SAYI 18 / 2013 BU BİR SÜRELİ YAYINDIR PARA İLE SATILMAZ
YÖNETİM İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi
Ahmet SELAMET Genel Yayın Yönetmeni
Nevzat KÜTÜK Yayın Danışma Kurulu
Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ, Doç. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU Yayın Koordinatörü
Fatih YAVAŞ YAYIN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Nurten ŞAFAK TOPCU Yayın Kurulu
Müjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Esra ERKAL, Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN, Nurten ŞAFAK TOPCU, Altay ÜNALTAY, Yaylagül CERAN, Ferudun AY, Gülsüm SEZGİN Sanat Yönetmeni
Aydın SÜLEYMANZADE Grafik Tasarım
Şükran KUMRAL Fotoğraflar
Ersin ÇETİNTAŞ, Alp ESİN, Abdurrahman DOĞAN Reklam Koordinatörü
Mustafa YALMAN Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili) İletişim iletisim@kultursanat.org
YAPIM KÜLTÜR A.Ş. Baskı - Cilt
P (0212) Renk Ayrımı / CTP
B Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur. Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir. Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş. Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri 34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL
70
54
MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE Söyleşen: Esra ERKAL
18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI Dr. Ergin ÇAĞMAN
86
İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI Adnan ÖZYALÇINER
100
EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI Ferudun AY
128
118
KAYMAKÇI PANDO Söyleşenler: Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL
MİNİATÜRK SOMUNCU BABA
18 32 46
Fulya İBANOĞLU
ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN Prof. Dr. Ahmet KALA
62
Dr. Mustafa DUMAN
KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER...
OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR Doç. Dr. Bayram NAZIR
78
38
OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK
Prof. Dr. Suraiya FAROQHI
İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ Söyleşen: Fatih YAVAŞ
92
Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA
ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF
BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET Sennur SEZER
İSTANBUL MEKAN İSTANBUL KİTAPÇISI
AJANDA
112
KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK VE İCÂZET USÛLÜ
Prof. Dr. İsmail KARA
126
Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ
MAHYACILAR
130
10 26
BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA GEÇİŞİN AKTÖRLERİ
TAKDİM
Teknolojinin gelişmesi ve ihtiyaçlarımızın değişmesi sebebiyle
sı, geleneği ve Ahiliğe de yer verilerek konunun etraflıca ele
eskiden kullanılan pek çok eşyaya ya da hizmete bugün gerek
alınması amaçlandı. Bu konuda belediyemizin özveriyle çalı-
duymadığımız; ihtiyaç duyduklarımızın ise artık farklı yöntem-
şan, kaliteli işlere imza atan kurumu İSMEK üzerine bir söyleşi
lerle yapıldığı aşikârdır. Örneğin artık günlük hayatımızda bir
gerçekleştirildi. Konusunda uzman kalemlerin ele aldığı ma-
bakırcıya, tesbih ustasına veya yorgancıya ne kadar ihtiyaç du-
kalelerden oluşan yeni sayımızı sizlere sunmaktan mutluluk
yuyor veya ne kadar rastlıyoruz?
duymaktayız.
Zamanla yok olmaya yüz tutan, nesillere aktarılmadığı takdir-
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak sözlerime son
de sadece kitaplarda kalacak kültürel değerlerimiz hakkında
verirken, dergimizin bu sayısına katkıda bulunan kıymetli
farkındalık oluşturmak amacıyla 1453 İstanbul Kültür ve Sanat
araştırmacılara ve derginin yayınında emeği geçen tüm mesai
Dergisi’nin bu sayısı “İstanbul’da Zanaatkârlar” konusuna ay-
arkadaşlarıma teşekkürü borç bilirim.
rıldı. Dosyada zanaat ve zanaatkarlığın yanı sıra esnaf lonca-
SUNUŞ
1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin elinizde bulunan
esnaf” başlıklı yazısı, İsmail Kara’nın mahyacıları, folklor uz-
18. sayısında İstanbul’un tarihinde sanat, sosyal yaşam, eko-
manı Mustafa Duman’ın yorgancıları, Fulya İbanoğlu’nun
nomi gibi pek çok açıdan önemli bir yeri olan, kentin büyük
sahafları, Fatih Özkafa’nın hat sanatındaki meşk ve icazet
kesimini oluşturan “zanaatkarlar”ı konu aldık.
usûlünü konu edindiği makalelerle oldukça zengin bir sayı
Özellikle Tanzimat dönemi yapılan çalışmalar sonucu
hazırlama gayretinde olduk.
zanaatkârların sadece mahallelerinde, kendi halinde faaliyet
Günümüzde unutulmaya yüz tutmuş pek çok sanatın ve za-
gösteren esnaflar olmadığı, bilakis kurdukları lonca teşkilatı
naatın yeniden hayat bulmasında önemli katkıları bulunan
sayesinde devlet kurumlarıyla ilişkiler kurup taleplerini ve
İSMEK’i yakından tanımak amacıyla İBB Genel Sekreter Yar-
şikâyetlerini ilgili yerlere iletebilen, büyük etki alanlarına sa-
dımcısı İbrahim Kapaklıkaya ile bir mülakat gerçekleştirdik.
hip oldukları ortaya çıkmıştır. “İstanbul’da Zanaatkârlar” başlığını taşıyan bu sayımız; Emin Nedret İşli ve Ömer Durmaz’ın ortaklaşa kaleme aldığı, Babıâli’nin Ressamları: Zanaat’tan Tasarım’a Geçişin Aktörleri isimli, basın-yayın dünyasının vazgeçilmez emekçileri ressamların (bugünkü deyişle illüstratörlerin) zaman içindeki serüvenini konu edinen makaleyle başlıyor. İstanbul’da-
Ünü yurt dışına ulaşmış, bugün kahvaltı denince İstanbul’da akla ilk gelen isim olan Kaymakçı Pando ile Beşiktaş’taki minik dükkânında bir söyleştik. Kaymakçılıktan esnaf ilişkilerine, mahalle hayatına kadar pek çok şeyden dem vurduğumuz Pando Sestako’nun renkli sohbetini dergimizin sayfalarında bulabilirsiniz.
ki sosyal hayat üzerine çalışmaları olan Suraiya Faroqi’nin
19. sayımızın hazırlıklarını sürdürdüğümüz bugünlerde, 2014
“Çiçek satıcıları: çiçek ve çiçeksever arasında bağlantı kuran
yılının sizlere güzellikler getirmesini temenni ediyoruz.
Kültür A.Ş.
ZANAAT’TAN TASARIM’A GEÇISIN AKTÖRLERI Emin Nedret İŞLİ*, Ömer DURMAZ **
19’uncu yüzyıl sonundan 20’nci yüzyılın sonuna kadar kitabevleri, matbaalar, gazete idarehaneleri, mücellitler, kırtasiyeciler, klişeciler velhasıl Babıâli Türk basınının kalbi olmuştur. Eskiden yayınların hazırlandıkları yer, aynı zamanda basıldıkları yerdi. Babıâli’deki yayınevleri, gazeteler ve matbaalar, kurum içinde görevli ya da kendilerine dışarıdan iş üreten çizerlerle çalışırlardı. Çizgiyle yapılabilecek her iş onlardan istenirdi.
BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA GEÇİŞİN AKTÖRLERİ / Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ
Bir zamanlar basın–yayın dünyasının merkezi ‘Babıâli’ için çalışan, ‘ressam’ olarak anılan sanatkârlar vardı; gazetelerin, dergilerin, yayınevlerinin ve matbaaların gündelik görsel ihtiyaçlarına hızlı çözümler üretirlerdi. Basın–yayın dünyamızın güzel yazı, çizgi ve resimleme işleri bu deneyimli zanaatkârların elindeydi. Günümüz grafik tasarımcılarının ‘öncüleri’ diyebileceğimiz Babıâli ressamları, uzun yıllar görsel belleğimizi şekillendirip zanaat’tan tasarım’a geçişin aktörleri oldular. Özellikle 1970 öncesinin gazetelerinin, dergilerinin sayfalarına ya da kapaklarına göz atarsanız, çizgi ve resimle oluşturulan görselliği fark edersiniz. Bugün rahatlıkla fotoğrafla oluşturulabilecek bir görselin yerine, o dönemlerde illüstrasyonun tercih edilmesinin türlü nedenleri vardı: Bir kere fotoğraf çekmek, basmak ve matbaa için uygun hale getirmek daha maliyetli idi; fotoğrafçı bulmak da pek mümkün değildi. Hele konuya uygun görseli fotoğrafla oluşturmak zaman alıyordu. Baskı teknolojilerinin yetersizliği, konuya uygun görselin hızla üretilmesi zorunluluğu gibi nedenler, basımı fotoğrafa göre daha kolay olan illüstrasyonun tercih edilmesinin başlıca nedeniydi. Hem okur için; karikatür, illüstrasyon ve kaligrafi ile oluşturulan görsellik daha albenili, nükteli ve samimi olabiliyordu. Haliyle Babıâli’de çizere, ressama talep fazlaydı. Fazlaydı fazla olmasına ama, matbuatın gelişmesinin önündeki engeller, cihan harpleri, ekonomik çalkantılar, grafik tasarım eğitimini verebilecek kurumların yokluğu yetersizliği basın-yayın ressamlarının tanımı belli bir meslek grubunu oluşturmasının önündeki ciddi sorunlardı. Dolayısıyla mesleki disiplinin oluşması zaman aldı. 1800’lerin sonlarından itibaren bileği kuvvetli alelade kişi12
* Sahaf
** Akademisyen
ler kadar, klasik resim yapan devrin isim yapmış ressamları, resim hocaları da Babıâli’de boy gösterdi. Yurtdışından hakkâk diye isimlendirilen zanaatkârların getirildiği ya da yabancı dergilerdeki illüstrasyonların kopyalanıp kullanıldığı uzunca süren bir geçiş döneminden sonra, sınırlar çizilmeye, mesleğin çerçevesi belirmeye başladı. Babıâli kendi ressamlarını yetiştirir hale geldi; kuşaktan kuşağa geçen bir gelenekten söz etmek mümkündü artık. 1950’lere gelindiğinde taşlar yerine oturmuş, alan uzmanlıkları oluşmuş, mesleğin erbabları çoktan devrin ünlü simaları arasına girmişti. 1960’lardaysa Türkiye’nin dünya ile kurduğu ilişkilerle Babıâli de değişmiş, eğitim kadroları ve müfredatları gelişen okullarla zanaattan tasarıma geçiş tamamlanmıştı, uluslararası değerleri amaçlayan bir üretim başlamıştı. Babıâli ressamları, gazeteler plazalara taşınıp basın–yayın dünyası Cağaloğlu’nu terk edene kadar önemini korudu; baskı teknolojilerinin gelişip bilgisayarlı üretimin başlaması; illüstrasyon, grafik tasarım, karikatür, çizgi roman, tipografi gibi disiplinlerin ayrımının derinleşmesiyle yavaş yavaş azalıp Babıâli hâtıralarında yaşamaya başladılar.
Babıâli’nin Tarihi
“Şimdiye kadar bizde mecmua kapaklarını yapmakta olan Cevad Bey kadar muvaffak olmuş ressamımız yoktur (...)” “Kapak Ressamımız Cevad Şakir Bey” Resimli Ay, Mayıs 1924, No: 4, Syf 26
19’uncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim merkezi Babıâli, aynı zamanda Türk basınının da merkezi ve kalbidir. Divanyolu üzerindeki Sultan Mahmut Türbesi’nden başlayıp Sirkeci meydanına kadar kavisli bir şekilde inen bu cadde, bir orta noktada kırılır. Bu orta nokta Babıâli denilen, yani Osmanlı sadrazamlarının konağı, yönetim yeri olan, aynı zamanda da Paşakapısı denilen, valilik binasını orta merkez olarak alır. Sultan Mahmut Türbesi’nden, yani Divanyolu’ndan, köşeden başlayıp valiliğin uç noktasına, yani köşe noktasına kadar olan kısma eskiden Mahmudiye Caddesi adı verilmekte, valilikten aşağı ve Sirkeci’ye ka-
BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA GEÇİŞİN AKTÖRLERİ / Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ
dar olan kısmına da Babıâli denmektedir. Fakat bu iş 1934 yılında değişir. Osman Nuri Ergin yeni sokakların isimlendirilmesi ile ilgili görevlendirildikten sonra Sirkeci’den valiliğe kadar olan bölüme Ankara Caddesi, valilikten sonra Sultan Mahmut Türbesi, yani Divanyolu’nun başlangıç kısmına kadar olan yere de Babıâli Caddesi adını verir. Bu isimlendirmeye çok sinirlenen Reşat Ekrem Koçu İstanbul Ansiklopedisi’nin “Ankara Caddesi” maddesinde bunu sert bir dille, ağırca eleştirir. 19’uncu yüzyılın sonundan, 1870’lerden itibaren bu caddede kitapçılar yer almaya başlar. Yüzyıl sonlarında bu kitapçılar önemlerini ve sayılarını çoğal-
tarak caddenin Türk basın–yayın dünyasının en önemli merkezi haline gelmesini sağlarlar. 19’uncu yüzyıl sonundan 20’nci yüzyılın sonuna kadar kitabevleri, matbaalar, gazete idarehaneleri, mücellitler, kırtasiyeciler, klişeciler velhasıl Babıâli Türk basınının kalbi olur. Reşat Ekrem Koçu “Büyük şehrin, dolayısıyla Türkiye’nin fikir ve sanat merkez meşheri, İstanbul basının beşiği, bir politika kanalı, alimler, mütefekkirler, müellifler, muharrirler, artisler güzergâhıdır. İstanbul’un büyük kitapçıları, en büyük kırtasiye mağazaları, mücellitleri, klişe atölyeleri, ilanat büro ve şirketleri, gazete ve mecmua bayileri, birkaç büyük matbaa, gazete ve mecmua idarehaneleri, bu caddenin iki kenarı boyunca sıralanmıştır” diye tanımlar Ankara Caddesi’ni. Babıâli basınının ayrıntılı bir tarihi yazılamamıştır. Nitekim Türk basınının eskilerinden ve Babıâli’yi en iyi bilenlerden Münir Süleyman Çapanoğlu da “Basın tarihimiz yazılamamıştır” der… Henüz Babıâli tarihi detaylarıyla yazılmamışken, Babıâli’nin görselliğini oluşturan sanatkârların renkli dünyalarının da incelendiği söylenemez. Oysa bu zanaatkârların çizgileri; on yıllar boyunca dimağımızı şekillendirmiş ve toplumu biçimlendiren dönüştürücülerden biri olmuştur.
Babıâli’de Farklı Bir İşkolu
Türk Grafik Sanatının üstadı ressam İhap Hulusi tarafından resimlenenler.
Eskiden yayınların hazırlandıkları yer, aynı zamanda basıldıkları yerdi. Babıâ-li’deki yayınevleri, gazeteler ve matbaalar, kurum içinde görevli ya da kendilerine dışarıdan iş üreten çizerlerle çalışırlardı. Çizgiyle yapılabilecek her iş onlardan istenirdi. Karikatürden kapak resmine, güzel yazıdan afişe kadar geniş bir alanda zikzak çizenleri de vardı, bir–iki alanda öne çıkıp ünlenenleri de. Bu kişiler, o dönem için ‘ressam’ olarak ifade edilen, aslında görev tanımı tam da belirlenmemiş sanatkârlardı. Daha çok yaptıkları iş üzerinden adlandırılırlardı; matbaa ressamı, kartpostal ressamı, kartvizit ressamı, afiş ressamı, kapak ressamı gibi; tabii bir de
13
BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA GEÇİŞİN AKTÖRLERİ / Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ
Cemal Akyıldız, “Babıali Yokuşu”nda 1960’larda kullanıldığı atölyenin yerine yapılan yeni binanın aynı katının penceresinde.
görselliğini inşa etmek mecburiyetinde olduklarından ağır bir işçilikleri vardı. Üstelik hemen hepsi gazete ve dergilerin yanı sıra yayınevlerine, reklam sektörüne çalışmakta; başlık yazısı, ilan, afiş, kapak, ambalaj, logo gibi grafik eserler üretmekteydiler1. Sanat tarihçilerinin, tarih araştırmacılarının, iletişimcilerin hep yararlandığı ama yapanını çoğu zaman fark etmedikleri, önemsenmedikleri bu kişilerin hayat hikâyeleri, Geç Osmanlı ve özellikle Erken Cumhuriyet döneminin görsel dünyasına ışık tutuyor ve derinlemesine araştırılmayı bekliyor. Osmanlı’dan günümüze Türk sanat tarihinin araştırılmamış, yazılıp üzerinde durulmamış pek çok noktası var; Babıâli’nin ressam zanaatkârlarının öyküleri de bunlardan biri. “Bir zamanlar merhum Sedat Simavi’nin de ressam olarak emek verdiği Babıali’nin resimle meşgul en eski kıymeti, 1889 yılında İstanbul’da doğmuş olan ressam Münif Fehim’dir.” “Meşhur Simalariyle Babıali: 6, Ressam Münif Fehim”, Hayat Dergisi, Fikret Arıt, 1960’lar, Syf 32
ressamların yaptığı işi sonlandırıp baskıya hazırlayan ya da ressamların yapması gereken işleri de yapmak durumunda kalan çinkograflar ve klişeciler vardı.
14
Basın–yayın dünyasının kalbi Babıâli’nin görselliğini inşa eden bu ressamlar, iç içe girmiş kurum ve yapıların arasında, kısa sürede kendilerine farklı bir yer edinip önemli bir meslek grubunu oluşturdular. Sanatkâr kişilikleri ve üretimlerindeki zenginlik; öne çıkmalarını, belleklerde iz bırakmalarını sağladı. Babıâli, çok okunmak, çok satmak gibi türlü nedenlerle bu kişilerin maharetlerine başvuruyordu. Bu yüzden uzun yıllar Babıâli’nin en yüksek maaşlı çalışanları gazeteci–yazarlar değil geniş anlamıyla çizerler olmuştur. Hızlı üretmek ve tüm yayının
Babıâli Ressamları Kimler kimler yoktu ki aralarında!? İlk anda akla gelen isimlerden bazıları: Ebüzziya Tevfik, Antranik, Hattat Halid, Arif Hikmet, Ressam Filip, Çinkograf Mehmet Usta, Ahmet Nazmi Bey, Ahmet İhsan Tokgöz, Celal Esat Arseven, İzzet Ziya Turnagil, Nazmı Ziya Güran, Feyhaman Duran, Hamid Aytaç, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Arif Dino, Kenan Temizan, Naci Kalmukoğlu, Sedat Simavi, İhap Hulusi Görey, Münif Fehim Özarman, Kenan Dinçman, Ramiz Gökçe, Rıfat Cevdet Akçiz, Sunusi Bey, Hayri Bey, Ömer Nuri Bey, Mazhar Nazım Resmor, Cemal Nadir Güler, Sabiha Rüştü Bozcalı, Hayrettin Çizer, Ratip Tahir Burak, Mazhar Apa, Tarık Uzmen, Behçet Safa, Ercüment Kalmık, Ferit Apa, Ali Suavi Sonar, Tahsin Öztin, Abidin Dino, Agop Arad, Necmi Rıza Ayça, Orhan Omay, Atıf Tuna,
BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA GEÇİŞİN AKTÖRLERİ / Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ
“Yaptığım resimleri gören devrin tanınmış şahsiyetleri, beni elimden tutup Babıali’ye getirdiler (...)” “Ramiz Gökçe’den Hatıralar”, Üstatlarımız Cem ve Ramiz, 1959, Syf 52
Şevki Çankaya, Sururi Gümen, Cemal Görkey, Bedri Kökten, Nezih İzmiroğulları, Turhan Selçuk, Avni Ekener, Selçuk Önal, Firuz Aşkın, Gevher Bozkurt, Mehmet Tekdal, Şahap Ayhan, Suavi Süalp, Mustafa Aslıer, Mesut Manioğlu, Bedri Koraman, Etem Çalışkan, Samim Utkun, Ayhan Akalp, Ayhan Işık, Ayhan Erer, Fikret Akgün, Öztürk Serengil, Çetin Aşki Özkırımlı, Faruk Geç, Vâlâ Somalı, Galip Bülkat, Sait Maden, Oral Orhon, Suat Yalaz, Abdullah Turhan, Cemal
Akyıldız, Güngör Kabakçıoğlu, Yalçın Çetin, Mehmet Aksel, Yücel Köksal, Berç Toroser, Cemal Dündar, Gürbüz Azak, Kemal Borteçin... Özellikle 1920–1960 arasında çizerlik yapıp da çizgi roman, karikatür, kapak, reklam, sinema afişi yapmayan yok gibidir; gelen hiçbir teklifin reddedilmediği dönemler. Bugün sanat–tasarım camiasında ismi olan, saygı ve itibar gören ressam ya da grafik tasarımcıların 1960 öncesinde hayli popüler çalışmaları olduğu, bugünden bakarak anlamaya çalışmanın mümkün olmayacağı girift dönemler2. Dolayısıyla Babıâli’nin gelişim süreci içerisinde türlü türlü dönemleri oldu, her dönem kendi özellikleri açısından ressam profilini de beraberinde ge-
15
BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA GEÇİŞİN AKTÖRLERİ / Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ
tirdi. Örneğin başlangıçta Hamid Aytaç, Arif Hikmet, Halid gibi hattatları da, Halikarnas Balıkçısı adıyla bildiğimiz Cevat Şakir Kabaağaçlı gibi edebiyatçıları da çizer yönleriyle görmek mümkün. Babıâli’nin kendi zanaatkârlarını yetiştirene kadar, sanat eğitimi almış Öztürk Serengil, Ayhan Işık gibi oyunculardan; Nazmi Ziya Güran, İzzet Ziya Turnagil, Ercüment Kalmık, Feyhaman Duran gibi tablolarıyla ünlü ressamların da çizgisine başvurduğu anlaşılıyor. Çoğu zaman geçinmek gibi anlaşılabilir nedenlerle, kısa süreli de olsa Babıâli’nin yolunu tutanlar, görsel iletişim tarihimizde anonim bir görsel dilin oluşumuna etki ettiler. Aslında sadece geçim sıkıntısıyla bakılabilecek bir mesele de değil bu. Piyasa, sanatı ve beklentileri ister istemez belirliyor, daha doğrusu normalleştiriyor; üreticilerin farklı mecralarda var olmasını, taklit ya da intihali meşrulaştıran bir sonucu olabiliyor bu çokluğun. Aynı çizerin devlet erkânının istiflediği kanonik ve siyaseten Türkçü bir tablosunu da görebiliyorsunuz piyasa işi erotik bir çalışmasını da3.
16
Babıâli ressamları, basın–yayın hayatımızın en başından 1970’lere kadar ağırlığını korudu, 1990’lara gelinceye dek de etkisini sürdürdü. Türkiye’nin tarihinde bu kadar uzun süre sahne alan bir dönemin üretim yoğunluğu azımsanamaz; görsel hafızaya, ana akım görsel dile etkisi yadsınamaz. Dolayısıyla Babıâli’nin zanaatkârlarının görsel dökümü bu pek de bilinmeyen dönemlere farklı açılardan yaklaşmamızı sağlıyor.
DİPNOTLAR: 1
CANTEK, Levent; “Basın Ressamlarının Kitabı”, Birgün Kitap, 18.06.2011, İstanbul, Yıl 4, Sayı 103, Syf 4.
2
a.g.y.
3
a.g.y.
BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER
18
BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER
MAHYACILAR Prof. Dr. İsmail KARA*
Mahyacılık sanatı maharet, cesaret ve dayanıklılık isteyen ince ve zor bir meslekti. Mahya şeklini veya yazısını bazı teknikleri kullanarak dikkatlice çizmek veya yazmak, sonra cami ve minarelerin yükseklik ve aralıklarına göre planlamak, bu plana göre kandillerin üst yatay halattan aşağıya sarkıtılacak iplerdeki konumlarını, aralık ölçülerini, adetlerini ve renklerini de gösteren şemalar çizmek ilk esaslı işti.
19
Mahya Camii
20
MAHYACILAR / Prof. Dr. Ä°smail KARA
MAHYACILAR / Prof. Dr. İsmail KARA
Kandillerde, Ramazan gecelerinde, bayram akşamlarında camilerin, türbelerin içini-dışını, hususen minare, şerefe ve kubbeleri aydınlatmak, mum alayları ve fener alayları eşliğinde mümkünse bütün şehri ışığa/nura boğmak ve bir cümbüşe, bir şehrayine çevirmek İslâm dünyasında erken teşekkül etmiş yaygın “ihya” gelenekleri arasında yer alıyor. Burada maddî ve mânevî karanlıklardan (küfür ve zulümâttan) uzaklaşarak ışık/ziya/nur etrafında ibadetle hayatı, dinî zevkle hüznü, sevinç ve neşe ile eğlenceyi yakınlaştırmak ve çocukla yaşlıyı, zenginle fakiri, efendi ile hizmetçiyi aynı hisler etrafında birleştirmek istikametinde kuvvetli bir fikir ve irade var gibi gözüküyor. Hele günün akşamla birlikte bittiği, yatsıdan sonra herkesin uykuya daldığı, sokak ve mahallelerin derin bir sessizliğe büründüğü eski yaşama tarzı hatırlanırsa… İslâm dünyasının hemen her tarafında bir şekilde var olan bu türden gelenekleri bir tarafa bırakıp mahyaya; camilerin içini ve dışını estetik, anlamlı kandillerle, resim ve yazılarla donatma ve aydınlatma adetlerine intikal ettiğimizde bunun Müslüman Türklere hatta Müslüman İstanbul’a mahsus hoş bir gelenek, dinî hayatın hissiyatı yüksek bir parçası olduğunu hatırlamak gerekecektir. O kadar ki Yahya Kemal, Mütareke yıllarının ümitsizliklerle dolu İstanbul’unda, mahyaların yanmasının, bir ecnebinin gözünde estetik vasıflardan öte siyasi mânalar da kazanarak birdenbire adeta bir istiklâliyet ve aidiyet meselesi halinde tezahür ettiğini edebi bir üslupla anlatır: “Mütareke’nin ilk senesi [1919], eli bayraklı Yunan taşkınlığı, yapılacak her âlâyiş gibi yapılmayacak her nümayişi yapmış, İstanbul’u yâr u ağyâre bir Yunan şehri olarak göstermeğe çalışmış, bizim gibi ecnebilerin gözlerini de uzun bir müddet Elenizmos’un tütsüsüyle bulandırmıştı. O senenin Ramazanı geldi. Bir gece Rumları tanıyan ve bizi seven bir ecnebi ile Moda’daydım. Karşıdan İstanbul, mahyalariyle, minarelerin şerefelerindeki kandilleriyle görünüyordu. O ecnebi bu manzaraya baktı; ‘bu şehir Türktür ve Türk olmasa insaniyet güzelliğinden bir âlem kaybeder!’ dedi. Bu heyecanından biraz sonra da bu muazzam mahya ve kandil nümayişi karşısında hatırına gelen bir mülahazayı söyledi: ‘Rumlar bir senedir bu şehri bize Yunanlı göstermek için ne çarelere baş vurmadılar, kendi evlerinden sonra Beyoğlu’nda Türk emlâkini de maviye beyaza gark ettiler, siz ses çıkarmadınız. Lâkin bu akşam ne sizin ne de hükümetinizin tertibi, eseri olarak minareler kendiliğinden öyle bir nümayiş yaptılar ki bu şehrin milliyetini tamamiyle gösterir’. Hakikaten İstanbul’un o gece nümayişi, o senenin bütün çirkin nümayişlerini söndürmüştü”1 .
Bugün mahya denince öncelikle veya sadece Ramazan gecelerinin akla gelmesi yaygın kullanım dolayısıyladır. Yoksa * Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
kandil geceleri başta olmak üzere padişahın doğum veya cülûs yıldönümü, yakın zamanlarda İstanbul’un fetih yıldönümü, vakıf haftası, camiler haftası, Cumhuriyetin ilânının yıldönümü gibi sebeplerle camilerde kandil asıldığı, mahya kurulduğu malumdur.
Işık mı, Şekil mi, Yazı mı? Mahyanın, iki minare arasına gerilen ipler üzerinde kandillerle yapılan şekiller veya yazılan yazılar şeklinde tanımlanması yanlış olmamakla beraber eksiktir. Çünkü yine Ramazanlarda ve mübarek gecelerde iç mahya, zemin mahyası, gezdirme mahya, taraklı mahya başta olmak üzere kaftanlama, kandil/fener uçurtma gibi mahya kavramı içinde mütalaa edilen başka aydınlatma, ihya etme ve şenlik biçimlerinin olduğunu da biliyoruz. Mahya ile ilgili hemen bütün kaynakların, deneme yazılarının şöyle veya böyle tekrarladığı yahut aynen / sadeleştirerek aktardığı bilgiler büyük ölçüde Ahmet Rasim’in Manâkıb-ı İslâm’daki şu metnine dayanmaktadır: “Şehrimizde her çocuk mâh-ı sıyâmı [oruç ayını] minareler arasına gerilen mahiye [mahya] takımlarından der-hâtır eder. Cevâmi‘de ibtida [camilerde önce] minare tesis eden Hazreti Mesleme’dir. (…) Leyâli-i muazzezede [mübarek gecelerde] minareler arasında kurulan mahiyeler veya mahyaların devr-i Sultan Ahmed Han-ı evvelde [1603-1617] icad edildiği mütevatirdir. Hatta rivayât-ı vâkıaya göre Fatih Cami-i şerifi müezzinlerinden Hattat Hafız Kefevî namında bir zat gayetle musanna‘ [sanatlı] bir çevre işlemiş ve o zaman arz-ı atebe-i ulyâ eyleyerek karîn-i mahzûziyet-i seniyye [padişahın huzuruna arzetmesiyle sultanın memnuniyetine sebep] olması üzerine bu işleme gibi hutût ve müressemâtın [hat ve resimlerin] âdâb-ı müstahsene-i diniyemize muvafık olmak şartıyle Ramazan gecelerinde minareler arasında icrası ferman buyurulmuştur. Mahiyecilerimizin bild[irdi]klerine göre bu sanatı ıslah ve tensîk ve lâzime-i maharete tevfîk eden, bir zamanlar Süleymaniye Cami-i şerifi mahiyecibaşılığında bulunmuş olan Abdüllâtif namında biri imiş. Usulden olduğu üzere mahiye halatıyle yedeklerin ipleri ve kandillerin tertip ve tanziminde medhali olduğu söylenen mahiye minaresindeki boncuk denilen kıvrık ipler, velhasıl bocurgat takımı nısf-ı ahîr-i Şabanda [Şaban ayının ikinci yarısında] gerilir. Şehrimizde ilk mahiye Sultan Ahmet Cami-i şerifinde kurulmuş olduğu rivayetine nazaran dahi cami-i mezkürun tarih-i hitam-ı inşaatı olan 1026 sene-i hicriyesi [1617] bu sanat-ı güzîde için mebde [başlangıç] ittihaz edilebilir”2.
Anahatlarıyla doğru olan bu bilgilerin tashih edilecek veya ilâvede bulunulacak bazı tarafları var: İlim adamı ve danışman Hans Dernschwam’ın 1554’te bizzat gördüğü İstanbul mahyalarını tasvir etmesi3 ve 1578’de İstanbul’a gelen Al 21
MAHYACILAR / Prof. Dr. İsmail KARA
XVI. yüzyıl sonlarında İstanbul’u ziyaret eden Schweigger’in seyahatnamesinde bir mahya çizimi-gravürü de yer alıyor. Yazıdan ziyade resme benzeyen ve mahyayı iki ayrı caminin minaresi arasına kurmak gibi hayali/kurgusal özellikler de taşıyan bu mahya eldeki en eski çizim-kayıtlardan biri olarak önemini muhafaza ediyor.
man gezgin Schweigger’in seyahatnamesinde, iki minare arasında kandillerle kurulmuş güzel mahyayı (tasvir mi yazı mı olduğu tam belli olmayan bu mahya çevre veya hilal’e benziyor) resmeden bir gravürün bulunması Osmanlılardaki ilk mahya tecrübelerinin tarihini biraz daha geriye çekmeyi gerektiriyor. Aynı şekilde Sultan III. Murad’ın Rebiülevvel 996/Şubat 1588 tarihli bir emrinde Mevlid kandilinde, Regaip ve Berat kandillerinde olduğu gibi minarelerin kandillerle donatılmasını istediği tarihlerde kayıtlıdır. Bu bilgiler çerçevesinde Sultan I. Ahmed zamanına nisbet edilen ilk mahya kurmanın muhtemelen mütekâmil bir mahyaya, belki ilk yazı denemelerine işaret ettiği düşünülebilir. Bazı kaynakların Sultan I. Ahmed devrine odaklı bu bilgiyi Sultan Ahmed Camii’nin açılışıyla ilişkilendirmesi de muhtemelen o güne kadar görülmemiş derecede mükemmel, çok ve etkileyici bu görkemli açılış mahyalarıyla alakalı olmalıdır.
22
Sultan III. Ahmed’in saltanat yıllarında (1703-1730) sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın, Ramazan gecelerinde mahya kurma geleneğini İstanbul’daki çifte minareli bütün büyük selâtin camilerine teşmil ettiği bilinmektedir.
Burada hem yeni talepleri karşılamak hem de siyasî merkezin görünür yüzünü artırmak istikametinde bir iradenin olduğu söylenebilir. Onun zamanında Süleymaniye, Sultanahmet, Valide Sultan (Eminönü, Yeni Cami), Anadolu yakasında ilk defa olmak üzere Üsküdar (Yeni) Valide Sultan camilerine ilaveten Ayasofya, Eyüp, Fatih, Bayezit, Şehzade ve Sultan Selim camilerinde de mahya kurulması irade edilmiş ve gerçekleştirilmiştir. Hatta bu irade üzerine kısa olmaları dolayısıyla mahya kurmaya pek elverişli olmayan Eyüp Camii minarelerinin yenilendiğini de biliyoruz. Mahya ve mahyacılık mesleğinin ilham kaynağı ve merkezi hep İstanbul olmuştur. Ona İstanbul’a mahsus bir zevk ve meslek hatta bir şehir tasavvuru ve şehrayin dense yanlış olmaz. Edirne ve Bursa camilerinde mahya kurulması İstanbul’dan sonradır. Büyük bir ihtimalle İstanbul’un topoğrafyasının verdiği görünürlülük imkânlarının ve payitaht oluşunun da burada önemli bir etkisi vardır. Vakıf kayıtlarında görüldüğü üzere zaman zaman İstanbul mahyacılarından fikrî ve fiilî destek alan Bursa Ulucami ve Edirne Selimiye camisinin
MAHYACILAR / Prof. Dr. İsmail KARA
Camii’dir. Rüyet-i hilal yani Ramazan hilalinin görülmesinden sonra ilk kandil yakılan yer de Süleymaniye olur, İstanbul halkı ertesi günün Ramazan olduğunu buradan anlar, şükürlere kapanır, sevinç gözyaşlarına boğulurdu. Peşisıra Sultanahmet, belki Yeni Cami, sonra Eyüp, Fatih, Ayasofya, Nusretiye (Tophane), Üsküdar Yeni Valide… Mahya konusunda bütün haşmetleri ve naz u niyazlarıyla arz-ı endam ederler. Edirne için Selimiye, Bursa için Ulucami tartışmasız ilk akla gelen camilerdir. Minareler arasında veya tek minareli camilerde minare şerefesi ile kubbe alemi arasında kurulan mahyaya “dış mahya”, caminin içinde ana kubbenin yarıçapının iki noktası arasında, umumiyetle kıbleye yönelen cemaatın bakış yönüne göre veya kubbeden sarkıtılarak kurulan mahyaya ise “iç mahya” denirdi. Kaynakların verdiği bilgilere göre Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye, Nuruosmaniye ve Hekimoğlu Ali Paşa camilerinin iç mahyaları etkileyici ve meşhurmuş.
