminin kurulduğu yer de işte böylesi bir merkez olagelmiştir. Caminin ilk inşa edildiği bölgede MÖ. 1. yüzyıla tarihlenen bir pagan tapınağının olduğu biliniyor. 4. yüzyılda Hıristiyanlığın Roma’nın resmi inancı olması ile birlikte bu tapınak da yıktırılarak Hz. İsa’yı Şeria nehrinde vaftiz ettiği için “Vaftizci Yahya” da denilen Hz. Yahya adına bir kilise inşa olunur. Nitekim bugünde caminin içinde ona atfedilen bir makam var. Ümeyye Camii’nin İstanbul’daki Ayasofya ile benzeşen bir diğer yanı da İslam fethi sonrasında (en azından yarısının) camiye çevrilmiş olması. Anlatılanlara göre Şam’ı ya da Arap kaynaklarındaki adıyla Dımaşk’ı kuşatan İslam ordusunun iki komutanından Ebu Ubeyde b. Cerrah, caminin bulunŞam’a gelip de duğu bölgeye sulhen, yani savaşKasiyun’a çıkmasız girmiş ve Vaftizci Yahya kiliseaz. olm dan dönmek den esin sinin yarısına kadar da ilerlemiş. Kasiyun tep şehrin belli başlı büyük Aynı anda Halid b. Velid ise şehre otellerini, stadyumunu anvaten yani kılıç zoru ile girmiş ve tabii ki kentin adeta ve o da kilisenin diğer yarısına kasembolü olan Ümeyye dar ilerlemiş. İşte bundan dolayı camiini görebilir ve kentin fethinden hemen sonra kiğfoto yı eşsiz manzara z. sini lisenin yarısı barışla teslim alındıraflayabilr
ing this mosque just like tourists who first visit the Blue Mosque Square in Istanbul. The square of the Blue Mosque has been an important place since ancient times. There was once an acropolis of the Byzantine city somewhere at this site. The Emperor Constantine the Great envisaged the Forum of Constantine as the city square, (today known as Çemberlitaş Square) as well as the palace complex and hippodrome in this area. The Hagia Sophia, constructed during the reign of Emperor Justinian, one of the most important emperors after Constantine, would be the most monumental structure for centuries. FROM HAGIA SOPHIA TO THE UMAYYAD MOSQUE The reflection of Hagia Sophia in Damascus is the Umayyad Mosque, of whose glory can be seen clearly from Mount Kassioun. Just like the Hagia Sophia, which was constructed around the acropolis of old Byzantine city and was the place measuring the pulse of the ancient city, the area where the Umayyad Mosque was constructed has been such a center. It is known that there used to be a pagan temple dated to the 1st century B.C. in the area where the mosque was first constructed. In the 4th century when Christianity became the formal religion of Rome, this temple was destroyed and a church was built in its place in the name of the Prophet Johannes known as John the Baptist, as he baptized the Prophet Isa (Jesus) in the Jordan River. (And today there is a special part attributed
DAMASCUS… A DOOR TO HEAVEN IN SYRIA Şam Hamidiye Tren Garı önünde askeri okul öğrencilerinin geçit töreni
31 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
ğından Hıristiyanların ibadetine tahsis edilirken, diğer yarısı camiye çevrilerek Müslümanlara bırakılmış. Hikayenin doğru olup olmadığını bilmem ama gerek Ayasofya ve gerekse de Vaftizci Yahya kilisesi iki pratik amaçtan dolayı camiye dönüştürülmüş olmalı. İlki işin psikolojik yönü, yani İslamın diğer dinlere olan zaferinin bir sembolü, diğeri ise pratik bir ihtiyaca dayalı yönünü yani kentte Cuma namazı kılacak bir ulucamiye duyulan ihtiyacın sonucudur. Yapı, Muaviyeden itibaren Cuma camii olarak kullanılmaya başlanır. Hatta bu kullanım esnasında bugün Ayasofya ve selatin camilerinde de görebileceğimiz üzere ilk hünkar mahfili inşa edilir. Bu durumun oluşumundaki temel etken ise Muaviye döneminde İslam dünyasında yaşanan buhranlar. Bilindiği üzere Sıffin savaşı sonrasında genel itibarı ile Hz. Ali taraftarları, Muaviye taraftarları ve Hariciler adı ile üç büyük grup oluşmuş ve bunlardan sonuncusu İslam dünyasında bölünmenin başı olarak kabul ettikleri Hz. Ali, Muaviye ve Amr İbnü’l As’a suikast girişiminde bulunmuşlardı. Bu girişimde Hz. Ali şehit olurken Muaviye yaralı olarak kurtulmuştu. İşte bundan sonradır ki Muaviye, Ümeyye cami içinde namaz kılacağı yeri diğer cemaatten ayırarak hünkar mahfili uygulamasının ilk örneğini vermiştir. Ayasofya Hıristiyan dünyasının en erken abidevi yapılarından biri olması dolayısıyla halen Hırsitiyan turistlerin ilgisini üzerine çekerken, Ümeyye camii de benzer bir ilgiye mazhar olur. Bu ilginin nedeni inanışa göre Hz. İsa’nın burada “İsa minaresi” ya da batılıların deyimi ile “Jesus Tower” adlı minareye kıyamete yakın bir dönemde ineceği ve mesihlik mücadele-
to Him.) a special part of what attributed to who? One of the other similarities of the Umayyad Mosque to Hagia Sophia is that after the Islam spread to Damascus part of the church was turned into a mosque. It is said that Ebu Ubeyde b. Cerrah, one of two commanders of the Army of Islam, surrounded Damascus and entered the city in a very peaceful way, without fighting came to one side of the church. At the same time the other commander, Halid b. Velid entered the city by force of his army and he too came to the other half of the church. That is why half of the building remained a church for the Christians as the half of the city conquered in peace; and the other half was converted into a mosque for Muslims. I don’t know whether this story is true or not but both Hagia Sophia and the Church of John the Baptist must have been converted into mosque for two practical reasons: One of them is psychological; the victory of Islam over other religions. The other one is practical; people needed a big mosque to perform the Friday Prayer. This structure was used for Friday Prayer since the time of Muawiyah. The main reason of such a need is the problems erupt-
It’s a pity to return from Damascus without seeing the Mount Kassioun. You can see the big hotels of the city, the stadium and of course the Umayyad Mosque, in a way the symbol of the city, and take photos of this marvelous view.
SURİYE’NİN DERSAADETİ ŞAM İlk hava şehitlerimizden Yüzbaşı Fethi Bey Lieutenant Fethi Bey, one of the first Turkish air-force losses
Ünlü kumandan Selahaddin Eyubi’nin kabri
sine buradan başlayacağı yönündeki inançtır. Selahaddin Eyyubi, Melik Adil gibi Eyyubi hükümdarlarıyla Moğolları tarihte ilk kez büyük bir yenilgiye uğratan Memluk hükümdarı Melik Zahir Baybars’ın mezarları tıpkı Osmanlı padişahlarının bazılarının Ayasofya avlusunda yer alması gibi, Şam’ın Ayasofyası sayabileceğimiz Ümeyye Camiinin yamacında bulunmaktadır. Fakat Ümeyye camii etrafında yatan hükümdarlar ne kadar ihtişamlıysa Aysofya’dakiler de o kadar siliktir. Akli melekeleri bozuk olan I. Mustafa ve Sultan İbrahim’in yanısıra, Duraklama devrinin habercisi olan II. Selim ve III. Murat burada gömülüdür. Hazır Şam’da gömülü sultanlardan bahsetmişken bir ayağı İstanbul’un Fatih semtine diğeri ise Şam’daki Selahaddin Türbesine uzanan hüzün verici bir olayı da aktarmanın vaktidir. Ümeyye Camii’nin hemen yan tarafına düşen Selahaddin Eyyubi türbesinin bitişiğinde, üzerine Türk bayrakları işlenmiş üç mezar taşı dikkatinizi çeker. Bunlar Balkan savaşlarının yüz kızartıcı sonuçlarını unutturmak için İstanbul ile Mısır arasında bir uçuş düzenlemeyi planlayan İttihat Terakki Cemiyetinin girişimi sonrasında hedeflerine varamadan şehit düşen 3 pilotumuzun kabirleridir. Burada yatan ilk Türk hava şehitleri Yüzbaşı Fethi Bey ile üsteğmenler Nuri ve Sadık Beyler’dir. İşte bu üç hava şehidimizin anısı Fatih belediyesinin hemen önünde yer alan Hava Şehitleri parkında dikili bir abidede yaşatılır. Anıt, 20. yy. Türk mimarisinin en önemli simalarından Mimar Vedat Tek tarafından 1914 yılında inşa olunmuştur. Bitmemiş bir sütun kaidesi şeklinde tasarlanan
ed in Muawiyah time. As known after the battle of Sıffin three
The tomb of the famous commander Salahaddin Ayyubi
32 OCAK ŞUBAT MART 2009
groups emerged: the followers of Ali ibn Abu Talib (Hadrad Ali), the followers of Muawiyah and Kharijites. The last of these, the Kharijites, attempted to assassinate Ali ibn Abu Talib (Hadrad Ali), Muawiyah and Amr bin al-Aas. Hadrad Ali breathed his last as martyr of Islam as a result of this assasination, while Muawiyah wounded. After this event Muawiyah protected his area for praying in the mosque by separating his area from others. This is the first application of mihrab. Like Hagia Sophia, which still attracts Christian tourists since it is one of the most ancient and largest structures of Christianity, the Umayyad Mosque too, attract many visitors. The reason of this popularity is the belief that Jesus Christ will come to “the Jesus Tower” in his Second Coming, close to the Day of Judgment. The tombs of the Ayyubid Commanders Saladin Eyyubi and AlMalik Al-Adi, the tomb of the Mamluk Sultan, Al-Malik Al- Zahir Baybars who defeated the Moghuls for the first time in history, are located around the mosque, remind us of the tombs of Ottoman Sultans in the garden of the Hagia Sophia. Next to the tomb of Salahuddin Ayyubi is a grave with three tombstones of three Turkish martyrs who were flying with the attempt of the Committee of Union and Progress from Istan-
DAMASCUS… A DOOR TO HEAVEN IN SYRIA Şam genel görünüş / Damascus, general view
33 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
anıt, pilotların şehadeti dolayısıyla yarım kalan bir görevi sembolize eder. Ümeyye camii ile Selahaddin türbesinin önündeki bu alandan Cemal Paşa caddesine doğru yürüyüşümüze devam edelim. Ancak caddeye kavuşmak için şehrin en önemli çarşısından, yine bir Osmanlı yadigarı olan Hamidiye’den geçmemiz gerekecek.
bul to Egypt to blanket the bad results of the Balkan Wars. The men are, flight lieutenant, Fethi Bey and first lieutenants Nuri Bey and Sadık Bey. In memory of these three martyrs there is a monument in Martyrs Park in Fatih, Istanbul, just in front of the Fatih Municipality. The monument was constructed in 1914 by the architect, Vedat Tek, who is one of the most important names in Turkish architecture of the 20th century. The
KAPALIÇARŞI NİYETİNE: HAMİDİYE Şam çok eski devirlerden beri gerek önemli ticari merkezlerin güzergahı üzerinde olması, gerekse de Kudüs ve Hicaz gibi hac bölgelerine olan yakınlığından dolayı ticaretin son derece canlı olageldiği bir şehirdir. Bu yönüyle de İstanbulla benzeşir. Malum olduğu üzere İstanbul’da çarşı, denilince ilk akla gelen yer “Kapalıçarşı”dır. Kökleri Fatih zamanına kadar uzanan bu çarşı, turistlerin ilk uğrak yeridir. Burada mücevherattan, ahşap veya sedef işi hediyelik eşyalara, türlü kumaşlardan, antikaya varıncaya kadar turistlere çok şey vaadeden seçenekler yer alır. Çarşıdan, yolu İstanbul’a düşen her seyyahın hatıratında, ama sayfalar dolusu ama birkaç satırla da olsa bahsedelir. Yabancı ülkelerden gelen devlet başkanları da mutlaka bir Kapalışıçarşı turu yapar. İşte Şam’ın Kapalıçarşısı da Hamidiye’dir. Hamidiye’nin Cemal Paşa caddesinden başlayıp Ümeyye camisinde sona eren ana güzergahında en göze çarpan dükkanlar kumaşçılardır. Şam çok eski zamanlardan beri “Damasken” denilen kumaşların ve türlü ipeklilerin satıldığı bir merkez olagelmiş. Çarşıda bunun dışında elektronik eşya satan yerlerden, kuyumculara, tarihi
monument was designed as a half column symbolizing the unfinished duty of the pilots. HAMIDIYE Damascus is a very vivid city, where important centers of trade meet, and holy sites for Muslims such as Jerusalem and Hejaz. It is similar to Istanbul bazaar in İstanbul. Here is the first place to visit for tourists and its roots extend to the time of Sultan Mehmet II. There are various things sold in little shops from jewelry to souvenirs made of wood and pearl, various clothes and antiques. In every diary of voyagers who came to Istanbul, there are passages describing the wonders of the bazaar. Presidents coming from abroad always take a tour of Covered Bazaar. The Hamidiye Bazaar in Damascus boasts outstanding stores on the main road starting from Cemal Pasha Street and ending at the Umayyad Mosque. Most of them sell a wide variety
SURİYE’NİN DERSAADETİ ŞAM
34 OCAK ŞUBAT MART 2009
lokantalara varıncaya kadar pek çok seçenek var. Konuk devlet başkanlarının programına da çarşı ziyareti mutlak surette alınıyor. Bu durumun bariz örneğini çarşının en eski kurumlarından olan Bektaş dondurmacısında görüyoruz. 1895’de açılan ve çarşı ile yaşıt olan bu müessesenin duvarlarında Ürdün kralı Abdullah’tan Recep Tayyip Erdoğan’a, İspanya kralı Juan Carlos’tan, Suriye devlet başkanı Beşar Esad’a nice siyasinin fotoğrafları asılı. Hazır buraya gelmişken Bektaş’ın yaz kış tüketilen nefis dondurmasından yemeden gitmeyin. İstanbul’un çarşıları Kapalıçarşı ile sınırlı değil elbette. Bir diğer önemli çarşımız “Mısır Çarşısı” adını taşıyor. Mısır’dan gelen malların satış noktası olan bu çarşı da 17. yy ortalarında Yenicami’yi oluşturan külliye kompleksinin bir parçası olarak inşa olunmuş. Çarşı, adını uzun süre baharat, kokulu ve şifalı bitkiler satan aktarları ile duyurmuş. Her ne kadar günümüzde aktar dükkanları çok az kalmış olsa da hâlâ çarşı, bu meslek erbabı ile özdeşleştiriliyor. Şam’da Mısır Çarşısının muadili ise hemen Hamidiye’ye bitişik Buzuriye çarşısı. Burada İstanbul’da dahi zor görebileceğiniz bir takım değişik otlara tesadüf etmek mümkün. Kokucular ise çağa ayak uydurmuşlar. Dükkanlarını, klasik kokuların yanında her türlü batılı meşhur parfüm markalarının taklitlerinin satıldığı işyerlerine dönüştürmüşler. Çarşıda kuruyemişçiler ile kuyumcular da göze çarpıyor. Bir diğer ilginç nokta ise hemen her dükkanda asırlık portre fotoğraflara tesadüf olunuyor. Sorduğunuzda da bu kişilerin müessenin kurucusu olduklarını ve bir kısmının da İstanbul’da gelerek buraya yerleştiğini öğreniyorsunuz. Şam’ın çarşıları bu kadarla kalmıyor ancak yerimiz bu kadar. Bu nedenle içinde Nureddin Mahmud Zengi’nin türbesini barındıran “Harir” yani “İpek çarşı”sını, ülkemizde Meşrutiyet denilince ilk akla gelen devlet adamlarından olup bir süre Şam valiliği de yapan ve bu sürede şehre bir de çarşı armağan eden sadrazamımızın adını taşıyan “Mithat Paşa çarşısını” ve bu çarşısnın bitiminde olup da yine Paşa’nın adını taşıyan caddeyi sadece zikredip geçiyorum. ÇİNİ ŞAHESERİ İKİ CAMİİ İstanbul’da çini denilince ilk akla gelen yapılardan biri Tahtakele’nin alt taraflarında yer alan Rüstem Paşa camiidir. Sinan yapısı olan bu cami de Rüstem Paşa, sadaretinin azametini sergilemek için tüm yapının içini çini kaplamalarla bezeme yoluna gitmiştir. Kanuni’nin biricik kızı Mihrimah sultan ile evli olan Paşa’nın, iki kez süren sadaret döneminde çok büyük bir servet biriktirdiği ve bu servetin bir kısmını da imâr işlerine sarfettiği biliniyor. Paşa, inşaatta artık sanatsal Şam çok eski zamanlardan beri “Damasken” denilen kumaşların ve türlü ipeklilerin satıldığı bir merkez olagelmiş. Çarşıda bunun dışında elektronik eşya satan yerlerden, kuyumculara, tarihi lokantalara varıncaya kadar pek çok seçenek var. Konuk devlet başkanlarının programına da çarşı ziyareti mutlak surette alınıyor.
of cloth as Damascus has long been known for its fine silk and damascene fabrics. Other stores sell electronic objects, jewelry, Syrian souvenirs. There are several historical restaurants and cafes which attract tourists and well-known people. An example of this is Bektaş Ice-Cream, one of the oldest shops of the bazaar. On the shop’s walls are photos of many famous figures such as King Abdullah of Jordan, Turkish Prime Minister, Recep Tayip Erdoğan, the King of Spain, Juan Carlos and the Syrian President, Besar Assad. The ice-cream of Bektas is a delicious treat not to be missed. Another important bazaar of Istanbul is the Spice Bazaar. Products from Egypt were sold in this bazaar which is a part of the complex of the Yeni (New) Mosque also known as the Mosque of Valide Sultan (17th century). The Spice Bazaar made its name with its herbalists selling different spices and herbs. Although today there are only a few herbalists in the bazaar, it still maintains a popular reputation. The equal of the Spice Bazaar in Damascus is the Buzuriye Bazaar next to Hamidiye. Here it is possible to see some rare herbs that you can’t find easily, even in Istanbul. Perfumers keep up with the times by selling fakes of Western perfumes, both famous and expensive. Sellers of dried nuts and fruits and jewelry shops also draw attention. Another interesting point is that in almost every shop there are very old portraits that hang on the wall; these portraits are the founders of the shops who came and settled in Istanbul. In Damascus there are several popular bazaars such as the Silk Bazaar, also called, “Harir” where the tomb of Nureddin Mahmud Zengi is located. There is Mithat Pasha Bazaar named after the Grand Vizier Mithat Pasha. He was a statesman that fought for constitutionalism and who served as the governor of Damascus. At the end of the bazaar is a street named after Mithat Pasha. TWO MOSQUES, MASTER PIECES OF CERAMICS Rüstem Pasha Mosque located in Tahtakale is renowned in Istanbul for its beautiful ceramics. Constructed by the architect, Sinan, the mosque’s interior is covered with ceramics to show the grandeur of Rüstem Pasha’s viziership. The Pasha was
Damascus has been a center where clothes called ‘damasken’and silk are sold since ancient times. There are other choices in the Bazaar from stores selling electonic things to jeweller’s shops and historical restaurants. Visiting this bazaar is always in the programme of quest presidents.
DAMASCUS… A DOOR TO HEAVEN IN SYRIA Seyyid-i Zeynep Camii / Seyyid-i Zeynep Mosque
35 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
anlamda gelişiminin zirve noktasını erişmiş olan İznik şehri çinilerini kullanma yoluna gitmiş, ancak yoğun çini ihtiyacına İznik atölyelerinin cevap verememesi üzerine buradaki çinilerin bir kısmının yapımı için Kütahya’da özel bir atölye açılmasını emretmiştir. Sonrası malum İstanbul’un sanatsal açıdan en nadide unsurlarından birini teşkil eden Rüstem Paşa cami ortaya çıkıyor. Ne yazık ki caminin nadide çinileri geçtiğimiz yıllarda hırsızlık olaylarının merkezine oturdu. Şam’da da Rüstem Paşa camiine nazire yaparcasına bir başka çini şaheseri cami ile karşılaşmanız mümkün. Bunun için Hamidiye çarşısının arka tarafına denk düşen Mithat Paşa caddesine çıkmanız gerekiyor. Bu cadde üzerinde yer alan Derviş Paşa cami 1574’de Şam valiliği yapan Derviş Paşa’nın inşa ettirdiği külliyenin en nadide parçasıdır. Ana cadde üzerinde kalan caminin içine girer girmez son cemaat yerindeki o cânım mavi İznik çinileri sizi hemen çarpar. Yalnız Derviş Paşa camii, Rüstem Paşa’dan daha şanslı ki çinilerini koruyabilmiş. Paşa cami dışında yolcuların konaklaması için zaviye, kendisi için türbe, halk için de hamam ve sebil yaptırmış. SİNAN PAŞA CAMİLERİ Mithat Paşa çarşısından çıkıp sağa yöneldiğinizde Derviş Paşa Cami yönünde giderken aksi istikamette yani çarşının sol tarafına sapıp Babü’l Cabiye yönünde yürürseniz Sinan Paşa cami ile karşılaşırsınız. Cami, iki caddenin kesiştiği yoğun bir trafiğin olduğu noktadadır. Bu caminin adaşı Beşiktaş mey-
married to Mihrimah Sultan, the only daughter of Suleyman the Magnificient, and he made a fortune during his viziership which some was spent for construction of the mosque. Rüstem Pasha used some ceramics from Iznik but the workshops could not meet the Pasha’s artistic demands and therefore he turned to ceramic workshops in Kütahya to complete the decoration of the mosque. The Rüstem Pasha Mosque was greatly admired for its beauty but unfortunately some of these rare ceramics have been stolen. Similar to the Rüstem Pasha Mosque, the masterpiece of ceramics of Istanbul, the Dervish Pasha Mosque is the ceramic wonder of Damascus. It is located on Mithat Pasha Street just behind Hamidiye Bazaar. The mosque is the most precious piece of the complex constructed by Dervish Pasha who was the governor of Damascus in 1514. The outstanding blue Iznik ceramics are strikingly beautiful as soon as one enters inside. . And this mosque more fortunate than the Rüstem Pasha Mosque as it managed to protect all its original ceramics. The Pasha also commissioned a hermitage for travelers to rest, a tomb for himself, a Turkish bath and a public fountain. SINAN PASHA MOSQUE Coming out of the Mithat Pasha Bazaar towards Dervish Pa-
SURİYE’NİN DERSAADETİ ŞAM Hicaz demir yolu Şam istasyonu / Hijaz Railway, Damascus Station
Emevi Camii Kayıtbay Minaresi
danında bulunan camidir. Buradaki cami hacim olarak her ne kadar küçükse de içindeki zengin çini işçiliği nedeniyle Beşiktaş’takinden daha göz kamaştırıcı. Caminin banisi aslen Arnavut olan ve Osmanlı imparatorluğunda tam 5 kez sadrazamlığa getirilen Koca Sinan Paşa. “Koca”lığı cüssesinden çok yaşından kaynaklansa gerek. Zira aslen Arnavut bir devşirme olduğu tahmin olunan paşa, son kez sadrazam olduğunda bazı kaynaklarda 80 bazılarında ise 90’ı devirmiş durumdaydı. Kendisi İstanbul Çarşıkapı’da Çorlulu Ali Paşa medresesi yakınlarındaki türbesinde uyuyor. Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii ise az önce sanatsal ihtişamından bahsettiğimiz Rüstem Paşa camiinin banisi Sadrazam Rüstem Paşa’nın kardeşi olan Kaptan-ı derya Sinan Paşa tarafından inşa ettirilmiş. Beşiktaş, bilindiği üzere Kasımpaşa ile birlikte Osmanlı donanmasının kalbi olup, Kaptan-ı Deryalar burada ikamet ederlerdi. Bu nedenle Beşiktaş’ta denizci hayratının çok olmasına şaşmamak lazım. Dolayısıyla Şam sokaklarında gezinirken bir başka Sinan Paşa cami ile karşılaşmak (her ne kadar banileri farklı da olsa) bir İstanbullu olarak tebessüm etmenize yol açacaktır.
sha Mosque, turning left and walking to the Ba’bul Cabiye
36 OCAK ŞUBAT MART 2009
YILDIZ SARAYI VE ŞAMDAKİ YANSIMASI Biz yine dönelim Hamidiye çarşısına. Hamidiye’den geçip çıktığınızda karşınıza yine tanıdık bir simanın adını taşıyan cadde gelir. Bu cadde Cemal Paşa caddesi adını taşır. Cemal
you will see the Sinan Pasha Mosque. The whole setting of the mosque is reminiscent of Istanbul’s Beşiktaş Square. Although this mosque is relatively small it is more outstanding than the one in Beşiktaş because of the richness of the ceramics used in the interior. The architect was Koca Sinan Pasha who was Albanian and had served five times as a grand vizier. The word “koca” (grand, old) was used for him not for his size, but for his age. His tomb is near the Madrasah of Çorlulu Ali Pasha The Sinan Pasha Mosque in Beşiktaş was constructed by Admiral Sinan Pasha, the brother of Rüstem Pasha. Beşiktaş and Kasımpasha, were the heart of the Ottoman Navy and many admirals were living in either of the two towns. However constructively different, while walking through the streets of Damascus, seeing the other Sinan Pasha Mosque will make anyone from Istanbul smile. YILDIZ PALACE AND ITS REFLECTION IN DAMASCUS Passing through Hamidiye Bazaar there comes a street named after a famous person. This street is called Cemal Pasha Street, named after the ruthless Cemal Pasha. He is notorious for hanging Arabic nationalists at Merce Square. Walking down
DAMASCUS… A DOOR TO HEAVEN IN SYRIA Emevi Camii’nde Hz. Yahya’ya ait makam / St. John commemorated in the Umayyad Mosque
37 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Paşa, Şam’da hiç de hayırla yâd edilen biri değil. Merce meydanında Arap milliyetçilerini astırması ile meşhur. İşte onun adını taşıyan bu caddeden devamla karşımıza Merce meydanı çıkacaktır. Bu meydan da Sultan Hamid’in hatırasını taşır. Sultan II. Abdülhamid’in “görülmeden görünmesini bilen” bir hükümdar olduğu söylenir. Yani hükümdar her ne kadar parlak Cuma selamlıkları dışında halka görünmese de şehir içinde inşa ettidiği bir takım yapılar vesilesiyle varlığını her daim tebasına hissettirir. Şam, Abdülhamid mührü taşıma konusunda çok belirgin izler barındırır. Şehrin merkezindeki Hicaz demiryolunun başlangıç istasyonunun yanısıra, şehrin en büyük çarşısı Hamidiye adını taşır. Ancak İstanbul’daki Sultan Hamid iktidarının en cisimleşmiş hali Merce meydanındaki Telgraf anıtı ve bu anıtın tepesinde yer alan Yıldız Camii maketidir. Öncelikle Yıldız Sarayı hakkında bir parça bilgi verelim. Saray, daha daha Kanuni zamanından itibaren padişahların avlanmak için tercih ettiği mekanlardan biri olagelmiştir. Sultan I. Ahmet ve onun oğlu IV. Murat buranın müdavimleri arasındadır. Saray, adını Sultan II. Mahmut’un yaptırttığı ve “Yıldız” adını verdiği köşkten almıştır. Sonraki dönemlerde de bir takım yapılar ilave olunmuş ve saray nihai şeklini sultan II. Abdülhamid zamanında alarak, adeta onun iktidarıyla özdeşleşmiştir. Saltanatının sona erişine neden olan olayları da yine II. Abdülhamid bu saraydan takip edecektir. Şam’daki en önemli meydanlardan biri Merce meydanı adını taşır. Meydanın tam ortasında ise Şam’a telgraf hattının
this street will take us to the Merce Square where we can see the influence of Sultan Abdul Hamid II. It was said that the Sultan Abdul Hamid II was a kind of sultan who knew the way of appearing without showing himself. Apart from attending Friday prayers, he did present himself much in public. He made his authority and presence known by commissioning the building of many structures. Damascus also had significant traces from the time of Sultan Abdul
Hamid II. The beginning station of the Hijaz railroad
and Hamidiye Bazaar derive their names from the Sultan. His most significant structure and symbol of his power was the Telegraph Monument atop which is a small model of the Yildiz Palace. The Telegraph Monument stands in the middle of Merce Square. With this construction of the monument the sultan supported technological advances in Damascus but also stressed the power of the Ottoman Empire. An inscription next to the monument in modern Turkish further implies the sultan’s rule: “A blessed memory for the Hijaz railway from Sultan Abdulhamid II, Allah’s and the Prophet’s caliphate.” (is this a correct translation?) As previously mentioned, the model on the Telegraph Monument is the Yildiz Palace which is in the European side of Istanbul. Before the palace was built in the 19th century, the grounds were used for hunting by the sultans as far back as Su-
SURİYE’NİN DERSAADETİ ŞAM gelmesi vesilesiyle dikilen meşhur Telgraf anıtı var. Anıtın tepesine dikkatlice baktığınızda bir cami maketi görürsünüz. Bu cami Yıldız’dan başkası değildir. Dedik ya Sultan II. Abdülhamid görünmeden görülmeyi bilen bir hükümdar. Bu abide ile hem Şam’a yapılan bir hizmeti somutlaştırmış, hem de Osmanlı hakimiyetine vurgu yapmıştır. Sütunun dört bir yanına konan kitabede bu durum günümüz Türkçesi ile şu şekilde vurgulanır; “Müminlerin ve Allah Resulünün halifesi, sultan oğlu sultan ve gazi II. Adülhamid efendimizin Hicaz demiryolu hattı vesilesiyle şehrimize mübarek bir hatırasıdır.”
38 OCAK ŞUBAT MART 2009
leyman the Magnificient. Sultan Ahmet I and his son Sultan Murat IV were regular hunters of this area. The name of the palace comes from the manor house “Yildiz”(Star) constructed in the period of Sultan Mahmut II. In later periods the palace was expanded gaining its latest shape in the reign of Sultan Abdul Hamid II and it became identical with his power. HIJAZ RAILWAY STATION AND THE MEVLEVI MOSQUE Hijaz Station is one of the most important buildings of the Ottoman Empire. You can see a small model of this
station in Miniaturk (a museum of famous miniature HİCAZ DEMİRYOLU İSTASYONU VE MEVLEVİ CAMİ structures of Turkish influence). (Hijaz Station was signifiMerce meydanından, Osmanlıdan kalma en önemli yadigarlardan biri olan Hicaz istasyonuna geçelim cant in that it connected the people in that region with ve hemen hatırlatalım, istasyonun küçük bir maketieach other as well as further strengthened the authority ni Miniaturk’te görmek de mümkün. İstasyon adeta of the Ottoman sultans. The most important point in the II. Adülhamid’in panislamizm politikası çerçevesinde Middle East that would join Istanbul with Hijaz in the bölge halkı ile başkenti birleştiren bir abide konuframe of Sultan’s Hijaz railroad project was Damascus. mundaydı. Sultan II. Abdülhamid’in İstanbul’u Hicaz’a The railroad was aimed to ease transportation specifibağlayacak demiryolu projesinin Ortadoğu’daki en cally for the military and for Muslim’s holy pilgrimage önemli ayağı Şam’dı. Bu proje sayesinde hem hac ziyaretlerinin kolaylaştırılması, hem de gerek askeri known as Hajj and would also positively effect the prove gerek idari anlamda bölgenin daha kolay kontrol duction and distribution of goods in the region. Due edilmesi hedeflenmişti. Taşımacılık alanında sağto its strategic importance, imperialist powers drew lanan kolaylık, bölge üretiminin de olumlu yönde imaginary lines after the first World War stemming from gelişmesine neden olacaktı. Stratejik ehemmiyeti this railroad. Today with an old fashioned train in front nedeniyle I. Dünya Savaşı sonrasında sanal sınırlar of its building the station is useless and very far from its belirleyen emperyalist mandater devletlerin ilk heold glory. It resembles Haydarpasha Train Station built deflerinden biri, bu demiryolu olacaktır. Bugün kapısında eski bir kara tren bulanan istasyon atıl bir duduring the Ottoman Empire in Istanbul. Plans are in the rumda ve eski ihtişamının çok uzağında. İstasyon process to renovate Haydarpasha and restore its forher şeye rağmen Osmanlının çok uzak diyarlardamer splendor. ki topraklarını İstanbul’a bağlayan haliyle biraz da olsa Haydarpaşa garını andırıyor. Son yılIt is essential to visit the old Mevlevi Mosque on larda Türkiye ile Suriye arasındaki yakınlaşthe European side of Istanbul. Built in 1585, the manın bir sonucu olarak yeniden eski günonly part of the mosque that survives was once lerine yakışır biçimde hizmete açılması için bazı çalışmalar yapılıyor. a space where the dervishes performed their İstasyona kadar gelmişken bu yapının hewhirling or the sema. The glass tomb of “Karamen karşısında yer alan Mevlevi tekkesine manli Mehmet Kartal Dede” (or Muhammed uğramadan olmaz. Burası için “Galata ve Kirdel Dede) is inside the mosque. He was the Yenikapı mevlevihanesinin Şam’daki yansıfirst sheikh of this Mevlevihane, a place where ması” demeyi çok isterdim ancak hiç de öyle dervishes gathered. The grave of Çelebi is lobir durum söz konusu değil. Zira 1585’de cated behind the section for women which is all inşa olunan tekkenin sadece semahanesi, o da camiye dönüştürülmek suretiyle güruined inside. nümüze kadar gelebilmiş. Cami içinde yerAs of February 2008, restoration has begun on li halkın “Muhammed Kırdel Dede” olarak Tren istasyonunun kuruluşu the Mevlevi Mosque. anısına yapılan, üzerinde Yıldız telaffuz ettiği Karamanlı Muhammed KarCamii maketi bulunan Telgraf tal Dede’nin camekan içine alınmış mezarı anıtı ve altta Yıldız Camii. The monument built to mark the opening of the train station, with the model of Yıldız Mosque on top, and below Yıldız Mosque
DAMASCUS… A DOOR TO HEAVEN IN SYRIA Şam’ın içinden geçen Barada Nehri / Barada river which passes through Damascus.
39 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
var. Kendisi tekkenin ilk şeyhi olup 1624’de vefat etmiştir. Çelebiler haziresi ise bugün kadınlar mescidi olarak kullanılan kısmın arkasında yer almakta olup sandukalar ve türbenin içi harap bir haldedir. Bununla birlikte Şubat 2008 tarihi itibarı ile burada da restorasyona başlanmış vaziyetteydi.
SULEYMANIYE DERVISH LODGE AND THE GRAVEYARD OF
SÜLEYMANİYE TEKKESİ VE HANEDAN HAZİRESİ İstanbul ve Bursa’yı tarihçiler açısından en cazip şehirler yapan faktörler arasında hiç şüphe yok ki Osmanlı padişahlarından ilk altısının Bursa’da, biri dışında diğerlerinin İstanbul’da olmasının önemli rolü vardır. Sonuncu padişah Vahdeddin ise Şam’da, atalarından Kanuni Sultan Süleyman zamanında Mimar Sinan’a yaptırılan Süleymaniye Tekkesi haziresinde gömülüdür. Burada, İtalya’da ölen ancak cenazesi Şam’a kaçırılarak buraya defnedilen Sultan Vahideddin ile çocukları dışında, II. Abdülhamid, V. Murad, Sultan Abdülmecid gibi hükümdarların soyundan gelen şehzadelerle hanım sultanların mezarları var. Hazire, geçen Şubat ayı itibarı ile onarımda idi. Ondan önce tekkenin cami kısmı restorasyona alınmış olup bugün ibadete açık bir durumdadır. Görüldüğü üzere gerek Şam gerekse de İstanbul pek çok açıdan birbirine aşina şehirler. Her iki şehrin de tarihi birbirinden geçiyor ister istemez. I. Dünya savaşı sonrasında parçalanan Ortadoğu coğrafyası çeşitli nedenlerden dolayı da birbirine yabancılaş(tırıl)mış. Tanıdıkça önyargılar ve yanlış bilgiler yerini aşinalığa bırakacaktır.
been laid to rest in Istanbul except for one, the last Ottoman
PALACE Istanbul and the city of Bursa are incredibly historic places. Historic events and famous sites all integrate to create rich and vibrant cities. In Bursa, the first six sultans of the Ottoman Empire are buried. The rest of the Ottoman sultans have ruler, Sultan Vahideddin who was buried in Suleymaniye Dervish Lodge in Damascus. The Lodge was designed and built by Architect Sinan in the time of Suleyman the Magnificent. Also buried in this graveyard are Sultan Vahideddin’s children who died in Italy, and the graves of some princes that had blood ties to Sultan Abdulhamid II, Sultan Murad V, Sultan Abdulmajid. The graveyard was under restoration as of last February. The mosque and part of the lodge was restored some time before the project for the graveyard was started. Presently, the mosque is open to the public for pray. Istanbul and Damascus are similar cities to each other in many ways. The history of each city meets at every corner. Unfortunately the geography of the Middle East has been estranged since World War I with various reasons. Now it is time to destroy this estrangement and it is time for cultures to discover each other. As they discover each other the bias will disappear and leave in its place, friendship.
BİSHER ESSABAN’LA SÖYLEŞİ
İSTANBUL’UN DOĞUDAKİ İKİZİ: ŞAM ISTANBUL’S TWIN IN THE EAST: DAMASCUS Şefkat Çelebi
40 OCAK ŞUBAT MART 2009
Doğunun iki büyük kültür başkenti bugün kardeş olmakla gurur duymaktadır. Şam Belediye Başkanı Bisher Essaban’la Şam’ı, İstanbul’u, her iki şehrin geçmişini ve geleceğini konuştuk. Vizyon sahibi bir belediye başkanı ile iki kardeş şehrin buluştukları ortak paydalar üzerinde durduk. The two great cultural capitals of the East are now proud to be twin cities. We spoke with the mayor of Damascus, Bisher Essaban about Damascus and Istanbul, the past and future of both cities. We spoke about the common heritage that these two twin cities hae.
INTERVIEW WITH BISHER ESSABAN Kendinizi tanıtır mısınız lütfen? Adım Bisher Essaban. 1966 senesinde Şam’da doğdum. Evliyim, biri kız biri erkek iki çocuk babasıyım. Şam Üniversitesi’nden 1990’da, ikinci dilim İngilizce olarak mezun oldum. 1999 ile 2003 yılları arasında Şam Belediyesi Meclis üyeliğindeydim. 1999-2001’de Belediye Meclis Başkan Yardımcılığı yaptım. 2006 yılından bu yana Belediye Başkanlığını yürütmekteyim. Binlerce yıldır var olan, varlığını devam ettiren bir şehir olarak Şam, modern şehir planlamacılığının beraberinde getirdiği gelişmelerden nasıl etkilendi? Şam, hem başkent hem de ilgi merkezi olduğu için, modern planlamalardan ve bunun gelişmelerinden etkilendi elbette. Söz konusu gelişme, şehir tasarım sistemini etkiledi. Bizim gelecekteki amacımız, şehrin mevcut halini muhafaza etmenin yanında, konut, iş, eğlence gibi bütün sahaları bünyesinde barındıran bir şehir gelişimini, kalkınmasını mümkün kılmak adına her türlü olumsuzluğu da bertaraf etmektir. Şehir merkezinin dışına doğru, yeni yolların açılması ve yeni meydanların, alanların kurulmasının bir sonucu olarak, birtakım değişiklikler oldu. Yine de Şam, koca koca binaların yükseldiği diğer şehirlere nispetle, bu
© İBB Arşivi
Can you please introduce yourself? My name is Bisher Essaban, I was born in Damascus in 1966, and I’m married with two children; a son and a daughter. I graduated from Damascus University in 1990, English being my second language. - 1999-2003 : Council member, Damascus Governorate. - 1999-2001 : Vice-governor of Damascus Governorate Council. - 2006-… : Damascus Governor How is Damascus -a city that existed for thousands of yearsaffected by the development introduced by modern urban planning? Modern planning developments have affected Damascus as it is the capital city and a center of attraction. This development affected the urban design system and our future aim is to maintain the present situation of the city and eliminate the negativities in order to achieve an urban improvement that includes all fields such as housing, work, and entertainment. Moving out of the city center, some changes have happened as a result of opening new roads and establishing new areas, any way Damascus is still less affected by modern developments compared to other cities where high buildings decreased.
41 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
BİSHER ESSABAN’LA SÖYLEŞİ
42 OCAK ŞUBAT MART 2009
modern gelişmelerden hâlâ daha az etkilenmektedir. Diğer şehirlerin arasında, tarihi boyunca İstanbul’la en yoğun ilişki içindeki şehir Şam olmalı. Peki, Şam’da bu uzun zaman önce tesis edilen ilişkilerin, irtibatların işaretleri bugün hâlâ görülüyor mu? Bugüne kadar, İstanbul ve Şam arasındaki ilişkiler çok güçlü ve önemli olmuştur. Şam’daki marketlere şöyle bir giderseniz, İstanbul’da olduğunuz zannına kapılabilirsiniz. Her iki şehrin mimarîsi, binaları, sosyal hayatı ve gelenekleri, birbiriyle benzerlik gösteriyor. Şam’daki insanların İstanbul hakkındaki izlenimleri, fikirleri ne yönde? Ve bu fikirler nasıl şekillenmiş? Şam sakinlerinin İstanbul’a, İstanbul’da yaşayanlara dair izlenimleri ve fikirleri olumlu yönde. Bu izlenimler, Türk ziyaretçilerin Şam’a gelmeleri, Şam’daki insanlarla karşılaşmaları esnasında gösterdikleri olumlu davranışlar sayesinde meydana gelmiş ve şekillenmiştir. Benzer bir şekilde, Şam’daki insanlar da İstanbul’u dost canlısı bir şehir olarak ziyaret etmeyi severler. Şam, açık ara farkla, ikinci bir dil olarak Arapça’yı öğrenmek isteyen insanlar için en çok tercih edilen şehir. Türk öğrenciler, ne tür bir dinamizm yaratıyor Şam’da?
Among other sister cities, Damascus is probably the one that had the most intense relations with Istanbul throughout its history, does Damascus still have signs of these longestablished relations? So far the historical relations between Damascus and Istanbul have been very important and strong. If you visited Damascus markets, you would think that you’re in Istanbul. Architecture, buildings, social life and traditions in both cities are very similar. What sort of an impression do the people in Damascus have about Istanbul and how has it been shaped? Damascus people have a positive impression about Istanbul and its people and it has been shaped by positive behaviors of Turkish visitors during their encounter with the Damascus people. Similarly, Damascus people like visiting Istanbul as a friendly city. Damascus is, by far, the most preferable city for people who would like to learn Arabic as a second language. What kind of dynamism do Turkish students create in Damascus? Turkish students get on well with Damascus society in every field of life.
INTERVIEW WITH BISHER ESSABAN © İBB Arşivi
43 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Türk öğrenciler, hayatın her alanında Şam ahalisiyle iyi geçinmektedir. İstanbul, kardeş şehir olarak size neler çağrıştırıyor, sizin için ne mânâ ifade ediyor? Kardeş bir şehir olarak, Şam ve İstanbul arasındaki ilişkiler tarihî, sosyal ve derindir. Her iki şehrin de tarihi çok eskilere dayanır. Onların ortak bir tarihi vardır. Her iki şehir de çok muazzam bir medeniyet sahibidir. Biz bunu, paylaşılan birçok gelenek, alışkanlık vs. sayesinde açık ve net olarak görmekteyiz. Gözlemlerinize göre, Şam’ın İstanbul’a benzeyen tarafları var mı? Şam ve İstanbul; hava, nüfus, gelenekler ve özellikle de yiyecek, sonra hayatın bütün ticarî, endüstriyel ve kültürel sahalarında birbirlerine benzemektedirler. Bu iki rüya şehri, Doğu’da ve kültürde birleşiyor. Kültür, çok uzun zaman önce kuvvetli bir bağ meydana getirmiştir.
What connotations does Istanbul have for you as a sister city? What does it mean to you? As a sister city, the relations between Istanbul and Damascus are old, historical, social and deep. Both cities are old. They have a common history. They have vast civilizations and we can see this very clearly in sharing many of traditions, habits and ties. According to your observations, do you think Damascus have any aspects resembling Istanbul and vice versa? Damascus and Istanbul resemble each other very much in terms of weather, populations, traditions and especially food and also all commercial, industrial and cultural aspects of life. Where do you think these two dream cities of the east meet in terms of culture? These two dream cities meet in the orient and culture. The
BİSHER ESSABAN’LA SÖYLEŞİ İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ile dostluğunuz var. Bu dostluk nasıl başladı?
44 OCAK ŞUBAT MART 2009
© İBB Arşivi
You have established a friendship with Kadir Topbaş, Mayor of Istanbul. How did this friendship begin?
Sayın Belediye Başkanı Kadir Topbaş Bey’le dost canlısı ilişkilerimiz, 1992 senesinde, ilk defa Şam’ı ziyaret ettiğinde başladı. O ziyarette, Şam’daki İstanbul Kültür Günleri’nin açılış törenlerine katıldılar. İşte o ziyaret, çok verimli geçti ve bizim dostluğumuzun, işbirliği ve yakın ilişkilerin başlama noktası oldu. Benim İstanbul’u ziyaretim esnasında, bu dostluk daha da kuvvetlendi. Bu durumdan çok memnunum.
Our friendly relations with Mr. Kadir Topbaş, Mayor of Istanbul, began in 1992 when he visited Damascus for the first time. On that occasion he attended the opening ceremonies of Istanbul cultural days in Damascus. That visit was very fruitful and was the starting point of our cooperative, friendly and close relations. Through my visit to Istanbul, our relations became stronger and I am very pleased with this.
İstanbul, 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçildi. Bu konudaki görüşünüz nedir? İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesini, çok önemli bir karar olarak görüyorum. Asil ve azametli İstanbul, medeniyeti, tarihî ve coğrafî önemi ile bu başlığı hak etmektedir. Bugünlerde oynadığı rolden dolayı İstanbul, Avrupa kültürünü ve uluslararası kültürü zenginleştirebilir. Şam dünyanın neresinde yer alıyor? Bir başka deyişle, insanlar Şam’ı nasıl biliyorlar? Şam, tarih içindeki dikkate değer konumu ve rolü açısından uluslararası bir öneme sahiptir; Umayyad döneminde başkentti Şam, medeniyet beşiği ve en eski yerleşme yeriydi. Osmanlı padişahı Sultan II. Abdülhamit Han tarafından yürütülen Hicaz demiryolu
culture has formed a strong tie a long time ago.
Istanbul has been designated the 2010 European Capital of Culture. What is your opinion on this?
Şam ve İstanbul; hava, nüfus, gelenekler ve özellikle de yiyecek, sonra hayatın bütün ticarî, endüstriyel ve kültürel sahalarında birbirlerine benzemektedirler. İstanbul’da bir kültür haftası organize edildi. Osmanlı eserleri gibi pek çok yer için bir restorasyon ve iyileştirme planı hazırlandı. İstanbul’da, Türk halkına bir fikir vermesi açısından, Şam’da bulunan Osmanlı eserlerinin fotoğraflarını içeren bir sergi gerçekleştirildi. Damascus and Istanbul resemble each other very much in terms of weather, populations, traditions and especially food and also all commercial, industrial and cultural aspects of life. A cultural week in Istanbul has been organized at that time, a plan for rehabilitation and restoration have been written down for many places such as Ottoman places, an exhibition of photos of Ottoman buildings in Damascus was presented in Istanbul in order to give Turkish people an idea about the most Ottoman buildings in Damascus.
Designation of Istanbul as the European Capital of Culture 2010 is considered as an important decision. Great Istanbul deserves this title with its civilization, historical and geographical importance; it can enrich the European and international culture thanks to the role it plays nowadays. Where is Damascus located in the world? In other words, how do the people know Damascus? Damascus is internationally important due to its remarkable position and role through history; it was the capital during Omayyad era, the cradle of civilization and the oldest inhabited city. The Hijaz railway project, run by the Ottoman Sultan Abdulhmeed, connected Istanbul to
INTERVIEW WITH BISHER ESSABAN © İBB Arşivi
45 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
projesi, İstanbul’u Şam vasıtasıyla Medine’ye bağladı. Bu demiryolunu kültürel bir çizgiye taşımak mümkün mü? Biz, bütün Türk ve Arap dostların işbirliğiyle, Hicaz demiryolunun İstanbul’dan Medine’ye uzanan bir kültürel hat olmasını sağlamayı amaçlıyoruz.
Medinah via Damascus. Is it possible to transform this railway into a cultural line? We aim to achieve this in cooperation with Turkish and all Arab friends to make the Hijaz line as a cultural line from Istanbul to Medinah.
Bildiğimiz kadarıyla Şam’da Türk kökenli birkaç şehir mevcut. Onlarla ne tür bir ilişki içindesiniz?
As far as we know, there are some cities in Damascus which have Turkish origins. What kind of relationship do you have with them?
Birçok farklı kökene mensup kardeşçe ve arkadaşça olan insanların hepsi, özellikle de komşumuz Türkiye, kendini Şam’ın yerli halkı gibi hissedebilir, görebilir.
All people from different sisterly and friendly origins, especially our neighboring country Turkey, can feel as Damascus people.
2008’de Şam, Arap dünyasının kültürel başkenti seçildi. Bununla birlikte, Nureddin, Saladdin, Baybars Türbeleri ve hatta Midhat Paşa Çarşı’sı gibi bazı önemli tarihî yerlerde birtakım restorasyon çalışmalarına başlandı. Bahsi geçen bu yerlerin tarihî ve mimarî özellikleri korundu mu? Eğer öyleyse, ne kadar sadık kalındı?
As of 2008, Damascus has been selected as the cultural capital of the Arab world. Within this context there have been some restorations in some important historic places such as Nurredin , Saladdin and Baybars Tombs and also Midhat Pasha Bazaar. Did the people maintain the historic and architectural features of these places and if so how much loyal were they?
BİSHER ESSABAN’LA SÖYLEŞİ © Murat Aydın / Selehaddin Eyyubi Anıtı - ŞAM
Salahuddin Eyyubi Monument-DAMASCUS
46 OCAK ŞUBAT MART 2009
Şam’ın 2008 yılında kültür başkenti seçilmesinden dolayı, Nureddin, Saladdin, Baybars ve Midhat Paşa gibi isimler hakkında, bağlılık ve vefa duygusunu hissetmeleri için insanlara bir fikir verilmelidir. Şam’da ve Şam’ın dışında yaşayan çoğu insan, bu yerlerin öneminin idrakindedir. Bu yüzden tamir gördüler, eski haline döndürüldüler. Şam gelişmekte olan bir şehir; büyüyen nüfusun şehrin tarihî dokusuna zarar vermemesi için ne gibi önlemler alıyorsunuz? Tarihî yerlerdeki şehir gelişiminde her hangi bir yasadışı tesiri önlemek adına, bütün kadîm ve tarihî yerleri korumak için bazı standartlar ve kurallar tespit edilmiş, getirilmiştir. Şehriniz, Muhyiddin el-Arabİ, Sultan Yavuz Selim, Sultan Vahidettin ve Hz. Mevlana gibi nice zevatın
Since Damascus has been selected as the capital of culture for the year 2008, the people should be given an idea about such names: Noreddin, Saladdin Baybars and Midhat Pasha to feel their loyalty. Most people in and out of Damascus acknowledge the importance of these places. So it has been rehabilitated. Damascus is a developing city, what measures do you take so that the growing population can not harm the historical fabric of the city? In order to avoid any illegal effects for the urban growth on historic sites, some standards and rules have been issued to save all ancient and historic sites. Your city is full of historical places where people like Muhyiddin Al –Arabi , Sultan Yavuz Selim, Sultan Vahidettin and Mawlana went through the Hamidye Bazaar, the Hijaz
INTERVIEW WITH BISHER ESSABAN geçtiği Hamidiye Çarşısı, Hicaz Demiryolu, Mevlevihane, Derviş Paşa Camii ve Sinan Paşa Camii gibi pek çok tarihî yerle dolu. Ve bütün bu yerler, bir şekilde Şam vasıtasıyla İstanbul’la ilişkilendiriliyor, İstanbul’a bağlanıyor. Peki, şehrinizi İstanbul’da tanıtmak adına ne gibi faaliyetler içindesiniz?
© İBB Arşivi
İstanbul’da bir kültür haftası organize edildi, Osmanlı eserleri gibi pek çok yer için bir restorasyon ve iyileştirme planı hazırlandı. İstanbul’da, Türk halkına bir fikir vermesi açısından, Şam’da bulunan Osmanlı eserlerinin fotoğraflarını içeren bir sergi gerçekleştirildi. Şam’daki trafik sorunu gün be gün artıyor. Bu sorunu çözme adına, otoban yapımı gibi planlarınız var mı? Şam’daki trafik keşmekeşine bir çözüm getirmek için farklı çalışmalarımız mevcut. Otobanlar, özellikle de şehirlerde her zaman en iyi çözüm olmuyor. Şam’ın sembollerinden biri olan Barada Nehri’nin ıslahı için ne gibi planlarınız var? Bu nehrin İstanbul’un Haliç’ini andırdığını düşünürsek, nehri temizlemek iyi bir çözüm olabilir mi sizce? Atık suyu işlemden geçirip tekrar nehre pompalamak vasıtasıyla nehri yeniden suyla doldurarak temizlemeyi ve iyileştirmeyi planlıyoruz. Sizce, Zabadan gibi başka turist konakları tesis etmek, turistleri cezp edecek, çekecek mi? Şam civarında pek çok alternatif konakları var. Zabadan ve Bloudan’a ilaveten, kuzeydeki Maaloula ve güneydeki Qunaitera’ya bağlı bazı kasabalar gibi yeni turizm projeleri yaratmayı planlıyoruz.
railway, Mawlawi Derwish Lodge, Derwish Pasha Mosque and Sinan Pasha Mosque and all these places somehow connected Istanbul with Damascus, so what kind of activities are you engaged in order to introduce your city in Istanbul? A cultural week in Istanbul has been organized at that time, a plan for rehabilitation and restoration have been written down for many places such as Ottoman places, an exhibition of photos of Ottoman buildings in Damascus was presented in Istanbul in order to give Turkish people an idea about the most Ottoman buildings in Damascus. Traffic problem of Damascus is increasing day by day, are you planning to build highways in order to solve such a problem? There are different studies to solve the traffic jam in Damascus. Highways aren’t always the best solution especially in cities. What are you planning to do for the rehabilitation of Barada River, one of the symbols of Damascus? Considering that this river resembles the Golden Horn in Istanbul, do you think cleaning the river is a good solution? There is a plan to clean and rehabilitate the river by filling it with water again through treating sewage water and pumping again into the river. Do you think of establishing other tourism destinations similar to Zabadan will attract tourists? There are a lot of alternative tourism destinations around Damascus, new tourism projects are planned to be created in addition to Zabadan and Bloudan such as Maaloula in the north and some towns related to Qunaitera in the south.