Yazma mahya defterindeki iki mahya çizimi ve açılımları. Ana üst halattan aşağıya sarkan ipler üzerindeki kalın noktalar kandillerin yerleştirileceği yerlere, renkleri de kandilin dışının hangi renge boyanacağına işaret etmektedir.
kendi mahyacıları da olmuştur. Bunların dışında mahyacılar davet üzerine Âsitane’den yola çıkarak Kahire’ye kadar gitmiş fakat rivayetlere göre kendilerine ve mesleklerine uygun minare bulamamışlardır. Yine davet üzerine Anadolu şehirlerinden Konya’yı, Eskişehir’i (Reşa-diye Camii), Bolu’yu (Bayezit Camii), Çanakkale’yi (Umurbey Camii) belki bir iki yeri daha kısa ömürlü ziyaretlerde bulunmuş ve mahya kurmuşlar. Mahya kurulan camilerin bu işe tahsis edilmiş vakıfları ve gelirleri olmakla beraber bizzat padişahın ve sarayın mahya geleneğiyle, kurulan mahyaların muhtevası ve kalitesiyle, halkın hissiyatı ve iştirakiyle yakından ilgilendiklerini, ayrıca Ramazandan önce zeytinyağı takviyesi ve nakdî tahsisatta bulunduklarını gösteren belge ve bilgilere sahibiz. Bu anlamda mahyaların padişah ve devletle halkın arasında doğrudan veya dolaylı bir iletişim kanalı, bir maneviyat, güven ve rahatlık telkin etme imkânı, bir memnuniyet ve tatmin vasıtası olarak işlediği söylenebilir. Mahya açısından birinci sırada olan cami coğrafî konumu, mimarî imkânları ve vakıfları itibariyle Süleymaniye
“Kaftanlamak” veya “kaftan giydirmek” ise minare külahından şerefeye veya minare papucuna kadar minareleri dikey bir şekilde ve birkaç hat halinde inen kandillerle donatmaktır. Kaftanlama bazen minare ile birlikte veya tek başına ana kubbe ve yan kubbeler üzerinde de uygulanırdı. Elimizde bu türün güzel örneklerini gösteren fotoğraflar ve çizimler bulunmaktadır. Zaten tek minareli camilerde uygulanabilecek en estetik mahya kaftan giydirmekti. Minarenin şerefesi ile kubbenin alemi arasına eğimli halatlar üzerinde kandil döşeyerek de aydınlatma yapılıyordu ama muhtemelen daha sınırlı uygulanıyordu. Dr. Rıfat Osman’la Süheyl Ünver’in eserlerinde çizimlerini gördüğümüz ve anlaşıldığı kadarıyla (sadece veya ilk defa) Edirne’de uygulanan, şerefelerden yana doğru uzatılan ve kandillerle donanmış sırıklarla destekli ağ biçiminde veya ters kubbe tarzında daha istisnai ve enteresan kaftan giydirme şekilleri de vardır.
Mahyacılar Mahyacılık sanatı maharet, cesaret ve dayanıklılık isteyen ince ve zor bir meslekti. Mahya şeklini veya yazısını bazı teknikleri kullanarak dikkatlice çizmek veya yazmak, sonra cami ve minarelerin yükseklik ve aralıklarına göre planlamak, bu plana göre kandillerin üst yatay halattan aşağıya sarkıtılacak iplerdeki konumlarını, aralık ölçülerini, adetlerini ve renklerini de gösteren şemalar çizmek ilk esaslı işti. (Elimizdeki yazma bir mahya defterinde bu çizim, yazı ve şemaların çok güzel örnekleri bulunmaktadır)4. Ardından hayli teferruatlı malzemesini hazırlamak, cami avlusunda kısmen tecrübe etmek ve nihayet farklı mevsimlerde iki şerefe arasında kurup uygulamak, bilgi ve tecrübeden öte yüksekliklerden korkmama ve bünyevî dayanıklılık da isti-
23
MAHYACILAR / Prof. Dr. İsmail KARA
Kaftanlamak veya kaftan giydirmek minare külahından şerefeye veya minare papucuna kadar minareleri dikey bir şekilde ve birkaç hat halinde inen kandillerle donatmaktır. Kaftanlama bazen minare ile birlikte veya tek başına ana kubbe ve yan kubbeler üzerinde de uygulanır. Zaten tek minareli camilerde uygulanabilecek en estetik mahya kaftan giydirmekti. Dr. Rıfat Osman’la Süheyl Ünver’in eserlerinde çizimlerini gördüğümüz ve (sadece veya ilk defa) Edirne’de uygulanan, şerefelerden yana doğru uzatılan ve kandillerle donanmış sırıklarla destekli ağ veya çift ters kubbe tarzında daha estetik kaftan giydirme şekilleri de var. Üst sırada ise mahyalarda kullanılan şekillerden fıskıye, çiçek, ayyıldız, ok-yay, köprü resimleri görülüyor.
yordu. Karlı, yağmurlu, rüzgârlı havalarda minare şerefesi gibi yüksek ve dar bir yerde, gece şartlarında bir saate yakın bir zaman aralıksız çalışarak kalmak her bünyenin katlanabileceği cinsten bir iş değildi. Hava şartları kandillere konan su, zeytinyağı ve fitilin yanma süresini ve dayanıklılığını etkilediği için mevsimlerin özellikleri de hesaba katılmak zorundaydı. Ayrıca tek şerefeli minareler arasında mahya kurmak sözkonusu olduğunda alt halatı kontrol edebilmek için kubbe üstünü ve çatıyı da kullanmak gerekiyordu. Musahipzade Celal daha ince ve zor işlere de temas ediyor: “(…) Her kandilin makaralı ipine vurulan düğümlerin sayısına göre kandilleri istenilen şekilde sırasına yerleştirmek suretiyle sülüs ve celî bir yazı resmetmek kolay bir şey değildir. Çünkü mahyacı minareden mahya halatına kandilleri sallandırırken düğümlerin hesabını şaşırmamak zorundadır. Bir kandili bir düğüm eksik veya fazla salıverse mahya karmakarışık olur. Halbuki bu mahyalarda hiçbir zaman böyle bir hata görülmemiştir”5.
24
Cami ve külliyelerin vakıflarına bağlı olarak çalışan mahyacılar umumiyetle her cami için bir kişidir, maaşlı olmadıkları anlaşılan bir kalfası ve iki çırağı (çoğunlukla evladı) ve cami görevlilerinden yardımcıları olur. Son mahyacılardan İrfan
Efendi’nin ifadeleriyle söylersek; “En esaslı iş mahyacıdadır. Kalfaların, çırakların da ayrıca vazifeleri vardır; kalfa yedek çeker, ip açar. Çırağın biri kandil yakar, biri de tezgâha kandil taşır. Netice itibariyle bir mahya dört beş kişi tarafından kurulur”6. Sadece Ramazanda mahya kurmakla meşgul olan, onun dışında caminin mahya odasında zaman zaman çırakları yetiştiren, bir sonraki sene için hazırlıklar yapan, (maliye mümeyyizliği, icra memurluğu gibi yüksek memuriyetler dahil) farklı meslekler icra eden ustalar da vardı. Süheyl Ünver’in anlattığına göre mahyacılık sanatını geliştirmiş ustalardan Abdüllâtif Efendi (öl. 1877) birçok mesleği birlikte icra eden hezarfen bir adammış: “Abdüllâtif Efendi yalnız mahyacı değil aynı zamanda millî bir sanatımız olan gümüş divit yapan bir sanatkârdır. Nuruosmaniye Camii’nin müezzinbaşılığını yapmıştır. İmarette aşçıbaşılığı da varmış. Gençliğinde çok kuvvetli olduğundan pehlivanlık da yaparmış. Gayet nâtıkalı bir adam olarak da maruf imiş”7.
Efdalüddin Bey’in8 ve Necdet İşli’nin tesbitlerine göre “mahyacı” kaydı vakfiyelerde en erken 1188 (1774-75) tarihli Ayasofya Camii vakfiyesinde geçmektedir. Daha eski tarihli vakfiyelerde görülen “siracî”lik mesleği ise cami kandilleri ve mumlarının hazırlanması ve yakılmasıyla ilgilenen kişiler için kullanılmaktadır.
MAHYACILAR / Prof. Dr. İsmail KARA
Mahyacılık umumiyetle babadan oğula geçer, eski tabirle evladiyet usulüyle devam eden bir meslektir. Bununla beraber mesleğin oğula veya bir kişiye geçmesi için Vakıflar idaresinde mahyacıların da katıldığı bir imtihan yapılırdı. Yılda bir ay ve kandil geceleri başta olmak üzere sadece bazı gecelerde çalıştıkları için maaşları çok cüzî kalırdı. Bazı camilerde mahyacılara tahsis edilmiş, mahya levazımatının da muhafaza edildiği odalar bulunurdu. Mahyacıların bu odalarda veya evlerinde, çok kullanılan fitilleri hazırlamak başta olmak üzere yıl boyu yaptıkları hazırlıklar ve halatlar, teller, kandil kutuları, boncuk halkaları, makara, şamandıralarını tamir ve yenileme çalışmaları da olurdu. (Mahya levazımatına umumi bir ad olarak bocurgat denir). Kandillerde kullanılan zeytinyağı başta olmak üzere mahya levazımatı da vakıflar tarafından karşılanırdı. Süheyl Bey’in kaydına göre “bir mahyaya beş okka kadar yağ gider. Süleymaniye’nin mahya yağı 857 okkadır”9.
rulan “Hakk’ın rızasını kazan”, “Muhtaç olana el uzat” yazıları, tahmin edileceği üzere tek satır halinde çok az camide uygulanabilir.
Eski harfli mahyalarda kullanılan hat türü umumiyetle sülüstür. Az sayıda rik‘a denenmişse de mahya için estetik ve okunaklı bulunmamıştır (Günümüze intikal etmiş fotoğraf ve çizimlerde rik‘a örneklerine tesadüf ediliyor). Talik de çok nadir olarak kullanılmıştır. (Latin harflerine geçildikten sonra nerede ise tamamen dik/batone yazı tarzı hakimdir).
- O mekruh şeye ne lüzum, mis gibi kule! Çörçöp!... Teneşir tahtası resmediyor!
Mahyacılar arasında hem resim hem de hat kabiliyeti olan ustalar vardı. Bunlar kuracakları mahyaları kendileri çizer ve yazarlar, tasdik için de yetkili kişiye gösterirlerdi. Mahyacının böyle bir kabiliyeti ve kapasitesi yoksa yapılacak şey bilen birine çizdirmek, bir hattata yazdırmaktı. Bazen bir hattatın yazısını taklit ettiği veya doğrudan bir hattatın yazdığını kendi şartlarında çizip uyguladığı da olur. Mahya yazısını veya çizimini mahyacı önce kareli kâğıt üzerinde çizer ve ardından uygular. Süheyl Ünver’in anlattığına göre; “Eski tarihlerde mahyacı saraydan gönderilen inci ile kırmızı veya yeşil atlas üzerine mahyayı yazar, bu yazılmış numune saraya gönderilir, beğenilirse çevre iade olunur ve minareler arasında kurulurmuş. [II.] Abdülhamit devrine kadar mahyacılar bir gün evvel çevreyi verirlermiş, muvafıktır denirse o mahyayı kurar ve ertesi akşam saraya giderlermiş. Mahyaların mühim bir kısmı 1327’ye [Sultan Abdülhamit’in hal edildiği 1909 yılına] kadar resimdir. Ondan sonra vecizedir [yazıdır]”10.
Minare aralıkları ve yükseklikleri mahya yazısının tek, çift (hatta elektrikle mahya kurmaya geçildikten sonra) üç satır halinde yazılmasının imkânı açısından hesaba katılır. Tek satır en çok tercih edilendir. Bayazıt Camii ve Bursa Ulu Camii minare aralıklarının uzaklığı dolayısıyla tek satır halinde en uzun mahya yazılarının kurulduğu camilerdir. Bayazıt’ta kurulan “Re’sü’l-hikmeti mehâfetullâh” ve Ulucami’de ku-
Mahyaların yazımı, çizimi ve kurulması için gereken malzeme gündüzden hazırlanır ama kurulmaya yatsı ezanıyla başlanır ve teravihten çıkan cemaatın tamamlanmış aydınlık mahyaları görmesi arzulanırdı. Bir-iki saat civarında bir vakit aldığı için camilere yakın olan ve teravihe gitmeyen halk ile kadınlar ve çocuklar pencerelerden, avlulardan süreci takip eder ve ortaya ne tür yazı veya çizim çıkacağını merakla izler, beliren unsurlara göre tahminlerde bulunurdu. Sermet Muhtar Alus takip sırasındaki hoş konuşma ve atışmalardan bazılarını aktarmaktadır: - Davlumbazlara bak, yandan çarklı vapur yapıyor! - Onlar tekerlek ayol, top arabası olacak! - Nargileye benzeteceğim amma!
- Ha şunun köprü olduğunu anlama! Dört asrı aşkın bir zamandır mahyalar Ramazanı bekliyor, Ramazanlar da mahyayı arıyor. Müslüman İstanbul ise asırlardır her ikisine de âşina ve meftun… DİPNOTLAR: 1
Yahya Kemal, “Kandiller yanarken hasbihal”, İleri, 10 Mayıs 1921; Eğil Dağlar, İstanbul, MEB Yay., 1988, s. 114-15.
2
Ahmet Rasim, Menâkıb-ı İslâm, İstanbul, Mahmud Bey Matbaası, 1326, kısm-ı sânî, s. 413-14. Balıkhane nazırı Ali Rıza Bey, ilk mahya tarihini 1019 [1610] olarak vermektedir; age, s. 194.
3
“30 Temmuz 1554’te Türkler İstanbul’da oruç tutmaya başladılar. 29 Temmuzda da ayı [hilali] görmüşler. Ramazanın başladığından herkesin haberi olsun diye diğer zamanlarda ezan okudukları cami ve mescit minarelerine kandiller astılar, yağmur ve rüzgâr zarar vermesin diye de üstlerini kapladılar. Bu kandilleri akşam olunca yakıyorlar. Bütün gece yanıyor” (Hans Dernschwam, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, çev. Yaşar Önen, Ankara, Kültür Bakanlığı Yay., 1992, s. 118).
4
Yazma mahya defterinin tıpkıbasımı, içindeki çizimler ve çözümleri için bk. Göklere Yazı Yazma Sanatı, İstanbul, 2010 Kültür Başkenti Yay., 2010, s. 103-15.
5
Musahipzade Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, İstanbul, İletişim, Yay., 1992, s. 118.
6
bk. “Mahyacılar” (Dolmabahçe mahyacısı Nazmi Efendi ile röportaj), haz. Nazım Hafız, İstanbul’da 15 Gün, Türkiye Turing ve Otomobil Kulübü, 1-15 Şubat 1932, sene: 1, s. 1-2.
7
A. Süheyl Ünver, Mahya Hakkında Araştırmalar, İstanbul, Eminönü Halkevi Neşriyatı, 1940, s. 9.
8
Efdalüddin Bey, “Âyin”, İslâm-Türk Ansiklopedisi’nden aktaran M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri, II, 388.
9
A. Süheyl Ünver, age, s. 15.
10
A. S. Ünver, age, s. 8.
25
KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK VE İCÂZET USÛLÜ / Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA
26
KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK VE İCÂZET USÛLÜ / Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA
Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA*
Osmanlı kaynaklarına göre icâzetname geleneği ilk defa Zeynüddin Abdurrahman ibnü’s-Sâiğ (ö. 1442) tarafından başlatılmış olup asırlarca titizlikle muhafaza edilmiştir. İcâzetnameler genellikle Arapça olduğu gibi Osmanlı Türkçesi’yle yazılmış olanlarına da rastlanmıştır. Meselâ Kebecizâde Mehmed Vasfi Efendi’nin (ö. 1831) tespit edilen birkaç icâzetnamesi Osmanlı Türkçesi ile yazılmıştır. (Derman, 1997: 496-497) İcâzet metninde genellikle salât ü selam ve dua ifadelerinden başka, icâzeti (yani imza yetkisini) alan kimsenin adı ve icâzeti veren hocanın adı ile onun hocasının adı yer alır. Bazen bu silsile zikri birkaç kuşak geriye kadar da götürülebilir.
27
KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK VE İCÂZET USÛLÜ / Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA
İlim tahsilinde olduğu kadar sanat terbiyesinde de usûle riayetin önemi tartışılmaz. Bir konuda istenen neticeye ulaşabilmek için sadece çalışmak yetmez; aynı zamanda usûl ve kavaide uygun hareket etmek de gerekir. Söz konusu olan gelenekli sanatlar ise yerleşmiş kuralları muhafaza gayreti çok daha büyük ehemmiyet kazanır. Bu durumda hem klasikleşmiş kaideleri ve nispetleri korumak hem kabul görmüş olan malzemeyi tercih etmek hem de hâl ve harekâtını sanatın ruhuna mutabık kılmak lâzımdır. Son zamanlarda gelenekli sanatlarımızın yeniden canlanması ve revaç bulmasıyla birlikte, her meşrepten eşhasın bu sanat dallarına da merak sardığına şahit olunmaktadır. Pek tabii bu bir zenginliktir, ancak ders veren hocaların işlerini eskiye nazaran biraz daha zorlaştırmaktadır; onlara yeni mesuliyetler yüklemektedir. Çünkü bir medeniyete vukûfiyeti zayıf olan kimselerin moda vb. saikler sebebiyle, sadece o medeniyete has olan bir sanat dalına yönelmeleri durumunda karşılaşabilecekleri pek çok zorluk vardır. Bilhassa içinde bulunduğumuz çağın aceleci, zamanı dar ve çabuk netice bekleyen nesline sabrı ve yavaş yavaş ilerlemeyi öğretmek hakikaten müşkildir. Doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerim menşeine dayandığı için İslâm medeniyetinin en köklü sanat dalı sayabileceğimiz hat sanatı, gelişimini nasıl ki ağır ağır sürdürerek yaklaşık 13 asır gibi uzun bir müddet içinde kemâle yaklaştıysa bu sanatta ilerlemeye çalışan bir kimse de hayatını bu mesleğe vakfettiği takdirde ancak belli bir mesafe katedebileceğinin idrakinde olmalıdır. Öğrenme yöntemlerinin kısaca “meşk usûlü” şeklinde vasıflandırıldığı ve esasında bununla, sayısız kaideden teşekkül eden bir “kurallar hiyerarşisi”nin kastedildiği zaman içinde anlaşılan bu büyük sanat, çabucak öğrenivereceğini zanneden bazı heveskârlarını bir dehliz gibi içine çektikçe çeker ve nihayet onda “fena”ya erişilmedikçe de muvaffak olunamayacağını öğretir. Bu sebeple, bu uzun yola girmek isteyenlerin evvelâ gözlerini korkutmakta fayda olacağı aşikârdır. Aksi takdirde bu sanat uğruna her şeyini feda edemeyecek olanlar için harcanan emek ve vakit zayi olacaktır. Öyleyse usûle riayet noktasındaki önemli vazifelerden biri hocaya düşmektedir. Hoca, kendisine her müracaat edeni değil; ferasetini ve tecrübesini kullanarak sadece doğru kişileri talebe olarak seçmek durumundadır. Kabiliyeti, kavrayışı, azmi, sabrı, sebatı zayıf olan kişiyi mümkün olan en hızlı şekilde tespit ederek ona göre kararını vermeli ve vaktini boş yere tüketmemelidir. Çünkü hat meşk etmek 28
* Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi, Hattat.
isteyen herkes hakikaten bu sanatı çok sevdiği için veya bu sanatta yeteneğinin olduğu keşfedildiği için bu yolu seçmemektedir. İnsanları bir işe sevk eden sayısız sebep olabilir; mühim olan, niyeti sıhhatli ve kabiliyeti yeterli olan cevheri sezebilmektir. Halis bir niyetle sanat yoluna girip kendisini teslim eden talebe şayet hocasından kabul görürse artık sadece harflerin muvazenesi hususunda değil; aynı zamanda hayatının her safhasında dengeyi sağlayabilmek için çalışacaktır. Çünkü sanat baştan başa dengedir, âhenktir, ölçüdür ve sanatkâr kendi hayatına bunları ne kadar iyi tatbik edebiliyorsa eserine de o kadar iyi yansıtacaktır. Aksi halde ortaya çıkan çalışma yapmacık olmaktan öteye geçemeyecek; dolayısıyla “eser” vasfını, hele hele “şaheser” hüviyetini asla kazanamayacaktır.
Hattat Karahisarî, Topkapı Sarayı Müzesi
Gelenekli sanatların eğitiminde müptedîlerin; yani bu yola yeni koyulanların meraklı, ihtiraslı, iştiyaklı sualleri çoğu zaman cevapsız bırakılır. Böylelikle onlara, her şeyin bir anda öğrenilemeyeceği fark ettirilmek istenir. Çünkü zorlanmadan, emek harcanmadan elde edilen şeyin kadr ü kıymeti bilinmez ve zaman, birçok soru işaretini zaten sessizce ortadan kaldırır. O halde bir hat talebesinden beklenen, klasik tabirle ifade edecek olursak “ğassâl elindeki meyyit gibi” olmasıdır. Eğer böyle kâmil bir teslimiyet olur; azim ile hüsn-ü niyet de birleşirse tevfik ve inayet kapısı aralanmış sayılır. Klasik eğitim sisteminin içinde yetişen eski hattatların, meşklere çıkartma yaparlarken talebeye pek izahatta bulunmadıkları rivayet edilir. Çünkü talebe anlayışlı, zeki ve kabiliyetli ise zaten yapılan çıkartmadan hatalarını fark edecektir. Öyle bir talebe değilse de, ne kadar izahat ya-
KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK VE İCÂZET USÛLÜ / Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA
pılırsa yapılsın bir faydası olmayacaktır. Zira, hâlden anlamayan kālden de anlamayacaktır. Detayları görebilmek, hazır malûmata konmayıp dikkatlice tetkik edebilmek ve nihayet kendi çabasıyla esrarı keşfedebilmek bu sanatta fevkalâde mühim bir hassadır. Tarihte öyle istisnaî durumlar görülmüştür ki; hiçbir hocadan temeşşuk etmediği hâlde ekol olacak çapta hattat olmuş şahsiyetler söz konusudur. Ancak hat sanatında kendi kendine talim etmek, tavsiye edilen bir yöntem değildir. Hz. Ali’nin (r.a.) adeta manifesto mahiyetini kazanmış düsturunu tekrarlayacak olursak; “hat, hocanın öğretişinde gizlidir; yazının kıvamı çok yazmakla sağlanır; devamı ise İslâm dini üzere olmaktır.” (Serin, 2008: 352) İşte hat sanatıyla ilgili usûl, âdâb, erkân vs. ne varsa, efradını câmi, ağyârını mani’ olan bu veciz ifadede mevcuttur. Anlaşılan o ki; doğru hocanın seçilmesi de talebe üzerine düşen sorumlulukların başında geliyor. Bu şart yerine getirildiği takdirde talebe diğer şartları sağlamak için gayreti elden bırakmamalıdır. Günümüzde sıkça yapılan hatalardan biri, en kısa süre zarfında icâzet almayı hedef edinmektir. Gerçi, şöhret sahibi olmak, maddeten köşeyi dönmek gibi gayeleri ön planda tutanların yanında icâzete hak kazanma arzusu çok daha masum kalmaktadır.
hat ve tavsiye dinlemeyecek kadar sabırsız olanları, hilkat garîbesi kabîlinden öyle “modern yaklaşımlar” ortaya koymaktadırlar ki; bu sözde yorumları ancak “ucûbe” olarak tavsif etmek icap eder.
Çok yazmak, kalemi elden bırakmamak, eslâfın yazılarını dikkatlice incelemek, malzemeyi ıslah etmek, ders geçmek için değil; öğrenmek için meşk yazmak gibi hususiyetler bu sanatta muvaffak olmak için elzem olan şartlardandır. Kalem Güzeli adlı eserde hattatlığın şartları arasında; istidat ve kabiliyet sahibi olmak, meşk ve talim görmek, harîs olmak, doğru anlayışlı olmak, kibirsiz ve azimli olmak, iyi ve bol malzeme kullanmak, çok yazmak, çok yazı mütalâa etmek gibi maddeler sıralanmıştır. (Yazır, 1981: 122-128) Ayrıca, tatbikatıyla meşgul olduğu sanatın nazariyatını ve tarihini bilmek de çok mühim; ama bir o kadar ihmal edilen meselelerdendir. Bir kere her şeyden evvel sanat ıstılahına vâkıf olmak gerekir. Hoca bir harfi yahut hareketi tarif ederken bazı tabirler kullanır da talebe bunları anlayamazsa bir sonraki meşkte aynı hataları tekrar yapacak demektir. Yine sıkça yapılan vahim hatalardan biri, meşkine çıkartma yaptıktan sonra hocaya “devamını yazayım mı” diye sormaktır ki; hoca “geç” demeden ona bu psikolojik tazyikin yapılması, çok büyük usûl hatalarındandır. Hattat Karahisarî, Topkapı Sarayı Müzesi
Temeşşuk safhasında karşılaşılan yaygın hatalardan biri de, meşk ettiği yazı çeşidinde henüz mürekkebatın ortalarına dahi gelmemiş olan talebenin, bu yazıdan sonra hangi yazı nevini meşk edeceğini sormasıdır. İnsanın geleceğe yönelik bazı planlar yapması normal olmakla birlikte, önündeki işte belli bir mesafe kat etmeden bir sonraki safhanın hayallerini kurmaya başlaması, neticeye çabucak ulaşıverme heveskârlığından başka bir şey değildir. Yine bazı yeniyetmeler, uzun meşk yolculuğunu tamamlamadan ve henüz klasik estetik seviyeye yaklaşamadan klasik ötesi, sıra dışı ve olağanüstü tasarımlar yapma arzusuna düşmektedirler. Böyleleri arasından nasi-
Bilindiği gibi, klasik hat eğitimine, sülüs “Rabbiyessir” duasının yazılmasıyla başlanır. Ancak günümüz ictimaî hayatında Lâtin yazısı kullanıldığı için, hüsn-i hat meşk etmek isteyenlere birçok hoca, Osmanlı dönemindeki günlük kullanım yazısı olan rık’a meşk ettirdikten sonra talebeyi sülüse geçirmektedir. Rık’a temeşşuku esnasında talebenin bu sanata yatkınlığının olup olmadığı da anlaşılmaktadır. (Özkafa, 2010: 115-118) Beş-altı ay veya en fazla bir yıl içinde rık’a yazısını tamamlamaya muvaffak olan talebe, henüz harfleri bile meşk etmeden önce sülüs hattının en mütekâmil
29
KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK VE İCÂZET USÛLÜ / Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA
örneklerinden olan “Rabbiyessir” ibaresini satıra dizmeye başlar. Bu durum hakikaten ilginç bir eğitim metodu olarak örnek gösterilebilir. Lâkin uzun bir yola başlayan kimsenin lisanıyla da hâliyle de dua etmesi kabîlinden sayılan bu dua meşkinin bereketiyle tarih boyunca nice hattatlar yetişmiştir… Talebe aynısını yazmak için günlerce karalama yaptıktan sonra, klasik malzemeler kullanarak bu dua meşkini yazıp hocasına gösterir. Hoca da harflerin altına “çıkartma” yaparak hatalara dikkat çeker. Talebe Rabbiyessir meşkini en güzel şekilde yazıncaya kadar bu böyle devam eder. Ne
Prof. Dr. Uğur Derman
zaman ki hocası beğendi; artık elifba harflerinin ilk yarısını yazmasını talebeden ister. Böylelikle “müfredat ve mürekkebat meşkleri” denilen “harflerin münferid yazılışları ve birbirleriyle birleşme şekilleri” birer birer çalışılır.
30
Büyük hattatlar tarafından hazırlanmış olan ve “meşk murakkaı” denilen kaynaklar, bu dönemde sürekli mürâcaat edilen çok kıymetli nümûnelerdir. Birkaç yıl süren müfredat eğitiminden sonra tamamına “mürekkebat meşkleri” denilen ve genellikle “elfiye kasidesi” olarak bilinen metin satır satır çalışılır. Zaten bu safhada talebe, kelimelerin satırda duruş yerlerini, kürsülerini, yani satır nizamını öğrenir. Talebe bu meşkleri de tamamladıktan sonra yazıda epey mesafe kat’etmiş ve yazının inceliklerini büyük ölçüde kavramış olur. Bir müddet daha büyük üstadların şaheser mahiyetindeki yazılarından bazılarını takliden yazmaya çalıştıktan sonra, hocasının tavsiyesiyle, meşhur bir hattatın güzel bir yazısını aynen taklit eder. Hoca bunu beğeninceye kadar yazdırır. Bazen aynı yazıyı talebesine kırk kereye varıncaya kadar yazdıran hocalar bile olur. Nihayet talebenin güzel yazdığına kanaat getirince hoca bu yazının altına hatt-ı icâze denilen yazı çeşidiyle icâzetname metnini yazar.
Osmanlı kaynaklarına göre icâzetname geleneği ilk defa Zeynüddin Abdurrahman ibnü’s-Sâiğ (ö. 1442) tarafından başlatılmış olup asırlarca titizlikle muhafaza edilmiştir. İcâzetnameler genellikle Arapça olduğu gibi Osmanlı Türkçesi’yle yazılmış olanlarına da rastlanmıştır. Meselâ Kebecizâde Mehmed Vasfi Efendi’nin (ö. 1831) tespit edilen birkaç icâzetnamesi Osmanlı Türkçesi ile yazılmıştır. (Derman, 1997: 496-497) İcâzet metninde genellikle salât ü selam ve dua ifadelerinden başka, icâzeti (yani imza yetkisini) alan kimsenin adı ve icâzeti veren hocanın adı ile onun hocasının adı yer alır. Bazen bu silsile zikri birkaç kuşak geriye kadar da götürülebilir. Böylelikle talebe “hattat” sıfatını
Ali Toy
Davut Pektaş
almış olur ve artık o da aynı süreçlerden geçen başka birisine aynı usûl ile icâzet verebilir. İcâzetler çoğu zaman bir merasim ile verilir. Bu merasimlere başka üstadlar da katılıp taklit yazının altına ikinci veya üçüncü bir metin daha ilâve ederek icâzeti tasdik edebilirler. İcâzet müessesesinin yozlaşmadan yüzyıllardır süregelmesi sayesinde hem hat sanatı geleneklerinden kopmamış, bozulmamış ve sürekli gelişmiştir hem de zor bir eğitimden sonra ancak hak ederek aldıkları icâzet ile hattatlar itibar kazanmışlardır. Ayrıca, icâzeti olmayanların elinde bu sanatın farklı hüviyetler kazanmasının önüne geçilmiştir. Batıda ortaya çıkmış birçok sanat akımının tesiriyle, ülkemizdeki batılılaşma merakının neticesinde mimari, tezhip, tezyinat gibi gelenekle bağlantısı çok güçlü sanat dallarımız bile yozlaşmış iken, hat sanatındaki usta-çırak ilişkisi ve icâzet müessesesi, bu sanatın asil duruşunun baltalanmasına ve kendi içindeki tekemmülün sekteye uğramasına mani olmuştur. Klasik usûlden taviz verilmeksizin günümüze kadar gelen bu sistemin, modern eğitim kurumlarına aynen taşınması elbette ki oldukça zordur. Bu yüzden, geleneksel sanatlar
KUR’AN SANATINI KORUYAN GELENEK: MEŞK VE İCÂZET USÛLÜ / Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA
bölümü olan güzel sanatlar fakültelerinden ayrı olarak, birçok özel kurs meşk usûlüne dayalı geleneksel hat eğitimi vermeye devam etmektedir. Ancak fakülte bünyelerinde benzer bir eğitim verilmesi de bir o kadar zaruridir. Çünkü bu okullarda uygulamanın yanında teorik eğitim de verilerek öğrencilerin sanat tarihi, sanat felsefesi, tasarım ilkeleri vb. birçok ders ile altyapılarını sağlamlaştırmaları gerekmektedir. Titizce hazırlanmış bir program, zengin içerikle donatılmış bir müfredat ve alanlarında uzman olan kaliteli bir eğitim kadrosu olduğu zaman, klasik usûlden fazla taviz vermeden başarılı öğrenciler yetiştiren modern eğitim ku-
rumları olabilir ve vardır da. Çünkü önemli olan, ne yapmak istediğini bilmek, bunu yapabileceğine inanmak ve bunun için samimiyetle çalışmaktır. Diğer sanat dalları için de yönteme bağlılık büyük önem arz eder. Her sanatın kendine mahsus yüzlerce, hattâ binlerce ıstılahı olduğu gibi birer de öğretim yöntemi vardır. Hat sanatı gibi köklü geleneklere sahip bir sanat dalında da harfiyyen uyulmadığı takdirde verim alınması çok zor olan kaideler bulunur. Talebe, bunların bir kısmını henüz ilk meşklerine başlarken öğrenir; bir kısmı ise ona zaman içerisinde zerkedilir. Böylelikle, bizzat yaşayarak ve sindirerek sanat usûlü de meşk ettirilmiş olur. Usûl ve âdâb ile hareket etme mesuliyeti elbette sadece talebeye münhasır bir husûsiyet değildir. Ana-babanın evlâdı üzerinde hakkı olduğu gibi, evlâdın da ana-baba üzerinde hakkı vardır. Hoca-talebe ilişkisinde de benzer bir durum söz konusudur. Meselâ; hoca çok kaprisli olursa talebesine öğreteceği en iyi şey, kaprisin nasıl yapılacağıdır. O halde talebe için sabır ne kadar gerekliyse hoca için de o kadar lâzımdır. Yani; usûle ve hakkāniyete riâyet karşılıklıdır. Hasıl-ı kelâm; başarı, yöntemin sıhhatine bağlıdır ve usûlsüzlük vüsûlsüzlüktür. KAYNAKÇA Derman, 1997: M. Uğur Derman, “Hattat”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 16, İstanbul, s. 493-499. Özkafa, 2010: Fatih Özkafa, “İstanbul ve Hat Sanatı (Istanbul and The Art of Calligraphy)”, Bir Fotoğrafın Aynasında İstanbul’un Meşhur Hattatları (Through The Mirror of A Picture Eminent Calligraphers of İstanbul), İstanbul, s. 111-124. Serin, 2008: Muhittin Serin, Hat Sanatı ve Meşhur Hattatlar, İstanbul. Yazır, 1981: M. Bedreddin Yazır, Medeniyet Âleminde Yazı ve İslâm Medeniyetinde Kalem Güzeli, c. 1-2, Ankara.