47 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
İSTANBUL’DA BİR
İSTANBUL’DA BİR ÜLKE
MINIATURK Ayşe Sevim*
ÜLKE MINIATURK
A COUNTRY IN ISTANBUL
MINIATURK Halit Ömer Camcı
48 OCAK ŞUBAT MART 2009
*Yazar / Author
A COUNTRY IN ISTANBUL MINIATURK Galata Kulesi / Galata Tower
Istanbul
49 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Tatil kelimesi kışın uslu uslu sözlükte yatarken, havalar ısınmaya başlayınca üzerindeki tozları silkerek ayağa kalkar. Şımarık bir kız çocuğunun yavaş yavaş uyanması gibi ağır bir kalkıştır bu. Aniden patlak vermek yerine, güneş sıcaklığını arttırdıkça zihnimize hafif hafif lekeler bırakmayı tercih eder. Bir gün “Acaba şehirden uzaklaşsam mı?” deriz, ertesi gün gözlerimiz tur broşürlerine takılır, üç gün sonra valiz sıkıştırıldığı yerden çıkartılır… Böylece maharetli elleriyle tatil, evrakları, terfileri, faturaları, görüşmeleri, projeleri üzerimizden bize fark etmeden sıyırarak topumuzu kendi düşüncesiyle meşgul eder. Tüm kış boyunca güzellik uykusuna yattığından karşı koyulamaz bir cazibesi vardır elbette. Pek çoğumuz sıkı bir hipnoz seansından geçmişçesine kendimizi “tatil”in isteklerine bırakırız. Onun için para harcamaya, zaman ayırmaya, plan yapmaya başlarız. Nasıl karşı koyalım? Sene boyunca bir çamaşır makinesinin içindeymiş gibi sağa sola savrulan biz değil miydik? Evet, yaşanılan şehri katlayıp çekmeye koymanın ve başka şehirlerin kokularını teneffüs etmenin zamanı gelmiştir. Peki nereye gitmeli? Tatilin pek çok kişiyi güneş, kum ve deniz üçlüsü ile oyaladığını kabul ediyorum ama bu tür numaraları yutmayan esaslı hayranlarına şık alternatifler sunduğunu da unutmamak gerek. Derilerinin soyulmasına, güneşin altında şımarık şımarık uyuklamaya, deniz-
The word holiday hibernates calmly in the dictionaries all winter long. It’s not until the arrival of warm weather that the word rises and shines. It rises gradually, like a spoilt little girl. One day we ask ourselves, “Should I leave this city?” and the next day we notice the tour brochures; three days later we take out our stored suitcases. With skillful mysterious hands, the idea of holiday detaches us from our everyday business of documents, promotions, bills, and meetings, and occupies our minds with its images. Since it was in a beauty sleep, it certainly has the most irresistable charms. Most of us leave ourselves to the wishes and commands of the holiday as if we’re hypnotized.We start spending for it, we start sparing time for it, we start planning for it. How can we resist the temptation? WE are coaught up in it as if rotating around in a washing machine. Yes, now it is high time we flee the city we are living in and smell the scents of the other cities. Then, where should we head? I accept the fact that a holiday diverts many people with the trio of sea, sun, and sand, but for those real fans who can resist these tricks, our holiday has lots of alternatives. I don’t have much to say to those who like watching their skins flake off, who like napping under the sun, throwing balls to each other in the sea with cheerful laughter. They succeed in
İSTANBUL’DA BİR ÜLKE MINIATURK Alman Çeşmesi / German Fountain
50 OCAK ŞUBAT MART 2009
de birbirlerine top atıp “ha ha ha” diye ağızlarına abartılı kahkahalar yayanlara söyleyecek bir şeyimiz yok. Onlar az şeyle mutlu olabilmeyi başarıyorlar. Ya çok şey isteyenler… Aşağı yukarı şöyle bir manzara gerçekleşir sanıyorum: Haritalar açılıyor. Gidilecek şehirler işaretleniyor. Fotoğraf makineleri ayarlanıyor. Bazen yurtiçi, bazen de yurtdışı için valizler hazırlanıyor. Sonra otobüse, uçağa, gemiye koşuluyor. Durun durun, müsaadenizle filmi geriye almak istiyorum. Madem tüm kış şu bir avuç gün için beklediniz, sizi apar topar yollamayalım tatile. Gidebileceğiniz yerler noktasında bir falcının avuç içinde gördüğü kader çizgilerine benzeyen heyecanlı yollar sunalım. Size nereyi mi tavsiye edeceğiz? Daha fazla seçeneği. Bu sene gideceğiniz yere karar vermeden önce Miniaturk’e uğrarsanız bu seçeneklerden istediğiniz şekilde yararlanabilirsiniz. Gezi planınızı oluşturmanızda Miniaturk, internetten, broşürlerden, haritalardan çok daha yararlı olacaktır eminim ki. Türkiye’nin sınırlarının dışına çıkmaya niyetli olanlara, alt dudaklarını ısırtıp:“Ülkemde görmediğim ne çok şey varmış” dedirtecek cinsten bir gezi olacaktır kuşkusuz. İlk kez görenlerin: “Ben gerçekten böyle bir ülkede mi yaşıyorum?” diyeceği de muhakkak. Miniaturk’deki eserlerin ışığı altında ülkemizin gerçek mi yoksa buruş buruş bir büyükannenin torununa anlattığı bir masal mı olduğunu insan ciddi ciddi düşünebilir. Perilerin cirit attığı, şehzadelerin delikanlılık
being happy with little things. What about the ones who ask for more? One can imagine the following scene: We open the maps. Mark the cities to visit. Cameras are arranged. Suitcases are prepared for abroad or for domestic routes. Then it’s time to rush to buses or ships. Hold on a second, I want to rewind the movie if you’ll excuse me. You have waited for all winter long for this, so it would be a waste to make you rush into a holiday. Let me suggest exciting roads the fortuneteller foresees in the palm of your hands. What’s our suggestion? More choices. Before you decide where to head to this year, if you drop by Miniaturk, you will benefit from the choices you like. I’m sure such a visit would be more helpful than the internet, brochures, or maps. It will definitely be a journey that will make you say “There are so many things I have not seen in my country.” I’m sure the first timers will ask themselves whether they could possibly be living in such a country. In the light of the monuments in Miniaturk, one will could wonder whether this country is real or a fairy tale such as a grandmother tells to her grandchildren. Miniaturk is like a playground for fairies, where princes pass their youth, where the places to worship wait for you in silence, and the libraries are too proud to set eyes on you. Would like us to stretch out to the fairylands and give you some examples?
A COUNTRY IN ISTANBUL MINIATURK © Mehmet Demirci / Antalya - Yivli Minare / Yivli Minaret
51 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
kokusunun tüttüğü, ibadethanelerin huzurla gözlerini size diktiği, kütüphanelerin fosur fosur kibirlendiği bir yer Miniaturk. Bu masal diyarına elimizi uzatıp size birkaç örnek sunalım ister misiniz? Mesela Amasya Yalı Boyu Evleri. Miniaturk’de maketini göreceğiniz Yeşilırmak kıyısındaki bu evler, 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başlarında inşa edilmişler. İnşa edilmek yerine şöyle boylu boyunca Yeşilırmak’ın kıyısına uzanmışlar demek daha doğru olur. Anadolu sivil Türk mimarisinin güzel örnekleri olan bu evler insana kocaman bir ailenin hissini veriyor. Odalarında çocukların koşturduğu, penceresine elinde tespihi olan yaşlı bir büyükannenin yerleştiği, yer tahtalarının sabunlu su koktuğu, erkeklerin ağırbaşlı, kadınların maharetli olduğu kocaman bir aile. Evler, böyle tatlı bir gürültüyle dolup taşıyor sanki. Yeşilırmak’ın teninin üstüne bu evlerin dalgalanan görüntüleri düşüp düşüp duruyor. Aynı zamanda Anadolu'nun ilk prefabrik konutları olan Amasya Yalı Boyu Evleri gerçekten insanın gözlerine sunacağı kıymetli bir manzara. Şimdi Yeşilırmak’tan üzerinden atlayarak Bursa’ya gelin lütfen burada Miniaturk’de maketini gördüğünüz Bursa Ulu camii sizi bekliyor. Bursa'nın en büyük camisi olan eser, 1400 yılında ibadete açılmış. Yıldırım Bayezıd tarafından
For example: Amasya Mansion Road Houses.These houses, whose small models you will see in Miniaturk,were constructed at the end of 19th century and in the beginning of the 20th. century. Rather than constructed it would be nicer to say that they were just laid on the side of Yesilırmak all along. These houses, which are of the finest examples of Anatolian civil architecture, give a sense of family. In their rooms, children run; in front of their windows, an old grandmother sits with beads in her hands. Their wooden floors smells of soap, a place where the men are dignified and the women are talented. These houses seem to be overflowing with noise. The wavy visions of these houses fall onto the Yesilırmak. Amasya Man-
İSTANBUL’DA BİR ÜLKE MINIATURK © Mustafa Yılmaz / Sivas - Divriği Ulucamii
52 OCAK ŞUBAT MART 2009
A COUNTRY IN ISTANBUL MINIATURK Miniaturk’ten genel bir manzara / Miniaturk, general view
53 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
sion Road Houses, which are the first prefabricated houses of Anatolia, are precious visions that are sights for sore eyes. Now please jump over Yesilırmak and come to Bursa. Bursa’s Ulu Mosque, whose model you have seen in Miniaturk, is waiting for you. The monument, which is the biggest mosque in Bursa, had been open for prayer since 1400. It was constructed by Yıldırım Bayezıd by the income of the war right after the Nigbolu Conquer as a present to public. It is a precious gift. It is a ring, it’s a delicate fingerprint that can be given to the city by Islam. Even if each and every city has a mosque called Ulu Camii, when we say Ulu Camii we mean this mosque, with its unique combination of power and aesthetics. The great author of the famous Mevlud, Suleyman Celebi, was the imam, leader of the prayer, all through his life. When you are in this mosque you will feel as if you are hearing the sad mevlud. With its walnut carved pulpit, with the incriptions of the verses from Quran, and its overflowing crowds of men and women, it’s worth seeing. Women with their babies in their laps, grandfathers with their caps on their heads, do not leave this magnificient monument empty even for a second. It is impossible to imaginine Bursa without Miniaturk’te Boğaziçi köprüsünden bakanlar
Niğbolu Zaferi sonrası, savaşın geliriyle halka armağan olarak inşa edilmiş. Güzel bir armağan. Bir halka, bir şehre verilebilecek İslam’a ait zarif bir parmak izi. Her şehrin bir ulu camii olmasına rağmen ulu camii denilince akla ilk isim olarak kazınan bu eser dışarıdan bakıldığında insanın zihnine estetik ve güç işaretleri bırakıyor. Meşhur Mevlid'in yazarı Süleyman Çelebi, ömrü boyunca bu camide imamlık yapmış. İnsan bu caminin içinde dolaşırken hüzünlü mevlidi duyar gibi oluyor. Ceviz oyma minberi ve hat levhalarıyla ünlü olan camii her namaz vakti dolup taşan kadınlı erkekli cemaatiyle de görülmeye değer. Kadınlar kucaklarında çocukları, dedeler başlarında takkeleri bu güzelim eseri bir an olsun yalnız bırakmıyorlar. Dev bir el bu camiyi oradan çekip alsa kuşkusuz şehre tarifi olmayan bir tenhalık düşer. Bursa’yı, Bursa Ulu Camii olmadan düşünmek bu camiyi gören herkesin takdir edeceği üzere mümkün değil. Şimdi haritada biraz yukarı tırmanalım isterseniz. Sizi oldukça yükseğe çağırıyorum. Trabzon’daki Sümele Manastırına. Bin üç yüz metre yükseklikteki dağ gövdesi içine inşa edilmiş gizli bir tapınağa geleceksiniz. Meryem Ana Manas-
People looking at the Bosphorus Bridge in Miniaturk.
İSTANBUL’DA BİR ÜLKE MINIATURK Haydarpaşa Garı / Haydarpasa Station
54 OCAK ŞUBAT MART 2009
tırı adıyla da bilinen bu manastır tam olarak Trabzon ili, Maçka, Trabzon ilçesi, Altındere, Maçka köyü sınırları içerisinde yer alan Panagia (Meryemana) deresinin batı yamaçlarında Mela (Yunanca 'siyah') tepesi üzerinde deniz seviyesinden 1.150 m yükseklikte yer almakta. Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir efsaneye göre 385 yılında Atinalı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler. Gördükleri rüyaya göre birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon'a gelmişler, orada karşılaşıp rüyaları birbirlerine anlatmışlar ve ilk kilisenin temelini atmışlardır. Sümele Manastırı bugünkü görünümünü 14. yüzyıl ortalarında yapılan eklemelerle almış. Manastırdaki kilise yaklaşık dört yüz metrekare büyüklüğünde ve mağaranın içine oyulmuş bir yapı biçiminde. Kale görünümündeki manastır vadiye yüz basamaklı dik ve dar bir merdivenle bağlı. Anlayacağınız bu ibadethane kendini kolayca muhatabına sunma taraftarı değil. Eteklerine ulaşmanız için önce yorulmanız gerekiyor. Basamakları çıktığınızda ise karşınıza tüm haşmetiyle dikiliyor. İki katı teras olmak üzere altı katlı olan manastırın içindeki her katta tek sıra halinde, fresklerle süslü sekizer oda yer almakta. Sümela Manastırı’nın Miniaturk’deki maketinden da anlayacağınız üzere saygı duyulacak bir gü-
the Ulu Camii. If you like, let’s climb higher on the map. I’m calling you to the highest parts of the country. I’m calling you to the Sumela Monastery in Trabzon. You are coming to a secret temple that is constructed on a three hundred meters high on a mountain. This Monastery, which is also known as Mother Mary Monastery, is located on the western side of Panagia (Meryemana) River, on the hillsides of Mela (Black in Greek) in Trabzon, Macka borough, Altındere village, 1.150 meters high. According to a legend told among Black Sea Greeks, in 385 two monks from Athens, Barnabas and Sophronious, saw the same dream. They traveled the sea and come to Trabzon; they met there and told their dreams to each other, and laid the foundations of the church for the first time. Sumela Monastery gained its recent form with the improvements made in the midst of 14 century. The monastery is approximately four hundred square meters and it is constructed within the cave. The monastery has the appearance of a castle and it is connected to the valley with a hundred steep and narrow stairs. As you see, this monastery does not open itself up to visitors at once. First you must become tired as you reach its skirts. When you climb up all of the steps, it stands right in front of you in all its splendor
A COUNTRY IN ISTANBUL MINIATURK Hidiv Kasrı / Hidiv Palace
55 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
zelliği var. Miniaturk’deki maketi de bir harika olan dünyanın sekizinci harikasına çağırıyoruz sizi. Gelebilecek misiniz? Çünkü burası da Sümela Manastırı gibi oldukça yüksek bir yerde. İslam dininin aksine diğer dinler özellikle de kutsal dinler arasına girmeyen inançlar tanrı ve insan arasına kocaman mesafeler koyduğundan genelde ibadethaneler, tapınaklar, kutsal yerler yüksek bölgelerde bulunuyor. Ayaklarınızı biraz yoracağız anlayacağınız. Gerçi Adıyaman Kahta'da bulunan Nemrut Dağı'ndaki iki bin iki yüz altı metre yükseklikteki Kommagene Krallığı'na ait kalıntılara geldiğinizde yorulduğunuza deydiğini anlayacaksınız. Dünyanın sekizinci harikası olarak anılan kalıntılar,M.Ö. 80-M.S. 72 yılları arasına ait. Nemrut Dağı'ndaki Açıkhava tapınağının doğu setinde sekiz adet yontma taşlı, tahtların üzerine oturmuş, sekiz- on metre yüksekliğinde büyük tanrı heykelleriyle kopmuş baş heykelleri bulunmakta. Burada dolaşırken taş kesilmiş devlerin arasında yürüdüğünüzü hissediyorsunuz. Sanki bir felaket gerçekleşmiş ve tüm bu dev insan ve hayvanlar yüzlerindeki son ifadeyle taşlaşıvermişler. Damarlarından akan kan donmuş, etlerinin sıcaklığı taşın soğukluğuna dönüşmüş. Bir zamanlar
and grandeur. The first floor consists of a terrace; the rest is made up of six floors and in each floor there are eight room decorated with frescos. As you will understand from the model of Sumela Monastery in Miniaturk, it has a precious and respectable beauty. Its model in Miniaturk is calling you to see the eighth wonder of the world. Will you be able to make it? Because it is up very high, just like Sumela Monastery. Since other religions, distance their Gods from people, unlike in Islam, generally places of worship, temples and holy places are on the highest places. As you will guess, we will tire your feet more than a little bit. However you will understand that it is worth the trouble when you arrive at the relics of Kommagene Kingdom on Mount Nemrut in Adıyaman Kahta, at 2,206 meters. The relics which are said to be the eighth wonder of the world, are dated at BC. 80- ACE 72. In the eastern side of the open air temple of Mount Nemrut, there are eight carved stones located on the thrones, eight 10 meter high statues of gods and decapitated statues. When you are walking in here you feel as if you are walking among stone giants. It is as if there had been a disaster and all these giants and animals had been turned to stone with their expressions frozen on their faces, the blood frozen in their veins, and the
İSTANBUL’DA BİR ÜLKE MINIATURK Erzurum
56 OCAK ŞUBAT MART 2009
©Mirza Özgür Kılıç / Doğu Beyazıt - İshak Paşa Sarayı
Konya
A COUNTRY IN ISTANBUL MINIATURK III. Ahmet Çeşmesi
hayatta olduklarından yaşamın ne olduğunu biliyorlar ve bir daha asla yaşayamayacakları için sizi kıskançlık ve kinle süzülüyorlar. Elinizde fotoğraf makinenizle dolaşırken her an birinin gazabına uğrayacakmış hissini duyuyorsunuz. Dev değil Tanrı olarak düşünüldüklerinde durum daha da korkunç sanki. Bu kadar huzursuz, öfkeli, kindar tanrılarla uğraşmak zamanında oldukça zor olmuştur. Merhametten izler taşımayan bu açık hava müzesi tedirginlik gerilim ve anlatılması zor hisler bırakıyor. Kalıntılar 1881 yılında Almanlar tarafından keşfedilmiş, 1984 yılında restore edilmiş ve alan, 1989 yılında Milli Park ilan edilmiş. Şimdi tekrar aşağılara inelim. Tevazünün sesini duyuyor musunuz? Şehrin ortasından çağırıyor bizi? 1274 yılında inşa edilen Mevlana Türbesinden geliyor bu ses. “Kibir şeytandan aşk ademden” diyen aşkın beden bulmuş hali Hz. Mevlana’nın mis gibi kokan türbesindeyiz. Onunla göz göze gelmeye cesareti olmadığı halde onunla bir kez göz göze gelebilmek için her şeylerini verecek aşıkların mabedi burası. Tespih şıkırtıları arasında dolaştığınızı hissedeceğiniz bu türbenin Firuze çinilerle süslü kubbesi Selçuklu Dönemi'nin en güzel eserlerinden. On altı dilimden oluşan yeşil kubbe huni seklinde. Hem içerisi hem de dışarısı çini döşeli ve duvarları çok değerli yazılarla süslü. Türk çadırını andıracak bir mimari üslupta tasarlanmış dünyaca tanınan bu kubbe, Selçuklu Veziri Muhittin Pervane'nin eşi Gürcü Hatun tarafından Mimar Bedreddin Tebrizi'ye yaptırılmış. Semahane ile büyük kubbeli mescit ise Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış. Bir müze haline getirilen bu yerde Selçuk sanatının halı, kilim, kumaş örnekleri, Mevlevi sanatının çok değerli eserleri, neyler, kudümler de sergileniyor. Türbedeki ceviz sanduka Selçuk oymacılığının bir şaheseri. Bu sandukanın bas tarafının yüksekliği 2,65, ayak tarafının yüksekliği 2,13, uzunluğu da 2,91 metre.Her devirde ihtimam gören türbe, Anadolu'nun silinmez tapu senetlerinden biri olarak kabul ediliyor. Eserleri hemen hemen her dile tercüme edilen
III. Ahmet Fount
warmth of their flesh turned into the coldness of stone. Since they were alive once, they know what it is like to be alive, and because they will never be alive again, they look at you with jealousy.When you are walking around with a camera in your hand you feel as if you are going to be cursed by one of them. When we consider them as gods, not as giants, the situtation gets more complicated. It must have been quite difficult to deal with such spiteful, angry and restless gods.This open air museum which has no traces of mercy leaves an uneasiness, tension and feelings hard to describe. The relics were discovered in 1881 by Germans, were restored in 1984, and the site was protected as a National Park in 1989. Now let’s go down again. Do you hear the sound of humility? It is calling us to the midst of the town. The call is from the tomb of Mevlana,which was constructed in 1274. We are in the sweet smelling tomb of Mevlana who says, “Pride is from Satan and love is from the human.” This is the shrine of lovers. You will walk under its turquoise decorated dome belonging to Selcuklu era, in a daze and with respect, listening to all the sounds of prayer beads. The dome is made up of sixteen parts, and is in the shape is funnel. Its inner side and outer side is decorated with tile and the walls are adorned with precious writings. Its decoration is evocative of the Turkish tent in its architectural style, and it was constructed for Selcuklu Vizir Muhitting Pervane’s wife, Gurcu Hatun, by Architect Bedreddin Tebrizi. The Semahane (the place where Mevlevi whirling dervish ritual is performed) and the big domed small mosque were constructed by Kanuni Sultan Suleyman. Converted into a museum, the exhibits include carpets and garments of Selcuklu art, and neys and kudum, examples of Mevlevi instruments. The walnut sargophagus head part is 2.65 high, and the foot side is 2.13; the length is 2.91 meters. This highly respected tomb, is viewed as one of the land deeds of Anatolia. Mevlana, or Rumi, whose works have been translated into many languages, is the first welcomer in Miniaturk. Let the last words regarding be his as
57 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
İSTANBUL’DA BİR ÜLKE MINIATURK ©Adnan Büyükdeniz / Trabzon - Sümela Manastırı / Sümela Monastery
58 OCAK ŞUBAT MART 2009
Mardin Teras Evleri / Terrace house’s of Mardin
A COUNTRY IN ISTANBUL MINIATURK Sümela Monastery / Miniaturk
59 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Mardin
İSTANBUL’DA BİR ÜLKE MINIATURK Ayasofya / Hagiasophia
60 OCAK ŞUBAT MART 2009
Mevlana’nın türbesi Miniaturk'te de ziyaretçileri karşılayan ilk eser. Mevalana’nın türbesiyle alakalı söyleyeceğimiz son söz onun kendi cümleleri olsun: Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde arama Ariflerin gönüllerindedir mezarımız bizim Mevlana Buradan sizi bir savaşa götüreceğiz. Bombaların, sürgülerin, kan kokusunun arasından yürüyeceğiz. Rasim Özdenören Gül Yetiştiren Adam isimli kitabında bir karakterini şöyle konuşturur: “.. Biliyor musun korkaklık da bulaşıcıdır, yiğitlikte. Hepimiz yiğitleşmiştik. Ölüm vız geliyordu herkese ama savaş içinde oluyor bu tabii. Çünkü ölmeyi düşünmüyorsun, çünkü kolayca ölünüyor. Ölmek barış zamanında zor oluyor. Çünkü ölmeyi düşünmeye başlıyorsun o zaman. Bir de elde etmek istediğin şeyler söz konusu. Savaşırken bir şey elde edeceğine inanıyorsun ölmekle, barış zamanında bu yok işte..” Ölüm bu savaşta korkulacak bir şey değil. Çarçabuk göç ediyor Mehmetçikler. Çünkü ölümleriyle bir şey kazanıyorlar: Asla ölmemeyi yani şehit olmayı. Hepsi körpecik delikanlı. Erkek olmanın uzun koridorlarını dolaşmamışlar, çocukluğun bahçesinden henüz çıkmışlar. Araf’tayken toplanmış-
well: Don’t look for our grave on earth after we die, Hearts of the wise men are our grave. Mevlana From here, we will take you to a war.We will walk in bombs, bolts, blood smells. The character in Rasim Özdenören’s Gül Yetiştiren Adam (Man who grows roses) speaks like this: “.. Do you know cowardness is contagious, as well as heroism? We were all heroes. Death was like a game to them but of course it all happens in a dream. Because you are not thinking of dying, it is easy to die. It is hard to die in the times of peace. Because you start thinking about death then. And there are things you want to own. You believe you will gain something with death, there is no such thing as that in the times of peace...” Death is nothing to be scared of in this war. Turkish soldiers pass away so quickly. They gain something with their death: to be immortal forever, that is martrydom. All are young teenagers.They did not venture into manhood, they have just ventured out of the gardens of childhood. They were collected from this world, yet when they were collected they were still in purgatory. They flew away in the
A COUNTRY IN ISTANBUL MINIATURK Topkapı Sarayı / Topkapi Palace
61 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
lar dünyadan. Henüz kirlenmemişken, çürümemişken dev kanatlarını gökyüzüne çarpa çarpa uçmuşlar. Mitralyöz seslerinin, dumanın, gençliklerinin arasından ruhları semaya yükselmiş. Evet Çanakkale Şehitler Anıtı’na bekliyoruz sizi. Ölmenin barış zamanında zor olduğunu anlıyorsunuz burada. Mehmetçiklerin mezar taşlarına bakıp üzülemiyorsunuz, insan sadece kendi için hüzünleniyor. Kurşunların arasında koşan on altı yaşında bir çocuk çok mühim bir şey yaptığını bilirken, on altısının üstüne seneler koyan bizlerin ne yaptığı sorusu bir kurtçuk olup yiyor zihnimizi. Çanakkale şehitleri anıtı Çanakkale'de, Morto Koyu önündeki Hisarlık Tepe üzerinde. Çanakkale'de şehit olan iki yüz elli bin askerin anısına yaptırılmış. Temeli 19 Nisan 1954 tarihinde atılan anıtın yapımı, 6.5 yılda tamamlanmış. Yani savaştan daha uzun sürmüş yapımı. Kurşunlanan bir askerin can verişinden de çok uzun sürmüş. İnsan bu anıtın önünde bir tatilin kişiye sunacağı tüm lezzetlerden daha kuvvetli bir zevk duyuyor. Uğultulu bir hesaplaşma. Anıt için 1944 yılında yapılan yarışmayı Mimar Doğan Erginbaş, İsmail Utkular ve Mühendis Ertuğrul Barla'nın projelendirdiği eser kazanmış. Açılışı 21 Ağustos 1960 tarihinde yapılan anıtın altında müze, yanında Mehmetçik Anıtı
sky with their huge wings when they were not yet contaminated, or corrupted. Their souls rose high in the sky amongst the sounds of machine guns, smoke, youth. Yes, we are waiting for you at the War Memorials of Canakkale. Here you understand that it is hard to die in times of peace. You can’t feel sorry for soldiers, looking at their gravestone, you only feel sorry for yourself. While a boy of sixteen knew what important thing he was doing, we who are far elder than that, do not know what we are doing and that very question is eroding our minds. Canakkale Martydom Monument is in Canakkale, on Hisarlık Hill in front of Morto Bay. It was constructed in memory of two hundred and fifty thousand soldiers. The foundations of the monument were laid on April 19th, 1954 and its construction were completed in 6.5 years. Its construction lasted longer than the war itself. It lasted longer than the death of a man who was shot. Uğultulu bir hesaplaşma. Architects Dogan Erginbas, İsmail Utkular and Engineer Ertugrul Barla’s project won the competition made for the monument in 1944. There is a museum under the monument whose inauguration was made on August 21st, 1960; next to it is Mehmetcik Monument and Turkish Martrydom Cemetery. Canakkale is a must see for all those
İSTANBUL’DA BİR ÜLKE MINIATURK Soğukçeşme Sokak / Sogukcesme Street
62 OCAK ŞUBAT MART 2009
ve Türk Şehitliği bulunmakta. Henüz gitmeyenler için ihmal edilmemesi gereken bir yer Çanakkale. Bu gezi gözlerinizden, zihninizden çok kalbinize sunacağınız bir hediye olacak. Son olarak sizi bir gözyaşı mabedine çağırıyoruz. Eyüp Sultan Camiine. Camii Hz. Muhammet’in (sav) sancaktarı Ebu Eyyup El-Ensari’nin İstanbul kuşatması sırasında şehit düştüğü yere, İstanbul’un fatihi Sultan II. Mehmet tarafından yapılmış. Eyüp Sultan adına inşa edilen cami, aynı zamanda İstanbul’un ilk camisi olma özelliğini taşıyor. Zamanla harap hale gelince, minareler korunarak cami yıktırılmış ve Sultan III. Selim tarafından yeniden yaptırılmış. Günümüze ulaşan da, barok üslubunda yaptırılan bu cami. Tahta çıkan Osmanlı şehzadelerinin kılıç kuşanma törenleri burada yapılırmış. Şehzade padişahlığa geçişini önce Eyüp Sultan’a onaylatırmış yani. Eyüp Sultan Camii, manevi kimliğin simgeleri sayılan türbeleri ve tekkeleriyle birlikte kutsal bir ziyaretgah yeri işlevi görmekte. Evlenenlerin, dileklerinin kabul edilmesi için gelenlerin ve de orayı sadece kokusundan ötürü sevenlerin mekanı bu camii. Türbeden çıkan teyzeciklerin ağlamaktan kızarmış gözlerinin kırış kırış kokusu, camiinin üzerinde uçuşan kuşların rüzgara kafa tutuşlarının kokusu, evden camiye gitmek için çıkarken cebine yolda çocuk görürsem veririm diye şeker atan dedelerin merhamet kokusu, insanın tüm günahlarının ama tüm günahlarının affedilebileceğinin kokusudur bu caminin duvarlarına sinen.
who have not been there yet. This journey will be a gift to your heart more than to your mind. Last but not the least, we are calling you to a monument of tears.To Eyup Sultan Mosque. This Mosque was constructed where the Prophet Muhammad’s (upon whom be blessings and peace) flag man Abu Eyyup Al-Ensari’s fell martyr during the conquest of Istanbul. The Conqueror Sultan Mehmet II constructed the mosque, which as well as being named after Eyup Sultan, also has the distinction of being the first mosque of Istanbul. When it was destroyed in time, the minarets were preserved, and the mosque had been demolished and reconstructed by Sultan Selim III. What survives today is this baroque mosque. The sword girding ceremonies of the Ottoman Sultans who ascended the throne used to be made in here. Eyup Sultan was the first to approve the prince becoming a Sultan. With its tombs and dervish lodges that are signs of spiritual identity, Eyup Sultan is a holy place of pilgrimage. It is a place for those getting married, those who come for acceptance of their wishes, and those who like the place for its smell: the smell of the tears of old ladies on their wrinkled faces, the scent of mercy of the old grandfathers who put candies in their pockets, just to give to small children, unite into one unique fragrance: that all human sins can be forgiven. This is the smell of hope, of forgiveness, that surrounds and lingers on the walls of the mosque.
{Dünya kültür, sanat ve yaşam turları} {Dünya denizlerinde cruise seyahatleri} {Anadolu kültür, doğa ve keşif seyahatleri} {Yurtiçi ve yurtdışında resort, wellness merkezleri} {Dünyanın her noktasına uçak bileti ve vize} {Bireysel, yurtiçi ve yurtdışı otel hizmetleri} {Incentive organizasyonları} {İş dünyasına yönelik corporate ve executive servisler} {Ulusal ve uluslararası kongre hizmetleri} {Fuarlar ve lansmanlar} {Uluslararası spor, macera ve events programları} {Incoming hizmetleri} {Rent a car hizmetleri}
444 4 439
Her mevsim
farklı bir kültür yaşamak için
www.heytraveltrends.com
Maximum Kart’a özel ödeme seçenekleri ile
İSTANBUL NİŞANTAŞI MERKEZ 0 212 291 85 85 ŞAŞKINBAKKAL ŞUBE 0 216 359 15 15 İZMİR 0 232 463 06 76 ANKARA 0 312 439 86 00 ANTALYA 0 242 322 84 04
ASKERİ MÜZEDE SAVAŞ KONULU TABLOLARIYLA SAMİ YETİK
ASKERİ MÜZEDE SAVAŞ KONULU TABLOLARIYLA SAMİ YETİK SAMI YETIK AND HIS WAR-THEMED PAINTINGS AT THE MILITARY MUSEUM İlkay Karatepe*
64 OCAK ŞUBAT MART 2009
*Askeri Müze Uzmanı / Museum Expert
SAMI YETIK AND HIS WAR-THEMED PAINTINGS AT THE MILITARY MUSEUM 1914 kuşağının asker temsilcisi olan Sami Yetik, Türk Resim sanatı içinde önemli bir yere sahiptir. Resim sanatına ilgisi Kuleli Askeri Lisesinde başlamıştır. Hoca Ali Rıza’nın etkisiyle resim hayatının vazgeçilmezlerinden biri haline gelmiştir. 1899 yılında genç bir subay olarak Eyüp’te Baytar Askeri Rüştiyesi’nde öğretmenliğe başlayan Sami Yetik, aynı yıl resim konusundaki çalışmalarını geliştirmek amacı ile Sanayi-i Nefise mektebine başlayıp okulu 1906 yılında birincilikle bitirmiştir.
As a military representative of the generation of 1914, Sami Yetik has an important place in the history of painting. His interest in painting started at Kuleli Military High School. Under the guidance of Hoca Ali Rıza, he became a major painter. As a young officer, he became a teacher in Eyüp Baytar Military School in 1899. In the same year Sami Yetik attended the Sanayi-i Nefise School to enhance his studies in painting, and graduated at the highest level in 1906.
65 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
ASKERİ MÜZEDE SAVAŞ KONULU TABLOLARIYLA SAMİ YETİK
66 OCAK ŞUBAT MART 2009
Through the influential Tedrisat-ı Askeriye Inspector Tevfik Sanat camiasına yakın ilgisi ile bilinen dönemin önemli Paşa, who had a close connection to art, and with the auisimlerinden Tedrisat-ı Askeriye Müfettişi Tevfik Paşa vasıthority of Serasker Mahmut Şevket Paşa, Sami Yetik went to tasıyla Serasker Mahmut Şevket Paşa’nın izniyle resim saParis for further education in the art of painting. He went to natı eğitimi için Paris’e gider. 1910-1912 yıllarında Paris’te the Academie Julian and took lessons from J. Paul Lauren, bulunan Sami Yetik, “Academie Julian’da J.Paul Lauren’dan and continued to Ecole Pijié for a while between 1910 and ders alıp bir süre de Ecole Pijié’ye devam eder. Balkan Sa1912. During the Balkan wars he came vaşları sırasında yurda dönen ve yakın arback to Turkey and enlisted, along with an Müze resim koleksiyonunda yer kadaşı Mehmet Ali Laga ile savaşa katılan artist and close friend, Mehmet Ali Laga, alan “Anafartalar” isimli eserinde sanatçı Edirne’de tutsak düşüp Sofya’ya siper almış askerlerin, düşmanla- between 1911 and 1912. He became a götürülür. Savaştan sonrada bir süre asrın aralıksız yağdırdığı kurşunlara kerlik mesleğine devam eden Sami Yetik karşı kahramanca müdafaası be- prisoner of war in Edirne, and was taken to Sofia. After the war, Sami Yetik contin1933 tarihinde binbaşılıktan emekli olur. timlenmiştir. Süngü takıp düşued his military career and retired as a manın üstüne kahramanca major in 1933. Hikmet Onat, Nazmi Ziya, Namık İsmail, yürüyen askerlerin çarpışmasında savaştan sıcak bir Feyhaman Duran, Hüseyin Avni Lifij ile kesiti tuvaline taşımıştır. Sami Yetik initiated a new era in Turkish birlikte Türk resim sanatı tarihinde yeni painting together with Hikmet Onat, Nazbir dönemin başlamasını sağlayan sanatmi Ziya, Namık İsmail, Feyhaman Duran, and Hüseyin Avni çı, Türk Ressamlar Cemiyetinin kuruluşunda da yer almıştır. Lifij. Sami Yetik assisted in the establishment of the Turkish Türk resminin Avrupa başkentlerinde tanıtılmasını sağlaPainters’ Association. Sami Yetik established a workshop in mak amacı ile 1917 tarihinde Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın Şişli with the name of “Harbiye Nezareti Resim Atölyesi,” by emri ile Şişli’de Harbiye Nezareti Resim Atölyesi isminorder of Minister of War Enver Paşa, and paintings about de savaş konularının işlendiği bir atölye kurulmuştur. Bu war produced there introduced Turkish painting in various atölyede dönemin önemli sanatçılarıyla çalışan Sami Yetik European capitals in 1917. He worked with important artÇanakkale ve Kurtuluş Savaşını konu alan çalışmalar yapists in his Şişli workshop, where he undertook works about mıştır. Sami Yetik eserlerinde akademizm ile EmpresyonizGallipoli and World War I. He used Classicism and Impresmi bir arada kullanmıştır. Eserlerinde Empresyonistlerin sionism together in his works. It is possible to observe the
SAMI YETIK AND HIS WAR-THEMED PAINTINGS AT THE MILITARY MUSEUM
67 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
bright and light colors of Impressionists in his paintings. He parlak ve şeffaf renklerini yakalamak mümkündür. Aldığı also portrayed strong subjects in his paintings by combinakademik eğitimi empresyonist hava ile birleştirerek güçlü ing academic education and impressionist atmosphere. yorumlar ortaya koymuştur. Askeri Müze koleksiyonunun önemli bir parçasını oluşturan eserlerinden Kurtuluş SavaHe described the heroic defense of soldiers who took cover şında verilen mücadelenin büyüklüğünü onun fırçasından against continuous enemy attacks in his work “Anafarizlemek mümkündür. talar.” He composed scenes from heroic soldiers’ conflicts Müze resim koleksiyonunda yer alan “Anafartalar” isimand brave deeds to his canvases. Warm and cold colors are li eserinde siper almış askerlerin, düşmanların aralıksız He described the heroic defense of used together in the painting and mortar yağdırdığı kurşunlara karşı kahramanca soldiers who took cover against flames change into smoke, mixing with müdafaası betimlenmiştir. Süngü takıp continuous enemy shootings in clouds. “Anafartalar” shows the facts of düşmanın üstüne kahramanca yürüyen his work of “Anafartalar”. He war in a true light. askerlerin çarpışmasında savaştan sıcak carried a scene from hebir kesiti tuvaline taşımıştır. Sıcak ve so- roic soldiers’ conflict to his “Hücuma Kalkış” is one of the most imcanvas. ğuk renkleri bir arada kullanıldığı tabloportant paintings of our museum, which da havanların alevi duman olup bulutshows two Turkish soldiers with their guns waiting for scoutlara karışmaktadır. Mahşer yerine dönmüş Anafartalar’da ing enemies. It is impossible to talk about lines, for land and savaşın gerçek yüzü tüm çıplaklığıyla verilmiştir. troops are composed with thick brush strokes. The artist Askesi Müze’nin önemli eserlerinden biri olan “ Hücuma generates an ambiguous location by using earth colors sucKalkış” isimli tablosunda ise İki Türk askeri ellerinde tüfekcessfully and fusing together the sky and the troops. You leriyle düşman saldırısına karşı pusuda beklerken betimcannot feel the division of land and sky, giving the paintlenmiştir. Arazinin ve askerlerin verilişinde çizgiden söz ing a feeling of infinity. The artist used warm colors for light etmek mümkün değildir. Tamamen kalın fırça vuruşlarınand preferred purple for shadow. The use of earth colors dan oluşturulmuş bir kompozisyon izlenmektedir. Eserde predominantly, and the use of cold colors for the soldiers’ toprak tonlarını başarıyla kullanan sanatçı gökyüzü ile asuniforms gives balance to the painting. kerlerin yer aldığı alanı birbiriyle kaynaştırarak mekan belirsizliği yaratmıştır. Ustaca yapılmış fırça vuruşlarıyla yer Sami Yetik’s painting of “Türk Kurtuluş Savaşından,” which
ASKERİ MÜZEDE SAVAŞ KONULU TABLOLARIYLA SAMİ YETİK
68 OCAK ŞUBAT MART 2009
documents important details about the Turkish War of Inve gökyüzünün nerede başlayıp nerede bittiği hissediledependence, describes heroic soldiers with guns aiming at memekte, bu da esere bir sonsuzluk duygusu katmaktadır. enemy troops and defending their country fearlessly. Sami Toprak tonlarının ağırlıklı olarak kullanıldığı bu eserde asYetik is more successful in this painting in terms of pattern. kerlerin üzerindeki soğuk renk lekelerinden oluşan elbiseHe applied his academic education successfully to the figler ile dengeyi sağlamıştır. Işık için sıcak renkleri kullanan ures. Instead of combining nature with figures, he preferred sanatçı gölgelerde mor rengi kullanmayı tercih etmiştir. to use figures with clear lines, colors and volumes. The efSami Yetik’in Kurtuluş Savaşından önemli ayrıntıları verdifect of the academic side is intensive in this painting; on ği “Türk Kurtuluş Savaşından” isimli eserinde korkusuzca the other hand, it is possible to notice an impressionistic atvatanını savunmaya koşan kahraman askerler ellerinde mosphere as well. There is a steady defined tüfekleri ile düşman mevzilerine nişan Ustaca yapılmış fırça vuruşlapattern in foreground of the painting, and alır vaziyette betimlenmiştir. Sami Yetik, rıyla yer ve gökyüzünün nerede some figures are melted with color stains bu tablosunda desen yönünden daha babaşlayıp nerede bittiği hissein the background of the painting. Colors dilememekte bu da esere bir şarılıdır. Aldığı akademik eğitimi burada and light in the painting remind us of the sonsuzluk duygusu katmaktafigürleri verirken başarıyla uygulamıştır. impressionists. The activity of war can be dır. Toprak tonlarının ağırlıklı Doğa ile kaynaşmış figürler yerine hacolarak kullanıldığı bu eserde clearly observed in the painting. It is really miyle, çizgisiyle, rengiyle daha belirgin askerlerin üzerindeki soğuk impressive to see a gravitating figure in figürler kullanmayı tercih etmiştir. Aka- renk lekelerinden oluşan front of a fence, standing with a gun and elbiseler ile dengeyi demik yönünün ağır bastığı bu eserinbandoleer. You can see anxiety against war sağlamıştır. de empresyonist havayı da yakalamak in the gesture of the figure. A supine figure mümkündür. Resmin ön tarafında sağlam desen anlayışı highlights the tragic side of the event. göze çarparken arka planda kalan kısımlarda figürleri renk lekeleri içinde eritmiştir. Kullanılan renkler ve ışığın verilAnother Yetik painting, titled “Türk Kurtuluş Savaşından,” mesi bizi yine empresyonistlere götüren özellikler olarak describes a Turkish village which was destroyed by the enkarşımıza çıkmaktadır. Tabloda savaşın hareketliliğini yaemy. The painting describes a combination of background kalamak mümkündür. Ayakta elinde tüfeğiyle, sırtında fiand figures. The painting highlights soldiers using their şekliğiyle siperin ön tarafına doğru yönelmiş olan figürün bayonets when their ammunition runs out, heroically atduruşu gerçekten etkileyicidir. Savaş karşısında duyulan tacking; it also portrays Turkish people using oxcarts as a
SAMI YETIK AND HIS WAR-THEMED PAINTINGS AT THE MILITARY MUSEUM endişenin vücuda yansımasını bu figürde görmek mümkündür. Sırt üstü yere düşmüş asker figürü ise olayın trajik yanını vurgulamaktadır. Yetik’in “Türk Kurtuluş Savaşından” isimli diğer bir eserinde ise düşman tarafından yakılıp yıkılan bir Türk köyü betimlenmiştir. Efelerin yer aldığı tabloda yine mekân ile kaynaşmış figürlere yer verilmiştir. Elinde cephanesi kalmayınca süngüsünü takarak düşmanın üstüne kahramanca yürüyen, siper olarak kağnı arabalarını kullanan Türk halkının milli duygular içersinde tüm gücünü ortaya koyarak çarpışmasını başarıyla gözler önüne sermektedir. Anlam yoğunluğuna önem veren sanatçı Türk halkının ve askerinin çekmiş olduğu zorlukları tuvaline işleyerek bu duyguya seyirciyi de ortak etmektedir. Harabeye dönmüş evlerden yükselen alevler duman olup gökyüzündeki bulutlara karışmaktadır. Alevlerin sıcaklığını vermek amacıyla kullandığı kırmızının tonları esere hem anlam yoğunluğu katmakfence, portraying national feelings. By combining the milita hem de canlılık kazandırmaktadır. Resmin sağ yanında, tary and civilian actions, the artist illustrates the Turkish kağnı arabasının yanında bulunan figür aldığı kurşun darpeople’s and soldiers’ difficulties in the war, inviting viewbeleriyle vücudunu geriye doğru bırakarak düşme pozisers to also feel these difficulties. Flames from the destroyed yonunda betimlenmiştir. Yetik, burada anlık görüntüyü houses are changing into smoke and mixing with clouds. tuvaline yansıtmaya çalışmıştır. The artist uses shades of red not only to render the flames, Sami Yetik imzalı resim koleksiyonunun önemli tablolarınbut to lend a sense of urgency and intensity to the painting. By dan biri olan “Milli Mücadele” isimli eserinde yine empresincluding such figures as the one near the oxcart who is falling yonist havayı yakalamak mümkündür. Diğer eserlerinde olfrom bullets, Yetik tried to include spontaneous images in his duğu gibi konu ve figürlerin yaptığı hareketler esasen aynı canvas. olmakla birlikte kimi ufak farlılıklar da göstermektedir. Bu eserinde diğerlerinden farklı olarak yeşil tonlarını yoğun It is possible to observe the impressionist atmosphere in his olarak kullanmıştır. Kadın figürünü de kullanan sanatçının painting called “Milli Mücadele.” This painting is one of the most Kurtuluş Savaşında kadın erkek fark etmekimportant paintings in his collection. SubYou can not feel land and sky sizin vatanı uğruna omuz omuza düşmana ject and figures are almost the same as in borders; this gives the paintkarşı birlikte çarpışan Türk halkının cesaretihis other paintings, but there are also small ing a feeling of infinity through ni ülkesini işgal etmeye çalışanlara karşı bir professional brush marks. Using differences in this painting. He uses more haykırış olarak tuvaline yansıtmıştır. Eserde of earth colors predominantly shades of green, and female figures are also soğuk tonlar yeşilin açık ve koyu değerleriy- and using of cold colors in used. This shows heroic people attacking le verilmiştir. Burada savaştan çok savaşın uniforms of soldiers gives shoulder to shoulder against the enemy in a balance to the painting. gerisinde yaşananları ve Türk halkının yathe Turkish War Of Independence. The palşanılan zorluklar karşısında yılmadan verdiği mücadeleyi ette is cold, rendered by dark and light green. Thus he illustrates betimlemiştir. the behind the scenes conflict of the Turkish people against difficulties. “Yunan Topçularına Baskın” isimli eserinde konu yine aynı olmakla birlikte bu defa mekânda farklı olarak Yunan askerleriyle yapılan birebir kıyasıya mücadele betimlenmiştir. Atlı askerlerin ellerinde kılıçlarıyla düşman askerlerine karşı verdiği mücadelede savaş ortamını gözler önüne sermektedir.
His painting “Yunan Topçularına Baskın” has a subject which is similar to the other paintings, but this time he pictures one on one conflict with Greek soldiers. The battle of cavalry against enemy soldiers with their swords displays the war atmosphere clearly.
Şişli atölyesindeki çalışmalarında yaptığı savaş konulu tabloları ile Türk Resim sanatında önemli bir yer edinen Sami Yetik’in bu tablolarını Askeri Müze’nin zengin koleksiyonu içerisinde izlemek mümkündür.
It is possible to see Sami Yetik’s war theme paintings, which were made in Şişli workshop, in the Military Museum’s rich collection; these works play an important role in the Turkish history of painting.
69 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
SOKAK MÜZİSYENLERİ
SOKAK MÜZİSYENLERİ Seda Yeşildal* Şefkat Çelebi
70 OCAK ŞUBAT MART 2009
Yardım toplamak için mi, yoksa kıymetinin bilinmediğini düşündükleri sanatlarını icra için mi çaldıkları bilinmeyen ve sanatlarını herkesle, sokakla, caddeyle, en geniş ifadeyle ‘hayatla’ paylaşan kişi veya gruplar… *Yazar / Author
STREET MUSICIANS
STREET MUSICIANS
71 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Street musicians… The one or the ones whom we don’t know whether they play to perform their thankless talent or to share it with everbody, street, avenue that’s to say with ‘life’… İstanbul Metrosu / Istanbul Underground
SOKAK MÜZİSYENLERİ İstiklal Caddesi / Istiklal Street
72 OCAK ŞUBAT MART 2009
© Cihat Hıdır - İstanbul Metrosu / Istanbul Subway
Bazen tek bir gitar, keman, klarnet hatta kemençe; bazen de grup olarak karşımıza çıkan, sokağımızın, caddemizin, yol üstümüzün, kısaca hayatımızın bir parçası olan müzisyenler onlar. Sokak çalgıcıları ya da biraz daha modern bir ifadeyle cadde müzisyenleri. İnsan, tabiatı itibariyle ritme, âhenge, melodiye, anlamlı sese eğilimlidir. Bebekken anneden dinlenilen ve huzurlu uykuların fon müzikleri olan ninnilerden tutun da, ahiret yolculuğuna çıkışta okunan mevlidlere kadar, “beşikten mezara” olan müziğin bu türü, dinleyicisini, muhatabını, ekonomik bir tabir icap ederse müşterisini ayağına çağırmaz. Bu müzik, bizzat muhatabının yolu üstünde, hiçbir merasime, hiçbir kurala ihtiyaç duymadan icra edilir.
© Cihat Hıdır - İstanbul Metrosu / Istanbul Subway
Street musicians… The unknown artists who play we don’t know whether to offer their audience another chance to present their unappreciated talents or to share their talents simply with a larger audience, the streets, the avenues, that is to say with ‘life’… Sometimes with a guitar, a violin, a clarinet even a fiddle; Street musicians or with a more modern concept avenue musicians… Humanbeingby nature is inclined to rhythm, harmony, melody and meaningful sounds. Some types of music, such as lullabies, or mawluds (religious songs sung for the new-
STREET MUSICIANS İstanbul Metrosu / Istanbul Subway
73 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Türk kültüründe, Türk geleneğinde bugün karşımızda ve yaşamımızda olan sokak çalgısının izlerini bulmak hiç de zor değildir. Şiirin musiki ile yanyana yürüdüğü demlerde ve “asıl şiirin” dilinin ve dilin tamamının musiki yapmak olarak algılandığı devirlerde gazel-seralar ve kasidegular; mükellef sofraların, rahat konakların ve saray eğlencelerinin konukları oldukları kadar sokağın da sanatkarıydılar. Sokak destanları da bu minval üzeredir. Eski seyyar gazete satıcıları da, sokaklarda destan okurlar, biriken kalabalığa gazetelerini satarlardı. Sokak veya cadde çalgısının çok değişik kültürlerde, çok değişik biçimleri vardı. Kendilerinden iltifatlarını, alâkaların ve saygılarını esirgemiş insanlardan öç alırcasına kimi zaman bir dükkânın önüne, kimi zaman bir apartman girişinde, bazen de bir park bankında karşımıza çıkabilen; bir mekânda çalmayı hak edememiş veya kendilerinin ifadeleriyle kıymetleri bilinmemiş, dehaları keşfedilememiş kişi veya grupların hayatımızdaki yerleri nedir, nasıl bir boşluk doldururlar, umduklarıyla elde ettikleri bir midir, yoksa arada hayal kırıklığına sebep olan uçurumlar mı vardır? Açtıkları mendilin veya önlerine konulan kutunun içindeki büyüklü küçüklü paralar, bir emeğin, sanatın, yaratıcılığın mükâfatı mı yoksa merhamet eseri bir küçük maddî yardımdır? Bazı çalgıcıların hâlleri, kendilerine verilen paranın sebebi ve hatta anlamıyla pek ilgilenmediklerini göstermek-
borns ), do not require an audience, or to say from an economical point of view any “customers”. This kind of music is performed personally to the addressee without any ceremony or any rules. In the past poetry and music went hand in hand. Poetry was considered creating music with the smallest meaningful part of the language: words. And in turn language was used to create music. The Ottoman poets reciting ghazals (love songs) and odes were the joys of significant dinners and grand mansions as well as the great musicians of streets. Boys selling newspapers on the streets used to recite epic poems while they were selling newspapers and peopleused to gatherto listen them.There were different kinds of street musicians in different cultural regions. Today, finding traces of street performers in our current Turkish culture and customs is still not difficult. Without a real stage to perform or a steady salary they offer their talents. sometimes in front of a store, sometimes in the entrance of an apartment building, sometimes on the bench of a park; a few coins thrown in the handkerchief in front of them … Is it the accurate pay for their work, their music, or their creativity or just a small sign of mercy?
SOKAK MÜZİSYENLERİ
74 OCAK ŞUBAT MART 2009
İstiklal Caddesi / Istiklal Street
STREET MUSICIANS İstiklal Caddesi / Istiklal Street
75 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
tedir. Âmâ ve engelli bir baba ya da annenin yanında flüt veya akordeon çalan çocuk, yapılacak en küçük bir yardıma o kadar muhtaçtır ki, çok zaman parayı kimin verdiği veya ne kadar verildiğiyle ilgilenmez bile. Çaldığının da ne kadar güzel ve başarılı olduğu da ne kendisinin ne de dinleyicisinin umurundadır. Zaten “sokak çalgısı”nda söze ihtiyaç duymayan bir ön anlaşma vardır. İcra edilen musikinin belirlenmiş bir bedeli yoktur ve sokak çalgısından yüksek bir sanat değeri beklenmeyecektir. Kaldı ki belirlenmemiş, “ne verilirse olur” veya “ne verilirse odur” şeklindeki bir ön kabul bile burada müziğin sanatsal kıymetinin değil, yardımlaşmanın, omuz omuza yaşamanın bir göstergesidir. Burada dilenmek yoktur, belki yardım almaya veya yardım etmeye vesile olan saf, samimî, çok zaman acemî bir müzik vardır. Taşı toprağı altın olduğuna inanılan şehirlerde hayatın çok zaman taş gibi soğuk ve sert çehresiyle karşılaşan, “yine ne varsa memleketimde, özümde, uzviyetimin bir parçası olan toprağımda ve onun değerlerinde var” der-
Bazen tek bir gitar, keman, klarnet hatta kemençe; bazen de grup olarak karşımıza çıkan, sokağımızın, caddemizin, yol üstümüzün, kısaca hayatımızın bir parçası olan müzisyenler onlar. Sokak çalgıcıları ya da biraz daha modern bir ifadeyle cadde müzisyenleri.
Some street musicians don’t seem to be interested in the money aspect of it, they simply want to share their talent with others. And for some, the need is so great that they don’t care how much people give or who gives it. When a child is playing the flute or the accordion besides his blind or impaired parent .neither he nor his audience will be particular about the quality of his music. Strangely , there is an invisible preliminary agreement with the ‘street musicians’. There is not an exact price set for the performance , nor a highly artistic performance is expected. “whatever you give is okay” is simply a sign of standing shoulder to shoulder as members of the society. There is no begging here, maybe just a little help from a sincere and usually an amateur music. Then there are the street musicians who have music as their academic background. Our streets are stages to many of Sometimes they are a quitar, a violin, a clarinet even a fiddle; and sometimes they are the musicians we come across as a part of our street, our avenue, our way; in short as a part of our life. Street musicians or with a more modern concept avenue musicians…
SOKAK MÜZİSYENLERİ
76 OCAK ŞUBAT MART 2009
© Cihat Hıdır / İstanbul Metrosu / Istanbul Subway
© Erdem Dereyayla - İstanbul Metrosu / Istanbul Subway
cesine ekmeklerini sazlarından, pınar başlarında, dağ yamaçlarında çaldıkları kavallarından çıkaran alaylı taşra insanları bir yana, senelerce konservatuar okumuş, kendilerini tatmin etmeyen veya kendilerinin tatmin edemedikleri mekânlardan sonra, sokağın, yani hayatın içine dalan okullu müzisyenler de sokağımızın, caddemizin müzisyenleridir. Daha ziyade kalabalık, hiç kimsenin, hiç kimsenin kıyafetine, hâline, tavrına bakmadığı iki yanı cafelerle, lokantalarla, alışveriş merkezleriyle dolu büyük caddelerde, metrolarda çalan bu kişi veya topluluklar diplomalarının haklarını vermeyen, sanatın değerini ve mânâsını anlamayan insanlara bir anlamda kusurlarını gösteriyorlar. “Ayaklarımın dibine açılan bu mendil, yanı başıma koyulan bu kutu, sanatımın değersizliğini değil, sanatın sizin katınızdaki değersizliğini gösteriyor...” “Bütün genellemeler tehlikelidir, bu da dahil” diyen kişiye hak vererek belirtmek gerekir ki sokak çalgısının bin bir çeşidi olabilir, sokak çalgıcısının sokakta oluşunun bin bir ayrı sebebi ve anlamı olabilir. Bu, sadece şahsî zevkten, kişinin, müziğini dar dinleyici kitlesinden ziyade akmakta olan hayatla yüzleştirmek arzusundan da kaynaklanabilir. Yukarıda değinildiği gibi, sokak çalgısının her ne kadar gelenekte az çok var olduğu kabul edilse bile, esasen sokak çalgısının modernizmle, şehirleşmeyle neşv ü nema bulduğunu söylemek yanlış olmaz. Sokak müziği şehirli bir müziktir. Bugünkü dünyanın büyük metropollerinde örneklerine ve çeşitlerine sıkça rastlanan sokak çalgıcıları, modern insanın hızlı hayatıyla, bu hayatın durup düşünmeye imkân bırakmayan, sürekli hareket etmek ve değişmekten yana olan, bir yerde konaklamaktan ziyade sürekli değişmeye dayalı hayat tarzına olgusuna
them, who in fact study or have studied music as a profes-
Sanatın birçok kolunda olduğu gibi sokak çalgısında da renkler, inançlar, cinsler, ideolojiler vs. insanlığı farklı noktalara dağıtan birçok unsur silinir ve ortada kâinatın düşünebilen, hissedebilen parçası olan “insan” kalır.
sion. Some are unsatisfied with where their career is heading and some maybe need that extra little cash. So they head to the streets, surrounding themselves by cafes, restaurants, shopping centers and metro stations, where people can be quite aloof, as opposed to the country life, where the shepherd’s flute pronounces the spirit and the values of the land. In a way, they are telling us that by not providing other options we show our disregard of their artistry, therefore the real value of music: “this handkerchief, this small box beside my foot show not the poor quality of my music, but your lack of appreciation.” The idea that ‘ generalizations are dangerous’ is true and we should mention here that the above are not the only reasons for all the street performers. In fact there must be as many personal reasons as their numbers for sharing their talents with us. Though street musicians have traditionally always been around it is safe to say that they are now blossoming from the perspective of increasing urbanization. . With their variety of music street musicians can be found in all the metropolises of the world. They are strongly related to the concept of fast life of modern city people. Life in the city runs breathlessly, requiring constant change and action, and street musicians certainly add to the exuberance of the scenery. İstiklal Street is without a doubt one of those places of action.With its brightly lit shops and restaurants,
As in many brances of life, in music too many things scattering people to different polars like colours, beliefs, sexes, ideologies are all disregarded and what rests is a ‘human being’ in the universe capable of thinking and feeling.