Mehmet Özçay
31
ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF / Suraiya FAROQHİ
32
ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF / Suraiya FAROQHİ
ÇİÇEK SATICILARI:
Prof. Dr. Suraiya FAROQHI*
18. yüzyılın İstanbul çiçekçileri, 2013 yılının sonunda niye gündeme gelsin? Bu mütevazı esnafın geçimi, bugünlerde Osmanlı tarihçilerini bir hayli meşgul eden bir soru ile bağlantılıdır: 18. yüzyılın ilk yarısında, özellikle 1718 ile 1760’lı yıllar arasındaki dönemde gerçekten –hiç değilse hali vakti yerinde olan çevrelerde- tüketimde bir artış sözkonusu mudur? Yoksa kaynakların çoğalması ve dönemin yazarlarında sıkça görülen ‘tüketim aleyhtarlığı’ bu konuda yanıltmış olabilir mi? Terekeler üzerinde sistematik ve karşılaştırmalı çalışmalar, bu soruna ileride hiç değilse kısmi bir açıklık getirebilir.
33
ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF / Suraiya FAROQHİ
Osmanlı minyatürlerine bakıldığında, saray ve konaklarda toplantı düzenlendikçe o zamanın tabiriyle şükûfe denilen çiçeklerin vazo içinde düzenlenip odaların süsü olarak kullanıldığı görünmektedir.1 Ayrıca Evliya Çelebi, büyük bir olasılıkla IV. Murad zamanında meydana gelen fakat şimdiye kadar resmi belgelerde izi bulunamayan meşhur asker ve esnaf alayını anlatırken, katılan bazı kişilerin çiçeklerle süslendiklerini anlatmıştır; özellikle meşalecilerin, meşalelerinin içine sümbül, lale ve benzeri çiçekleri koyduklarını belirtmiştir.2 Oysa bu çiçeklerin nereden ve nasıl tedarik edildiğini anlatan kaynaklarımız çok fazla değildir. 17. veya 18. yüzyılın şartları altında taze çiçeklerin uzun mesafeler üzerinden getirilemediği açıktır. Bu nedenle İstanbul’da tüketilen çiçeklerin kaynağı olarak bir yandan Boğaz kenarındaki bahçeler, diğer yandan kara surlarının
dışındaki araziler düşünülmelidir. Zira o dönemin idari yapısı çerçevesinde İstanbul değil Eyüp kasabasına bağlı olan bu alanlar, tamamen kırsal bir karakter taşıdığını kadı sicilleri gibi kaynaklardan anlamaktayız. Bu bölgedeki bahçelerde yetişen çiçeklerin, 18. yüzyılın son çeyreğinde ve belki daha da öncesinde sur içi İstanbul’undaki çiçek pazarına gittiği belgelenmiştir. O dönemde İstanbul’da kalan Floransalı seyyah Domenico Sestini, Mısır Çarşısı’na yakın bir çiçek pazarından söz etmektedir. Anlaşılan o dönemde, Osmanlı Sarayı devletin ileri gelenlerine çiçek göndermekle kalmamış, halktan maddi imkânları olanlar da birinin ziyaretine gittiklerinde hediye olarak çiçek götürmüştür.3 Saray’ın dağıttığı çiçeklerin çoğunun, pazardan değil, hasbahçelerinden geldiği varsayılabilir. Fakat saray’la bağlantısı olmayanlar, kendi bahçelerinden 34
* İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi.
çiçek götürmedikleri sürece çarşıdan çiçek almış olmalıdır. Konumuz ise ‘hobi’ olarak lale yetiştiren ve bazen yeni türlere adını veren Osmanlı ekâbiri değil, piyasaya dönük çiçekçilik yaparak geçinenler olacaktır.4 Süs bitkilerinin üretiminde uzmanlaşmış çiftliklerin işleyişi hakkındaki bilgimiz pek az olmakla birlikte tereke listelerinde zaman zaman bu tür işletmelerin varlığı belgelenmiştir.5 Değerli çiçek yetiştirenlerin, normal olarak bir Osmanlı ekâbirinin himayesinde çalışıp çalışmadıkları da çok açık değildir; fakat pek çok elit üyesinin bizzat lale yetiştirerek konunun uzmanı olması, bu tür patronaj ilişkilerinin yaygın olduğunu düşündürmektedir. Nitekim hiç değilse lale yetiştirenlerin aralarında müsabaka düzenlemiş ve lalenin makbul ve makbul olmayanı hakkında risale dahi yazmışlardır.6 Zaten bu nedenle, daha 1138 (1725-26) yılında lale
satışı narhla düzenlenmiştir. Araştırmacılar tarafından bir kaç kez ele alınan bu liste İstanbul kadı sicillerinde bize kadar gelebilmiş ve yakın bir geçmişte artık yayınlanmıştır.7 Bu listeden hareketle lale piyasasının biraz bugünkü orkide piyasasına benzediği anlaşılmaktadır. Zira en ucuzundan en pahalısına kadar her çeşidin varlığı görülmektedir. Aralarında adı Al Boşnak olan ve Kasımpaşalı Mahmud olarak bilinen bir çiçekseverin yetiştirdiği bir tür bulunmaktadır. Çiçekle ilgili risalelerde adı geçtiği halde narh fiyatı sadece 1 akçedir ve Rûhü’l-kulûb diye adlandırılan ve yetiştiricisi Veli Efendi diye bir kişi olan bir başka çeşidin de bu fiyata satılması gerektiğini okumaktayız.9 Öte yandan Nîze-i Rummânî denilen türün fiyatı, narh defterine göre 50 gu-
ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF / Suraiya FAROQHİ
35
Surname-i Hümayun adlı eserde nahılcıların lale ile geçidi.
ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF / Suraiya FAROQHİ
ruş olmuştur; ancak başka hiç bir çiçeğin bu düzeye çıkmadığını da gözden çıkarmamalıyız.10 Eğer 18. yüzyıl boyunca sıkça göründüğü gibi bu hesaplarda da 1 kuruş 120 akçeye tekabül ettiyse, en ucuz ile en pahalı laleler arasındaki oran 1: 6000 olmuştur. Ancak bu tür hesaplar, alıcı ve satıcının bu narhlara uydukları takdirde geçerli olmaktadır. Oysa zengin koleksiyoncuların yoğun olduğu bir piyasada olup bitenleri takip etmek her zaman kolay olmamaktadır.
36
30), bundan böyle İstanbul’da oturacağını taahhüt etmek zorunda kalmış . Bu talebin hiç değilse kısmen geçim derdine düşmüş olan İstanbul esnafından kaynaklandığı bilinmektedir.13 Saray Edirne’ye taşındıktan sonra elitten gelen talebin çok azalması bir yana, 17. yüzyılın son yılları sürekli savaşlar yüzünden, İstanbul halkı için gerçekten zor olmuştur. Fakat yeni yüzyılın ilk yıllarında savaşların bitmesiyle ve sarayın eski başkente yeniden yerleşmesiyle hem alıcılar çoğalmış, hem de harcayabilecekleri para mikdarında bir artış meydana gelmiş olmalıdır. İçinde yaşadığımız bu dünyada herhangi bir resmi belgede ‘tebaanın refahı’ndan söz edilirse şüpheci olmakta yarar vardır; fakat anlatılan nedenlerle Çiçek Fermanı’nda dile getirilen bu iddianın doğru olduğu varsayılabilir. Bu durumda çiçeklere rağbet artmıştır. Ayrıca bugünkü araştırmacıların ‘Lale Devri’nin Osmanlı modernleşmesi tarihinde özel bir öneme sahip olduğunu pek kabul etmedikleri veya hiç değilse bu savı şüphe ile karşıladıkları halde bu dönemde çiçek resimlerinde veya -- hiç değilse --ressamların yaptıkları resimlere imza atma alışkanlığında bir artış olduğu belirgindir.14
Bu durumda belirlenemeyen bir tarihte İstanbul kadısına hitaben yazılan ve içinde sarayın ser-şükûfecisi olan Şeyh Mehmed’in adı geçen “Çiçek Fermanı” bize bazı ilginç ayrıntılar sunmuştur. Ser-şükûfecinin, saray için çiçek tedarikinden sorumlu bir görevli olup çiçekçi esnafına emir verme yetkisine sahip bir görevli olduğunu anlamaktayız.11 Her padişahın döneminde birer ser-şükûfecinin atanıp atanmadığı açık değildir; fakat Sultan İbrahim zamanında (1640-48) oldukça prestijli olan bir Mevlevi dervişinin bu göreve getirildiğini görmekteyiz; aynı kişinin daha önce reis’ül-küttaplık dahi yaptığı kayıtlıdır.12 Çiçek Fermanı’nın girişinde İstanbul sakinlerinin öteden beri latif taÇiçek Ferman’ına göre bu durumda biatlarından ötürü çiçek sevdikbazı insafsızlar çiçek fiyatlarını kat kat leri belirtilmiş ve ayrıca bu zevk arttırdıklarından artık III. Ahmed narh ‘kudret-i ilahiyyeyi temâşa’ gibi koymak gerekliliğine iyice inanmış dinsel olan bir tutum ile ilişkiTercüme-i Hadis-i Erbain kitabı lake cildi, İstanbul’da bulunmaktadır. Burada konu edinen lendirilmiştir. Bu nedenlerle Lale Zamanı Kitabı s. 75 narh defterinin halen elimizde olan ve İstanbul’da oturan pek çok kişi, kendini lale yetiştirme zevkine kaptırmıştır. Tarihi belirle- aynı kadı sicilinde yer alan narh listesinin aynısı olduğunu nemeyen bir geçmişte lale fiyatları ölçülü imiş; hatta arzın tahmin etmek mümkündür. Maalesef elimizdeki metin çokluğundan olsa gerek, lalelerin ticari değeri adamakıllı narhtan önceki müzakere ve pazarlıklara değinmemektedüşmüş ve bu çiçekler ucuz fiyata alınıp satılır hale gelmiş- dir; oysa daha önce gördüğümüz gibi en ucuz ve en pahalı lale arasındaki fark 1: 6000 olduğuna göre, bu fiyat farkının tir. ‘kendiliğinden’ oluştuğunu düşünmek pek akla yakın deOysa padişah ve sarayının İstanbul’a gelişiyle durum, kö- ğildir. künden değişmiştir. Zira fermanın ifadesiyle ‘asayış ve emniyyet’ artmış ve halk, eskisinden daha rahat bir duruma Çiçek Fermanı’nda ancak İstanbul kadısının ve sergelmiştir. Metinde hiç tarih geçmediği halde bu olayları şükûfecinin tüm çiçekçi esnafını toplaması ve bundan tarihlendirmemiz mümkündür. Sarayın yaklaşık elli yıl bo- böyle kendilerine bildirilen listeye göre satış yapmalarının yunca Edirne’de bulunduktan sonra İstanbul’a dönmesi, menfaatleri icabı olduğunu bildirmesi gerektiği söylen1703 yılına rastlamaktadır. Hatta II. Mustafa (1695-1703) miştir. Narhı ihlal edenlerin cezaları ise dönemin özel kotahtını kaybettikten sonra yerine gelen III. Ahmed (1703- şullarını yansıtmakta, zira yakalananların İstanbul’dan uzak
ÇİÇEK SATICILARI: ÇİÇEK VE ÇİÇEKSEVER ARASINDA BAĞLANTI KURAN ESNAF / Suraiya FAROQHİ
yerlere sürüleceği ilan edilmektedir. Hâlbuki 18. yüzyılda Osmanlı başkentinin fazla kalabalık olduğu ve göçlerin önlenmesi gerektiği gibi varsayımlar – gerçekçi olsun olmasın - İstanbul elitini sık sık meşgul etmiştir.15 Bu durumda geçimini ancak elitin sayesinde sağlayabilen bir esnaf tipinin İstanbul’dan sürüldüğü vakit kendine yeni bir meslek bulmak zorunda kalacağı açıktır. Ancak elimizde olan belge uygulama konusunda bilgi içermediğinden bu tehditlerin sıkça gerçekleştiğini veya daha çok ‘kağıt üzerinde’ kaldığını bilememekteyiz. 18. yüzyılın İstanbul çiçekçileri, 2013 yılının sonunda niye gündeme gelsin? Elinizdeki kısa metinden anlaşılacağı gibi bu mütevazı esnafın geçimi, bugünlerde Osmanlı tarihçilerini bir hayli meşgul eden bir soru ile bağlantılıdır: 18. yüzyılın ilk yarısında, özellikle 1718 ile 1760’lı yıllar arasındaki dönemde gerçekten – hiç değilse hali vakti yerinde olan çevrelerde – tüketimde bir artış sözkonusu mudur? Yoksa kaynakların çoğalması ve dönemin yazarlarında sıkça görünen ‘tüketim aleyhtarlığı’ bizi bu konuda yanıltmış olabilir mi? Terekeler üzerinde sistematik ve karşılaştırmalı çalışmalar, bu soruna ileride hiç değilse kısmi bir açıklık getirebilir. Ancak şu sıralarda daha dolaylı kriterler kullanmaktan başka bir seçeneğimiz olmadığından mütevazı ve hatta bazen ciddi bir lüks tüketim maddesi olan çiçekleri yetiştiren ve pazarlayan esnafın varlığı ve 18. yüzyılda belki de yaygınlaşması bizi Osmanlı elitin tüketim alışkanlıkları konusunda daha fazla soru sormamıza teşvik edebilir.
Türken, çev. C. J. Jagemann (Hamburg, 1786); Gül İrepoğlu, Lâle: Doğada, Tarihte, Sanatta (İstanbul, 2012), s. 89. 4
Yıldız Demiriz, Osmanlı Çiçek Yetiştiriliği (İstanbul, 2009).
5
Ahmet Hezarfen, “18. Yüzyılda Lale Yetiştirenler,” Tarih ve Toplum, 137 (1995), s.300-302.
6
Demiriz, Osmanlı Çiçek Yetiştiriciliği, s. 37-49.
7
Mal ve hizmetlerin satış fiyatlarının kamu otoriteleri tarafından saptanmasıdır. Narhlar, taban ve tavan fiyatların belirlenmesi şeklinde hem üreticiyi, hem de tüketiciyi korumaya yöneliktir.
8
M. Akif Aydın v. b.(yayına hazırlayanlar), İstanbul Kadı Sicilleri İstanbul Mahkemesi 24 Numaralı Sicil (H. 1138-1151/1726-1738) (İstanbul: İSAM, 2010), s. 165-170. Araştırmalara gelince bkz. İrepoğlu, Lâle, s.89 ve orada adı geçen edebiyat.
9
Aydın v. b., 24 Numaralı Sicil, s. 170; Demiriz, Osmanlı Çiçek Yetiştiriciliği, s. 52, 75. Sayılmayacak kadar çok olan lale isimlerinin birer dökümü için bkz. Demiriz, Osmanlı Çiçek Yetiştiriciliği, s. 52-86 ve İrepoğlu, Lâle, s. 80-84.
10
Bu lalenin iki resmi için bkz. Demiriz, Osmanlı Çiçek Yetiştiriciliği, s. 28 ve 29.
11
Aydın v. b., 24 Numaralı Sicil, s. 120.
12
İrepoğlu, Lâle, s. 27.
13
Rifa’at A. Abou-El-Haj, The 1703 Rebellion and the Structure of Ottoman Politics (Istanbul, Leiden,1984).
14
Selim Karahasanoğlu,“Osmanlı Tarihyazımında “Lale Devri”: Eleştirel bir Değerlendirme,” Tarih ve Toplum: Yeni Yaklaşımlar 7 (2008), s. 129-44 ve orada konu edilen literatür. Çiçek ressamları için bkz. Yıldız Demiriz, Osmanlı Kitap Sanatında Natüralist Üslupta Çiçekler (İstanbul, 1986), s. 383-85.
15
Bu konuda artık gelişkin bir edebiyat vardır; bkz. Betül Başaran, Between Crisis and Order: Selim III, Social Control and Policing in Istanbul at the End of the Eighteenth Century, (Leiden, baskıda).
16
Hülya Canbakal, “Consumption in Ottoman Manastir (Bitola) and Manisa: a long term perspective”, Workshop on Ottoman Consumption in a Comparative Perspective, AHRC International Network, Global Commodities, Istanbul, Turkey: Istanbul Bilgi University 2011. Araştırmacı, 18inci yüzyıl tüketimiyle kapsamlı bir çalışma hazırlamaktadır.
DİPNOTLAR: 1 2
3
Zeynep Tarım Ertuğ bu konuya çeşitli çalışmalarında değinmiştir. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsyonu –Dizini, cilt 1, yayına hazırlayanlar Robert Dankoff, Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı (Istanbul, 2006), s. 267. Domenico Sestini, Beschreibung des Kanals von Konstantinopel, des dasigen Wein-, Acker- und Garten-Baues und der Jagd der
37
OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN
OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE
ISTANBUL’DA YORGANCILIK Dr. Mustafa DUMAN*
Osmanlılarda yorgan yüzleri, genellikle, kadife, atlas, ipek ve ketenden yapılır ve üzerlerine çeşitli motifler işlenirdi. Bazı değerli yorganlar da, değerli taşlar, altın ve gümüş tellerle bezenirdi. Bu değerli yorganlar, saraylarda, zenginlerin konak ve evlerinde kullanılırdı. Halk ise tahta kalıplarla kumaşa basılan motiflerin bulunduğu basma ya da yazma yüzlü yorganlar kullanırdı.
38
OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN
39
OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN
Osmanlı Döneminde İstanbul’da Yorgancılık Orta Asya Türk boylarında yorgan örtünmeye yaradığı gibi, yorgan yapım tekniği ile, yani iç ve dış parçaları arası yün, pamuk doldurularak dikilen kumaş elbiseler de giyiliyordu. Bu elbiselere bugün Orta Asya halklarında rastlıyoruz. Anadolu’da yaşayan Oğuz ve Türkmen boylarında da kullanıldıklarını görmekteyiz. Türklerde, özellikle Anadolu’da yerleşik düzene geçtikten sonra, yorgancılık sanatının geliştiğine tanık olmaktayız. Daha doğrusu bir zanaattan sanat çıkarmasını bildi yorgancılarımız. Bu gelişimi Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden kalan çeşitli belgelerden izleyebiliyoruz. Osmanlı döneminde, İstanbul’da yorgancılar, esnaf loncaları arasında “yorgancıyan esnafı” olarak yer almakta idi. R. Grafton, 1545 yılında, Londra’da yayınlanan Seyahatnamesi’nde Türk yorganlarını şöyle anlatmaktadır: “Yorganlar büyük, yün, üzeri kadife ve ipek kaplı. Çarşafları keten ve üzeri iğne işi ile işli. İş o kadar sık ki keten görünmüyor.”1 Osmanlı döneminde, ordu sefere çıkmadan önce, veya savaşlardan sonra kazanılan zaferleri kutlamak için ya da şehzadelerin sünnet düğünlerinde veya başka olaylar nedeniyle düzenlenen şenliklere esnaf da katılır ve “esnaf alayları” şeklinde resmi geçitler yapılırdı. Bu törenlerde esnaf alayları padişahın ve diğer devlet büyüklerinin önlerinde sanatlarını göstererek geçerlerdi. Geçen esnaf alayları içerisinde yorgancı ve hallaç esnafı da bulunurdu. Sultan III. Murad’ın şehzadesi Mehmed (III.)’in sünnet düğününde, İstanbul’da, At Meydanı’nda [Sultanahmet Meydanı] düzenlenen ve 52 gün 52 gece süren şenliklerde geçen esnaf alaylarında yorgancılar da vardı. Bu şenlikleri anlatan ve minyatürlerle tesbit ederek değerli bilgilerin zamanımıza kadar ulaşmasını sağlayan Surname-i Humayun adlı eserde, esnaf alaylarında geçenler sayılırken yorgancıların da yer aldığını okumaktayız. Minyatür şeklinde yapılmış resimlerini görmekteyiz.2 Bu şenliğe tanık olan yazarların anlattıklarına göre: “Yorgancılar, sırmalı elbiseler içinde yüz delikanlıyı sırmalı yataklara yatırmış ve üzerlerine sırmalı yorganlar örtmüş olarak geçmişler ve umumun dikkat ve alâkasını çekmişlerdi.”3 1582 şenliklerinin Alman tanığı Nicholas von Haunolth’un yazdığına göre, esnaf alaylarında geçen esnafların bayrakları vardı. Şilte, yorgan ve yastık yapanlar iki renkli altın simli kumaştan bir bayrak taşıyorlardı.4 40
* Dr. İç Hastalıkları Uzmanı - Halk Kültürü Araştırmacısı
1623 yılında, III. Ahmed’in, şehzadeleri için düzenlediği sünnet düğününde geçen esnaf alaylarında yorgancılar da vardı. Yorgancıların verdikleri hediyeleri Vehbi, Sûrnâme’sinde şöyle anlatmaktadır: “Bunların arkasından yorgancılar yürüdü. Araba üzerinde kurdukları dükkânlarını binlerce süs püsle öyle süslemişler, altın çözgü telli yorgan ve işleme ve bezemeyle kaplı kumaşlarla öyle bezemişler ki aşırı derecedeki süsünü nitelemek dilin haddi olmadığı gibi kalemin becerebileceği bir iş de değildir. Süs bakımından hepsine üstünlük sağladıkları gerçek, şenlik yönünden öteki meslek erbabını gölgede bıraktıkları muhakkaktı… Bunlar Sultan’ın bakışıyla şeref kazandılar ve beş yüz seksen dirhem ağırlığında bir gümüş leğen ibrik, iki yüz on beş dirhem gümüş tepsi, yüz elli beş dirhem bir kapaklı gümüş tas, firengi atlas ve bürümcük üzerine işleme ‘dört adet çok kıymetli yorganı’ düğün hediyeleri olmak üzere görevli bulunanlara teslim ettiler ve Sultan’ın şölen sofrasında karınlarını doyurup ağırlandılar.”5 Hallaçlar ve yorgancılar, esnaf alaylarında genellikle ayrı ayrı geçmekte idiler.6 Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nde yazdığına göre, IV. Murad’ın emriyle, 1637 yılında, Bağdat seferi’ne çıkılmadan önce düzenlenen esnaf alaylarında geçenler arasında hallaçlar ve yorgancılar da vardı. Evliya Çelebi, hallaçların, tahtırevanlar üzerinde, o günün dilinde “penbe” olarak adlandırılan pamukları atarak geçtiklerini anlatmıştır.7 Evliya Çelebi, hallaçları anlattıktan sonra sözü yorgancılara getirir: “Esnaf-ı Yorkancıyan: Dükkân 105, neferat 400, pirleri Kâmil-i Hindî’dir. Enes ibn Mâlik belin bağladı. Hazret-i Osman’da olan Hazret’in kerimeleri Rukıyye ve Ümmü Külsûm ve Hazret-i Ali’de olan bint-i Resûl Fatımatü’z-Zehrâ’nın cihazlarına hıdmet etmiş Kâmil-i Hindî’dir kim yorkancıların piridir. Kabri Yemen diyarında şehr-i Cüble’de yatır. Bu şehir hali Mekke’ye karibdir. Bu yorgancılar dahı tahtırevanlar üzre dükkânların atlas ve dibâ ve sereng ve hârâ yorkanlar ile zeyn edüp cümlesi müsellah ubûr ederler.”8 Eski Osmanlı belgelerinden 1640 Tarihli Narh Defteri’nde, yorgancıların kullandıkları ham ve atılmış pamukların, yorgan yüzü olarak kullanılan bez ve kumaşların özellikleri, yorgan yapımında kullanılacak pamuk miktarı, boyuna, astarına, kalitesine göre yorgan fiyatları belirtilmiştir.9 Osmanlılarda yorgan yüzleri, genellikle, kadife, atlas, ipek ve ketenden yapılır ve üzerlerine çeşitli motifler işlenirdi. Bazı değerli yorganlar da, değerli taşlar, altın ve gümüş tel-
OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN
lerle bezenirdi. Bu değerli yorganlar, saraylarda, zenginlerin konak ve evlerinde kullanılırdı. Halk ise tahta kalıplarla kumaşa basılan motiflerin bulunduğu basma ya da yazma yüzlü yorganlar kullanırdı. Bu kumaşları hazırlayan meslek sahipleri “basmacılar” ve “yazmacılar” gibi ayrı meslek dallarını oluştururlardı. En iyi basma ve yazma yorgan-yastık yüzleri, İstanbul’da, Kandilli ve Üsküdar’da yapılırdı. Tokat, Kastamonu ve Bartın’da da yorgan yüzleri üretiliyordu.10 Abdülaziz Bey, Osmanlıların âdet, merasim ve tabirlerini anlattığı eserinde, İstanbul’da kullanılan yorganlar hakkında bilgi vermektedir. Onun anlattıklarına göre, Osmanlılarda, İstanbul’da oturan zengin ve kibar kişiler değerli yorganlar kullanırdı. Halkın kullandığı yorganlar ise kumaş olarak hemen hemen her şeyden yapılırdı. Yorganlar daha çok yazmadan olurdu. En tanınmışı “Kandilli Yazması” idi.
1720 yılında düzenlenen Sultan III. Ahmed’in şehzadeleri sünnet şenliği, yorgancılar esnaf alayı geçidinde.
41
18. yy’da tasvir edilmiş sünnet yatağı.
OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN
Ayrıca Üsküdar, Samatya, Kadıköy ve Rumelihisarı yazmaları da vardı. Yazma yorganların bir kısmı el yazması olarak fırça ve kalemle basit tezgâhlarda yapılırdı. Bir kısmı da fabrikalarda basmalar gibi üretilirdi. Sarı ve siyah dallar basılı “Kıbrıs Basmaları” da o zamanlar kullanılan basmalardandı.
D’Ohsson’a göre, Osmanlı İmparatorluğu’nda hanedan mensuplarının yani padişahın, şehzadelerin, sultanların ve haremdeki diğer kadınların sabit ve süslü yatakları vardı. Haremde bir kadın hamile kaldığı zaman onun odasındaki tüm eşya ile yatak ve yorganlar da yenilenirdi.12
Kıymetli yorganlar, düz şal ve telli ipekten yapılırdı. “Sevai” denilen ipekliden ve “ kutni” denilen değerli bir kumaştan yapılanları da vardı. Bazen de yorganlar, “diba”, “serenk” ve “buhara” denilen eski tür ipeklilerden yapılırdı. İstanbul’da, değerli yorganların yapılışında, atlas üzerine kasnakta canfes veya suzeni, lahuraki veya buharalı üzerine gergefte, elvan ipekle çiçekli dallar işlenirdi. Bu motifler arasına sırma veya pul konurdu. İşleme yorganların nakışlarına, “sarma”, “tırtıl”, “yatırma”, “atkı”, “hesap”, “kanaviçe” gibi adlar verilirdi. Bazı yorganlar som sırma ipekle işlenmiş “ abani” denilen sarı işlemeli yorganlardı ki bunlara “darphane işi” denirdi. Bu yorganların bazıları, işlemelerinde elvan ipek, sırma tırtıl ve altın pul kullanılan çok süslü ve değerli yorganlardı.
Osmanlı dönemi saray yastıklarının yüzleri genellikle ipek olurdu. Kenarları gümüş ya da altın kaplamalı gümüş tellerle çevrilirdi. Bu alanda 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar en güzel örnekler verilmiştir.
Eski İstanbul’da bazı yorganlar düz kumaştan yapılırdı. Bu yorganların yüzleri ya pamukla beraber dikilir ya da yorgan yüzü üzerine kaplanırdı. Halkın kullandığı yorganlar adi basmalardan yapıldığı gibi bazen da ayrı ayrı basma parçaları bir araya getirilir ve dikilir, çok parçalı yorganlar üretilirdi. İstanbul’da, Galata’da dokunan kalın bir basma bu işlerde kullanılırdı. Yazın kullanılan yorganlar düz beyaz ketenlerdendi. Çivitle boyanan kumaşlardan da yorgan yapılırdı. Bu yorganlara “çivit yorgan” denirdi. Ucuz oldukları için halk arasında rağbet görürlerdi. 11 Osmanlıların 18. yüzyıldaki örf ve adetlerini anlatan M. de M. D’ Ohsson, o zamanlar Müslümanların karyola ve süslü yataklar kullanmadıklarını yazar. Karyola yerine yatakların sofalara veya yerden biraz yüksek olan peykelere serildiğinden söz eder. Yataklar, yorganlar ve yastıklar gündüzleri toplanır ve odalardaki büyük dolaplara konurdu. Bu dolaplar, bugün de evlerimizde bulunan ve “yüklük” adı verilen bölmelerdir. Şilteler yün veya pamukla doldurulmuştur. Yorganlar da ucuz veya pahalı kumaşlardan yapılır ve içleri ince olarak pamukla doldurulur. Üzerlerine yorgan çarşafı kaplanır. Evde hasta varsa hastanın yatağı sofaya serilir ve gündüz kaldırılmaz. Değerli kumaşlardan hazırlanan lohusa yatakları da doğumdan bir hafta önce serilir ve doğumdan sonra 40 gün serili kalır. Lohusanın kırkı çıktıktan sonra toplanır.
Osmanlı döneminden kalan değerli yastıklar incelendiğinde, çok büyük bir işçilik ve sanat örneği oldukları anlaşılır. Örneğin, günümüzde, Münih’te, Bernheimer Koleksiyonu’nda bulunan bir ipek yastık, 17. yüzyılda, Bursa’da yapılmıştır. Yastığın üzerine işlenmiş çeşitli çiçek motiflerinin yanı sıra, yazılar da vardır. Yazılar yastık üzerine işlenmiş olan eşit büyüklükteki kutulara yazılmıştır. 1731 yılında, Abdi Paşa tarafından İsveç Kralı’na armağan edilen bir yastık da kumaşı ve işlenişi açısından değerli bir sanat eseri olarak günümüze kadar gelmiştir. Bu yastık, ipek, pamuklu ve ipek brokat kumaşlardan yapılmış, üzerine çiçek figürleri işlenmiş ve bu figürler gümüş tellerle çevrelenmiştir. Yastıklar genellikle dikdörtgen şeklinde olur. Kare şeklinde olanları da vardır. 13
Günümüzde İstanbul’da Yorgancılık Gelişen teknoloji ile seri olarak üretilen yatak, yorgan ve yastıklar yavaş yavaş geleneksel elişi yatak, yorgan ve yastıkların yerini alıyor. Bu nedenle son yıllarda geleneksel yorgancılık sanatı gerilemeye başladı. Eskiden büyük kentlerin ana caddelerini süsleyen “Diken İğne”, “Altın İğne” tabelalı yorgancılar artık ara sokaklara kaymış ve sayıları azalmış durumda. Elişi olarak yapılan yatak, yorgan ve yastıkların daha pahalıya mal olması da bu durumun ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Günümüzde azalmakla beraber, gelinlerin çeyizlerine kadife, ipek ve saten kumaşlardan yapılmış yorganlar konması geleneği sürmektedir. Bu yorganların motifleri özenle seçilmekte ve işlenmektedir. Halk arasında lohusa ve sünnet yorganları bazı geleneklere uygun olarak halen kullanılmaktadır. Yorganlar, tek kişilik, çift kişilik yorganlar olarak hazırlanır. Beşik çocukları için “beşik yorganları”, daha büyük çocuklar için de “çocuk yorganları” yapılmaktadır. Yorganlar büyüklüğüne göre 3-4 kg. pamuk, 4-5 m. kumaş ve 4-5 m. astardan oluşur.
43
OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN
Yorgancılık sanatının en önemli çalışmalarından birisi yorgan yüzlerine yapılan motiflerin seçilmesi, tebeşirle kumaş üzerine çizilmesi ve motifler boyunca iğne ile dikilerek şekillerin ortaya çıkarılmasıdır. Bu motifler eskiden her yorgancı ustasının kendi becerisine göre bulup çıkardığı motiflerdi ve ustanın sanat gücünü, kendisine özgü buluşunu yansıtırdı. Son zamanlarda ise yorgan desinatörleri tarafından hazırlanan motif çizimleri kullanılmaktadır. Yorgan motifleri, yorgancılık sanatının tarihsel gelişimini gösteren eski motifler yanında, bölgelere göre değişen motifler olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin: “gül”, “güneş”, “karanfil”, “yıldızlı beş lale”, “yonca”, “zırhlı baklava”, “Sultan Selim
ve Hallaç Esnafı Sanatkârları Odası” kuruldu. Daha doğrusu, dernek sanatkârlar odasına dönüştü. Odanın 1993 yılında, İstanbul’da, 961 kayıtlı üyesi bulunuyordu. İstanbul Yorgancı ve Hallaç Esnafı Sanatkârları Odası’nın ilk başkanı yorgancı ustası Celalettin Akyüz’dür.
Yorgancı Celalettin Akyüz (M. Duman Arşivi - 1978)
İstanbul Yorgancılar Odası Nazım İnce (Dr. M. Duman Arişi 2011)
lale”, “batırmalı mekik”, “çerçeve”, “fırıldak”, “tavus kuşu”, “bülbül”, “dallı yonca”, “papatya”, “dörtlü S parke”, “menekşe”, “batırmalı çift kare” ve daha bir çok motif. Bazı motifler de geometrik şekillerden alınmadır. Günümüzde de özellikle çeyiz olarak dikilen yorganların yüzüne gelin-güvey adları işlenmektedir.