STREET MUSICIANS İstiklal Caddesi / Istiklal Street
77 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
çok bağlıdır. Bu hâlleriyle sokak çalgıcılarını şehir dekopeople of many colors, nationality, age and gender, is one runun renkli ve sevimli aksesuarları olarak görmek de of the most lively places in Istanbul,. Imagining an İstiklal mümkündür. İstanbul’un her milleti, her yaşı, her cinsi, Street deprived of its musicians is a street deprived of its her dini kucaklayan peyzajının en mucizeli yerlerinden spirit. birisi olan İstiklâl Caddesi’nin bazıları seyyare(gezgin), bazıları sâbite olan çalgıcıları, artık hafıza ve hatıraların ‘Music is like praying’ says Ismail Dede, excerpted from değişmez unsurlarıdırlar. Bu müzisyenlerden yoksun bir İstiklâl, bundan sonra yarım bir İstiklâl’dir. one of Tanpinar’s articles. ‘Praying shapes the concept of “Musiki duaya benzer. Dua, Allah’ı, kendi Sokak çalgısının her ne kadar ‘God’ with the flutters of our soul. All our çırpınışımızla içimizden bir şey gibi yara- gelenekte az çok var olduğu ka- fears, obstacles, all the rules are forgotten tır. Öğretilen her şey, bütün akideler, kor- bul edilse bile, esasen sokak çalin the very moment when we realize our kular, engeller, insanın kendi üstüne kat- gısının modernizmle, şehirleşminuteness in the face of this overwhelmlandığı, varlığındaki biçareliğin şuuruna meyle neşv ü nema bulduğunu ing universe. Our faith in the existence of erdiği, onu ezici kâinatla karşı karşıya söylemek yanlış olmaz. Sokak ‘God’ rises from this very realization. So gördüğü bu yalnızlık ânında hepsi unu- müziği şehirli bir müziktir. tulur. Bu biçarelik şuurunun, bu yalnızlıdoes music. The more it discovers itself, its Although it is accepted that ğın arasından Allah bütün parlaklığıyla aim, its purpose of existence, the better it street musicians have a doğar. Musiki de öyledir. Kendi üzerine place in tradition, it isn’t wrong to evolves itself. Music is just a beginning, not döndükçe kendisini, hedefini, mevzusay that they are blossiming when a purpose in itself or a destination It is –as unu yaratır. Musikinin maddesi yoktur. looked from the window of urban- Valery says- a kind of tickling in our throat Başlangıcı vardır. Bu, hançeremizin veya ization and modernity. Street mu- and our nerves. The rest is born within its asabımızın -Valéry’nin dediği gibi- bir gısic is a music of urban. own universe and stays therein. cıklanışıdır. Geri taraf, asıl kumaş kendiliğinden ve kâinatıyla birlikte beraber doğar. Music reforms the human being. it erases him, changes him, Maddesi olmadığı için insanı ele alarak işe başlar, onu sicreates many dimensions of him. And finally there rests a ler, değiştirir, ona ayrı zamanlar icat eder. Sonunda tıpkı ‘Me’ apart from me. And this ‘me’ is which is equal to the dua gibi ortada benden başka bir şey olan bir “Ben” kalır. universe.’
SOKAK MÜZİSYENLERİ © Cihat Hıdır - İstanbul Metrosu / Istanbul Subway
78 OCAK ŞUBAT MART 2009
Ve bu benlik kâinatın bir nevi eşitidir”. ” Tanpınar’ın İsmail Dede hakkında yazdığı bir yazıdan alınan yukarıdaki cümleler, müziğin, insanoğlunu beşerî ve ilahî hadlerin arasında nasıl bir seyre çıkardığını, aradaki bütün sebepleri, vasıtaları silerek, insanı Yaratıcısıyla nasıl buluşturduğunu zarif ve net bir şekilde gösteriyor. Müzik, elbette diğer sanatlar gibi ferdî ve millî bir zevk ve seviye ürünü olan bir göstergedir. Nağmeler, toplumların ve kavimlerinin söze ihtiyaç duymayan nakış ve hafızalarıdır. Dikkate değer olan şudur ki, bu kadar yerel ve millî olan bu sanat aynı zamanda belki de en evrensel, en cihanşümul sanattır. Çünkü malzemesi sestir, nağmedir. Sokak çalgısının caddelerde, metrolarda sık sık karşımıza çıkması işte müziğin bu özelliğiyle de çok yakından ilgili olsa gerektir Bir Avrupa şehrinin küçük bir kasabasından çıkıp “özge âlemler temaşa etme” isteğiyle Doğu’ya gelen bir seyyahın, sadece mızıkasına güvenerek şehir şehir gezebilmesi, karnının acıktığı yerde bağdaş kurup müziğini yapması ve kazandığıyla yemeğini alabilmesi sokak çalgısının evrenselliğini, kültürler arasındaki arabulucu misyonunu da en iyi şekilde göstermektedir. Bu tür bir icra, bu yönden bakıldığında bir kültür elçisi, bir barış davetkârıdır. Sanatın birçok kolunda olduğu gibi sokak çalgısında da renkler, inançlar, cinsler, ideolojiler vs. insanlığı farklı noktalara dağıtan birçok unsur silinir ve ortada kâinatın düşünebilen, hissedebilen parçası olan “insan” kalır.
In the same article Tanpinar talks abouthow music helps the human being to contemplate on the border between humanness and divinity, erasing all means and reasons that liein between , how the human meets his Creator in a gentle and clear way. Music is enjoyed both individually and often as a society, as a kind of indicator, a balancer. Melodies are in a way embroideries and memoirs of communities or tribes. It is a universal art, to express what is worth telling at a local or national level by means of sound and melody..The reason why we see street musicians as performers all around us is mainly this characteristic of music. A traveler from a small town in Europe with a desire to ‘discover new worlds’ traveling to the East, going from town to town, playing his harmonica to make money when he needs it shows us also the universality of a street musician and his role as a bridge between cultures. from this perspective the street musician is a kind of ambassador of culture and an inviter for peace. As life offers countless branches, all reasons that scatter people to different directions of color, gender, religion and , ideologies are all disregarded with music and what rests is a ‘human being’ in the universe capable of thinking and feeling.
İSTANBUL’DA MARTI OLMAK
İSTANBUL’ 80 OCAK ŞUBAT MART 2009
OLMAK Halit Ömer Camcı
BEING A GULL IN ISTANBUL
*Yazar - Fotoğrafçı / Author-Photographer
BEING A GULL IN ISTANBUL
81 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Yukarıdan bakmak.
Bir simitle, Boğazda dolanan dalgın bir balıkla karnını doyurmaya razı olmak ve dünyanın en güzel şehrine yukardan bakmak. Başka hangi şehir martılarıyla anılabilir? Hangi şehrin bu kadar güzel martısı olabilir? Üsküdar, Eminönü, Bebek, Sarayburnu, Karaköy.. Başka hangi şehirde bir araya gelebilir? İçinden ırmak geçen şehirler elbette güzeldir. Başka hangi şehrin içinden derin bir deniz geçmektedir? Ve o şehrin göklerinde, sonsuzlukta uçar gibi hangi martılar uçabilir?
Looking
from above. Being content with a simit or a distracted fish that roams the Bosphorus for your dinner and to look at the most beautiful city on earth from above. What other city is recalled through its gulls? What city can have such beautiful gulls? Üsküdar, Eminonu, Bebek, Sarayburnu, Karakoy.. in what other city can all these come together? Of course the cities that have rivers run through them are beautiful, but what other city has a deep sea running through it? And what gulls can fly in the skies of those cities, as if flying in eternity?
İSTANBUL’DA MARTI OLMAK
82 OCAK ŞUBAT MART 2009
Kız Kulesi’nde gün batımı / The sunset in the Maiden’s Tower
BEING A GULL IN ISTANBUL Bir gün gökyüzü maviydi. Deniz maviydi. Bulutlar martılar ve vapurlar bu mavilik içinde yüzen beyaz lekelerden ibaretti. O gün İstanbul sanki beyaz bir gelinlik giyinmişti. Vapurlardan biri uğuldadı. Bir başka vapur ona karşılık verdi. Kıştı ama güneş vardı. Soğuktu ama kanlar kalplerden sımsıcak akmaktaydı. Bir yolcu sıcak çayını yudumladı. Bir başkası elindeki simitten bir parça kopardı. Beyaz bulutlara fırlattı. Beyaz bir martı simidi kaptı. Ve uçtu uçtu Ayasofya’nın minaresine ulaştı. Bin yılların kubbesini aştı. Sultanahmed’in üstünde dolaştı. Ucu gözükmeyen göklerden zamanlar arasına karıştı. Bir gladyatör bomboş hipodromda kumdan yolun ortasına oturmuş ağlamaktaydı. İstanbul masmavi bir denize girmiş yemyeşil bir deryaydı. Ağaçlar içinde Bizans’ın eski sarayında bir heykeltraş taşlar içinden bir baş çıkarmaktaydı. Bir başkası heykelinden yonttuğu yüzün güzelliğine hayran hayran bakakalmıştı. Bir diğeri zaman’dan yontarak sonsuzluğa bakan yüzler tasarlamaktaydı. Ayasofya’da bir aziz gözlerinden süzülen yaşlarla İncil okumaktaydı. ‘Eğer insanların ve meleklerin dilleriyle konuşursam, ama sevgim olmazsa, ses çıkaran bir bakır ya da öten bir zil olmuş olurum sadece.’ Binbir zahmetlerle Mısırdan bir taş getirtilmiş ve taşın konulacağı yer belirlenmişti. Kral sarayının penceresinden halkını selamlamaktaydı. Taş yüzlerce insanın gayreti ile halatlarla çekilerek ayağa kaldırıldı. Taşın üzerinden bir baykuş martıya bakmaktaydı. Taşın üstündeki hiyeroglif yazısı tam ikibin yıl önce yazılmıştı. Artık ne bu yazıyı yazan ne de okuyan kalmıştı. Bir öğle vakti ve yazdı. Yağmur yağdı. Yağmur, Kız Kulesi’ndeki kızın yanaklarındaki gözyaşına karıştı. Kuledeki kızın kalbi saraydaki babasına kırgın ve ağlamaklıydı. Upuzun sapsarı saçları vardı. Güneş güzel yüzünü aydınlatıyor ama kalbine huzur veremiyordu. Martı kızı kulede bıraktı. Uzaklara uzaklara kanat açtı. Anemas zindanında bir mahkum, yüksekçe bir duvarın aralığından içeri sızan ışıkla sevdiği kızın yüzünü hayal etti. Işıksız düşünemezdi. Karanlıkta sevemezdi. Martı ardından bir sabaha kanat çırptı. Haliç’te yelkenli bir gemi surların kenarından suları yalayarak ilerliyordu. Gecenin sisi henüz dağılmamıştı. Güneşin ışıkları Haliç’in sularında sahile gidip gidip gelmeye başladığında geminin etrafında başka gemilerin de olduğu farkedildi. Şehrin insanları sabah mahmurluklarını atmak üzere denize baktıklarında pastel bir resmin içinde onlarca geminin yüzdüğünü gördüler. Aynı anda kartal bakışlı bir adam çok uzaktan, atının üzerinden Kostantinopol’e bakmaktaydı. Martı, artık Fatih diye anılacak bu adamın başının üzerinde de bir tur attı. Az sonra zaman başkalaştı. Bitip tükenmek üzere olan şehirde yeni bir canlanma oldu. Her yerde yeni yapılar yükseldi, yeni bir hayat başladı.
One day, the sky was blue. The sea was blue. The clouds, the gulls and the boats were nothing but white specs swimming in this blueness. That day, it was as if Istanbul had put on a white wedding dress. One of the boats sounded its horn. Another responded to it. It was winter time, but still there was the sun. It was cold, but blood coursed hot through the hearts. A passenger sipped his warm tea. Another broke a piece from his simit. He threw it to the white clouds. A white gull caught it in midair. And it flew and flew. It reached the minarets of Ayasofya. It flew over the dome of a thousand years. It soared above Sultanahmed. From the skies with no end, it entered a space of multilayered time. A gladiator was sitting on the sand, in the middle of the empty hippodrome, crying. Istanbul was a green ocean that had entered a blue sea. In the old Byzantine palace ensconced in trees, a sculptor was carving out a head from a rock. Another one was struck in awe at the beauty of the face he had carved out from lifeless stone. Yet another one carving faces out of time that looked unto eternity. A saint was reading the Bible in Hagia Sophia, tears rolling down from his eyes. ‘If I speak with the tongues of mean and angels and have not love, I have become a sounding brass or a tinkling cymbal’. The stone from Egypt had been brought with great difficulty and where it was to be put was already decided. The king was saluting his people from the window of his palace. The stone was pulled to the upright position by hundreds of people pulling at the ropes. An owl from the face of the stone was looking at the gull. The hieroglyphs on the stone had been written some two thousand years ago. The people who wrote and read this writing were no more. It was noon, summer time. It rained. The rain mingled with the tears of the girl who was at the Maiden’s Tower. The heart of the girl at the tower was hurt at her father’s behaviour. She had long, blond hair. The sun lightened up her face but not her heart. The gull left the girl at the tower. It opened its wings towards new horizons. A convict at the Anemas dungeon thought of the face of the girl he loved in the light that seeped through the crack in the high wall. He could not think without light. He could not love in the dark. The gull then flapped its wings towards another morning. In the Golden Horn a sailing ship sailed by the ramparts of the city walls. The night fog had not yet dissipated. When the sun’s rays started to hit the shores of the Golden Horn, one could see that there were other ships around it. When the inhabitants of the city looked at the sea bleary eyed, trying to dispel sleep from their eyes, they saw that dozens of ships were sailing in what looked like a pastel painting. At the same time, a man with an eagle’s gaze was looking at Constantinople from atop his horse. The gull circled above the head of this man who from now on would be called Fatih, the Conqueror. Then time revolved again. There was another commotion in the city that seemed to be disappearing away. New buildings rose up everywhere, a new life started. The garden of the church of Ayia Teodosia was full of roses. When Fatih appeared at the gates of the church, Byzantine girls, their baskets full of
83 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Boğaz Köprüsü / The Bosphorus Bridge
-PA HITAF NE ENITNAZYB , OT DETRATS OHW NATLUS SAW SESOR F Hidiv Kasrı / Hidiv Summer Palace
Bozdoğan Kemeri / The Bozdogan Arch
Ayasofya / Hagiasophia
AYİA TEODOSİA KİLİSESİNİN İÇİ GÜLLERLE DOLUYDU. .UDYULOD ELRELLÜG İÇİ NİNİSESİ FATİH, BEYAZ ATININ ÜZERİNDE KİLİSENİN KAPISIN- ADNISIPAK NİNESİLİK EDNİREZÜ DA BELİRİNCE ELLERİNDEKİ GÜL DOLU SEPETLERLE RALZIK ILSNAZİB ELRELTEPES ULO BİZANSLI KIZLAR SULTAN’IN BAŞINA GÜLLER ATMAYA .RALIDALŞAB AYAMTA RELLÜG ANI BAŞLADILAR. HER YER GÜL KOKULARINA KARIŞTI. .ITŞIRAK ANIRALUKOK LÜG REY RE W .SESOR FO LLUF SAW AISODOET AIYAAYIA TEODOSIA WAS FULL OF ROSES. WHEN FATIH APCRUHC EHT FO SETAG EHT TA DERAEPPEARED AT THE GATES OF THE CHURCH, BYZANTINE SESOR FO LLUF STEKSAB RIEHT ,SLRIGGIRLS, THEIR BASKETS FULL OF ROSES, STARTED TO EHT FO DAEH EHT REVO MEHT REWOHSSHOWER THEM OVER THE HEAD OF THE SULTAN WHO LLEMS EHT .NWOT EHT GNIRUOT SAWWAS TOURING THE TOWN. THE SMELL OF ROSES WAS .EREHWYREVEEVERYWHERE.
İSTANBUL’DA MARTI OLMAK Süleymaniye Külliyesi ve İstanbul / The Suleymaniye Complex and Istanbul
86 OCAK ŞUBAT MART 2009
Ayia Teodosia kilisesinin içi güllerle doluydu. Fatih beyaz atının üzerinde kilisenin kapısında belirince ellerindeki gül dolu sepetlerle Bizanslı kızlar şehri dolaşan Sultan’ın başına güller atmaya başladılar. Her yer gül kokularına karıştı. Bir taş işçisi Süleymaniye’nin kubbe taşlarını kesmekteydi. Alnından pırıl pırıl bir ter düşmeye başladı. Terin düştüğü yerde billur bir avize gibi parlayan Süleymaniye, şehrin silüeti oldu. Bir başka işçi Topkapı Sarayı’nın Adalet Kulesinin inşaatına yeni bir taş koydu. Bu taş tüm dünyada dengeyi, adaleti, huzuru ve sükunu temsil ediyordu. Saray bir çınarı andırıyordu. Adalet kulesi bu çınarın gövdesi, diğer yapılar da dalları gibi geniş ve kapsayıcıydı. Adalet; asıl anlamıyla merhamet ve şekat demekti. Şefkat dolu bir yüreğe sahip yaşlı bir adam elinde tuttuğu bir çınar fidesi ile Beyazıd Camii’nin avlusunda toprağı kazmaktaydı. Torunu onun her hareketini izliyor, bir şiirin dizelerini okur gibi dedesine bakıyordu. Dikilen bir ağaç değil, geleceğe bırakılan kıymetli bir mirastı. Martı Adalet Kulesi’nden Beyazıt’ta yeni dikilen bu çınarın hemencecik büyüyen bir dalına kondu. Oradan tekrar Topkapı Sarayına ve bir başka zamana uçtu. Matrakçı Nasuh Saray’ın nakkaşhanesinde bir minyatür çiziyordu. Yeryüzünün kuşbakışı görünümünü hayal ediyordu. Dağlar içinde uçuşan kuşlar, kuşların altında ovalar, ovalarda ceylanlar düşlüyordu. Geleceğin İstanbul’unu tasavvur ediyordu. Çizdiği minyatürde martılar uçuşuyordu. Beyaz gemiler boğazda yüzüyordu. Sonra İstanbul’a eş şehirleri düşündü. Yok yok, bu
BEING A GULL IN ISTANBUL Boğazda gemiler / Ships in Bosphorus roses, started to shower them over the head of the Sultan who was touring the town. The smell of roses was everywhere.
şehre eş olmaz ancak kard’eş şehirler olabilirdi. İsfahan, Bağdat, Kudüs, Saraybosna, Venedik, Odessa.. Elindeki kamıştan kağıda mürekkep akarken martı oradan Galata’ya uçmaya başladı. Büyük kulenin etrafında turladıktan sonra Mevlevihane’nin bahçesindeki çeşmeye kondu. Şeyh Galip Hüsnü Aşk’tan bir cümle söylemekteydi. Alev denizinde mumdan bir gemi yüzmekteydi. Martı Galata’dan kanat çırptı. Suriçinin etrafından turlayarak Yedikule Zindanları’na oradan da Yenikapı Dergah’ına vardı. İsmail Dede Efendi odasında yeni bestesinin melodilerini mırıldanmaktaydı. ‘Aklımı yağmâya verip fikrimi şaştım, Mecnûn’a şimdi eş - olup dağlara düştüm.’ Dede’nin ruhunda kainat, seslerden bir küreydi. İnsan sesle doğar, sesle yaşar, yaşamın sonunda da ölmez, sus’ardı. Sonsuzluğun sesi dergahta dönen semazenlerin etekleri içindeki sükunette saklıydı. Görüntüde semazen dönüyor, Dede susuyordu. Martı bu sesizlik içinde semazen gibi gökyüzünde döne döne uçmaya başladı. İskelede sabahın ilk ışıklarında kaptan vapura binen yolculara bakarak sıcak çayını yudumluyordu. Birazdan dünyanın en güzel boğaz’ında bir kıyıdan değerine geçişlerle sürecek yolculuğu başlayacaktı. Vapurun tutamaklarına dirseklerini dayamış, iskelenin çatısına konup konup kalkan martılara bakıyordu. Geçmişi ve geleceği aynı anda düşünüyordu. Tüm bu şehirden gelip geçmiş (belki de) milyarlarca insanı hayal ediyordu. Vakti gelince dümenin başına geçti. ‘Bismillah’ deyip motoru çalıştırdı. Arkada Suriçi, solunda Karaköy, az ilerde Kız Kulesi... Bir kuğu gibi Boğazda yol almaya başladı. Beyaz bulutlar mavi gökte ilerlerken beyaz kanatlı martı bembeyaz vapurun ardına takıldı. Güneş yeni bir güne doğmuş olmanın neşesi ile yükselmeye başladı.
A stone mason was cutting the stones for the dome of Süleymaniye. Glistening sweat started to came down from his forehead. Where the sweat drops fell, Süleymaniye arose, shining like a crystal, defining the silhouette of the city. Another workman put a new stone in the construction of the tower of Justice at Topkapı Palace. The stone symbolized balance, justice, peace and tranquillity in the whole world. The palace resembled a sycamore tree. The tower of justice was the body of this sycamore, and the other buildings were also broad and encompassing like branches. Justice in fact meant mercy and affection. An old man, his heart full of affection, was digging the earth in the garden of Bayezid Mosque to plant a sycamore there. His grandson was watching his every move, as if carefully reading the lines of a poem. What was being planted was not a tree but a precious heritage for the future. The gull flew from the top of the Tower of Justice to a fast growing branch of this sycamore planted in Beyazıt. Then it flew back again to Topkapı Palace, and to another time. Matrakçı Nasuh was painting a miniature in the nakkaşhane workshop of the palace. He was imagining a bird eye’s view of the world. He imagined birds flying in between mountains, the valleys spread out under the birds, and gazelles in these valleys. He imagined the Istanbul of the future. Gulls flew about in the miniatures he painted. White ships sailed in the Bosphorus. Then he thought of cities that were equivalent to Istanbul. No, that was impossible, there was no equal to this city, only siblings: Isfahan, Baghdad, Jerusalem, Sarajevo, Venice, Odessa… While ink poured from the reed he was holding onto the paper, the gull started to fly to Galata from there. After circling around the great tower it perched on the fountain in the garden of the Mevlevihane of the dervishes. Şeyh Galip was reciting a line from Hüsnü Aşk. A ship of wax was sailing in a sea of fire. The gull flapped its wings away from Galata. He toured the districts inside the city walls, he went to the Yedikule Dungeons and then to the Yenikapı dergah. İsmail Dede Efendi was murmuring the melodies of his new composition. ‘I gave up my intellectual up for ransack and my thoughts have gone astray. I am now companion to Mecnun and I roam the mountains’. In the soul of Dede, the universe was a sphere made up of sounds. Man was born with sound, lived with sound, and at the end of his life he did not die, but stayed silent. The sound of eternity was hidden in the silence of the skirts of the, semazen, the whirling dervishes in the dergah. In appearance, the semazen whirled, and Dede stayed silent. In this silence, the gull, too, started to whirl in the sky. The captain was sipping his warm tea in the first lights of the morning, watching the passengers board his ferry from the quay. In a minute his repeating voyage of passage from one side of the most beautiful strait on earth to the other would start. He put his arms on the banisters of the ferry and watched the gulls perching and taking off from the roof of the quay. He thought of the past and the future in the same instant. He thought of all the people, possibly billions, who had passed through this city. When the time was up he took his position by the rudder, said ‘In the name of Allah’ and started the engine. The city walls at his back, Karaköy on his left, and the Maiden Tower not too far way, he started to move in the strait like a swan. As the white clouds made way in the blue sky, the gull with the white wings started to follow the white ferry. The sun started to rise in the sky with the happiness of having dawned to a new day.
87 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
İSTANBUL’UN AŞK OCAKLARI
İSTANBUL’AŞK OCAKLARI UN
Sezai Küçük* Halit Ömer Camcı OCAK ŞUBAT MART 2009
LOVE SEEDBED
ISTANBUL
OF
*Yrd.Doç.Dr., Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı
LOVE SEEDBED OF ISTANBUL Atâullah Dede / Galata Mevlevihanesi - The Mevlevi Lodge of Galata
89 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Anadolu topraklarında XIII. asır sonlarına doğru Mevlana'nın musiki, şiir ve sema ile müzeyyen kıldığı tasavvuf anlayışı çerçevesinde, oğlu Sultan Veled tarafından kurulan Mevlevilik, Konya Mevlana Dergahı merkez olmak üzere erken Osmanlı dönemi boyunca Anadolu'nun önemli merkezlerinde, manevi eğitim ocakları olmakla birlikte, birer sanat merkezi ve musiki konservatuarları sayılan mevlevihaneler tesis etmiş, İstanbul'un fethiyle birlikte de şehrin gündelik hayatına giren ilk tarikatlardan biri olmuştur. İstanbul'da ilk mevlevihanenin faaliyete geçmesinden, tekkelerin kapatılma tarihi olan 1925 yılında kadar geçen beş asır süre zarfında, her ne kadar varlığını sürdüren beş mevlevihaneden (Galata, Yenikapı, Beşiktaş/Bahariye, Kasımpaşa ve Üsküdar) söz edilse de, bunlara kaynaklarda isimlerine rastlanan fakat diğer beş mevlevihane gibi ömürlü olmayan, üç mevlevihanenin de ilave edilmesi gerekmektedir. Böylece beş asır boyunca İstanbul'da dokuz mevlevihane tesis edilmiş olmaktadır. Fetihten hemen sonra Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) Hristos Akataleptos Kilisesi'ni camiye çevirmiş, daha sonra da Kalenderhane Zaviyesi olarak dervişlere tahsis edilen bu mekan, bir Mevlevi Dergahı şeklinde dönüştürülmüş ve böylece fetihten sonra İstanbul'da açılan ilk mevlevihane olma özelliğini kazanmıştır. Yaygın kanaata göre bu Mevlevihane fazla ömürlü olmamıştır. Daha sonra 897/14911492'de Divane Mehmed Çelebi adına Galata (Kulekapısı) Mevlevihanesi kurulmuş ve birçok kaynakta ilk Mevlevihane olarak gösterilmiştir. Fatih döneminde açılan zaviyeyi ilk
In Anatolia, towards the end of the 13th century, the Mevlevi Order formed by Sultan Veled, the son of Mevlana Jalaluddin Rumi, in the framework of the tasawouf understanding embellished with music, poem and sema (the dhikr of the dervishes whirling) by Mevlana himself has been the spiritual training centers of which head was The Mevlevi Lodge in Konya, in the important places of Anatolia during the Ottomans’ period. Also it has functioned as an art center and conservatory, and together with the conquest of Istanbul, it has become one of the first tariqahs, spiritual paths, involving the daily life of the city. Although only five Mevlevi lodges (Galata, Yenikapı, Beşiktaş/ Bahariye, Kasımpaşa and Üsküdar) continuing their existence are mentioned during the five year-period starting from the first Mevlevi lodge in Istanbul being in service to 1925, the year when the lodges were closed down, it is necessary to add them another three lodges of which names are considered in the sources, but they didn’t live long as much as the former five ones. Thus, there have been nine Mevlevi lodges in Istanbul for five centuries. Just after the conquest, Mehmet II the Conqueror (1451-1481) changed the The Church of Hristos Akataleptos into a mosque, and later, this place that was assigned for the dervishes as Kalenderhane Zaviyesi (seclusion place) converted into a Mevlevi lodge, hence it acquired the feature of being the first Mevlevi lodge founded in Istanbul after the conquest. According to the common belief, this lodge didn’t live long. Later, in 1491-1492 (897 in the hijri calendar) the Galata (Kulekapısı) Lodge was
İSTANBUL’UN AŞK OCAKLARI
90 OCAK ŞUBAT MART 2009
Yenikapı Mevlevihanesi / The Mevlevi Lodge of Yenikapı
LOVE SEEDBED OF ISTANBUL Süheyl Ünver kaleminden Yenikapı Mevlevihanesi çizimi / A drawing of the Yenikapi Lodge by Suheyl Unver
91 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
mevlevihane kabul edersek, istanbul'da kurulan ikinci Mevlevi tekkesi de diyebileceğimiz Galata Mevlevihanesi'nin tesisiyle birlikte, İstanbul Mevlevilik tarihinde ilk özgün Mevlevi dergahı vücuda gelmiş olmaktadır. İstanbul'daki üçüncü Mevlevi tekkesi, Mevlana soyundan olup Nakşbendi şeyhi Molla ilahiye intisab ederek Nakşi icazeti alan Abid Çelebi (ö. 903/1497) XV. yüzyıl sonunda Fatih semtinde Otlukçu Yokuşu'nda kurduğu dergahtır. Bazı kaynaklarda Fatih Mevlevihanesi şeklinde geçen ve hem Mevlevi hem de Nakşi tarikatının temsilciliğini yapan bu tekke de uzun ömürlü olmamıştır. Bu Mevlevi tekkesinden sonra İstanbul'da, 1007/1598'de Yenikapı, 1031/1622'de Beşiktaş, XVII. yüzyılın ikinci çeyreğinde (1623-1631) Kasımpaşa ve 1208/1793'te Üsküdar mevlevihaneleri tesis edilmiştir. Tekkelerin kapatılma tarihi olan 1925 yılına kadar varlığını sürdüren (İlk zaviye ve Abid Çelebi tekkesi hariç) bu beş mevlevihanenin dışında, Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde ismi geçen Sultan Mustafa döneminde kurulan ve bir zelzelede yıkılıp bir daha faaliyete geçemeyen Eyüb Mevlevihanesi ve 1229/1814'te Kasımpaşa Mevlevihanesi dervişlerinden Mehmed Dede (ö. 1240/1824)'nin Eyüp'te Gümüşsüyü civarında İdris Köşkü diye maruf mekanda kurduğu iki Mevlevihane daha mevcuttur. Dolapçı Mehmed Dede'nin 1240/1824 senesi Şevval ayı içinde vefatıyla da bu tekke de tarihe karışmıştır ve bugün mevcut değildir. Mevleviliğin İstanbul merkezli Osmanlı tarikat kültüründe tarih boyunca çok önemli bir yeri
founded on behalf of Dîvâne Mehmed Çelebi, and it was determined as the first Mevlevi lodge of Istanbul in many sources. If we consider the seclusion place (zaviye) founded in the period of Mehmed the Conqueror as the first Mevlevi lodge, together with the foundation of the Galata Lodge which is the second Mevlevi lodge of Istanbul, the first authentic Mevlevi lodge through the Mevlevi history of Istanbul has arisen. The third Mevlevi lodge of Istanbul is the one founded by Âbid Çelebi (d.903/1497) that belonged to Mevlana dynasty and took hand from Molla İlâhi, a Nakhshibandi sheikh, thus had a Nakşi icaza (a kind of certification peculiar to the Nakhshibandi Order. He founded the lodge in Otlukçu Yokuşu in Fatih at the end of 15th century. This lodge which is called the Mevlevi Lodge of Fatih in certain sources and represented both the Mevlevi and Nakşi Traditions hadn’t lived long, either. After this lodge, there were a few lodges founded in Istanbul such as the Yenikapı lodge (in 1007/1958), the Beşiktaş lodge (in 1031/1622), the Kasımpaşa lodge (in the second quarter of 17th century, in 1623-1631) and the Üsküdar lodge (in 1208/1793). Apart from those five Mevlevi lodges which serviced until 1925, the year when the lodges were closed down, (except the first zaviye and the Âbid Çelebi Lodge), there is also the Eyüp Mevlevi Lodge which was considered in Seyahatname of Evliya Çelebi and founded in the period of Sultan Mustafa but collapsed be-
İSTANBUL’UN AŞK OCAKLARI Ahmed Remzi Akyürek / The Mevlevi Lodge of Uskudar Ahmed Remzi Akyürek / Üsküdar Mevlevihanesi
Ahmet Celaleddin Dede / Galata Mevlevihanesi
Ahmet Celaleddin Dede / The Mevlevi Lodge of Galata
92 OCAK ŞUBAT MART 2009
vardır. Bu önemine rağmen istanbul'daki diğer tarikatların çoğundan daha az sayıda tekkeye sahip olmuştur. Bunun başlıca sebebi de, diğer tarikatlardan farklı olarak Mevleviliğin bazı araştırmacıların "popüler sufizim" diye adlandırdıkları, geniş tabanlı tasavvuf hayatı yerine, başından beri tasavvuf kültürünün klasik boyutunu temsil etmesi, düşüncesi, edebiyatı, musikisi, irfanı, adab ve erkanı ile daha seçkin bir düzeye hitap etmesi olduğu kabul edilmiştir. Bu noktadan hareketle de İstanbul Mevlevihaneleri Mevlevi kültürünün merkezi olmaları yanında bu şehrin kültür ve sanat hayatını besleyen musikide, şiirde ve sanatta zirve kabul edilen birçok sanatkarın yetiştiği mekanlar olmuşlardır. GALATA MEVLEVİHANESİ Tarihi kaynaklarda Kulekapı Mevlevihanesi diye geçen ve halk arasında Galib Dede Dergahı adıyla da bilinen Galata Mevlevihanesi, İstanbul'daki ilk büyük Mevlevi kuruluşudur. Bugün Beyoğlu ilçesi, Şahkulu Mahallesi'nde Galib Dede Caddesi üzerinde bulunan Galata Mevlevihanesi, II. Bayezid dönemi devlet adamlarından İskender Paşa (1481-1512) tarafından Galata sırtlarındaki av çiftliğinde 897/1491 yılında inşa edilmiştir. İskender Paşa, İstanbul'u ziyarete gelen ve bu çiftlikte misafir kalan Mevlana'nın torunlarından Divani Mehmed Çelebi (ö. 951/1544'den sonra)'nin isteği üzerine bu mekanda mevlevihanenin inşasını temin etmiştir. Dergahın ilk postnişini Divani Mehmed Çelebi kabul edilir. Dergah bir müddet II. Bayezid döneminde Halvetilerin eline geçmiş, Kasımpaşa Mevlevihanesi banisi Abdi Dede (0.1040/1631) Konya'ya müracaatla bu dergahın mevlevi-
cause of an earthquake and never serviced again. In addition to this, there are two other Mevlevi lodges founded by Mehmed Dede, one of the dervishes of the Kasımpaşa lodge, in a place well known as İdris Köşkü (İdris Mansion) in Gümüşsuyu of Eyüp province in 1229/1814. When Dolapçı Mehmed Dede passed away in Shawwal, 1240/1824, this lodge vanished, too, The Mevlevi Tradition has had a crucial role in the spiritual culture of the Ottomans based on Istanbul (Istanbul-centric) throughout the history. Despite of this significance, the number of the Mevlevi lodges in Istanbul has been less than of most of the other paths. The basic reason of this situation is that the Mevlevi Order, differently from the other paths, has represented the classical aspect of the tasawouf culture, or let’s say spiritual life since the very beginning, instead of the spiritual life also called popular Sufism which has a wide base. And also with its thought, literature, music, wisdom, morals and the rules of good manners, it has addressed to a higher and more distinguished level. From this point of view, besides being a center of the Mevlevi culture, Mevlevi lodges of Istanbul has become the places enriching the cultural life and the life of art of the city, where many artisans, masters of poetry and art were trained. The Mevlevi Lodge of Galata Also called Kulekapısı Mevlevi Lodge in historical sources, it is known as Galip Dede Lodge, too. It is the first grand foundation of the Mevlevi path. Today it is located on the Galip Dede Avenue of Şahkulu neighborhood in Beyoğlu. It was built by İskender Pasha (1481-1512) who was one of the statesmen of the period of Bayezid II, in the hunting farm on the Galata hillside in 897/1491. When Divani Mehmed Çelebi (d. after 951/1544) visited Istanbul
LOVE SEEDBED OF ISTANBUL Abdülbâki Baykara Efendi / Yenikapı Mevlevihanesi
Hüseyin Fahreddin Dede / Bahariye Mevlevihanesi
Abdülbâki Baykara Efendi / The Mevlevi Lodge of Yenikapı
Hüseyin Fahreddin Dede / The Mevlevi Lodge of Bahariye
93
hane olduğuna dair bir maruzatla İstanbul'a gelip dergahı Halvetiler'den geri almıştır. Abdi Dede iki yıl kadar bu dergahta şeyhlik yaptıktan sonra bilinmeyen bir sebeple azledilmiş ve yerine Mesnevi Şarihi İsmail Rusuhi Dede (ö. 1041/1631) tayin edilmiştir. Bunun üzerine Abdi Dede Kasımpaşa Mevlevihanesini kurmuştur. İsmail Rusuhi Dede ilk olarak dergahta odaklanan batıni eğilimleri tasfiye ederek tarikatın Osmanlı üst tabakasında hızla kökleşmesine zemin hazırlamıştır. Buna karşın İbn-i Arabi etkisiyle kaleme aldığı Mesnevi Şerhi'nden dolayı da zahir ulemasının şimşeklerini üzerine çekmiştir. Bu dönemdeki diğer bir gelişme de Mevleviliğin örgütlenme yapısını ilgilendirmektedir. Yenikapı, Beşiktaş, Kasımpaşa Mevlevihanelerinin faaliyete geçmesiyle birlikte tarikatın İstanbul'daki tek merkezli yönetim şekli sona ermiş, bu yeni dergahlardan yetişen dervişler güçlü şeyh aileleri oluşturarak çok merkezli bir örgütlenme modeline doğru ilk adımı atmışlardır. İsmail Rusuhi Dede'den sonra tekkelerin kapanışına kadar Galata Mevlevihanesinde; Şeyh Galib olarak tanınan Mehmed Es'ad Dede (ö. 1213/1799) başta olmak üzere birçok şair ve fazıl şeyhler postnişin oldukları gibi, hayli kuvvetli müzisyenler de bu dergaha intisab etmişler ve vefatlarından sonra dergahın haziresine defnedilmişlerdir. Bunlardan bazıları, Esrar Dede, II. Mahmud döneminin devlet adamlarından Halet Efendi (1760-1823), Mehmed Kudretullah Dede (ö. 1288/1871), Mehmed Ataullah Dede (ö. 1328/1910) ve dergahın son şeyhi Ahmed Celaleddin Dede'dir. I. Abdülhamid dönemi sonlarına doğru, giderek eski önemini kaybeden Galata Mevlevihanesi Osmanlı modernleşmesinin köklü reformlarla toplumsal yapıyı şekillendirmeye başladığı III. Selim dö-
and stayed in this farm, İskender Pasha achieved the construction of the Mevlevi lodge at the request of him. The first postnişin (the sheikh) of the lodge is considered as Divani Mehmed Çelebi. In the time of Bayezid II, the Halveti Order took the lead of it for a while. Abdi Dede (d. 1040/1631), the constructor of the Mevlevi Lodge in Kasımpaşa, appealed to Konya and took the lodge back by a submission declaring that it was a Mevlevi lodge. He has been the sheikh of the lodge for two years, and then he was dismissed because of an uncertain reason. He was substituted with İsmail Rusuhi Dede (d. 1041/1631), the interpreter/expounder of the Mathnawi. Later, Abdi Dede founded the Kasımpaşa lodge. Ismail Rusuhi Dede cleaned up the esoteric tendencies focusing on the lodge at first, and thus he formed a basis for the path so that it could take root rapidly in the high classes of the Ottoman Empire. But however, he sat the cat among the pigeons; he annoyed the exoterists, the scholars of the ceremonies because of the Mathnawi interpretation influenced by Ibn Arabi. Another development in this period is the concern of the organization structure of the Mevlevi Order. When the Mevlevi lodges of Kasımpaşa, Beşiktaş, Yenikapı entered into service, the concentric management of the path came to an end. The dervishes trained in these new lodges formed strong sheikh families and took the first step towards the polycentric management. After İsmail Rusuhi Dede, until the closing down the lodges, many sheikhs, first of all Mehmed Esad Dede known as Şeyh Galib(d.1213/1799) were poets, wise-men in the Galata lodge. And many important musicians took hand, after their death, they were buried in the graveyard of the lodge. Some of them are Esrar Dede, Halet Efendi (the statesman of the Mahmud II)
JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
İSTANBUL’UN AŞK OCAKLARI Kasımpaşa Mevlevihanesi / The Mevlevi Lodge of Kasımpaşa
94 OCAK ŞUBAT MART 2009
neminde, Şeyh Galib'in önderliğinde bu değişimi yakından destekleyen yenilikçilerin başlıca merkezi durumuna gelmiştir. Şeyh Galib, şiiri, sanatı ve kamil bir mürşid tavrı ile devrin Padişahı III. Selim'den samimi bir sevgi ve iltifat görmüştür. Kendisi de Mevlevi olan III. Selim'in askeri ve idari alanda başlattığı reformlara karşı, özellikle Bektaşilerden kaynaklanan muhalefeti bir ölçüde dengelemek amacıyla Mevleviliği güçlendirme yoluna gitmiş; nitekim bu açık destek sayesinde Galata Mevlevihanesi adeta bir Rönesans dönemi yaşamaya başlamış, dergahın toplumsal kültür üzerindeki yenilikçi etkisi tekkeler kapatılıncaya kadar kesintisiz devam etmiştir. Halen Divan Edebiyatı Müzesi olarak faaliyet gösteren bu mekan, zaman zaman tertip edilen sema törenlerine de ev sahipliği yapmaktadır. YENİKAPI MEVLEVİHANESİ Bugün Zeytinburnu ilçesi Merkez Efendi Mahallesi'nde Mevlevihane Caddesi üzerinde bulunan ve İstanbul'da kurulan ikinci Mevlevihane olan Yenikapı Mevlevihanesi, 1006/1597 senesinde Yeniçeri Katibi Malkoç Mehmed Efendi (ö. 1056/1646) tarafından tesis edilmiştir. Dergahın banisi, Galata Mevlevihanesi'nde olduğu gibi zamanın ileri gelen Osmanlı devlet ricalindendir. Bu da XVI. yüzyılda başlayan Mevlevi dergahlarının devlet ricali tarafından inşa edilmesi geleneğinin sürdüğünü göstermektedir. Zaman içerisinde gelişip büyüyen ve tarikatın İstanbul'daki en büyük merkezi
(1760-1823), Mehmed Kudretullah Dede (d.1288/1871), Mehmed Ataullah Dede (d. 1328/1910) and Ahmed Celaleddin Dede, the last sheikh of the lodge. The Galata lodge which lost its significance gradually towards the end of the period of Abdülhamid I, it became a chief center for the reformists supporting the changes in the social structure by the means of radical or essential reforms made by the modernism of the Ottomans. Because of his attitude as a perfected guide, and for his poem, his art, Şeyh Galib was paid attention and compliment and also loved sincerely by the Sultan Selim III. He tried to consolidate the path in order to balance the opposition, stemmed from especially the Bektashis to the reforms in the military and governmental fields made by Selim III who was a Mevlevi. Thus, thanks to this confessed or public support, the Mevlevi Lodge of Galata started to live a period almost like the Renaissance. The reformist effect of the lodge on the social culture has lasted continually until the closing down the lodges. Being still in service and active as the Museum of the Ottoman Poetry, it sometimes hosts the sema performing. The Mevlevi Lodge of Yenikapı Today it is located on the Mevlevihane Avenue of the Merkez Efendi Neighborhood in Zeytinburnu. Being the second Mevlevi lodge founded in Istanbul, the Yenikapı lodge was established by Malkoç Mehmed Efendi (d.1056/1646), who was a janissary
LOVE SEEDBED OF ISTANBUL (Beşiktaş) Bahariye Mevlevihanesi / The Mevlevi Lodge of (Besiktas) Bahariye
95 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
haline gelen bu dergah, bütün unsurlarını bir arada bulunduran bir külliye niteliğine bürünüp, Mevlevilerce "asitane" olarak kabul edilmiştir. Yenikapı Mevlevihanesi de tarikatın yapısına uygun olarak, diğer Mevlevi dergahları gibi şehrin dışına kurulmuştur. Marmara'dan Haliç'e kadar uzanan bu bölge, yoğun iskan sahalarına uzaklığı nedeniyle tarih boyunca İstanbul'daki derviş zümrelerinin rağbet ettikleri bir mekan halini almıştır. Dergahın ilk postnişini Kemal Ahmed Dede (ö.1010/1601)'dir. Önceleri Melami meşreb Mevlevilerin merkezi olan bu dergahta, bu özellikleriyle tanınan Sabuhi Ahmed Dede, Cami Ahmed Dede, Peçevi Ahmed Dede ve Ebu Bekir Dede meşihat makamında bulunmuşlardır. Daha sonra zahid Mevlevilerin merkezi haline gelen dergahta, XIX. asırdan itibaren Ali Nutki Dede (ö. 1219/1804), Abdülbaki Nasır Dede (1236/1821), Abdurrahim Künhi Dede ( 1247/1831), Osman Selahaddin Dede (ö. 1304/1887), Mehmed Celaleddin Dede (ö. 1326/1908) gibi Mevlevi şeyhleri vazife yapmıştır. Kuruluşundan itibaren son postnişini Abdülbaki (Baykara) Dede'ye kadar yirmi Mevlevi şeyhinin görev yaptığı bu dergah, Mevlevilik tarihine mührünü vuran Buhurizade Mustafa Itri Efendi, Şeyh Galip ve Hammamizade İsmail Dede Efendi gibi önemli birçok Mevlevinin yetişmesine katkıda bulunmuştur. Mevlevihanenin tarihine bakıldığında; destek ve yardım hususunda padişahlar başta olmak üzere devlet ricalinin ve zengin kimselerin, yardım ellerini dergah üzerinden hiç
clerk, in 1006/1597. The constructor of the lodge was one of the distinguished dignitaries of the Ottoman Empire, just like of the Galata lodge. This situation shows that the tradition of constructing the Mevlevi lodges by the dignitaries of the state continued in the 16th century. This lodge expanded and developed in the course of time and became the biggest and greatest center of the path in Istanbul. It was considered as “Asitane” by the Mevlevis because it grew into a complex having all the elements. In accordance with the structure of the path, the Yenikapı lodge was constructed on the outside of the city like the other Mevlevi lodges. This region leading from Marmara to the Golden Horn became an attraction place for the dervishes in Istanbul because it was far away from the dense habitation areas. The first postnişin of the lodge was Kemal Ahmed Dede (d.1010/1601). In the beginning, this lodge was the center of the Melami Mevlevi dervishes. Among the sheikhs well known for this feature, the Melami attitude I mean, were Sabuhi Ahmed Dede, Câmî Ahmed Dede, Peçevî ahmed Dede and Ebu Bekir Dede. Later it became the center of the austere Mevlevis. Beginning from the 19th century, Ali Nutkî Dede (d.1219/1804), Abdülbâkî Nâsır Dede (1236/1821), Abdurrahim Künhî Dede (1247/1831), Osman Selahaddin Dede (d. 1304/1887), and Mehmed Celâleddin Dede (ö. 1326/ 1908) were the sheikhs of the lodge. In this lodge, twenty sheikhs has serviced from its foundation to the last sheikh, Abdülbaki (Baykara) Dede. It has contributed
İSTANBUL’UN AŞK OCAKLARI Konya Mevlevi Alayı
96 OCAK ŞUBAT MART 2009
çekmedikleri görülmektedir ki, bu durum özellikle İstanbul Mevleviliğinin devlete ve yöneticilere yakınlığının anlaşılması açısından önemlidir. Sultan IV. Murad, Vezirazam Hekimoğlu Ali Paşa (ö. 16891758) Sadrazam Naili Abdullah Paşa (ö. 1698-1758) Vezirazam Safranbolulu İzzet Mehmet Paşa (ö. 1745-1812) Şeyhülislam Mekki Efendi (ö. 1714-1797) III. Selim'in annesi Mihrişah Valide Sultan (ö. 1220/1805) bunlardan bazılarıdır. Ayrıca XIX. yüzyılda II. Mahmud, Sultan Abdülmecid Maliye Nazırı Abdurrahman Nafiz Paşa, Halet Efendi, Konya Valisi Mustafa Hıfzi Dede Paşa, Sultan Mahmud'un kızı Adile Sultan (18261899), eşi Kaptan-ı Derya Mehmed Ali Paşa (ö. 1813-1868), Sadrazam Yusuf Kamil Paşa (ö. 1808-1886), Keçecizade Fuad Paşa (ö. 1814-1868)'nın eşi Behiye Hanım, Sadrazam Midhat Paşa (ö. 1822-1884)'nın kızı Memduha Hanım da Mevleviliğe muhabbeti olan ve mevlevihaneye destek verenlerdendir. Özellikle XIX. asırda İstanbul Mevlevihane'lerinden başta Hammamizade İsmail Dede Efendi olmak üzere, birçok Mevlevi bestekar yetişmiş, bilhassa bestelemiş oldukları ayin ve ilahilerle meşhur olmuşlardır. Bu asır başlarında vefat eden Yenikapı Mevlevihanesi şeyhlerinden Ali Nutki Dede bu bestekarlardan biridir. Ali Nutki Dede meşihati müddetince Mevlevi tarihinde, Hammamizade ismail Dede Efendi, Vak'anüvis Pertev Efendi, Mehmed Said Halet Efendi, şuaradan Hayret Efendi, Süleyman Neşati ve Musahib Seyyid Ahmed Ağa gibi, musiki ve edebiyat alanlarında ün yapmış birçok kişinin yetişmesine katkıda bulunmuştur. XIX. asrın sonlarında büyük bir şöhret kazanan Mevlevi Hafız Mehmed Zekai Dede de bu
to the training of the many distinguished persons who marked with seal on the history of the Mevlevi Tradition, such as Mustafa Itrî Efendi, Şeyh Galib and Hammamizade İsmail Dede Efendi. When it comes to the history of the lodge, it is evident that particularly the sultans, and then the dignitaries and the rich persons have helped and looked after the lodge all the time. It is significant in order to understand the closeness of the Mevlevi Order to the state and administrators. Some of them are as followed: Sultan Murad IV, the Grand Vizier Hekimoğlu Ali Pasha (d.1689/1758), the Grand Vizier Nâilî Abdullah Pasha (d.1698-1758), the Grand Vizier Safranbolulu İzzet Mehmet Paşa (d.1745-1812), Şeyhulislam Mekkî Efendi (d.1714-1797), Mihrişah Valide Sultan (the mother of Selim III, d. 1220/1805). Moreover, among those who supported and embraced the lodge were Mahmut II, Sultan Abdülmecid, Abdurrahman Nâfiz Pasha (the Minister of Finance then), Hâlet Efendi, Mustafa Hıfzî Dede Pasha (the governor of Konya), Adile Sultanthe daughter of Sultan Mahmud (d.1826-1899), her husband Kaptan-ı Derya Mehmed Ali Pasha (d. 1813-1868), The Grand Vizier Yusuf Kâmil Pasha ( d. 1808-1886), Behiye Hanım-the wife of Keçecizade Fuad Pasha (d.1814-1868), Memduha Hanım-the daughter of the Grand Vizier Midhat Pasha (d.1822-1884). Especially in the 19th century, in the Mevlevi lodges of Istanbul, a great deal of composers was trained, particularly Hammamizade İsmail Dede Efendi, and they became famous by the means of the recites and hymns they composed. Ali Nutkî Dede, one of the sheikhs of the Yenikapı lodge and passed away at the beginning of the 19th century, was among those composers. During
LOVE SEEDBED OF ISTANBUL Galata Mevlevihanesi / The Mevlevi Lodge of Galata
97 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
asırda yetişen musikişinas bestekarlardan biridir. Dede'nin de en önemli eseri olan talebeleri şunlardır: Başta oğlu Hafız Ahmet Efendi (Irsoy) (ö. 1943), Beylikçizade Ali Aşki Bey, Hüseyin Fahreddin Dede, Şevki Bey, Ahmed Avni Konuk, Dr. Suphi Ezgi, Muallim Kazım Uz, Dr. Arif Ata ve Rauf Yekta. Yenikapı Mevlevihanesi'nin üzerinde durulması gereken en önemli özelliği Tanzimat dönemi siyasi kadrolarıyla kurduğu yakın ilişki sonunda, Yenikapı Mevlevihanesi'ni özgürlük fikirlerinin tartışılabildiği başlıca merkezlerden biri durumuna getirmesidir. Tekkelerin kapatılmasından sonra bir müddet talebe yurdu olarak kullanılan Mevlevihane, daha sonra kendi haline terkedilmiş, yaşadığı iki yangın faciası dergah müştemilatını harap etmiştir. Sevindirici olan, şu günlerde Yenikapı Mevlevihanesi'nin bütün müştemilatıyla tamir ettirilip eski haline kavuşmuş olmasıdır. BEŞİKTAŞ MEVLEVİHANESİ İstanbul'da kurulan üçüncü Mevlevi dergahıdır. Bu dergahın bir başka özelliği de, İstanbul'da devlet ricali tarafından tesis edilen son Mevlevihane olmasıdır. İstanbul'da kurulmuş olan diğer Mevlevi dergahları, (Kasımpaşa, Üsküdar ve Bahariye Mevlevihaneleri) Mevlevi dedeleri tarafından tesis edilmiştir. Beşiktaş Mevlevihanesi'nin kurucusu XVII. yüzyılın önde gelen devlet adamlarından biri olan Ohrili Hüseyin Paşa (ö. 1622)'dır. Mevlevihane 1284/1867'ye kadar Beşiktaş'ta faaliyet göstermiş, bu tarihte Sultan Abdülaziz tarafından Çırağan Sarayı'nın inşası nedeniyle yıktırılarak önce Fındıklı'da Karacehennem İbrahim Paşa Konağı'na ve buradan da
his mission as a sheikh, he contributed to the training of many distinguished persons who has made their make in the fields of music and literature throughout the history of Mevlevi Tradition. Their names are as followed: Hammamizade İsmail Dede Efendi, Vakanüvis Pertev Efendi, Mehmed Said Hâlet Efendi, among the poets Hayret Efendi, Süleyman Neşâti and Musahib Seyid Ahmet Ağa. Hafız Mehmed Zekaî Dede who became very famous at the end of the 19th century was also a Mevlevi dervish and composer. Dede Efendi whose masterpieces were again his students had trained many students such as his son Hafız Ahmed Efendi (Irsoy) (d.1943), Beylikçizade Ali Aşki Bey, Hüseyin Fahreddin dede, Şevki Bey, Ahmed Avni Konuk, Dr. Suphi Ezgi, Muallim Kazım Uz, Dr. Arif Ata and Rauf Yekta. The most important feature of the lodge that must be stressed is that, as a consequence of the relations with the political cadre of the Tanzimat period, it has become one of the main centers where the ideas of freedom could be discussed. After the lodges were closed down, this lodge was used as a dormitory for a while, and then it was left alone by itself. The two fires devastated the lodge annex. But today, it is very pleasing that it has been repaired and rehabilitated totally. Now it is like it was before. The Beşiktaş Mevlevi Lodge (the Beşiktaş Mevlevihanesi) It is the third Mevlevi lodge established in Istanbul. Another peculiarity of this lodge is that it is the last Mevlevi lodge to be allocated by government officials. Other Mevlevi lodges established in Istanbul were allocated by Mevlevi Dedes (Kasımpaşa, Üsküdar and Bahariye)
İSTANBUL’UN AŞK OCAKLARI Şeyh Galip Türbesi / The tomb of Sheikh Galip
98 OCAK ŞUBAT MART 2009
1288/1871'de tamamlanan Maçka'daki binasına geçmiştir. Ancak 1291/1874'de askeri kışla yapımı için bu dergah da yıkılınca, geçici olarak, Eyüb'teki Hatab Emini Mustafa ve Hüseyin Efendilere ait yalılara taşınmış, daha sonra inşası 1294/1877'de tamamlanan Eyüp Bahariyesi'ndeki yeni binasına taşınarak, 1925 yılına kadar Bahariye Mevlevihanesi olarak faaliyetini sürdürmüştür. Beşiktaş Mevlevihanesi'nin ilk şeyhi aynı zamanda Gelibolu Mevlevihanesi'nin de şeyhi olan Ağazade Mehmed Hakiki Dede (1063/1652)'dir. Devrin Kaptan-ı Deryası Ohrili Hüseyin Paşa Akdeniz seferinden dönerken Gelibolu Mevlevihanesi'ne uğrayıp kerametleriyle şöhret bulan Ağazade Mehmed Dede'ye intisab etmiş ve ondan yakında Sadaret Mührü'nün kendisine verileceği müjdesini almıştır. Mart 1030/1621 tarihinde Vezirazam olan Hüseyin Paşa, Beşiktaş Mevlevihanesi'ni yaptırıp, Mehmed Dede'den buraya ilk postnişin olmasını istemiş, Mehmed Dede'nin de bu isteği kabul etmesiyle Hüseyin Paşa'nın aynı yıl katline kadar devam edecek olan Gelibolu ve Beşiktaş Mevlevihaneleri meşihatliği başlamıştır. Ağazade Mehmed Dede'den sonra sırasıyla; Şeyh Süleyman Dede (ö. 1065/1654), Hasan Dede (ö. 1071/1660), Naci Ahmed Dede (ö.1122/1710), Çengi Yusuf Dede (ö.1080/1669), Eyyubi Mehmed Memiş Dede (ö. 1136/1723) Memiş Dede oğlu Ahmed Dede (ö. 1177/1763) Memiş Dede oğlu Mehmed Sadık Dede (ö. 1178/1764), Abdülahad Dede (ö. 1180/1766), ve Trabluslu Ahmed Dede (ö. 1185/1771) Beşiktaş Mevlevihanesi'nde vazife yapmışlardır. Beşiktaş/Bahariye Mevlevinesi'nin son şeyhi olan Hüseyin Fahreddin Dede
The founder of this Mevlevi lodge was one of the leading government officials of XVII, Ohrili Hüseyin Pasha. (Died in May 1622) The Mevlevi lodge had functioned until 1284/1867 in Besiktaş, in that year it was deconstructed by Sultan Abdulaziz in order to build Çırağan Palace in its stead; firstly it was moved to Karacehennem Ibrahim Pasha Mansion in Fındıklı and then moved to its own place in Maçka after it was completed in 1288/1871. But when this lodge was demolished in 1291/1874 for construction of military barracks, it was moved to Hatap Emin Mustafa and Huseyin Efendi Mansions in Eyup, and after its construction was completed in 1294/1877, it was moved to new building in Eyup Bahariyesi and it functioned as Bahariye Mevlevi lodge until 1925. The first sheikh of Beşiktas Mevlevî lodge was Ağazade Mehmed Hakiki Dede who was the sheikh of Gelibolu Mevlevi lodge at the same time. (1063/1652). While Kaptan-ı Derya (literally the Captain of all seas) Ohrili Huseyin Pasha was returning from his Mediterranean Sea expedition, he took hand from Ağazade Mehmed Dede and got the good news that he would soon be given the seal of the Grand Vizier. In March 1030/1621 Grand Vizier Huseyin Pasha constructed the Beşiktaş Mevlevi lodge and asked Mehmed Dede to be the first postnishin (sheikh) here, Mehmed Dede accepted it and the his mission as a sheikh started in the Gelibolu and Besiktas Mevlevi lodges and continued until Hüseyin Pasha’s murder in the same year After Ağazade Mehmed Dede, chronologically, Sheikh Süleyman Dede (died in. 1065/1654), Hasan Dede (died in. 1071/1660), Nâcî Ahmed Dede (died in.1122/1710), Çengî Yusuf Dede (died in.1080/1669), Eyyûbî Mehmed Memiş Dede (died in. 1136/1723) Memiş Dede’s son Ahmed Dede (died in. 1177/1763) Memiş Dede’s son Mehmed Sâdık Dede (died in. 1178/1764), Abdülahad Dede (died in. 1180/1766), and Trabluslu Ahmed Dede (died in. 1185/1771) served in the Besiktas Mevlevi lodge. Hüseyin Fahreddin Dede, the last Sheikh of the Beşiktaş/Bahâriye Mevlevî lodge, was a composer, ney player, poet and was well known with his poetry and music love around mystic and art circles. Hüseyin Fahreddin Dede was a distinguished gentle character of his era, his proficiency with his performances of ney and his compositions were thought to be matchless. Hüseyin Fahreddin Dede’s musical success made Bahariye Mevlevi lodge one of the best musical centers of Istanbul through the end of XIX century and they performed music with Celaleddin Dede, the sheikh of the Yenikapı Mevlevî Lodge, Ataullah Dede, the sheikh of the Galata Lodge and all the famous musician masters of that period such as Hafız Şevki Bey, Medenî Azîz Efendi, Tanbûrî Kemal Bey, Yeniköylü Hasan Efendi, Bolahenk Nuri Bey, Dr. Suphi Ezgi and Rauf Yekta. With those who are accepted as the most important composers and musicians of the 20th century; Udî Mehmed Sabri Efendi (died in 1914), Mehmed Raûf Yektâ Bey (ö. 1935), Ahmed Avnî Konuk (died. 1938), Şeyh Rıza Efendi, Kazım Uz, Şeyh Osman Dede, they performed music. They brought up Zekâizâde Ahmed Nureddin, Râşid Efendi (an officer in Telgraf Nezareti, like PTT today), Doktor Subhî Bey and
LOVE SEEDBED OF ISTANBUL
99 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Mevleviliğin en önemli tekkeleri olan İstanbul Mevlevi dergahları, edebiyatta, sanatta, ve musikide Türk kültür ve sanat hayatına önemli katkılar sağlayan, isimleri bu alanlarda meşhur olan ve özellikle musikide bugün hâlâ etkinlikleri devam eden önemli simalar yetiştirmişlerdir. The Istanbul Mevlevi lodges which were of the most important lodges of Mevlevis, brought up imminent and famous people whose effects can still be seen and who contributed greatly to Turkish literature, art and especially music. Semazen / Whirling Dervish
İSTANBUL’UN AŞK OCAKLARI Semazen / Whirling Dervish
100 OCAK ŞUBAT MART 2009
bestekar, neyzen, şair ve musikişinaslığı ile tasavvuf ve sanat Arif Bey, Münir Kökden, Sabri Efendi, Nurullah Kılıç and Cemal çevrelerinde en çok tanınan Mevlevi şeyhidir. Hüseyin FahredDede.(Neyzen-in-chief) din Dede, devrinin zarif bir siması olarak temayüz etmiş, ney üzeThe characteristic of the Beşiktaş/Bahariye Mevlevi lodge in the rindeki mahareti ve neyle yaptığı taksimleri taklid edilemeyecek last century was that there were many Mevlevis here who were kadar üstadane bulunmuştur. Hüseyin Fahreddin Dede'nin muin a manner of Bektaşi. The Mevlevî lodge was left alone in 1925, siki alanındaki başarısı XIX. yüzyılın sonlarına doğru Bahariye it became ruined as the times passed, and in 1986 all the remains Mevlevihanesi'ni, İstanbul'un belli başlı musiki merkezlerinden of the lodge vanished in the scope of the Golden Horn project. biri haline getirmiş ve aralarında Yenikapı MevThe Kasımpaşa Mevlevi Lodge İstanbul Mevlevihaneleri Mevlelevihanesi şeyhi Celaleddin Dede, Galata dergaThe Kasımpasa Mevlevi lodge was chronohı şeyhi Ataullah Dede'nin de bulunduğu ve Ha- vi kültürünün merkezi olmaları logically the fourth one of the lodges estabyanında bu şehrin kültür fız Şevki Bey, Medeni Aziz Efendi, Tanburi Kemal lished in Istanbul; it was constructed between ve sanat hayatını besleyen Bey, Yeniköylü Hasan Efendi, Bolahenk Nuri Bey, 1032/1623-1041/1631 by Sırrî Abdî Dede musikide, şiirde ve sanatta zirve Dr. Suphi Ezgi ile Rauf Yekta gibi devrin tanınmış Efendi (died in 1041/1631). musiki üstadlarının da katılımlarıyla fasıllar meş- kabul edilen birçok sanatkarın Due to its construction style, it was the first in kedilmiştir. XX. yüzyılın en önemli bestekar ve yetiştiği mekanlar olmuşlardır. Istanbul to be constructed by Mevlevi sheiks. musikişinasları kabul edilen; udi Mehmed Sabri As stated above, Abdi Dede who had manEfendi (ö 1914), Mehmed Rauf Yekta Bey (ö. 1935), Ahmed Avni aged to take back Galata Mevlevi Lodge from Halvetis conKonuk (ö. 1938), Şeyh Rıza Efendi, Kazım Uz, Şeyh Osman Dede, structed Kasımpaşa Mevlevi lodge on a huge orchard he Zekaizade Ahmed Nureddin, Telgraf Nezareti memurlarından owned in Kasımpaşa with the help of his disciples, when Bostan Raşid Efendi, Doktor Subhi ve Arif Beyler, Münir Kökden, Sabri Çelebi(died in. 1040/1630),who was the postnishin of the MevEfendi, Nurullah Kılıç ve Neyzenbaşı Cemal Dede'yi yetiştirmiştir. lana lodge, had been dismissed in 1019/1611 for unknown reaBeşiktaş/Bahariye Mevlevihanesi'nin özellikle son yüzyıldaki bir sons. Abdî Dede arranged the surroundings of the lodge as a özelliği de Bektaşi meşrep Mevlevilerin burada yoğunlukta olgarden full of various flowers blossoming and delicious vegetamasıdır. Mevlevihane diğer Mevlevihaneler gibi 1925'ten sonra bles, which would afterwards be called “Dede Bostanı Mesiresi”. kaderine terkedilmiş, zamanla harabeye dönmüş, 1986 yılında Abdî Dede passed away in 1041/1631, and was buried behind ise Haliç projesi kapsamında Mevlevihane'den geriye kalanlar his pulpit in the Kasımpasa Mevlevi lodge where he was on duty tarihe gömülmüştür. for over twenty two years including the construction period.
LOVE SEEDBED OF ISTANBUL Şeyh Galip Türbesinde Mevlevi Sikkesi / Mevlevi Sikke at Sheikh Galip tomb KASIMPAŞA MEVLEVİHANESİ İstanbul'da kurulan Mevlevi dergahları arasında kuruluş tarihi bakımından dördüncü sırayı alan Kasımpaşa Mevlevihanesi, 1032/1623-1041/1631 tarihleri arasında Sırri Abdi Dede Efendi (ö. 1041/1631) tarafından inşa ettirilmiştir. Kuruluş tarzı itibariyle İstanbul'da Mevlevi şeyhleri tarafından inşa edilmiş olma özelliğini taşıyan ilk dergahtır. Yukarıda ifade edildiği gibi Galata Mevlevihanesi'ni Halvetilerin elinden geri almaya muvaffak olan Abdi Dede, 1019/1611 senesinde Mevlana Dergahı postnişini Bostan Çelebi (ö. 1040/1630) tarafından bilinmeyen sebeplerle bu makamdan azledilince Kasımpaşa semtinde kendi mülkü olan geniş bir bostanın içerisine, müritlerinin de yardımı ile Kasımpaşa Mevlevihanesi'ni inşa etmiştir. Abdi Dede aynı zamanda birçok mevlevihanede olduğu gibi dergahın etrafını, içinde pek çok lezzetli sebzenin yetiştiği, çeşitli çiçeklerin açtığı bir bostan halinde düzenlemiştir ki daha sonraları buralar; "Dede Bostanı Mesiresi" diye anılır olmuştur. Abdi Dede 1041/1631 tarihinde vefat ederek inşa süresi de dahil olmak üzere yirmi iki yıla yakın vazife yaptığı Kasımpaşa Mevlevihanesi'nde kürsünün arkasına defnolunmuştur. Diğer Mevlevi dergahlarında da olduğu gibi, kurulduğu günden itibaren devrin padişahı veya ileri gelen ve Mevlevi muhibbi olan devlet adamları tarafından korunup gözetilen Kasımpaşa Mevlevihanesi, zaman içerisinde harap düştüğü için, As the other Mevlevi lodges, the Kasımpaşa Mevlevi lodge, Sultan III. Ahmed zamanından itibaren, III. Selim ve II. Mahmud which had been protected and watched over since its establishdönemlerinde birçok tamir ve tadilata tabi tutulmuş ve mezment by the Sultans of the period or the prominent people who kur padişahlar tarafından da zaman zaman ziyaret edilmiştir. were lovers of Mevlevis, worn out in time. Since the period of XIX. yüzyıla girilmeden birkaç yıl önce de Mevlevi padişah III. Sultan Ahmed III, and in the periods of Selim III and Mahmud Selim döneminde, Mihrişah Valide Sultan (ö. 1220/1805) ve II, it had undergone repairs and was often visited by the Sultans oğlu III. Selim'in himmetleriyle bir onarım faaliyetine daha mentioned above. tabi tutulmuştur. Kasımpaşa Mevlevihanesi İstanbul'da mevA few years before the 19th century, in the period of Sultan Secut diğer Mevlevi tekkeleri arasında, saray ve yüksek büroklim III who was a Mevlevi , it had undergone rasi mensuplarından ziyade, daha çok halk Besides being a center of the another repair with the helps and donations tabakasından kimselerin rağbet ettiği bir Mevlevi culture, Mevlevi lodges of of Mihrişah Valide Sultan(died in1220/1805) dergahtır. Özellikle, XVIII. yüzyılın sonlarınIstanbul has become the places and her son, Selim III. dan itibaren İstanbul Mevleviliğinde gözleenriching the cultural life and the Unlike the other Mevlevi lodges in Istanbul, nen aristokrat ve elit (seçkinci) üslup yerine life of art of the city, where many the Kasımpaşa Mevlevî lodge was visited and halk kültürüne daha yakın bir hayat tarzının artisans, masters of poetry and art preferred mostly by ordinary people rather egemen olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple were trained. than nobles and high bureaucracy people. Esistanbul mevlevihaneleri arasında Mevlevilik pecially, since the end of the 18th century, instead of aristocracy kültüründeki etkinliği daha aşağı seviyelerde olmuştur. Tercih and elite style that was followed in most of the Mevlevi lodges of edilen bu üslup, Kasımpaşa Mevlevihanesi'nde son dönemIstanbul, it followed another style and kept it close to the public lerde daha ziyade Bektaşi meşrepli Mevlevilerin bir araya gelculture. For that reason, its efficiency on Mevlevi culture among melerine ve buradaki dedelerin ve muhibbanın birtakım dini Istanbul Mevlevi lodges was on low levels. In the final periods yasaklara riayet etmeyerek, kalenderane bir hayat sürmeleriof the Kasımpaşa Mevlevi lodge, this style gathered around the ne neden olmuştur. Bunda 1242/1826 yılında Bektaşi tekkeleMevlevis who were in a manner of Bektaşi or had Bektaşi attirinin kapanması neticesinde, bazı Bektaşilerin dergahın halk tude, and then some Dedes and lovers led a careless life without kültürüne daha yakın bir hayat tarzı içinde olmasından faydaobeying some religious restrictions. The common belief about lanarak dergaha sızmış olmalarının da etkisi olduğu kanaati this situation is that, as a result of the closing down the Bektaşi yaygındır. Tekkelerin kapatılmasından sonra kendi haline terk lodges in 1242/1826, some of Bektaşis could sneak into this edilen ve daha sonra tamamen yıkılan Mevlevihane'nin yerilodge by taking advantage of its proximity to public. ne apartmanlar yapılmıştır.
101 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
İSTANBUL’UN AŞK OCAKLARI Galata Mevlevihanesi / The Mevlevi Lodge of Galata
102 OCAK ŞUBAT MART 2009
ÜSKÜDAR MEVLEVİHANESİ Üsküdar Mevlevihanesi, İstanbul'da kurulan Mevlevi tekkelerinin sonuncusudur. İstanbul'da bulunan diğer dört mevlevihane Avrupa yakasında inşa edilmiş olduğu halde, Üsküdar Mevlevihanesi Anadolu yakasında kurulmuştur. Üsküdar İlçesi'nde, İmrahor semtinde, Ayazma Mahallesi'nde, Doğancılar Caddesi'nin batı yakasında yer almaktadır. Kuruluşundan itibaren bir Mevlevi zaviyesi özelliği taşıyan bu mevlevihane, İstanbul'da bulunan diğer mevlevihanelerden farklı olarak, özellikle taşradan İstanbul'a gelen ve İstanbul'dan Anadolu yönüne doğru hareket eden Mevlevi şeyh veya dervişlerin konaklaması için tasarlanmış bir mevlevihanedir. Öyle ki, Anadolu'dan özellikle de Konya'dan gelenler burada konaklamış, birkaç gün istirahat ettikten sonra yapacakları işlere koyulmuş, Anadolu'ya gidecekler ise; yol ihtiyaçlarını hazırladıktan sonra Üsküdar Mevlevihanesi'nden yola koyulmuşlardır. XVIII. asrın sonlarına doğru kurulan mevlevihanenin banisi ve ilk şeyhi Halil Numan Dede'dir. Mevlevihanenin son şeyhi Ahmet Remzi Dede'dir. Mevleviliğin en önemli tekkeleri olan İstanbul Mevlevi dergahları, edebiyatta, sanatta ve musikide Türk kültür ve sanat hayatına önemli katkılar sağlayan, isimleri bu alanlarda meşhur olan ve özellikle musikide bugün hâlâ etkinlikleri devam eden önemli simalar yetiştirmişlerdir. Bu simaların şöhretleri sadece sanat çevrelerinde aksi seda bulmamış, saraya kadar ulaşmış ve başta Hamma-
After the lodges were closed down, in the place of Mevlevi lodges that became desolate and torn down in time, new apartments were constructed The Üsküdar Mevlevî Lodge The Üsküdar Mevlevî Lodge was the last of Mevlevi lodges established in Istanbul. Though other four Mevlevi lodges in Istanbul were constructed on European side, Üsküdar Mevlevi lodge was constructed on Anatolian side. It is located on the western side of Doğancılar Avenue in Ayazma neighborhood of Imrahor district in Üsküdar. This Mevlevi lodge which has had a quality of a Mevlevi zaviye (a special place for seclusion) since it was established, unlike other Mevlevi lodges in Istanbul, it was designed as a lodge for Mevlevi sheiks coming to Istanbul from Anatolia or those going Anatolia from Istanbul. So, those coming from Anatolia, especially from Konya, stopped over here, after resting for a couple of days, they went on with their jobs, and those who would go to Anatolia, set up from Üsküdar Mevlevi lodge after preparing their travel rations and allowances. The first constructor and the first sheikh of the Mevlevi lodge that was established through the end of the 18th century was Halil Numan Dede. The last sheikh of the Mevlevi lodge was Ahmet Remzi Dede. The Istanbul Mevlevi lodges which were of the most important lodges of Mevlevis, brought up imminent and famous people whose effects can still be seen and who contributed greatly to Turkish literature, art and especially music. The fame of these
LOVE SEEDBED OF ISTANBUL I. Dünya Savaşı’na katılan mevlevi gönüllüleri / Mevlevi volunteers participating the World War I
103 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
mizade İsmail Dede Efendi olmak üzere birçok Mevlevi padişah ve devlet erkanı nezdinde iltifata mazhar kılmış, bu da Mevlevilerin önderlik ettiği bu sanatın yaygınlık kazanmasını ve itibar görmesini temin etmiştir. Böylece bu asır içinde hassaten musikide Türk Musikisi'nin önemli isimleri Mevlevi dergahlarından, Mevleviler eliyle yetişmiştir. Şuara tezkirelerinde de, Mevlevi olarak zikredilen divan şairlerinin sayısının pek de az olmadığı ve divan edebiyatının önde gelen isimlerinden Şeyhülislam Bahai, Cevri, Şeyhülislam Yahya, Fasih Ahmed Dede, Neşati Ahmed Dede, Müneccimbaşı Ahmed Dede, Nayi Osman Dede, Receb Enis Dede, Nefi, Naili, Nabi, Nedim, Sakıb Mustafa Dede, İlhami (III. Selim) ve nihayet Şeyh Galib gibi şairlerin Mevlevi oldukları bütün edebiyat çevrelerinin ve tezkire yazarlarının malumudur. Bu dergahlar sadece musiki ve edebiyatta mahir Mevleviler yetiştirmemiş, güzel sanatların hat, resim, tezhip gibi dallarında da önemli eser veren Mevlevi sanatkarların yetişmesini temin etmiştir. Daha dikkat çekici olanı ise bilinen bu klasik güzel sanatlarla iktifa etmeyen Mevleviler arasından ciltçilik, kağıt oymacılığı ile iştigal eden, hakkak, saatçi, bıçak ve kalemtıraş imali yapan sanatçılar yetişmiş, şiirde ve edebiyatta ortaya koydukları eserleriyle ve bütün bu sanat faaliyetleriyle İstanbul Mevlevi dergahlarına mensup Mevleviler Türk kültür ve sanat hayatına katkılar sağlamışlardır.
people did not just gain popularity in art societies, their fame especially the one of Hamamizade Ismail Dede Efendi and many other Mevlevis has reached to palace and they were behaved in courtesy and were complimented kindly and this helped a great deal to spread and respect of the art that Mevlevis preceded. So in that century, especially in the field of music, important names of Turkish music were brought by Mevlevis. In the books written especially about the poets, the numbers of Mevlevîs are not low and the distinguished names of the classical Ottoman Poetry were all Mevlevis, such as Şeyhulislam Bahaî, Cevrî, Şeyhulislam Yahya, Fasîh Ahmed Dede, Neşâtî Ahmed Dede, Müneccimbaşı Ahmed Dede, Nâyî Osman Dede, Receb Enîs Dede, Nef’î, Nâilî, Nâbî, Nedîm, Sâkıb Mustafa Dede, İlhâmî (Selim III) and finally poets like Şeyh Gâlib. And this is well known by all literature circles and authors of tezkire (biography books written for certain groups of people) These lodges did not just trained proficient composers and writers; they also secured the trainings of other Mevlevi artists who were prolific in other sorts of fine arts as calligraphy, drawing and gilding. Even more remarkable is that, these Mevlevis did not just confine themselves to these classical arts, they also dealt with bookbinding, paper craving, and produced clock, knife and pencil sharpener; the Mevlevi dervishes connected to the Mevlevi lodges of Istanbul have contributed to Turkish culture and art greatly by the means of their works of poetry and literature and all those art activities.
OSMAN KAVALA İLE SÖYLEŞİ
104 OCAK ŞUBAT MART 2009
“İSTANBUL, KUŞKUSUZ TÜRKİYE’NİN KÜLTÜR BAŞKENTİ VE EN ETKİLİ KAYNAŞMA YERİ.” I GUESS OUR ACTIONS CONTRIBUTED IN THE INTEREST THAT THE ARTISTS AND CULTURAL INSTITUTIONS FROM ISTANBUL SHOWED.
OSMAN KAVALA Kerem Değer Halit Ömer Camcı
J RTA J O P RÖ PORTA INTERVIEW WITH OSMAN KAVALA RÖ ORTAJ RÖP ORTA Ciddi eğitim almış bir genç, babasının vefatınA youngster with an outstanding education; a ÖP A businessman who had to take over everything after R PORT dan sonra işlerin başına geçmek durumunda RÖ his father’s passing; an intellectual boss; a promokalmış bir iş adamı, entelektüel bir patron, kültür – sanat girişimcisi, 80’lerin ünlü siması bugün Anadolu Kültür’ün yönetim kurulu başkanı, iyi bir İstanbul beyefendisi, karizmatik bir şahsiyet, dolu ve çok yönlü bir insan… Osman Kavala ile sizin için keyifli bir söyleşi yaptık.
ter of culture and art; the familiar face of the 1980s and today’s board chairman of Anatolian Culture; a decent Istanbul gentleman; a charismatic personality; and all in all a truly multi-faceted and successful person… We had a very exclusive and delightful interview with Osman Kavala for you.
Okurlarımıza kendinizi tanıtabilir misiniz? 1957 doğumluyum, 60 darbesini olmasa da radyodan Yassıada haberlerini ve dönemin havasını hayal mayal hatırlıyorum. 12 Mart'ta Robert Lisesi'ne başlamıştım, olup bitenle bir parça ilgiliydik, ama o dönemde edebiyat, felsefe falan daha ilginç geliyordu. 1975'de Ortadoğu Teknik Üniversite'sine girdim, 77'de ise diplomasını aldığım Manchester Üniversitesi'ne. İktisat, siyaset, sosyoloji karışımı bir eğitim aldım. New York'da New School'da yüksek lisans yaparken babam vefat etti, gelip babamın kurmuş olduğu Kavala şirketlerinde, işlerle uğraşmaya başladım. Hem darbe öncesi, hem darbe sonrası siyasi ortam bende epey iz bırakmıştır. İşadamlığım sırasında da dernek çalışmalarıyla ilgileniyordum, ama 2000'den sonra vaktimin çoğunu sivil toplum işleriyle geçirmeye başladım.
Could you introduce yourself to our readers? I was born in 1957. I can remember the era’s atmosphere through the radio and the news indistinctly, although I cannot remember the coup of 1960 itself. I began Roberts College high school on the 12th of March. We were a bit interested in what was happening around but things like literature and philosophy were more interesting to us. I was accepted to the Middle East Technical University in 1975. In 1977 I was accepted to the University of Manchester, from where I received my diploma. I had a sort of mixed education in economics, politics and sociology. My father passed away while I was doing my masters at the New School in New York. After that I came here and dealt with the business of Kavala Company that my father had established. The political ambiance before and after the coup left many traces on me. I was dealing with some association affairs, but after the year 2000 I began spending most of my time in civil society issues.
Edebiyatımıza ve dolayısıyla kültürümüze katkı sağlayan İletişim Yayınlarının kuruluş serüvenini biraz anlatır mısınız? Malum, 80 darbesi, siyasi tahribatı yanısıra, sosyal, kültürel hayatımız için de ciddi bir yıkım olmuştu. Daha önce ilişki içinde olduğum arkadaşlar da dönemin şartlarına uygun bir girişimde bulunmak istiyorlardı. Geniş bir yelpazesi olan, eleştirel eserlere önem veren bir yayınevinin kurulması, kitapların yanısıra süreli yayın, haftalık dergi çıkarmak gibi. Bu projeler bana da çok heyecan verdi, çok da abartılmayacak meblağlarla destek oldum. Sanırım, bu proje o dönemde ilk entelektüel kıpırdamalardan, nefes alışlardan biriydi. Yönetim Kurulu başkanlığını yaptığınız Anadolu Kültür, kuruluş amacına ulaştı mı ve 2009/2010 hedefleri nelerdir? Kuruluş amaçlarını, hedefleri epey iddialı yazmıştık, bunlara ulaşmanın pek mümkün olabileceğini sanmıyorum. Bu bir süreç. Ama yapabildiklerimizden ve bizim dışımızda aynı doğrultuda yapılanlardan memnunum. Bu açıdan doğru sularda, doğru istikamette seyrettiğimize inanıyorum. 2009/2010'da Anadolu'da yapılan çeşitli projeleri kalıcı bir bilgilendirme ağına dönüştürmeye çalışacağız. Avrupa Birliği tarafından fonlanan "Kültür Köprüleri" programı kapsamında Goethe Enstitüsü'nün ve British Council'ın Anadolu kentlerinde gerçekleştirecekleri edebiyat ve kamusal sanat alanlarında bazı projelerde, bu kurumlarla ortak çalışacağız. Bir de bölgesel bir sanat dergisi girişimimiz var.
Could you tell us a bit of the adventure of İletişim Yayınları that contributed to our literature and consequently our culture? As you know, the coup of 1980 was not only a political devastation but also was a serious destruction for our social, cultural life. Some friends with whom I had relationships before wanted to attempt to reflect the conditions of the period, something such as establishing a publishing house which would attach importance to critical works and have a wide spectrum, and which alongside books would publish periodicals like weekly magazines. These projects excited me very much. I supported them with funding that cannot be called lavish. I think this project was one of the first intellectual movements, in other words one of the first breaths at that period. Has the Anadolu Kültür, of which you are the president of the administrative board, reached its established aim, and what are its goals for 2009/2010? We determined its aims and goals over-ambitiously. I don’t believe that it is possible to reach them. This is a process. But I am happy with the things we can do and with the ones that are done outside, parallel to ours. At this point I believe that we are proceeding on the right path and direction. In 2009/2010 we will try to transform some temporary projects into permanent information networks. Within the “Bridges of Cultures” project that is funded by the European Union, we will be cooperating with the Goethe Institute’s and the British Council’s projects that will
105 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
OSMAN KAVALA İLE SÖYLEŞİ be realized in literature and the civil arts fields. We also have an initiative of a regional magazine of arts. We know that you take part in many N.G.O.s as administrator, member of the board or establisher. Alongside these, you have a deep-rooted work life which comes from your father. It is also known that you are sensitive to culture and the arts. How can you manage to spare time for your personal life and family among all these occupations? I take all these as the time I allocated for myself. I spend less time for work. You know, the work life is like a sponge that absorbs all your energy. When you move outside a bit you can do many things with the qualifications that the business life has brought in. What is our country in short of, in terms of culture and arts, and what more can be done? It is not easy to answer this question; it is possible to write pretty long lists of problems. But the issue that we think is important is to revitalize the cultural lives of Anatolian towns, and the town based cultural policies could be prepared in a participating way. Besides helping the high quality products of minorities, that will reflect their culture, and help these products to be appreciated and used by the majority of society. I believe that improving in these two fields will contribute so much in our democracy.
106 OCAK ŞUBAT MART 2009
Birçok sivil ve ekonomik kuruluşlarda gerek yönetici, gerek yönetim kurulu üyesi veya kurucu sıfatları ile yer aldığınızı biliyoruz. Bunların yanı sıra babanız merhumdan bugüne gelen köklü bir iş hayatı geçmişiniz de var. Kültür ve sanata duyarlılığınız zaten malum.. Hayatınızda bu kadar çok uğraş varken kendinize ve ailenize nasıl zaman ayırabiliyorsunuz.? Bu yaptıklarım tabii kendime ayrılmış zaman kategorisine de giriyor. İşle ilgili ise daha az zaman harcıyorum. Malum, iş hayatı sünger gibidir, tüm enerjinizi emer. Biraz dışına çıkılınca, iş hayatının kazandırdığı bazı özelliklerle epey fazla iş yapılabiliyor. Kültür ve Sanat konusunda ülkemizin eksikleri sizce neler ve ayrıca neler yapılmalıdır... Bu soruya cevap vermek hiç de kolay değil, oldukça uzun sorun listeleri hazırlanabilir. Ama, bizim önemli gördüğümüz mesele Anadolu kentlerinin kültürel hayatlarının canlanması, kent temelli kültür politikalarının katılımcı biçimde hazırlanabilmeleri. Bir de azınlık kültürlerini yansıtan nitelikli ürünlerin ortaya çıkmasına yardımcı olunması, bunların çoğunluk tarafından merak edilmesi, izlenmeleri. Bu iki alanda ilerlemenin demokrasimize de önemli katkılar sağlayacağına inanıyorum.
What sort of a city is Osman Kavala’s İstanbul or let’s say what does it evoke for you? I grew up in İstanbul; I had the chance to see the better days of İstanbul; against all odds İstanbul can still resist the time and roughness. I don’t believe that I can live anywhere else. Istanbul is the hometown- “memleket” as they say in Anatolia, for me it is not just an ordinary city. How do you see today’s İstanbul and what kind of an image do you have of the Istanbul of the future? The rise in population, the need for housing, the development of a middle class that is in good financial status, are threats for the cultural and architectural texture of the city and its neighborhood structure. There will, of course, be metropolitan transformations in many regions of the city, and this should happen, but for some parts of the city there shouldn’t be any interference. My dream for the future İstanbul is a city that has many social and cultural centers in which the suburbs are added to the city culture and the old fabric of the city is protected. Istanbul is the cultural capital of Turkey for sure, and it is the most effective place of being close in peace. We appreciate your investments in Anatolia, since you are a citizen of İstanbul. But did you get the result you were expecting, and did it create any publicity and make any sense? Anatolian towns, unfortunately, lost their social and cultural vitality after World War 1.The lack of existence of the non-Muslim
INTERVIEW WITH OSMAN KAVALA Osman Kavala’nın İstanbul’u nasıl bir şehir ya da İstanbul sizin için neler çağrıştırıyor? İstanbul'da büyüdüm, İstanbul'un daha güzel dönemlerini görme imkanım oldu; herşeye rağmen İstanbul'un güzellikleri zamana ve hoyratlığa dayanıyor. Buradan başka bir yerde yaşayabileceğimi sanmıyorum. İstanbul, benim için, bir şehirden ziyade, Anadolu'da kullanıldığı anlamda, tam bir memleket. İstanbul’un bugününü nasıl görüyorsunuz ve geleceğin İstanbul’u hakkında hayalinizde nasıl bir tablo var? Nüfus artışı, konut ihtiyacı, maddi durumu uygun bir orta sınıfın gelişmesi, şehrin mimari ve sosyal dokusu, mahalle yapısı için tehdit oluşturuyor. Tabii, şehrin birçok yerinde kentsel dönüşüm olacak, olmalı; ancak bazı bölgelere de fazla dokunmamak, müdahale etmemek lazım. Geleceğin İstanbul’u ile ilgili hayalim, şehrin eski dokusunun muhafaza edildiği, varoşların şehir kültürüne eklemlendiği, birçok sosyal, kültürel merkeze sahip bir büyük şehir. İstanbul, kuşkusuz Türkiye'nin kültür başkenti ve en etkili kaynaşma yeri. Bir İstanbullu olarak Anadoluya yaptığınız kültür adına yatırımları takdirle karşılıyoruz. Peki gerçekten istediğiniz sonuçlar alınıp, gayretiniz ses getirdi mi? Anadolu kentleri, maalesef, 1. Dünya Savaşı ve sonraki süreçte, sosyal, kültürel canlılıklarını kaybetmişler. Bunda, ekonomi ve kültür alanında faal olan gayrımüslim girişimci kesimlerin buralarda varlıklarının devam etmemesinin, merkeziyetçi idari yapının ve iktisadi sistemin rolü büyük. Son yıllarda, hem Anadolu kentlerinde kültürel canlanmayla ilgili bir arayış başladı, hem de İstanbul'dan, Ankara'dan çeşitli kuruluşlar bu kentlerde ciddi çalışmalara başladılar. Bu sürece, özellikle İstanbul'dan sanatçıların, kültür kuruluşlarının Anadolu kentlerine ilgi göstermesine, sanırım bizim çalışmalarımız da katkıda bulunmuştur. Her ne kadar “kültür ve sanatı büyükşehirlerin sınırlarına hapsetmeyelim” dense de malumunuz üzere İstanbul 2010 yılında kültür başkenti olacak. Bu konudaki düşüncelerinizi merak ediyoruz? Bu, iyi kullanılırsa önemli bir imkân olacaktır. Ben, İstanbul'un genel tanıtılması açısından değil de, unuttuğumuz, ihmal ettiğimiz kültür değerlerinin ortaya çıkarılması, kentin muazzam kozmopolit kültürel kimliğinin yeni, genç nüfusla bağlarının kurulması açısından bu süreci önemli görüyorum. Ekonomi okumuş biri olarak İstanbuldaki kültürel hareketliliğin iş dünyasına katacakları hakkında neler düşünüyorsunuz? Kültür sektörü, özellikle büyük kentlerde önemli istihdam imkânları sunuyor. İstanbul, zaten hizmet sektörünün çok
107 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
entrepreneurs around and the centralist government and economic system has a great role in this state. In recent years there began a search for the cultural revitalization in both the Anatolian towns, and in İstanbul and Ankara some institutions started serious actions. I guess our actions contributed to the interest that the artists and cultural institutions from İstanbul showed. Although it is proposed not to contain culture and arts within metropolitan boundaries, you know that Istanbul will be the capital city our culture in 2010. I wonder about your ideas about this? This will be an important opportunity if it is put to good use. I consider this important not for the general introduction of the city but for the connection of the glorious composite cultural identity with the young population, and the exposition of the cultural values that we forgot about and are careless about. Being someone who mastered economics, what do you think of the contributions that the cultural dynamism will make to the business world? The sector of culture, particularly in bigger cities, offers important employment opportunities. Istanbul is already a city in which the service industry is very important. The innovations in the cultural domain affect the other fields of the economy positively.
OSMAN KAVALA İLE SÖYLEŞİ
108 OCAK ŞUBAT MART 2009
önemli olduğu bir şehir. Kültür sektöründeki yenilikler, ekonominin başka alanlarını da olumlu etkiliyor. İlgi alanı yelpazeniz çok geniş. Eğer iş adamı değil de sanatçı olsaydınız tam olarak neler yapmak isterdiniz? Kurduğunuz hayallerden ulaşamadığınız oldu mu? Maalesef sanat yeteneğim yok. Tabii, olmasını isterdim, en çok da film yönetmenliği yapmak isterdim. Çok oldu. Hayalleri biraz zor ulaşılacak şekilde kurmak, sanırım insanın daha yaratıcı düşünebilmesine imkân veriyor. Türkiye kültürel anlamda dünyayla parelel hareket edebiliyor mu? Yoksa kat edilecek daha çok yolumuz mu var? İstanbul için bir paralellikten bahsedebiliriz, ama sanırım, bu daha ziyade İstanbul'un belli bölgeleri, belli sosyal kesimler için geçerli. Özellikle Avrupa'da, kültür faaliyetleri nüfusun çok daha geniş kesimleri için ulaşılabilir durumda. Bu da kültür politikalarına bağlı olarak gerçekleşebiliyor. Sade büyük şehirler için değil, ülkenin her yanında bu imkânların, bu dinamiklerin ortaya çıkması önemli. Binyılların şehri İstanbul’u dünyaya ne kadar anlatabildik? Bir dünya kenti olan İstanbul’u dünyadan kıskanıyor ve onu kendimize mi saklıyoruz? Ne dersiniz? Bence, İstanbul dünyada, özellikle Avrupa'da tanınıyor. Ancak, biz bu şehri, tarihini, kozmopolit kültürel mirasını ne kadar tanıyoruz ve sahipleniyoruz, bundan emin değilim.
Your spectrum of interests is so wide. If you were an artist instead but not a man of business, what exactly would you prefer to do? Are there any dreams that you have not reached yet? Unfortunately I am not talented in arts. I would of course have liked to be talented, and I would have liked to be a film director mostly. I believe that dreaming for the hardly reachable things makes one think more creatively. Can Turkey act parallel with the world in culture, or do we have a long way to go? For İstanbul we can talk about parallelism, but I think this is true for some particular regions and societies. Especially in Europe, cultural activities are reachable for far wider parts of the population. This can occur depending on the policies of culture. It is important that not only the bigger cities of the country have these opportunities, but that they take place in all parts of the country. How far have we been successful in describing Istanbul to the world, which is a city of a thousand years? Are we possessive with this world city and keeping it for our selves? In my opinion İstanbul is known around the world, especially in Europe. But I am not sure about how much we know about its history, its cosmopolitan cultural heritage, and how much we care; this is what I am not sure about.
SEVGİLİ İSTANBUL / Pullarda Kalan İstanbul’un İzinde
nd i N z İ TA ’un
l S u İ b İLİ İstan
n G a l V a SE rda K
! L BU e
a l l u in* P Bilg la han y li eya Nes Der m Erde
110 OCAK ŞUBAT MART 2009
L U ps B m a N st
A t on f e T l s IS l that i
R bu n A a t DE ce of Is ra On t
*Yazar-Senarist/ Author-Scriptwriter
DEAR ISTANBUL / ON TRACE OF ISTANBUL THAT IS LEFT ON STAMPS
111 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Size bu mektubu, çok uzaklardan, deniz görmemiş, vapura binmemiş çocukların yaşadığı Anadolu şehrinin küçük bir köyünden yazıyorum. Siz buraları bilmezsiniz, beni de bilmezsiniz. Ama tanımadığım birine mektup yazıyorum sanmayın. Sizi tanıdığımı söyleyip ayıp ediyorsam da beni affedin. Aslında böyle düşünmekte benim bir kabahatim yok. Size âşık olanların şiirlerine romanlarına ev sahipliği yapmadınız mı yıllarca? Onların en güzel mısraları, satırları sizi anlatmadı mı? İşte suç biraz pulların biraz da onlarındır. En başta da Necip Fazıl’ın. Çünkü ben daha küçücükken İstanbullu öğretmenim tahtaya onun mısralarını yazmıştı. Arkadaşım Fikret ile bir ağızdan okumuştuk bakarak; “Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale Ve kavuşmuş rüzgâr onda, onda misale. İstanbul benim canım; Vatanım da vatanım... İstanbul, İstanbul...” Sonra ilk kez gördüm sizi… Öğretmenim, nişanlısının gönderdiği mektuptan o güzel suretinizi incitmeden çıkardı. Fikret ile şaşıp şaşıp kaldık. Dantel dantel işlenmiş mini mini halinizde kanat takmış bir adam kendini rüzgâra salmıştı. Adı “Bin Fenli” Ahmet Çelebi. Öğretmenim dedi ki; “Öyle çok istemiş ki uçmayı, kuşlardan ilham alıp Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçmuş nihayet”. Fikret, Hezarfen gibi uçmak istedi,
I’m writing to you from far far away, from a small village of the Anatolian city of whose children have never seen the sea or got on the ferry. You don’t know here and also me, either. But don’t think that I’m writing to someone I don’t know. If it is a shame to tell that I know you, then forgive me. Actually I don’t have any fault in thinking that way. Haven’t you been the householder for the poems and novels of those in love with you for years? Didn’t their most beautiful verses and lines tell us about you? Now, it is the fault of the stamps and those, first of all, of Necip Fazıl (a distinguished poet) because my teacher from Istanbul wrote his verses on the board when I was very little. I and my friend, Fikret, read it together in chorus; “The sea and the soil got union within it only, And the dream acquired an example in it solely. Istanbul is my sweetheart It is my country and my country… Istanbul, Istanbul…” And then I saw you for the first time… My teacher took your gorgeous picture out of the letter which his fiancée sent. I and Fikret were amazed and amazed. A man, who had wings in the teeny-weeny and lacelike picture of you, has let the wind blow himself. His name was Hezarfen Ahmet Çelebi,. (hezarfen means the one who has a thousand of sciences literally, it is used for wise-man acknowledged in many fields)
SEVGİLİ İSTANBUL / Pullarda Kalan İstanbul’un İzinde
112 OCAK ŞUBAT MART 2009
bense size dalıp kalakaldım. Kule dibinde ben de olmalıydım. Minik evlerin şirin çatılarına baktım. Bir tanesine güç bela tırmandım, gözlerim uzaklara kaydı. Küçük yelkeniyle bir tekne vardı Marmara’da. Öyle güzeldiniz ki daha fazlasını görelim diye Fikret’le ben, öğretmenim gibi mektup bekler olmuştuk artık. Her seferinde beklediğimize değerdi. Başka bir yüzünüz çıkardı ortaya. O yüzlere bakarken öğretmenim de boyuna anlatırdı. Nişanlısı Süleymaniye Darüşşifasının hemen yanı başında yaşarmış. Zaten ilk o sokakta görmüşler birbirlerini. İşte bakın o sokak, küçük küçük kubbelerini görüyor musunuz Darüşşifanın? Bu da Güzelhisar vapuru diyerek gösterirdi. Annesi ve kardeşleriyle ona binip karşıya geçerken, öğretmenim sanki Kadıköy’de işi varmış gibi yanlarında bitiverirmiş her seferinde. Sonunda muradına erdi öğretmenim. Biz askerlik çağa geldiğimizde o da çoktan evlenmişti. O zaman çok düşledim size gelmeyi. Ama gittiğim yer size birazcık bile benzemiyordu. Olsun, askerlik bittiğinde Fikret ile sözleşmiştik zaten. İlk iş sizi dünya gözüyle görecektik. Ama bizim yerimize babam hasta dedemi götürdü size. Onca yalvarmama rağmen “eve barka sen sahip çıkacaksın biz de hemen döneceğiz” diye yanlarına almadılar beni. Ben eve barka sahip çıktım ama onlar hemen dönmediler. Aylarca kaldı babam. Dedem iyi olmuyordu. Babam bize yolladığı mektupta anlatıyordu. İstanbul’da bir yeri görememiş. Bir kez
Geleceğim, seni alacağım, bacakların varsın tutmasın. Bir arabaya atlayıp İstanbul’a gideceğiz. Dede torun Üsküdar’a varacağız önce, Kız Kulesi’nin yanından geçip Karaköy’de ineceğiz. Galata Kulesini göstereceğim sana. Oradan Kabataş’a geçeceğiz. Hani o çok sevdiğin Ortaköy Camii vardı ya, oraya da götüreceğim seni. Boğaza bir kerede buradan bak. Köprüyü bir kere de buradan gör. Gün ışıkları büyük pencerelerden süzülüp Camiyi doldururken dua edersin. Önümüzden devasa gemiler geçerken banklara oturup közde mısır yeriz birlikte… I’ll come and pick you up, never mind your legs. We’ll get in a car and go to Istanbul. Firstly, as a grandpa and granddaughter, we’ll visit Üsküdar. After passing by the Maiden Tower, we’ll get on the car in Karaköy. I’ll show you the Galata Tower. Then, we’ll pass to Kabataş. Well, there is a mosque that you like so much, Ortaköy Mosque, I’ll take you there, too. Look at the Bosporus from here once. See the bridge from here once. You would pray while the great windows are filtering the sun lights and the sun lights are filling the mosque. While enormous ships are passing in front of us, we would sit on a bench and eat cooked corn…”
My teacher said: “He highly desired to fly, and finally by taking inspiration from the birds, he could fly from the Galata Tower to Üsküdar.” Fikret wanted to fly just like Hezarfen. When it comes to me, I daydreamt by admiring you. I should be there, just next to the tower. I saw the pretty roofs of the small and sweet houses. I went up to the roof of one of them scarcely. My eyes looked far away. In the Marmara Sea, there was a boat with its small sail. Oh Istanbul, you were so much beautiful that I and Fikret were looking forward to a letter like our teacher in order to see much more. It was worth of waiting every time. Another side of you would appear in every letter. While we were looking at those sides, let’s say faces our teacher was talking about you continually. His fiancée would live near the Darüşşifa (hospital) of Süleymaniye. They had met each other in that street for the first time. There, look, that’s the street. Can you see the small domes of the Darüşşifa? Our teacher showed us the ferry of Güzelhisar. While his fiancée was getting on it with her mother and sisters to cross the sea, he arrived at Kadıköy just near them as if he had had something to do there. And finally, he attained his desire. When we were at the age of military service, he had already got married. I dreamt of coming to you so much then. But the place where I went didn’t resemble you even a bit. Anyway, I and Fikret had already promised to see you before dying. But instead of us, my father got my sick grandpa and they came to you. Although I begged them a lot, they
DEAR ISTANBUL / ON TRACE OF IST ANBUL THAT IS LEFT ON STAMPS vapura binip karşıya geçmiş. Dolmacouldn’t take me with them, he said: bahçe Sarayı’nın önünden geçerken “You will take care of the family, and kulaklarımı çınlatmış. Bindiği vapurun we’ll come back as soon as possible.” I adı Sahilbent’miş. Mektupların üstüntook care of the family, but they didn’t Dantel dantel işlenmiş mini mini de de olsa sen de gör istedim diyordu. come back right away. They stayed for halinizde kanat takmış bir adam Bak bakalım Güzelhisar gibi bunu da months. My grandpa couldn’t get well. kendini rüzgâra salmıştı. Adı “Bin Daddy was writing us that he couldn’t beğenecek misin? Fikret’le buluştuk. Fenli” Ahmet Çelebi. Öğretmenim visit anywhere in Istanbul. He once Ona da gösterdim pulları. Fikret bendedi ki; “Öyle çok istemiş ki uçmagot on a ferry and crossed the sea, to den de çok heyecanlanmıştı. Baban yı, kuşlardan ilham alıp Galata the other side. He burnt my ears while döner dönmez dedi. O döner dönmez Kulesi’nden Üsküdar’a uçmuş passing by the Dolmabahçe Palace. gideceğiz. Bizi burada ne tutabilir ki? nihayet”. The name of the ferry he got on was Sahil bent’in güvertesinde muhteşem Sahilbent. In his letters he said: “I want Dolmabahçe’yi selamlayıp, martılara you to see it even if it is just on the letA man, who had wings in the teenysimit atacağız birlikte. Babam dedemi ters. Have a look; do you like this ferry weeny and lacelike picture of you, size bırakıp döndüğündeyse gönlümde like the one of Güzelhisar? I met with has let the wind blow himself. His bambaşka şeyler vardı. Köyün en güzel Fikret. I showed him the stamps, too. name was Hezarfen Ahmet Çelebi. kızına âşıktım, İstanbul. Ona bakarken He was much more excited than me. My teacher said: “He highly desired to sizi görüyordum sanki. Fikret dalga ge“We’ll go as soon as your daddy comes fly, and finally by taking inspiration çerek “Ne o unuttun mu İstanbul’u?” back. We’ll go then.” said Fikret. What from the birds, he could fly from the can keep us here? We’ll salute the great dedi. Ümit Yaşar coşkuyla ekledi; Galata Tower to Üsküdar.” Dolmabahçe on the deck of Sahilbent “Yürüsek yürüyor, dursak duruyor, şaand throw bagels to the seagulls. şırdık When my father left my grandpa there, Bir yanda o, bir yanda ben, ortada İswith you, I had quite different thinks in my heart. Oh Istanbul, tanbul I was in love with the most beautiful girl of the village. While İnsan bir kere sevmeye görsün, anladım looking at her, I would feel as if I saw you. By kidding Fikret Nereye gidersen git, orada İstanbul.” said: “What’s up? Did you forget Istanbul?” Then he added zesBen de muradıma erdim, evlendim İstanbul. Karıma sizi antily like a poet called Ümit Yaşar: lattım. Önce kıskandı ama pullardaki hallerinize o da hayran “When we walk, it walks; when we stop, it stops, we are astonoldu sonunda. Gidelim canım dedi. Ben de görmek istiyorum ished onu. Tam yola düşüp birlikte size gelecekken, başka bir miHer on one side, me on the other, Istanbul in the middle safir geldi bize. Oğlumuz. Büyüsün biraz, ele avuca gelsin üç Once you fall in love, I got it, kişi gideriz dedik. “E o halde neden gelmedin hâlâ?” derseYou see Istanbul wherever you go.” I also attained my desire, oh Istanbul, I married. I told my wife niz iyi bir mazeretim var aslında. Önce iş güç bindi sırtıma. about you. At first she envied, but finally she admired your ilBir ailem vardı artık. Başımı alıp gidemezdim. Sonra bir sene lustrations in the stamps. “Honey, we shall go.” she said, and Fikret köyden ayrıldı. Beni bir başıma bırakıp size taşındı. Naadded “I want to visit it, too.” Just as we were getting on the sıl da kıskanmıştım onu? Ama tutmayan bacaklarımla nasıl way to visit you, another guest of us appeared. Our son… We gelecektim ki yanınıza. Siz bilmezsiniz ama oğlumu büyütüp thought we would go as three people after he grew up a little. yürütürken ben yürüyemez olmuştum İstanbul. Fikret bana If you ask that “Well then, why didn’t you still come?”, I have hep mektup yolladı. Ama o mektuplarda ikimizin düşlerinan acceptable excuse. Firstly I undertook a lot of works. Now, I deki siz yoktunuz. Şöyle diyordu Fikret, “Canım kardeşim, öğhad a family. I couldn’t go away by myself. Later, Fikret left the retmenimiz de şairler gibi bize yalan söylemiş. Geldiğime bin village. He moved to you by leaving me on my own. How was I pişmanım. Hiçbir şey onların anlattığı gibi dejealous of him?! But how could I come to you while I was ğil. Kocaman karmakarışık bir yer buhaving those crippled legs. Oh Istanbul, you don’t know rası. Ne o vapurlar var, ne it, but while I was making my son grow up and walk, I de güzel martılar! became incapable of walking. Fikret always wrote me, sent me letter. But in those letters, there was nothing Hepsi ölmüş onlarelated to what we thought about you. Fikret wrote: rın. O gördüklerimiz, “Dear bro, our teacher had lied to us just as the poets. duyduklarımız hep I’m too regretful for coming here. Nothing seems like hayalmiş. Ben de çok what they told us. This is a huge place at six and sevens, there yakında döneceğim is such hugger mugger here. There are neither those ferries nor kardeşim.” the beautiful seagulls! They all died. Those we heard and saw Öyle dargındım ki öğretmenime ve were nothing, but dreams. I will come back soon, bro.” ona… Siz nasıl hayal olabilirdiniz? I was offended and angry with my teacher so much! How
113 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
SEVGİLİ İSTANBUL / Pullarda Kalan İstanbul’un İzinde
114 OCAK ŞUBAT MART 2009
Hem vapurlar nasıl ölürdü? Fikret de herhalde anlamıştı ona olan dargınlığımı. Belki de çoktan unutmuştu beni. Çünkü mektupları kesiliverdi birden. Asla geri dönmedi. Artık onu da sizi de kafamdan silmeye uğraşırken oğlum delikanlı oldu. Onu evlendirirken barışma umuduyla tekrar aradım Fikret’i. İşte o zaman anladım İstanbul. Fikret beni unutmamış. Meğerse ölüvermiş kollarınızda. Aslında nicedir aklımdaydı size bir mektup yazmak. Ama bunca yıldan sonra iki satır yazmaya utanmıştım… Şimdi yazmamın sebebi yine bir mektup biliyor musunuz? Torunumun mektubu. Uzun zamandır misafiriniz olan, doktor çıkacak biricik Leyla’mın mektubu. Bugün geldi mektup. Açtım, mis gibi o kokuyor. Dede demiş; Bu şehir, pullarda gördüğünden, şiirlerde sevdiğinden çok daha güzel. Öğretmenin de şairler de yalan söylememiş. Asıl Fikret sen üzülme diye kandırmış seni. Geleceğim, seni alacağım, bacakların varsın tutmasın. Bir arabaya atlayıp İstanbul’a gideceğiz. Dede torun Üsküdar’a varacağız önce, Kız Kulesi’nin yanından geçip Karaköy’de ineceğiz. Galata Kulesini göstereceğim sana. Oradan Kabataş’a geçeceğiz. Hani o çok sevdiğin Ortaköy Camii vardı ya, oraya da götüreceğim seni. Boğaza bir kerede buradan bak. Köprüyü bir kere de buradan gör. Gün ışıkları büyük pencerelerden süzülüp Camiyi doldururken dua edersin. Önümüzden devasa gemiler geçerken banklara oturup közde mısır yeriz birlikte… Ellerim titrerken mektubu çevirdim. Ortaköy Camii’ni gördüm. Sevgiyle baktım ona. Heyecanla yıllardır suretlerinizi biriktirdiğim çekmeceyi açtım. İsteğim Camii diğerleri ile buluşturmaktı. Ama o da nesi? Önce martı çığlıkları, dalga sesleri geldi çekmeceden. Tuzlu tuzlu içime çektim denizin kokusunu… Sonra insan sesleri, vapur düdükleri yükseldi… Çekmece siz oldu, başında Boğaz Köprüsü, sonunda Galata Kulesi… Rağbet, Sahilbent ve Güzelhisar teker teker geçti önümden… Pullar büyüyüp odayı doldururken bir kez daha hayran kaldım size… Ve anladım. Çok istesem de bu sefer de yakından göremeyeceğim sizi. Çünkü ben de vapurlar, martılar gibi ölüyorum Sevgili İstanbul. Gözlerim kapanıyor artık. Yazacak takatim de kalmadı. Belki de bu mektubu hiç almazsınız. Zaten mektubum da şairlerinizle yarışamaz ya… Ama diyorlar ki sizi seveni siz de severmişsiniz… Yaşına başına, boyuna posuna, kim olduğuna bakmazmışsınız… Her sevgi gibi bolca acı biraz tatlıymış bu sevgi… Şimdi başucumda Yahya Kemal var İstanbul. Usulca fısıldıyor Fikret’e, Size ve Bana; “Nice revnaklı şehirler görülür dünyada Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada Sende çok yıl yaşayan sende ölen sende yatan.”
would you be just a dream? Besides, how could the ferries die? Fikret might have understood that he offended me because he didn’t write any more. He never came back. While I was trying to get both you and him out of my mind, my son became a teenager. While he was getting married, I called Fikret again, in the hope of reconciliation. Right then, Istanbul, I got that Fikret hadn’t forgotten me. To my surprise, he had died in your arms. Actually, I have been planning to write you for a long time. But after so many years, I was embarrassed to drop you a line. The reason why I’m writing now is again a letter, you know, the letter of my granddaughter… It’s the letter of my dearest Leyla, who has been your guest for a long time and will be a doctor. It has been delivered today. I opened it up. It smells like her fragrantly. She said: “Oh grandpa, this city is more beautiful than the one you saw on the stamps and liked by the poems. Neither your teacher nor the poets lied to you. In fact, Fikret had deceived you so that you wouldn’t be upset. I’ll come and pick you up, never mind your legs. We’ll get in a car and go to Istanbul. Firstly, as a grandpa and granddaughter, we’ll visit Üsküdar. After passing by the Maiden Tower, we’ll get on the car in Karaköy. I’ll show you the Galata Tower. Then, we’ll pass to Kabataş. Well, there is a mosque that you like so much, Ortaköy Mosque, I’ll take you there, too. Look at the Bosporus from here once. See the bridge from here once. You would pray while the great windows are filtering the sun lights and the sun lights are filling the mosque. While enormous ships are passing in front of us, we would sit on a bench and eat cooked corn…” I turned the letter with my trembling hands. I saw the Ortaköy Mosque. I looked at it warmly and affectionately. Being full of excitement, I opened the drawer where I had saved your photos, illustrations for years. My wish was to make the picture of mosque meet with the others. But what was that? Firstly I heard the mews, the screams of the seagulls. I could draw the smell of the salty sea. Then the human voices and the whistles of the ferries rose… The drawer turned into you, at the beginning of it there is the Bosporus, and there is the Galata Tower at the end… The ferries called Rağbet, Sahilbent and Güzelhisar passed one by one before me. While the stamps were enlarging and filling the room, I was fascinated and struck with admiration to you once more again… And I see. Even if I desire a lot, I won’t be able to see you closely again this time, either since I’m dying like the ferries and the seagulls, dear Istanbul. Now, my eyes are closing. I don’t have the energy to write, either. You may not receive this letter. Moreover, my letter cannot compete with your poets… But it is said that you would like whoever likes you... You wouldn’t take the age, stature etc. of those in love with you into consideration… This love would have a plenty of bitterness but a little bit sweet like every other loves. Now, there is Yahya Kemal (a distinguished poet and author) close to me, oh Istanbul. He is whispering to Fikret, You and me softly: “Of all the brightest cities in the world You are the one to create charming beauties The one who lived in you for years, the one who died in you, who lies in you Lived in the longest and pleasant of all dreams.”
İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK
İSLAM’DA BİLİMVE
TEKNİK SCIENCE Prof. Dr. Fuat Sezgin*
AND
TECHNOLOGY
IN ISLAM 116 OCAK ŞUBAT MART 2009
*J. W. Goethe Üniversitesi Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü Direktörü
SCIENCE AND TECH NOLOGY IN ISLAM Romantik dönemde, tarihsel olgulara karşı adil olmayan periyotlaştırmanın etkisi altında henüz yeni doğmuş olan tek yönlü 'Rönesans' kavramının ve ortaçağın başarılarını yadsımanın hakim olduğu dönemde, Jacques Sedillot ve oğlu Louis-Amelie, Ebü el-Hasan el-Marrâküşî'nin (7./13. yy.) uygulamalı astronomi ve astronomik aletlere ilişkin muhteşem eserinin Paris'te bulunan Arapça el yazmasından Fransızca tercümesini 1834 yılında yayınladılar1. Bunu on yıl sonra oğul Sedillot'nun el-Marrâküşî'nin kitabı üzerine yaptığı hayranlık uyandıran çalışması takip etti2. Gerçi önceki dönemlerde Johann Gottfried Herder (1744-1803), Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832), Kurt Sprengel (17661833) ve Alexander von Humboldt (1769-1859) gibi şahsiyetler hümanist bir anlayışla Müslümanlara veya Araplara bilim tarihinde layık oldukları takdiri yöneltmişlerdi. Bununla birlikte baba ve oğul Sedillot bilim dünyasının, Arap-İslam kültür çevresinin ortaya koyduğu başarılara karşı adil bir davranış için onlarca yıl süren bir mücadele verdiler, her ne kadar bu, meslektaşları ve Fransız Akademisi tarafından pek hoş karşılanmamış olsa da. Sedillotlar tarafından sürdürülen mücadelenin, yorulmak bilmez bilim adamı JosephToussaint Reinaud'un (1795-1867) daha aşağı kalmayan bir yaratıcılık ve inançla coğrafya3, İslamî arkeoloji4, savaş tekniği5 alanlarında başardığı ve yaşamını adadığı eserlerle desteklenmesi bir şans olmuştu. Reinaud çalışmalarının birisinde, bilimler tarihinin bütünlüğünü veciz bir şekilde ifade eden şu düşünceye ulaşmıştı6: «Rastlantı, tekniklerin ve sanatların ilerlemesinde çok büyük bir rol oynamaz. İnsanlık bütün keşiflerinde istikrarlı bir şekilde ileriye doğru, birdenbire bir sıçrayışla değil, adım adım hareket eder. Her zaman aynı hızla ilerlemez, fakat hareket süreğendir. İnsan icat etmez, sonuçlar çıkarır. Mesela insan bilgisinin bir alanını ele alalım: Bu alanın tarihi, yani ilerleme tarihi, aralıksız bir zincir oluşturur. Olgular tarihi bize bu zincirin parçalarını verir ve bizim görevimiz, kaybolan halkaları her bir parçayı bir diğerine eklemek için yeniden bulmaktır.» 1853 yılında yayınlanan Averroes et l'Averroîsme adlı eserinde Ernest Renan (1823-1892) Arap Felsefesinin Avrupa'daki resepsiyonunun bilim tarihçileri için hayli yeni ve şaşırtıcı bir tablosunu çizerken, Alexander von Humboldt'un desteğiyle Paris'te okumuş olağanüstü yetenekli genç bir Alman bilim adamı 1851-1864 yılları arasında Arap matematiğine ilişkin yaklaşık 40 kadar çalışma yaptı. Bu, maalesef çok genç, 38 yaşında ölmüş olan Franz Woepcke (1826-1864)'dir. Onun günümüze kadar kısmen aşılamamış Fransızca yazdığı çalışmaları, bugünkü Arapİslam matematik historiyografyası için sağlam bir temel oluşturmuştu. Özellikle 1851 yılında yayınlanmış olan doktora çalışma-
Jaques Sedilliot and his son Louis Amelie published the translation in French of Ebu el Hasan el Marrakusi’s(13th cent.) magnificent work in Arabic manuscript on applied astronomy and astronomic equipment in 1834 which was kept in Paris in the romantic era that the denial of the middle age success and the new born Rennaisance which was under the effect of the periodilization that was iniquitious to some historical facts ,was dominant. The son Sedilliot’s admirable work on al Marrakusi’s book followed this.In earlier periods some names as Johann Gottfried Herder (1744-1803), Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832), Kurt Sprengel (17661833) and Alexander von Humboldt (1769-1859) directed the aprreciation to the Muslim or the Arabs that they deserved in the history of science with a humanistic understanding. Besides this the father and the son Sedilliots ran a struggle of tens of years for a fair behaviour to the avhievements that the Arab-Islam cultural environment introduced ,even though this was not welcomed by their colleagues and the French Academy. It was a chance for the struggle that was carried out by the Sedillots that the restless scientist Joseph-Toussaint Reinaud (1795-1867)supported with his works on Islamic archeology , war tactics and geography that he achieved and dedicated his life on . Reinaud had reached the point that reveals the integrity of the science history :Coincidence does not have an important role on the improvement of the sciences and arts .Humanity moves to all it’s discoveries steadily and step by step but not with a sudden leap” .It doesn’t go on with the same momentum but the movement is constant. Man doe not invent but deduce. Let us take one field of the human knowledge :The history of this field ,I mean the history of development ,forms an uninterrupted chain. The history of facts gives us the pieces of this chain and our duty is to find the rings in order to add each peace to another.” While Ernest Renan(1823-1892) was drawing a new and surprising portrait of the reception of Arabic philosophy around Europe in his work Averroes et l’Averroîsme which was published in 1853, a vey high talented young German scientist who was educated in Paris made about 40 studies on the arabic mathematics between the years 1851and 1864 with the support of Alexander von Humboldt . This is ,unfortunately died very young, Franz Woepcke (1826-1864) who passed away at the age of 38 .His works written in French which partially has not been passed over in our day consti-
117 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK tuted a strong basis for today’s Arab-Islam mathematics historiography. His doctorate study L’algebre d’Omar Alkhayyâmî published in 1851 made an unexpected effect. In his work Franz Woepcke was presenting a systematic introduction of the third level equations of Omer el Hayyam ‘s work of algebra ,who lived in the second half of the 5th century and was a philosopher, astronomer and mathematician. The result that was come through surprised the period’s mathematicians for particularly this: They were keeping the mathematics historian regarded as an authority Jean Etienne Montucla’s idea that the Arabs could not pass beyond the second level of equations in algebra .The intense and wide spectrum works of the orientalists like J-J Sedilliot, L.-A. Sedillot, J.-T. Reinaud ve F. Woepcke opened new and astonishing perspectives about the Arab-Islam scientists place in the universal sciences .Without being independent to the strong influences, Eilhard Wiedemann(1852-1928) began his half a century long works in 1876.Wiedemann was a physicist and his works were about physics and and technique .Besides this he developed in all fields of Arab-Islam sciences of nature . The scripts that this restless scientist produced were published as about two hundred articles and monographies. His works which were published in five big volumes influenced the natural sciences histography his period and after and will be the indispensible works of this field.
118 OCAK ŞUBAT MART 2009
sı L'algebre d'Omar Alkhayyâmî beklenmedik bir etki yaratmıştı. Bu eserinde Franz Woepcke, 5 ./İl. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan filozof, astronom ve matematikçi c Ömer el-Hayyâm'ın cebir alanındaki eserinin, üçüncü dereceden denklemlerin sistematik bir tanıtmasını ortaya koymaktaydı. Ulaşılan bu sonuç, dönemin matematikçilerini özellikle şu sebepten dolayı şaşkınlığa düşürmüştü: Otorite olarak kabul edilen matematik tarihçisi Jean-Etienne Montucla'nın7 Arapların cebirde ikinci dereceden denklemleri aşamadığına ilişkin kesin yargısını zihinlerinde tutuyorlardı. Böylelikle J.-J. Sedillot, L.-A. Sedillot, J.-T. Reinaud ve F. Woepcke gibi büyük oryantalistlerin yoğun ve geniş kapsamlı çalışmaları gelecekteki araştırmalara Arap-İslam bilim adamlarının evrensel bilimler tarihindeki yerlerine ilişkin umulmadık ve hayret verici perspektifler açmış oluyordu. Bu dört bilim adamının güçlü etkilerinden bağımsız olmaksızın Eilhard Wiedemann (1852-1928) 1876 yılında, yarım yüzyıl sürecek olan çalışmalarına başladı. Wiedemann bir fizikçiydi ve çalışmalarının büyük bir çoğunluğu fizik ve teknik alanlarıyla ilgiliydi. Bununla birlikte, ilgisini zamanla Arap-İslam doğa bilimlerinin bütün alanlarına yöneltti. Bu yorulmak bilmez bilim adamının verdiği yazılı ürünler, ikiyüz kadar makale ve monografi olarak yayımlandı. Sonradan beş büyük cilt içinde toplanıp basılan çalışmaları8 yazarın hayatta olduğu dönemde ve sonrasında, doğa bilimleri historiyografyasını köklü bir şekilde etkilemiştir ve gelecekte de bu alanın vazgeçilmez eserleri olarak kalacaktır. Wiedemann buna ilaveten büyük bir öğrenci kitlesini çevresinde topladı ve onları bu alanla ilgili konuları işlemekle görevlen-
Wiedemann collected around a big mass of students and assigned them in studying subjects about this topic. The studies produced after this work are as important as their master’s. These products will be the building structures of the histography of natural sciences that are conducted by the Arab-Islam cultural environment. It is a nice duty for me to declare that Eilhard Wiedermann is our precursor of us in re-building the prototypes of the instruments that were invented or developed by the Arab-Islam cultural environment . Wiedemann reveals frequently in his writings that he had built either of those prototypes of an instrument . Unfortunately I couldn’t reach any information of the consequence of the models that were built by him except five of the ones that were built by Wiedemann and the craftsman who worked with him F.Keber, that were purchased by the German museum in Munich. The letters about writing characters on the astrolabe that was purchased by the museum show the difficulties on achieving this. Wiedemann responds the museum’s demand about writing the characters in Arabic is:” I suggest the solution to write our characters on the astrolabe .If the Arabic characters are written on it, it will cost very high and besides this will be laborious for me”. Today it is absolutely known that the original copy of this astrolabe is Muhammed İbn es Saffar’s in the Berlin State Library . This instrument was exhibited . “ In the degree division circle (limbus) and at the back face places that the certainity is controversial were left blank, and a printed paper was used for the plate and “spider
SCIENCE AND TECHNOLOGY IN ISLAM dirdi. Bu çalışmalardan doğan ürünler hocalarmınkiler kadar önemlidir. Bu ürünler şimdiye kadar olduğu gibi, gelecekte de Arap-İslam kültür çevresi içerisinde yürütülen tabii bilimler historiyografyası için yapı taşlarını teşkil edecektir. Arap-İslam kültür çevresinde kullanılmış, geliştirilmiş veya icat edilmiş aletler, cihaz ve avadanların prototiplerini inşa etmede Eilhard Wiedemann'ı bizlerin öncüsü olarak kabul ettiğimizi belirtmek benim için hoş bir görevdir. Wiedemann yardımcılarıyla birlikte şu ya da bu aletin prototipini inşa ettiğini yazılarında sık sık belirtmektedir. Münih'teki Alman Müzesi'nin 1911 yılında Wiedemann ve onunla birlikte çalışan usta F. Kelber'den satın aldığı beş tanesinin dışında, onun tarafından yapılmış modellerin kaderi hakkında daha fazla bir bilgiye maalesef ulaşamadım. Müzenin satın aldığı aletlerden birisi olan usturlap hakkındaki yazışmalar, o zamanlar harflerin (usturlap üzerine) yazılmasında karşılaşılan zorlukları göstermektedir. Müzenin harflerin Arapça yazılması talebi karşısında Wiedemann şöyle cevap vermektedir: «Ben, rakamların usturlap üzerine işlenmesinde bizim yazımızın kullanılması çaresini öneriyorum. Arapça rakamlar kazınacak olursa, çok pahalıya mal olmaktan başka, benim için de çok zahmetli olacaktır.» Bugün kesinlikle bilinmektedir ki, Wiedemann'm yaptığı modelin aslı Muhammed İbn eş-Şaffâr'm (420/1029, bkz. Cilt II, s. 95) Berlin Devlet Kütüphanesi'nde bulunan usturlabıdır. Bu alet sergilenmiştir. «Derece bölüm çemberinde (limbus) ve arka yüzde kesinliği tartışmalı yerler boş olarak kalmış, plaka ve örümcek denen ağ (rete) üzerine harflerin kazınması yerine basılı kâğıt yapıştırılmıştır»9. Sunulan bu katalogda anlatılan ve resimlerle gösterilen aletler, cihazlar ve avadanlar, 1982 yılında Johann Wolfgang Goethe Üniversitesine bağlı olarak kurulan "Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften" yayınlarıyla birlikle, 800 yıl boyunca Arap-İslam kültür çevresinde gerçekleştirilmiş olan başarılara yönelik küçümseyici yaygın kanaati mümkün olduğunca değiştirebilmeye katkıda bulunmak amacıyla yapılmıştır. Fakat ne temel düşüncemizde ne de üstlendiğimiz bu ödevi yerine getirme gayretimizde "biz bulduk" heyecanıyla hareket etmiyoruz, bilakis biz bilimler tarihinin bütünlüğüne ve yukarıda Reinaud ve Fave tarafından formüle edilmiş prensibe inanıyoruz: İnsanlığın ortak bilimsel mirası, süreğen adımlarla, her zaman düz bir çizgi halinde olmasa da, değişken bir hızla büyümektedir. Tarihte belirli bir zaman dilimindeki bir kültür çevresi, bilimsel mirası, küçük olsun büyük olsun bir adım daha ileri taşımak için öncülüğü üstlenmiş, daha doğrusu içinde bulunulan koşullar doğrultusunda öncülüğe getirilmişse, tarihî koşullar ve o öncü tarafından ulaşılan seviye, ardılın kaydedeceği olası ilerlemeleri ve bu ilerlemelerin hızını etkileyen faktörleri belirler. Yunanların olağanüstü yeri, bilimler historiyografyası tarafından genel olarak kabul ve takdir edilir. Fakat Yunanların daha önceki ve komşu kültür çevrelerinden doğrudan ya da dolaylı bir şekilde miras alıp üzerine bina ettikleri sonuçlarla ilgili Yunan bilim tarihçilerinin pek hoşlanmadıkları soru hususunda hâlâ bir belirsizlik hakimdir. Daha 1932 yılında Otto Neugebauer buna ilişkin olarak şöyle demektedir: «Yunan olanı Yunan-öncesine
119 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
“called web(rete) instead of imprinting the characters”. These instruments and equipage exposed in this catalogue were re-built in order to contribute in changing the humiliating belief for the Arab-Islam cultural environment that was achieved for 800 years ,as possible as it can be with the publications of the “Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften” that was established related to the Johann Wolfgang Goethe University in 1982. However we don’t act as “we found it” neither in our essential thought nor in our effort in achieving this duty, on the contrary we believe the principle that Reinaud and Fave formulized above: The common scientific heritage of humanity is developing in constant steps although it does not go on straight line and in an altering velocity. If a cultural environment had undertaken the pioneering or let’s say was brought to this situation by the conditions ,of carrying a historical heritage which can either be bigger or smaller , for one step ahead ,the historical conditions and the pioneer’s level determines the latter’s possible developments and the factors that affect the velocity of these developments. The marvelous place of Greeks is appreciated by the histography of sciences and it is generally accepted. However there is an obscurity in the question that the Greek scientists don’t like much, that the Greek had constructed results on the heritage that they gathered directly or indirectly from the heritages of their ex-neighboring cultural environment . Otto Neugebauer is telling related to this in 1932 that:” There is a strong resistance for every attempt in
İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK
120 OCAK ŞUBAT MART 2009
her bağlama girişimi çok yoğun bir karşı koymayla karşılaşıyor. Alışılageldik Yunan imajını değiştirme gerekliliği ihtimali düşüncesi, Winkelmann'ın döneminden beri mevcut imajın geçirdiği bütün değişmelere rağmen her defasında arzu edilmez görünmüştür. Hâlbuki o zamandan bugüne geçen 2500 yıllık "tarihe" bir 2500 yılın daha eklenmesi gerektiği gibi çok basit bir olgu vardır, ve buna göre Yunanların artık başta değil, ortada bulunmaları gerekiyor. »10 Bana göre burada, bilim tarihinde gereğince dikkate alınmamış olan şu olguya işaret edilmelidir: Biz, Arap-İslam bilim adamlarının kaynaklarını ve öncülerini, bildiğimiz kültürlerdeki durumun aksine, daha kolay ve açık bir şekilde tanıyabiliyoruz. Arap bilim adamları, kaynaklarının isimlerini tam olarak belirtmeyi ve öncülerini, özellikle Yunanları büyük bir saygı ve şükranla anmayı adet edinmişlerdi. Mesela, aksi takdirde Yunanların tanınmamış kalacak olan alet ve edevatının izine ulaşmamızı ve orijinali kaybolmuş Yunanca eserlerin fragmanlarını -yapılan alıntılardan hareketle- yeniden kazanmamızı böylece olanaklı hale getirdiler. Kendilerine borçlu olduğumuz J.-J. Sedillot, L.-A. Sedillot, J.-T. Reinaud ve F. Woepcke gibi öncülerin güçlü etkilerinden itibaren, bilim tarihi ağırlıklı çalışan oryantalistlerin, Arap-İslam kültür çevresinde insanlığın düşünce tarihine katkı olarak ortaya konulmuş başarılı çalışmalara ilişkin yaygın ama yanlış kanaatin değiştirilmesinde kesinlikle birçok katkıları olmuştur. Buna rağmen E. Wiedemann'ın 1917 yılında dile getirdiği şu şikayet maalesef hâlâ geçerliliğini korumaktadır: «Arapların Antik Çağ'dan kazandıkları bilgileri sadece tercümeler yoluyla bize ulaştırdıkları ve buna önemli sayılabilecek bir yenilik eklemedikleri görüşüyle her defasında yeniden karşılaşılmaktadır.»11 Bunun sebebi her şeyden önce bilimler historiyografyasında inatçı bir şekilde tutunan, Arap-İslam kültür çevresinin bilimler tarihindeki yaklaşık 800 yıllık yaratıcı dönemini görmezden gelen ve böylelikle de modern insanın temel bilim tarihi bakış açısını daha okul kitaplarından başlayarak perçinleyen ele alış tarzında görülebilir. Bu yargı sadece Batı dünyası için değil, aynı zamanda en geniş anlamda, okul kitaplarının Amerikan ya da Avrupalı örneklerine göre şekillendirildiği, günümüz Arap-İslam kültür bölgesi için de geçerlidir. Dipnotlar: 1 Traite des Instruments astronomiques des Arabes, 2 Bde., Paris 1834-1835 (Tıpkıbasım Frankfurt 1998, Islamic Mathematics andAstronomy Bd. 41). 2 Memoire sur les Instruments astronomigues des Arabes, Paris 1844 (Tıpkıbasım Islamic Mathematics and Astronomy serisi içerisinde Cilt 42, 45-312). 3 Bu alandaki birçok çalışması arasında Introduction generale a la geographie des Orientaıa isimli, Abü el-Fidâ'nın coğrafya kitabının tercümesine bir giriş cildi olarak yayınlanan çalışmasıyla Reinaud, coğrafya historiyografyacılığına müstesna bir etkide bulunmayı başarmıştır (Geographie d'Aboulfeda, 2 Cilt., Paris 1848,1883, Tıpkıbasım Frankfurt 1998 Islamic Geography serisinde Cilt 277-278). 4 Monumens arabes, persans et tures du cabinet de M. le Duc de Blacas, 2 Cilt, Paris 1928. 5 Bu alanda Ildephonse Fave ile ortak çalışmasından doğan şu eserden söz edilebilir: Dufeu gregeo-is. Desfeux de guerre et des origines de la poudre a canon, Paris 1845 (Tıpkıbasım Frankfurt 2002, Natural Sciences in islam Cilt 87). 6 J.-T. Reinnaud ve I. Fave, Dufeu gregeois, a.e. s. 2. 7 Histoire des mathematiques, Cilt 1, Paris 1758, s. 359f. 8 Aufsâtze zur arabischen Wissenschaftsgeschichte adı altında Wolfdietrich Fischer tarafından yayınlanmış olan ilk iki cilt (Hildesheim ve New York 1970) Wiedemann'ın Erlangen Physikalisch-medizinischen Sozietât'in oturum bültenlerinde yayınlanmış olan 81 makalesini içermektedir. Sayıca daha fazla olan diğer yazıları, üç cilt halinde Gesammelte Schriften zur arabisch-islamischen Wis-senschaftsgeschichte adı altında Dorothea Girke ve Dieter Bischoff tarafından bir araya getirilmiştir (Frankfurt: Institut für
joining the Greek to the Pre-Greek.The thought that the possibility that there is a need in changing the usual Greek image ,has been seen undesirable despite all the changes that have been made since Winkelmann’s period. But, although , there is a simple fact that another 2500 years of history should be added to the 2500 years that have passed since then, accordingly the Greek should not be standing at the beginning but in the middle.” For me , the fact that was not taken into consideration as it should have been ,is to be pointed out: We can know the Arab-Islam scientist’s resources and pioneers more easily and clearly , in contrary to the situations in the cultures we know. The Arabic scientists made it their practice to mention their resources’ names obviously and to commemorate especially the Greeks with great respect and gratitude. For Instance , they made it possible for us to reach the traces of the instruments of the Greeks ,that might have stayed unknown and made it possible for us to regain the fragments of the works in Greek of which the original copies had been lost. The pioneers like J.-J. Sedillot, L.-A. Sedillot, J.-T. Reinaud and F. Woepcke had many contributions to change the the orientalists common but ill informed belief on the successful works that the Arab-Islam cultural environment had added to the history of thought of humanity .Even though the complaint that E. Wiedemann revealed in 1917 is still valid in our day :” Every time it is faced to the idea that the Arabs had no newer significant addition to the knowledge that they gained from the archaic age and they had just conveyed the translations to us.” The reason for this can be seen at the handling style that reinforces the point of view for the basic history of sciences of the modern man beginning with the school books and doing this by ignoring the 800 years of creativity that the Arab-Islam cultural environment had in the history of sciences and which held on in the history of sciences. This belief is not only valid for the Western world but also , at the broadest meaning , for the Arab –Islam cultural region of which its school books are formed accordingly to the American or European samples. Geschich te der Arabisch-İslamischen Wissenschaften 1984). 9 Burkhard Stautz, Die Astrolabiensammlungen des Deuschen Museums und des Bayerischen Nationalmuseums, München 1999, s. 385-386. 10 Zur geometrischen Algebra, Quellen und Studien zur Geschichte der Mathematik, Astronomie und Physik içerisinde (Berlin) 3/1936/245-259, özellile s. 259. Neugebauer pek çok çalışmasında, astronomi ve matematik alanında Yunanlara öncülük edenleri ortaya çıkarma gayreti içinde olmuştur. A History ofAncient Mathematical Astronomy (3 Cilt, Berlin, Heidelberg, New York 1975) isimli anıtsal eserinin dışında şu yazılarına bkz.: Über ghechische Mathematik und ihr Verhâltnis zur vorgriechi-schen, in: Gomptes rendus du Congres internationale des mathematiciens içerisinde (Oslo 1936), Oslo 1937, s. 157-170; Über babylonische Mathematik und ihre Stellung zur âgyptischen und grie-chischen, Atti des XIX Congresso Internazionale degli Orientalisti içerisinde (Roma 1935), Roma 1938, s. 64-69; 772e Survival of Babylonian Methods in the Exact Sciences of Antiquity and Middle Ages, Proceedings of the American Philosophical Society içerisinde 107/1963/528-535; Babylonische Mathematik und Astronomie und griechische JVissenschaft, 400 Jahre Akademisches Gymnasium Graz içerisinde. Festschrift, Graz 1973, s. 108-114. 11 Die Natunvissenschaften bei den orientalischen Völkern, Erlanger Aufsâtze aus ernster Zeit içerisinde, Erlangen 1917, s. 49-58, özellikle s. 50 (Tıpkıbasım E. Wiedemann, Gesammelte Schriften içerisinde, Cilt 2, s. 853-862, özellikle s. 854).
SCIENCE AND TECHNOLOGY IN ISLAM
BİR TUTAM EMİNÖNÜ
122 OCAK ŞUBAT MART 2009
Olgun Temiz* Zeynep Azize Su
A PINCH OF EMINONU *Yazar / Author
A PINCH OF EMINONU
123 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Camileri, Mısır Çarşısı, güvercinleri, seyyar tezgahları, korna gürültüsü, vapur sesleri, balık kokuları, ezcümle kalabalığı ile İstanbul imajları içinde ilk akla düşenlerdendir Eminönü Meydanı. Gündüzleri şehrin nabzının attığı bu meydan, geceleri günün yorgunluğundan tamamen sıyrılmış sükunetiyle, şaşılacak derecede şehrin en dingin mekanlarından birisi haline dönüşür. Eminonu Square is one of the first Istanbul images that come to mind with its mosques, Egyptian Bazaar, pigeons, venders, sounds from cars’ horns and ferries’, the smell of fish and the crowd. This square which is the pulse of the town during day time transforms into one of the calmest spaces in the city with its silence at night, having shed the hustle and bustle of the morning.
BİR TUTAM EMİNÖNÜ Yenicamii Kubbe Detayı / Yenicami dome detail
124 OCAK ŞUBAT MART 2009
İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası adlı kitabının bir yerinde "Konstantiniyye derler tarrakası meşhur bir kent" diye niteler İstanbul’u. Tarraka eski dilde “gürültü” anlamında bir sözcüktür ve İstanbul için gayet yerinde ve manidar bir ifadedir. Biz buna bir de “gulgule” ve “hayhuy” gibi eski soy kelimeleri eklersek İstanbul’un büyüklüğü hakkında olmasa da kalabalığı hakkında bir fikir verebiliriz sanırım. Bu kalabalığın ve hayhuy’un zirvede yaşandığı yer ise Eminönü’dür. Eminönü’nden maksat ise elbette bütün bir belediye sınırları değil, bugünkü Eminönü Meydanı ve civarıdır. İki bin yedi yüzlü yaşlarını süren İstanbul’un en önemli limanı ve bir zamanlar dünya ticaretinin nabzının attığı yerlerden biri olan Eminönü, hâlâ eski günlerinin canlılığını sürdürüyor. Tüm eserleri ve özellikleriyle birkaç sayfanın sınırları içinde bu muhiti anlatmak gerçekten güç. Buna kalkışmak yerine bir tutam baharat kıvamında Eminönü meydanını ve onun simgelerini anlatmayı yeğledik.
In his book, Puslu Kıtalar Atlası, Ihsan Oktay Anar, talks of Istanbul and says, “Konstantiniyye is a city famous for its clamor.” Clamor is just the befitting word for Istanbul since it defines its mayhem and noise quite well. Another definition would be “bedlam” and “confusion” and it has a lot of connotations for Istanbul’s hugeness and noise. The peak of this clamor is experienced in Eminönü. By Eminönü we do not mean the borders of the municipality, but the Eminönü Square of today and its surroundings. Eminönü is the most significant harbor of the 2,700-yearold Istanbul. It used to be one of the most distinguished centers of the world trade scene, and it still has the same spirit and activity. It is hard to convey all the works of art and characteristics in a few pages. Instead we will describe Eminönü with its symbols and squares. What we are trying to do is a very modest attempt; it is like
Eminönü denince akla ilk düşen görüntülerin en anıtsalı olan Yeni Cami; iki çarşı, dar’ül kurra, mektep, iki sahilhane, bir hünkar kasrı ve türbeden oluşan bir külliyeye sahip.
When we talk of Eminonu, the most monumental of all the visions is Yeni Cami is comprised of a complex of buildings adjacent to the mosque, two bazaars, dar’ul kura, a school, summer palace of sultans and a tomb.
A PINCH OF EMINONU Karaköy’den Eminönü / Eminonu from Karaköy
125 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Yapmaya çalıştığımız alçak gönüllü bir iddia; mevcut olanlardan yola çıkarak, artık olmayanların hikâyelerinin izini sürmek sadece. Başlangıç noktamız dört yüz küsur yıldır Meydana bekçilik eden Eminönü Yeni Cami. Yeni Valide Sultan Camii olarak da bilinen bu abide, deniz yoluyla –Osmanlı’ların deyimiyle- Nefs-i İstanbul’a yaklaşan yolcuların hemen dikkatini çekecek noktada hâlâ arz-ı endam etmekte. Adına halk arasında bir zamanlar ‘Zulmiye Camii’ de demişler. Yapımı 66 yıl süren cami bu yönüyle Osmanlı mimarlık tarihinde tektir. Sultan III. Mehmet’in annesi ve III. Murat’ın haremi olan Safiye Sultan tarafından temeli atılan Yeni Cami’nin uzun süre yapılamamasında halen sırlı hikmetler olduğu söylenir. Ortalama bir insan ömrü kadar süren caminin inşaatında Davut Ağa , Dalgıç Ahmet Çavuş, Mimar Hacı Mustafa Ağa gibi mimarlar görev yapmışlar. Eminönü denince akla ilk düşen görüntülerin en anıtsalı olan Yeni Cami; iki çarşı, dar’ül kurra, mektep, iki sahilhane, bir hünkar kasrı ve türbeden oluşan bir külliyeye sahip. Yapıldığı ilk yıllarda denize sıfır bir seviyede doldurma bir zemin üzerine yapılan cami bulunduğu konumun dezavantajlarının da mağduru olmuş çoğu zaman. Caminin önü suya kadar uzanırken temelini sık sık su basmıştır. Bu
trying to find a path to nonexistent stories from the existing ones. Our starting point is the landmark, Yeni Camii (New Mosque), which has adorned the square over the last four hundred years. Also known as the Yeni Valide Sultan Camii, this monumental structure sits at a point where it dominated the sight of those who were to set foot in Istanbul -- or rather on the “Soul of Istanbul” as the Ottoman saying goes -- for the first time by means of sea transportation. The building of the mosque took 66 years to complete and is a unique piece of Ottoman architecture. Its foundations were laid by Sultan Murad III’s wife Safiye Sultan who was the mother of Sultan Mehmet III. Some of the most renowned architects of the time such as Davut Aga, Dalgic Ahmet Cavus, and Hacı Mustafa Aga worked on the construction of the mosque. Yeni Camii is surely the most monumental of all the landmarks of Eminönü. It is comprised of a complex of buildings adjacent to the mosque: two bazaars, a religious school exclusively allotted to students who learned and memorized the entire Holy Quran, a school, two coastal mansions, a summer palace for the sultan and a tomb.
BİR TUTAM EMİNÖNÜ Galata köprüsünden Yenicamii ve Nuruosmaniye / Yenicamii and Nuruosmaniye from the Galata bridge
126 OCAK ŞUBAT MART 2009
baskınları önlemek için Davut Ağa’nın, ustaların ustası Mimar Sinan’ın Çekmece Köprüsünde uyguladığı bir yöntemi kullandığı söylenir. Mimar Davut Ağa, 1598 yılındaki veba salgınında vefat edince bayrağı Dalgıç Ahmet Çavuş devralır. İnşaat devam ederken bu sefer 1600 yılında Sultan III.Mehmet ve arkasından da Safiye Sultan ölür ve inşaat yarım kalır. O zamana kadar cami ilk pencerelerine kadar yükselmiş durumdadır. Derken… farklı zamanlarda Avrupa’nın muhtelif yerlerinden göçe zorlanmış Yahudiler İstanbul’a sığındıklarında bu muhite yerleşirler. Evvelinde de zaten iki Yahudi cemaatinin buralarda varlığı bilinmekteyken bu defa tamamlanmamış inşaatın etrafı da Yahudi meskenleriyle çevrelenir. Yangınlarıyla meşhur İstanbul’da 1660 yılında çıkan büyük bir yangından Bahçekapı ve civarı da nasibini alır. Dolayısıyla Yeni Cami’nin yarım kalan inşaatı da hasar görür. Dönem IV.Mehmet dönemidir. Valide Sultan ise Hatice Turhan Sultan’dır. Kendi adına bir cami yaptırma muradındadır. Sorun şu ki; İstanbul’da artık bir Salatin camisini taşıyabilecek cesamette arazi parçası kalmamıştır. Keşifler neticesinde yangının bakiyesiyle ortaya çıkan Yeni Cami’nin belli bir seviyeye çıkmış olan duvarları fark edilir ve yarım olanı bitirmek daha makbul görülür. Duvarlarından bir sıra taş sökülerek inşaatına 59 yıl sonra yeniden başlanır. O kadar bekledikten sonra üç yıl gibi kısa sürede inşaat tamamla-
r ılan diğe yi eşsiz k i’ m a C a i n n Ye anı başı hemen y bir unsur Hünkar n la o iliştirilmiş Kasrı’dır. at makes lement th Another e i unique is the t Yeni Cam alace tha ummer P . it Hünkar S to t jacen is very ad
A PINCH OF EMINONU nır. Camiyi bitirme şerefi de o zamanın Hassa Mimarbaşısı Hacı Mustafa Ağa’nın olur. Bir Cuma Namazı, caminin küşad (açılış) merasimi yapılır. Cümle ulema, ümera açılışta hazır bulunur. Padişah, III. Mehmet, Sadrazam ise Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’dır. Davetlileri kıymetli hediyelere boğan Hatice Turhan Valide Sultan’ın bu davranışına karşılık onlar da camiyi kıymetli halı ve avizelerle donatmaktan geri durmazlar.
The mosque was constructed on a filled ground, and at times became a victim of its proximity to the sea, which inundated its foundations many times until the architect, Davud Aga, to eliminate the danger of flooding once and for all, used a special ground filling technique that had been employed by the architect, Sinan in the construction of the Çekmece Bridge.
Bir yaptığını bir daha yapmamasıyla ünlenen Koca Sinan; Şehzade Cami’inde uyguladığı planı doğurgan bir plan olarak görmediğinden pek beğenmemiştir. O yüzden olsa gerek Şehzade Cami’ini “çıraklık eserim” diye niteler. Fakat sonradan çıraklarından Sedefkar Mehmet Ağa, Şehzade’nin planını alır, ufak rütuşlar ve çinilerle şenlendirerek Sultan Ahmet Cami’inde yineler. Yeni Camii’nin başına gelen de tam olarak budur. Cami, plan olarak Şehzade Camii’nin neredeyse aynısıdır. Sultan Ahmet de kullanılan meşhur İznik çinilerinin sadece namı kalmış olduğundan, Yeni Camii 17. yy çinilerinin en güzel örnekleriyle donatılır. Her ne kadar Sinan’dan bu yana mimari cereyanlar da değişiklik olmuşsa da Yeni Cami Mimar Sinan geleneğine eklenmiş son bir halka olarak görülebilir bu yönüyle.
When Davut Aga died in the plague epidemic in 1598, Dalgıç Ahmet Cavuş took over the project which continued until the death of Sultan Mehmet III in 1600 just before the death of Safiye Sultan and construction was left in the hands of fate. By then, the structure had been built up to the first story windows. At around this time, large groups of Jewish immi-
127
grants, who had been coerced into leaving different parts
JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
of Europe at different times, sought shelter in Istanbul and eventually settled in Eminönü. The presence of two Jewish communities was already known there and the incomplete construction was surrounded by Jewish settlers.
Oldukça yüksek katları olan camiye görüleceği üzere merdivenlerle çıkılarak ulaşılmakta. Cami, denize yakın olmasından olsa gerek yüksek bir subasman üzerinde temellendirilmiş. İç avluda karşılaşılan sekiz köşeli kubbeli şadırvan bu avlunun en şenlikli ve en göz doyurucu eseridir diyebiliriz. Sonra altından geçeceğimiz cümle kapısı da en az belki de tam olarak onun kadar süslüdür. Bu cümle kapısından sonra bizi karşılayan ise dört ayak üzerine kondurulmuş, insana farklı duygular çağrıştıran büyük kubbedir. Süslemelerde cimriliğe hiç kaçılmamış. Dönemin sanat anlayışının alabildiğine bu caminin iç düzenlemesine yansıtılmış olduğunu görürüz. Teknik teferruata çok fazla dalmaksızın söyleyecek olursak, cami o dönemde kazanılan zaferlerin hatırası olarak saklanan ganimetlerden de payını almış ve daha bir zenginleşmiş. Mesela Hünkar Mahfili altında yer alan iki somaki sütun Girit Savaşı ganimetlerindendir ki gayet makbul parçalardır. Yeni Cami’yi eşsiz kılan diğer bir unsur hemen yanı başına
İki bin yedi yüzlü yaşlarını süren İstanbul’un en önemli limanı ve bir zamanlar dünya ticaretinin nabzının attığı yerlerden biri olan Eminönü, hâlâ eski günlerinin canlılığını sürdürüyor.
In Istanbul, which was famous for its many fires, the fire that started in Bahcekapı in 1660, damaged part of Yeni Camii. During the reign of Mehmet IV, his mother, Hatice Turhan Valide Sultan had intentions to build a mosque in her name. The problem was that in Istanbul there was not a place to build a mosque for sultans. The walls of Yeni Camii were discovered and the decision was made to complete the unfinished work. After 59 years construction was restarted and was completed in three years time. The architect who finished the project of the mosque was Hassa Mimarbaşısı Hacı Mustafa Aga. An inauguration ceremony of Yeni Camii was made at the time of the Friday prayer. Crowds of people were present to witness the opening if the new mosque. The Grand Vizier of Sultan Mehmet the III was Köprülü Fazıl Ahmet Pasha and in return to Hatice Turhan Valide Sultan’s for her graciousness in giving the palace chiefs precious presents, they decEminonu is the most notable harbors of Istanbul which is two thousand seven hundred years, and it used to be one of the most distinguished centers of world trade center, it still has the spirit and activity of it.
BİR TUTAM EMİNÖNÜ Eminönü
128 OCAK ŞUBAT MART 2009
iliştirilmiş olan Hünkar Kasrı’dır. Kasır’a caminin muvakkithanesininin karşısındaki tahtırevan yoluyla çıkılıyor. Kapıları sedeften, duvarları çinilerle kaplıdır. Kabaca iç içe geçme üç odadan müteşekkil bir köşk olarak tarif edilebilecek olan Kasrın, Haliç yönüne bakan cihetinde Valide Sultan’a tahsis edilmiş olan yatak odası ile bir tuvalet de mevcut. Kasrın diğer tarafında ise Boğaziçi ve Beylerbeyi manzarası rahatlıkla temaşa edilebilir.
orated the mosque with precious carpets and chandeliers. Koca Sinan, who was known for his innovation with every new project, was unsatisfied with the plan he designed for Şehzade Mosque, since he did not see it as productive. Because of this, he defines this mosque as his apprentice work. However one of Koca Sinan’s apprentices, Sedefkar Mehmet Aga, took the plans and made slight changes to the decoration
Planıyla, pencereleriyle, çinileriyle, tezyinatıyla ve üzerine birbirine geçmeli “vav” harflerinin yazılmış olduğu kapısı ile Hünkar Kasrı’nın altındaki geçit tamamen özgünlüğünü koruyor.
of tiles and which was repeated in Sultan-Ahmet Mosque.
İçinde Valide Sultan dairesinin yanından Hünkar Kasrı’na geçilebilecek bir bölüm de var. Eskiden yerinde Bizans dönemine ait bir kilisenin bulunduğu tahmin edilen kasrın şu anda restorasyonu bitme aşamasında. Dikkatli ve eğitimli bir gözün Haliç surlarının başlangıç duvarlarına ait bir parçanın da burada hâlâ mevcut olduğunu görmesi mümkün.
There have been many changes in architecture since Koca
Cami etrafına yayılmış olan külliyenin en önemli parçalarından birisi de şüphesiz Hatice Turhan Valide Sultan türbesi. Yıllarca bakımsız ve kapalı kaldıktan sonra restorasyon sonrası açılan türbe sokak satıcılarının karışıklığı içerisinde kendini göstermekte hâlâ zorlanıyor. En iyisi
beautiful sight. The main door which we will pass through
That is exactly what happened to Yeni Camii which is very similar to Şehzade Mosque. Yeni Camii is decorated with the finest examples of 17th century ceramic tiles from Iznik. Sinan. Yeni Camii is seen as the last ring in the chain of Sinan’s architectural tradition. Since the Yeni Camii is so close to the sea, it is set on high foundations and a high flight of stairs leads up into the entrance. In the courtyard an eight domed water fountain is a is intricately decorated. Once inside the mosque, a great dome rising high above our heads evokes a feeling of aweinspiration in people. Decorations cover the walls and ceilings of the interior and we can see the influence of art of
A PINCH OF EMİNÖNÜ Eminönü
129 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
buraya sakin bir Pazar günü gelmeli. Cami ile birlikte yapılan türbenin en dikkat çeken yeri girişi. Hatice Turhan Valide Sultan kendisi için yaptırdığı türbede kendi mezarının yanında Saliha Sultan’ında mezarı var. Onların yanında altı Osmanlı padişahının da mezarı burada. Bunlar sırasıyla Hatice Turhan Valide Sultan’ın oğlu “Avcı “ lakaplı IV. Mehmet, II.Mustafa, Lale Devri padişahı III.Ahmet, entelektüel kişiliği ve merhametiyle tanınan I.Mahmut, III. Osman ve V.Murat’tır. Onun hemen yanına eklenmiş diğer bir türbede de yine birçok padişah eşi ve çocukları yatıyor. Herhalde İstanbul’un en kalabalık mevta nüfusuna sahip türbesi burasıdır. Yaklaşık yüz elli hanedan üyesinin mezarını bünyesinde barındırıyor çünkü bu türbe. Reşat Ekrem Koçu’nun “siyasi entrikalardan, hasis devlet hırsından uzak” diye tarif ettiği Hatice Turhan Valide Sultan’ın kendi devrinin en muktedir kadınlarından olan Mahpeyker Kösem Sultan’ın gelini olduğunu da söylemek lazım bu arada. Eminönü’nde tamamladığı Yeni Cami ve
Mısır çarşısının ‘L’ ucundaki kapıdan değil de köşe kapısından çıkarsanız kesif ama insanı kendinden geçiren bir kahve kokusuyla karşılaşırsınız. Ülke çapında meşhur olmuş kahve üreticilerinin çoğunun mekânı da burasıdır. Kahveyi sıcak ve taze almak isteyen müşteri kuyruklarıyla çok sık karşılaşabilirsiniz burada.
the era it was completed in. The mosque was artistically enriched with the captured objects from conquests of foreign regions. For example, two highly valued onyx pillars came from Crete. Another element that makes Yeni Camii unique is the Hünkar Summer Palace that is adjacent to it. The only way to the room where the prayer times were determined is by palanquin. The doors are made of pearls and the walls are decorated with ceramic tiles. The summer mansion which can roughly be described as three integrated rooms; a bedroom looks out to the Golden Horn for the mother sultan and a toilet. On the other side of the mansion the scenes of the Bosphorus and Beylerbeyi can be enjoyed from the windows. The passage under Sultan Mansion preserves its originalIf you get out of corner door not ‘L’ door, a thick and dense and enchanting coffee smell surrounds you. This is the place of most of the coffee producers, who are famous country wide. There are queues of customers who would like to have their coffee hot and fresh.
BİR TUTAM EMİNÖNÜ yaptırdığı külliyenin diğer unsurlarıyla damgasını vuran Turhan Valide Sultan’ın adı unutulmaz hanım sultanların arasına girmiştir böylelikle.
130 OCAK ŞUBAT MART 2009
ity with its plan, Windows, tiles, decorations and integrated letters of “vav” on its doors.
There is a division next to Valide Sultan’s chamber that Mısır Çarşısı passes into Sultan Mansion. The restoration of the manTabii camiye akar olsun diye camiden bir yıl sonra yapsion is close to finishing. It stands over a tırılan Mısır Çarşısını unutmamak gerek. site where a church was once erected. A Özgün kişiliğinden çok şey kaybetmiş olsa da hâlâ mevcudiyetini koruyan bu çarşı, careful and educated eye can notice that daha çok Mısır’dan gelen baharat ağıra piece belonging to beginning walls of Mısır Çarşısı’nı solumuza alıp ana caddeye paralel ilerlersek lıklı emtianın satıldığı yer olduğu için bu Golden Horn ramparts are still there. bir başka Eminönü’nün simgeadla anılmıştır. Açıldığında adı bu değildir; si olan yapıya ulaşırız. Mimar daha çok ‘Yeni Çarşı’ yahut ‘Valide Çarşısı’ Sinan yapısı Rüstem Paşa One of the precious parts of the complex ismiyle maruftu o zamanlar. Bina ‘L’ şeklincamisidir karşımızda duran. around the mosque is undoubtedly the dedir ve içerisinde yüze yakın dükkan butomb of Hatice Turhan Valide Sultan. The If you take Spice Bazaar on your lunuyor. Şimdilerde kuyumcu dükkanlarıleft and stroll parallel to main nın fazla olduğu çarşıda önceleri aktarlar, road we meet another building pamukçular ve yorgancılar esnafı faaliyet After staying unkempt and closed for many which is symbol of Eminonu. It gösteriyormuş ayrıca çarşı kendine ait özel is the work of Architect Sinan, years, it was recently reopened but it is Rüstem Pasha Mosque. nizamnamesi ve vakfiyesi mevcutmuş. practically hidden among street vendors. 1691 ve 1940 yılları arasında iki defa yangın geçiren çarşının altı kapısı var. Bugün Rüstem Paşa cihetine bakan duvarına bitişik balıkçılar , sucuk, salam ve peynir gibi şarküteri malzemeleri satan küçük dükkanlara da dayelik ediyor. Bahçekapı yönünde ise daha çok kuşçular, çiçekçiler , yemciler ve evcil hayvan satıcılarının
The most striking part of the tomb is its entrance. Along with Hatice Turhan Valide Sultan’s tomb is Saliha Sultan’s grave and the graves of six Ottoman sultans. Beside Hatice Turhan Valide Sultan lies her son, Mehmet IV, who was nicknamed “The Hunter”. The
A PINCH OF EMINONU dükkanlarıyla çevrelenmiş. Mısır çarşısının ‘L’ ucundaki kapıdan değil de köşe kapısından çıkarsanız kesif ama insanı kendinden geçiren bir kahve kokusuyla karşılaşırsınız. Ülke çapında meşhur olmuş kahve üreticilerinin çoğunun mekanı da burasıdır. Kahveyi sıcak ve taze almak isteyen müşteri kuyruklarıyla çok sık karşılaşabilirsiniz burada.
Ahi Çelebi Camii
other sultans are Mustafa II, Ahmet III of the Tulip Era, Mahmut I who was known for his intellectual personality and his mercy, Osman III, and Murat V. Adjacent to this tomb chamber is another where several sultans and their children rest. This tomb is quite famous because it is the burial place of more than one hundred and fifty members of the Ottoman dynasty.
Rüstem’in Camisi Mısır Çarşısı’nı solumuza alıp ana caddeye paralel ilerlersek bir başka Eminönü’nün simgesi olan yapıya ulaşırız. Mimar Sinan yapısı Rüstem Paşa camisidir karşımızda duran. İçinin serapa (tepeden tırnağa) İznik çinisiyle kaplı olmasıyla meşhurdur. Cami, İstanbul silüetine ustaca yerleştirilmiş Süleymaniye Camii’nin hemen ayak ucunda görünür. Etrafı hanlar ve çarşılarla çevrili olduğundan ilk bakışta fark edilmesi zaman alabilir. Dışarıdan pek de çekmeyen bu görüntünün aksine içerisi oldukça cezbelidir. Banisi Rüstem Paşa, en az yaptırdığı camii kadar dikkat edilmesi gereken bir şahsiyet. Kanuni’nin damadı ve dönemin en önemli üç sadrazamından biridir. Uzun boylu, yakışıklı, sarışın, mavi gözlü; bir rivayete göre, Hırvat, başka bir rivayete göre Boşnak delikanlısı iken göze girmiş, üçüncü vezirlikten sadrazamlığa oradan Damad-ı Şehriyariliğe (padişah damatlığına) kadar yükselmiştir. Siyasi ve ticari zekasıyla o dönemin en önemli figürlerinden biri haline gelmiştir. Zenginliği dillere destan olan Rüstem Paşa, Osmanlı coğrafyasının her köşesine (Balkanlardan Van’a kadar) camiler, çeşmeler, hanlar, kervansaraylar da yaptırmayı ihmal etmemiş. Elbetteki elinin altında Mimar Sinan gibi bir deha varken bunu değerlendirmemek de olmazdı. Kendi adıyla yapılan camii de onun ticarete olan eğiliminin bir simgesidir adeta. Hanların ve çarşıların ortasında kalan bu camii, varlığını
Spice Bazaar The Spice Bazaar was constructed a year after the Yeni Camii. The Spice Bazaar is also called the “Egypt Bazaar” because it sells a wide variety of spices that come from Egypt. It still
131
holds its integrity although it has lost
JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
much of its unique identity. When it Eminönü’nü gezerken, Haliç’in iki yakasını birbirine bağlayan köprülerden bahsetmemek olmaz. Bu iki yakayı bir araya getirme hikayesi epey eski hikayedir aslında. Eyleme dönüşmesi ise ilk defa 1832 yılında II.Mahmut döneminde olur. İlk köprü sanılanın aksine bugünkü köprünün yerinde değil, Unkapanı ile Azapkapı arasında inşa edilir.
first opened its name used to be “New Bazaar” or “Mother Sultan Bazaar”. The shops, of which there are approximately a hundred, are arranged in an L shape. Among the herb and spice shops there were cotton and quilt sellers but now most of the shops sell jewelry. The Spice bazaar has six doors which
While strolling in Eminonu, it is impossible to kip the bridges connecting two sides of Golden Horn. Indeed it’s quite an ancient tale of bringing these two sides. It was first put into action in 1832 in the period of Mahmut the 2nd. The first bridge used to stand between Unkapanı and Azapkapı, not where today’s bridge stands.
were destroyed in two fires, one in 1691, the other in 1940. There are a few delicatessen salami and cheese shops facing the Rüstem Pasha Mosque. On the Bahcekapı side, there are bird sellers, florists, feed sellers and domestic animal sellers. In one section of the bazaar are the coffee producers who are famous all over the country. Walking by the coffee shops, you are greeted with the thick and enchanting of scent of freshly brewed coffee. Rustem’s Mosque The symbol of Eminönü is the Rüstem Pasha Mosque which was built by the
Mısır Çarşısı
BİR TUTAM EMİNÖNÜ Yenicamii architect, Sinan. The mosque
göstermesi için on dükkanın üzerinde yükseltilmek suretiyle yapılmıştır. Rivayete göre, Mimar Sinan Edirne Selimiye Camii’ni yapmadan evvel küçük bir maket olarak uygulamalarını Rüstem Paşa Camii üzerinde denemiş.
is widely admired for its interior walls that are covered in decorative ceramic tiles from Iznik. This mosque just below the Süleymaniye
132 OCAK ŞUBAT MART 2009
Çinileriyle meşhurdur camii. Çokça nazarı çekmiştir bu yönüyle. Çini o kadar bol kullanılmış ki halk arasında bu tezyinatı müsriflikle nitelendirenler bile olmuş kendi döneminde. İçerdeki atmosfer, kimilerinin aşırı süsten rüküş bulmasına rağmen, oldukça huzurlu. Etrafındaki çarşıların gürültüsünden azade bir sükuneti fark etmemek elde değil. Öte yandan içine girdiğimizde sanattan ziyade sadelik arıyorsanız bu cami sizi yorabilir çinileri ve tezyinatıyla. Kubbesi özgün değildir caminin ve Sinan dönemi cami kubbe geleneğini yansıtmaz. 18. yy da meydana gelen bir depremde kubbenin yıkılması ve yerine dönemin mimari anlayışınca yeni bir kubbenin yapılmasıdır buna sebeb. Eminönü’nde Ahilerin Mührü Bir Garip Camii Rüstem Paşa Camii’ne sırtını dönüp caddeden dikkatlice karşıya geçtiğinizde karşınıza Ahi Çelebi Camii çıkar. Bir zamanlar etrafındaki moloz yığınlarından görünmez, bakımsız yıkılmaya yüz tutmuş bir eski zaman camii idi. Yıkılmaması için uzun bir süre binanın etrafı çelik kalaslarla tutturulmuş halde kaldıktan sonra şimdi camiden kalanlar restore edildi. Sade bir 15. yy camiidir. Fetih dönemini yansıtır yani. Esnafın, sanatkarın, tüccarın bolca olduğu Eminönü’nde bir ahi camisine rastlamak oldukça doğaldır. Malumunuz Ahilik Osmanlı dönemi esnaf ve sanatkar için bir dayanışma ve danışma müessesesi idi. Adını aslen Ahi Evran Çelebi’den alan cami, tek kubbelidir ve dört sivri kemer üzerine kondurulmuştur. Mimarisinden daha çok sosyal konumu itibariyle önem taşıyan bir yapıdır. Bulunduğu muhit eskiden Yemiş iskelesi yahut Zindankapısı diye anılırdı. Evliya Çelebi ömür boyu sürdüreceği o meşhur seyahatine başlamasını bu camiye dayandırır. Kendisini rüyasında
Mosque
both
masterfully placed in the silhouette of Istanbul. Since it is surrounded by inns and bazaars it takes some time to notice it. Contrary to the exterior which does not attract much attention, the interior is quite mesmerizing. Rüstem Pasha, was also a very important person who deserves interest as much as the mosque itself. He was an important Grand Vizier and a son-in-law of Süleyman the Magnificant. According to some accounts, he was Croation,
tall, blue
eyed and blonde. Other accounts claim he was Bosnian and quite favored by the Sultan. He was promoted from third vizier to Grand Vizier. With his political and commercial intellect he became a very important figure of his time. His fortune was legendary, and he commissioned the construction of mosques, fountains, inns and caravanserais within Ottoman territory, from the Balkans to Van. A mosque with his name is clearly a symbol of his interest in trades as well as his significant status. Rüstem Pasha Mosque is famous for its beautiful tiles. The tiles were so abundantly used that some people thought it to be extravagant. This decorated interior creates a tranquil atmosphere as a place of worship and quiet contemplation. The dome was rebuilt after it collapsed in an earthquake in the 18th century and therefore it does not reflect the architectural style of Sinan. A lonely Mosque in Eminönü, a Seal of Ahis(*) Crossing the street from Rüstem Pasha Mosque is the Ahi Çelebi Mosque. Neglected and in very bad condition, at one
A PINCH OF EMINONU © Erdem Dereyayla / Yenicamii
133 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Ahi Çelebi caminde bulan Evliya Çelebi burada Hz. Peygamberle karşılaşır. O’ndan “şefaat” isteyeceği yerde heyecandan dili sürçüp “seyahat” isteyince Hz. Peygamber’in gülümseyerek “istediğin sana verilecektir” dediğini uzun uzun hikaye eder seyahatnamesinde Evliya Çelebi. Bu caminin hemen bitişiğinde buluşan iki yapıdan birisi olan bir zamanların Eminönü ticaret hayatının ürkütücü simgelerinden zindan kulesi veya Baba Cafer Zindanı adıyla maruf bu yapı şimdilerde pek biçimsiz olmakla görece olarak yeni yapıya sanki sonradan iliştirilmiş, hâlâ mevcudiyetini korumaktadır. Eskilerin anlatımında borçluların kapatıldığı ve hanım sultanların ya da sahiplerinin zaman zaman gelip buralarda onların borçlarını ödeyip hürriyete kavuşturmaları sıkça zikredilir.
time it was invisible from the rubble hills surrounding it. Reconstruction re-established the mosque as part of the city. Ahi Çelebi Mosque is a simple and modest 15th century structure reflecting the conquest period. Ahi is an Ottoman Turkish term that derives from ahilik that describes the solidarity and union of tradesmen and craftsmen. This mosque was a place where traders, craftsmen were abundant. The mosque was named after Ahi Evran Celebi, and was built with single dome that is balanced on four sharp arches. It is a monument which has an significant due to its social position not with its architecture but its surrounding neighborhood which used to be called Yemis Pier or Zindankapısı. Famous Ottoman traveler, Evliya Çelebi, whose accu-
Baba Cafer isminin ise “Seyyid” olduğu kuvvetle muhtemel Cafer –el Ensari’den aldığı rivayet edilir ki II.Mahmut tarafından türbesi tamir ettirilmiştir. O dönemde çocuk sahibi olmayanların medet kapısı haline gelmiş türbe. Yanındaki zindan ise yine işlevi itibariyle II.Mahmut döneminde başka yere nakledilince binası bir ara karakol ve esnafa ait işyeri olarak vazife görmüş.
rate travelogue is widely read in Turkey, bases his lifelong travelling on a dream. In this dream he was in Ahi Çelebi mosque where he met the Prophet Muhammed. He pleaded to the Prophet for intercession (şefaat) but with a slip of the tongue, he begged for travelling (Seyahat.) The Prophet, with a smile said to him, “What you wish for will be granted”. Thus Evliya Çelebi spent the rest of his life in travel.