İstanbul’da, yorgancı esnafı sanatkârları derneklerine ve odasına uzun yıllar başkanlık yapan Celalettin Akyüz, 1959 yılında, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Eisenhower’e, üzerine Eisenhower’in portresi işlenmiş bir yorgan hediye etti. Yorganı Eisenhower adına Başkonsolos Robert G. Milner aldı ve Akyüz’e 3.8.1960 tarihli bir teşekkür mektubu verdi. Celalettin Akyüz , 1973 yılında da Almanya Başbakanı Willy Brand’a, üzerine Brand’ın portresi işlenmiş bir yorgan hediye etmiştir. Akyüz’ün yorgan yüzüne işlediği Atatürk portresi günümüzde, Kapalıçarşı’daki Yorgancılar Odası merkezinde, duvarda asılıdır. 14
Yorgancıların İstanbul’da Mesleki Örgütlenmeleri Yorgancılar, İstanbul’da, 20. yüzyılın başlarında “Çarşıyı Kebir Döşemeci ve Yorgancı Esnafı Cemiyeti” adı altında örgütlenmişlerdi. Daha sonra bu meslek örgütü “Dersaadet Yorgancılar Cemiyeti” adını aldı. Bu örgüt Cumhuriyet döneminde “İstanbul Yorgancı Hallaç ve Döşemeciler Derneği” adı altında yeniden yapılandı.
44
1956 yılında, “İstanbul Yorgancı ve Hallaç Esnafı Sanatkârları Derneği” kuruldu. Kurucusu Üsküplü Hüdai Bukağılı’dır. İstanbul yorgancıları, 1993 yılına kadar bu dernek içerisinde örgütlendiler. 1993 yılında, yasa gereği “İstanbul Yorgancı
İstanbul yorgancıları mesleki örgütlerinin yanı sıra “Güzel İstanbul Yorgancı ve Hallaç Küçük Sanat Kooperatifi” adıyla bir kooperatif kurdular. Bu kooperatifin çalışmaları çerçevesinde yurt dışındaki çeşitli sergilere katıldılar. Ödüller aldılar.
Eskiden esnaflar Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında yapılan resmi geçitlerde yer alırlardı. Örneğin, İstanbul’da, 1933 yılında, Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Şenlikleri’nde ve 1970 yılında, Cumhuriyet Bayramı’nda yapılan resmi geçitlerde yorgancı esnafı da yer almıştır. İstanbul’da, 1994 yılında düzenlenen “Kanuni Sultan Süleyman Sergisi” için hazırlanan yorgan koleksiyonu İstanbul’da,
OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE İSTANBUL’DA YORGANCILIK / Dr. Mustafa DUMAN
Dedeman Oteli’nde sergilenmiştir. Bu koleksiyondaki yorganlar çok beğenilmiş ve sergi bitiminde Altı Nokta Körler Vakfı yararına satışa sunulmuş, kısa bir sürede tümü satılmıştır. 15 2010 yılında, İstanbul Yorgancı ve Hallaç Esnafı Sanatkârları Odası başkanlığına seçilen Nazmi İnce oda başkanlığını İstanbul’daki yorgancıların duayeni Celalettin Akyüz’den devralmıştır. Nazmi İnce günümüzde de bu görevi sürdürmektedir. Onun verdiği bilgilere göre, İstanbul Yorgancı ve Hallaç Esnaf Sanatkârları Odası olarak örgütlenmiş olan yorgancılara 2012 yılında çeyizciler de katıldı. Artık yorgancılıkla birleşen hallaçlık mesleğini yürüten kalmadığı için odanın adı “İstanbul Yorgancılar ve Çeyizciler Odası” olarak değiştirildi. Odaya katılan çeyizci sayısı yirmi oldu. Odanın merkezi Kapalıçarşı’da, Yorgancılar Caddesi, Mektep Sokak 4 numaradadır. Odada daimi bir yorgan sergisi de bulunmaktadır. Oda başkanı Nazmi İnce’nin anlattığına göre, günümüzde, İstanbul’da 250 oda üyesinin mesleklerini sürdürdükleri 250 yorgancı dükkânı vardır. 1993 yılından bugüne İstanbul’un nüfusu neredeyse iki katına çıktığı halde odaya kayıtlı üye sayısı 250’ye düşmüştür. Bu rakamlar, geleneksel Türk yorgancılık sanatının son yirmi yılda ne kadar gerilediğini açıkça göstermektedir. Yorgancılığın giderek yok olan meslekler arasına katılmaması için hem devlet, hem de ilgili sivil toplum örgütleri vakit geçirmeden önlemler almalıdır.
DİPNOTLAR 1. Tülay Reyhanlı, İngiliz Gezginlerine Göre XVI. Yüzyılda İstanbul’da Hayat, (1582-1599), Ankara, Ağustos 1983, s. 87. 2. Metin And, Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları, Ankara, 1982, s. 234. 3. Hilmi Uran, Üçüncü Sultan Mehmet’in Sünnet Düğünü, İstanbul, 1941, s. 39. 4. Nicholas von Haunolth, Neuwe Cronica Türckisher Nation, Ed: Johannes Lewenklaw, Frankfurt am Main, 1590, s. 468-515’den naklen: Metin And, A.g.e. s. 259. 5. Vehbi, Sûrnâme, Sultan Ahmet’in Düğün Kitabı, (Hazl. Mertol Tulum), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, Kasım 2008, s. 284-285. 6. İstanbul’da hallaçlık konusu için bkz: Mustafa Duman, “Hallaçlık”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt:3, İstanbul, 1994, s. 531-532. 7. Mehmet Arslan, Türk Edebiyatında Manzum Surnâmeler (Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri), Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara, 1999, s. 442-444. 8. Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıll, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 1-6. Kitaplar I. (Hazl: Robert Dankoff Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Eylül 2011, s. 319. 9. “Yorgancılık Sanatı ve Yorgancılar”, www. EVSİAD com. 10. Ingrid Biniok, “Osmanische Stoffe und Kostüme”, Türkische Kunst und Kultur aus Osmanischer Zeit, Band:2, 2. erw. Auflage, Werlag Aurel Bougers, Reclinghausen, 1985, s. 240-256. 11. Abdülaziz Bey, Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri, (Yay. Hazl: Kazım Arısan-D.Arısan Günay), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2000, s. 199-200. 12. M. de M. D’Ohsson, (Çev: Zerhan Yüksel), 18. Yüzyıl Türkiye’sinde Örf ve Adetler, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, [1973], s. 113-115. 13. Ingrid Biniok, A.g.y. s. 254-255. 14. Geleneksel Türk yorgancılık sanatının bugünkü durumu ile ilgili bilgileri ve bazı görsel malzemeyi, İstanbul Yorgancı ve Hallac Esnafı Odası eski Başkanı Celalettin Akyüz, 10 Ocak 1994 tarihindeki görüşmemizde vermiştir. 1932 doğumlu olan Akyüz’ü, 26 Ağustos 2013 tarihinde kaybettik. Mekânı Cennet olsun. Geleneksel Türk yorgancılığı konusunda daha fazla bilgi ve görsel malzeme için bkz: Mustafa Duman, Geleneksel Türk Yorgancılık Sanatı, Heyamola Yayınları, İstanbul, Eylül 2007, 135 s. 15. Hürriyet, 11 Mayıs 1994, s. 2
45
KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU
46
KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU
KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR,
O DA SAHAFTAN GEÇER... Fulya İBANOĞLU*
“Sahaf” (Sahhaf şeklinde kullanımı esas olanıdır. Ancak söyleyişteki ağırlık sebebiyle zaman içinde sahafa dönüşmüştür), Arapça anlamı itibarıyla sayfa alıp satan demek. Matbaanın İslam coğrafyasına girişine kadar, müstensihlerin sayfalara, kâğıtlara elle yazarak çoğalttıkları kitapları sattıkları için kendilerine “varrakûn” denilen bu esnaf grubu, kitapla ilgili pek çok malzemenin ticaretinden yazımına kadar pek çok süreci yürütmekle birlikte bugün gündelik hayatta kitap alıp satan kimse için kullandığımız “kitapçı” tabirine karşılık gelmekte. Osmanlı’da ise bu mesleği icra edenler için “varrak” yerine çoğunlukla “sahhaf” denilmiş.
47
KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU
48
KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU
İnsanla Kitab’ın yolculuğu birlikte başlıyor. Âdem, yeryüzünde nefes almaya başladığı andan itibaren Kitab’ın da muhatabı. Yol, insanoğlunun kaderini Kitab’a rabtetmiş sanki. Öyle bir yolculuk ki, yolda olabilmek, iki refikin birbiriyle kurduğu ünsiyete, muhabbete bağlı. Ne kadar uzaktaysa insan Kitab’tan, o kadar yalnız ve mutsuz. Zira yol arkadaşına rağmen bir yolculuk düşünülemiyor.
Kâğıtla sahafların yakınlığı böyle başlamıştır denilebilir ve bu nedenden olsa gerek yüzyıllardır devam eden gelenekle tek başına bir kâğıt dahi sahaf için binlerce, milyonlarca sayfanın, kitabın habercisidir.
Sayfaların risalelere, kitaplara dönüşmesi esnasında İslam dünyasında kitapla ilgili sanatlar ve ilimlerle meşgul kimselerin saray, cami, medrese üçgeninde temayüz etmesi saBu inanç üzerine kurulu bir dünyanın müntesipleri olarak, hafların genellikle bu üç mekanın yakınlarında yer edinmekitap merkezli bir hayat inşa etmeye çalışmışız asırlardır. lerine sebep olmuş. Bağdat, Kahire, Şam, Kurtuba, İstanbul Kitab’ı yani yolu anlamak üzere gösgibi kurucu şehirlerde özellikle medreterilen her çabada, kalbe düşen her selerin çevresinde talebelere ve hocaanlam, harflere kâğıda dökülmüş, saylara kitap temin eden, ders takrirlerine falar sayfaları takip etmiş; varlığın dört, yönelik bazı metinleri çoğaltan sahafbeş, altı, belki yedi boyutu, kâinatın saların bir araya gelmeleri buralarda kiyısız rengi tasavvurumuzun, tahayyül tap eksenli çarşıları ortaya çıkarmıştır. gücümüzün meyveleri olarak sadırlarSadece kitap yazan, alıp satanlar değil, dan satırlara süzülmüştür. mürekkepçi, ciltçi, divitçi, kâğıt aharlayan, müzehhibler, hattatlar ne kadar Kitapla şekillenen bu dünya tasavvukalem erbabı varsa bu çarşılarda yerunda, kitabın kitap oluncaya kadar gerini almıştır. Böylece sahaflara gelençirdiği evreler ve sonrası pek çok ilime, ler hem sanatkârların sanatlarından sanata konu edilmiş; yazısı çizisi, cildi, istifade etmiş hem sohbet halkalarına tezyini bambaşka âlemlere açılan kakatılarak pek çok meseleyle ilgili göpılar haline gelmiştir. Sadırlardaki, sarüş alışverişinde bulunmuşlar, mevcut tırlarda hayat bulup iki kapak arasında kitapları tetkik ederek ilmî hayatlarını cem’ edilince de macera devam etmiş, daha da zenginleştirmişler. Mesela kitabı tedavüle sokan, muhafazasını Arap edebiyatının meşhur kalemlerinsağlayan, bir biçimde okuyucuyla buden El-Cahız’ın (ö.255/869) Basra’daki luşturan, alım satımını gerçekleştiren sahaf dükkanlarını kiralayıp buralardafarklı mesleklerden zanaatkârlar doğki kitapları tetkik ederek ilmî birikimini muştur. İslam beldelerinin hemen heptemin ettiği söylenmektedir. İslam düsinde mevcudiyeti söz konusu olan, şünce tarihinin mühim simalarından Şiir Mecmuası’nın lake cildi, İstanbul’da lale İbn Nedim’in (ö. 438/1047) de sahafOsmanlılarda 15. yüzyıldan beri kendiZamanı Kitabı s.71 larda yetiştiği rivayet edilmektedir. lerine “sahaf” denilen zanaat grubu işte bunlardan biri. Onlar kendilerine mahsus loncaları, ritüelleOsmanlı dönemine gelindiğinde, sahaflarla ilgili ilk resri, yasaları olan bir esnaf topluluğu. mi belge 16. yüzyılın başlarına, 1504 yılına tesadüf ediyor. “Sahaf” (Sahhaf şeklinde kullanımı esas olanıdır. Ancak söy- Medreselerin kuruluşu Bursa döneminde olmasına rağmen leyişteki ağırlık sebebiyle zaman içinde sahafa dönüşmüş- burada ve daha sonraki payitaht Edirne’de kitap satıcıları ve mekânlarıyla ilgili neredeyse kayıtlarda hiçbir şeye rastlantür), Arapça anlamı itibarıyla sayfa alıp satan demek. Matmamakta. İstanbul sahaflarıyla ilgili en eski kayıt ise 1519 baanın İslam coğrafyasına girişine kadar, müstensihlerin tarihli.1 Buna göre o tarihlerde Kapalıçarşı’da sahafların varsayfalara, kâğıtlara elle yazarak çoğalttıkları kitapları satlığını tespit etmek mümkün. İlk dönemler değilse bile daha tıkları için kendilerine “varrakûn” denilen bu esnaf grubu, sonraki senelerde çarşının kitapla dolup taştığı, pek çok sakitapla ilgili pek çok malzemenin ticaretinden yazımına haf dükkânının açıldığı belgelerden ve seyahatnamelerden kadar pek çok süreci yürütmekle birlikte bugün gündelik anlaşılmakta. Hatta Evliya Çelebi’nin verdiği rakama göre hayatta kitap alıp satan kimse için kullandığımız “kitapçı” 16. asrın sonlarında çarşıda 60 sahaf dükkânı var. Ancak tabirine karşılık gelmekte. Osmanlı’da ise bu mesleği icra arşiv belgeleri bu sayının 50 civarında olabileceğine işaret edenler için “varrak” yerine çoğunlukla “sahhaf” denilmiş. ediyor. *
Araştırmacı
49
KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU
Sahaflar Çarşısı
Sahaflar Çarşısı İbrahim Müteferrika büstü.
İstanbul sahafları 1894 depremine kadar çarşı içinde varlıklarını devam ettiriyorlar. Deprem sonrası Bayezid Camii civarında Hakkaklar Çarşısı olarak adlandırılan yerde kendilerine mekân tahsis edilmiş. Ancak bu arada Tunuslu Fesçiler Hakkaklardaki yerlerini bırakıp Bedesten’e yerleşince, Kapalıçarşı’nın tadilatından sonra sahaflardan bir kısmı eski yerlerine dönmüş bir kısmı da burada kalmayı tercih etmişler. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar Bedesten’de sahafların bir kısmı icra-yı faaliyet etmişler, inkılâpla birlikte çarşıdan çekilmeye başlamışlar, I. Dünya Harbi’nde ise sadece Hakkaklar Çarşısı’ndaki sahaflar kalmıştır.2
50
Matbaanın kullanımı sahaflığın çehresini oldukça değiştiriyor elbette. Yıllarca neredeyse tek nüsha bir yazma eserin etrafında dönüp duran arayışlar, bekleyişler yerini yüzlerce
matbu eserin Osmanlı coğrafyasında yaygınlaşmasına bırakıyor. Yeni okulların açılmasıyla kitaba duyulan ihtiyacın nispeten artması da sahaflığın seyrini epeyce etkiliyor. 18. asrın sonlarında çoğunluğu İstanbul’da olan sahaflar artık hem yazma eser bulundurmaya hem matbu kitap alıp satmaya başlıyorlar. Hatta kimi sahaflar kitap yayıncılığı da yaparak, kitapçı-yayıncı hüviyeti kazanıyorlar. Sahafların bu dönüşümüne rağmen hemen her kitabın ticaretini de yapmadıkları kaynaklarda zikredilmekte. Müteferrika baskılarını ve Mühendishane’de okutulan ders kitaplarını satarlarken, Kitap isimli kıymetli eserin yazarı Necip Âsım’ın aktardığına göre, mesela uzun bir zaman Ahmet Mithat’ın tiyatro, roman türü eserlerini bulundurmamayı tercih etmişler. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde ise artık çok sayıda dinî basma eser, tarih ve edebiyatla ilgili kitaplar, halk hikâyeleri sahaf tezgâhlarında yerlerini almıştır. 3 Bu arada bahsedilmesi gereken bir önemli husus da sahaflığın Müslümanlar tarafından icra edilir bir zanaatken, bir tür kitapçılık-yayıncılık halini aldıktan sonra özellikle İstanbul’un gayrimüslim nüfusunun çoğunluğunun ya-
KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU
51
Sahaflar Çarşısı
KİTAPTAN KİTAB’A YOL VARDIR, O DA SAHAFTAN GEÇER... / Fulya İBANOĞLU
şadığı Beyoğlu ve Galata’da yine gayrimüslimlerce açılan sahaf-kitapçılardır. Bunlar dinî kitaplar ve yazmalar bulundurmaktan çok ilmî eserler ve yabancı dillerde romanlar satmayı tercih etmişlerdir. İlginçtir, Osmanlı coğrafyasında savaşlar sürerken de özellikle İstanbul’daki sahafların bir kısmı hayatiyetlerini sürdürmeye çalışmışlar. Mesela Ali Emirî Efendi’nin Dîvan-ı Lügati’t Türk kitabının Sahaflar Çarşısı’nda bir tesadüfle bulup almasının tarihi 1917’dir. Yine meşhur Raif Yelkenci I. Dünya Savaşı’nda ayağından sakatlanıp İstanbul’a dönünce 1919’de çarşıdan bir dükkân almış vefat edinceye kadar da burada nice kitap muhibbine ev sahipliği yapmış.4
sahaflar ve kitaplarla daha sıkı bir ilişki kurulma gayreti gözlerden kaçmıyor. Özellikle Kadıköy, Beyoğlu ve Beyazıt civarında bir araya gelen sahaflar, sahiplerince bin bir güçlükle toplandığı halde mirasçıları tarafından çöplere, evlerin rutubetli bodrumlarına, okkaya terk edilen binlerce kitap, resmî-gayriresmî belge ya da fotoğrafı kitapseverlerle tekrar buluşturuyor.
Kâtip Çelebi’yi belki de Kâtip Çelebi yapan İslam coğrafyasındaki neredeyse bütün sahafları gezip oralardaki kitapları tetkik etmesine bağlı. Bugün için umulan, tekrar böylesine bir iştiyakın kitap muhipleri içinde dirilmesini temin edecek sahafların varlığıdır. Bu diriliş sahafSahaflar, Cumhuriyet’in ilanından sonra da Hakkaklığın ve sahafın düşünce tarihimizde lar Çarşısı’ndaki yerlerinde 1950’deki yangına kadar neye tekabül ettiğinin/edebileceğikitaba hizmete devam etmişlerdir. Çarşı, geçirdiği nin hem sahaf hem sahaf müşterisi yangında çok ciddi zarar görmüş; asırların biritarafından fark edilmesiyle olacaktır. kimi yazmalar, belgeler, resimler bu yangınSahaf sadece kitap alıp satan bir la bir toz bulutuna karışmış. Çarşı 1952’de tüccar değildir. Zira Osmanlı devtadilat geçirmiş, 1981’de İstanbul Beledirinde neredeyse ulema sınıfından yesi tarafından bugünkü haliyle tanzim biri gibi kendisine itibar edilir, çoedilmiş. Ancak 17.-18. asırlardaki gibi ğunlukla müderris, kadı, hoca sınıyazma eser satışının yoğunluğu artık fından çıktığı görülürdü. Bugün için gerilerde kalmış, çoğunlukla matbu ise sahafın pek çok ilim ve sanattan eserlerin alım satımı çarşıyı başka tür haberdar, belki bunlardan birkaçınbir ıssızlığa sevk etmiştir. Müteferrika Baskısı Târîh- i Râşid da behresi olan, Türkçe’nin zenginSavaşların, depremlerin, yangınların vurduğu İstanbul’da liklerine hâkim, Arapça ve Farsça bilen, Osmanlı coğrafyayazmalar gittikçe azalırken, tekke ve zaviyelerin 1925’te sında konuşulan yazılan diğer dillere aşina, kitabı tanıyan, kapatılmasıyla buralardaki yazmaların yurda dağılması sa- ona değer biçebilen, ilgilisini doğru kitaba yönlendirebilen haflığın serencamında bambaşka bir tesir icra etmiş. Fuad kimseler olması arzu edilmekte. Nadir bir eser gördüğünde Köprülü tarafından Anadolu karış karış aratılarak bu eserle- onu tanıyabilen, kitaba ev sahipliği yapmayı dünya üzerinrin pek çoğu Ankara’ya toplatılmış, tasnif edilip kütüphane- deki esas gayesi gören, ihtiyaç sahibine karşılığını hiç dülere konulmuşsa da pek çoğu tekrar keşfedilmek üzere kim şünmeden ulaştırmayı kendisine bir borç bilecek sahafların bilir hangi zamanı beklemiştir. 1950’lerin sonlarına doğru varlığı bu umudu pekiştirmekte. bu yazmalar kitapseverlerin ve tabii Batılı aydınların gündemine yeniden girmiş. Bir kısmı güzel tesadüflerle İstanbul sahaflarında yeniden gün yüzüne çıkınca sahaflığın hare- DİPNOTLAR 1 İsmail Erünsal, Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar , İstanbul 2013, ketlenmesine de neden olmuş. Ayrıca saray erkânına, ilmiye Timaş Yay., s. 69. veya kalemiyeden kimselere ait bazı kitapların çeşitli vesile2 Ömer Faruk Yılmaz, Tarih Boyunca Sahhaflık ve İstanbul Sahhaflar lerle el değiştirmesi, sonra da bu insanların vefatıyla başkaÇarşısı, İstanbul 2005, İstanbul Sahhaflar Derneği, s. 31. larına satılan kütüphanelerinin sahaflar aracılığıyla ilim dün3 Erünsal, Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar, s. 83, 87. yasına tekrar kazandırılması piyasayı canlandırmıştır. Ancak bu da çok uzun sürmemiş 80’lere gelindiğinde Çarşı’da artık 4 Ahmet Güner Sayar, Sahhaf Raif Yelkenci, İstanbul 2012, Kubbealtı, s. 49. kıymetli eser bulmak güç hal almıştır.5 5
52
Aslında kitapla bu kadar hemhal olmuş bir medeniyet için “ıssızlığın” ya da “geri dönüşü olmayan kaybedişlerin” söz konusu edilmesi doğru değil. Nitekim son on yıllar içinde
Yılmaz, Tarih Boyunca Sahhaflık ve İstanbul Sahhaflar Çarşısı, s. 119.
MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL
54
. MÜCELLID . RAFET GÜNGÖR ILE . CILT SANATI . ÜZERINE MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL
Söyleşen: Esra ERKAL*
Vefa’da kitaba dost, vefalı bir yaren, cilt ustası Rafet Güngör’le cilt sanatı üzerine sohbet ettik. Rafet Güngör bir mücellid, eski eserlerin patolojik restorasyonu ve bakımı konusunda 40 yılı aşkındır emek harcıyor. Cilt kenarlarında kullanılan ebru yapımından, hat sanatına kadar ciltçiliğin dokunduğu sanatlarla da uğraşmış. Son devrin büyük hat üstadlarından Hattat Hamid Aytaç’tan ders almış. Bir eserin hattının hangi döneme ait olduğunu anlamak için Aklam-ı Sitte’yi bilmek gerektiğini düşünüyor Rafet Usta. Vefa’daki cilt atölyesi duvarlarını geleneksel sanatlarımızın ustalarından örnekler süslüyor. Süleymaniye Cilt Evi’nde saatler öyle hızlı aktı ki… Kitabın muhtevasının cildine nasıl yansıdığını, yıllarını bu sanata vermiş, patolojik kitap incelemesi yapan, yüzlerce eserin restorasyonunu yapmış bir Usta’dan dinledik.
55
MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL
Rafet Güngör, Dünya tarihinin en büyük cilt eserini ortaya çıkarmasıyla gündeme geldi. Afganistan’da yazılan 2,5 metre boyundaki Dünya’nın en büyük Kur’an-ı Kerim’inin ciltlemesini yapan Rafet Usta, Kültür Bakanlığı kanalıyla kendisine ulaşan Afganistan’ın Nadirhan sülalesinden Hacı Seyyid Mansur El Nadiri’nin bu özel teklifini Kur’an hizmeti olduğu için kabul etmiş. Afganistan’ın Herat Bölgesi’ne İstanbul’dan cilt gitmesi, cildin menşeine cilt yapılması Rafet Güngör’ü heyecanlandırıyor. “Mesleğimin zekâtı” dediği bu proje Türkiye’deki cilt ustalığının geldiği noktayı da bize gösteriyor. Rafet Usta 2,5 metre uzunluğunda, 1,5 metre genişliğindeki dev cildin şemse, salbek, köşebent, göbek, zencerek, köşebent tasarım ve uygulamasını, bölgede yazma eser ciltleri üzerine yaptığı detaylı araştırmalar sonucunda hayata geçirdi ve Türk sanat tarihine önemli bir not olarak düştü. Bizler de cilt sanatının dününü ve bugününü bu kıymetli ustadan öğrenmek istedik.
Cilt sanatına yıllarınızı vermiş birisiniz. Bu sanata nasıl başladınız? Çanakkale Bigalı’yım. 1969 senesinde Süleymaniye Kütüphanesi’ne memur olarak girdim. Süleymaniye Kütüphanesi’nin Hafız-ı Kütüp müdürlerinden Halit Dener Bey, ben de böyle bir şeyler görmüş olacak ki beni İslam Seçen Bey’in yanına, yani cilt ve patoloji servisine verdi. Bu serviste 20 bayan 4 erkek çalışıyorduk. Güzel çalışmalar yaptık orada.
Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki görevi sırasında cilt sanatında gelmiş olduğu noktaya dair Rafet Güngör’e verilen bonservis (1981).
O dönemde Türkiye’de ciltçilik nasıldı? Kültür Bakanımız Rıfkı Danışman’dı. Müsteşarımız Osman Saraç Bey’di. Allah rahmet eylesin çok duyarlı bir insandı. Hatta Türkiye’de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay Bey’i hacca götüren Osman Saraç Bey’dir. Bu vesileyle kültür işlerimiz derinleşti. Arap ülkeleriyle bir yakınlık başladı o dönemlerde. Oradan ciltçiler buraya geliyor, buradan oraya gidiyordu. Mesela Filistin, Gazze’deki Halidiye Kütüphanesi’nin hem müdürü hem memurları bize geldiler üç ay süreyle bizden cilt kursu aldılar. Bir alışveriş, bir kültür mübade56
* Yazar
lesi vardı yani. Hatta bazı arkadaşlarımız da İtalya’ya gidiyorlardı, İtalya Venedik’te kitap hastanesi var, yani güzel bir çalışma ortamı vardı. Çünkü gerçekten bu işe şiddetle ihtiyaç var idi. Halen de var. Ama üzülerek söyleyeyim şu anda bahsettiğim ne enstitü kaldı, ne cilt servisi kaldı, ne patoloji servisi kaldı. Bunun bir gün bir yerden patlak vereceğini düşünüyorum. Çünkü biz bir payitahtın üzerine oturan bir milletiz, bir devletiz. Padişahlarımızın içinde 6 tanesi kütüphane sahibi biliyorsunuz. Süleymaniye, Sultan Süleyman’ın Kütüphanesi, Sultanahmet Kütüphanesi, Abdülhamid Han’ın Yıldız Kütüphanesi, II. Mahmud’unki keza öyle hangini sayayım. Sultanlardan başka veziriazamların da kütüphaneleri var; mesela Köprülü, Atıf Efendi, Ragıp Paşa... O zaman İstanbul’un nüfusu 500 bin yani. Şimdiki gibi 15 milyon değil. Her kütüphaneye de bir mücellid atanmış. Bugün Bulgaristan’ın nüfusu 10 milyon hem Sofya’da hem de Filibe’de kitap hastanesi var. Bizim komşumuz Suriye’nin nüfusu nedir? 10 milyon nüfusu var. Burada da kitap hastanesi var. Maalesef günümüzde İstanbul’da bir kitap hastanesi yok. Kültür Bakanlığı’nın ve Unesco’nun davetlisi olarak 1989 senesinde Şam’a gittim. Cilt atölyesi Hafız Esat Kütüphanesi’nde kuruldu. Orada 10 bayan 10 erkek öğrenci yetiştirdim. Şu an hâlâ devam ediyor orası.
Cilt yapmaya başlamadan önce dikkat ettiğiniz belli başlı unsurlar neler?
Öncelikle kitabın orijinaline sadık kalarak restorasyonunu yapmak bizim derdimiz. Osmanlı döneminde yazılmış bir esere Selçuklu cildi yapamazsınız. İran Safavi cildi yerine Memlük cildini kullanamazsınız. Her dönemin kendine ait bir sitili var. Bunlara vakıf olmak gerekir. Osmanlıca’yı, Arapça’yı da bilmek gerekir. Çünkü bizim eserlerimiz bu dil üzerine yazılmış. Önce kitabın kaç yılında yapıldığına bakarsınız. Diyelim ki 1883. O dönemin sanatkârlarının bir kitap ekolü var bir sitili var biz buna uymak durumundayız. Bir eser Osmanlıca yazıldıysa biz buna o dönemin cildini yapmak mecburiyetindeyiz. Bunun acemiliği olmaz, şakası olmaz. Bir eser Memlük cildiyse tutup buna Selçuk cildi yapamayız biz.
MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL
Japon kağıdı kullanılarak restorasyonu yapılan el yazması eser.
57
MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL
O ciltlerdeki farklılıklar nereden kaynaklanıyor? Her ülkenin kendine has bir coğrafi şekli var, kültür farkları var. Birbirlerinden de etkilenmişler aynı zamanda tabii. Mesela Aksaray’daki Valide Sultan Camii’ne bakınız, bir de Süleymaniye’ye bakınız, Nuruosmaniye’ye bakınız. Birisi Barok birisi tam klasik Osmanlı Şark sanatlarını yansıtır. Ama Mısır’a gidin sitil farklıdır. İran’a gidin orası da farklıdır. Mesela İsfahan’daki, Tebriz’deki sanat eserleri de yabana atılır cinsten değil. Kütahya’ya, İznik’e gelen ustaların menşeine bakıyorsunuz o taraflara dayanıyor. Nasıl güneş doğudan doğup batıdan batıyorsa ilim de aynı böyle olmuş. Ebru mesela İran’dan gelmiş bir sanattır. Ama bu işin başlangıcı ne zaman derseniz, Mir İmad diye bir hattat var doğunun Picassosu. Mir Ali hakeza öyle. Bu zatların yazıları o dönemde taklit ediliyormuş. Ne yapalım da bu taklidin önüne geçelim demişler. Ebruyu icat etmişler. Bir Ebru yaptınız mı onun bir ikincisini yapmak aşağı yukarı mümkün değil yani. Velhasıl bizim sanatlarımızın detayını bilerek bu işin içine girmek lazım. Dünyada iki meslek vardır acemiliği
58
yoktur. Biri tıp, biri kitaptır. Misal verecek olursak; “halagasemavati vel ard” diye bir ayet var. Burada Arapça yazılan “halaga”’daki ha’nın üstünde bir nokta vardır. Arapça’da “yarattı” demektir. Kitabı tamir ederken, restorasyon yaparken bu noktayı kaldırırsanız, “halaga” (noktasız) “tıraş etti” manasına gelir. Neticede bir noktadır ve bu işler de bir nokta kadar hassastır. Bazı kitapların hiç kapağı olmuyor. Biz onlara yeni ama devrine göre kapak yapıyoruz. Ama asıl işimiz kitabın orijinaline sadık kalarak aslını muhafaza ederek restorasyonunu yapmak. Birinci işimiz bu. Kitabın kapağı hiç yoksa zamanla tahrip olmuş, şekli şemaili değişmişse o zaman ketebesine, yazıldığı hat şekline ve hangi lisanda yazıldığına bakıyoruz.
Tamiri mümkün olmayacak derecede yıpranmış bir yaprağın restorasyonunu nasıl yapıyorsunuz? Bunu soracağınızı biliyordum. Birkaç kitabı buraya çıkardım. Dünyada bu işte büyük çalışmalar var. İsterim ki bunlar bizim ülkemizde olsun. Japonlar bu işin üzerine eğilmişler
Kağıdın az olduğu dönemlerde, alimler sayfa kenarlarındaki boş kısımlara kitapla ilgili notlar düşermiş. Bu şekilde ayrı bir kıymet kazanan el yazma kitabı incelerken.
MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL
Japon kâğıdı denilen bir kâğıt icat etmişler. Aslında bir nevi kâğıt kaynağı yapıyoruz. Bu gördüğünüz eserin tamir olmadan önceki halini görseydiniz elinize alamazdınız. Onarıldı artık. Şimdi bu hayat kazandı. Bir eser kurtardık yani. Yenmiş, çürümüş yaprakları kâğıda yedirerek kurtardınız yani? Patoloji servisi diye boşuna denmemiş yani kitapların hayatını kurtarıyorsunuz. Evet, bu sebeple tıbbi terim kullanılmış olabilir. Bu kâğıdın da kendine has özellikleri var; sıfır rutubetli bir kâğıt ve ipek. İpek ve pamuktan imal ediliyor. Bunun için ömrü de çok uzun.
Burada bazı eski kitaplar görüyoruz ama hayret pek yıpranmadan nasıl böyle kalabilmiş? Kâğıt aharlama sistemi diye bir sistem vardır. Mesela tahtaya vernik sürdüğünüz zaman ne vazife yapıyorsa ahar yaptığınız zaman da kâğıt aynı duruma bürünür. Yani kâğıt mukavemet kazanır. Zaten hamuru, kumaş, pamuk ve ni-
El yazma kitap örneği
şastadır. Öz maddesi budur. Sonradan 1800’lerde kavak ağacı yani ahşap da giriyor işin içine. Son 20 -30 seneden beri de plastik girdi kâğıdın içine. Kuşe kâğıt dediğimiz kâğıtta plastik vardır, dayanaklı değildir. Aharlama sistemi bildiğimiz yumurta akıyla yapılır. Sarısı girmez bunun içine. Şap karıştırılır bir kere sürülür, kurutulur bir daha sürülür. Yani kâğıdın dokunuş şekline göre yapılır. Bazı kâğıt vardır ki aharlıdır ama çok incedir. Ona bir kat sürersiniz. Ama kâğıt kalınsa ona iki- üç defa sürersiniz. Hem yazıyı kavraması yönünden faydası vardır hem de ömrünün uzun olması yönünden faydası vardır. (Burada el yazma eski bir kitapta mürekkebe dokunmamızı istiyor.)Bakınız yazıya dokunun.