BİR TUTAM EMİNÖNÜ
134 OCAK ŞUBAT MART 2009
Köprüler Eminönü’nü gezerken, Haliç’in iki yakasını birbirine bağlayan köprülerden bahsetmemek olmaz. Bu iki yakayı bir araya getirme hikâyesi epey eski hikayedir aslında. Eyleme dönüşmesi ise ilk defa 1832 yılında II.Mahmut döneminde olur. İlk köprü sanılanın aksine bugünkü köprünün yerinde değil, Unkapanı ile Azapkapı arasında inşa edilir. Genişliği ise ancak beş metredir o zamanlar. Sonra Abdülmecid annesi Bezm-i Alem Valide Sultan için bir köprü daha yaptırır Haliç’in üstüne. Buna ‘Valide Köprüsü’, ‘Sultan Mecid’ yahut ‘Karaköy Köprüsü’ adları yakıştırılır o zamanlar halk tarafından. Bundan sonra yerine yapılan ikinci köprü Ateş Ahmet Paşa tarafından, ‘ki kendisi amiraldir’ yaptırılır. Bu köprünün zaman zaman Ahmet Paşa’nın adıyla da anıldığı olmuş.
One of the adjacent constructions of the mosque’s complex is a dungeon tower, a very scary symbol of the trade life of Eminönü. The dungeon, which is also known as Baba Cafer Dungeon, still preserves its ungainly sight and despite the reconstruction of surrounding buildings. The name, Baba Cafer takes is derived from Cafer-el Ensari who is said to be a descendent of Prophet. His tomb was restored by Mahmut II and was a place of prayer for those who could not conceive children. The dungeon later on became a police station and a workplace of tradesmen. Bridges Three bridges stretch over the Golden Horn connecting Eminönü to Karakoy. The first bridge was begun in 1832 dur-
Üçüncüsü ve 1988 yılına kadar gelen köprü ise Abdülaziz tarafından ilk defa olmak üzere demirden inşa ettirilir. 1875-79 dan sonra sadece insanların ve araçların değil hadiselerin de üzerinden geçip gittiği bu köprü yaşı kemale gelince emekliye ayrılır. 1988 yılında yerine bugünkü ve son köprü inşa ettirilir. Önceki dubalar üzerinde iken bu sonuncusu demir ayaklarla suyun altına sabitlenmiştir. Böylece 25 metre genişliğindeki eski köprü araç geçiş kapasitesi 50 metre yapılarak genişletilmiştir. Elhasıl, Eminönü kazan, biz kepçe gezemedik gönlümüzce. Bir tutam Eminönü’ne kanaat ettik sadece. İstanbul’u bilmeyenlerin onu bir günde gezip görmek istemelerine şaşmışımdır hep. Bunun imkansızlığını uzun uzun anlatmak yerine, bu tür istekleri olanlara konuyla ilgili olduğunu düşündüğüm bir Nasrettin Hoca ve Timur fıkrası anlatmakla yetiniyorum artık. Bir sebepten ötürü kızan Timur, Hoca’ya yüz değnek vurulmasını emretmiş. Hoca bu emre gülmüş tabi. Sebebini sorunca Timur, Hoca merhum da taşı gediğine oturtmuş tabi; “sultanım siz ya ömrünüzde hiç dayak yemediniz ya da sayı saymayı bilmiyorsunuz.”
Esnafın, sanatkarın, tüccarın bolca olduğu Eminönü’nde bir ahi camisine rastlamak oldukça doğaldır. Malumunuz Ahilik Osmanlı dönemi esnaf ve sanatkar için bir dayanışma ve danışma müessesesi idi.
ing the reign of Sultan Mahmut II. It connected Unkapani with Azapkapi but it was later demolished. Its width was just five meters then. In the time of Sultan Abdulmecid, his mother, Bezm-I Alem Valide Sultan commissioned the construction of another bridge and it was named, “Mother Sultan Bridge” in her honor. The bridge was also called “Sultan Mecid” and “Karakoy Bridge”. The second bridge was started by Admiral Ateş Ahmet and was named after him. The third bridge made of iron survived until 1988 was built by Abdul-Aziz. It was retired and demolished to be replaced by a new one which would relief heavy traffic flow and in 1988 a new bridge was constructed that still exists. *(solidarity and union of tradesmen and craftsmen)
It is very normal to come across with an ahi (solidarity and union of tradesmen and craftsmen) mosque in a place where traders, craftsmen are abundant. As you know ahilik was a union of solidarity for Ottoman period craftsmen and tradesmen.
KENAN IŞIK’LA SÖYLEŞİ Hüseyin Sorgun* Erdem Dereyayla
İstanbul’u Huzur’daki Mümtaz gibi yaşıyorum
I live Istanbul like Mumtaz in
Huzur does 136 136 OCAK ŞUBAT MART 2009
Kenan Işık
*Yazar / Author
J RTA J O P INTERVIEW WITH KENAN ISIK RÖ PORTA RÖ ORTAJ P İstanbul’a ilk gelişinizi hatırlıyor musunuz? Can you remember the first time you came to İstanbul? RÖ TAJ R O Ablamla beraber gelmiştim İstanbul’a. 13- 14 yaşlarındayI came to İstanbul with my elder sister.. I was about somethingRÖP TAJ R O dım herhalde. Aklımda sadece Boğaz var; yani o dehşet, 13 or 14 years old I guess.. The only thing I can remember about RÖP dehşet değil de müthiş atmosfer beni çok etkilemişti. Bugün bile hâlâ Boğaz’a gitsem Boğaz’dan geçsem; köprüden geçsem, hep o gün aklıma gelir. İstanbul çok büyülü bir şehir tabi… Boğaz özellikle çok büyülü bir mekân...
is the Bosphorus; that glamourous Bosphorus atmosphere impressed me so much. Today whenever I go there or pass over the bridge I remember that day.İstanbul is a magnificient city for sure.. The Bosphorus especially is a magical place..
Hayalinizde nasıl bir İstanbul vardı? Yani sinema sanatçılarının bulunduğu yer, sinema filmlerinin geçtiği mekânlar… Sihirliydi tabii, öyle bir kentti. Ablamın arkadaşı vardı, onu ziyarete gelmişti. Annem de yalnız gelmesin kız çocuğu diye, ablamı bana emanet etmişti. Kız çocuğu dediğim, benden 5-6 yaş büyük tabii. Öyle bir seyahatim olmuştu İstanbul’a. O zaman Ankara’da yaşıyorduk. Ben çok erken tiyatroya başladım. Aşağı yukarı lise 1. sınıftaydım. Sonra turnelerle gezmeye başladık. Geldiğimiz zaman Beyoğlu’nda otellerde kalıyorduk, özel tiyatro olduğu için.
How was the imaginary Istanbul of your dreams? They were inevitably dreams that were enabled by places you see in movies though...It was magical as a city of a tale.. My sister had a friend in İstanbul .. She had something to do with her..My mum entrusted me with her ,not to leave a little girl alone .I said a little girl but she was older about some 5 or 6 years than me. That was a travel of mine to İstanbul..We used to live in Ankara those days. I began with the theatre very early.I was at the nineth year of school.After we came to İstanbul with theatre tours..We would stay at the hotels in Beyoğlu.. I got to know İstanbul starting with Beyoğlu... And then the historical peninsula and other places..
İstanbul’da yaşamak fikri biraz korkuttu mu sizi? İstanbul korkusu var mıydı gelirken? Bana göre baştan itibaren hep öyleydi. Ben Ankara’yı seviyordum. Tiyatrosu daha parlak bir kenttir. O gün bugün öyledir. Ankara tiyatro seyircisi daha yüksek kalitededir. Bir geleneği vardır en azından. O yüzden çok da mutluydum. Daha sonra Devlet Tiyatrosu’na girdim, dışardan sınavla. Pek çok arkadaşım İstanbul’u çok istiyordu. Benim pek aklıma gelmiyordu. Sonra işte mecburi bir sebeple İstanbul’a geldim; 1989’du galiba. O gün bugündür burdayım. İstanbul’a gelişinizden kısa bir süre sonra da İstanbul’un en köklü tiyatrosunun başına genel sanat yönetmeni oluyorsunuz!.. Evet, çok fazla bir zaman geçmedi. Çünkü insan İstanbul’a geldikten sonra ünleniyor. Ben Ankara tiyatro çevresinde tanınıyordum elbette. İstanbul’daki arkadaşlar tarafından tanınan biri olamıyorsunuz, doğal birşey. Medya, televizyon, sinema burada… O dönem “yerli oyun” gibi bazı kavramları ilk kez dillendirdiniz ve bunlara içeriden bir muhalefet de gelişti… Şimdi gelenek derken sadece Karagöz’ü kast etmiyorum; kadim ve derin Anadolu kültürünü kast ediyorum. Onun formundan söz ediyorum ve ancak onu yaparsak saygın tiyatrocular olacağımızı, halkın dilini ancak o şekilde kavrayacağımızı ve bu dille de ancak halka yakın olacağımızı anlatıyordum ve halen de anlatıyorum… O zaman elbette ki ağır bir muhalefet de gelişti bu söylemin karşısında… Mamafih ben de çok meraklıydım hakikaten tiyatroya. Seslendirme yapardım mesela, kalkar Polonyaya giderdim. Tuhaf huylarım vardı, oralarda da görürdüm bakardım tiyatro özgün olduğu sürece yani kendine has olduğu sürece yüksek
Did the Idea of living in Istanbul scare you? Was there any Istanbul fear while coming here? Well, for me this fear existed from the beginning…I loved Ankara.It is a city of more brilliant drama. This is all the same for past and now. Ankara’s plaw watchers are of a higher quality. There is at least a theatrical tradition and experience for them. For this I was pretty happy acting in Ankara… After that I joined the states theatre Devlet Tiyatrosu again with an examination… A quite much amount of my friends wanted İstanbul but I didn’t much . I was appointed to work in İstanbul for some obligatory reason in 1989 as far as I can remember… Here I have been since that day. After a short time you came to İstanbul you became the general art director of the longest established theatre of the city! Yes it hadn’t been a long time. Because one becomes famous soon after he comes to İstanbul. I was known in Ankara’s theatre perimeter of course, but you can never be well known as the actors in İstanbul. Media, television are all in İstanbul… In that era you were the first to talk about the concepts “ domesticity and authenticity” in arts and some opposition grew inside the instutition. Well, it also happened outside… Anyways, when you talk about domesticity people think that it is only “Karagöz” and “Ortaoyunu” but I mean the deep and ancient Anatolian culture .I talk about the aesthetic of it and only if we can manage this, we will be owning authentic theatre aesthetic that will also be respercted in the west and we will only be close to the public with this language of us. I still go on telling this… At that time there grew a heavy opposition to this .. After , I met the western theatre … I used to go abroad to watch plays with my earnings
137 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
KENAN IŞIK’LA SÖYLEŞİ ve değerli bir sanat. Taklitle bu iş bir yere gitmiyor. Sanatta zaten mümkün değil doğal olarak tiyatroda da bu şekilde. Hamlet’i bir İngiliz kadar da başarılı sahneye koysan bir işe yaramayacak. Zaten orada 80 kere başarılı olmuş bir Hamlet var. 81. yi ben yapsam ne olacak, neticede bir şey ifade etmiyor.
138 OCAK ŞUBAT MART 2009
Başlangıçta aslında bunları söylemek çok Don Kişot’ça değil miydi? Ben çok ceremesini çektim. Frankfurt kitap fuarında Tanpınar’ın Huzur’unu Almancaya çevirmişler. Alman bir iki eleştirmenin kitabı göklere çıkaran yazıları vardı ve hakikaten şimdi de kötü oldum çünkü, ben Huzur’u yaptığım zaman bana ağzına geleni söylemişlerdi. Tanpınar; o kadar büyük bir yazar, büyük bir şair, büyük bir entellektüel. Türkiye’nin en önde gelen entellektüellerinden birine, böyle bir tavır vardı tiyatro çevresinde… Dışarıda da böyle görmezden geliniyordu . Hüsnü Aşk’ı sahneye koydum diye kıyametler koptu; işte dinci, bilmem neci, şucu bucu. Ben biliyorum ki bizim burada o dönemde eleştirmenlerimizin temel belirleyici düşüncesi tiyatro sanatı ve konsepti tamamen yabancı menşeili idi. Yabancılar da beğenirse daha da şahaneydi; doğal olarak Tampınar’a karşı olan husumet diyeyim dolayısıyla bana karşı olan tavır da bundan kaynaklanıyordu. Şimdi çok güzel birşey oldu, en azından Alman eleştirmenlerin bu kadar övgüsünü kazandığı için Tanpınar bizim eleştirmenlerin ilgisini çekecektir. Tabii ki edebiyat eleştirmenlerini dışarıda tutarak söylüyorum, çünkü orada çok değerli isimler var. Onların da bana çok katkısı olmuştu. Nurdan Gürbilek gibi isimlerin bu yerli edebiyata karşı olan bu şahane tavırları ve onların yapıtları, o roman incelemeleri edebiyat incelemeleri, benim ufkumu çok açmıştır. Bizde belki mukayese yoktu, belki bir utanç var gibiydi bize ait olandan… Aslında Cumhuriyet projesinden de kaynaklı bir tavır vardı. Yani yanlış anlaşılmasın ama hakikaten Cumhuriyet projesi yerli olanı bir tarafa itti, değersiz gördü. Doğal olarak herkes batıyı işaret ettiği için Tanpınar, Mehmet Akif, Halide Edip Adıvar ya da Refik Halit Karay, Peyami Safa hatta son dönemde çok değerli çok büyük Cemil Meriç gölgede kalmışlardır. Zaten bizim batıya karşı olan reaksiyonumuz ta tanzimatta başlamıştır. İlk batılılaşma hareketiyle beraber batıya karşı bir defans oluşturulmuştur ve bunu yapan edebiyatçılar ve sanatçılardır. Ahmet Mithat Efendi’yle başlamıştır ve o günden bugüne devam eder. Hâlâ bizim edebiyatımız bizim sanatımız batıya muhaliftir. Bu durumda o hayata da yansımıştır. İstanbul’un ilk gününden bu yana söyledikleriniz ve reaksiyonlar hesaba katılırsa, bir nevi “araf” yaşadığınızı söyleyebilir miyiz? Seni belirleyen çevre ya da üst yapı bir şekilde senin este-
from the voiceover business when I had the chance to do so. I ,then, realized what real art is or not… It is no matter how you act Hamlet as succesful as a British actor ,for the westerners . They already do this.. Among this ,it does not mean anything for our audience . It is far from the aesthetic we have.. Wasn’t it Don Quixotic to say these in the beginning indeed? It’s true but pardon me saying that; if our people could understand Don Quixote really , I wouldn’t have faced such a refusal. Therefore ,I had too many difficulties of accusations such as ; reactionist ,religious and etcetera , etcetera… In the Frankfurt book exhibition they translated Tanpınar’s Huzur into German . There were articles of some German critics in papers which glorified it,some days ago. But on the other hand when I put Huzur on stage many years ago, nearly everyone mouthed against what I did. There was such an attitude towards in theatre society to Huzur or better to say to Tanpınar himself ,who is one of the most respectable artists that our country grew and also one of the protagonist intellectuals in Turkey. And then there raised cane when I staged Şeyh Galip’s “ Hüsnü Aşk” ; again the rumors like religious and etc. raised on.They thought if the play was foreign ,was staged as foreigners did and especially it was appreciated by the foreigners ,it was perfect. The enmity that this mentality had for Tanpınar had reached me in some indirect way . Now something very good has happened. I guess our theatre league will be interested in Huzur because that it was so much praised by German critics… Isn’t it so ,considering that it was admired by foreigners…Of course I just leave the literary critics out of this, because there are so precious names among them. They had so many contributions for me. Critics like;Nurdan Gürbilek,Orhan Koçak,Beral Madra had great interest that opened new prospects for me. Maybe we didn’t have analogy and maybe there was a shame for what belonged to us… Infact this is a bit an attitude that grew out of the Republic project … I would never like to misapprehended but it is a fact that the Republic project waved aside what was domestic, or pitied it or it was how it was considered. As a natural result of this it was detracting to people who were against westernism beginning with Ahmet Mithat Efendi, reaching to Halit Ziya to Tanpınar, from Mehmet Akif to Refik Halit Karay Peyami Safa and Cemil Meriç even Oğuz Atay… When considering the things you’ve said beginning from your very first day in İstanbul and reactions, can we say that you lived some sort of “purgatory” ? The environment or the over-structure that designates you is someway the thing that also designates your aesthetics and this may begin with imitation. A play or a concept of stage management or lighting design that you saw and adored or whatever it is ,all of these may impress you and you can do something under impression. I have lived these during my whole experience. I
INTERVIEW WITH KENAN ISIK tiğini de oluşturan şeydir zaten ve bu taklitle başlayabilir. Batıda görüp hayran olduğun bir tiyatro oyunu bir reji konsepti ya da bir ışık dizaynı ya da her neyse tüm bunlar en başta seni etkileyebilir ve sen onun etkisinde birşey yapabilirsin. Ben bunları çok gördüm. Hatta batıdaki bir oyunu estetiğinden mizansenine kadar buraya getirip taklit eden oyunlar da gördüm. Sık gidip geliyordum. Sonradan Alman tiyatrocu bir arkadaşım oldu. O yüzden de daha çok gidip gelmeye başladım. Roberto Ciuli’nin tiyatrosuna çok gidip geldim. Küçük bir tiyatroydu zaten. Mesela orada da vardı. Bir gün büyük bir masadaydı Roberto Ciuli. Belediyeden insanlar gelmiş, gergin bir hava idi. Toplantı bittikten sonra ‘ne oldu’? dedim. Roberto, ‘haklı olarak şey dediler’ dedi; “Ben sana para vereceğim, -o zaman 3,5 milyon mark para veriyordu- fakat yüzde seksen Alman dilinden oyun oynayacaksın…” Yüzde seksen Alman dilinden oynayacaksın diye kayıt var yani. Anlatabiliyor muyum? Yani Ciuli meğersem o oranı biraz tutturmamış. Daha çok İngiliz, Fransız vesaire gibi yabancı dillerden de oyunlar yaptığı için küçük bir uyarı almıştı zannediyorum. O da benim için önemli bir kriterdi. Benim şehir tiyatrolarındaki bütün iddiam repertuarı %75-80 yerli oyunlardan yapmaktı. Genç ve yeni insanlarla, çünkü o estetik ve doğrudur. İstanbul Şehir Tiyatrosu öyle yabana atılır bir tiyatro değildi. 1914 de kuruldu ama bir mazisi, evveli var. Bu tiyatro çok özgün olmayı hak eden bir tiyatrodur. Hatta dünyadaki sayılı tiyatrolar arasına da girebilir. Osmanlı döneminde kurulmuş. 1900’lerin başında İstanbul’daki sanat faaliyeti bugünkünden çok daha fazla idi. Daha farklı idi daha çoşkulu idi daha yüksekti en azından. Tabi burda Levantenlerin azınlıkların olmasının verdiği bir etkiydi o. Yani bendeki bu özgün olma fikri hep böyle buralardan duyduğum bir cümleden gördüğüm bir halden peydahlanmıştır. Yani oralardan etkileniyosunuz hakikaten. Niçin Alman dilini koruyorlar? Aslında bu büyük bir kültür. Ve hâlâ onu korumaya gayret ediyorlar. Bizim bir dilimiz var. Güzel ve özgün bir dil. Neredeyse 200 milyon insan konuşuyor bu dili. Fakat bu dil korunmak istenmiyor. Bir dil ancak edebiyatla yaşar, şiirle yaşar. Başka ne ile yaşayacak ki! Onunla değer bulur ve onunla genişler. Zaten handikaplı bir dildi. Yeni Türkçe dediğimiz şey bize dayatıldı o dönemde eski dil yok oldu. Eski dil yok olunca kendimizi ifade etmekte zorlanmaya başladık. Oyun yazarları bunların başında geldi. Gam, yeis, elem, melül, mahzun gibi pek çok kelime hayattan çıkınca doğal olarak bir tek üzüntüyle yetinmek zorunda kaldı insanlar. Bu kelimeler bu değerli sözcükler dili zengin kılan düşüncemizi ifade etmekte bize çok fazla yardım eden düşüncemizi ifade etmemizi kolaylaştıran kelimeler hayattan çekip gidince doğal olarak kendimizi ifade edemez hale geldik. Edebiyatta tiyatro edebiyatı da buna kurban gitti. Muhsin Ertuğrul da yapmıştı aslında biliyorsunuz. O zaman daha radikal bir şey yapmıştı; mevcut yazarları oyun yazmaya davet etmişti. Bir oyun metnine edebiyat mı değil mi demek hâlâ tartışılır. Yani bir
139 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
even witnessed plays here that were completely copied from a play in the west. I had a German actor friend and I began travelling to Germany more frequently… Theater a.d. Ruhr ,was a theatre that was assisted by the municipality of Mulheim. One day some men from the municipality and some others from the theatre were together at a meeting. There was a tense atmosphere . I learned about it later .Apparently the municipal guys had criticized the art director because that less than 80 percent of the plays were German originated and they had politely warned the director of the situation. That year the municipality’s budget for the theatre was 3.5 millions of marks. I also applied this criteria for myself. When I was the general art director of the city theatres “Şehir Tiyatroları” I tried to keep the limit of domestic plays at %75-80. İstanbul city theatre is not a kind that can be underestimated. It was established in 1914 .It has a history. This theatre should be authentic, it is one that deserves to be domestic. It was established in Ottoman era .At the beginning of the 1900’s the art activities in Istanbul were more intense than today. Anyways , theatre should protect and develop the Turkish language…A language can only survive with literature and poetry ..In what other ways can this go on? .. Can only live and develop with it. When our old language disappeared we had problems expressing ourselves. The playwrights came first in this. We only could
KENAN IŞIK’LA SÖYLEŞİ oyun metni edebiyat mıdır? Ben şimdi Shakespeare metinlerine bakınca buna edebiyat metni dememem mümkün değil. Ama genelde olmayabilir, olmayabilir ama şimdi dil söz konusuysa ben Huzur’u oyunlaştırdığımda hiç kopmamaya çalıştım. Hakikaten kopmadım da, çok özen gösterdik çünkü bir ‘edebiyat’. Ben o zaman bir edebi metni oyunlaştırıyorsam onun edebi olan metnine ihanet etmemek, elimden geldiği kadar da onu özgün haliyle korumak gibi de bir içgüdü oluyor insanda. Tabi ki öyledir. Bu savrukluk hâlâ devam ediyor, onu da söyleyeyim. Bu batı muhabbeti hâlâ devam ediyor.
140 OCAK ŞUBAT MART 2009
Roberto Ciuli’yi sizden dinleyince ödenekli tiyatrolarımızdaki repertuar özgürlüğüne ne demeli? Bu orantı çok yüksek ama biraz önce sen söyledin; ben de onu zaten hissetmeye başlamıştım. Bir zamanlar bunu dillendirdiğimizde o kadar ağır reaksiyonlar hatta hakarete varan reaksiyonlarla karşılaşmıştık. Ama aradan 15 sene geçtikten sonra görüyorum ki şimdi yavaş yavaş bizim o söylemimiz hayata geçmeye başlamış. Ve bazen bizatihi benim cümlelerimle ifade eden genç tiyatrocu arkadaşlar görüyorum. Hoşuma da gidiyor aslında. Bir şekilde başlaması gerekiyordu heralde. Mevlana için derler ya, haznesi doldurulmuş yağ ile fitili düzeltilmiş şahane bir kandildi. Onun sadece tutuşması gerekiyordu. Onu tutuşturan da Şems oldu. Zaten bu vardı, mevcuttu, birilerinin oturup bu fitili tutuşturması gerekiyordu. Ben daha çok yerli piyesler sahneye koydum. Yerli oyun yazarlarının hemen hemen hepsi ile çalıştım. Ve de mesela ankarada Altındağ tiyatrosunda olurdu böyle yerli oyunlar. Büyük tiyatroda olmazdı, Küçük tiyatroda olmazdı. Yeni sahnede varoştaki tiyatroda gösterirlerdi. Bizim ağırımıza giderdi. Benim gitmezdi fakat çok çilesini çekmedim değil, çektim. Arkadaşlarımın hepsi yaşıyor, tanıktır. Afife Jale gibi bir devrimcinin Müslüman ve Türk kimliği ile sahneye çıkmaya cesaret eden devrimci bir sanatçının hayatını, Nezihe Araz yazmıştı. Ve ben onu sahneye koyarken herkes dalga geçti benimle. “Niye yapıyorsun bunu, bu nedir?” diye. Oyun da değil bir şey de değil, Osmanlı işte. Bu eleştiriler hep geçmişti. Aslında bu benim serüvenimle ilgili. Aşk Hastası, Brecht, Beckett oynamak isteyen bir oyuncuya birden bire Şeyh Galip rolü verilir ve o darmadağın olur. Neden böyle saçma sapan bir piyeste oynuyorum ki diye. Hatta oyuncular tekstlerini sahnede unuturlar. O kadar ilgisizdirler. Diğerleri der ki; ‘Saçmalama sen ne yapıyorsun? Dilini bile anlamıyoruz, ne dediğini bile İnsan İstanbul’a geldikten sonra ünleniyor. Ben Ankara tiyatro çevresinde tanınıyordum elbette de İstanbul’daki arkadaşlar tarafından tanınan biri olamıyorsunuz. Tabi ki doğal birşey zaten. Medya, televizyon, sinema burada…
use one word for “sadness” instead of several other older Turkish words. These precious words which helped us reveal our thoughts had disappeared and we could not express ourselves, naturally. That’s why the drama literature did not evolve , because of the lack of interest. There nearly doesn’t exist a new playwright .. But at the beginning especially Muhsin Ertuğrul’s era many poets, novelists from Nazım Hikmet to Necip Fazıl wrote plays. These plays are still the most precious pieces of theatre repertoire. After listening to the “Theater a.d. Ruhr, what can be said of the independence of repertoire in our allocated theatres? Once we talked about this we had reactions reaching to insult. But as you have said after 15-25 years passed I can see that what we told is now put into practice. Now I can see young actors who heard or read about this and expressing these ideas with my own sentences. I like this. This should have begun somehow but just as they say for Mevlana “ He was a filled oil lamp with a proper wick and the only thing to be done was to light it”. The one who lit that wick was Şems. The idea was always present and was commonly known but someone should have been there and lit it. I put on domestic plays more. I worked with almost all of the local playwrights. And those plays were staged in some urban theatres such as the one in Altındağ in Ankara… They seldomly were staged on the grand theatre “Büyük Tiyatro”. There existed the same attitude for the local plays. The actors that played in local plays used to feel themselves as of the second class. I wrote “Aşk Hastası” for this reason. In it the actors consider acting a text of Şeyh Galip (Hüsn-ü Aşk) as something humiliating the theatre and their career and they don’t want to act in. There has always been a negative atmosphere to our culture in theatre society, fortunately this atmosphere has been softened a little bit nowadays. This year ”Devlet Tiyatroları” staged a play derived from the novel” Saatleri Ayarlama Enstitüsü”. They have recognized Tanpınar and Şeyh Galip at last although it has been a bit late. I hope this will continue in this way. In Ankara I staged Nezihe Araz’s “Afife Jale”… You know Afife Jale is the first muslim Turkish woman to get on stage… Even this play was not reacted positively. Actors resisted to play in it.. But the interest that the actors did not give in, came from the audience It went on with full audience. Some day I put the play on stage in İstanbul state theatre. It is strange to see that today those players are enthusiastic about getting the award named after Afife Jale, after 20 years. Where in Istanbul do you generally rest ? One becomes famous soon after he comes to İstanbul. I was known in Ankara’s theatre perimeter of course, but you can never be well known as the actors in İstanbul. Media, television are all in İstanbuls…
INTERVIEW WITH KENAN ISIK bilmiyoruz.’ O da çevir demişti, Farsça metni tam aklımda değil ama şöyleydi; Can ateşinin öyle bir alevi vardır ki gökyüzü onun içine sığmaz. Fransız piyesini çevirip bayıla bayıla oynuyorsun madem, bu dil eski kullanmıyoruz, bunu da çevir oyna ne var ki diye söyler hatta. Ve bu piyesi bugün de düşündüğümde niye yapmışım, neden olmuş yani, bu yozlaşmaya karşı bende de öyle bir tortu olmuş ki; bu tiyatro bu mantaliteyle giderse hiç bir şey olmaz, yanması lazım ve küllerinden yeniden bir tiyatronun çıkması lazım, diye ben Muhsin Ertuğrul tiyatrosunu hakikaten gerçekten öyle bir efekt ile yakmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Benim oradaki maksadım o değildi. Bu eski kültüre karşı direnç ve bu direncin karşısında Şeyh Galib’i farketmemek, o şiirin değerini bilememek gibi bir noksanlığı vardı. Prova yaparken radyoya gidiyordum. Biri dedi ki; sanat yeninin peşinde olmalıdır. Yahu 250 sene önce Şeyh Galip söylemiş zaten sanat dediğin şey yeninin peşinde olmaktır, diye. Zaten yeni söylemiyorsa ona biz sanat diyemeyiz. Hatta itirazı da odur. Öbürleri de derler ki Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’u üzerine nasıl bir aşk hikâyesi yazabilirsin ki. O zaman sen bunun varyantlarını yazacaksın benzerlerini yazacaksın. Yeni ne olabilir der; ey kamış kalem bana aşkın destanını söylet diye! Oturur Hüsn-ü Aşkı yazar Şeyh Galip. Bizde var böyle bir dem. Fakat öyle büyük bir cephe varki görmüyoruz. O kadar büyük bir duvar örmüşüz ki geçmişe karşı geçmiş kültüre karşı bu duvar delinemiyor. Delinemeyince de bu şekilde bir garabet çıkıyor ortaya. O piyesin en önemli özelliği odur zaten. Aşk Hastası’nda benim oyunu Hüsn-ü Aşk’ın içine katmamdaki maksat da oydu. Yani o kültürü biz değersiz saydığımız için, yok saydığımız için bugün bu haldeyiz. Eğer o kültürle beraber onun farkına varabilseydik bugün asla bu kadar seyircisiz bir tiyatromuz olmazdı. İstanbul’da en çok nerelerde dinleniyorsunuz? Vallahi bu bir talih midir nedir bilmiyorum ama, ben İstanbul’a geldiğimde -Okan’dan söz ettim az önce Okan Uysever- Ben Ankaraya toplanmaya gittiğimde burda Emirgan’da hemen çeşmenin karşısında, kahvenin üstünde 2 katlı bir ahşap evin üst katında 40 metrekarelik yer bulmuştu bana, şahane bir evdi. Hâlâ çok özlerim, denize 30 metre idi. Arada bir cadde vardı. Orada bir zaman kaldım, sonra evlenince Kandilli’ye gittim. İşte Huzur’un mekanlarını dolaşır gibi. Huzur’da bahsedilen Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii’ine gittiğinizde Boğazdaki o yalının artık ahşap ve bitap, bitmiş ve yorulmuş o resmin bi’ değeri var. Ama şimdilerde biraz fark ediyorum ki eskiye bir iade-i itibar başladı. Sokaklarına, evlerine hatta eski tahtalarına bile. Biraz önce ev dergisi vardı baktım da, oradan çıkmış yanmış tahta parçalarını bile masa ve sehpa yapmak suretiyle insanlar kullanmaya başlamışlar. Çok iyi bir düşünce tabi. Yani onlardan bir parça olsa da biz de evde kullansak. Çünkü onun üzerine çayını koymak o 200 senelik evin yıkıntıları içesinden çıkmış parçalara çayını koymak, ona dokunmak
141 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Well I am not sure whether it is some sort of fortune or destiny but, when I first came to İstanbul I lived in a small flat one which was on the second floor of a frame house it was about 40 square meters wide and was in Emirgan opposite the mosque and the fountain , it was a glamorous house…. I still miss it much , it was 20 or 30 meters to the Bosphorus ..After that I moved to Kandilli . It was like wandering around in Huzur. … İstanbul is a city that you enrich your awareness of it as long as you live in it. I generally wander around..Especially the historical peninsula .I know about the Bosphorus but there are people like Murat Belge every inch of it. I would have liked to be like them. I wish I knew İstanbul as deep as they do.Because when I see a water fountain I don’t know its history ,it has an adventure but I don’t know about it. Let’s take İlber Ortaylı he sees a photo and begins telling about it. We were having our dinner after fasting in this Ramadan at the famous Kanaat reataurant..There was also Murat Bardakçı there. He saw a photo on the wall as we were leaving the place; Abdulmecit was leaving a boat an landing on a pier in Üsküdar . ilber said”well if you land with a boat with eight oars like this you will be catched by peoples eyes and they take your caliphateship “. This shows that he can tell the history and our day inspiring from a photo or a figure. When you exist in the life itself you feel that you are inadequate .You feel how precious İstanbul is and feel yourself helpless against this city. Many times I felt helpless for the magic of this city and felt that I could’t do anything
KENAN IŞIK’LA SÖYLEŞİ
142 OCAK ŞUBAT MART 2009
bana iyi gelen bir duygu yani. İstanbul böyle bir kent. Yaşadıkça daha çok farkedilen. Ben dolaşırım, özellikle tarihi yarım adayı dolaşırım. Boğaz’ı iyi bilirim ama tabi ki benden çok daha iyi bilen, Murat Belge gibi insanlar var. Özenirim de onlara keşke ben de onlar gibi karış karış bilsem, çünkü gördüğüm çeşmenin tarihini hatırlamıyorum, bunun bir serüveni var hatırlamıyorum. İşte İlber gibi, İlber diyorum çünkü benim sınıf arkadaşım olduğu için, İlber Ortaylı gibi bir profesör. O da böyle, yani bir fotoğrafa bakar, birdenbire anlatmaya başlar. Ramazanda meşhur Kanaat Lokantası’nda iftar ettiğimizde Murat Bardakçı da vardı. Çıkarken bir fotoğraf gördü; Abdülmecid büyük bir kayıkla Üsküdar’dan iskeleye çıkıyor. İlber, “Ya” dedi. “İşte böyle bilmem 8 kürekli kayıkla iskeleye çıkarsan, böyle göze batarsın ve halifeliğini elinden alırlar,”. Yani şimdi hayran oluyorum. Her figürden her andan ya da havanın bulutlu olup olmamasından, Boğazın üstünden geçen kuşlara kadar onun bir serüveni var. Tabi doğal olarak bizatihi hayatın içinde var olmaya başlayınca onu hissediyosunuz. Onun ne kadar değerli bir şey olduğunu ve o değere karşı çaresiz kaldığımızı çoğu zaman İstanbul’un bu büyüsüne, bu güzelliğine karşı çaresiz kaldığım için hiçbir şey yapamadım duygusuna kapıldığım zamanlar olmuştur. Ve hâlâ olagelmeye de devam ediyor. Bazen hakikaten öyle yapıyorum. Benim evim karşı tarafta, bazen unutuyorum arabamla Boğazdan geçerken sağıma ve soluma bakmayı, Boğaz’dan Sultanahmet’i görmeyi, Ortaköy’deki o camiye bakmayı. Ondan sonra ‘kahretsin’ diyorum. Daha kaç defa bunu göreceğim ki? Niye unutuyorum, elimde fırsat varken niye bir kere daha bakmadım o tarafa, sağıma ve soluma diye. Böyle şeyler düşünüyorum bazen. İstanbul’la uyumunuza karşı İstanbul kültür sanat ortamı ile nasıl bir uyum yaşandı? İstanbul kültür hayatıyla benim bir uyumum olmadı. Yani benim çevremle, tiyatro çevresi ile uyumum olmadı. Sanat sinema vs. ile. Çünkü onların gittiği mekânlar ile benim gitmeyi seçtiğim mekânlar farklı idi. Onların tarzındaki eğlence benim hoşuma gidecek eğlence tarzı değildi, doğal olarak bunu kendi kendime yaşadım. İşte bir iki insanla ya da onların yazdıklarını okuyarak, İlber, Murat Bardakçı gibi ya da fırsatım olursa beni yanlarına kabul etme tenezzülünde bulunurlarsa, bu türden konuları onlarla konuşuyorum. Böyle durumların dışında benim arkadaşlarım İstanbul’u benim gibi anlamıyolar. Belki daha mükemmel anlıyorlar, tabi bir şey diyemem. Ben daha çok Huzur’daki Mümtaz gibiyim. O, mezar odasından çıkmamış; o, oradaki eski ve dokunsan paramparça olacak o şeye bir aşinalık hissetmiş, bu benim hoşuma gidiyor, anlatabiliyor muyum? Buna karamsarlık diyebilirsiniz ama ben hâlâ Kandilli’ye giderken kız okulunu geçtikten sonraki mezar taşlarının önünden geçeyim biraz orada durayım da vakit geçireyim, derim. Görünmez orası, belli değildir. Belki 50 kere geçtiniz ama
for it. This still goes on. I still feel the excite of exploring the city.. I live in the Anatolian side of the city..I sometimes forget about watching around while I am driving over the Bosphorus bridge and see The Blue Mosque or the mosque in Ortaköy..I don’t know why on earth I feel I will see it many times later and forget about watching them. I bewail sometimes for why I didn’t look at them again while having the chance to do it. While adapting the city how did your adaptation to the culture and arts environment occur in İstanbul? I can’t say that I have an adaptation to the culture medium .Because at least I have nothing in common in going to places they go and the ones I prefer. The kind of entertainment they like is not for me. As a natural result of this I lived İstanbul by myself. Well with a few people or by readind those writers I mentioned ,reading ranging from Ahmet Mithat Efendi to Ahmet Haşim from Hüseyin Rahmi Gürpınar to Yahya Kemal and Tanpınar or coming together with those respected wise men like İlber Ortaylı and Murat Bardakçı who kindly accepted me being together with. Maybe I am much like Mümtaz in Huzur. He never left the grave like room ; being used to the old shabby furniture around ..This is what I like .You can name this pessimism but I sometimes miss the small cemetery of seven or eight graves each of which are a masterpiece of art which takes place past the Kandilli Highschool of girls and sometimes would like to be there and take my
INTERVIEW WITH KENAN ISIK görmemiş olabilirsiniz. Böyle çok sırlar var. Çeşmeler var, tepelere çıktığında neler görüyorsun. Mesela, Beykoz’da hâlâ elle cam yapıldığını bilmiyordum, geçenlerde gittim. O çeşm-i bülbülleri falan hâlâ eski yöntemle yapıyorlar. Yani bunun değerli olduğunu farkedip tekrar buraya bir dönüş var, hakikaten senin ta sorunun başında söylediğin ve benim de bunca gevezeliği yaptığım gibi bir tersine dönüş süreci başladı gibi. Tiyatroda başladı. Son 10- 15 yıldır belediyecilik anlayışı da buna yönelmeye başladı. Yani Tayyip Bey’in o cümlesi insanlara çok sert geldi ama benim içimi ferahlatmıştı. Seçimi kaybetme pahasına İstanbul’a eski itibarını iade edelim, demişti. Yani bu çok büyük bir cümle. Bu cümleyi aynen kelimesi kelimesine böyle söyledi. Yani İstanbul’da belediye başkanı olmuş, sonra başbakan olmuş; Türkiye’nin en tepesindeki bir otoritenin bu cümleyi söylemesi insanların içini ferahlatıyor açıkçası. Bu böyle devam ediyor. Neticede biri bunu söyleyince en yüksek otorite diğerleri de buna ayak uyduruyolar. Şu çiçek faaliyeti ne kadar değerli bir şeydir yani. Restorasyonlar… Lale Festivali ile başlayan süreç İstanbul’u çok daha fazla güzelleştirdi açıkçası. Bence ilk olarak kültür ve sanat toplumu yaratmadan diğer sorunları çözmek mümkün değildir. Çünkü bahçesindeki ağacın adını unutmuş, ona bakmıyor bile. İstanbul’un değerli ağaçları vardır, başka hiç bir kentte dünyanın hiç bir yerinde göremeyeceğiniz zarafette ve letafette ağaçları vardır. Ve onlar öyle bir profildedir ki baktığınız zaman hepsinin mevsimi de vardır zaten. Yani o profil çok can alıcıdır. İnsanın bakmaya doyamayacağı birşeydir. Turgut Uyar’ın Denge şiiri var; İstanbul’a çok yakışıyor. İstanbul’un dengesi biraz bozulmuştu! Biraz değil, ona biraz dersek meseleyi halledemeyiz. Yani bozulunca onun içindeki hayat da o kültür de yozlaşmaya başlıyor. İkisi birbirini tetikleyerek devam ediyor. Şunu elbetteki seviyorum. Eskinin içindeki yeniyi de seviyorum. Galata Kulesi ve çevresi gibi. Hatta orada yeni yapılar da var. 50 yıllık 70 yıllık yapılar, hiç bir beğis yok bence onlar durabilir çünkü İstanbul’u İstanbul yapan zaten odur. O yapıları oradan ayıklayıp Paris’in bir yerine benzetebilirsiniz; ama hali benim çok hoşuma gidiyor. Özellikle Beyoğlu son 5-6 yıldır öylesine canlı bir yer haline geldi ki geçen gün bizatihi, İstanbullu olmakla çok övünen tiyatrocu arkadaşım Haldun Dormen, ‘Kim’ dedi, ‘Beyoğlu battı.’ diye. ‘Ben eski halini de bilirim herkesin çok övdüğü Pera Pera dedikleri bugünün Beyoğlu’su eskisinden çok çok, çok çok daha güzel.’ Eski dil yok olunca kendimizi ifade etmekte zorlanmaya başladık. Oyun yazarları bunların başında geldi. Gam, yeis, elem, melül, mahzun gibi pek çok kelime hayattan çıkınca doğal olarak bir tek üzüntüyle yetinmek zorunda kaldı insanlar.
time there. Infact we pass by many times but don’t even realize that there exists the small cemetery . There has Istanbul those magical spots like its fountains ,tombs … I learned it last year that they still produce glass with older methods in Beykoz. But as I said before there are some positive changes in Istanbul nowadays ..People appreciate it more I think. The new understanding of municipalization lets these values come forth .The new men of municipals care about it. This is very affirmative..
The prime minister’s sentence:” Even it costs losing the elections let us give the city its older respect” was thought to be very harsh among people but for me it was relieving . This is a very important sentence . He became a mayor of the city and then the prime minister of the country ; The sentence of an authority who is at the very top point of Turkey gives people like me a kind of relief. The others adapt themselves when an authority thinks this way. It is not possible to solve the other problems unless you create a society of culture and arts .Because people do not even know the name of the trees in their garden ,they even don’t see them . Istanbul has valuable trees.Ones you are not able to see as gentle as them at anywhere ,any city of the world .And those trees are the most precious parts of İstanbul’s profile . They all have their special seasons. And this profile is so eye-catching . It is so wonderful that you can’t take your eyes off it… Turgut Uyar has a poem “Denge” (Balance); it suits Istanbul very much. İstanbul was a bit disbalanced ! Not ,a bit, if we say “a bit” we cannot solve the problem .When it disbalances everything in it ,the life and culture bengins to detetiorate .They trigger eachother and go on together. I like the new in the old. Like the Galata tower and its environment.. There are some other newer buildings there .50 years old 70 years old buildings ,there is no problem with it ,they can stay there ,the thing that makes the city “İstanbul” is this integrity of it. You can eliminate those buildings and make it resemble somewhere in Paris but I like this look of the city .Especially Beyoğlu became so full of life recently.. One of my friends ,a man of theatre Haldun Dormen who is pretty much proud of being an old habitant of the city claimed that “ I know about Pera the old Beyoglu which people praise much ,but todays Beyoğlu is much more beautiful and alive when you compare with its older status” To conclude ; İstanbul is getting better… It is wearing what suits it much day by day. It is not possible to solve the other problems unless you create a society of culture and arts. Because people do not even know the name of the trees in their garden, they even don’t see them. Istanbul has valuable trees. Ones you are not able to see as gentle as them at anywhere, any city of the world.
143 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
13. YÜZYILDA İSTANBUL’DAN BATIYA TAŞINAN ESERLER
13
Önder Kaya*
YÜZYILDA İSTANBUL’DAN BATIYA TAŞINAN ESERLER 144 OCAK ŞUBAT MART 2009
13th CRUSADE AND CAPTURED PROPERTIES CARRIED TO THE WEST
*Yazar-Bizans Tarihi Uzmanı / Author-Byzantine Specialist
13th CRUSADE AND CAPTURED PROPERTIES CARRIED TO THE WEST Tarihte ele geçirilen kentler ganimet olarak görülerek yağmalana gelmiştir. Yağmanın şiddeti ele geçirilen kentin özelliğiyle de doğrudan orantılıdır. Bu anlamda ticaret yolları üzerinde bulunan ve 1000 yıllık bir maziye sahip olan, Hıristiyanlığın pek çok kutsal emanetini içinde muhafaza eden, Kavimler göçü sonrasındaki barbar yağmaları nedeniyle antik dönem mirasını yitiren pek çok Avrupa kentinin aksine bu mirası korumayı başarabilen bir Ortodoks kenti Katolik ve fanatik hacıların daha doğrusu Haçlılar’ın eline geçerse ne olur? bu sorunun cevabını uzun uzadıya düşünmeye gerek yok. Tabii ki tarihin en büyük yağmalarından birin e sahne olur. İstanbul’un 1204 yılında başına gelenler Bağdat’ın ve Semerkant’ın Moğollar’ın, Roma’nın Ostrogotlar’ın işgali sonrasında meydana gelenlerden çok da farklı değildir. “Şehirler kraliçesi” olarak adlandırılan İstanbul tarihsel süreç içinde üç büyük işgal görmüştür. Bunlardan ilki 13 Nisan 1204, ikincisi 29 Mayıs 1453 ve sonuncusu da 16 Mart 1920’de gerçekleşmekle beraber ilk fetih gerek yarattığı tahribat ve gerekse de Hıristiyan dünyasında yol açtığı büyük infial nedeniyle uzun süre hafızalardan silinmemiştir. Konstantinopolis ilk çağlardan itibaren ihtişamı, zenginliği, barındırdığı abidevi eserler, kütüphaneleri, zengin manastırları ile diğer toplumlarda bir sahip olma arzusu uyandırmaktaydı. Bu nedenle daha Büyük Konstantinus döneminde başlayarak imparatorlar şehrin etrafını çeviren tahkimatlara büyük önem vermişler, şehir büyüdükçe surların da alanını genişletme yoluna gitmişlerdi. 1071 yılında Türkler’in Malazgirt’te Bizans ordusunu ağır bir yenilgiye uğratmasından yaklaşık 10 yıl kadar sonra Marmara denizine varmaları bu surların önemini bir kez daha gündeme getirdi. Daha önce bu surlar, Sasani, Avar, Peçenek, İslam, Bulgar ordularına karşı başarılı sınavlar vermişti. Fakat Bizans imparatorlarının işlerini şansa bırakmaması lazımdı. Bizans’ın bu anlamda yüzünü dönebileceği yegane yer batı dünyasındaki dindaşlarıydı. Nitekim daha 1095 yılında dönemin Papası II.Urban Avrupa’daki Hıristiyanları Haçlı seferi için harekete geçirmeye çalışırken “Doğu dünyasındaki sunak ve mabetleri pislikleri ile kirletip kiliseleri yağmalayan bu aşağılık İranlılar”a yani Selçuklu Türklerine dikkat çekmiyor muydu? Bu konuşmadan çok kısa bir süre önce Papa’dan yardım isteyen imparator I. Aleksios’un (her ne kadar bugün
Conquered cities, throughout the history, have been taken as booties and thus unable to escape the instabiable hunger of looters. The impact of looting is usually in direct proportion to the characteristics of the city conquered. Under these circumstances, imagine what happens if an Orthodox city with a history over a millenium, located at the crossroads of commercial routes, home to a big number of sacred trusts treasured by the Christendom, and which miraculously succeeded in preserving its heritage from the late antiquity -- contrary to many European towns that succumbed to the cataclysmic barbarian pillage and plunder following the Great Exodus -- falls prey to the wrath of Catholics and fanatic pilgrims, or more precisely, the Crusaders? There is no need to spend a lot of time to find an answer to this question; naturally, the city becomes the scene of one of the fiercest lootings history has ever seen. What befell Istanbul in 1204 is no different than that which happened to Baghdad and Samarkand during the Mongolian invasions and Rome during the Ostrogothic invasion. Istanbul, once described as “The Queen of Cities,” has suffered three major occupations in its history: the first of these took place on Apr. 13, 1204; the second and the most fateful one was on May 29, 1453, and the last one was on March 16, 1920. The first occupation remained fresh in memories for a long time on account of all the damage and devastation it inflicted and the indignation and fury it caused in the Christian world. Constantinople had evoked a hunger of possession in other societies since antique ages with its splendor, wealth, monumental works of art, libraries, and rich monastries. For this reason emperors had had the city surrounded with sound fortifications since the times of Great Constantin, enlarging the length of ramparts as the city grew larger. Approximately ten years after Turks defeated Byzantine army in 1071 in Malazgirt and, reached to Marmara Sea, the importance of these ramparts had been appreciated once again. Before that time, these ramparts successfully endured the assaults and batters by Sasanis, Avars, and Peceneks as well as by Islamic and Bulgarian Armies. Regardless, Byzantine Emperors would not leave it to chance. Byzantine’s only support turned out to be the fellow Christians in the west. In 1095 the Pope of the time, Urban II, tried to provoke the Christians in Europe by saying “Those vile Persians are contaminating the altars and monuments in Eastern world, Barletta Heykeli
145 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
13. YÜZYILDA İSTANBUL’DAN BATIYA TAŞINAN ESERLER A detail from the Barletta sculpture that was dedicated to Emperor Marcianus from İstanbul to Venice
Barletta heykelinin üzerinde olduğu düşünülen Kıztaşı
İstanbul’dan Venedik’e İmparator Marcianus’a atfedilen Barletta heykelinden bir detay
Kıztaşı, which is thought to have standed on the Barletta sculpture
146 OCAK ŞUBAT MART 2009
gerçekliği tam olarak ispatlanamamış olsa da) şehrin zenginliğini gözler önüne seren yardım talep eden mektubu Türklerin yağmasına maruz kalması durumunda Konstantinopolis’in ve dolayısıyla Hıristiyan dünyasının kaybedeceklerini şu satırlarla özetlemektedir; “İstanbul dinsizlerin saldırısına açık bir haldedir. Bu kentte Hz İsa ve takipçilerinin en değerli rölikleri (Hristiyanlıkta aziz ve azizelerden kalan kemik ya da diğer eşyalar) var. Hz. İsa’nın bağlandığı sütun, kendisine karşı yapılan işkence sırasında kullanılan kamçı, giydirilen kırmızı kaftan, haçın önünde çıkarılan giysisi, haça çakılması esnasında tutturulan çiviler, başına takılan dikenli taç, mezarındaki keten elbisesi -ki bazı ikonalarda Cebrail İsa’nın takipçilerini mezarın önüne getirir ve Hz. İsa’nın göğe yükseldiğini bu nedenle de mezarının boş olduğunu gösterir, mezarda kalan tek nişane Hz. İsa’nın bu keten elbisesidir-, gerçek haçın parçası, Aziz Yahya’nın başı, Hz. İsa’nın kutsal kanı, Hz. İsa’nın bedenine saplanan mızrağın parçasının yanısıra diğer aziz ve azizelerin rölikleri de bulunmaktadır. Konstantinopolis kiliselerinin hazine odaları altın, gümüş ve değerli hazinelerle doludur. Ayasofya’nın zenginliği Kudüs’teki Süleyman mabedinin dahi bir zamanlar sahip olduğu zenginliği gölgede bırakacak durumdadır. İmparatorların mezarları da çeşitli zenginlik ve kutsal emanetlerle doludur. Yardım konusunda acele edin aksi takdirde bu zenginlikler Peçenek ya da İranlıların (Selçuklular) eline geçebilir”. Aleksios şayet böyle bir mektup yazmışsa şeh-
looting the church.” Indeed he meant the Seljuq Turks. The most precious relics from Jesus Christ and his followers were in this city, including the bones and other properties of saints in Christianity, the column where Jesus Christ was tied to, the whip used to torture him, the red caftan he wore, the dress that was taken in front of the cross, the nails that were used to nail him onto the cross, the barbed crown that he was made to wear, his cotton dress found in his grave- in some icons Gabriel brings the followers of Christ in front of his grave and shows them that he rose up high in the sky, and that was why his grave was empty, the only sign that’s left in the grave was his dress. There were also some other relics as part of the actual cross, such as the head of St. Yahya, sacred blood of Jesus Christ, a piece of the spear that was plunged into his body and relics from other saints. Treasure rooms of the churches in Constantinople were full of gold, silver and invaluable treasures. The wealth and treasures of Hagia Sophia outshined the wealth of Monument of Soleman in Jerusalem. The graves of the Emperors were full of sacred trusts and all various kinds of treasures. “Haste in help if you do not want these treasures to fall into the hands of Peceneks or Persians (Seljuks).” If Aleksios had written such a letter once, it means he had given the city with his own hands. Emperor was basically offering the city to Pope in order to get some help against Turks. However, the dangerous game he played would only reveal itself 123 years later. There was already a fairy-tale kind of an image of Constantinople in the Westerner’s eyes, and
13th CRUSADE AND CAPTURED PROPERTIES CARRIED TO THE WEST Kıztaşı
rin sonunu da kendi elleriyle this letter only assured that it getirmiş demektir. İmparator, was more than true. As a matter Türkler karşısında yardım alaof fact merchants from regions bilmek için adeta Papa’ya karşı such as Venice, Genova, Pisa and başkentini pazarlamaktadır. Amalfi where they had colonies Ancak ne kadar tehlikeli bir since ancient times, had already oyun oynadığı 123 yıl sonra witnessed the wealth and beauty ortaya çıkacaktır. Zaten batılı with their own eyes. zihinlerde masalımsı bir KonsByzantine had witnessed many tantinopolis imajı varken, söz battles over the throne. Through konusu mektup bu imajı sathese battles a lot of kings were dece pekiştirmiş oluyordu. Nidethroned by their own princes, tekim Konstantinoplis’te çok brothers and wives or his comeski zamanlardan beri kolonimanders, afterwards put into jail lere sahip bulunan Venedik, by them or blinded and put in a Cenova, Pisa veya Amalfi gibi monastry. In 1195 there would devletlere mensup tüccarlar be another throne crisis initiated zaten bu zenginliği kendi gözby Alexius. Isakios II, who was leri ile de görmüşlerdi. in throne in that year, was deBizans, tarih içinde pekçok throned by his brother Alexius. taht kavgasına sahne olmuştu. New Emperor who came into Bu kavgalar sırasında nice hüthrone with the name Alexius III, kümdar oğlu, kardeşi, eşi veya blinded his brother with hot iron komutanları tarafından tahttan over his eyes, put them into jail indirilmiş ve sonrasında da ya with his young nephew Alexius zindana atılmış, ya gözleri kör who had also carried his name. edilmiş yahut manastıra kapaAfter 8 years spent in jail, the tılmıştı. 1195’e gelindiğinde bu nephew got away from his uncle landıolarak ad kraliçesi” l süreç içinde r le ir sefer bir başka Aleksios’un ön ayak olduand ran to Europe. His intentions were to deh e “Ş l tarihse n İstanbu işgal görmüştür. la rı ğu yeni bir taht kriz yaşanacaktır. Bu yıl içinde throne his uncle with the help he would get üç büyük d as e b tahtta bulunan İkinci İsakios, ağabeyi Aleksios from Europe. Right then, the army of Cruri sc e h was d nbul whic ies” had been oc ta Is tarafından tahttan indirildi. Üçüncü Aleksios sades offered him the opportunity he was en of Cit istory. “The Que ree times in its h th r fo adıyla tahta çıkan yeni imparator, kardeşinin looking for. d ie cup gözlerine kızgın demirle mil çekerek kör ettiği Young Aleksios rushed to German Emperor gibi, kendisi ile aynı adı taşıyan yeğeni genç Philip who was married to his sister Irene, Aleksios’la beraber zindana kapattırdı. Zindanalas, his uncle in law denied direct help to da geçen yaklaşık 8 yıllık mahpus hayatı sonrahim explicitly and advised him to get in sında yeğen Aleksios, amcasının elinden kurtularak Avrupa’ya touch with Crusaders gathering in Venice. On this exact point kaçtı. Aleksios’un, amacı, Avrupa’dan alacağı yardımla amcathere was an issue of conflict over the payment of charges besını tahttan uzaklaştırmaktı. Bu sıralarda Venedik’te toplanan tween crusaders and Venetians who would carry them to the saHaçlı ordusu genç Aleksios’a aradığı fırsatı verdi. cred lands. Due to a delay in payments one of the leaders of CruGenç Aleksios soluğu kız kardeşi İrene ile evli olan Alman imsaders thought prince Aleksios who was in Germany then could paratoru Filip’in yanında aldı. Ancak eniştesi kendisine doğruhelp. Aleksios was invited to the headquarters of the Crusaders, dan yardım etme şansının olmadığını açık bir dille ifade edewhere they made a deal agreed upon both sides. According to rek Venedik’te toplanan Haçlılarla temasa geçmesini öğütledi. this, the Crusaders would bring Aleksios and his father Isakıos to Tam da bu sıralarda Haçlı seferine katılanlarla onları Kutsal throne whom they thought of as the original owners of the throne and in return for this, they would recieve help from Byzantium in topraklara taşıyacak olan Venedikliler arasında ücretlerin ödenmesi konusunda anlaşmazlık baş göstermişti. Ödemeleterms of financing the Crusades which would supposedly solve all problems. The naive prince thoughtlessly spent a huge amount of rin aksaması üzerine Haçlı seferine katılan liderlerden birinin aklına Almanya’da bulunan prens Aleksios geldi. Haçlı kararmoney without being able to guess what would happen next and made some promises that he could not keep. According to the gahına davet edilen Aleksios’la Haçlılar arasında yapılan görüşmeler sonrasında her iki tarafı da memnun edecek bir anagreement, Aleksios would give 200,000 marks to the Crusaders, cover one year’s expense of the fleet, would have 10,000 soldiers laşmaya varılır. Buna göre Haçlılar, tahtın meşru sahibi olarak
147 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
13. YÜZYILDA İSTANBUL’DAN BATIYA TAŞINAN ESERLER İstanbul’dan Venedik’e taşınan Tetrark Anıtı / The Tetrark monument moved from İstanbul to Venice
148 OCAK ŞUBAT MART 2009
13th CRUSADE AND CAPTURED PROPERTIES CARRIED TO THE WEST kabul ettikleri Aleksios ve babası İsakios’u tahta geçirecekler, on the sacred lands and provide yearly supplies of each and every bunun karşılığında da Bizans’tan bu Haçlı seferinin finansman crusader leaving Constantinople. yönünden tüm problemlerini çözecek yardımlar alacaklardı. Indeed assault to a region populated by Christians made some Toy prens ileride başına gelecekleri hesaba katmadan keseyi Christian leaders ponder. However, this time there would be no düşüncesizce açma yoluna gitmiş ve asla gerçekleştiremeyesuch first attack as the Crusaders had had already attacked Zara, ceği bir takım vaatleri gözü kapalı vermekte de sakınca göra Catholic city on the shores of Dalmatia, at the very beginning of memişti. Buna göre Aleksios, Haçlılar’a 200 bin mark para vetheir campaign. Since Zarains were expecting such an attack they recek, filonun bir yıllık masrafını bizzat üslenecek, Mukaddes had already taken a warrant document from Pope, condemning topraklarda her türlü kendi üzerine ait olmak üzere ölene kaand convicting such an attack by Catholics. However, this docudar 10 bin asker bulunduracak ve Konstantinoplis’ten ayrılan ment failed to protect them, and eventually the city was brutally her Haçlının bir yıllık erzakını temin edecekti. looted by the Crusaders led by Venetians. Pope only settled with Aslında halkı Hıristiyan olan bir bölgeye saldırmak konusu a warning to those who participated in the expedition. As a rebazı Haçlı liderlerini düşündürmüyor değildi. Ancak bu sefer sult, for Constantinople it was impossible to fend off a possible sırasında böyle bir saldırı ilk saldırı olmayacaktı. Zira Haçlılar attack by using the Christian brotherhood as an execuse since it daha seferin başında Dalmaçya kıyısında bulunan ve halkı was an Orthodox city and they had already turned their back to Katolik olan Zara kentine saldırmışlardı. Zaralılar bu tarz bir Pope’s disciples. As a matter of fact, the bishops declared that a saldırıyı bekledikleri için önceden Papa’ya başvurarak kentwar against Greeks would not be any different from those waged lerine Katolikler tarafından yapılacak against Muslims and this set exactly the bir saldırıyı mahkum eden bir güvence necessary conditions for this military exbelgesini elde etmişlerdi. Fakat bu belpedition. ge kendilerini koruyamamış, şehir VeThe Crusaders followed south, and atBizans, tarih içinde pekçok taht nediklilerin başını çektiği Haçlı güruhu tacked the Tower of Galata, which held kavgasına sahne olmuştu. Bu tarafından acımasızca yağmalanmıştı. one end of the chains that blocked access kavgalar sırasında nice hükümdar oğlu, kardeşi, eşi veya Papa ise bu durum karşısında sadece to the Golden Horn. As they laid siege to komutanları tarafından tahtsefere katılanları uyarmakla yetinmiştir. the Tower, the Greeks counterattacked tan indirilmiş ve sonrasında da ya zindana atılmış, ya gözleri Dolayısıyla Ortodoks mezhebine menwith some initial success. However, when kör edilmiş yahut manastıra sup olduğu için zaten Papa’nın öğretithe Crusaders rallied and the Greeks rekapatılmıştı. lerine sırt çeviren Konstantinopolis’in treated to the Tower, the Crusaders were Byzantine had witnessed olası bir saldırıdan dindaşlık yoluyla able to follow the soldiers through the loads of combats over throne. sıyrılabilmesi imkansızdı. Nitekim Haçlı Gate, and the Tower surrendered. The Because of these combats a lots of kings were dethroned by ordugahında yer alan piskoposlar hak Golden Horn then laid open to the Crutheir own princes, brothers and yoldan ayrılan Rumlarla yapılacak savasaders, and the Venetian fleet entered. wives or his commanders, afterşın Müslümanlarla yapılanlardan farklı On July 11, the Crusaders took positions wards put into jail by them or, blinded and put in a monastry. olmadığını beyan ederek sefer için geopposite the Blachernae Palace on the rekli meşru zemini de oluşturmuşlardır. northwest corner of the city. They began Yeşilköy üzerinden Karaköy yakınlarına the siege in earnest on July 17, with four gelen ve burada Haliç’e girişi engelleyen meşhur zincirin budivisions attacking the land walls, while the Venetian fleet atlunduğu Kastellon kulesini ele geçiren Haçlılar buradan dotacked the sea walls from the Golden Horn. The Venetians took a nanmalarını Haliç’e sokmuşlardır. Kuşatmanın şiddetlenmesi section of the wall of about 25 towers, while the Varangian guard üzerine 3. Aleksios şehri terk etmiş ve kent Haçlılar’ın eline held off the Crusaders on the land wall. The Varangians shifted geçmiştir. Haçlılar hemen yanlarında bulunan genç prensi 4. to meet the new threat, and the Venetians retreated under the Aleksios adı ile tahta geçirdikleri gibi bu prensin babası olan screen of fire. The fire destroyed about 120 acres of the City. 2. İsakios’u da zindandan çıkararak ortak imparator ilan etmişAlexius III finally took offensive action, and led 17 divisions from lerdir. Bu olayın hemen ardından Haçlılar şehir surlarının dıthe St. Romanus Gate, vastly outnumbering the crusaders. Alexşına çıkarak kamp kurmuşlar ve Aleksios’un vaatlerini yerine ius III’s army of about 8,500 men faced the Crusader’s 7 divisions getirmesini beklemeye koyulmuşlardı. (about 3,500 men), but his courage failed, and the Byzantine Kısa bir süre sonra da Haçlılar’a ilk ödemeler yapılmaya başarmy returned to the city without fighting. The retreat and the eflandı. İlk etapta Aleksios’un söz verdiği 200 bin markın yarısı fects of the fire greatly destroyed their morale, causing the citizens verildi. Bu miktarı temin edebilmek bile çok zor olmuş, parayı of Constantinople to turn against Alexius III, who was obliged to denkleştirebilmek için bazı kiliselerdeki değerli eşyalar eritilflee. The destructive fire left 20,000 people homeless. Prince Alexmek zorunda kalınmıştı. Bu durum da doğal olarak halk nazaius was elevated to the throne as Alexius IV along with his blind rında gerek imparator ve gerekse Haçlılar’a karşı olan memfather Isaac. nuniyetsizliği tetiklemişti. On the other hand, the fact that Alexius convicted and punished
149 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
13. YÜZYILDA İSTANBUL’DAN BATIYA TAŞINAN ESERLER
150 OCAK ŞUBAT MART 2009
Öte yandan Aleksios’un kentte birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan böylesi bir zamanda amcasıyla iş birliğine gidenleri yakalatması ve cezalandırması halkın nazarındaki desteğini hiç mesabesine indirdi. Tüm bu faaliyetleri süresince sırtını Haçlılar’a dayaması da kendisine duyulan nefreti arttırdı. Böylece halk kendine yeni bir lider arayışı içine girdi. Bir önceki imparatorun damadı olan Murzuplos işte böyle bir ortamda sivrildi. Sarayda üst düzey bir görevli olan Murzuplos, mevkiini kullanarak bir gece 4. Aleksios’u tutuklamış ve zindana attırmış ardından da babası 2. İsakios’la birlikte boğdurtmuştur. Haçlılar’ın kent dışında kamp kurmaları ve gelişmelerin çok hızlı olması Murzuplos’un başarıya ulaşmasını sağlamıştır. 5. Aleksios olarak da anılan Murzuplos, Haçlılar’a yapılan ödemeyi kestiği gibi onlara şehir surlarını bir an önce terk etmelerini bildirerek adeta mücadeleyi yeniden alevlendirmiş ve şehrin sonunu hazırlayan süreci başlatmıştır. 13 Nisan 1204 yılında şehre yapılan son saldırının başarıya ulaşması ve 5. Aleksios Murzuplos’un şehri terk etmesi sonucunda şehrin yağmalanma ve ganimetlerin paylaşılma süreci de başlamış oldu. İşgal öncesinde varılan anlaşma gereğince elde edilen ganimetin 3/8’i Venedik hissesi, 2/8’i Alman imparatoru ve 3/8’i de Haçlılar arasında bölüşülecekti. Fakat legal diyebileceğimiz bu yağma dışında illegal yollardan da pek çok şey yağmalanmış ve Avrupa’ya taşınmıştır. Şehrin yağmalanmasına bizzat şahit olan Bizanslı tarihçi Niketas, zamanında Müslümanlar’ın da Kudüs’ü Bizans’tan aldığını ancak burada yaşayan halka çok iyi muamele ederek Hazreti İsa’nın mezarına rahatsızlık vermediklerini, fakat dindaşları olan Haçlılar’ın yaptıklarının bağışlanabilir bir tarafı olmadığını dile getiriyor ve şu cümleleri sarfediyordu: “Hıristiyan topraklarında kan dökmeden geçip gideceklerine, sadece Müslümanlar’ın üzerine yürüyeceklerine yemin edenler İstanbul’da katliamın en dehşetlisini yaptılar. Haçı omuzlarında taşıdıkları sürece evlenmeyeceklerine yemin edenler kendilerini Tanrı’ya adayan rahibelerimize tecavüz ettiler. Kudüs’teki Kutsal Mezar’ın intikamını almak bahanesi ile harekete geçenler altın ve gümüş uğruna haçın üzerinde tepinmekten çekinmediler”. Öte yandan kendisi de bu sefere katılan Haçlılardan biri olan Robert de Clari de, kaleme almış olduğu tarihinde Haçlılar’ın kadınlara tecavüz etmeyeceklerine, elbiselerini asla çıkarmayacaklarına, keşiş, rahip, rahibe konumunda olan kutsal kişilere el sürmeyeceklerine, kilise ve manastırlara zarar vermeyeceklerine azizler üzerine yemin ettiklerini ifade eder. Fakat şehrin başına gelenler bu yeminin layığıyla tutulmadığının göstergesidir. Öte yandan aynı müellif şehirde karşılaştığı zenginlik
those who cooperated with his uncle in a time when unity was needed most evoked anger, and destroyed public support. He also earned public hatred for his decision to lean on to the Crusader’s support for all this time. So, public started to look for another leader. Opposition against Alexius IV grew, and one of his courtiers, Alexius Ducas (nicknamed ‘Murtzuphlos’ because of his thick eyebrows), soon overthrew him and had him strangled to death. Alexius Ducas took the throne himself as Alexius V; Isaac died soon afterward, probably of natural causes. The crusaders and Venetians, incensed at the murder of their supposed patron, demanded that Murtzuphlos honor the contract which Alexius IV had promised. When the Byzantine emperor refused, the Crusaders assaulted the city once again. On April 8th, Alexius V’s army put up a strong resistance which greatly discouraged the crusaders. On 13 April 1204 the weather conditions finally favoured the Crusaders. A strong northern wind aided the Venetian ships to come close to the wall. After a short battle, approximately seventy crusaders managed to enter the city. Some Crusaders were eventually able to knock holes in the walls, small enough for a few knights to crawl through at a time; the Venetians were also successful at scaling the walls from the sea, though there was extremely bloody fighting with the Varangians. The crusaders captured the Blacherne section of the city in the northwest and used it as a base to attack the rest of the city, but while attempting to defend themselves with a wall of fire, they ended up burning down even more of the city. This second fire left 15,000 people homeless.The Crusaders took the city on April 13. The crusaders inflicted a horrible and savage sacking on Constantinople for three days, during which many ancient and medieval Roman and Greek works were either stolen, desecrated or destroyed. The magnificent Library of Constantinople was also destroyed. Despite their oaths and the threat of excommunication, the Crusaders ruthlessly and systematically violated the city’s holy sanctuaries, destroying, defiling or stealing all they could lay their hands on; nothing was spared. It was said that the total amount looted from Constantinople was about 900,000 silver marks. The Venetians received 150,000 silver marks that was their due, while the Crusaders received 50,000 silver marks. A further 100,000 silver marks were divided evenly up between the Crusaders and Venetians. The remaining 500,000 silver marks were secretly kept back by many Crusader knights Byzantine historian Niketas who witnessed the loot narrates the events vividly. He tells that the Muslim conquest of Jerusalem from Byzantine did not hurt the public living there and did not disturb Jesus Christ’s grave, whereas Christians did the contrary and what Crusaders did was unforgivable: “Those who wowed to
13th CRUSADE AND CAPTURED PROPERTIES CARRIED TO THE WEST Bir zamanlar bugünkü Sultan Ahmet meydanında yer alan Quadriga Atları’nı bugün Venedik Saint Marco Katedrali önündeki görebilirsiniz. / You can see the Quadriga Horses which used to stand in todays Sultan Ahmet square ,in front of hte Saint Marco Cathedral
151 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
ve ihtişamı anlatırken yağmalanan eserler hakkında da gayet ayrıntılı bilgi verir. Bu durum onun İstanbul’un zenginliğini dillendirdiği şu satırlarda açıkça kendini belli eder; “Dünya kuruldu kurulalı ne İskender zamanında ne Şarlman devrinde, ne daha önce, ne daha sonra bu kadar büyük, bu kadar zarif, bu kadar fevkalade servet ne görülmüş ne alınmıştır. Kanaatimce dünyanın en zengin kırk şehrinde Konstantinopolis’te bulunan servet bulunmaz. Rumlar, dünya servetlerinin üçte ikisinin Konstantinopolis’te, üçte birininse orada burada olduğunu söylüyorlar”. De Clari özellikle imparatorluk saraylarında muhafaza edilen hristiyanlığın kutsal emanetleri karşısında hayranlığını ve bu emanetlerin bolluğu karşısındaki şaşkınlığını şu satırlarla dillendirir; “İmparatorun saraylarından Bukaleon fevkalade bir saraydı. Bu sarayda otuz kadar kilise bulunmaktaydı. Bunlardan birinin adı Saint Şapel’di. Bu kilise o kadar zengin, o kadar muhteşemdi ki, menteşeleri, sürgüleri ve buna benzer diğer kısımları demirden değil gümüşten, akiktenveya fevkalade kıymetli taşlardandı. Bu kilisenin içinde fevkalade mukaddes emanetler bulundu: Bacak kalınlığında ve yarım
walk on Christian lands without shedding Chrsitian blood, those who wowed only to attack Muslims commited the cruelest looting and the crime inConstantinopolis. Those who wowed not to marry so long as they’re carrying cross on their backs raped our nuns who devoted themselves to God. Those who acted for vengeance of Holy Grave in Jerusalem did not abstain from stamping their feet on the cross, just for gold and silver.” On the other hand Robert de Clari who himself participated in this war, narrates in his accounts that crusaders wowed on the holy saints not to rape women, not to steal clothes, not to lay hands on monks, priest and nuns, not to harm churches and monastries. But what happened to the city is a clear sign that the promise was not kept properly. On the other hand, this reveals itself in these lines where he expresses the wealth of the city: “Ever since the creation of this world neither in the times of Alexander nor Sharlman, never has there been such a gorgeous, such delicate, such extreme wealth, nor it was heard of. In my opinion not even in the wealthiest forty cities have as much wealth as that of Constantinopolis. Greeks claim that two thirds of the world’s wealth is in Constantinapolis and one third is scattered around the world.”
13. YÜZYILDA İSTANBUL’DAN BATIYA TAŞINAN ESERLER 17. yy’nin başında O. Panvinio’ya göre hipodrom / The hippodromes in the beginning of hte 17 th Century, according to O.Panvinio
152 OCAK ŞUBAT MART 2009
kulaç uzunluğunda hakiki haçtan iki parça, Hz. İsa’nın gögsünü delen mızrağın demir ucu, elleriyle ayaklarına çakılan iki çivi, billurdan yapılan küçük bir şişe içinde muhafaza edilen kutsal kan, Golgotta tepesine götürüldüğü zaman üstünden çıkarılan gömlek ve sivri deniz kamışlarından yapılarak başına geçirilen takdis edilmiş taç bulundu. Hazreti Meryem’in başı ile Yahya peygamberin başı ve saymaktan aciz bulunduğum daha pek çok kutsal emanette buradaydı. Bu kilisede söylemeyi unuttuğum başka mukaddes eşya da vardı. Kilisenin ortasında kocaman iki gümüş zincire asılmış fevkalade iki kap. Bu kaplardan birinde kiremit, ötekinde ise bir bez bulunuyordu. Bu mukaddes eşyanın hikayesi ise şöyledir: Bir zamanlar Konstantinopolis’te yaşayan bir aziz varmış. Bu aziz Tanrı rızası için dul bir kadının evinin çatısını kiremit ile örtüyormuş. Çatıyı örterken Tanrı ona görünmüş ve şöyle demiş; “Belindeli şu bezi ver”. İyi adam vermiş. Tanrı bununla yüzünü örtmüş, bezin üzerine yüzünün izi kalmış. Tanrı bu adama bezi alıp götürmesini ve bununla hastalara dokunmasını, imanı olanların şifa bulacaklarını söylemiş. Tanrı bezi iade edince, iyi adam alıp ikindi vaktine kadar bir kiremitin altında saklamış. İkindi vakti oradan giderken bezi almış. Kiremiti kaldırınca Tanrının yüzünün şeklini kiremitin üzerinde görmüş. Kiremitle bezi almış ve bunlarla pek çok hastayı iyileştirmiş. Bu mukaddes emanet, anlattığım gibi odanın ortasında asılıydı”. Robert de Clari, Blakhernai sarayında da eski imparatorlara ait taçlar, ziynet eşyaları ve kıymetli kumaşlardan yapılmış elbiselere rastlamıştır. Fakat onun Ayasofya hakkında verdiği gerçek dışı malumat ve safsatalar Haçlıların bu şehirdeki
De Clari especially expresses his amazement on the sacred trusts of Christianity exhibited in the emperor’s palaces and its abundance as follows: “Bukaleon, one of the Emperor’s palace, was an exceptionally amazing palace. There were approximately thirty churches in this palace. One of their names was Saint Chapel.This church bore such treasures, it was so glamorous that its hitches, bolts and other similiar parts were made up of not iron but of silver, cornelian and other similiar precious stones. In this church there were extremely sacred trusts: Two parts of a cross, half a fathom deep, leg thick, the iron end of the spear piercing Jesus Christ’s chest, nails that were nailed onto his hands and feet, holy blood preserved in a crystal bottle, his shirt that was taken off when they took him to Golgotta hill and his crown made of sharp sea reeds was found in there. There were the heads of Mother Mary, John the Baptist and others whom I’m incapable of narrating. There were also some other sacred trusts that I may have forgotten to mention. Two extremely beautiful silver bowls were hanging on silver chains. In one of these bowls was a tile and in the other was a garment. The story of this holy garment is as follows: Once upon a time there was a saint living in Constantinapolis. He was tiling the roof of a widowed woman for the sake of God. While he was doing so, God came upon him asking to take his garment he wore on his waist. With that garment God covered his face and then, there was the mark of his face on the garment. God told this man to take the garment and touch the patients with it, and those who has the faith would be healed. Until he finished his work, he kept it until a tile. When his work was over, he took the garment and saw the shape of his face on the garment and healed a lot of patients
13th CRUSADE AND CAPTURED PROPERTIES CARRIED TO THE WEST ihtişamın karşısında düştükleri hayreti görmemiz açısından with it. This holy trust hung in the middle of the room along with faydalıdır. Başkentin bu en önemli dini yapısı hakkında tarihother precious garments.” çimiz şunları söyler; “Kilisenin içinde çepeçevre muhteşem Robert de Clari also came accross with crowns belonging to old sütunlara dayanan kubbeler vardı. Bu sütunların akikten, soemperors, jewellery and clothes made of precious garments in makiden veya kıymetli taşlardan olmayanı ve şifa vermeyeBlakhernai. However his unrealistic portrayal of Hagia Sophia is ni yoktu. Bazısı sürtününce böbrek ağrılarına iyi geliyormuş, important since we would notice the amazement and bewilderbazıları göğüs, bazılarıysa başka hastalıklara iyi geliyormuş. ment the Crusaders felt about the glory of this city. Our historian (.....) Ayrıca kilisenin kapısının halkasında hangi karışımdan gives an account of this important religious structure as follows: yapıldığı bilinmeyen, çoban kavalı boyunda bir boru asılıydı. “There were domes leaning onto the pillars in the church. These Bu borunun şöyle bir özelliği varmış: Vücupillars were all made up of cornelian, onyx and dunda şişlik gibi, mesela karın şişliği gibi bir some other very precious stones. All had healderdi olan hasta boruyu ağzına koyar koying effects. Some were good for kidney pains, maz, boru onu tutuyor ve bütün hastalığını if you rubbed yourself against the tile, it would Tarihte ele geçirilen emerek zehiri ağzından çıkarıyormuş; boru, heal. Also, there was a pipe hanging on the kentler ganimet olarak hastayı öyle kuvvetle tutuyormuş ki, hastanın ring of the door of the church, it was not cergörülerek yağmalana gelgözleri yıuvalarından fırlıyor ve adam hastatain what it was made up of. It was as long as miştir. Yağmanın şiddeti lığı kökünden sökülünceye kadar boruyu bıa shepherd’s pipe. This pipe had such a qualele geçirilen kentin rakamıyormuş. Boru, hasta olmayan biri ağity that if a sick person with a swelling would özelliğiyle de doğrudan zına alınca hiç tutmuyormuş”. De Clari’nin bu put it on his mouth, the pipe would hold him orantılıdır. satırlarından hareketle bugünde Ayasofya’da and suck all the disease out of his body; the bir sütunun gövdesinde bulunan ve insanlapipe would hold the patient so strongly that Throughout the history the rın baş parmaklarını sokarak ellerini 360 dethe patient’s eyes would go out of its orbs, and cities conquered were seen rece çevirmeye kalktıkları“dilek çukuru” başta one could not leave it until the disease would as captured properties and olmak üzere pek çok safsatanın temellerinin be totally cleaned. If one without a disease were looted. The strength daha o tarihlerde atıldığını söyleyebiliriz. held the pipe, the pipe let go off that person.” of loot is in direct proporHaçlıların aç gözlülüğünden başta imparator From these lines we see that the roots of most tion with the Büyük Konstantinus ve Justinyanus olmak fallacies were planted back then such as if you characteristics of the city üzere pek çok imparatorun mezarının buplunge your finger in one of the pillars in Hagia conquered. lunduğu bugünkü Fatih camii bölgesinde Sophia and turn it around in this “wish hole” yer alan Havariyyun kilisesi de nasibini aldı. your wish would come true. Buradaki imparator lahitleri açılarak yağma Great Constantinus and Justinianus in the Halanmıştır. Hatta Haçlılar Jüstinyanus’un mezarını açtıklarında variyyun Church in the district of Fatih region and a lot of emperonun çürümemiş cesedinin mucizesini görmüşler ancak yine ors had their shares of the greed of the Crusaders. The sarcophade yağmadan geri kalmamışlardır. Niketas onların ne ölüye ne gus of the emperors were clearly looted in here. The Crusaders saw de diriye saygı duymadıklarını ifade eder. the unrotten body of Justiniaus when they opened his grave but Haçlılar hipodrom alanında bulunan bazı bronz alaşımlı heyeven this miracle did not keep them away from looting. Niketas kellerin yansıra pek çok değerli madenden yapılma eşyayı da tells that they respected neither living nor the dead. eritme yoluna gitmişler geri kalan eşya ve kutsal emanetleri ise The Crusaders also melted the bronze alloy statues in the hypoberaberlerinde Avrupa’ya götürmüşlerdir. Bu kutsal emanetdrom and some other precious goods. They brought goods and lerin zaman içinde envanterleri kayda geçirilmeye çalışılmış holy trusts to Europe along with them. These holy trusts were reve 1876 yılında da bu kayıt işlemi büyük ölçüde başarılmıştır. corded until 1876 when most of this recording process was over. Bugün Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde bir kısmı müzelerde bir If we take a look at the well-known works of art in different Eukısmı ise meydanlarda sergilenen en belli başlı Bizans eserleropean cities, we see that some of them are in the museum and rine şöyle bir bakacak olursak; some of them are exhibited in the squares. İtalya’da, Barletta heykeli olarak da bilinen heykel 1204 yıThe statue in Italy known as the Barletta statue is one of the most lında Doğu Roma’nın başkentinden götürülen en önemli important works of art that was brought to the capital city of East sanat eserlerinden biri olup boyu yaklaşık 5 metredir. Zafer Rome in 1204 and it is approximately 5 meters high. The statue kazanmış bir imparatoru tasvir eden bu heykeldeki komutawhich depicts a victorious emperor created conflicts among renın kim olduğu konusunda araştırmacılar mutabık kalabilmiş searchers about the emperor depicted. Some of them think that değillerdir. Bazıları bu imparatorun I. Leon, bazıları Marcianus this is Leon I., some think this is Marcianus and others think it is bazıları ise Heraclius olduğunu iddia etmektedirler. HeykeHeraclius. Those who claim that it is a symbol for Marcianus, the lin Marcianus’u simgelediğini söyleyenlerin iddiasına göre monumental statue in Fatih, that is also known as “Kıztası” is this Barletta statue in Barletta for during the shipment to Venice, it hit Fatih’te bulunan ve imparator Marcianus adına yaptırılan
153 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
13. YÜZYILDA İSTANBUL’DAN BATIYA TAŞINAN ESERLER Eugene Delacroix’a ait Haçlıların Konstntinopolise girisini gosteren tablo / The painting which shows the pilgrims entering Constantinapole ,by Eugene Delacroix
154 OCAK ŞUBAT MART 2009
Kıztaşı olarak da bilinen anıtsal sütunun tepesinde yer alan imparator heykeli işte bu Barletta heykelidir. Heykel Venedik’e getirilirken Barletta sahilinde karaya vurması nedeniyle heykel bu adla anılagelmiştir. Venedik’te bulunan Tetrark heykeli aynı zamanda bir dönemin tarihine ışık tutması açısından da son derece ilgi çekicidir. MS. 285 yılına gelindiğinde sınırları çok genişlemiş olan Roma imparatorluğu dışarında barbar akınları içerinden ise isyanlar nedeniyle ciddi sıkıntılara maruz kaldığından imparator Diokletianus tetrarkia adı verilen bir dörtlü yönetim mekanizmasının temellerini atar. Buna göre imparatorluğun doğu ve batı kısımlarını “Augustus” unvanı taşıyan iki imparator yönetirken bunların “Sezar” unvanını taşıyan birer de yardımcıları olacaktı. 20 yıl boyunca ülkeyi yönetecek olan bu iki imparator daha sonra tahtı yardımcıları olan Sezarlara bırakacaklardı. Artık Augustus unvanını taşıyacak olan bu Sezarlar da kendilerine yeni Sezarlar seçeceklerdi. Diocletianus bu kararını hemen uygulamaya soktu. Kendi doğu augustusu olarak İznik’te otururken çok güvendiği dostu Maksimianus Roma’da augustusluk yapacaktı. Yine kendisinin yardımcısı yani sezarı Galerius olurken batının sezarı Konstantius Khorus olacaktır. Bu Kons-
the shores on Barletta. The statue of Tetrark in Venice is also extremely stunning as it sheds light on a specific era in the history. In 285 BC the Roman Empire whose borders had enlarged greatly, staged a lot of rebellious acts and barbarian raids and experienced a lot of difficulties. Emperor Diokletianus laid the foundations of a quadruple management mechanism called tetrarkia. According to tetrarkia, while two emperors who had the titles “Augustus” governed the eastern and western parts, they would have an assistant called “Ceasar.” These two emperors would leave the throne to these “Ceasars” after governing the country for 20 years. These Caesars who would assume the title of Augustus would select themselves new Caesars. Diocletianus put this decision into effect. While he would be the East Augustus living in Iznik, his very much trusted friend Maksimianus would be the West Augustus in Roma. Galerius became his helper Caesar, while the Caesar of the west would be Constantinus Chorus. It is worthwhile to talk about Constantius Chorus who died when Maximianus’ reign ended in 305 and became the emperor of the West and died within a year after Maksimianus period ended. His men enunciated his son Konstantinus as emperor who brought the system of Diocletianus
13th CRUSADE AND CAPTURED PROPERTIES CARRIED TO THE WEST tantius Khorus’a dikkat çekmekte fayda vardır. Zira bu kişi batıda Maksimianus’un görev süresinin bitiminde yani 305 yılında batı imparatoru olur ancak bir yıl sonra ölür. Adamları bunun oğlu olan Konstantinus’u imparator ilan edecektir ki işte bu çocuk hem Diokletianus’un tetrark rejiminin sonunu getirecek hem de başkenti Konstantinopolis’e taşıyarak adını ölümsüzleştirecektir. İşte tetrark heykeli bu ilk dört yöneticiyi yani Diokletianus, Maksimianus, Galerius ve Konstantius’u birbirine kenetlenmiş olarak gösterir ki bu saadet tablosu ilk iki yöneticinin iktidarı devretmelerinden kısa bir süre sonra yerle bir olacaktır. Bugün San Marko meydanında bulunan bu heykelin İstanbul’da iken Altın kapı ile Edirnekapı’ya çıkan yolların kesişme noktası olan Philadelphion adı verilen mevkide olduğu tahmin edilmektedir. Yakın zamana kadar Filistin’deki Akra şehrinden Venedik’e götürülerek San Marko kilisesinin güney batı köşesine yerleştirildiği iddia olunan bu anıtın İstanbul’dan götürüldüğü değerli arkeologumuz Nezih Fıratlı’nın çalışmaları sonucu ispatlanmıştır. Laleli yakınlarındaki Miryalon kilisesinin (bugünkü Bodrum camii) sarnıcının temizlenmesi işlemi sırasında çıkarılan buluntular arasında yer alan bir parçanın yapılan ölçümler sonrasında Venedik’teki Tetrark anıtının bir parçası olduğu sonucuna varılmıştır. Anıtın bu parçası İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunmaktadır. Venedik’te sergilenen ve Kostantinopolis’ten kaçırılan sanat eserlerinin belki de en tanınanı ise Quadriga adlı dört at heykelidir. Eski Roma’da 4 at tarafından çekilen arabalara quadriga ismi verilirdi. Hipodromda yapılan at yarışlarında bu quadrigalar yarışırlardı. Hatta bu quadriga yarışlarında efsane haline gelen Porfiros gibi yarışçılar da gerek hipodroma ve gerekse de şehrin muhtelif yerlerine heykelleri dikilmek suretiyle onurlandırılırlardı. Bizans’ta Nika isyanı başta olmak üzere pek çok önemli olayın başrolünü oynayan Maviler ve Yeşiller arasında da en büyük çekişme bu quadriga yarışları nedeniyle olurdu. Doğal olarak Bizans’ın eğlence hayatında bu denli önemli olan quadriga arabalarının heykelleri şehrin muhtelif yerlerine de dikilirdi. Quadrigalar ayrıca imparatorların şehre giriş merasimlerinde de önemli rol oynarlardı. Roma senatosu zafer kazanan bir kumandan ya da imparatoru beyaz atların çektiği bu quadrigalardan birine binmiş bir halde şehre girmekle ödüllendirirdi ki bu gelenek Bizans’ta da devam etmiştir. Günümüzde de Amerika’da Minnesota ve Almanya’da Berlin quadrigaları ile en ünlü merkezler. Fakat hiç şüphe yok ki en ünlü quadriga Venedik’te San Marko Kilisesinin içinde bulunmaktadır. Şehrin yağmalanmasına bizzat şahit olan Bizanslı tarihçi Niketas, zamanında Müslümanlar’ın da Kudüs’ü Bizans’tan aldığını ancak burada yaşayan halka çok iyi muamele ederek Hazreti İsa’nın mezarına rahatsızlık vermediklerini, fakat dindaşları olan Haçlılar’ın yaptıklarının bağışlanabilir bir tarafı olmadığını dile getiriyor.
to an end and moved the capital to Constantinapolis and made it immortal. Statue of Tetark depicts all these four directors Diocletianus, Maksimianus, Galerius and Konstantius as united and this portrait of unison and happiness would only be demolished shortly after the first two directors handed the power over. This statue which is now in San Makro square, is assumed to be in Istanbul at the intersect of the crossroads of Altınkapı and Edirnekapı called Philadelphion. It was proved by our prominent archeologist Nezih Fıratlı that it was brought to Venice from Akra in Palestine and it was placed in the southwestern part of St Marco church. The findings excavated around the Miryalon church in Laleli, showed that it was a part of the Tetrark monument in Venice. The piece of the monument that was found then is still in the Istanbul Archeology Museum. The most famous of all the works of art that was escaped to Venice from Constantinapolis is probably the statue of the four horses called quadriga. In Ancient Rome the cars carried by 4 horses were called quadriga. The horse races in hippodromes were made with quadrigas. Also legendary competitors of this quadriga races such as Porfiros, was honored by erecting up their statues on various parts of the city. In Byzantine, Nika revolt and other revolts’ leading competition among Blues and Greens were because of these races (?). As a matter of fact, the statues of these quadriga cars would be erected in every corner of the city since they were very important for the life of entertainment. Quadrigas also played a leading factor in the entrance ceremonies of the emperors. Roman senators honored and rewarded triumphant commanders or emperors on a quadriga pulled by white horses, and this tradition also survived in Byzantine. In our time, Minnesota in the USA and Berlin in Germany are the most famous places for their quadrigas. However there is no doubt that most famous quadriga is in San Makro Church in Venice. Besides being the most ancient quadrigas of the world the mentioned quadrigas was made by famous sculptor of Alexander the Great, Lysippus in order to immortalize the victory of people from Rhodes whose island was under siege. It is told that the statue was taken from Sakız Island and brought onto the pillars in the entrance door of the Hipodrom. Some researchers say that this entrance is nowadays very close to the place where German fountain is, on the northern entrance. Statues also took their share of big loot in 1204 and the first share of Venetians was put in front of the military warehouse. Afterwards, they were taken from here and put in the entrance of San Marco Church. Whereas the frontal facade of San Marco Byzantine historian Niketas who witnessed the loot narrates the events vividly. He tells that Muslims taking Jerusalem from Byzantine did not hurt the public living there and did not disturb Jesus Christ’s grave whereas Christians did the contrary and what Crusaders did was unforgivable.
155 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
13. YÜZYILDA İSTANBUL’DAN BATIYA TAŞINAN ESERLER
156 OCAK ŞUBAT MART 2009
Söz konusu quadrigalar dünyanın bilinen en eski quadriga heykelleri olmalarının yanı sıra bir rivayete göre de Büyük İskender’in ünlü heykeltıraşı Lisippos tarafından adaları kuşatmaya maruz bırakılan Rodosluların zaferlerini ölümsüzleştirmek amacıyla yapılmışlardı. Heykelin II. Teodosius zamanında Sakız Adasından alınarak Hipodrom’un giriş kapısındaki sütunların üzerine yerleştirildiği söylenir. Bazı araştırmacılar quadriganın bulunduğu bu girişin bugün Alman çeşmesinin bulunduğu yere yakın bir yerde, hipodromun kuzey girişinde olduğunu ifade eder. Heykeller 1204 yılındaki büyük yağmadan nasiplerini aldılar ve Venedik’in payına düşerek ilk olarak bir askeri deponun önüne kondular. Sonrasında ise buradan alınarak San Marko Kilisesinin girişine yerleştirildiler. San Marko’nun ön cephesi IV. Haçlı seferine kadar gayet sade bir görünüme sahipken 1204 yılından sonra Konstantinopolis’ten getirilen savaş ganimetleri sonrasında Avrupa’nın en görkemli yapılarından biri haline gelir. Quadrigalar da Venedik’in Roma mirasının yaşayan temsilcisi Bizans’a karşı kurmuş olduğu siyasi üstünlüğün açık bir nişanesi olarak yerini alır. İlerleyen yıllarda quadrigalar dini bir anlam da ifade etmeye başlayacaktır. Bazı Hıristiyanlar bu atların “Quadriga Domini” yani “Tanrı’nın arabası” olduğuna inanacaklardır. Onların açıklamasına göre bu dört at dört büyük İncil yazarını yani Matta, Markos, Lukas ve Yuhanna’yı sembolize etmektedir. Quadriganın sürücüsü ise doğal olarak Hz.İsa’dır. Heykellerin San Marko kilisesinin önündeki yaklaşık 6 asır süren varlığına Napolyon son verecektir. Ekim 1797’de imzalanan Compo Formio anlaşması ile hem Venedik’in hem de quadrigaların yeni efendisi Napolyon olacaktır. Zaferinin bir nişanesi olarak Venedik’ten bu quadrigaları hatıra olarak aldı ve Paris’te kendi adına inşa ettirdiği zafer takının (Carrusel Takı) üzerine koydurttu. Napolyon, 1815 yılında Waterloo savaşında rakiplerine yenilip iktidarını ebediyen kaybedince atlar da Avusturya imparatoru tarafından eski yerlerine iade edildiler. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında koruma amaçlı olarak yerlerinden kaldırılmaları dışında quadrigaların bu meydandaki varlığı 1990 yılına kadar sürdü. Bu yıl içinde ise heykellerin hava kirliliği nedeniyle zarar görmesi gerekçesiyle kilisenin içindeki özel bir salona çekildiler. Günümüzde de kopyaları Saint Marco’nun orta kapısının üzerindedir. Bu anıt “Tanrının arabası” olarak adlandırıldığı gibi, dört incil yazarını da sembolize ettiği söylenir. Bu büyük anıtsal yapılar dışında günümüzde Avrupa’nın önemli müzelerinde sergilenen daha pek çok değerli parça 1204 yılında Konstantinopolis’ten taşınmıştır. Bu anlamda bugün Fatih semtinde Saraçhanebaşında metruk bir halde kaderine terk edilen prenses Anika Julyana tarafından yaptırılan manastırın kalıntısı nam-ı diğer Aya Poliektos kalıntılarından sanat değeri son derece yüksek bir takım sütun başlıkları ve kolonlar Venedik’e götürülerek çeşitli binaların yapımında devşirme malzeme olarak kullanılırken bu kiliseden getirilen bir sütun başlığı da Barselona’da Arkeoloji müzesinde sergi-
13. yy Venedik San Mark meydanında duka ve halk bir tören sırasında. The Duke and the townspeople gathered at St. Mark’s Square in Venice for a ceremony had a simple outlook until Crusaders IV. After 1204, with war loots brought from Constantinapolis, it became one of the most important statues of Europe. Quadrigas took their places as symbols of Roman hereditary and a clear dominance over Byzantines in Venice. In the following years quadrigas started to have a religious meaning. Some Christians would believe that these horses were “Quadriga Domini” that is “Car of the Lord”. According to their explanations these four horses symbolizes the four authors of Matta, Marcos, Lucas and Yuhanna. And naturally the driver of Quadriga is Jesus Christ. Napoleon would end the 6 centuries existence of these statues in front of San Marco church. With Compo Formio treaty that was signed in October 1797’ new master of Venice and quadrigas would be Napoleon. As a sign of victory he took these quadrigas from Venice and put them on the Carrousel Arch he had built in his name in Paris. When Napoleon, lost Waterloo war in1815 to his opponents the horses were returned to their original place by Austria Emperor. Except for being hidden during World War I and II the existence of these quadrigas in this square lasted till 1990s. In this year, they were taken into a special hall in the church, since they thought air pollution would harm the statues. In our day the copies are still on the middle door of Saint Marco. This monument is also named as “The Car of God” and it is also said to be symbolizing four authors of bible. Apart from these monumental structures, there are other artifacts exhibited in some other museums of Europe were carried from Constantinapolis in 1204.In this sense, the relics of desolate monastery in Fatih Sarachanebası ,which was constructed by princess Anika Juliana, i.e. Aya Poliektos, and some other precious and extremely artistic pillar head and columns were taken
13th CRUSADE AND CAPTURED PROPERTIES CARRIED TO THE WEST Eski bir yazmada Hz. İsa’nın suretinin geçtiği Mendillon figürü.
to Venice and used as materials in construction of some buildings in Venice, a pillar head brought from this church is exhibited in an archeology museum in Barcelona. Other precious and famous samples in St Marco structure group are bowls in which holy blood from Jesus Christ was kept since 1238 and the relics of Limburg that was constructed in times of I. Basileus the case of Holy Cross in Metropolitan Museum of Art in New York, holy Wine Ceremony left from 12th century that’s kept in Halberstad city, in Germany, and brought to Havariun church which is stands in the place of Fatih mosque are of the first to remember.
lenmektedir. San Marko yapı grubunun içinde bulunan ve 1238’den beri de Hz. İsa’ya ait kutsal kan’ın muhafaza edildiği kap olarak da bilinen bir kutsal emanetin yanı sıra I. Basileus zamanında yapılan Limburg rölikleri, bugün New York Metropolitan Art Museum’da bulunan Kutsal haçın muhafaza kutusu, Almanya’nın Halberstad kentinde bir katedralde muhafaza edilen ve Fatih caminin yerinde bulunan Havariyun kilisesinden götürülen 12. yy’dan kalma Kutsal Şarap Ayin kabı bunların ilk akla gelen örnekleridir. Bazı araştırmacılar 1204 yılındaki istila hareketinin Katolik kilisesinin Hıristiyan dünyasının biricik kilisesi olma yönünde attığı adımların son büyük halkası olduğunu savunur. Buna göre Roma kilisesi ilk olarak 800 yılında Papa 3. Leon’un elinden Şarlman’a taç giydirerek onu Kutsal Roma Germen imparatoru ilan etmek suretiyle Hıristiyan dünyasının biricik imparatoru ve Roma’nın meşru varisi Konstantinopolis imparatoruna alternatif bir güç yaratmıştır. İkinci adım olarak 1054 yılında doğu ve batı kiliselerinin mutlak ayrımı gerçekleşmiş böylece Roma kilisesi bir yerde Doğu Roma imparatoru ile olan tarihsel bağlarını koparmıştır. Son noktada ise 1204 yılında Hıristiyan dünyasının pek çok kutsal emanetini elinde bulunduran Konstantinopolis işgal edilip yağmalanarak Hıristiyan dünyasının meşru dayanakları olarak kabul gören bu eşyalar batı dünyasına transfer edilmiştir.
Some people defend that the invasion movement in 1204 was last chain in Catholic Church’s pursuit to be the leading and unique church of Christian world. According to this as Roman church first became an alternative source of power to lawful heir of Roman, Emperor of Constantinapolis, when Sharlman was crowned by Leon III and was declared Holy Roman Germen Emperor. As a second step, in 1054 east and west churches were divided into two and the church of Romans cut all the historic connections with East Rome emperor. The ultimate point is that in 1204, Constantinapolis, which had the sacred trusties of Christian world, were looted and the sacred trusts were transferred to the West as seen by the clear evidences.
KAYNAKÇA / BIBLIOGRAPHY Murat Bardakçı;“Devlet-Patrik elele, çalınan atlar Türkiye’ye, 23.01.2005 tarihli Hürriyet gazetesi Albrecht Berger; “Filadelfion”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, III, İstanbul 1994, s. 317 Robert de Clari; İstanbul’un Zabtı (çev: Beynun Akyavaş), TTK yay., Ankara 1994 Işın Demirkent; Haçlı Seferleri, İstanbul 1997. Semavi Eyice; “İstanbul’un Latinler Tarafından İşgali”, Tarihte DoğuBatı Çatışması (SemaviEyice’ye Saygı), İstanbul 2005, s. 312-324 Zeynep İnankur; “Konstantinopolis’ten Venedik’e San Marco Atları”, P Sanat-Kültür-Antika Dergisi, sayı: 11, Güz1988, s. 32-35. Niketas Khoniates; Niketas Khoniates’in Historiası (1195-1206), İstanbul 2006 Önder Kaya; “Tarihi Tuvaletlerimiz”, 30.05.2004 tarihli Radikal 2 Pazar Eki Önder Kaya; Yarim İstanbul, İstanbul 2006 Birsel Küçüksipahioğlu; “İstanbul’un Latinler Tarafından İşgali ve Zab
tı”, Fatih Sempozyumları I-II Tebliğler, Fatih Belediyesi yay., İstanbul 2007, s. 126-135. Sevin Okyay; “Kudüs yerine İstanbul’a gelen şaşkın bir Haçlı”, İstanbul İçin Şehr-engiz, İstanbul 1991, s. 195-197. Prof. Dr. Ayla Ödekan’ın 17.01.2007 Osmanlı Bankası Müzesinde yapmış olduğu “IV. Haçlı Seferi ve Ganimetler Kenti İstanbul” isimli sunumu Ercüment Bülent Özbay; “İstanbul’dan Venedik’e Götürülenler”, Türkiyemiz, sayı: 29, Ekim 1979, s. 15-18. Ülkem Sakarya; Dördüncü Haçlı Seferi (1204), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi (Danışman: Fahameddin Başar), İstanbul 2004 Mahmut H. Şakiroğlu; “Venedikliler”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII, İstanbul 1994, s. 380-382. Henri de Valenciennes Geoffroi de Villehardouin; Konstantinopolis’te Haçlılar (çev. Ali Berktay) İstanbul, 2001. http://www.mimarlikmuzesi.org/biyografi.asp?id=10076
157 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
İSTANBUL ve KAR
İSTANBULve KAR Mehmet Samsakçı* Mehmet Demirci
ISTANBULAND SNOW
158 OCAK ŞUBAT MART 2009
İstiklal Caddesi
*Yazar / Author
ISTANBUL AND SNOW Sultanahmet’de beyaz bir gün / A white day in Sultanahmet
159 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam! Uyandırmayın beni, uyanamam. Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına, Allah aşkına, gök, deniz aşkına Yağsın kar üstümüze buram buram Ahmet Muhip Dranas
This blueness... not it is morning, not even evening, I can’t open my eyes, leave me sleeping For the sake of ones you loved and lost For God’s sake, for sky and for sea In great whirls, snow is falling Ahmet Muhip Dranas
Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri diyen şair bize hiçbir şehrin hatta şeyin elbette İstanbul’a benze(ye)meyeceğini hissettiriyor ve sözü “Ey İstanbul, hâşâ sana benzetmek gibi olmasın ama Eylül sonunda İsviçre gölleri de az çok böyledir” demeye getiriyordu. Bir defa şu hakikati açıkça görmek ve anlamak lâzımdır ki İstanbul, Türk kültürünün, medeniyetinin, zevkinin bir zirvesidir, hatta yukarıdaki mısraların sahibine göre muhassalası, yani özüdür. İstanbul, bir seviyedir ve bu seviyeye çıkan her şey yüksek mânâlıdır. İstanbul seviyesine çıkmak ise, bu şehri sevmek, daha önemlisi bilerek sevmek daha daha mühimi ise “duymak”tır. Fakat “İstanbul’u dinleyen gözleri kapalı” herkese nasip olmaz bu şeref. İstanbul, kendisini anlayacak olana, iç âlemi zengin olana, maddî güzellikler karşısında perhizkâr ama paspasın altındaki tozu merak eden, mânâ güzelliklerine tamahkâr olana açar esrarını. Eski İstanbullular ya da eski İstanbul’u filmlerde, şarkılarda veya kitaplarda olsun yaşayanlar pekâlâ bilirler ki bu şehirde ikamet edenler, eski günlerden, eski zamanlardan bahse-
Nowhere in the world is equal to you, But at the end of September the Swiss lakes resemble you The poet reciting above makes us feel that no city and even nothing resembles (can’t resemble) Istanbul and means ‘Istanbul, the great city; of course nowhere is equal to you, but at the end of September the Swiss Lakes are almost the same.’ It’s necessary to see and understand that Istanbul is the zenith of Turkish culture and civilization and even from the aspect of the owner of these verses above, it is the core or in another word heart of them. Istanbul is a dimension and everything succeeding in entering has a deep meaning. The key of entering this dimension is to love it, more important thing is to love it consciously, and the most important one is to feel it. But it isn’t everyone’s luck ‘listening Istanbul eyes closed’ to find this key. Istanbul gives its key to the ones capable of understanding it, whose feelings are rich, not greedy but at the same time curious for unknown,
İSTANBUL ve KAR Süleymaniye Medresesi / The Süleymaniye Madrasah
160 OCAK ŞUBAT MART 2009
derlerken çok defa “bir kış günüydü, sıcak bir yazdı, pastırma sıcakları bastırmıştı, Kasım fırtınaları tutmuştu şehri vs.” ibarelerle tam tarihini hatırlamadıkları anlar için İstanbul’un mevsimlerini kullanırlar. Çünkü bilirler ki İstanbul’un mevsimleri çok karakteristik, çok tipik, çok pitoresktir ve anlatılmak istenen, bu mevsim ibareleriyle karşıdaki insana çok net ve rahat ulaşır. Aynı o zarif İstanbul şarkısındaki “bir bahar akşamı rastladım size…” cümlesindeki gibi. Bahar ve yaz, birçokları için rahatın, refahın, esenliğin mevsimleridir. Onun içindir ki kadim zamanlardan beri şiir gibi, resim gibi neredeyse bütün sanatlar bu mevsimler, bu iklimler üzerinde yoğunlaşır. Eski şairlerimizin divanlarının başındaki kasidelerin birçoğu da “kaside-i bahariye”lerle süslenmiştir. Pekey, dünyada her nesne ve dahi her kimesne zıddıyla kaim olduğuna İstanbul, kendisini anlayacak göre baharın-yazın da bir olana, iç âlemi zengin olana, zıddı yok mudur, bu zıddın maddî güzellikler karşısında altın asın pasp bir simgesi yok mudur? ama r izkâ perh daki tozu merak eden, mânâ güzelliklerine tamahkâr olana açar esrarını.