Tırtıklı gibi. Evet, bu nedir biliyor musunuz? Zırhtır. İnsanlar kitap yazma hususuna çok kafa yormuşlar. Hatta geçen akşam dinledim Süleymaniye Camii’ni anlattı bir hoca, eskiden camiler gaz lambasıyla aydınlatılırmış. Mimar Sinan onu öyle ayarlamış ki; bir balonu caminin içine bırakıyorsun o balon caminin bir yerine kadar çıkıyor fakat daha yukarı çıkmıyor. İs odasına doğru gidiyor. Gidip oraya yapışıp kalıyor. İşte is, is odasında birikiyor. Hattatlar biriken isi kazıyıp bir çömlek ya da bir kap içine koyuyorlar asmalardan elde edilen suyu da koyuyorlar. Hacca giden surre alaylarındaki develerin boynuna takıyorlar. Bir iki ay hayvanın boynunda takılı kalıyor. Yani bir nevi tereyağı çıkıyor. Böylece, yazma eserlerde kullanılacak mürekkep üretiliyor. Manevi bir tarafı da var, Kabe’ye gitmiş oluyor, hacı mürekkebi olmuş oluyor. Bunu da genelde Kur’an yazmalarında kullanıyorlar. Kitaplarda kullanıldığı da oluyor tabii. Hatta derler ki bayramlarda hattatların birbirlerini ziyaretlerinde en güzel hediye hacı mürekkebidir. Yani binlerce senedir kitaplarla
Hayvan figürlü Barok tarzı cilt örneği.
uğraşılmış, bir emek verilmiş, bir sistem oluşturulmuş, süzülmüş bizim önümüze kadar gelmiş. Bir kişi fikir üretiyor ortaya çıkarıyor, bir kişi yazıyor, bir kişi kâğıdını aharlıyor, bir kişi mürekkebini ayarlıyor diğer bir kişi cildini yapıyor, diğer bir kişi tezhibini yapıyor. Bir kitap böyle kolay elde edilmiyor. Hattatlar, müzehhipler, mücellidler hepsi bir zincirin halkasıdır. Zarf mazrufsuz, mazruf da zarfsız olmaz.
Restorasyonunu yaptığınız eski eserlerden birine örnek verir misiniz? Ben Suriye’de çalıştığım zaman Unesco’nun üzerinde titizlikle durduğu dünyada bazı eserler vardı. Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan el Kanun fi’t-Tıb gibi eserlerdir
59
MÜCELLİD RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL
Rafet Güngör bizim için cilt süslemelerinde kullanılan mevcut kalıplarından örnek baskılar hazırladı. Kücük resimde; ebrulu mikleb örneği,
bunlar. Tarihi Demescos diye bir eser var Suriye’de. Şam tarihini anlatıyor. Bu esere 430 yılında başlanmış 470’de bitirilmiş. Dünyanın en eski yazma nüshası. Hicri tarihle söylüyorum. Bu eserin restorasyonunu biz yaptık ve bu eser şu anda ilim adamlarının kaynak olarak gösterdiği tek eser.
Klasik bir cildin belli başlı bölümleri nelerdir? Ciltlerdeki motifler farklılık arz ediyor, dönemine göre mi değişiyor? Nasıl bakmalıyız? Şemse, köşebend, salbek, ön kapak, zencirek, şiraze, sırt ve tığ gibi bölümlerdir.
60
Motifleri de örneklerle göstermek istiyorum. Bakınız bu Hatayi bir motif. İlk Hatayi cilt Doğu Türkistan’da yapılmaya başlanıyor. Orada şehrin ismi Hatay’dır. Bu sebeple Hatayi motif denir. Çiçeklerin stilize ediliş şekline denir Hatayi motif. Çeşitli motifler vardır. Mesela Rumi motif, İran’da hayvan figürlerinin işlendiği ciltler var çeşit çeşit. Hat sanatıyla ilgili yazılar var, bunların numunelerini de göstermek istiyorum size. Kalıpları var bunların. Hanefi mezhebinde hayvan figürleri kullanılması caiz görülmemiş ulema tarafından. Bizde bu yüzden bunu kullanmamışlar. Ama İran’da kullanılmış. Bizde Kur’an yapılıyorsa Kur’an’dan ayetler koymuşlar. Eğer kitap; tefsir, hadis gibi konulardaysa buna da ayet ya da hadis kullanmış. Çeşitli cilt ya da şekilleri var. İlk defa kâğıdın Doğu Türkistan’da Mani dinine mensup Türkler tarafından yapıldığını bugün ilim adamları da kabul
ediyorlar. Orada başlamış. İlk yapılan ciltlerde iki tahta arasında sırtı bağlanarak yapılmış. Bu şekilde muhafaza ediliyormuş. Kitap çoğaldıkça, ihtiyaç arttıkça ciltçilik bir sanata bürünmüş. Tabii yüzyıllar içerisinde gerçekleşmiş. Bizde klasik tarzda kullanılan deri sahtiyan keçi derisidir. Kitabın mukavemetine göre deri kullanılır, tıraşlama yapılır. Kitabın kalınlığı çok önemlidir. Dikkat ederseniz bu küçük kitap olduğu için buna mikleb kullanmıyorum. Bakın biraz daha büyük bir kitap, buna mikleb kullandım. Mikleb kitabın muhafaza edilmesinde, yıpranmamasında çok önemlidir. Cilt yapılırken saman kâğıdıyla yapılan sıfır rutubetli mukavva kullanılır ki haşarat gelmesin. Haşaratın gelmemesi için de ayrı formüller vardır yani.
Kütüphane raflarındaki kitaplar yıllarca orada duruyor, bakım nasıl yapılıyor? Haşaratlar kurtçuklar larva dediğimiz yumurtaları bırakır kitaplara. Kışın kış uykusuna yatarlar yazın hepsi canlanır. Kütüphanelerin, kitapların periyodik bakımlarındaki temizlik aslında bunlar içindir de. Kitap ele alınır, açılıp bir sirkelenir. (Uygulamalı gösteriyor) Böyle yapıldığı zaman kitabın içindeki larvalar dökülür. Temiz bezlerle, yumuşak fırçalarla tozları alınır. Kitap elden geçmiş olur yani. Kapağı kopmuş, miklebi kopmuş kitaplar ciltlenmek üzere ayrılır.
Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
MÜCELLİT RAFET GÜNGÖR İLE CİLT SANATI ÜZERİNE/ Söyleşen: Esra ERKAL
61
ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA
ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN
MESLEK ERBABININ ILK PIRI VE SEYHLERIN SEYHI
AHI EVREN Prof. Dr. Ahmet KALA*
Ahi Evren’in tasavvuf felsefesinde, tasavvuf ile iktisadi üretim arasında yakın bir ilişki kurulmuştur. Sırf iktisadi üretimle meşguliyet, Allah’ı unutturabilir, ancak iktisadi üretim yapmadan da insan medeni ihtiyaçlarını karşılayamayacağından iktisadi üretimden de kaçınmak mümkün değildir. İşte Ahi tasavvuf felsefesi bu iki zarureti telif ederek yeni bir sentez oluşturmuştur.
62
ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA
63
ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA
Mevlana ile aynı dönemde Selçuklu Anadolu’sunda yaşayan Ahi Evren, önce Selçuklu ve İslam dünyasını sonra da dünyayı dönüştürecek Anadolu sanayi devrimini başlatmıştır. İslam tasavvufu ile birlikte meslek öğrenme ve iş kurma sistemi olan Ahi Teşkilatını kurmuş ve geliştirmiştir. Bu nedenle yüzyıllar boyunca Anadolu iş dünyasının, meslek erbabının daima hayırla andıkları ilk meslek piri/ şeyhidir. Ahilik yolunda meslekte şeyhlik makamına erişen şeyhlerin şeyhidir. Ahi Evren 1171 yılında Selçuklu Azerbeycan’ın Hoy şehrinde doğmuştur. Doksan yıla yakın ömrünün sonunda 1261 yılında Anadolu’yu işgal eden Moğollara karşı Ahi Teşkilatı şeyhi olarak savaşırken Kırşehir’de şehit düşmüştür. Kırşehir’de kendi kurduğu Ahi Evren Vakfı Dergâhı’nın haziresinde medfundur. Yüzyıllar boyunca olduğu gibi bugün de Anadolu iş ve meslek erbabı her yıl Ekim ayının ikinci haftasını Ahilik haftası olarak kutlamaya devam etmektedir.
Ahi Teşkilatı, Ahi Evren, Tasavvuf Felsefesi Ahî teşkilâtı, fütüvvet teşkilâtını model alarak Selçuklu Sultanı 1. Gıyasettin Keyhüsrev’in daveti üzere 1204 yılında Anadolu’ya gelen Ahî Evren tarafından Selçuklu Anadolu’sunda kurulmuştur. Ahî teşkilâtı kurulmadan önce de “Ahî” isimli Fütüvvet fikrini benimsemiş Türk Sufilerin Orta Asya’da, daha sonra da Anadolu’da mevcut olduklarını kaynaklar kaydetmektedirler. Hatta bu kişilerin liderliğinde küçük serbest fütüvvet birliklerine benzer birliklerin de önceleri var olduklarına dair kaynaklarda bazı ipuçları vardır. Ancak bu tür serbest birliklerinin ve “Ahî” isimli Türk sufilerin, yahut Türk kültür muhitinde aldıkları isimle “Ahî” isimli “derviş” veya “şeyh”lerin fütüvvet teşkilâtı modeline göre kurulmuş merkezi, bürokratik ve hiyerarşik bir teşkilât oluşturmaları Ahî Evren tarafından gerçekleştirilmiştir. Ahî Evren’in hayatı ve fikirlerini tahlil ederek Ahî teşkilâtının kuruluşu, gayesi, fütüvvet teşkilâtına benzerliği ve farklılıkları ana hatlarıyla ortaya konulabilir. Destani-Menkıbevi ismi Ahî Evren olan şeyh Nasır’üddin Mahmud bin Ahmet el-Hoyi, adına düzenlenen vakfiyesinde geçen ismi ise “pir-i piran şeyh Nasruddin Ahî Evren”dir. İsmine yapılan ekten de anlaşılabileceği gibi, Azerbeycan’ın Hoy şehrindendir. 566/1171-659/1261 yılları arasında yaşamıştır. 64
*
Ahî Evren, çocukluğunu ve ilk tahsil devresini Azarbeycan’da tamamlayıp gençlik dönenimde 1190-1202 yılları arasında Horosan ve Maveraünnehir’e gidip büyük üstadlardan dersler almıştır. Yirmiye yakın eser kaleme alan Ahi Evren’in eserlerinden devrinin önemli ilimlerini tahsil ettiği anlaşılmaktadır. Özellikle tefsir, hadis, kelam, fıkıh, tasavvuf gibi ilimlerle birlikte tıb ve felsefe sahasında da eserler vermiş, İbn-i Sina, Suhreverdi, el-Maktul ve Razi’nin eserlerini çok iyi okuyup incelemiş, İhvanü’s-safa Risaleleri’nden geniş ölçüde eserlerinde yararlanmış, Selçuklu ricalinin talebi üzere, İbn-i Sina gibi bazı alimlerin eserlerini Farsçaya da çevirmiştir. Bu çokdisiplinli alanlarda verdiği eserlerinden de anlaşıldığı gibi Ahi Evren 1190-1202 yılları arasında aldığı medrese eğitiminde, dini bilimlerin yanında, felsefe ve tıb eğitimi de almıştır. Tasavvuf eğitimini pekiştirmek için sufiliğe başlayıp derviş olmuş, Ahmet Yesevi’nin sufiliğe kabul şartı gereği tasavvufi terbiye alabilmek için de dericilik mesleğini öğrenerek ustalık derecesine yükselmiştir. Bu tahsil döneminin sonunda önemli idarecilerin yardımcılığını yaptığı da anlaşılmaktadır. Konevi’ye yazdığı bir mektubunda belirttiği gibi 596/1199 yılında Büyük Selçuklu Devleti’nin önemli şehirlerinden Herat’da “Kazi’l-Kuzat” Fahrüddin Razi’nin hizmetinde bulunup, böylece fıkıh bilgisini arttırdığı gibi, devlet idaresi ve idare hukuku alanlarında tecrübeler edinmişti. Tasavvufî terbiyeyi Horasan’da ve Türkistan bölgesinde ilk Türk mutasavvıflarından olan Ahmet Yesevi’nin (ölm.562/1166), talebelerinden aldı. Tasavvuf terbiyesini almak için başvurduğu Ahmet Yesevi dervişlerinin tekke/ zaviyelerinde müritliğe kabul edilmek için meslek sahibi olma kaidesi gereği debbağlık mesleğine girdi. Tasavvufmeslek ilişkisi burada dikkatini çekmiş ve benimsemiştir. Daha sonra kurduğu Ahi Teşkilatı’na giriş kaideleri arasında yer alan, Ahiliğe girip İslam tasavvufunu öğrenebilmek için aynı zamanda meslek sahibi olmak kaidesini Ahmet Yesevi’nin tasavvuf öğretisinden almıştır. Bu anlamda Ahmet Yesevi’nin tasavvuf-meslek ilişkili tasavvuf öğretisi ile tarikatının hiyerarşik örgütlenme modeli, Ahiliğin, Ahilik Teşkilatı’nın temel kaynakları arasında yer alır. Aldığı tasavvuf eğitimini, tasavvuf terbiyesini geliştirmede diğer önemli bir gelişme de Ahi Evren’in 1202 yılında Hicaz bölgesine ve oradan Bağdat’a gitmesidir. 1202-1204 yılları arasında yer alan bu dönemde, Ahi Evren Abbasi Halifesi
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, İktisat Tarihi ABD Başkanı. İktisadî ve Sosyal Tarih Araştırmaları Merkezi Müdürü.
ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA
Nasır Li-Dinillah öncülüğünde doğup gelişen Fütüvvet tasavvufunu öğrenmek için 1202 yılında önce Hicaz bölgesine ve oradan da Halifenin yanına Bağdat’a gitmiş, Fütüvvet şalvarını giyerek fütüvveti benimsemiş mutasavvıflarla tanışmıştır. Fütüvvetin öncü mutasavvıfları arasında olup İbnü’lArabi’nin Fütühat el-Mekkiyye isimli eserinde meşhur sûfilerden birisi olarak kaydettiği Evhaüddün Kirmani (ö.635 /1237) ile Hicaz’da Hac seyahatinde tanışmış ve kendisini şeyh edinerek, intisap etmiştir. “Menakıb-ı Evhaü’d-din-i Kirmani” adlı eserde belirtildiğine göre, tanıştıran kişi Razi’nin talebelerinden Tacüddin Muhammed el-Urmevi olup, tanıştırılan Ahi Evren, “danişmen-i Rumi”(Anadolu bilgini) olarak takdim edilmişti. Bu ifadelerde de yer aldığı gibi artık Ahi Evren İslam dünyasında, bir Anadolu bilgini olarak ünlenmiş bulunuyordu. Ahi Evren bu dönemde, bu ilim irfan merkezinde ilmi alanlarda kendisini daha da geliştirirken, tasavvuf alanında hocası/şeyhinin yanında fütüvvette şeyhlik derecesine ulaşmıştır.
Bu devrede Fütüvvet öğretisi ile birlikte fütüvvet teşkilatının kaidelerini, hiyerarşik yapısını ve işleyişini de öğrenen Ahi Evren, Ahi teşkilatını kurarken fütüvvet teşkilatı ve kaidelerini temel almıştır. 1204 yılında Selçuklu tahtına çıkan 1. Gıyasettin Keyhüsrev (1204-1211), tahta çıkışını Halifeye bildirmek üzere Hocası olan Sadruddin Konevi’nin babası Mecdüddin İshak’ı Bağdat’a elçi olarak gönderdi. Buna karşılık Fütüvvet Teşkilatının kurucusu Abbasi Halifesi Nasır li-dinillah (11801225) sultanı Fütüvvete davet etti. Sultan daveti kabul ettiğini bildirip Fütüvvetin önde gelenlerini Fütüvveti anlatmak ve fütüvvet şalvarını giyerek fütüvvet teşkilatına girmek üzere Anadolu’ya davet etti. Bağdat’tan aynı yıl (1204) Hacca giden Sultanın elçisi dönüşte Bağdat üzerinden Anadolu’ya gelirken, Sultanın davetine icabet ederek Sultan’a Fütüvvet şalvarını giydirmek, Ahiliği Anadolu’da anlatmak üzere, Ahi Evren’in de içinde olduğu Fütüvvetin ileri gelenlerinden oluşan heyeti de yanına alarak Anadolu’ya döndü. Heyette bulunan Ahi Evren, şeyhi Evhaüddin Kirmani, Ebu Cafer Muhammed el-Berzai ve Endülüslü büyük mutasav-
65
ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA
vıf ve mütefekkir Muhyiddin Arabî ve birçok meşayih ve bilginlerle birlikte geldi, bütün Anadolu’yu gezerek Fütüvveti anlattı. Sultan’a Fütüvvet şalvarı giydirildi. 1204 yılı sonunda başlayan Anadolu’daki bu İslamı tebliğ ve fütüvveti anlatma faaliyeti 1205 yılı boyunca da devam etti. Bu devrede Fütüvvetin ileri gelen şeyhlerinden olduğundan “şeyh” lakabıyla anılan Ahi Evren bir yıl boyunca Selçuklu Anadolu şehirlerinde halka İslamı tebliğ etti, tasavvuf ve fütüvveti öğretti. Ahi Evren’in tasavvuf-fütüvvet öğretisini Anadolu halkı Ahilik olarak benimsendi. Ahî Evren’in Anadolu’da oldukça geniş fikrî-siyasî faaliyetlerde bulunabilmesi, bu sıralarda Selçuklu tahtında bulunan I. Gıyasettin Keyhüsrev (1192-1196, 1205-1211), sonra da bu Sultan’ın iki oğlu olan tahta geçiş sırasıyla, I. İzzeddin Keykavus (1211- 1220) ve I. Alaaddin Keykubat (12201237)’ın destek ve himâyeleriyle olmuştur. Ahî Evren teşkilâtçı düşüncelerini de anlattığı fikrî sahada çok sayıda eser kaleme aldı. Bu eserlerden on yedisi, değerli araştırıcı Mikâil Bayram tarafından ilim alemine tanıtılmıştır.
66
Ahî Evren bu eserlerinden üçünü I. Alaaddin Keykubat’a, ikisini de bu Sultan’ın komutanlarından Celaleddin Karatay ve Seyfeddin Tuğrul’a ithaf etmişti. Ahî Evren eserlerinden bazılarını “siyasetname” türünde kaleme almıştı. Özünde “fütüvvet fikri”ni ihtiva eden bu tür eserler özellikle sultanlara ve devletin ileri gelenlerine öğüt niteliğinde, yapılması ve yapılmaması gerekenleri anlatmak için yazılır, devlet idarecileri tarafından da bu tür eserlerin devrin sayılı bilginlerince kaleme alınması teşvik edilirdi. Nitekim Ahî Evren’in bildiğimiz kadarıyla üç eserini devrinin Sultanı ve ileri gelen devlet adamlarına ithaf etmesinin önemli nedenlerinden birinin, ricalin kendisinden bu tür eserler vermesini istemelerinin bir nişânesi olarak görebiliriz. Diğer bir ifadeyle Ahî Evren’in teşkilâtla ilgili fikirleri devrin devlet adamlarınca da destekleniyordu. Ahî Evren’in teşkilâtçı fikirlerinden özellikle iktisadî hayatın teşkilâtlandırılmasıyla ilgili fikirleri konumuz açısından önemlidir. Zira Anadolu’daki Selçuklu devletinin siyasî ida-
ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA
recilerince de desteklenen bu fikirler Ahî teşkilâtının felsefesini ve iktisadi alanda kümelenme modeli teorisinin nüvesini oluşturmuşlardı.
Ahi Teşkilatının İktisadi Üretim ile Tasavvuf Felsefesi İlişkisi: Ahilik Okulu Ahi Evren’in tasavvuf felsefesini şöyle özetleyebiliriz; Meslek, hem meslekte hem de İslam tasavvufunda şeyhlik mertebesine erişmiş olan mürşidden öğrenilmelidir. Böylece insanlar, mürşidinden din ve meslek öğrenip, iktisadi faaliyette bulunup kendinin ve insanların ihtiyaçlarını giderirken dünyada varoluş nedenini, Allah’ın varlığını daha iyi kavrayacaklardır. Mürşidi olmayanlar ise varlığın anlamını düşünmeden ve anlamadan dünyevi heva ve heveslerine kapılarak bu faaliyetlerle meşgul olup Allah’ı unutma tehlikesi içindedirler. Ahi Evren bu ana fikri işlediği fütüvvete dayalı tasavvufi eserler kaleme aldı. Medreselerde, hangâhlarda, tekke ve zaviyelerde bu fikre dayalı tasavvufa dair dersler verdi. Mesleki eğitim, üretim ile tasavvuf arasında ilişki kurarak ve
bunu eserlerinde işleyerek, talebelerine anlatarak Ahi Tasavvuf Felsefesi okulunu kurdu, Ahilik felsefesini geliştirdi. Bu ana tasavvufi fikirleriyle ilgili olarak kısaca “Tabrisa” olarak bilinen “Tabsiretü’l-Mübtedi ve Tezkiretü’l-Müntehi” adlı eserinde şöyle demektedir; “Dünyadaki varlıklar dört çeşittir. Bunlar: Madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlardır. Madenlerden süs eşyası, para ve yakacak olarak, bitkilerden yiyecek, meyve ve ilaç olarak hayvanlardan binek ve besin olarak, insanlardan ise bazen nikahlamak, bazen ücretle çalıştırmak ve diğer bazı işlerde yararlanılır. Cenab-ı Allah, bütün bu anlamları şu bir ayetle ifade ediyor, “Eşler, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, çayıra salınmış atlar, davar sürüleri ve ekinler hep insan için bezendi. İşte bunlar hayatın geçici faydalarıdır”. (Al-i İmran Süresi, 3/14) “Kişinin bu dünyevi zevklere yönelişi Kuran-ı Kerim’de “heva” diye adlandırılmıştır. “Fakat kim rabbinin huzurundan korkup nefsini heva ve hevesten alıkoyarsa cennet onun varacağı yer olacaktır” (Nazihat Suresi, 80/41) Kişinin zevk ve isteklerinin kaynağı olan eşyayı elde etmek ve istifade edilir hale getirmekle uğraşması cihetine gelince: Bu
67
ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA
çeşitli meslek ve sanatların usulleri birçok hile ve tuzakların sanat ve kurallarından ibaret olup insanlar dünyaya geliş ve gidişlerini anlam ve mahiyetini düşünmeksizin onunla meşgul olmaktalar. “Allah’ı unuttular, Allah da onu kendilerine unutturdu. İşte onlar fasık kimselerdir” (Haşr Suresi, 60/19). Böyleleri çöl ortasında bineğine yem ve su tedariki ile uğraşıp didinirken esas gayesi olan Kabe’yi tavaf etmeyi unutup, kafile geçip gidince de çöl ortasında aç ve susuzluktan ölerek yılan ve haşereye yem olan hacı adayına benzerler. “Ey müminler size Allah yolunda savaşa çıkın denince yere çöküp kaldınız. Yoksa dünya hayatını ahirete tercih eder mi oldunuz” (Tevbe Suresi, 9/38)” Ahi Evren kendine ait bu satırlarda, iktisadi faaliyette bulunan insanın dünyada varoluş nedenini unutmadan bu faaliyetini devam ettirmesi gerektiğini Kur’an’dan örnekler vererek ortaya koymaktadır. Ahi Evren’in tasavvuf felsefesinde, tasavvuf ile iktisadi üretim arasında yakın bir ilişki kurulmuştur. Sırf iktisadi üretimle meşguliyet, Allah’ı unutturabilir, ancak iktisadi üretim yapmadan da insan medeni ihtiyaçlarını karşılayamayacağından iktisadi üretimden de kaçınmak mümkün değildir. İşte Ahi tasavvuf felsefesi bu iki zarureti telif ederek yeni bir sentez oluşturmuştur. Fütüvvet teşkilâtı iktisadî hayatın düzenlenmesiyle ilişkili bir teşkilât değildi. İktisadi hayatın da düzenlenmesini amaçlayan Ahi Teşkilatı idi. Bu teşkilat Ahî Evren’in fütüvvet teşkilâtını model alarak devletin desteğiyle İslam anlayışına göre iktisadî faaliyetleri belirli bir düzen-organizasyon içinde yürütmek üzere kurduğu teşkilâttı. Ayrı ve farklı bir teşkilât olup kurucusuna atfen ismine “Ahî Teşkilâtı” denilmişti. “Ahî teşkilâtı” Selçuklu döneminde ve daha sonra da Osmanlı döneminde iktisadî hayatın bütün kollarına ve devlet bürokrasisinin de dahil olduğu mesleklere kadar nüfuz etmiş bir teşkilâttı.
68
Barkan, aralarında “Ahî”lerin de yer aldığı “kolanizatör derviş” ismini verdiği, müteşebbislerin, çiftçilik ve sair mesleklerle ilgilerini şöyle anlatıyor; Bu dervişlerin “yalnız toprak açıp, taşını buğdayını arıtıp bağ ve bağçe yetiştirmekle kalmayıp, gayet iyi cinslerde meyve ağaçları limon, portakal ve gül bahçeleri yetiştiren mahir bağçivanlar, değirmen arkı ve binası inşa eden, kuyu kazıp su çıkaran ve araziyi sulamasını bilen muktedir mühendisler olduğu da anlaşılmaktadır.
Ahi dervişler tarım üretimindeki bu maharetlerini, Ahi Evren ile birlikte şehirde sınai-ticari mesleklere de uygulayarak birçok yeni meslek geliştirmiş, kurmuşlardı. Ahî Evren eserinde tarım ve ticaret sektörleri daha önce örgütlenmiş olsalar da özellikle tarıma dayalı sanayi makineleri üretimi başta olmak üzere sanayi üreticilerinin mesleki birlikler halinde örgütlenerek üretimi ve verimliliği arttırabileceklerini belirtmekteydi. Ahi Evren’e göre sanayi üretim birlikleri öncülüğünde, sanayi, tarım ve ticaret sektörlerinin birbirleriyle ilişkili halde yeniden örgütlenmesi gerekiyordu. Bunun için de devletin gerekli iktisadi kanuni düzenlemeleri yapması gerekiyordu. Böylece Ahi Evren’in teorisi, öğretileri ve uygulamaları ile çiftçilik ve tüccarlık yapan “Ahî”lerin yanında sanayi üretim birlikleri kurarak teşkilatlanan sanayici Ahiler de ortaya çıkmaya başladı. “Ahî’lerin devlet bürokrasisinde yer almaları ise Abbasilerden beri eski fütüvvet geleneğinin bir devamıydı.
Ahilerin Kadınlar Kolu Teşkilatı: Ahi Bacılar Teşkilatı Ahi teşkilatı bir çatı teşkilat olup, bu teşkilatın kadınlar koluna Ahi Bacılar Teşkilatı denilmektedir. Ahi Bacılar teşkilatının kurucusu Ahi Evren’in eşi Fatma Bacı’dır. Fütüvvet Ahilik tasavvuf felsefesini benimserler. Ev ekonomisi içinde, pazara yönelik üretim yaparlar. Anadolu’da bacılar tarafından ev ekonomisi faaliyeti içinde birçok yöresel kilim, halı, iplik, kumaş dokuma, el işleri geliştirmişlerdir. Ev ekonomisi kapsamında kadınlar tarafından üretilen ürünler pazarda önemli paya sahiptir.
Ahi Teşkilatını-Felsefesini Yaymak Üzere Kurulan Ahi Lakaplı Vakıflar Ahiler, Anadolu’nun her yerinde Ahi lakaplı vakıflar kurmuşlardı. “Ahi Mesud Vakfı” gibi adlarla Ahi lakabı da kullanılarak Ahiler tarafından kurulan bu vakıflar, ticaret yolları üzerinde, ıssız yerlerde buraları şenlendirmek üzere ve özellikle şehirlerde sanayi ve ticaret merkezlerinde meslek erbabına, tüccara, yolculara, misafirlere ve halka Ahi felsefesini, Ahi teşkilatını anlatmak ve yaymak üzere Ahiler tarafından kurulan vakıflardı. Önde gelen Ahi bacılar tarafından kurulan vakıflara Ahi Ana Vakfı deniyordu. Ahi Baba’lar bilinen öncü Ahilerdir ve birçok Ahi Baba vakfı vardır. Ahi Babaların kadınlar kolun-
ANADOLU’DA SANAYİ DEVRİMİNİ BAŞLATAN MESLEK ERBABININ İLK PİRİ VE ŞEYHLERİN ŞEYHİ AHİ EVREN / Prof. Dr. Ahmet KALA
daki yerini Ahi Ana’lar temsil etmekteydi. Ancak Ahi Ana’lar üzerinde mevcut literatürde yeterince durulmamıştır. Ahi vakıflarının en önemli faaliyeti Ahilik okuluna mensup şeyh ve müritleri vasıtasıyla bulundukları bölgede kurdukları vakıf, tekke ve zaviyeler Ahi tasavvufunu-felsefesini anlatarak Ahiliği yaymaktı. Ahiler tarafından kurulan Ahi lakaplı vakıflar ile Ahi Evren tarafından Kırşehir’de kurulan Ahi Evren Vakfı’nı ve Ahi Evren vakfını temsilen diğer şehirlerde kurulan Ahi Evren vakıfları birbirinden farklı vakıflar olup bunları birbiriyle karıştırmamak gerekmektedir. Tespit ettiğimiz Ahi lakaplı vakıflar listesini, vakıfların bulundukları yerleri ve kurucularını tablo olarak ayrı bir eserde yayınlamış bulunuyoruz.1 Bu tablo Ahilikle ilgili çok önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Ahilerin Selçuklu döneminde Ahiliği, Ahi teşkilatını yaymak üzere Anadolu’da kurdukları Ahi lakaplı vakıfların oldukça yaygın olduğunu tesbit etmiş bulunuyoruz. Selçuklu döneminde Anadolu’nun her köşesinde, şehir ve kırlarında birçok Ahi vakfının kurulduğu görülmektedir. Tablodan izleyebildiğimiz Anadolu’daki Ahi Vakıflarının, Selçuklu’dan sonra Beylikler döneminde varlığını koruyarak ve sayıları artarak Osmanlı dönemine inkital ettiklerini tespit ediyoruz. Osmanlı fetihleriyle birlikte Ahiliğin EgeAkdeniz’e, Çanakkale üzerinden Edirne ve Marmara bölgesine yayıldığını da tespit etmekteyiz.
Buna göre sanayi devrimi Kayseri’den başlayarak Konya, Kırşehir üçgeninde iç Anadolu’da ortaya çıkmış, buradan Denizli üzerinden Batıya, Trabzon üzerinden Karadeniz’e, Erzurum ve Diyarbakır üzerinden Doğuya doğru yayılmıştır. Bugün de bu İç Anadolu Bölgesi, Anadolu KOBİ’lerinin, gelişerek sanayi şirketlerine dönüşmeye başladığı çekirdek sanayi alanını oluşturmaktadır. DİPNOT: KALA (2012), ss.37-48.
1
KAYNAKLAR: - Barkan, Ömer Lütfi; (1942-1); “Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeleri” Vakıflar Dergisi, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Sayı 2, 1942, ss. 279-386. - Bayram, Mikâil; Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1990. - Kala, Ahmet (1998); İstanbul Esnaf Birlikleri ve Nizamları-1, İstanbul Külliyâtı-I, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstanbul Araştırmaları Merkezi Yayınları no.15, İstanbul 1998. - (2012); Debbağlıktan Dericiliğe, Zeytinburnu Belediyesi Yayınları, İstanbul 2012. - (1990-1); “Fütüvvet ve Ahiliğin Doğuşu”, Türk Dünyası Araştırmaları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını, Sayı 56, Nisan 1990, ss. 273-282.
Bu tablo yine aynı eserde yer alan Ahi Evren Vakıfları tablosu ile birlikte değerlendirildiğinde Ahilikle beraber sanayileşmenin Anadolu’da yayılma haritasını da elde etmekteyiz.
69
18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN
DENIZ ULASIMI VE KAYIKÇI ESNAFI Dr. Ergin ÇAĞMAN*
70
MAHYACILAR / Prof. Dr. İsmail KARA
İstanbul’da deniz taşımacılığı; yolcu, yük, emtia ve sebze ve meyve nakli açısından çok önemliydi. Devlet, konuya hem hizmet veren kayıkçılar hem de yolcular açısından dengeli yaklaşmakta ve kadimden konulmuş olan kurallara riayet edilmesini istemektedir.
71
18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN
İstanbul, Karadeniz ve Akdeniz’den gemilerle; Trakya, Balkanlar ve Anadolu’dan kervanlarla gelen ve şehrin hayatı ve faaliyetleri için vazgeçilmez ürünlerin boşaltıldığı muazzam büyüklükte bir antrepo gibiydi. Bahçekapı’dan Balat’a kadar Haliç’in güney kıyıları boyunca belirli ürünlerin yüzyıllar boyunca teslim edildiği iskeleler sıralanmaktaydı. Şehre gelen mallar rastgele herhangi bir iskeleye boşaltılmazdı. Kural olarak devlet hesabına sefer yapan tekneler asıl İstanbul kıyılarına yanaşmaktaydılar. Galata kıyıları daha çok Avrupa teknelerinin alanı olmasına rağmen Türk ve Rum tekneleri de bu kıyıya Galata’daki devlet depolarına konulacak maddeleri bırakmak üzere geliyordu. Bunlar yağ kapanı, buğday antreposu, maden ve odun depolarıyla Kasımpaşa ve Tophane tersaneleri ile cephanelerine yönelik diğer malzemelerin konuldukları depolardı1. İstanbul’da deniz, sadece uzak bölgelerden gerekli olan malların taşınması açısından değil, Anadolu yakasıyla yolcu ve yük taşımacılığı yapılma-
72
* Akademisyen
sı bakımından da önemliydi. Bu amaçla birçok iskele oluşturulmuştu. Osmanlı döneminde İstanbul iskeleleri arasında işleyen deniz vasıtaları pereme, kayık ve mavnaydı. 16. yüzyılda ve 17. yüzyıl başlarında en çok kullanılan deniz vasıtası “peremeler”dir. Kayık ise 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İstanbul sahillerinde çok yoğun olarak kullanılan bir vasıtaydı. Kayıklarla yolcu taşındığı gibi zahire ve eşya taşındığı da olurdu. Mavna daha çok eşya ve zahire nakliyatı için kullanılırdı. İstanbul iskeleleri arasında sürekli olarak irtibat ve nakliyat olmakla birlikte en önemli trafik hatları şöyle idi: 1. Mudanya: Yolcu ve zahire nakli için İstanbul’un en uzun deniz yollarından biriydi. Bu hatta işleyen peremeler hem İstanbul hem de Mudanya iskelelerine bağlıydı. 1578’de işleyen peremelerin 10 tanesi İstanbul’a, 7 tanesi de Mudanya’ya bağlı olarak çalışmaktaydı. 17 adet peremeden fazlasına müsaade edilmezdi. 2. Üsküdar: 1565 yıllarında işleyen 2 hassa pereme vardı. Fakat özel olarak işletilen peremelerin de olma ihtimali yüksektir.
18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN
getirilen mallara göre fonksiyonu vardı. Buna göre hangi iskeleye hangi kayık veya gemilerin yanaşabileceği belliydi. Buğday gemileri Unkapanı’na, pirinç ve arpa gemileri İhtisab İskelesi’ne yanaşabiliyordu. Fakat ihtiyaca binaen bazen bu kuralların dışına çıkılabiliyordu. Mesela İstanbul’daki meyve kıtlığının önlenmesi için meyve getiren gemilerin, teamüllerin aksine Üsküdar, Tophane, Galata ve Eyüp iskelelerine yanaşmasına müsaade edildiği vakidir4.
3. Galata-Eminönü: Bu iki iskele arası işlemekte olup İstanbul’un en işlek hatlarındandı. 4. Muhtesib Çardağı-Haliç 5. Muhtesib Çardağı-Boğaziçi Bunlar ana hatlar olup bunların dışında ikinci dereceden birçok hat bulunmaktaydı2. 18. yüzyılın sonlarında İstanbul sur kapısı iskelelerindeki toplam kayıkçı sayısı 1100’e, kayık sayısı ise 600’e yakındı. İstanbul’da genel olarak kayık sayısı ise 1677 yılında 1366, 1728 yılında 2483, 1802 yılında ise 4245 idi3. İskelelerin
Şehir hayatında pazar kayıklarının önemli rolü vardı. Bunlar büyükçe, sağlam yapılı ve sekiz-on sıra kürekçi oturağı bulunan, kimi zaman da bir-iki direği ve basit yelken donanımı olan gemi türü idi. Pazar kayıkları Boğaz köylerinin ve Asya yakasında bulunan semtlerin, İstanbul’un çarşı-pazarlarıyla bağlantısını sağlamaktaydı. Bu kayıkların bazıları o köylerde ikamet eden zenginler tarafından vakfedilmişti. Fakat kayıkların çoğu geçimini bunlardan sağlayan özel kişilere aitti. Pazar kayıkları 19. yüzyıl sonlarında bile Boğaz’da çalışmaya devam etmekteydi. Fakat ulaşımın sokağa yönelmesiyle birlikte pazar kayıkları da fonksiyonlarını yitirip ortadan kayboldular. 19. yüzyıl ortasından itibaren Şirket-i Hayriye ve Haliç Şirketi’nin vapurları da binlerce kürekli teknenin sonunu getirmiştir5. Yolcu taşımak üzere tasarlanmış gemilerin yanı sıra tulumba, kazma, ip ve diğer yangın söndürme gereçleriyle donatılan gemiler de vardı ve bunlar yangın esnasında olaya en yakın iskeleye gidiyorlardı.
73
18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN
İstanbul’da işleyen deniz vasıtaları genel olarak altı, dört ve iki kürekliydiler. Bu vasıtalarla yapılan taşımacılık dışında, geçmişte ve günümüzde dünyanın hemen her tarafında yapılan dolmuş sistemi de mevcuttu. Üsküdar ile İstanbul arasında işleyen peremeler 12 kişi alacak kapasitede idi. Dolmuş yapanlardan bazıları zaman zaman fazla kazanç sağlamak amacıyla nizama aykırı olarak bu sayının üstünde yolcu taşımaktaydılar6. Üsküdar iskelelerinin kayıkçılarına Eminönü’nde bir bölge tahsis edilmişti. Bu bölgede başka kayıkçıların yanaşıp yük ve yolcu almalarına müsaade edilmiyordu. Söz konusu kayıkçılara imtiyazlı davranılmasına gerekçe olarak da Üsküdar iskelesi kayıkçılarının sefer vukuunda miri deve, katır, cephane ve tersane kerestesi taşınması hizmetlerini yapmaları gösteriliyordu. Kayığı kullanan müşterilerin herhangi bir eşyasının kaybolması ve kayıkçıların bulması durumunda eşya, esnafın kethüdasına ve bu yolla müşteriye teslim ediliyordu. Bu durum, söz konusu Üsküdar iskelesi kayıkçılarının güvenirliğini gösteriyordu. Yolcuların gümrüğe tabi oldukları halde gereğini yapmadıkları eşya ve mallar için kontrol de yapıyorlardı. Bu sebeplerle devlet, Üsküdar kayıkçılarına tahsis edilen bölgede başka kayıkçıların faaliyette bulunmasına müsaade etmiyordu. Kayıkçıların7 da diğer esnaf gibi birbirlerine kefil olmaları ve nizamlarını muhafaza etmeleri gerekiyordu. 1743 tarihinde, kefilsiz olduğu ve işinde usta olmadığı halde kayık-
Eminönü’nde kayıkçılar
74
çılık mesleğini icra etmek isteyen şahısların faaliyetlerinin engellenmesine dair hüküm yayınlanmıştı8. 1757 tarihli bir belgeye göre, hak etmediği halde aracılar kullanarak kayıkçı esnafının yöneticiliğine gelen ve kayıkçı esnafına yakışmayacak hareketlerde bulunan şahısları esnafa dâhil eden kişilerin faaliyetlerinin önlenmesi isteniyordu9. Diğer esnafın olduğu gibi zaman zaman kayıkçı esnafının da sayımları yapılır ve birbirlerine kefaletleri tescil olunurdu. Böylece ehil olmayanların kayıkçı esnafına karışarak mesleği bozmalarına engel olmaya çalışılırdı10. Sayım yapılmasının sebeplerinden biri de göç yasağına rağmen İstanbul’a gelip yerleşilmesinin önüne geçmek istenmesiydi. Esnafın meri nizamının hilafına davrananlar, yönetici konumunda olsa bile görevden alınabiliyordu. 1785 yılında nizama aykırı davranan kayıkçı esnafının kethüda vekili görevden alınmış; fakat mesleğini aynı yerde icra etmeye devam etmesi üzerine yapılan şikâyet, şahsın başka bir bölgede çalışacağına dair taahhütte bulunmasıyla neticelenmişti11. Kayıkçıların kayıklarını iskelelerde istedikleri bölgeye demir atıp beklemeleri kurallara aykırıydı. Kayıklar ancak kendilerine tahsis edilmiş olan iskelelerde bekleyebiliyor ve yolcu alabiliyordu. Buna aykırı faaliyetlere izin verilmiyordu12. Daha önce de belirttiğimiz gibi kayıklara kapasitesinin üzerinde yolcu alımına da izin verilmiyordu. İstanbul Balıkpazarı İskelesi’nde bir çift piyade kayığa altı kişiden fazla, iki çift kayığa ise on iki kişiden fazla yolcu alınmaması ge-
18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN
rekirken bir çift kayığa on kişi, iki çift kayığa da on altı kişi alınması üzerine ilgili esnaf şikâyet edilmişti. Bu durumun kayıkların batmasına ve boğulmalara sebebiyet vereceği gerekçesiyle ahali mahkemeye müracaat etmiş ve kayıkçıların bunu itiraf ve bir daha tekrarlamayacakları beyanıyla konu halledilmişti13. 1761 tarihli bir belge bize kayıkçıların çalışma usulleri hakkında önemli bilgiler vermektedir. Buna göre Üsküdar İskelesi kayıkçıları, aralarında yürürlükte olan kurallara riayet edeceklerini, taşradan yabancı kayık alınarak çalıştırılmayacağını, içlerinden biri ölmedikçe yeni kayıkçı almayacaklarını, Büyük iskele başında bulunan balamar rabt ettikleri taşı tecavüz ederek kadın ve erkek müşterilerin yakalarına yapışıp kayıklarına almayacaklarını ve içlerinden nizama aykırı hareket eden olursa kethüda ve ihtiyar ustaları marifetiyle içlerinden uzaklaştıracaklarını ve nizama aykırı hareket edenleri korumayacaklarını beyan etmekteydiler14. 1779 yılında İstanbul, Boğaziçi ve Eyüp’te bulunan bütün iskelelerin ve iskele kethüdalarının isimleri tek tek zikrediliyor ve kayıkçı esnafının ücret ve yolcu taşıma esasları kendilerine hatırlatılıyordu. Yine esnafın ve kethüdalarının birbirlerine kefaletleri tescil olunarak nizama aykırı hareket edenlerin şayet Müslüman ise kaleye, gayrimüslim iseler küreğe vaz olunmayı kabul ettikleri bildiriliyordu15. Sebze ve meyve ticareti, üretim bölgelerinde olduğu kadar, taşıyıcı ve İstanbul’da perakendeci olmak üzere çok sayıda insanın geçim kaynağını teşkil etmekteydi. Bu ticaretin gündelik hayatın içinde ihmal edilemeyecek kadar önemli bir yeri vardı16. Sebze ve meyvelerin İstanbul’a taşınmasında deniz taşımacılığının rolü büyüktü. Fakat bu ürünleri Anadolu’dan İstanbul’a getiren kayıkçılarla diğer kayıkçılar arasında iskele kullanımından dolayı problemler çıkabiliyordu. Mesela, 1742 yılında Maltepe, Pendik ve Kartal’dan getirdikleri bazı sebzeleri kayıklarla taşıyan şahıslarla Üsküdar kayıkçıları arasında, yanaşacakları iskeleler hususunda anlaşmazlık çıkmış ve sebze taşıyan kayıkçılara, Üsküdar kayıkçılarının yanaştığı iskeleye yanaşmamaları konusunda tembih edilmişti17. Taze meyve olarak belirtilen ve İstanbul dışından kayıklarla gelen armut, erik, ceviz, parmak, Amasya üzümleri daha çok Gemlik, Değirmendere, Katırlı, Bozburun ve civarından; elma ve kestane ise Bursa ve Karadeniz bölgesinden geliyordu. Bu ürünler gelip Sebzehane önüne sevk ediliyordu. Kavun ve karpuz ise Eminönü’ne sevk edilip pazarbaşı, bölükbaşı ve esnafın ustaları tarafından narh-ı cari üzere satın alınarak yaş yemiş esnafına dağıtımı yapılıyordu18.
Meyve ve sebze satışı ile ilgili önemli problemlerden biri de sebze ve meyveleri getiren kayıkların iskelelere gece yanaşarak manav ihtikârcılarının malları satın alması ve sebzecilere pahalıya satması sonucu sebzecilerin yeterince mal alamaması; buna bağlı olarak fiyatların yükselmesiydi19. Bakkal ve manav esnafı da zaman zaman aynı yönteme başvuruyordu. Bu iki esnaf grubu, birbirlerinin sahasına tecavüz ettikleri gibi bazen de diğer esnafın alanlarına müdahale ederek onlara tahsis edilen malları satmaya kalkışıyordu. İstanbul’a civar bölgelerden genellikle kayıkla gelen sebzeler doğrudan sebzehaneye gelip sebzeci esnafının kethüda ve ihtiyarları vasıtasıyla dağıtımı yapılır ve esnaf tarafından da cari fiyat üzerinden satılırdı. Fakat kanuna mugayir olarak bazı bakkal, manav, muhtekir ve madrabaz taifesinin Eminönü ve sair istedikleri yerlerde mahzenler kurup gelen sebzeleri kayıklardan satın alarak mahzen ve dükkânlara sakladıkları ve cari olan narha riayet etmeyerek halka yüksek fiyata sattıkları anlaşılmaktadır. Bunun neticesinde esnaf ve ahali zarar görmekteydi. Bu sebeple söz konusu şahısların faaliyetlerinin önlenmesi isteniyordu20. Benzer şekilde 1791 yılında Eminönü Valide Sultan Camii civarında manavlık yapan beş manav esnafı, geceleyin kayıklarla gelen sebzeleri satın alarak dükkânlarında stoklamış, hem meslektaşlarına hem de halka narh-ı carisinden (cari fiyatından) daha yüksek fiyata satmışlar ve bu husus şikâyet konusu olmuştu. Neticede bu şahısların Bozcaada’ya sürülmesine karar verilmişti21. Görüldüğü gibi İstanbul’da deniz taşımacılığı; yolcu, yük, emtia ve sebze ve meyve nakli açısından çok önemliydi. Devlet, konuya hem hizmet veren kayıkçılar hem de yolcular açısından dengeli yaklaşmakta ve kadimden konulmuş olan kurallara riayet edilmesini istemektedir. Bu sebeple zaman zaman diğer esnafın olduğu gibi kayıkçı esnafının da sayımları yapılmaktaydı. Böylece hariçten bu mesleğe girmek isteyenler engellenmiş oluyordu. Alınan tedbirler sayesinde yolcu hakları da korunmak isteniyordu. 19. yüzyıla kadar klasik işleyiş devam etmiş, bu yüzyılın ortalarından itibaren Şirket-i Hayriye ve Haliç şirketi vapurlarının devreye girmesiyle birlikte kürekli tekneler fonksiyonlarını yitirmişlerdir.
75
18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN
DİPNOTLAR:
kefâletleri tescîl ve mümzâ defter olunub bu nizâm-ı müstahseneye rabt olduğu mübâşir ta‘yîn olunan Mustafa Haseki kulları iltimâsıyla huzûr-ı âlîlerine i‘lâm olundu. Bâki ferman hazret-i men lehü’l-emrindir. Fî Zilka‘de 1174 (27 Haziran 1761)
Robert Mantran, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul, C.1, Mehmet Ali Kılıçbay-Enver Özcan (Çev.), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, S. 172-174.
1
2
Cengiz Orhonlu, “Osmanlı Türkleri Devrinde İstanbul’da Kayıkçılık ve Kayık İşletmeciliği”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C.16, Sayı 21, 1966, S. 110-111.
3
Nejdet Ertuğ, Osmanlı Döneminde İstanbul Deniz Ulaşımı ve Kayıkçılar, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001, S. 202-203.
4
Ertuğ, a.e., S. 211.
5
Wolfgang Müller-Wiener, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Limanı, Erol Özbek (Çev.), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1988, S. 77.
6
Orhonlu, a.e., S.118-122
7
Basılmamış Atik Şikayet Defterleri, S.199-200, Hüküm No. 84/367/2
8
Ahmet Kala (Proje ve Yayın Yönetmeni), İstanbul Ahkam Defterleri-İstanbul Esnaf Tarihi, C.1, İstanbul: İstanbul Araştırmaları Merkezi Yayınları, 1997, S.15, Hüküm No: 1/83/379
9
Kala, a.e., C.1, S.151-152, Hüküm No:4/170/524
10
İstanbul Kadı Sicilleri, İstanbul, D.24, S.98 “Defter oldur ki: sâdır olan fermân-ı âlî mûcebince Âstâne-i sa‘âdetde sevâhil-i bahrde mecmu‘ iskelelerin piyade ve mavna ve balıkcı ve at kayığı ta‘bîr olunur kayıkların adedi ve ashâbının verü’esâsının ve aylakcı ta‘bîr olunur ustalarının ve hâm dest olan şâkirdlerinin ism ve şöhretleridir ki ber vech-i âtî zikr olunur ...” 5 Ramazan 1140 (15 Nisan 1728)
11
İstanbul Kadı Sicilleri, İstanbul, D.53, S.48
12
Kala, a.e., C.2, S.110, Hüküm No:7/376/1171
13
Kala, a.e., C.2, S.114-116, Hüküm No:7/306/948
14
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Cevdet Belediye, No. 4406
“ ... fimâba‘d Üsküdar’da vâki‘ kayıkhânelerde taşradan ecnebi kayık çekilmemek ve biri fevt olmadıkca yeniden kayıkcı zam olunmamak ve Büyük iskele başında vâki‘ balamar rabt itdikleri taşı tecâvüz idüb ricâl ve nisânın yakalarına yapışub kayıklarına idhâl içün müzâheme olunmamak ve içlerinden nizâma muhil hareket idenler kethüdâ ve ihtiyârları ma‘rifetiyle tard ve ihrâc olunmak ve içlerinden bu nizâma râzı olmayub hilâfına hareket idenleri himâye ve ketm ü ihfâ ider olursa ol dahî tard ve ihrâc ve fîmâba‘d bir dahî iskeleye duhûl itmemek şurûtuna cümlesi râzı ve ta‘ahhüd ve birbirlerine ism ve şöhretleriyle kefîl ve
76
15
Kala, a.e., C.2, S.307-308, Hüküm No:9/359/1323
16
Mantran, a.e.,S. 186-188.
17
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Cevdet Belediye, No: 2511 “Ma‘rûz-ı dâ‘î-i devlet-i aliyyeleri budur ki Şehzâde vakfından Maltepe ve Pendik ve Kartal re‘âyâlarından İstanbul’da Gümrük iskelesi kurbunda vâki‘ iskeleden hıyar ve kabak ve badıncan getüren kurâ-i mezkûr re‘âyâları üsküdar kayıkçıları ile ba‘de’t-terâfu‘ min ba‘d Üsküdar kayıkçılarına â’id olan iskeleye ve kayıkları ...hıyar ve kabak ve badıncan kayıkları yanaşmayub ve önüne küfecilerimiz virmeyüb re‘âyâ-yı mezbûrun kayıkları Üsküdar kayıkları iskelesi ile İstanbul Ağası iskelesi mâ beyninde olan Çöplük iskelesine yanaşub mahsûllerini ol mahalde bey‘ itmek üzre râzılar olub bu vech üzre beynleri tevfîk ve kat‘-ı nizâ‘ eyledikleri huzûr-ı âlîlerine i‘lâm olundu. Ferman men lehül emrindir. Fî 26 Cemâziye’l-evvel sene 1155 (29 Temmuz 1742)”
18
Kala,a.e., C.2, S. 143-144, Hüküm No: 8/110/343
19
İstanbul Kadı Sicilleri, İstanbul, D.29, s. 51-52. “… sebzenin kesreti ve cûdunda ziyâde behâ ile füruhtunun neş’eti tefahhus olundukda sebzeci esnâfı cevâblarında işbu manav tâ’ifesinin muhdes dükkân ve mahzenleriyle … manav tâ’ifesi gelen sefîneyi gece ile boşaldub ve ihtikârlarıçün hufyeten iştirâ ve muhdes olan dükkân ve mahzenlerine cem‘ idüb tevzî‘-i vakte gelince şey’-i kalîl kalub sebzeci sebzeyi mezbûrlardan ziyâde behâ ile iştirâ ile ibâdullâha füruht idüb bu vechile ziyâde behâyı iktizâ eylediğinden … Fî 19 Safer sene 1181 (17 Temmuz 1767)”
20
Kala,a.e., C.2, S. 125-126, Hüküm No: 8/37/116
21
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Cevdet Belediye, No: 675 “… kapu kethüdâsı İsmail Ağa kulları mübâşeretiyle ihzâr olunan Eminönü iskelesinde Valide Sultan Câmi‘-i şerîfi nerdübanı ve beyninde manav … kimesneler mahzarlarında ….manavlık ticâretine kanâ‘at itmeyüb Eminönü’ne kayıklarla leylen gelen bi’l-cümle sebzevâtı hilâf-ı emr-i âlî iştirâ ve dükkânlarına vaz‘ ve ihfâ ve narh-ı cârîsinden ziyâde behâya esnâfımız vesâ’ireye bey‘ ve ihtikâr ve ibâdullâhı ızrâr adet-i müstemirreleri olduğu … Fi 4 Zilka‘de sene 1205 (5 Temmuz 1791)”
18. YÜZYILDA İSTANBUL’DA DENİZ ULAŞIMI VE KAYIKÇI ESNAFI / Dr. Ergin ÇAĞMAN
77
OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR / Doç. Dr. Bayram NAZIR
Doç. Dr. Bayram NAZIR*
Osmanlı esnafının muhatap olduğu cezalardan biri de, rencide edilecek şekilde çarşı pazarda dolaştırılmaktı. Malı teşhir edilen esnaf, gerek kendi camiası içinde, gerekse tüketici nezdinde ciddi bir itibar kabına uğramaktaydı. Ekmek halkın ana gıdası olduğu için başta padişah ve sadrazam olmak üzere bütün devlet görevlileri fırınları sıkı bir denetim altında tutarlardı. Fatih Sultan Mehmed bazen resmi olarak, bazen de tebdil-i kıyafetle, yani kıyafet değiştirerek Unkapanı’ndaki, Kapalıçarşı’daki esnafı sık sık dolaşarak, devletin koyduğu kanunlara uyulup uyulmadığı kontrol etmişti.
78
OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR / Doç. Dr. Bayram NAZIR
79
OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR / Doç. Dr. Bayram NAZIR
Osmanlı esnafı, işlediği suçlardan dolayı, çeşitli müeyyidelere tabi tutulmuştur. Osmanlı hukukunda, esnafı ilgilendiren cezaları çeşitli bölümlere ayırmak mümkündür. Buna göre, bedenî cezalar başlığı altında idam, uzvun kesilmesi ve dayağı sayabiliriz. Malî cezalar ise para cezalarıydı. Hapis, sürgün, zincire vurma, kürek cezasını, hürriyeti bağlayıcı cezalar olarak ele almak mümkündür. Manevî cezalar ise, suçlunun tekdir edilmesi, azarlanması ya da nasihat yoluyla ikaz edilmesi ile teşhir edilmesi şeklindeki cezalardı1.
80
esnafın caydırılması hedeflenir, suçun tekrarının önüne geçilmeye çalışılırdı.
Biz burada yukarıda anılan suçlardan birkaçına değineceğiz.
Osmanlı esnafına uygulanan teşhir cezası, muhatabı olan esnafı oldukça etkilemesi beklenen ve caydırıcı yönü ağır basan bir cezaydı. Malı teşhir edilen esnaf, gerek kendi camiası içinde, gerekse tüketici nezdinde ciddi bir itibar kabına uğramaktaydı. Aynı zamanda bu ceza, söz konusu esnafın ticaretini de olumsuz yönde etkilemekte ve bu durumdaki kişilerin toplum içinde sahtekâr esnaf olarak tanınmalarına yol açmaktaydı2.
1. Hileli Mal Üreten Esnaf Çarşı ve Pazarda Teşhir Edilirdi
2. İhtiyaç Fazlası İş Yeri Açanların Dükkânları Kapatılırdı
Osmanlı esnafının muhatap olduğu cezalardan biri de, rencide edilecek şekilde çarşı pazarda dolaştırılmaktı. Mesela ekmeğin dirhemini belirlenen narha aykırı bir şekilde düşüren ve bu yolla haksız kazanç elde eden fırıncının aldığı cezalardan biri buydu. Böylece toplum içinde rencide olan
Dükkân kapatma cezasının en sık uygulandığı durumlar, ihtiyaç fazlası işyerlerinin açılması haliydi. Öncelikle, fazla işyerlerinin tespiti yapılırdı. Mevcut dükkânlarda olduğu gibi yeni açılanlarda da yapılan uygulama, bu dükkânların defterlere kaydedilmesiydi. Böylece hangi işyerinin nizama
* Gümüşhane Üniversitesi Öğretim Üyesi
OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR / Doç. Dr. Bayram NAZIR
uygun olarak açıldığı, hangisinin kaçak olduğu belirlenmiş olurdu. Kayıtlı olmayan işyerleri kaçak sayılmaktaydı. Kaçak işyerlerine herhangi bir müsamaha gösterildiğine dair örneklere rastlanmamaktadır. Yine belirlenen yerler dışında, esnafın mesleğini icra etmesi veya kapalı iken dükkânını yeniden açması da suçtu. Çevreye rahatsızlık vermek, mesleğin prensiplerine aykırı hareketlerde bulunmak, işyerini maksadının dışında gayri meşru işlerde kullanmak gibi suçlarda dükkân kapatma veya meslekten ihraç cezası uygulanmıştır3.
3. Çevreye ve Halka Zarar Veren İş Yerleri Kapatılırdı Çevreye ve halka rahatsızlık veren işyerlerinin de kapatma cezasına tabi tutuldukları ile ilgili yaygın örnekler arasında, bozahaneler gelmekteydi. Bu kapsamda, bazı bozahaneler, içki sattıkları için ve buralara uygunsuz kişilerin girmesi dolayısıyla fitne yuvası haline geldikleri-
ne hükmedilerek kapatılmışlardı. Yine, cami yakınlarında faaliyet gösteren bozahanenin müdavimleri, fazla gürültü yaparak cami cemaatini rahatsız ettiklerinden, söz konusu bozahanenin kapatılması için fetva verilmişti4.
4. Fitneye Sebep Olan Esnaf Meslekten İhraç Ediliyordu Kadı tarafından esnafa, bazı durumlarda meslekten çıkarma cezasının verildiği olmuştur. Meslekten ihraç edilmeyi gerektiren suçlar arasında, iş yapmamak, esnafın ödemesi gereken vergilere iştirak etmemek, fitneye sebebiyet vermek, sahtekârlık yapmak, ahlaksızca davranışlar sergilemek ve diğer esnafa kötü sözler söylemek gibi durumlar yer almaktaydı. Burada dikkati çeken husus, ahlaksızlık yapmanın ya da kötü söz söylemenin esnaf için meslekten çıkarma gerekçesi olmasıydı5.
81
OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR / Doç. Dr. Bayram NAZIR
Kapalıçarşı
5. Kaçakçılık Yapan Esnafın Malına El Konurdu Özellikle İstanbul’a getirilmesi gereken zahirenin daha çok para kazanmak maksadıyla, dışarıya götürülerek yabancı tüccarlara fazla fiyata satılması, önemli bir suç olmanın yanında, sıkça görülen bir yolsuzluktu. Böyle zamanlarda zahireyi satan esnaftan, parası geri alınarak yabancı tüccarlara iade edildikten sonra, zahireye de devlet tarafından el konulurdu. Yine gemileriyle İstanbul’a zahire getirmekle görevli tüccarın mala yabancı maddeler katmasından dolayı, gemileri Tersane-i Âmire’de bağlanırdı6. Geçici olduğu anlaşılan bu ve benzeri cezalarla, zahire kaçakçılığına ve hileli mal satma işine bulaşan esnafın caydırılmasına çalışılırdı.
6. Fırıncılara Verilen Cezalar Osmanlı Devleti’nde en fazla kontrolü yapılan ürün ekmek ve et idi. Nitekim I. Abdülhamid, devlet adamlarına hitaben kendi eliyle kaleme aldığı bir emirde, “Her şeyden önemli olan et ve ekmektir” demekteydi. Ekmek Osmanlı arşiv belgelerinde “nân-ı aziz” olarak geçmektedir.
a. Padişahlar Fırınları Denetliyordu 82
Ekmek halkın ana gıdası olduğu için başta padişah ve sadrazam olmak üzere bütün devlet görevlileri fırınları sıkı bir
denetim altında tutarlardı. Fatih Sultan Mehmed bazen resmi olarak, bazen de tebdil-i kıyafetle, yani kıyafet değiştirerek Unkapanı’ndaki, Kapalıçarşı’daki esnafı sık sık dolaşarak, devletin koyduğu kanunlara uyulup uyulmadığı kontrol etmişti. 1774-1789 yılları arasında Osmanlı tahtında bulunan I. Abdülhamid de sık sık esnafı denetleyen padişahlardandı. Sultan I. Abdülhamid, tebdil-i kıyafet ederek fırınlara gider, ekmeğin ağırlığını, rengini, içine konan maddeleri kontrol ederdi.
b. Fırının Önünde Asılan Fırıncılar Eğer ekmek kanunnamede belirtilen gramajın altındaysa fırıncının kafasına suçlu olduğunu belirten tahta bir külah geçirilir veya para cezası verilirdi. Gramajda meydana gelen yüzde 5 oranındaki sapmalar beşerî bir yanılma olarak görülüp ekmekçi esnafına herhangi bir ceza uygulanmaz ancak sapmalar bu oranı aştığı zaman ekmekçiler ikaz edilirdi. Eğer devletin belirlediği gramaja aykırı tutumlar tekrar ederse ceza uygulanmaya başlanırdı. Ekmek sıkıntısına veya ekmekteki yolsuzluklara karşı alınan en sert önlem fırın işletmecisi veya çalışanlarının işyerlerinin önünde asılmasıydı. 21 Mart 1772’de III. Mustafa Vezneciler’de bir ekmekçinin tezgâhtarını başkalarına ibret
OSMANLI’DA ESNAFA VERİLEN CEZALAR / Doç. Dr. Bayram NAZIR
d. Ekmeği Yeterince Pişirmeyen Fırıncı Kulağından Duvara Çivilenirdi Esnafın kulağından duvara çivilenerek cezalandırılması, çok sık karşılaşılan bir ceza yöntemi değildi. Ancak yine de nizama aykırı iş yapan fırıncıların kulaklarından duvara mıhlandıkları olmuştur. Bu ceza, daha çok sadrazamın beraberindekilerle kola çıkması esnasında uygulanmaktaydı. Bu konu ile ilgili bir telhiste sadrazam, tebdil-i kıyafetle şehri gezerken, fırınların çıkardıkları ekmeğin kalitesini kontrol ettiğini, bir fırında gördüğü ekmeklerin yeterince pişkin olmadığını, cezalandırmak ve başkalarına ibret olmak üzere, fırıncıyı kulağından dükkânının duvarına çivilediğini söylemektedir. Osman Nuri Ergin de, bozuk veya eksik ekmek çıkaran fırıncıları dükkânlarının önünde kulaklarından duvara çivilemek suretiyle cezalandıran sadrazamlar bulunduğunu belirtmektedir. Yine Tarih-i Askerî-i Osmani’de, sadrazamın haftada bir kere olsun, tebdil çıkıp halka görünmeyi ve hiç olmazsa bir-iki ekmekçiyi dest-gâh başında kulağından mıhlamağa mecbur olduğu belirtilmektedir.
Simitçi Esnafı
Kulağından duvara çivileme cezası, fırıncılara has bir ceza olarak değerlendirilebilir. Bu toplumun temel beslenme aracı durumundaki ekmekte meydana gelebilecek istismarların, ciddi sonuçlar doğurabileceği endişesinden kaynaklanmaktaydı. Bu ceza, aynı zamanda devletin beslenme meselesine verdiği önemin de bir göstergesiydi8.
olması için astırmıştı. 8 Mart 1774’te de Kaymakam Süleyman Paşa Vefa Meydanı’nda bir ekmekçiyi idam ettirmişti.
c. Sultan I. Abdülhamid’in Dokunaklı Bir Yazısı: Ekmeği Görsen Ağlarsın Osmanlı tarihinin en ilginç hükümdarlarından biri olan I. Abdülhamid esnafı en çok denetleyen padişahlardandı. I. Abdülhamid döneminde savaşlar ve yangınlardan dolayı İstanbul halkı büyük sıkıntı çekmişti. Sultan sık sık tebdil-i kıyafetle şehri dolaşır, denetimleri bizzat yerinde yapardı. I. Abdülhamid dolaştığı fırınlarda gördüğü aksaklıkları yetkililere hitaben bizzat kendi eliyle yazdığı emirlerde belirtiyor, numune olarak aldığı ekmekleri rengi ve gramajlarına bakılması için kaymakama, yani sadrazam vekiline gönderiyordu. Abdülhamid’in yazdığı emir çok dokunaklıydı: “Yapılan ekmekleri yiyip helâk olanların haddi hesabı yoktur diye konuşulur. İstanbul’da nân-ı azizi görsen, billâhi ağlarsın. İnsan değil köpek yemez. Bilirim savaş vakitleri böyle... Yiyenler hastalanır. Bari yalnız darı olsa, bu kadar olmaz. Tersane’den verdiklerine bakla, nohut tanesi gibi sair şeyleri karıştırıyorlar”7 .
DİPNOTLAR: 1
Ekrem Buğra Ekinci, Osmanlı Hukuku Adalet ve Mülk, İstanbul 2008, s. 338- 343; Mehmet Demirtaş, Osmanlı Esnafında Suç ve Ceza, s. 291.
2
Demirtaş, aynı eser, s.298-299; Bayram Nazır, Dersaadet’te Ticaret, İstanbul 2011.
3
Demirtaş, aynı eser, s. 300.
4
Tahsin Özcan, Fetvalar Işığı Altında Osmanlı Esnafı, İstanbul 2003, s.151; Demirtaş, ayı eser, s. 303.
5
Demirtaş, aynı eser, s. 309-310.
6
Salih Aynural, İstanbul Değirmenleri ve Fırınları Zahire Ticareti (1740-1840), İstanbul 2002, s. 48; Demirtaş, aynı eser, s. 313.
7
Erhan Afyoncu, Kanunlara Uymayan Fırıncılar İbret Olsun Diye Fırınlarının Önlerinde Asılırlardı, 17 Ekim 2010 Bugün Gazetesi.
8
Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye, C.I, s. 384; Demirtaş, aynı eser, s. 319.
83
İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER
ISTANBUL’DA ESNAF DAYANISMASI Adnan ÖZYALÇINER*
İstanbul esnafı arasındaki dayanışmanın bir örneği “çırak”lıktan “kalfa”lığa, “kalfalık”tan “usta”lığa geçişte düzenlenen “peştamal kuşatma” ya da “peştamal kuşanma” adı verilen görkemli bir törendir. Bir meslekte çırak olarak başlayan çocuk kalfasıyla ustasının çıraklık süresini doldurduğuna, işi öğrendiğine karar verişiyle bir sınav geçirirdi. Aynı meslekten olanların karşısında verilen bu sınavdan sonra kalfalığa geçen çırağa şed (peştamal) kuşatılırdı.
86
İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER
87
İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER
İstanbul’daki esnaf dayanışması, öncelikle aralarındaki örgütlülük temeline dayanmaktadır. Bu örgütlülük Selçuklular döneminin yarı dinsel örgütlenmesi biçimindedir. Bu örgütlere XVII. yüzyıl sonlarına kadar “tarik-i fütüvvet” (mertlik tarikatı) ya da “tarik-i hirfet” (esnaflık, zanaat tarikatı) denirdi. XVIII. yüzyılda bu örgütlerin yerini loncalar almıştır. Bu örgütlerin kurucuları gedik sahibi (yetkili olan) ustalardı. Kimi loncaları da işyeri sahipleri (hamamcılar gibi) kurardı. Lonca kurmak, o işte çalışanların sayısına bağlıydı. Bağımsız lonca kurmaya sayısı yetmeyen esnaf, iş bakımından benzeri olan bir loncaya “yamak esnafı” olarak bağlanırdı. Paşmakçılar, kavaflar, çizmeciler, terlikçiler Pabuççu Esnafı Loncası’nın yamakları sayılırdı. Hamamcılar ya da Akdeniz Kaptanları gibi işyeri sahiplerinin kurduğu patron loncalarına bu işlerde çalışan yoksul esnaf yamak olarak katılırdı. Örnek vermemiz gerekirse Akdeniz Kaptanları Loncası’nda pereme-kayık marangozları, kayıkçılar, mavnacılar yamak olarak yer alıyordu. Bu tür bir dayanışma içinde hiçbir esnafın açıkta kalmadığı bir düzen oluşturulmuştu. Bu düzen, dükkân sayısı ya da dükkânın devri bakımından da sıkı sıkıya korunurdu. Bu konuda İstanbul Ansiklopedisi’nden (R. E. Koçu) şu bilgiyi aktarabiliriz:
88
*
Araştırmacı
“İstanbul’da 200 terlikçi dükkânının bulunduğu XVII. yüzyıl ortasında ne yeni bir terlikçi dükkânı açılabilir, ne de bu dükkânlardan biri kapanabilirdi. Hatta dükkânlar hüviyet de değiştiremezdi. Yani Çemberlitaş’ta bulunan bir terlikçi dükkânı Çarşıkapı’ya nakledilemezdi. Böyle bir nakil için devlet izni şarttı. (...) Gedik sahibi ölünce dükkân veya imalathane o işin başında bulunmak, çalışmak şartı ile evladına (çocuklarına) kalırdı. Evladı yok ise veya baba mesleğini terk etmiş ise o gedik mahlul (sahipsiz, devlete kalmış) sayılır, tarik-lonca tarafından (esnaf örgütünce) kendi başına dükkân veya imalathane sahibi olmaya layık bir kalfaya devrolunurdu. Eski gedik sahibinin mirasçılarına, işi terk etmiş evladına da dükkânda veya imalathanede kalan malın âlât ve edevatın (araç gerecin) değer bedeliyle gediğe takdir edilen bir peştamallık bedeli ödenirdi.”