Istanbul gives its key to the ones capable of understanding it, whose feelings are rich, not greedy but at the same time curious for unknown, unseen; and content with the beauty of feelings.
Vardır ve kar’dır! İstanbul’u tanımak ve tatmanın bir tarafının biraz da bu şehirdeki lodos-poyraz mücadelesini, Tanpınarî deyişle “güneşin tepelerde
unseen; and content with the beauty of feelings. Natives of Istanbul or those who live and learn Istanbul from films, songs or books know that when they talk about old days, old times they use the seasons of Istanbul for the times they can’t remember exactly, so they often say ; ‘It was a winter day, it was a hot summer day, it was an Indian summer, it was when November storm came up…etc’ Because they know that the seasons of Istanbul are very characteristic, very typical, very picturesque and with this kind of an explanation the things wanted to be told clearly and easily reach their addressee. Just as in the elegant song of Istanbul ‘I came across you in a spring evening…’ Spring and summer are the seasons of comfort, happiness and well-being. That’s why almost all branches of art like poem, like art have focused on these seasons, these climates since ancient times. Most of the odes at the beginning of our old poets’ divan poems were embellished with ‘odes on spring’. So since every object and even everyone exists with its opposite isn’t there an opposite of spring and summer, isn’t there a symbol of this opposite? Yes there is and snow it is! We have already said that one way of knowing and tasting Istanbul is possible by seeing the battle between the southwest and the northeast wind or ‘games on the hills
ISTANBUL AND SNOW Galata Kulesi / Galata Tower
161 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
ve suda yaptığı oyunları” görmekle mümkün olduğunu söylemiştik. Özellikle sümbülî havalarda, yine güneşin bir görünüp bir kayboldu kararsız havalarda Galata Köprüsü’nden Sarayburnu’nda ve Topkapı Sarayı’nda olup bitenleri görmek gerçekten İstanbul erbabı için bir zevktir. Maalesef artık seyrinden mahrum olduğumuz kar fırtınaları ve safaları da bu şehrin vaktiyle doyumsuz ziyafetlerinden birisi imiş. Maalesef, İstanbul’dan çekilen, hadi biraz iyimser olalım, yavaş yavaş çekilmekte olan damak zevki gibi, göz zevki gibi, musiki zevki gibi, giyim-kuşam zevki gibi “kar zevki” de nostaljik bir mânâ ifade etmeye başladı. Küresel ısınma, yahut madden ve mânen yaşadığımız küresel fakirleşme sayesinde… Tanpınar “Eskiler, inşa etmiyorlardı, ibadet ediyorlardı” derken şüphesiz haklıdır. Osmanlı, âlemi bir sanat eseri olarak algılamış, bu gözle seyretmiş ve bu seyir, onun da hayatına sirayet etmiştir. Osmanlı ve özellikle Osmanlı’nın başkenti İstanbullu birisi için böylece din tabir yerindeyse sanatlaşmış ve sanat da dinî algılayış ve tecrübe ile kıvam tutmuştur. İcra kılınan bir musikide de, taşa söz geçirerek yükselen bir binada, bir şiirde de bu kaide değişmez. Eser,
and water created by the sun’ as Tanpınar says. It’s a joy for the ones in Istanbul to see what’s happening in the Seraglio Point and the Topkapı Palace from the Galata Bridge especially in cloudy and unstable days in which sun shines and disappears. Snow storms and joyful snowy days unfortunately today we are nearly deprived them of were great times for this city in the past. Sadly just as the taste of food, the taste of picturesque views, the taste of music, the taste of good clothing, the taste of the days ‘snowy’ disappeared, or let’s talk more optimistically, has started to disappear and turned into a nostalgically memory. Thanks to the global warming or the global poorness both monetary and spiritually we are living through …! Of course Tanpınar is quite right as he says ‘People in the past were not just building, they were almost worshipping.’ The Ottomans conceived the universe as an art created by the God, watched the life with this belief and this belief reflected to life. For a native of the capital of the Ottomans, Istanbul, religion has turned to be art and in a way art has came its proper
İSTANBUL ve KAR Topkapı Sarayı / Topkapı Place
162 OCAK ŞUBAT MART 2009
mükemmel olmalıdır çünkü bu eser kula değil, Allah’a arz edilmektedir. İşte İstanbul’u, fethedildiği ilk günden beri süsleyen, Müslüman-Türk ruhuyla şekillendiren aziz ve zarif sanatkârlar, bu şehri imar ederken tabiatı her zaman hesaba katmışlar, “ona rağmen” çalışmamışlardır. İstanbul’un her mevsimde güzel ve anlamlı olması bundandır. Güneş, rüzgâr, yağmur, dolu, sis vs. gibi tabiat olaylarının, gökyüzü durumlarının en ilginçlerinden, en şiirsellerinden olan kar kristali, rengiyle, değişmez ve eşi bulunmaz altıgen yapısıyla gerçekten bir mucizedir ve bu, bir diğer mucize olan İstanbul’la buluştuğunda, hadise, gören göze ve varlığının tek anlamı kan pompalamak olmayan, gönül, yürek seviyesine çıkan bir kalbe hayranlık verici bir sanat eseri sunar İstanbul bir bakıma, nehr-i aziziyle, onun koyları, dilleri vesairesiyle bir su şehridir Beyazlığı, örtmesi, semadan evet ama yedi tepesiyle ve yani yüceden gelmesi vesaire ile a, ğraf zevkle işlenmişliğiyle aynı kar şiire, edebiyata, foto resme, filme, hatta musikiye ve zamanda bir toprak beldetüm bunlarla beraber felsefeye sidir de. Güneşin oyunları çok müsait bir alan, akşamüstleri ve dolunay dur. bir olgu vakitlerinde nasıl Boğaz’da As it is white, blankets, comes holy of seyredilir ise yağmur ve h dept the from the sky, area ble suita very a is snow sky, kar da işte bu toprakta, bu and concept for poetry, photogtepelerde raksını icra eder. raphy, art, films , music and with Ve bizce daha da önemlisi all of these for philosophy.
consistency with the perception of religion and experience. It doesn’t change in music, a construction making stone obey, or in poems. Every masterpiece should be perfect because it is performed for the God, not for people. The dear and elegant craftsmen shaping and embellishing Istanbul with the Muslim-Turkish spirit since the day it was conquered considered nature all the time while reshaping this city, never worked disregarding nature; that’s why Istanbul is so beautiful and meaningful in every season. Like the sun, wind, rain, hail and fog; snow crystal, one of the most interesting and the most poetic nature events with its color, its hexagonal shape peculiar to it, is a real miracle and when meets another miracle, Istanbul, it creates a masterpiece for eyes and hearts duty of which is not only pumping blood but also home for feelings. In a way Istanbul is a city of water with its rivers and bays; but at the same time a city of earth with seven hills and great masterpieces on it. Like the plays of the sun watched at nightfalls and days of full moon on the water of Bosporus full of sparkle, rain and snow too, perform their beautiful show on these hills and on this earth. For us, what’s more important is that ancestry conquering the hills we mentioned with the grand but also elegant mosques made these mosques, these domes, these minarets more meaningful with the snow and its white blanket.
ISTANBUL AND SNOW Ortaköy Camii / Ortakoy Mosque
163 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
bahsini ettiğimiz tepeleri haşmetli ama zarif camilerle fetheden, süsleyen ecdat; karla, karın beyazlığıyla, örtüsüyle bu camileri, bu kubbe ve minareleri daha da anlamlandırmıştır. Kar, mânâsına bu kubbelerde ulaşır ve bu camiler uhrevî ruhunu sanki bu beyaz örtü ile yakalar. Beyazlığı, örtmesi, semadan yani yüceden gelmesi vesaire ile kar şiire, edebiyata, fotoğrafa, resme, filme, hatta musikiye ve tüm bunlarla beraber felsefeye çok müsait bir alan, bir olgudur. Beyaz, neredeyse bütün kültürler için olumlu anlamlar taşır fakat “en hızlı kirlenen”dir ve iki aslî renkten birisidir. Ört-, ise bir romanın ana teması olabilecek, bir dosya konusu yapılabilecek, hatta bir varlığın var oluşunu tek başına açıklayabilecek kadar yüklü bir kavramdır. Örtmek varsa, örten ve örtülen de vardır. Ört(ül)me sebebi ise hadisenin bir başka açılımı olarak karşımızdadır. Demeye çalıştığımız şu: Kar, şekli, rengi, geliş ve gidiş yeri, ulaştığı noktadaki tesiri bakımından çok mânidâr bir tabiat hadisesidir ve hayatla alış-verişi her zaman sıkı olan sanatlar ve tabiî İstanbul, onu alelâde bir doğa olayından ziyade “bir kavram, metafor, sembol” seviyesine çıkarmışlardır.
As it is white, blankets, comes from the sky, the depth of holy sky, snow is a very suitable area and concept for poetry, photography, art, films , music and with all of these for philosophy. White has positive meanings nearly in all cultures but at the same time it is the color gets dirty the fastest and one of the two main colors. Blanketing is a very meaningful concept; it can be the main idea of a novel, a title of a file or even a word that can explain alone the reason of being of a ‘thing’. Because if there is blanketing somewhere, there must be a thing to blanket and another thing to be blanketed. The reason to blanket something may be another dimension of the subject. What we want to say here is that; snow is a very meaningful nature event with its shape, color, the place where it comes from and goes to, its effects on the places it reaches. The branches of art gathering their materials from life and of course Istanbul see it as a concept, a metaphor, a symbol rather than a simple nature event.
KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP Konstantin’in Kutsanmış Şehri ÖNDER KAYA / Küre Yayınları Önder Kaya, tarihe karşı kayıtsızlığımızı meraka dönüştüren akıcı üslûbuyla tarihsel belleğimize kapı aralıyor. Küre Yayınları’ndan görücüye çıkan çalışma, konsept konsept ayrılmış küçük bölümleriyle kolay bir okuma sağlayarak her kesimden okuyucuya hitap ediyor. Tarihle kurduğumuz ilişkiyi zevke dönüştüren bu renkli kitabın arasında şehrin dönemlere mahsus yaşam tarzından efsanelerine, dünya mirası içerisinde oynadığı rollerden abidevi anıtlarına, tarihi seyir içinde ilginç anekdotlardan önemli şahsiyetlerin portrelerine varıncaya dek birçok konuyu bulmak mümkün.
164
Yabancı Sporcuların Gözüyle İstanbul
OCAK ŞUBAT MART 2009
Kültür A.Ş. Yayınları
Son yıllarda Şampiyonlar Ligi Finali, Formula 1, Moto GP gibi pek çok uluslararası spor etkinliğine başarı ile ev sahipliği yapan İstanbul’a çeşitli vesilelerle gelmiş dünyanın önemli sporcuları, ülkelerine unutulmaz anılarla dönmüşlerdir. Spor yaşamının bir bölümünü ülkemizde geçirmiş ya da bir vesileyle İstanbul’u ziyaret etmiş dünyaca ünlü sporcuların ya da teknik adamların İstanbul konulu izlenimlerinden oluşan Yabancı Sporcuların Gözüyle İstanbul, farklı bir bakışı ortaya koyuyor. Istanbul as seen by foreign sportspeople For the last few years, Istanbul has been home to a number of major international sports events such as the Champions League Finals, Formula 1 and Moto Grand Prix, and many world-renowned sportspeople came to Istanbul on account of these events and returned to their countries with unforgettable memories. Istanbul As Seen by Foreign Sportspeople (Yabancilarin Gozuyle Istanbul) draws a different portrait of Istanbul by providing personal accounts and impressions from some worldfamous sportspeople, who have spent some of their career there or just visited it on a number of occasions.
Constantine’s sanctified city ÖNDER KAYA / Küre Yayınları Önder Kaya tends to blaze a trail through our historical memory with his absorbing style that transforms our indifference toward history into curiosity. Presented to readers by Küre Publishing House, the book appeals to readers from all walks of life as it is an easy read that comes in as small and understandable pieces composed of easily comprehensible concepts. Also making our relationship with history into an entertainment, the book is a concoction of colorful historical events from the various lifestyles observed in different eras to hard-to-believe legends, from the roles it has assumed in shaping the world heritage to its colossal monuments, and from utterly interesting anecdotes in the course of history to the life stories of important personages.
Anılarda İstanbul Kültür A.Ş. Yayınları Anılarda İstanbul, ekonomi ve sanat dünyasına ait, İstanbul’a mâl olmuş 34 ismin şehrimizle ilgili izlenimlerini içeriyor. Kültür A.Ş. bugüne kadar pek çok kesimin (yabancı sporcular, yabancı gazeteciler, konsoloslar vs.) İstanbul ile ilgili izlenimlerine yer veren kitaplar yayımladı. Ancak Anılarda İstanbul bu kez içerden, adı bu şehir ile özdeşleşmiş insanlara ait bir bakış açısına yer veriyor. Aynı zamanda yaşanmışlıklar üzerinden İstanbul’un bir dönemini de belgeleyen Anılarda İstanbul, tüm bu özellikleri ile son derece ilgi çekici bir niteliğe bürünüyor. Istanbul in Memories Istanbul in Memories consists of the Istanbul impressions of 34 most popular people from Turkey’s world of economics and art. The Istanbul Metropolitan Municipality has published many books on the impressions of various segments of the country such as foreign sportsmen, foreign journalists, and consul-generals. However, Istanbul in Memories gives us the encounters of insiders; people who indentify with this city. At the same time, it mirrors a period in the history of Istanbul through firsthand accounts and thus becomes an utterly interesting and valuable piece of work.
Ben İstanbul’um Kültür A.Ş. Yayınları Sanılanın aksine İstanbul renkli kimliğine Türklerin şehri fethetmesiyle kavuşmuştur. Fetihten sonra Türkler Anadolu’nun pek çok yerinden şehre Ermeni ve Rum nüfusu getirmişlerdir. Daha sonra İspanya’dan göç eden Yahudiler sığınmıştır Türk İstanbul’a. Avrupa’dan gelip bu şehre yerleşmeyi seçen Hıristiyanlarsa burada “Levanten” adını almıştır. Batıdan gelen modern milliyetçilik dalgası İstanbul’un renkliliğine büyük bir darbe vursa da, onu ortadan kaldıramamıştır. Ben İstanbulum adlı kitap, İstanbul’un renkli kimliğini oluşturan gayrimüslim cemaatlerden İstanbulluların kaleminden çıkan yazılardan oluşmaktadır. I am Istanbul Contrary to the common belief, Istanbul gained its colorful character after its conquest by the Turks. After the conquest the Turks brought Armenians and Greeks to the city from all over Anatolia. Afterwards, Jewish immigrants from Spain also took refuge in Istanbul. Christians that chose to come to this city from Europe are called Levantine. Although the cultural colorfulness of Istanbul has suffered a considerable blow from the modern nationalistic winds blowing from the West, it has not been completely effaced. I am Istanbul consists of articles by the members of some Istanbul-based nonMuslim congregations, which undoubtedly have helped to shape the city’s diverse cultural mosaic.
BOOK BOOK BOOK BOOK BOOK BOOKBOOK BOOK BOOK
İstanbul - Keşfetmek İçin Bak Kültür A.Ş. Yayınları
İSTANBUL
Keşfetmek İçin Bak
İstanbul-Keşfetmek İçin Bak adlı eser, içerdiği fotoğraflar ve metinler ile dağılmaya yüz tutmuş bir sisin içinden göz göze geldiğimiz İstanbul imgesini bizlere sunuyor. Kitap İstanbul’u beş başlık altında belgeliyor. Aynı şiirsel dile sahip olan fotoğraflar ve metinler kitabın okuyucuda geniş çağrışımlar uyandırmasını amaçlıyor.
Istanbul, Look to Discover
Istanbul, Look to Discover provides a wide range of photographs and texts that bring us face to face with an image of Istanbul through a fog that has just started to disperse. The book documents Istanbul under five titles while the poetical language of both the photographs and the texts is expected to lead the readers toward wider horizons.
165 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
İSTANBUL Look to Discover
İSLAM’DA BİLİM VE TEKNNİK Kültür A.Ş. Yayınları Araplar ve Batılı oryantalistler bilimsel yayınlarda Farisîler’in ve Türkler’in İslam bilim tarihine yaptıkları katkıyı görmezden gelir. Ancak Türkler özellikle 15. yüzyıldan sonra bu konuda bayrağı devralmışlardır. Bu dönemde iki Türk şehri olan Semerkant ve İstanbul, İslam dünyasının bilim ve felsefe merkezleri haline gelmişlerdir. Birbirinin çağdaşı olan iki Türk hükümdarı, Uluğ Bey ve Fatih Sultan Mehmed, çevrelerinde bilim adamlarını ve filozofları himaye etmişlerdir. Osmanlı topraklarından Türkistan’a giden Kadızade Rumi, Semerkant’taki rasathanede görev almış; Semerkant’tan İstanbul’a gelen Ali Kuşçu da medreselerde ders vermiştir. Uluğ Bey bugün bile yazdıklarına başvurulan bir astronomdu. Arapça, Farsça, Latince ve Yunanca bilen Fatih Sultan Mehmed, döneminin önemli şairlerindendi ve çok zengin bir kütüphaneye sahipti. Fatih Sultan Mehmed zamanında Osmanlı Sarayı’nda büyük bir fikir özgürlüğünün olduğunu, çok ilginç felsefi tartışmaların yapıldığını biliyoruz. İslam’da Bilim ve Teknik adlı eser okuyucuya bilimin Müslüman dünyada gerçekleştirdiği yolculuk hakkında ışık tutuyor.
SCIENCE AND TECHNOLOGY IN ISLAM Kültür A.Ş. Yayınları Some Arabs and nearly all Western Orientalists turn a blind eye to the contributions of Persians and Turks to Islamic sciences. However, since the 15th century, Turks took over the pioneering role in this field. Two Turkish cities, Samarkand and Istanbul, at the time became the hottest spots for science and philosophy in the world. Two contemporary emperors of the time, Ulug Beg and Sultan Mehmet II the Conqueror protected and encouraged a great number of. Kadizade Rumi worked in an observatory in Samarkand and Ali Kuscu of Samarkand worked as a teacher in an Istanbul madrasah. Ulug Beg was an astronomer whose works are used as a reference even today. Sultan Mehmed II knew Arabic, Persian, Latin and Greek and was one of the accomplished poets of his time. He also had a very rich library. We know that during his reign there was a freedom of thought in the Ottoman court, and very interesting philosophical debates were held there as well. Science and Technology in Islam sheds light on the journey of science in the Muslim world.
KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP DEMİRCİLER VE SİMYACILAR MİRCEA ELİADE / Kabalcı Yayınları Eliade bu kitabında madencilik, demircilik ve metal işçiliği gibi mesleklere özgü bazı mitleri, ayin ve simgeyi dinler tarihi açısından ele alıyor. Yazarın amacı, bilim tarihini inceleyen uzmanlarınkinden tümüyle farklı. Eliade burada arkaik toplumların madde karşısındaki tavırlarını inceliyor; insanoğlunun cevherlerin varoluş biçimini değiştirebilme gücüne sahip olduğunu anlayınca yaşadığı tinsel maceraların izini sürmeye çalışıyor.
THE FORGE AND THE CRUCİBLE MİRCEA ELİADE / Kabalcı Yayınları Eliade treats certain myths, rituals ad symbols about mining, blacksmiths and metal workmanship through the prism of history of religions. The aim of the author is completely different from experts who do research in history of science. Eliade examines people’s attitudes towards matter in archaic societies, and tries to trace the spiritual adventures that they embark upon when they discover that they have the ability to change the material form of matter.
Geceleyin Kütüphane
166
Anadolu’da Derviş ve Toplum The Dervish and the Community in Anatolia
OCAK ŞUBAT MART 2009
Resul Ay / Kitap Yayınevi “Modern zamanlara kadar İslam toplumlarında yerleşik bir derviş imajı vardı. Bu çalışma bir yandan bütün çeşitliliğine rağmen dervişlerin genel bir tipolojisini kurmaya çalışırken diğer yandan da onların bir parçası oldukları toplum tarafından nasıl algılandıklarını, toplumla hangi düzlemlerde ilişki kurduklarını ortaya çıkarmaya çalışıyor. Farklılaşan derviş tipleri alt kategoriler olarak değerlendiriliyor: şehirli, ilim ehli, zâhid, gezgin, âşık, fakir, meczup, Türkmenler arasındaki toprağa bağlı dervişler, babalar ve nihayet Türk fetihlerine eşlik eden kolonizatör ya da çok uygun bir tabirle gazi-dervişler… There was an established image of the dervish in Islamic societies up until modern times. This study tries, on the one hand, to construct a typology of dervishes despite their diversity, and on the other tries to assess how they were perceived by the society they lived in, and on what grounds they forged a relationship with the community. The diversifying dervish types are considered as subcategories: urban, the men of science, zahid, traveler, poet, fakir and deranged. The dervishes that were connected to the land among the Turkmen, the babas and in the last instant the warrior-dervishes that accompanied Turkish conquests.
Alberto Manguel / YKY
Alberto Manguel’in yeni kitabı Geceleyin Kütüphane kütüphanelerin uygarlığımızda oynadığı kritik rolün sürükleyici öyküsünü ele alıyor. “Yazılı sözün yorulmaz şampiyonu” (The Vancouver Sun), “sözün saklayıcısı ve kitabın koruyucusu” (The Globe and Mail) Alberto Manguel, Fransa’daki evinde kuracağı kütüphaneden yola çıkıyor ve engin hayalgücüyle Eski Mısır’dan Arap dünyasına, Çin’den Roma’ya, yazarların kişisel kütüphanelerinden İnternet’teki kütüphanelere uzanıyor. Mahkûmların “sözlü kütüphaneler”i, Kont Drakula’nın ve Frankenstein’ın canavarının hayali kütüphaneleri, hatta Borges’in Tlön’ü, H.P. Lovecraft’ın Necronomicon’u gibi yazılmamış kitaplardan oluşan kütüphaneler bile Manguel’in ve kitabının “erişim” alanında.
Geceleyin Kütüphane Alberto Manguel / YKY
Alberto Manguel’s new book “The Library at Night “ is approaching the fascinating story of the critical role of libraries in our civilization.Alberto Manguel who is “ The restless champion of the written words”(The Vancouver Sun),” The keper of the word and the protector of the book”(The Globe Mail) begins with the library which he will install in his house in France and reaches to the Internet libraries travelling through the Ancient Egypt to China, to Rome ,and through private libraries of the writers . The “oral libraries” of the prisoners ,the imaginary libraries of Earl Dracula and Frankenstein’s monster,and even libraries containing books which has not been written yet like Borges’ Tlön , H.P. Lovercraft’s Necronomicon are also in the “access” area of the book.
Tarihin Görgü Tanıkları
Afişten Heykele, Minyatürden Fotoğrafa Peter Burke / Kitap Yayınevi Mağara resmi, ikona, gravür, taş baskı, ahşap oyma, harita, minyatür, fresk, heykel, resim, fotoğraf, dokuma, karikatür, afiş... Hepsinin de tarih araştırmacılarına söyleyecek şeyleri var. Yanlız onlara mı ? Geçmişi anlamak isteyen herkese... Bir imge ile karşılaştığımızda “tarih ile karşı karşıya” geliriz. Farklı zamanlarda, dünyanın farklı köşelerinde ve kültürlerinde üretilen, çeşitli imgeler içeren görsel malzemeler bize ne anlatır ? Bu kitapta, Kültür Tarihi Profesörü Peter Burke, Görsel malzemenin tarihi anlamak için nasıl kullanılacağını inceliyor. Her türlü imgenin belirli bir toplumu anlamada bize nasıl yol gösterebileceğini örneklerle sunuyor. Eyewitnessing: The Uses of Images As Historical Evidence Cave drawings, icons, engravings, stone imprint, woodcarving, miniature, frescoes, sculpture, painting, photographs, weavings, posters… They’ll have something to say to the historians. Not only to them of course, but also to all those who want to understand the past. When we are faced with an image, we are ‘face to face with history’. What to visual artifacts created at different times in different parts of the world and in different cultures tell us? In this book the famous cultural historian Peter Burke investigates how visual material can be used to understand history and provides us with examples of how various symbols can be help us understand a particular society.
BOOK BOOK BOOK BOOK BOOK BOOKBOOK BOOK BOOK Rumeliye Elveda Gökhan Gökçe / Kaynak Yayınları
Farewell to the Balkans Gökhan Gökçe / Kaynak Yayınları
“Anlatacaklarım sizi şaşırtacak, kalbinizi kanatacak, göz pınarlarınızı dolduracak belki ama sakın bunu kini tazelemek, hafızalarınızı deşmek, düşmanlıkları ortalığa saçıp savurmak için yaptığımı sanmayın. Anlatacağım çünkü insan denen muammanın nasıl hayvanlaştığını gördüm ben, Devlet-i EbedMüddet’in nasıl dağıldığını, bir neslin nasıl biçilmiş ekin sapları gibi toprağa düştüğüne bizzat şahit oldum. Masumların nasıl yurtlarından sürüldüğünü, anaların bebelerinden koparılışını, sevgililerin ayrılışını, on senelik harp nihayet bulduğunda huzura erdiğini düşünenlerin nasıl bir sabah esarete uyandıklarını, bir başka sabah nasıl hem esir hem mecburen muhacir olduklarını gördüm.” Böyle diyor “Rumeli’ye Veda” isimli romanında Gökhan Gökçe… Romanda anlatılan olayların tamamı babalarının veya çok yakın tanıdıklarının bizzat başından geçmiş. Her konuşmada söz, oradaki topraklara, komşuluk ilişkilerine, yaşanılan acılara, yolda vefat eden küçük teyzeye ve vapura binerken yaşanılan endişeye gelmektedir. Hep oralardan masallar, hikâyeler anlatılır. Bazı muhacirler orda yetiştirdikleri nebatı Anadolu’ya taşır. Bazı yörelerde uyum problemi yaşar ve yeni hicretlere yelken açarlar. Bu mübadele esnasında resmî rakamlara göre 3819 kişi göç yollarında şehid olmuştur. Rumeliye Veda kitabı sadece mübadele yollarında bir ailenin yaşadığı zorlukları anlatmakla kalmıyor roman kahramanı Mehmet Cemil’in gözüyle İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarına kadar geçen siyasi ortamın da net bir fotoğrafını çekiyor. Milli Mücadele’nin ilk yıllarında yaşananları ve ilk mecliste olup biteni de bu romanla görmek mümkündür. Oldukça akıcı bir dille yazılmış Rumeli’ye Veda romanı her yaştan tarihe meraklı okuyucuyla buluşmayı bekliyor.
İngiliz İstihbarat Raporlarında Fişlenen Türkiye Bülent Özdemir / Yeditepe Yayınları
“What I will tell you will surprise you, will break your heart. It may well fill your eyes with tears, but please do not think that I tell this take to renew enmities, to stir up bad memories, to unearth aggression. I will tell, because I have seen how the mystery we call ‘mankind’ transforms into animals, I saw how the Eternal State collapsed, I saw how a whole generation fell to the ground like so many stalks of crops. I witnessed how the innocent were driven out of their homes, how children were separated from their mothers, how lovers had to part, and how, when those who thought that they had now attained peace after 10 years of war woke up one morning to find themselves either captive or exiled.” So speaks Gökhan Gökçe in his ‘Farewell to the Balkans’… the events depicted in the book are derived from the memories of his father or his very close acquaintances. In each conversation, the subject turns to the land there, the neighbour relationships, the pain that was suffered- to the little auntie who died en route, and the anxiety felt when boarding the ship. Stories and tales of these lands are always on the lips. Some immigrants carry the plants that they used to grow there to Anatolia. In some regions, the immigrants experience hardships when adapting and so they set sail to new exiles. According to official figures 3829 people died on the way in this exchange of populations. ‘Farewell to the Balkans’ does not only speak of the hardships that a family faced on this road of ‘exchange’, but it also provides a clear picture of the political atmosphere from the view point of Mehmet Cemil, starting from Union and Progress Party to the first years of the Republic. In this novel, it is also possible to observe what happened in the first years of the National Struggle and in the very first Turkish Assembly. ‘Farewell to the Balkans’ is a gripping novel that targets readers of all ages interested in history.
Turkey as Catalogued in British Intellgence Reports Bülent Özdemir / Yeditepe Yayınları
Bu kitabın konusunu oluşturan kişisel bilgi notları ya da diğer bir ifadeyle Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan önemli şahsiyetlerin İngilizler tarafından fişlenmesi bilgilerinde dikkat çeken en önemli husus, kişilerin psikolojik tahlillerinin yapılmış olmasıdır. Özellikle kişisel zaafları, korkuları, evhamları, dostlukları ve düşmanlıkları, siyasî görüşleri, etnik kökenleri ve ailevî sorunları dikkatle not edilmiş ve bu bilgileri kullanacak olan görevlilerin hizmetine sunulmuştur.
What is interesting about the reports of British intelligence on people who are the subject matter of this book is that the reports contain psychological analysis of these people. Their personal weaknesses, fears, anxieties, friendships and enmities, political views, ethnic origins and familial problems have all been noted down and handed over to the officials who were to deal with them.
167 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP Sultan Abdülhamit Devrinde İstanbul’da Gördüklerim Musullu Süleyman Suleiman of Mosul
OCAK ŞUBAT MART 2009
Twenty-six Years on the Bosphorus Dorina L. Neave / Dergah Yayınları Lady Dorina Neave, oryantal bir tablo olarak benimsediği Sultan Abdülhamit devri İstanbul’unu kuvvetli kalemi, belgesel hassasiyeti ve gözlem kabiliyetinin de etkisiyle göz alıcı, romantik, büyülü bir sanat eseri olarak yeni baştan resmediyor.
Ahmet Mithat Efendi Özgün Yayıncılık
168
İstanbul’dan Mektuplar Letters from Istanbul 1909-1912 Maurice Baring / Dergah Yayınları
İlk romancımız Ahmet Mithat Efendi/ den unutulmaz bir eser. Haçlı Seferleri, Kudüs’ün işgali için hazırlanan ordular, şiddetli savaşlar ve içerden ise Hasan Sabbah ve fedaileri... Alamut Kalesinde kurduğu yalancı cenneti ve haşhaşla uyuttuğu fedailerini ülkenin dört bir tarafına gönderip yaptırdığı suikastlarla mevcut karışıklığı daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Tam bu zamanlarda ise Müslümanların müdafaa kuvvetleri birtakım gruplar arasında bölünmüştür. An unforgettable work from our first novelist Ahmet Mithat Efendi Crusaders, armies prepared to invade Jerusalem, fierce battles and Hasan Sabah and his assassins… He makes the complex situation even worse by sending out his assassins - whom he has tricked with opium and the false paradise that he set sup in the castle of Alamut- to various parts of the country. The Muslim defenses, on the other hand, are divided into separate ranks…
Lady Dorina Neave depicts the Istanbul of Abdulhamid period very vividly, as a master of observation. She depicts the city as a spectacular, romantic and magical work of art.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Yahudiler Standford J. Shaw Kapı Yayınları
İngiliz yazar Maurice Baring’in, 1909 ve 1912 yıllarında İstanbul’da bulunduğu sırada ‘Times’ ve ‘Morning Post’ gazetelerine gönderdiği yazılar... Toplumun kıskacına düştüğü din - modernleşme ikilemi, Jön Türkler, İttihat ve Terakki, Meşrutiyet yanında Şarkın tatlı rehaveti, rayihası, göz alıcı parlaklıktaki renkleri bu siyasî dekoru süsleyerek keyifli ve sürükleyici bir okuma vaat ediyor. This is a collection of articles by Maurice Barin written for the Time and Morning Post papers when he was in Istanbul during 1909-1912… The dilemma of religion and modernisation, Young Turks, Union and Progress Party, the sweet languor and scent of the east alongside the constitutional period embellishes the political atmosphere and makes this a very fascinating read.
Stanford J. Shaw'ın Türkiye, Yunanistan, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa'daki kütüphane ve arşivlerde yaklaşık otuz beş yıl süren araştırmalar sonunda hazırladığı bu kitabın ilk dört bölümünde Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan dağılışına kadar Balkanlar, Anadolu ve Ortadoğu'da yaşamış İmparatorluk Yahudileri anlatılmakta; beşinci bölümünde de Türkiye Cumhuriyeti'ndeki Yahudilerin hikâyesine yer verilmektedir.
KEVIN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ Lionel Shriver / Everest Yayınları Kevin Hakkında Konuşmalıyız, kelimenin tam anlamıyla sarsıcı bir kitap. Anneliğin yüceltildiği, evlat sevgisinin övüldüğü, ailenin kutsandığı kitaplara hiç benzemiyor. Aksine, bu kitapta anne olmak da oğul olmak da iki ucu keskin bıçak. Ying-yang felsefesi gibi, tertemiz duyguların da karanlık taraflarının bulunabileceğini son derece dürüst bir keskinlikle vurguluyor. Kevin Hakkında Konuşmalıyız, her okuyanı sarsacak, ruhun karanlık noktalarına dokunan bir kitap.
The Jews of the Ottoman Empire and the Turkish Republic In the first four chapters of this book that Standford J. Shaw has written after having spent nearly 30 years in the libraries and archives of Turkey, Greece, England, USA and France, one can trace the history of the Jews in the Ottoman Empire till its disintegration, from the Balkans to Anatolia and to the Middle East. The fifth chapter tells the story of the Jews in the Turkish Republic. We Have to Talk About Kevin Lionel Shriver / Everest Yayınları
We Have to Talk About Kevin is a most unsettling book. It is not like books in which motherhood is exalted, filial love is praised and the family is blessed. In this book being a mother or a son is like a knife that cuts both ways. Like the philosophy of Ying-Yang, the book emphasizes that the purest of emotions may have a darker side. It will shock its readers and touch the darkest recesses of the soul.
İçin içine sığmıyorsa, hep gökyüzüne ve uzaklara bakıyorsan. Asi ama sükuneti de seven ruhun sana hep ‘gitmekten’ bahsediyorsa.. Güneşi ve karı, maviyi ve yeşili, kışı ve baharı seviyorsan.. Bir çiçeği kağıttan koklamak değil çiçek dolu ovalarda koşmak istiyorsan.. Bir dağ ile karşılaştığında ardını merak ediyorsan, ille de zirve diyorsan
Senin bir adın var:
G E Z G İ N
TÜRKİYE’NİN AYLIK GEZİ KÜLTÜRÜ DERGİSİ
Abonelik için 0212-217-71-31
KÜLTÜR SANAT KÜLTÜR SANAT CULTURE-ARTS CULTURE-ARTS Garanti Bankası, İstanbul’a İki Bina Armağan Ediyor
Garanti Bank Makes a Present of Two Buildings to Istanbul
Garanti Bankası’nın, geniş bir yelpazeye yayılan sergi, faaliyet ve özel projeleriyle dikkat çeken üç kültür kurumu Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi, Garanti Galeri (GG) ve Osmanlı Bankası Müzesi (OBM), önemli bir mimari sürece giriyor. Platform’un 2001-2007 yılları arasında 3 katında faaliyet gösterdiği İstiklal Caddesi üzerindeki bina tümüyle yenilenerek 2009 yılında açılacak. OBM’nin Karaköy Bankalar Caddesi’nde yer alan tarihi binası ise İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti etkinliklerine ev sahipliği yapacağı 2010 yılına kadar yenilenecek. Projeyle, iki önemli tarihi binanın kültürel mirasa kazandırılması ve kurumların bugüne kadar gerçekleştirdiği projelere daha kapsamlı ve yenilenmiş bir vizyonla açılımlar getirilmesi hedefleniyor.
170 OCAK ŞUBAT MART 2009
The three cultural institutions of Garanti Bank that provide a wide variety of exhibitions, functions and special projects- Platform Garanti Contemporary Art Center, Garanti Gallery and Ottoman Bank Museum are entering an important architectural process. The building that Platform has operated from on Istiklal Street in 2001-2007, using three storeys of the building will be renovated as a whole and be reopened in 2009. The historical building of the Ottoman Bank Museum on Karaköy Bankalar Street will also be renovated in time for 2010 when Istanbul will host the European Culture Capital events. The renovations aim to place the buildings within the cultural heritage and provide a wider vision for the cultural activities that have already been taking place in these institutions. Evliya Çelebi Yeniden Keşfediliyor Sermet Çifter Salonu, Kasım ayı boyunca Salı Toplantıları kapsamında Evliya Çelebi uzmanlarına ve ünlü seyyah üzerine kaçırılmayacak konuşmalara ev sahipliği yapıyor. Osmanlı coğrafyasını elli yıl boyunca adım adım dolaşan ve tanıklıklarıyla 10 ciltlik bir dünya klasiği yaratan Evliyâ Çelebi’nin meşhur Seyahatnâmesi’nin elyazması nüshalara dayanılarak yapılan ikinci yayın girişimi tam on bir yılda tamamlandı (1996-2007). Yapı Kredi Yayınları’nın bir grup bilim adamının katkısıyla gerçekleştirdiği bu külliyat, 1896’da başlayıp kırk yıl sürdükten sonra 1938’te tamamlanan ilk yayının başlamasından 100, tamamlanmasından tam 60 yıl sonra kitaplıklarımızda güvenilir bir yayın olarak yerini aldı. Vedat Nedim Tör Müzesi 26 EYLÜL 2008 25 OCAK 2009 “Roma Portreciliği ve Afrodisias ” 26 Eylül 2008- 25 Ocak 2009 tarihleri arasında Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi’nde “Roma Portreciliği ve Afrodisias” sergisi 52 tane seçilmiş Roma heykelini sanatseverlerle buluşturuyor. Antik çağların en önemli heykel okullarından birine sahip Afrodisias kazılarında ortaya çıkarılan ve bugüne kadar müze depolarında sergileneceği günü bekleyen heykel ve portrelerden çoğu ilk kez izleyici ile buluşacak. Portreciliği, heykel sanatının doruk noktası olarak tanımlayan Oxford Üniversitesi arkeoloji profesörü ve Afrodisias Kazı Başkanı Prof Dr. Bert Smith, hazırladığı sergi konsepti ile Helenistik ve Roma Heykelini sanatsal ve eğitimci gözü ile incelerken, sergilenen bu eserler bugünün heykeltıraşlarına esin kaynağı olacak bilimsellikte ve estetikte sunulacak.
Rediscovering Evliya Çelebi Sermer Çifter Hall will host a series of unmissable talks on Evliya Çelebi within the framework of Tuesday Meetings. The Travelogue of Evliya Çelebi was reassembled by looking at manuscripts. This was the second such attempt at such a publication and the project was completed in 11 years (1996-2007), producing a 10 volume work. This body of work that has been brought to light by a group of scholars at the Yapı Kredi Publications has been published 100 years after the first compilation started in 1896, and 60 years after the first collection was at last published in 1938. 26th September 2008 Vedat Nedim Tör Museum 25th January2009 “Roman Portraiture and Aphrodisias” 26th September 2008- 25th 2009 at the museum of Yapı Kredi Vedat Nedim Tör, and will display 52 selected Roman sculptures. These sculptures were unearthed at the Aphrodisias excavations, consisting of statues and portraits, and they have been waiting in museum depots for the day they would be exhibited. This exhibition will thus be the first time that these works will be put on display for art lover. The head of the Aphrodisias excavation Prof. Dr. Bert Smith, professor of archeology at Oxford University maintains that portraiture is the highest form of sculpture has prepared the exhibition with an artistic and educative angle, and it is hoped that the works displayed will be a source of inspiration for the sculptures of today.
KÜLTÜR SANAT KÜLTÜR SANAT CULTURE-ARTS CULTURE-ARTS 24 Aralık 2008 Vefatının 200. yılında 24 Mart 2009 Bir reformcu, şair ve müzisyen: Sultan 3. Selim Han Topkapı Sarayı
December 24 2008 In the 200th year after his death March 24 2009 Topkapı Palace A reformis,poet and musician: Sultan Selim Han III
171 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
1789-1807 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun yirmisekizinci padişahı olarak saltanat süren 3. Selim, vefatının 2000. yılında Topkapı Sarayı Müzesi Has Ahırlar’da düzenlenen bir sergiyle anılıyor.
Sultan Selim III who reigned as the 28th sultan of the Ottoman Empire between the years 1789-1807,is being commemorated with an exhibition at The Topkapı Palace Has Ahırlar in the 200th year after his death.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Darie Başkanlığı’nın düzenlediği Kültür A. Ş.’nin organize ettiği sergide, Osmanlı İmparatorluğu’nun 20. yüzyıl başlarına kadar süren yenileşme hareketlerinin önemli öncülerinden 3. Selim ve dönemine ait yaklaşık 150 eser sergileniyor.
In the exhibition which is organized by Kültür Ltd. of the Istanbul Metropolitan Municipality Bureau of the Social Affairs, about 150 works of Selim III who was one of the significant pioneers of the renovation movements that continued until the beginning of the 20th century, and works of his reign are exhibited.
‘Hayallere Sığmayan Minyatür Odalar’ geliyor Sanatçı Henry Kupjack’ın, 20 minyatür odasından oluşan “Hayallere Sığmayan Minyatür Odalar” sergisi, 17 Aralık’ta Rahmi Koç Müzesi’nde sanatseverlerle buluştu. Sanatının günümüzdeki tek aktif temsilcisi Amerikalı sanatçı Henry Kupjack’in, benzerine zor rastlanan gerçeklikteki kusursuz ve büyüleyici “Minyatür Odaları” İstanbul’a geldi. Her bir detayı titizlikle ve aslına uygun bir şekilde ele alınan, dünya tarihinde iz bırakmış dönemlerin yaşam tarzını, mimari özelliklerini ve en önemlisi ruhunu yansıtan 20 minyatür oda, 17 Aralık’ta Rahmi Koç Müzesi’nde sergilenmeye başlandı. Florida Naples Sanat Müzesi, Winterthur Müzesi, Chicago Sanat Enstitüsü, Boston Kütüphanesi ve Illinois Devlet Müzesi gibi dünyanın belli başlı müze ve galerilerde sanatseverlerin beğenisine sunulan eserlerden oluşan sergi, 15 Mart’a kadar açık kalacak.
Henry Kupjack’s “Miniature Rooms” on display in Istanbul museum Kupjack’s “Hayallere Sığmayan Minyatür Odalar,” (Miniature Rooms beyond Dreams) went on display in İstanbul’s Rahmi M. Koç Museum on Dec. 17. The exhibition features 21 miniature rooms complete with all the minute details in line with their real-life originals. The visitors will be enjoying the captivating beauty and the eloquence of the miniature rooms, adorned with a rare touch of reality. The US artist is the only active representative of the craft of miniature rooms today. With every single nuance handled meticulously and revealing the extent to which the renowned artist is faithful to the authentic details of the time which the rooms carry into our day, the 20 rooms portray the lifestyles, architectural qualities, and most importantly, the spirits of the times that have left indelible marks on the world history. The miniature rooms were previously on display in some of the major art venues in the United States such as the Naples Museum of Art in Florida, the Winterthur Museum, the Art Institute of Chicago, the Boston Library and the Illinois State Museum. You can visit the exhibition until March 15.
KÜLTÜR SANAT KÜLTÜR SANAT CULTURE-ARTS CULTURE-ARTS Istanbul Modern Hosts ‘Held Together With Water’
“Suyun Bir Arada Tuttuğu” İstanbul Modern’de
172 OCAK ŞUBAT MART 2009
İstanbul Modern Sanat Müzesi, “Suyun Bir Arada Tuttuğu” başlıklı yeni sergisiyle, çağdaş sanatın uluslararası düzlemde tanınan en önemli sanatçılarını ve günümüzün etkileyici işlerine imza atan genç isimlerini bir araya getiren Verbund Koleksiyonu’ndan özel bir seçki sunuyor. 10 Eylül 2008- 11 Ocak 2009 tarihleri arasında Süreli Sergiler Salonu’nda yer alan sergide Cindy Sherman, Gordon Matta-Clark, Jeff Wall, Ernesto Neto, Gilbert&George, Francis Alÿs, Nan Goldin, Sarah Lucas, Fred Sandback, Eleanor Antin, Cecil Beaton, Bernd-Hilla Becher, Johanna Billing, Valie Export, Kate Gilmore, Birgit Jügenssen, Louise Lawler, Ursula Mayer, Urs Lüthi, Gabriel Orozco, Loan Nguyen, Ed Ruscha, Markus Schinwald, Simon Starling, Gillian Wearing, Lawrence Weiner, Francesca Woodmann, Nil Yalter, Şener Özmen ve Cengiz Tekin gibi çalışmaları ile çağdaş sanat dünyasına yön veren 39 sanatçının 116 yapıtı yer alıyor.
‘Dali İstanbulda’ Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), İstanbul’da Bir Sürrealist: Salvador Dalí başlıklı sergiyi sanatseverlerle buluşturuyor. Salvador Dalí’yi, 20 Eylül 2008 - 20 Ocak 2009 tarihleri arasında İstanbul’da ağırlayan sergide, sanatçının yağlıboya tabloları, çizimleri ve grafiklerinden oluşan eserlerin yanı sıra, el yazmaları, fotoğraflar ve çeşitli dokümanlar yer alıyor.
Istanbul Modern Museum of Art offers a selection from the Verbund Collection that brings together the young names of contemporary art, artists who have produced fascination works and who are internationally renowned. The exhibition will take place at the Temporary Exhibition Space 10th September 2008- 11th January 2009 and it will feature Cindy Sherman, Gordon Matta-Clark, Jeff Wall, Ernesto Neto, Gilbert&George, Francis Alÿs, Nan Goldin, Sarah Lucas, Fred Sandback, Eleanor Antin, Cecil Beaton, Bernd-Hilla Becher, Johanna Billing, Valie Export, Kate Gilmore, Birgit Jügenssen, Louise Lawler, Ursula Mayer, Urs Lüthi, Gabriel Orozco, Loan Nguyen, Ed Ruscha, Markus Schinwald, Simon Starling, Gillian Wearing, Lawrence Weiner, Francesca Woodmann, Nil Yalter, Şener Özmen and Cengiz Tekin among the 39 artist, showcasing 116 works.
Dali in Istanbul Sabancı University Sakıp Sabancı University (SSM) A surrealist in Istanbul: Salvador Dali. The exhibition hosts Salvador Dali for the period 20th September 2008 – 20th January 2009 in Istanbul. The oils, sketches and graphics of the artists can be seen along with his manuscripts, photographs and various documents.
KÜLTÜR SANAT KÜLTÜR SANAT CULTURE-ARTS CULTURE-ARTS “Maksem” Sine-i Millet Sergisi ile Açılıyor Sine-İ Millet Sergisi Tanzimattan Cumhuriyete Seçim (1840–1950)
20 Aralık 2008 30 Ocak 2009 Taksim Meydanı Maksem
İstanbul, yeni bir sergi merkezine kavuşuyor… İstanbul’a su dağıtmak üzere inşa edilen ve uzun bir zamandır sessiz bir şekilde bekleyen Maksem, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından uluslar arası bir sergi alanı haline geldi: Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi… Taksim’e de ismini veren Maksem, artık İstanbullular için sanatın en nadide eserlerinin sergilendiği bir alan olacak… İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. tarafından organize edilen Sine-i Millet Sergisi, Maksem’in tarihi dönüşümünün yeni adı olan Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi’nin ilk etkinliği olarak 20 Aralık 2008 tarihinde saat 17.00’de sanatseverleri bir araya getirecek… İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın talimatları ile restorasyonu tamamlanan merkez 1732 yılında Padişah Birinci Mahmut tarafından Pera ve civarının su ihtiyacını karşılamak ve Maksem su deposunda toplanan suyun taksim edilmesi için yaptırılmıştı. Taksim adının da menşei olan yapı uzun yıllardır kullanılmıyordu. Bölge sakinlerinin yüzyıllar boyunca hayati su ihtiyacını karşılayan bu muhteşem Osmanlı yapımı bina 20 Aralıktan sonra da yine hayati önemini su yerine kültür depolayarak sürdürecek. Maksem’in ev sahipliği yapacağı ilk etkinlik de İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı tarafından düzenlenen ve Kültür A.Ş. tarafından gerçekleştirilen Sine-i Millet Sergisi olacak. Sergi, Taksim’e de ismini veren Maksem’i bir sergi alanına dönüştürüyor… Sergi projesinin teması; Cumhuriyetimizin 85. yılında Türk Milletinin 100 yılı aşan yakın dönem seçim deneyimlerinden oluşuyor. Sergi Tanzimat’tan Meşrutiyet’e, Cumhuriyet’in ilanından çok partili siyasi hayata kadar oluşan seçim kültürümüzün özellikli karelerini izleyenleriyle paylaşıyor. Seçim kültürümüzün ilk kez görsel dille ele alındığı proje ile özellikle genç neslimizde seçim, demokrasi ve cumhuriyet bilincini pekiştirmek amaçlanıyor.
Taksim’s decrepit water depot becomes home to art Istanbul is ready to enjoy the presence of yet another art gallery and exhibition center. Maksem – a building specially constructed a few centuries back to meet the district’s need for water – had been left to sit idly in a dilapidated state until the İstanbul Metropolitan Municipality took the matter in hand and transformed it into a new international exhibition center: the Taksim Cumhuriyet Art Gallery. The new place will bring together the adherents of both classical and modern art and be home to unique works of art for Istanbulites to visit. The name of this most hectic and lively quarter of Istanbul, Taksim, actually comes from Maksem. The building was originally built in 1732 upon orders from Sultan Mahmud I to provide tap water to the city’s Pera district and its surrounding neighborhoods by distributing the water gathered in the Maksem water depot. Although it gave the famous quarter its name (“Taksim” comes from taksim etmek -- to share out), it was disused for almost a century as it ceased to fulfill any function and was restored upon the instructions of Mayor of Istanbul Kadir Topbaş after the project suffered a series of setbacks stemming from the local electricity and infrastructure. This wonderful Ottoman heritage once carried life into the homes of hundreds of thousands, but this time it will be another site on the city’s string of art sites and carry culture into one of the main arteries of the Turkish cultural scene. The first art event being held in Maksem is the Sine-i Millet Exhibition, organized by the İstanbul Metropolitan Municipality, was inaugurated on Dec. 20, 2008 at 5 p.m. The theme of the exhibition is an unusual one: it covers the election experiences of the 85-year-old Turkish Republic accumulated over decades that saw many democratic elections, the first of which was held over a century ago now. The duly named Sine-i Millet (the Nation’s Verdict) shares with the visitors some of the most distinctive shots that succeed in conveying the characteristics of our voting culture from the Tanzimat period (administrative reforms of 1839) to the First Constitutional Era (Meşrutiyet) that began in 1876 during the Ottoman period, all the way to the Turkish Republic and the multiparty system established in 1950. The project seeks to highlight the transformation of our election and voting culture employing a visual language for the first time and aims at raising the young generation’s awareness on elections, democracy and republic.
173 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
MÜZİK MÜZİK MÜZİK MÜZİKMÜZİKMÜZİK MÜZİK MÜZİK MÜZİK Songs For İstanbul Türk kimliğinin en güzel ifadesi olan İstanbul, dünyanın farklı milletlerinden insanların da ilgisini çekmiş ve onların, sanatın türlü alanlarına ait eserlerine konu olmuştur. İstanbul’un konu edildiği sanat dalları arasında en ilgi çekici olanlarından biri, müziktir. Pek çok yabancı müzisyen, İstanbul hakkında birbirinden güzel şarkılara imza atmıştır. Songs For İstanbul adlı albüm, işte bu şarkılardan oluşan bir seçkidir. Bu albümde dünyanın önde gelen müzisyenlerine ait on iki eser, ülkemizin en seçkin sesleri tarafından okunmaktadır.
Songs For İstanbul Istanbul, which best conveys the Turkish identity, has aroused the interest of people from different nationalities and has been the subject of various works in multiple art disciplines. One of the most elaborate and interesting artworks that tell us about Istanbul must be the beautiful instrumental pieces and songs composed by a large number of foreign musicians and composers. Songs for Istanbul is a selection of these songs. Twelve songs of the world’s most prominent musicians were performed by Turkey’s most distinguished singers.
Anatolian Folk Songs from Seven Regions for Seven Hills
Yedi Bölgeden Yedi Tepeye Türküler 174 OCAK ŞUBAT MART 2009
İstanbul, sakinleri için eşsiz bir şehirdir; buna karşılık İstanbul pek çok insan için aynı zamanda gurbetin, ayrılığın diğer adıdır. Yüzyıllardan beri insanlar bir vesile ile İstanbul’a gelmek ya da bir yakınlarını bu şehre uğurlamak zorunda kalmışlardır. Geride kalanların karşılaştığı güçlükler, gelenlerin yaşadıklarından az olmasa gerektir. Her türkünün bir öyküsü vardır ve İstanbul ile ilgili pek çok gurbet hikâyesi bizlere türküler yoluyla ulaşmıştır. Ayrılık hüznünün en güzel müzikal ifadesi, türkü olsa gerektir. Bu albümde Türkiye’nin yedi bölgesinden, yedi tepe üzerine kurulu İstanbul için yakılmış türküler bir araya getirilmiştir.
While Istanbul is a unique city for its inhabitants, it is, at the same time, a symbol of separation and loneliness for many. For centuries people have been obliged to come to this city or bid farewell to their beloved ones coming to Istanbul. The difficulties experienced by those left behind are surely no less than the difficulties of those who were to come to this city. Every folk song has a heartrending story and many such stories of loneliness and homesickness built around Istanbul have reached us by means of these folk songs. The most beautiful musical expression of the lamenting of separation must be these folk songs. This album is a compilation of folk songs from Turkey’s seven regions that have been sung for the city on the seven hills: Istanbul.
VOLKAN ERGEN’İN ALBÜMÜ MÜZİK MARKETLERDE “RULO” OUT IN MUSIC STORES
Darbukanın anarşisti Volkan Ergen'in albümü Rulo, Local Records etiketi ile müzik marketlerde… Sekiz doğaçlamadan oluşan albüm, hiçbir anında edit uygulanmamış içten ve saf müzikal yapısıyla özellikle free improvisation sevenlerin dikkatini çekecek. Bas darbuka (dhollo), tabla, ufo drum ve piyanonun kullanıldığı parçalar, saç ve ayakkabı fırçası gibi aslında gündelik hayatımızın bir parçası olan sürpriz materyaller kullanılarak icra edilmiş. Tüm kompozisyonların, kayıtların ve ses dizaynının sanatçının kendisi tarafından gerçekleştirilmesi ise Volkan Ergen'in yapıbozumcu tarzını ön plana çıkarıyor. Master class formunda bir albüm olmasına rağmen, bu türde sıkça rastladığımız virtöüzite gösterilerinin yerine, amacı olan ve birbirlerine sıkıca tutunan ses örgüleri sizi karşılayacak. David Lynch'e yapılan bir gönderme, birbirine ustalıkla bağlanan doğaçlama fikirler veya bir hamur ezme aparatı olan rulodan elde edilen orijinal seslerle süslenmiş sıradışı bu bütünlük, bir kez daha "play" tuşuna uzanmanıza sebep olacak.
Volkan Ergen’s album consists of eight improvisations, and “Free Improvisation” will particularly attract the attention of the listeners with its unedited pure and sincere musical structure. The tracks were recorded with a ufo drum, a piano, a tabla and a dhollo (a Turkish rhythm instrument) in addition to some surprising everyday items like a scourer, a shoe brush and a hairbrush. Ergen highlights his deconstructive style in all of the compositions, recordings and he apparently did that during the sound designing process. Surely you will find a place for you in one of his inspirational music journeys from electronica to avant-garde. Albeit a “master class” album, you will find “closely-knitted” sounds used on purpose in lieu of virtuosity shows that we rather frequently see on this form of albums. An extraordinary integrity put together as a reference to David Lynch, improvised ideas skillfully stuck together, and the sound of rulo – an apparatus for rolling out dough – will prove to be a reason for you to reach out for the “play” button.
175 JANUARY FEBRUARY MARCH 2009
DÜŞLER ŞEHRİ DÜŞLER ŞEHRİ / CITY OF DREAMS CITY OF DREAMS
176 OCAK ŞUBAT MART 2009