Peştamal Kuşatma İstanbul esnafı arasındaki dayanışmanın bir örneği “çırak”lıktan “kalfa”lığa, “kalfalık”tan “usta”lığa geçişte de görülür. Bu “peştamal kuşatma” ya da “peştamal kuşanma” adı verilen görkemli bir törendir. Burada özellikle çıraklar arasında bir ayrım gözetilmediğini, zengin yoksul ayrıcalığının bulunmadığını belirtmemiz gerekir. Böyle bir düzenin getirdiği dayanışma, bir alt derecedeki esnafın bir
İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER
üst derecedekine olan saygısı, ona itaatiyle sürmüştür. Bu konuda Evliya Çelebi, şehzadeliğinde kuyumcu çırağı olan Kanuni Sultan Süleyman ile ilgili ilginç bir öykü anlatır: “İstanbul’da Unkapanı’nın iç yüzünde Konstantin adlı bir Rum kuyumcu vardı ki Sultan Süleyman’ın ustasıydı. Bir gün Konstantin, çırağı şehzadeye kızmış, “sana bin değnek vuracağım” diye yemin etmişti. Şehzadenin anası, Sultan Süleyman’ın suçunu affettirmek için Konstantin’e bin altın göndermiş, usta da o altınları alıp ondan saç teli kadar ince beş yüz tel çektirmiş ve Sultan Süleyman’ı falakaya yatırarak çıplak tabanlarına bu tellerle iki defa vurarak yemininden kurtulmuş.” Bu yüzden olmalı, bir zanaata, mesleğe girerken çırak çocuk velisi tarafından ustasına “eti senin kemiği benim” sözüyle teslim edilirdi. Böylece işe çırak olarak başlayan çocuk kalfasıyla ustasının çıraklık süresini doldurduğuna, işi öğrendiğine karar verişiyle bir sınav geçirirdi. Aynı meslekten olanların karşısında verilen bu sınavdan sonra kalfalığa geçen çırağa şed (peştamal) kuşatılırdı. Ustanın kendi belinden çözüp çırağına bağladığı peştamal bir tür diploma sayılırdı. Peştamal kuşatma töreni, bir tekke ayini gibi çeşitli aşamalardan, dualardan soru-cevaplardan oluşur. Sonunda yeni kalfaya “harama bakmaması, yalan söylememesi, haram yememesi, haram giymemesi, haram içmemesi, ekmek-tuz hakkına ihanet etmemesi, ihtiyarları hor görmemesi, uluların önünden gitmemesi, sabretmesi, tahammül etmeyi bilmesi, bir koy koymadığı yere el uzatmaması, emanete hiyanet etmemesi, kanaat (yetinme) sahibi olması” konusunda öğütte bulunulur, bunların “kulağına küpe olması” için kulağı çekilirdi. Tören, kalfanın ensesine atılan bir tokatın arkasından: “Gafil olma, gözünü aç, gün akşamlıdır” özdeyişiyle sona ererdi. Peştamal kuşanan kalfa eski işyerinde çalışmasını sürdürürdü. Uygun bir gedik bulunduğundaysa gerekli parayı öder, kendi birikimi yoksa bunu örgütünden borç alarak karşılardı. Bu arada bir sınavdan daha geçirilip yeniden peştamal kuşatılıp “çırak çıkartılır”dı. Usta olarak görev yapması örgütünün onayına bağlıydı. Bu konuda sınavdan sonra ustasının beline bağladığı şedin bir ikincisi “sağ koltuğu altından sol omzu üstünden geçirilerek hamaylı tarzında” bağlanırdı. İkinci şed bağlandığında törene katılanlar: “Yürü Allah yardımcın olsun, postun (dükkânın) mübarek olup kazancın helal olsun!” diye dua ederlerdi. Tören, yeni ustanın törene katılanlara verdiği ziyafetle son bulurdu. Ahmet Rasim, ilk baskısı 1898’de yapılan “Hamamcı Ülfet” romanında kadınlar hamamı natırının ustalığa geçiş törenini neşeli bir biçimde anlatmıştır:
“Hamamcı hanım diğer hamamcı hanımlarla beraber ortaya çıktı. Ma’rufe’yi çağırdı. El yüz öpüştüler. Ondan sonra en yaşlı bir hamamcı hanım, natırın sırmalı bohça içinde getirdiği sırmalı peştamalı (Sabriye’nin hediyesi) okuyup üfleyip Ma’rufe’nin beline sardı. Ma’rufe bunun ardından tekrar el, yüz öpüştü, sonra Sabriye ile diğer mesleğin ileri gelenlerinin sedirlerini dolaşıp etek öptü. Sıracılar (çalgıcılar) başlamıştı. Çengiler zil vurarak ortaya atıldılar”. Ardından yeni ustaya verilen armağanlar, kendi işinde başarılı olması için bir destek, bir dayanışma örneğidir. Bu armağanların çoğu mesleği ile ilgilidir: “Tek taşlı bir yüzük, yukarısı elmaslı yıldız, altı akik bir küpe, tasması ipek işleme arusekli (yeşil sedefli) bir ceviz nalın, biri gümüş, üçü sarı pirinç, bakır, bafon (gümüş görüntüsü veren bakır-nikel-çinko karışımı, aslı fakfon), tas (hamam tası)”. Hamamcı hanım yeni ustasına yeni giyecekler de almıştır. Çünkü onun iyi giyinmesi kendi hamamının saygınlığını arttıracaktır. Reşat Ekrem Koçu “Tarihte İstanbul Esnafı” kitabında “çırak çıkarma”larda verilen armağanları, yapılan bağışları şu satırlarla dile getiriyor: “Fütüvvetnamelerde tesbit edilmiş esnaf geleneklerince, çıraklıktan kalfalığa peştamal kuşanan bir çırak oğlanın babası, velisi, tarik-lonca mutfağına bir bakır sahan yahut bir bakır tas veya maşrapa, ustalığa peştamal kuşanan kalfa da bir bakır sini yahut bir bakır tencere veya kazan verirdi. Verilen o bakır eşyanın bir kenarına da bağış yapanın ve ustasının adı ve bazen de bağışın tarihi yazdırılır, hakkettirilirdi. Bizim hırdavatçılar eline düşmüş bazı bakır kap kacak üstünde gördüğümüz birkaç kaydı nakledelim: Bir bakır maşrapada: ‘Berber İsmail Bin Mehmet min şakirdanı berber Hasan Usta, sene 1008 (1600),’ Bir sitilde: ‘Vakfı el hac Mustafa el-Üsküdarî, sene 1094 (1683)’. Her tarafı nakışlı iki metre çapında büyük bir sofra sinisinde: ‘Saraçlar kethüdası Kocafesli dinmekle maruf Ömer Usta’nın lonca vakfıdır, sene 1224(1809).’ Yüzü tamamen çiçek nakışlı olan bu gayet kıymetli bakır sini, ayrıca yapıcısı olan Mehmet Usta adında bir bakırcı ustasının da imza yerinde adını taşıyordu. Çoğu zamanların ünlü bakırcı ustalarının isimlerini de taşıyan esnafın lonca vakfı bakır takımları Meşrutiyetin ilanında loncalar kaldırılıp dağıtılırken şunun bunun tarafından aşırılmayanlar maliyeye devredildi, fakat sanat kıymetleri maalesef takdir edilemedi, hurdacılara devredilip paraya tahvil edildi, aslında ise yerleri bir müze olmalıydı. (...)
89
İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER
Sadece esnaf loncalarının o vakıf eşyasıyla bir muhteşem “Türk Bakır Eşya Müzesi” kurabilirdik. Şimdi ne kadar dövünsek faydasız.”. Evliya Çelebi, kuyumculardan söz ederken gençliğinde kuyumculuk zanaatını öğrenmiş olan Kanuni Sultan Süleyman’ın Kuyumcular Loncasına 10.000 sahan, 500 kazan ile tencere ve de diğer bakır kap kacak vakfettiğini (bağışladığını) yazmaktadır.
Dayanışma Sandıkları
90
İstanbul’daki esnaf örgütleri uzun süre dayanışma sandığı olarak da görev yapmışlardır. Bu esnaf arasındaki maddi dayanışmanın bir örneğidir. Bu konuda Reşat Ekrem Koçu “Tarihte İstanbul Esnafı” kitabında şunları yazıyor:
“Her esnaf zümresinin bir yardımlaşma sandığı vardı. Bu sandık tariklerde şeyh ile nakibin, loncalarda da kâhya ile yiğitbaşının nezaret ve sorumluluğu altında bulunmuştur. Esnaf sandıklarının gelir kaynakları şunlardır: 1- Çırağın kalfalığa, kalfanın ustalığa peştamal kuşatmalarında çok eski gelenek icabı ustaların verdikleri “mürüvvet” paraları. 2- Çırak, kalfa ve ustaların keselerinin tahammülü derecesinde ödemeye mecbur oldukları haftalık yahut aylık aidat. 3- Tarikler zamanında ikraz edilen (borç verilen) paradan faiz alınmamıştı. Loncalar zamanında ikraz edilen paralardan alınan yüzde bir faiz. 4- Zengin esnafın vasiyetnamelerle sandığa bıraktığı paralar.
İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER
Gezi ve Kamplar Esnaf arasındaki manevi dayanışma da yıllık toplu gezilerle güçlendirilirdi. Koçu bu gezilerin yazlık kamplar biçiminde olduğunu, en az bir iki gün sürdüğünü, bazı esnafların daha aralıklı olmakla birlikte daha uzun süre yazlıklara çadır kurduğunu yazar. Terlikçiler, kimi zaman on yılda bir, Beykoz çayırında 15-20 gün kalırlarmış. Esnaf erkeklerinin İstanbul’da kendi aralarında kışın yaptıkları yemekli toplantılar da, bu yazlık geziler gibi “harifane-arifane-erfane” adıyla anılır. “Kenzül-İştiha” çevirmeni Ahmet Cavit, masrafı ortak olan bu tür toplantıların adının “ehli hıref” (sanat sahibi) sözcüğünden halk dilinde bozularak oluştuğunu yazar. Anadolu’da erfene-gezek diye anılan bu tür toplantıların ortak parayla yapılışını Ahmet Cavit “Her sakaldan bir tel ile bir yere biraz akça (para) cem ederler (toplarlar)” diye tanımlar. Tarihte esnaflar arasındaki bu sıkı örgütlenmenin aralarında nasıl bir dayanışmayla kopmaz bir bağlılık sağladığını bize açıkça göstermektedir.
5- Varis bırakmadan ölen zengin esnafın yine vasiyetnamelerle sandığa bıraktığı emlakinin geliri. 6- Hiç umulmayan yerlerden “tayyarat” adı verilen bağışlar. Tariklerin sonra loncaların, gelenek olarak esnaf tarafından verilmiş, vakfedilmiş ve zamanla toplana toplana büyük bir kıymet almış demirbaş bakır takımları vardı; kazanlar, sahanlar, tencereler, tavalar, siniler, güğümler, ibrikler, maşrapalar, bunlar peştamal kuşanma törenlerinde verilen ziyafetlerde esnafın toplu olarak yaptığı kır gezintilerinde kullanılırdı. Halkın yaptığı düğünlere de birkaç günlüğüne kiraya verilirdi. Bu bakır takımların kiraları da sandığın tayyarat gelirinden birini teşkil ederdi.”
91
İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ
92
İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ
İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE
ISMEK ÜZERINE SÖYLESI Söyleşen: Fatih YAVAŞ*
İSMEK, bugün yetiştirdiği çok sayıda zanaatkar sayesinde sadece unutulmaya yüz tutan zanaatlarımızın canlandırılmasına değil, aynı zamanda kursiyerlerine meslek edindirerek istihdam sağlamaya konusunda da büyük katkı sağlamaktadır. Geliştirdiği eğitim modeliyle yurtdışında da dikkat çeken ve Avrupa’dan Afrika’ya kadar pek çok ülkeye bu sistemi ihraç eden İSMEK üzerine İBB Genel Sekreter Yardımcısı İbrahim Kapaklıkaya ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu söyleşiyle, her semtte hızla yükselen ve büyük rağbet gören İSMEK’in bir hobi merkezi olmanın ötesinde bir kurum olduğunu göreceksiniz.
93
İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ
1453 Dergisi: 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi olarak röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için size teşekkür ederiz. Öncelikle bize İSMEK’in tarihçesinden ve kuruluş amacından bahsedebilir misiniz? İ. Kapaklıkaya: İSMEK, Sayın Başbakanın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesinden hemen sonra onun önerisiyle başlatılan bir projedir. 1996 yılında az sayıda kurs ve öğrenciyle hayata geçirilen proje, her geçen yıl hem öğrenci sayısı hem de branş sayısıyla giderek artan bir grafik çizmiştir.
İSMEK projesinde öncelikli maksat, yetişkin eğitimi dediğimiz örgün eğitimden çıkmış, yaygın eğitim alabilecek yaşlarda olan kesimlere mesleki nitelikler kazandırmak, aynı zamanda özellikle ev hanımlarının ev dışında da kendilerine faaliyet alanları bulabilmelerini ve sosyalleşebilmelerini sağlamaktır. İSMEK’teki kursları da iki bölüm içinde değerlendirmek lazım. Birincisi, ilk defa başlayanlara yönelik çalışmalar, eğitimler; ikincisi de ihtisas merkezleri dediğimiz belli eğitim aşamasını geçmiş, artık ustaca eserler vermeye başlamış kursiyerlerin çalıştıkları kurslarımız ihtisas merkezlerimizdir. Buradan çıkan ürünler artık tamamen sanat eseri niteliğindedir. 94
*
Yazar
Bu merkezlerde nasıl bir eğitim veriliyor ve eğitimler kursiyerlere hangi alanlarda getiriler sağlıyor? Kültürel değeri olan ve piyasaya da hitap eden ürünlerdir aynı zamanda. Ben geçenlerde İnsan ve Medeniyet Hareketi’nin “Yaşayan Selçuklu Mirasımız” sergisinde bizim hocalarımızın ve kursiyerlerimizin eserlerinden de epeyce gördüm. Ayrıca, Sayın Başkan’ın ve diğer üst düzey yöneticilerin yabancı heyetlerine verdiğimiz hediyeler de hep İSMEK’ten ürünlerdir. Çünkü hepsi çok kaliteli. Övünerek veriyoruz onları.
İSMEK kurslarının bir başka yönü de, birinci aşamada olsa bile, verdiğiniz eğitimin insanlara doğrudan gelir kaynağı kazandırabilecek hale gelmesidir. Mesela, nikâh şekeri yapma kursu var. Nikâh şekeri yapma kursunun daha birinci ayında öğrenciler sipariş almaya başlıyor. Nihayetinde nikâh şekeri yapması çok zor bir şey değil ama malzemeyi nereden alacağını, nasıl yapacağını, hangi tür ve modelleri üretebileceğini öğrendiği için insanlar çevrelerinden kısa zamanda sipariş almaya başlıyorlar. Makine nakışı kursunda bir sürü hanım sipariş usulü çalışıyor. Konfeksiyonda da, elişinde de bu şekilde. Kursu tamamlayanların bir kısmı işyerlerini açıyor, bir kısmı evinden o işi yapmaya devam ediyor. Yani ekonomiye de ciddi katkı sağlıyor İSMEK kursları. Kursiyerler sosyal çevre içinde kendilerine yeni arkadaş
İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ
95
İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ
grupları ve birlikteliklerini, eğitimlerini sürdürebilecekleri insanlar da kazanmış oluyorlar burada. Yani sadece bir meslek öğrenip gitmiyorlar. Bu manada İSMEK benzeri olmayan bir halk üniversitesi niteliğindedir.
Benzer alanlarda eğitim veren farklı kurumlar olmasına rağmen İSMEK’in karşılaştığı yoğun rağbetin neden kaynaklandığını düşünüyorsunuz?
na gidip eğitim almaya başlıyor. Güvenmediği için başka ortamlara ne eşinin gönderdiği ne de kendisinin gitmek istediği insanlar. O ortamı, o güveni verebiliyoruz biz. Bu sebeple İSMEK diğer benzeri eğitim kurumlarından daha çok ilgi görüyor. Halk eğitim kurslarında -evet o da daha sistematik bir yapı ama- gittiği zaman belki daha soğuk bir ortamla karşılaşıyor kursiyerler fakat burada öyle değil, burada bir aile havasıyla karşılaşıyorlar. Kendi inançlarına ve yaşam tarzlarına saygı gösterildiğini ve korunduğunu görüyorlar, onun için geliyorlar.
İSMEK’te bir defa sistematik bir yapı oluşturulmuş durumda ve sistem çalışıyor. İnsanlar geldikleri zaman bütün birimlerde aynı hizmet kalitesini görebiliyorlar. İSMEK’te ça- Geçenlerde bir İSMEK kursumuzda Arapça kursumuza delışanlar, yöneticileriyle, ara yöneticileriyle tamamen vam eden hanımefendilere sordum “Ne yapaburada bir iş yapmaktan öte, bir hizmet olduğu caksınız Arapça’yı?” diye. Birisi “Eşim tekstil işi kanaatiyle çalışıyorlar. Dolayısıyla aşkla, kenyapıyor, onunla beraber çalışacağım” dedi. di gönüllerini de ortaya koyarak çalışıyorlar. Öteki, “Merakımdan geldim, Arapça kitapBöyle olunca ortaya hem gerçekten nitelar okumak istiyorum” dedi. Bir diğeri ise likli bir eğitim çıkıyor hem de kaliteli bir “Ben sadece burada bulunmak istiyorum” eğitim ortamı çıkıyor. Yani özellikle Fatih, dedi. İşte bu bizim için çok önemli. Bu tür Alibeyköy, Gaziosmanpaşa, Ümraniye gibi değişik talepler eğitimin daha cazip hale muhafazakâr kesimin yoğunlukta bulundugelmesini sağlıyor ve verilen eğitimin öneğu yerlerde çoğu ev hanımı ilk defa evinden mini ve değerini de gösteriyor aynı zamanda. çıkıyor, ilk defa bu vesileyle sosyalBu nedenle kurslar düzenli halde tekleşmeye ve bir resmi eğitim kurumu- İsmek Katı Sanatı hocası Hatice Uçar’ın katı eseri. rarlanabilir halde yürüyor.
96
Sultanahmet Küçükayasofya’daki Cilt Kursu Prof. Dr. İslam Seçen ve öğrencileri
İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ
Tabii bu noktada eğitmenlerimizden de bahsetmek gerekiyor. Öğretmenlerimizin hepsi Milli Eğitim’de eğitim verebilecek nitelikte olduğu belgelenmiş insanlar. Ayrıca, biz onları, bizim sistemimize uygun olup olmadığını mulakatlarla belirledikten sonra alıyoruz. İnsan eğitimi yaptığımız için kaliteli öğretmenlerle çalışıyoruz. Ve performans sistemi olduğu için insanlar kalitelerini ortaya koyabiliyorlarsa devam ediyorlar.
İSMEK’in geleneksel sanatlara ve şehrin kültür hayatına yönelik çalışmalarından bahsedebilir misiniz? Kurslarımızda hüsn-i hat, ebru, kalem işi, kâtı, minyatür, tezhip, sedef gibi geleneksel sanatlarımızın öğretimine özel bir önem vermekteyiz. Bu sayede unutulmaya yüz tutan sanatlarımızı gündeme getirerek halkın hafızasında yeniden canlanmasını ve geniş kitlelere tanıtılmasını sağlıyoruz. Ayrıca bu sanatları yeni eserlerle halkın dikkatine yeniden sunabilecek uzmanların, icracıların yetişmesine ve sanatçıların keşfedilmesine vesile olarak kültürümüzün devamlılığı ve gelişmesini sağlamak için hizmet ediyoruz. Hem kurslarımıza olan yoğun talepler hem de sene içerisinde yaptığımız sergilere olan ziyaretçi katılımı İSMEK’in bu yol-
daki amaçları doğrultusunda isabetli adımlar attığını göstermektedir. Geleneksel sanatlarımızın kurslardaki eğitimle kalmaması, sanatların yaşamasına katkı sağlayacak ne varsa, branşlarıyla ilgili destekleyici seminerlerle, etkinliklerle, dergilerle desteklenmesi de İSMEK olarak bizim asli görevlerimizdendir. Ayrıca, hem yaşayan sanatçılarımızı taltif etmek, onlarahak ettikleri değeri vermek hem de kursiyerlerimizi motive edip en iyi eğitimi almaları amacıyla bu sanatlarla ilgili eğitimlerin alanlarında uzman kişiler tarafından verilmesini sağlıyoruz. Bu manada pek çok üstat sanatçı, ya eğitmenimiz ya da danışmanımız olarak İSMEK bünyesinde hizmet vermektedir.
İSMEK olarak merkezlerinizde verdiğiniz eğitimler dışındaki faaliyetlerden bahsedebilir misiniz? Yaptığımız çalışmaları eğitim yılı sonunda çoğunlukla Feshane’de düzenlenen genel sergi ile halkımızın beğenisine sunuyoruz. Kendi bünyemizde çıkardığımız “El Sanatları” dergisi de, Türkiye’de alanında tek dergi olma özelliğini taşıyor. Sadece bu dergi bile İSMEK’in kurum olarak yaptığı işe verdiği önemi göstermektedir. Ayrıca seminerler de veriyoruz. Eğitimlerimiz nasıl vatandaşlarımızın talebi doğrultusunda oluyorsa, seminerlerimiz de vatandaşlarımızın talepleri ve ihtiyaçları doğrultusunda oluyor. Kursiyerlerimizin %80’e yakını bayan. Seminerler hem kursiyerlere yönelik hem de halkımıza yönelik oluyor. Kursiyerlerin seminerleri kendi mekânlarında, diğer seminerler kültürel mekânlarda gerçekleştiriliyor. Bu seminerler içinde Aile İçi İletişim ve Sevgi Dili, Kanserde Erken Tanı Teşhis ve Tedavi, Ev Kazaları vb. konular ele alınıyor. Bunun dışında çeşitli ülkelere eğitim danışmanlığı da sağlamaktayız.
İSMEK’in yaptığı yurtdışı eğitim danışmanlıklarından bahsedebilir misiniz?
İsmek öğrenci işleri
İSMEK’te kurduğumuz sistem geliştikçe çok daha farklı alanlarda da hizmet vermeye başladı. Türkiye’nin, Osmanlı’nın kaybolmaya yüz tutmuş eski el sanatlarını ve kültürünü bir şekilde yeniden
97
İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ
İslam Seçen ve Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın Geleceğin Ustaları Yarışması sergisi’nde cilt dalında 1. ödülü alan İsmek kursiyeri Mustafa Köksal’ın eseri üzerine sohbet ederken.
canlandırmayı ve yaşatmayı da yeniden gündeme getirdi. Ve bu sene itibariyle 220000 öğrenciye 110 branşta eğitim veren sadece Türkiye’nin değil, Avrupa’nın en büyük halk üniversitesi haline dönüştü. İngiltere’yle de İSMEK tarzı mesleki eğitim yöntemleri konusunda işbirliği yapıyoruz zaman zaman. Avrupa’nın diğer ülkeleriyle de işbirliği yapılıyor. Bu çerçevede yapılan çalışmalar bir model olarak aynı zamanda birçok ülkeye ihraç ediliyor. Özellikle Afrika’daki ülkelerde, halkın gelir kaynağı temin edebilmesi, kendi geçimini sağlayabilecek meslekler öğrenebilmesine ihtiyaç bulunan ülkelerde İSMEK modeli tutan bir model haline gelmeye başladı. Biz oralarda hem model danışmanlığı yapıyoruz sistemin kurulmasına ilişkin olarak hem de aynı zamanda “eğiticilerin eğitimi” dediğimiz eğitimi vermek üzere oradan eğiticiler çağırıyoruz. Onlar belli sürelerde burada kalıyorlar hem sistemi hem işleyiş tarzını öğreniyorlar. O çerçevede de gittikleri ülkelerde de sistemi başlatabiliyorlar. Böyle bir faydası var Kursiyerlerinizden bugün İSMEK bünyesinde hoca olarak devam eden ustalar bulunuyor mu? Pek çok kursiyerimiz de bugün İSMEK’te hoca olarak hizmet vermektedir. Zaten üniversite mezunudur, zaten pedagojik eğitimi vardır. Bizim branşlarımızda uzmanlığı yoksa onlar ihtisas sınıfına kadar geçtikten sonra, belli bir noktadan sonra bizde hocalık yapmaya başlayabilirler. Bu konuda bayağı titiz davranıyoruz. 98
İBB GENEL SEKRETER YARDIMCISI İBRAHİM KAPAKLIKAYA İLE İSMEK ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Söyleşen: Fatih YAVAŞ
99
İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER
. ISTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE
Ferudun AY*
100
İSTANBUL’DA ESNAF DAYANIŞMASI / Adnan ÖZYALÇINER
Evliya Çelebi, esnaf olarak nitelediği zanaatkârlardan hareketle İstanbul zanaat ve zanaatkârları hakkında bilgi vermekle kalmaz, bu kesimi oluşturan kişilerin kimler olduğunu da günümüz
101
Sultan III. Ahmed’in şehzadeleri sünnet şenliği, Nakkaş Levni (1720)
araştırmacılarına aktarır.
EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY
Evliya Çelebi, aslen Kütahyalı olup İstanbul Unkapanı’nda doğmuştur. Devrin en önemli hocalarından İslam ve Osmanlı ilim sanatları, Kur’ân okuma ve musiki alanında eğitim alır. Sesi çok güzel olan Evliya Çelebi, IV. Murat’ın yanında nedim ve musahip olur. Türk ve İslam tarihinin bu büyük seyyahı hakkında Avrupa seyyahlarının hayatlarını da iyi bilen bir araştırmacı olarak Robert Dankoff şöyle der: “Büyüyüp olgunlaşırken, sonsuz mesabesinde bir merakla başkentin (İstanbul’un) bütün yönlerini araştırdı ve aynı zamanda Kanunî Sultan Süleyman’ın çok uzaklara kadar yayılmış fetihlerinin hikâyelerini ve rivayetlerini âdeta içti... Bu kitap, İslam edebiyatının –belki de Dünya edebiyatınınen uzun ve en ayrıntılı seyahat kitabıdır. ” der. (Dağı, 2009, s. 91,92). Evliya Çelebi, öykü anlatıcı, güzel sesi ve kıratı ile Kur’ân okuyucu ve müezzin olarak Sarayda yaşamaya başlar. IV. Murat ve onun yapmış olduğu toplantılara iştirak eden devrin bilgilerini Seyahatname’sinde yazar. Adeta eserinde devrinin küçük bir İstanbul tarihini kâğıda aktarır. IV. Murat’ın İstanbul’a olan sevgi ve tutkusu seyyahın işini kolaylaştırır. Padişah bir ferman yayınlar ve bu fermanında İstanbul’un nesi varsa bilmek istediğini anlatır. Bahsetmiş olduğumuz bu fermanı Evliya Çelebi İstanbul esnaflarını anlattığı bölümlerin sonunda ordu-yı humâyûn alayının tamamlanması sonrasında aynen kendisi şöyle aktarır: “Bu Osmanoğlu padişahında, başka hakanlarda, Fağfur, Çin ve Mâhan’da, Horasan ve Hindistan’da böyle deniz gibi bir alay ne olmuştur ne olacaktır. Ancak Sultan IV. Murat Han’ın fermanıyla ve içinden gelen emriyle böyle bir orduyı humâyûn alayı olmuştur.” (Çelebi, 2013, s. 425). Evliya Çelebi, padişahın ilgisini ve kendisindeki bu seyyahlık zanaatını değerlendirerek günümüze değeri ölçülemeyecek bir eser bırakır. Bizler de bu çalışmadan hareketle eserin dönemine ait İstanbul zanaat ve zanaatkârları hakkında bilgi sahibi olabilmekteyiz. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nin iki yüz yetmişinci bölümünde 17. yy İstanbul’u zanaat ve zanaatkârlarına detaylıca yer verir. Ordu-yı humâyûn alayının geçişi esnasında tanık olduğu bu bilgileri, İstanbul esnaf- zanaat ve zanaatkârlara aşina bir lisan ile eserine aktarır. Bunda “Babasının zanaatkâr olmasının, Evliya’nın el sanatlarına ve zanaatkârlara ilgi duymasını güçlendirdiği ve estetik yönünü geliştirdiği görüşü hâkimdir.” (Şark, 2011). İstanbul esnafını hakkında yapmış olduğu sınıflandırma ve vermiş olduğu esnaf başlıkları ile de zanaat, zanaatkâr ve esnaf sözcüklerine tanım ve içerik olarak hâkim olduğunu göstermektedir. Eserin yüz yetmişinci bölümünde genelde esnaf1 102
*
Yazar
olarak bahsettiği zanaatkârlar ile ticaret yapanları neden bir isim ile zikrettiği daha net anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi birbiri ile ilişkili olan zanaat, zanaatkâr ve ticaret erbabını aynı isim içinde esvaf olarak tanımlar. Bu tespitten hareketle esnaf başlıkları içinde kimlerin zanaatkâr ve hangi zanaat türüne ait olduğunu anlamak için esnaf grubu olarak adlandırılan isimlerin alt başlıklarının incelenmesi gerekmektedir. Araştırmamızda bölüm başlıkların da yer alan tacirler ile zanaatkâr sınıfının içeriğine bakarak, kimlerin dönemin zanaat ve zanaatkâr sınıfına girdiğini bulabilmekteyiz. Seyahatname’nin birinci cilt, iki yüz yetmişinci bölümünde Evliya Çelebi esnaf zanaat ve zanaatkârlarını şöyle anlatmaya başlar: “İstanbul’un dört mevleviyet2 yerinde ne kadar bin dükkân, ne kadar yüz bin esnaf askeri var ise onları kanun ve kuralları, pir-perverleri ile yollu yolunca padişah fermanı üzere (büyük ordu-yı hümayun için hepsi 57 bölümdür ve 100 adet esnaf alaylarıdır) esnaf alayları ile önderlerinin gömülü olduğu diyarlar ile bildirir.” (Çelebi, 2013, s. 303). Evliya Çelebi, esnaf olarak nitelediği zanaatkârlardan hareketle İstanbul zanaat ve zanaatkârları hakkında bilgi vermekle kalmaz, bu kesimi oluşturan kişilerin kimler olduğunu da günümüz araştırmacılarına aktarır. Esnafları anlattığı bölümde, kendi devrinde yaşayan zanaatkâr ve ticaret hanecileri ayniyle kayıt altına alır: “Önce Padişah fermanı üzere İstanbul’un dört mevleviyetinde olan bütün sanat sahipleri 57 bölüm olup tamamı 1100 sınıf sanat sahibi geçide hazır oldular... Bismillah ile önce...” (Çelebi, 2013, s. 303). Evliya Çelebi, 1100 sanat sahibinin geçide hazır olduğunu ifade ederek Padişahın emri ile bir araya gelindiğini ve kayıt altına alındığını da bizlere anlatır. (Dağı, 2009).
Evliya Çelebi’nin sırasıyla bölümlerde bahsettiği zanaatkârlar: Çavuşan zanaat ve zanaatkârları (birinci bölüm). Baltacılar ve beldaran3 lağamcıbaşı esnafı: Dağ delen ve kaya kesici olarak adlandırılırlar. Görevleri yüksek bir dağ veya delinecek bir kale varsa dibine girerek zanaatlarını sergileyip yolları açmaktır.4 Ordu Mollası zanaat ve zanaatkârları (üçüncü bölüm). Yazıcılar esnafı: Dükkânları 400, neferleri 500 olup, pazarda ve sadrazam kapısında arzuhal ve mektup yazma zanaatı görevi yaparlar. Sahaflar esnafı: Dükkânları 50, nefer 300 olup, zanaatları ulema hizmetçileri olarak kitap süslemesi yapmak. Cenaze peykleri:5 Ölü yıkayıcı yani şehit yıkayıcı
Sultan III. Ahmed’in şehzadeleri sünnet şenliği, Nakkaş Levni (1720)
EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY
103
EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY
104
EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY
esnafı: Nefer 4 bin, pirleri Amr-ı Ayyardır. Bu esnafın İslam ordusunda işleri şehitleri ve kimsesiz garipleri yıkayıp gömerler.
Çok Gerekli Hekimbaşı Esnaf zanaat ve zanaatkârları (dördüncü bölüm). Göz Hekimleri esnafı: Dükkân 40, nefer 80, eski zaman pirleri Hz. Musa döneminde bir Yahudi hatunu idi. Bu topluluk tahtırevanlar üzere dükkânlarını çeşit çeşit kıymetli giysilerle süsleyip sürme kutuları, türlü türlü milleri, nice çeşit gözle ilgili aletler ile dükkânlarını süsleyip bazı hasta adamlara ilaç ederek geçerler. Macuncular esnafı: Dükkân 200, nefer 500, çok eskiden pirleri Fisagores-i Tevhidi idi... Bu macuncu taifesi, tahtırevanlar üzere dükkânlarını macun küpleri, hokkaları gümüş hokkalar ile süsleyip yardımcıları tunç havanlar içinde besbase (macis)6 , kebabe, tarçın karabiber, kakule havlan, havlıcan, udülkahr ve zencefil gibi baharatları dövüp macun ederler. Cerrahlar Esnafı: Dükkân 400, nefer 700, pirleri Ebu Ubeyd-i Kassab’dır, Selman-ı Pak belini bağladı, kabri Lahsa’dadır. Bunlar silahlı olup tahtırevanlar üzere dükkânlarını diş çıkaracak kerpeten (kerpeten), mengene küsküler testere, bıçkı, minşar7, malafa eğeler, daha nice bin türlü cerrah aleti ile işyerlerini süsleyip bazı adamların kollarını, başlarını, ayaklarını timar eder şeklinde geçerler.
Reten’dir. Bunlar da renk renk giysiler ile tabla tabla meyveleri başlarında getirip halka dağıtarak ellerinde aşılama fidanları, bıçkılar, keserleri ve diğer aletleri ile geçip dua ederler.
Ekmekçiler Esnafı zanaat ve zanaatkârları (altıncı bölüm). Ekmekçilerin piri Hz. Adem’dir... Sanatkârlar arasında Selman-ı Pak’in kemer bağladığı üçüncü pirdir, bu ekmekçi sanatının çok esnaf yamağı vardır, hesapsız askerdir. Bu ekmekçilerin dükkânları 999, nefer 10 bin, bunlar arabalar üzeri ekmekçi dükkânları yapıp kimi hamurkârlık eder, kimi ekmek pişirip seyircilere ufak ekmek üleştirirler. Tahtırevanlar, arabalar, kızaklar üzere hamam kubbesi kadar üstü çörek otlu, susamlı has beyaz ekmekler yaparlar ki her biri ellişer kantar gelir ekmeklerdir. Kızaklar üzere olan ekmekleri 70-80 çift camus (camuş- camuz) çeker nice böyle büyük ekmek yaparlar. Fakat bunların fırında pişmesi mümkün değildir. Yeri hendek gibi yarıp üstlerini kül örtüp dört tarafını ateşle çevirip yavaşça pişirirler, görmeye değer. Dükkânlarında beyaz ramazan pideleri, somunlar, lavaşa, yufka ekmek yaparlar. Büyük ekmeklerin birkaçını Alay Köşkü dibinde padişah huzurunda yağma ettirirler, zira İstanbul mollası evine uzak mesafede olduğundan götürmesi müşkildir.
Şifa yağları esnafı: Dükkân 80, nefer 115, pirleri Abdüssamed Zeyyat Basrevi’dir, Selman kemerini bağladı... Bu esnafın işleri bademden, servi kozağından, cevizden, fındıktan, fıstıktan ve başka şeylerden yağlar çıkartıp damlalık şişelerin içine koyup tahtırevanlar üzere dükkânlarını süsleyerek halka yasemen yağı, sümbül yağı, gül yağı, reyhan yağı ve kule misk yağları saçarak geçerler.
Yeniçeri ekmekçileri esnafı: İşyeri birdir, nefer 300, hepsi acemi oğlanlarıdır, Yeniçeri ocağına tayin verir başkasına vermezler. Yoksullara siyah fodla verirler, ancak gayet lezzetlidir. Bu iş yeri eski odalar ile acemi oğlanlar arasında büyük bir işyeridir. Bir çorbacı, bir fodla10 kâtibi, yedi adet meram matçı, yedi adet mutemetleri, bir ekmekçi başısı, bir kethüdası bölükbaşları vardır. Bunlar da arabalar üzeri dükkânlarında ekmek yaparak, un eleyerek büyük ekmekleri sırık hamallarına getirtip iki tarafta olan seyircilere ekmekler dağıtarak hepsi sivri külahlı acemi oğlanları tepeden tırnağa saf saf olup ekmekçi başı fodla11 kâtibi, çorbacısı peş peşe ihtişamla geçerler, sivri külahlı tuhaf askerdir. (Çelebi, 2013, s. 315). Detaylı olarak vermese de kısaca nefer ve dükkân sayılarını vererek ekmekçi zanaatı ve zanaatkârları da kayıt altına alınır. Bunlar, Çörekçiler, börekçiler, gevrekçiler, kahiciler12, gurabiyeciler (kurabiyeciler), simitçiler, kadayıfçılar, şehriyeciler, lokmacılar, gözlemecilerdir.
Çiftçi Başı zanaat ve zanaatkârları (beşinci bölüm). Meyve ağacı aşılamacıları esnafı: Nefer 500. Bunlar ümmetin Salihlerinden bir alay adamlardır ki her ağacın seçkininden birer yeni filizleri meyvesiz ağaçlara aşılarlar ki o ağaç sulu meyve verir. Hatta bir üzüm asmasında yirmi tür üzüm filizi aşılayınca yirmi tür üzüm verir. Dut ağacında da öyle aşılamalar edip yedi sekiz tür lezzetli dut olur. Pirleri Baba
Değirmenciler Esnafı: Adet 985 nefer 9800. Bu topluluk ekmekçilere yamaktır, tepeden tırnağa silahlı olup nice bin değirmen beygirlerini Tuna geçti kınalayıp arabalar üzere değirmenler yaparlar. Araba tekerlekleri döndükçe değirmen çarhları tekerleklere dokunup dönerek un öğütür. (Çelebi, 2013). Ayrıca su değirmenlerinde çalışan zanaatkârlardan da bahsedilir. Su değirmeni azlığı sebebiy-
Deva içecekleri esnafı: Dükkân 500, nefer 600, pirleri süfyan-ı Sevr-i oğlu Tıb Ali’dir, kabri Yemen’dedir. Bu topluluğun çoğunlukla dükkânları Sultan Bayezıd’de Hoca Paşa yakınında Meydancık Mahallesi’nde ve Galata’dadır. Bu esnafın işleri sığırdili otu, hindiba8, köknar, nane, zater9 gibi otların öz suyunu çıkarırlar. Diğer otlardan da özsular çıkararak çeşit çeşit şişelerle dükkânlarını süsleyip geçerler. Savaşlarda bu ilaçlar çok gerekli olduğundan gaziler bunlarda metalarını göstererek pür-silah geçerler.
105
EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY
le bu zanaatkârları pek bilenin olmadığı bilgisi de aktarılır. Un elekçileri esnafı: İşyerleri değirmenler ve fırınlardır. Çoğunlukla Mısır fellahlarıdır. Buğday çalkalayıcı: Bunların da iş yeri değirmen ve fırınlardır. İşlerinde o kadar ustalaşmışlardır ki karışmış olan arpa, buğday, çavdar, mercimek ne varsa ayırırlar. Zanaatları unluk buğdayları ayırmak, askerler için beslenen atların yemlerini temizlemektir. Kalburcular: At derilerinden kalbur yaparlar. Elekçiler: At kılından ve pekten elek yaparlar. Güllaççılar: Seyishanelerde13 güllaç yapar ve satarlar. Peksimetçiler ve peksimet emini: Büyük ağalık olarak görülür. İş yerleri Galata, Yeniköy ve Kuruçeşme’dedir.
Karadeniz Gemicileri Esnafı zanaat ve zanaatkârları (yedinci bölüm). Karadeniz gemiciler tayfası şayka ve karamürseller inşa edip tepeden tırnağa silahla donatılan askerlerden olup ordu-yı humâyûn geçiş töreninde hazır olan zanaatkârlardandır. Sayıları toplam 2 bin neferdir. Bunların içinde başlıca zanaat ve zanaat sahipleri: Kalafat üstüpüsü bükücüleri, dükkânlarda keten üstüpülerini katran ile bükme zanaatıdır. Gemiciler esnafı içinde yar alan Marangozlar, bunların da belli bir dükkânı yoktur. Ancak Galata’da, Tophane’de ve lonca yerlerinde çalışan gemi ustası ve mimarıdırlar. Urgancılar, dükkânları Galata hendeği, Tersane ardı ve Okmeydanı’ndadır. Zanaatları, cankurtaran, gumana14, palamar, hurma lifi ve kendirden ısparçana15 mürsel halat adlı katranlı halatlar imal ederler. Yelkenciler, Bezciler esnafına benzerler ancak bunlar çeşit çeşit gemileri yelkenlerle donatırlar. Tulumbacılar, Çam direklerini büyük burgularla delerek tulumba ederler. Yaptıkları bu zanaatın faydası ise geminin deniz dalgalarında zarara görmesi neticesinde armozları16 açılıp yaralansa batma derecesine gelince hemen bu tulumbaları geminin farklı yerlerine koyup suyu boşaltırlar. Kasaplar zanaat ve zanaatkârları (beşinci bölüm İstanbul’da 999 dükkândır. Bütün neferleri 1700 ve pirleri Kassab-ı Cömerd’dir. Bu meslektekiler koyun, keçi, büyükbaş ve diğer bütün hayvanların kesimi yaparak halkın et ve süt ihtiyacını giderme görevini üstlenirler. Kasaplık zanaatı da aralarında mekân, dal ve inanışlarına göre ayrılır.
106
Sığır Kasapları, Yahudi Kasapları, Mandıracılar, koyun celepleri17. Evliya Çelebi süt ürünleri üreticilerini de kasaplardan bahsettiği zanaatkârlar sınıfına ekler ve kayıt altına alır. Bu zanaat grubundakiler: Çoban, camus18 sütçüleri, koyun sütçüleri, peynirciler, kaymakçılar, tereyağcılar, yoğurtçular, teleme peynircileri19, iç yağı mumcuları, bal mumcuları20. Evliya Çelebi, bahsetmiş olduğumuz zanaat sahiplerini “Bahadır Çoban Esnafı” olarak adlandırır. Hepsi de çeşit çeşit silahlarla donatılmış ve usta birer cengâver savaşçıdırlar.
Geleneksel yemek, başçı (kelle) aşçıları esnafı (on birinci bölüm), 90 dükkân ve 500 neferdir. Zengin ve itibarlı bezirgânlardan oluşan koyun celepleri, sığır pastırmacıları, tutkalcılar21, Koyun ciğercileri22, Arnavut çevren esnafı23, işkembeciler, sirkeciler, turşucular. Her biri bir diğerinin tamamlayıcısıdır. Askeri kıyafet olarak aynı tarza da giyinirler. Rahmanın rahmeti, çok gerekli aşçılar esnafı (on ikinci bölüm), 555 dükkân 2000 neferden oluşmaktadır. Bu zanaat sahipleri tertemiz ve pak elbiseler giyerler. Savaş ve barış zamanında yemek yapmakla zanaatlarını gösterirler. Çeşit çeşit faydalı ve bereketli yemekler yapmaktalar. Her yemek dükkânının şeyhi ve tarzı var. Belli başlı zanaat ve zanaatkârları: Vezir çaşnigir24 aşçıları esnafı25, zerdeciler26, kebapçılar ve köfteciler, biryancılar, dolmacılar, hardalcılar, sütlü aşçıları, salatacılar, sucukçular, hoşafçılar27, şerbetçiler28, yaya cüllapcılar (gülsuyu), sıcak paludeciyan29- paludeciler esnafı, sıcak ve baharatlı şerbetçiler30, bademli köfteciler31, mahlebciler32, ağdacılar33, üzüm değirmencileri34 ve karcı başları bu grup zanaatkârlar içinde yer alır ki bunların görevi de hareme, padişah mutfağına ve helvahaneye kar temin ederler. Evliya Çelebi helvacı ve balıkçı zanaatkârlarını (on dördüncü bölüm) birlikte verir. İlk olarak helvacılardan bahsedilir. Başlıca usta zanaatkâr helvacılar: Bîrûn (dışarı) helvacıları35, tablacı helvacılar36, akideciler37, Galata şekercileri esnafı38. Balıkçılar esnafını ise kendi içinde balık emini, balık pişiricileri, balık ağcıları ve denizciler esnafı olarak sınıflar. Bütün bu zanaat sınıfını verirken bir de şahit olduğu balık pişiricileri ve helvacı esnafının padişahın huzurundan geçişleri sırasında yaşadıkları “siz önce gidersiniz, biz önce gideriz” tartışmasını anlatır. Bu tartışma esasında tatlı bir atışmaya dönüşür ve seyahatnamede tarihe not edilir. Umenâ-yı Sultanî (çarşı eminleri) esnaf ve zanaatkârları: Eminler39, sırmakeşler40, esirci bezirgânları41, kalcılar ve kehleciler42 ve gümüş arayıcılar. Osmanlı Devleti için hayati öneme sahip kılıççılar esnafı on sekizinci bölümde genişçe yer alır. Kılıççılar, Galatasaray yerinde çıkan Eski İstanbul demiri madenini Kireç kapısı önünde deniz kıyısında yaparlar. Bu zanaat kendi içinde zırhçı başı43, mızrakçı başı44, hançerci ve bıçakçı45, kalkancı46, bıçak kıncısı47 ve sağrıcılar48 olarak adlandırılan zanaatlardan oluşmakta.
Ateş saçan tüfekçiler (on dokuzuncu bölüm), Unkapanı’nda bir arada bulunan zanaatkârlardır. 400 dükkân ve 1000 neferden oluşurlar. Demir kaynakçıları, kundakçılar49,
EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY
vezneciler50, tüfek kesecileri51, tabancacılar, tüfek açıcılar52, tüfek fişekçileri, havai fişekçiler, barutçular, tüfek fitilcilerinden oluşur.
Ateş saçan demirci (yirminci bölüm) zanaatkârları demire kızgın ateş ile şekil veren güçlü ve bir o kadar da zanaat sahibidirler. Nalkesen demirciler, mıhçılar, çivici yani egserciler53, teraziciler, eğeciler, keserciler, testereciler, burgucular, gemciler, temrenciler54, kilitçiler, üzengiciler, makasçılar, nalçacılar55, demir yüksükçüler56, iğneciler at nalbantçıları yer alır. Kazancıbaşı esnafı (yirmi ikinci bölüm), Fatih Sultan Mehmet Han tarafından yapılmış olan Unkapanı ile Ayazmakapısı’nın iç yüzünde bir iş yeridir. 900 dükkân ve 4000 neferden oluşmaktadır. Saf bakırdan ve demirden kazan ve tencereler yaparlar. Kendi içlerinde bakır sızırıcılar57, dükkân ehli cam ve kristal tasçılar58, çarkçılar59, kazan tacirleri60 ve kalaycılar61 olarak adlandırılırlar. Zergeran yani kuyumcu başı esnaf ve zanaatkârları (yirmi üçüncü bölüm). 3000 dükkân ve 5000 nefer oluşmaktalar. Bu zanaatı İstanbul zanaatkârları Trabzon tahtgahı ve Rum Kostanta’dan öğrenirler. Bu zanaatkârlar içinde öne çıkan zanaat isimleri: Cevahir bezirgânı62, incici, cevahir kuyumcuları63, saatçiler, sikkezan başı64, damgacı başı65, kuyucular ehl-i kıblesi (bilirkişisi), darphaneciler, nazırlar emini, gümüşhaneciler, rumatçılar66, saf altın ve gümüş tizapçılar (kezzapçılar) elmas tıraşçıları, hakkaklar67, mühür kazıcılar68, gümüş mühür ve tılsım kazıcılar, kuyumcu kalemkârları69, demir telçekenler70, potacılar71, boracılar72, cıvacılar73, sarı pirinç borucuları, çeşitli divitçiler74 ve bıçak kıncılarıdır.
Haymenci (çadırcı) zanaatkârlar (yirmi yedinci bölüm) iplikçi ve çadır kolancılarından oluşmaktadır. Nakışlı seyre değer nakşı kitabeleri üzerine giydirilerek haymen zanaatını sergilerler. Kürkçü zanaatkârlar (yirmi sekizinci bölüm) kurt, sığır koyun, oğlak, keçi, karaca, ayı vb hayvan derilerini terbiye ederler. Bu zanaatkârlar içinde de dal mevcuttur. Samur kalpakçıları, samur bezirgânları, kuş ve başka hayvan avcıları, parsçıbaşı90 ve aslancılar kethüdası91 olarak adlandırılır. Ahiler yani debbağlar esnaf ve zanaatkârları (yirmi dokuzuncu bölüm). Bu esnaflar çok çetin ve her biri ejderha gibidirler. Ellerine hırsız veya suçlu düşse kanuna teslim etmezler yâda ellerinden kurtulamaz. Görünüş ve heybetlerini terbiye amaçlı kullanırlar. Suçluya köpek pisliği ezme işi verip mecburen tövbe ettirip temizlerler ve bir iş sahibi yaparlar. Hatta Evliya Çelebi’ye göre bu debbağların tamamı bir yere birikip padişaha kafa tutsalar tahttan indirip çıkarabilirler. Yalın ayak başı kabak olan bu debbağlar padişahın huzurundan feraceleri, sahtiyandan gürzleri ve topuzları ile “Aşa aşa” diye bağırarak geçerler. Ahiler zanaatı içindeki dallar ise debbağların yamağı sağrıcılar, güdericiler, tirşeciler, keçe ve külah yapan keçeciler, keçeden tek parça Manisa yağmurluğu yapan tülbent börkçüleri, yeniçeri keçecileri; at çulu, kolan, püştüvan ve başka sanatlı eşya zanaatkârı mutafçılar bu zanaat grubunda yer almaktadır.
Yaycı başı (yirmi beşinci bölüm) esnaf zanaatkârları, okçu başı, zemberekçiler, zingirciler77 ve matrakçılardan78 oluşur.
Pabuççu ve dikiciler (otuz birinci bölüm). 3400 dükkân ve 4000 neferden oluşmakta ve bu zanaatkârlar Mercan çarşısında yedi bekârhanede vardır. Sekiz bin silahlı pabuççu bekâr da orada ikamet eder. Paşmakçı kavaflar ise Çerkez fillârı ve renk renk pabuç yaparlar. Evliya Çelebi’ye göre en insafsız esnaf grubudur. Müşteriyi terletir ve ardından da “gidiyi ey yaktım” diyerek keyiflenirlermiş. Bu esnaf grubu ise: Çizme ve pabuç dikicilerden olan dikici atarlar, rengârenk çizme diken çizmeciler, tomakçılar92, mestçiler, terlikçiler, eski pabuç toplayıcı olan kavaf eskicileri ve tamircilerinden oluşmaktadır.
Hayyatlar yani terziler esnafı (yirmi altıncı bölüm), Fatih Sultan Mehmed Han tarafından Arslanhane’ye bitişik inşa edin mekânda bulunurlar. 3000 dükkân ve 5000 neferleri bulunmaktadır. Kendi içlerinde Dolamacılar79, Pamuk hallaçları80, kadın takyacıları81, kavukçular, kellepuşçu82, yorgancılar, zincef ütücüsü83, gömlekçiler, tülbentçiler, yağlıkçılar84, örücüler85, cüllahlar86, gazzazlar87, Yahudi ibrişimciler88, iplik düğmecileri89 olarak yer alırlar.
İnce zanaat gerektiren sanat, kanaat ehli olan atarlık93 (otuz üçüncü bölüm). Attarlık zanaatı da kendi içerisinde amberci, buhurcu, fincancı ve fincan tamircileri, çömlekçi, kibritçi, kibrit yağcıları, badem yağcısı, şişeciler, eyvaycı (çiniciler), ispeçeran (deva otçuları), kahveci atarlar ve Yahudi attarlar olarak ayrılır. Evliya Çelebi, atarlar hakkında en zenginlerin Tahtakale, Mahmutpaşa Çarşısı ve hanında Yahudilerin olduğunu kaydeder.
Evliya Çelebi bazı esnaf dallarını da kısaca vererek, zanaat ve zanaatkârların dönemi hakkında günümüzü aydınlatır.
Berberler esnafı (otuz dördüncü bölüm). Dükkânları çeşit çeşit camlar ile sarı pirinçten leğen ve ibrikler ile nice Al-
Dökmecibaşı esnafı (yirmi dördüncü bölüm), tunç sahanlar, tunç taslar, kalay düğmeler, kalay kopçalar ve kurşun berber kösereciler76. (Çelebi, 2013)
107
108
Sultan III. Ahmed’in şehzadeleri sünnet şenliği, Nakkaş Levni (1720)
EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY
EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY
man ustaları tarafından dükkânlarını süsleyip, bellerinde pak ibrişim ve altınlı peştamalla güneş parçası berber civanları olan zanaatkârlardır. Belli başlı ustalık alanları: Sünnetçi berberleri, yaya berberleri, ustura çırakçıları, ustura kuyrukçuları94, sarıkçılar95, tellaklar, natırlar96, çamaşırcılar, lekeciler97 ve nureci yani hırızmacılardan98 oluşurlar.
Cihan nakkaş99 zanaatkârları (otuz altıncı bölüm). Bu zanaat ustaları kendi aralarında zerkübyan (altın dövücüler), altın yaldızcılar, ciltçiler, sahaflar, kâğıtçılar, mukavva kuburdivitçiler, remilci (kumcu) ve mektupçular, mürekkepçiler, ressam nakkaşlar, ressam falcılar100, oymacılar101, padişah düğünü nakılcıları102, alıcı ve balıcılar103, yastık basmacılar104, çit basmacılar105, sırma nakışçılar106 ve yağlıkçı nakkaşlar107 olarak cihan nakkaşları ismi altında sınıflandırılır. Evliya Çelebi’nin nefer ve dükkânlarını kayıt altına aldığı alt zanaat dallarını da içinde barındıran belli başlı zanaatkârlık isimlerini kısaca verir: Yeni bedesten cemaati108, Doğramacılar109, Çalıcı mehteranlar yani zurnacılar110, Mimar marangozları111, Hanende-mutrip ve rakkaslar112 ve bozacı113 zanaatkârları ve ordu-yı humâyûn alayının tamamlanmasıyla esnaf alayının geçişi son bulur.
Evliya Çelebi esnaf alayının geçişini ve bitimini tarihi tanıklığı ile şöyle anlatır: “Her esnaf alaylarıyla şeyhlerini, yardımcı, kethüda, duacıları, çavuşları ve ağalarını alaylarıyla şenlikler ederek hanelerine her esnaf ağalarını koyup padişaha hayır dualar edip herkes evlerine giderler... Allahu Taalâ, peygamberlerin Efendisi hakkı için yerden ve gökten gelecek bütün afetlere karşı korusun ve dünyanın sonuna kadar ömrünü uzatsın. Allah’a hamdolsun ki İstanbul’da olan bütün esnafı 57 bölüm üzere saydık. Hepsi bölüm bölüm mehter haneleriyle geçtikleri bölümleri tamam oldu.” (Çelebi, 2013, s. 425). Evliya Çelebi’nin yukarıdaki ifadelerinden de anlaşılmaktadır ki, gördüklerini ve şahit olduğu zanaatkârların diyaloglarına yer vererek günümüze aktarılmak üzere yazıya alır. Bizlerin araştırması neticesinde zanaat ve zanaatkârlığın İstanbul esnaf tarihinde nasıl bir yer tuttuğu ve değişim geçirdiğini de gözler önüne sermektedir. Ne acıdır ki Seyahatname’de karşılaştığımız birçok meslekler yok olmuş ve günümüzde ismi dahi unutulmuştur. Umut ediyoruz ki Seyahatname’deki İstanbul zanaat ve zanaatkârlar bir şekilde olması gerektiği gibi canlanır ve günümüze kadar bu bilgileri aktarma gayesine cevap vermiş oluruz. 109
EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY
DİPNOTLAR
28
Esnaf: Yaptıkları işlere göre işlere ayrılmış olan, kazançları sermayeden ziyade çalışmaya ve beden gücüne dayanan zanaatkârlara ve küçük ticaret sahiplerine verilen ortak isim. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Cilt 1, Kubbe Altı Yayınları, 1. Basım, 2006, s.379 2 Üst seviyede müderrislik payesi veya bir kadının görev yaptığı bölgedir. Kökü efendi- sahip anlamından gelmektedir. 3 Beldaran: Farsça –an çoğul eki alan sözcük beldar kökündeki anlamı askeri harekât sırasında yolları açıp düzelten görevlidir. Beldaran, dağ geçitlerini korumakla görevli kimseler olarak tarif edilir. Misalli Büyük Türkçe Sözlük s.323 4 İstanbul Esnafları başlığı altında vermiş olduğumuz bilgilerin tamamının temelini “Çelebi, E. (2013). Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi (1. Baskı b., Cilt 1). (Y. D. Seyit Ali Kahraman, Dü., & Y. D. Seyit Ali Kahraman, Çev.) İstanbul, Yapı Kredi.” adlı eserin incelenmesi neticesinde verilmiştir 5 Peyk: Haber ve mektup taşıyan kimse. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Cilt 3, Kubbealtı Yayınları, 1. Basım,2006, s.2500 6 Bu bitki küçük Hindistan cevizi ağacının tohumlarının üstünü saran zara denmektedir. Kokusu kuvvetli ve tadı oldukça yakıcıdır. İçerisinde ağır miktarda esans ve uçucu yağ bulunmaktadır. Üzerini saran bu kılıf şeklindeki zarın kurutulması ile kullanılmaktadır 7 Testere, bıçkı. 8 Kumluk veya kumsal yerlerde kendiliğinden yetişen, yaprakları salata gibi yenen, bir cinsinin kök tozu kahveye karıştırılan, kökü ve yaprakları hekimlikte kullanılan bitki, güneyik. 9 Halk arasında sater diye bilinen, kekik cinsinden güzel kokulu bir ot. 10 Eskiden imaretlerde, fakirlere, medreselerde talebelere ve görevlilere, yeniçeri ocaklarında askerlere dağıtılan, kepekli undan yapılmış, pide şeklinde yassı ekmek (sarayda ayrıca saraylılar içinde yapılırdı). Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Cilt 1, Kubbealtı Yayınları, 1. Basım, 2006, s.972. 11 Eskiden imaretlerde fakirlere, medreselerde talebelere ve görevlilere, yeniçeri ocaklarında askerlere dağıtılan, kepekli undan yapılmış pide şeklinde yassı ekmek. 12 Kahi: Üç köşeli kuru poğaça, bir nevi simit. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Cilt 2, Kubbealtı Yayınları, 1. Basım 2006, s.1515 13 Seferde yeniçerilerin erzak ve eşyalarını taşıyan ağırlık beygiri. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Cilt 3, Kubbealtı Yayınları, 1. Basım 2006, s.2763 14 Gemide kullanılan kalın ipler. 15 Birbirine dolanmış ve sarılmış zincir görevi üstlenen ipler. 16 Güverte tahtalarının yan yana vaz olunmalarından dolayı beyinlerinde hasıl olan aralıklardan her biri. 17 Kesilecek hayvanların ticaretini yapan kimseler. 18 Su sığırı veya mandadır. 19 Çoğunlukla Arnavut halkından oluşurlar. Sırıklar üzerine ikişer üçer yüz kese yoğurtları bağlayıp omuzlarında gezdirerek satarlar. 20 Çeşit çeşit oyma kâğıtlar ile nakışlı bal mumları yapar ve satarlar. 21 Bu tutkalcılar başçılardan koyun paçası aldıkları için kellecilere yamaktırlar. Başçıların piri olmakla birlikte tutkalda yaparlar. 22 Bu ciğerciler Arnavut, Ohri, Gorice, ve Horpuştalı’dır. Koyun ciğeri satarlar. 23 Ciğer, dalak, böbrek pişirip satarlar. Adlarından da anlaşılacağı zere Arnavut’turlar. 24 Saraylarda, büyük dairelerde yemek işinden sorumlu olan ve yemeklerin tadına bakan kimseler. 25 İstanbul’da her dükkânda bulunur. Gelen müşteriye getirdiği yemekten “Bismillah” der ve müşteriye sunar. Bu bir nevi İstanbul esnafı kanunudur. İstanbul’a mahsustur. 26 Çoğunlukla Arnavut’tur. Şekerli pirinç tatlısı zanaatkârlarıdır. 27 Çeşit çeşit meyvelerden hoşaf yaparlar.
29
1
110
Tiryaki, fış fış, imam ve tarçınlı hacı şerbeti yapıp satarlar.
Kış günlerinde azim kazanlar ile palude pişirirler. Bunlar evlerinde yaptıklarını satan şerbet zanaatkârlarıdır. 31 Birer karış ipliklere cevizi ve bademi paludeyi gayet koyu edip cevizi, bademli ipleri paludeye batırıp bademli antep köfterine benzeyen şekilde yapıp satılan ceviz ve badem köftesi. 32 Dükkânları olmayan zanaatkârlar. Havanlarda döğüp şeker veya bal ile pişirilen bir tür yayla otu. 33 Büyük kazanlarla kaynatılarak yapılan ve çoğunlukla Türkmenlerin zanaatı olan bir macundur. 34 Bütün aşçıların muhtaç olduğu, insanlar tarafından büyüktaşların çevrilmesi ile öğütülerek yapılır. 35 170 dükkan ve 400 neferdirler. Pişmaniye, sabuni, tajine, beyaz, mahice, kırma badem, samasa ve keten helvası yaparlar. 36 Türlü türlü tahinden reşideyi, can gülü asidiyi, suasmlı, cevizli ve fıstıklı helva yaparlar. 37 70 dükkân ve 200 neferden oluşmakta. Misk ve amber kokulu, yıllarca bozulmayan akide şekeri yaparlar. 38 Sakız Rumu olarak adlandırılan Frenklerden oluşurlar. Fıstıklı, cevizli, bademli, suasamlı, envayi çeşit şekilde ve tatlı şeker ürünlerini ustalıkla üretirler. 39 Birçok esnaflık alanında kendilerine verilen malları satmak veya muhafaza etmek görevleridir. 40 Kalcı, çekiçci, çekici,haddeci, makkabcı, dolapçı, fırıncı ve tavlayıcıdan oluşan 100 işyeri ve 400 nefere sahiptirler. 41 Zanaatları gaza malıyla gelmiş veya yağmalanmış esirleri, köleleri ve cariyeleri süslayip satmak. 42 Kalcılar, Yahudiler’den oluşur ve darphanede çalışırlar. Kehlecilerde darphanede ki görevi telkesiciliktir. 43 40 nefer ve dükkândan oluşmakta. Çeşitli adlarda adlandırılan örneğin kerevke, kabartı, Dağıstanlı ve kumuki zırhları yaparlar. 44 Çeşitli süngüler, hıştlar, cıdalar, çentmeler, kargılar, mızraklar, sünceler, harbeler, Sinanlar, gürgenzenler ve binlerce sivenler yaparlar. 45 Piyadelere hançer ve bıçak yaparlar. 46 Nahçivan demirinden düzülmüş cilalı büyük kalkanlar üretirler. 47 Çeşitli bıçak ve onlara ait muhafaza eden kınları yani kılıflarını üretirler. 48 Kılıççıların yanında yamak olup kılıcın elle tutulan dolgun kısmını yaparlar. 49 Tüfeklerin ahşap kısmını yapıp süsleyenler. 50 Eski usul tüfeklerin haznesine barutun doldurulması boynuzdan yapılan honi. 51 Barut konulan keseler. 52 Paslı tüfekleri parlatıp onaran haneler. 53 Bunların ekseriyatı divriği Ermeniler’inden olmakta. 54 Okun ucundaki sivri demir (peykan) (Hayri Bilecik, Mat 2006, s. 3109) 55 Ayakkabı veya atların ayaklarına takılan demiri yapan ustalar. 56 Terzilerin parmağını koruması için yapılan yüzük. 57 Ham bakır veya hurda bakır eriticiler. 58 Cam ve kristal tas imal ediciler. 59 Bakır kap cilalayıcılar. 60 Hepsi de Lazlardan oluşan usta bakır toplayıcı ve ayırıcılarıdır. Aynı zamanda bakır tacirleridir. 61 Yeni ve eski bakır kazan, kap kacakların parlatılmasını sağlarlar. 62 Cevher alım ve satım da usta kimseler. 63 Rum, Yahudi ve Ermenilerden oluşan cevher esnaflık zanaatını en iyi şekilde yapanlar. 64 Metal üzerine figür veya yazı kazıyan zanaatkârlar. 65 Kuyumcu ve değerli mücevher dökümü yapanların, mallarını getirdiği ve oranlarını ölçerek cevherlerini test edip değerini belgeleyen zanaatkârdır. 66 Kuyumcu ve saatçilerdeki çer çöpü süpürüp gümüşçüye satan kişiler. 67 Akik, Seylan, zümrüt ve firuze ve yeşim taşlarına şekil verirler. 30
EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİ’NDE İSTANBUL ZANAAT VE ZANAATKÂRLARI / Ferudun AY
Vezir ve yüksek rütbelilerin mühürlerini kazıyıcı zanaatkârlar. Kuyumcular ve cevahirlerin mallarına güzel yazı ve sanatlar ile şekil ve gösteriş veren zanaatkârlar. 70 Boyna takılan çeşitli zincir zanaatkârlarıdır. 71 Altınların eritilmesi için topraktan yapılan derviş külahı şeklindeki zanaattır. 72 Ateşle gümüş ve benzeri değerli madenleri birbirine ustalıkla zarif bir şekilde yapıştıran zanaatkârlar. 73 Cıvayı potalar içinde pişirip içine varak altınları koyarak beyaz kuruş hal aldırırlar. Daha sonra ataş üzere kılıç, hançer ve bıçaklara sürterek altın yaldızlı hal aldırırlar. 74 Gümüş ve pirinçten yapılan yazı yazmaya yarayan uç. 75 Metal bir halka ve çengelden oluşan araç 76 Kurşun ile zımparayı bir yerde karıştırıp yuvarlak kösere yapıp berberler usturalarını keskinleştirdiği alet. 77 Okçu yüzüğü yapanlar. 78 Savaş oyunu ile savaşmayı öğreten ve savaşta oklarla yapılacak zanaata sahip kişiler. 79 Giysinin üzerine giyilen kolsuz bir nevi üstlüktür. 80 Kadınlar için ferace, elbise ve çakşırlar gibi elbise dikenler. 81 Kadıların başına yapılan yaldızlı ve süslemeli takke. 82 Bir nevi başörtüsüdür. Bu zanaatı daha çok Rumlar icra etmektedir. 83 Mantar şeklindeki mermer üzerinde atlaslı zincef ve ütülü âlim giysileri yaparlar. 84 Tel duvak veya havlu şeklinde örtü yapan zanaatkârlar. 85 Şal, tülbent, hara, atlas ve ihram örücüler. 86 Bez dokuyucular. 87 Cümle gazzaz ve yüncülerin piridir. Değerli kumaşları süsleyenler. 88 Kalın iplik ve ipek iplik büken zanaatkârlar. 89 Trabzon işi ipek düğmeleri süsleyip işleyen zanaatkârlar. 90 Leopar ve panter türü hayvan derisi zanaatı ile uğraşanlar. 91 Aslancılar kâhyası anlamına gelmektedir. 92 Bir tür kalın ve ağır çizme ustaları. 93 Aktarlık, baharat ve güzel kokuların satıldığı veya satan kişiler. 94 Ustura sapı ve kuyruğu yaparlar. 95 Çoğu dilsizdirler. Divan ehli mecevheze, selimi, kallavi, perişani, kubadi, katibi ve azami sarıklar sararlar. 96 Kadınlar hamamında hizmet eden kişiler. 97 Kumaş temizleyiciler. Kumaşlardaki lekeleri ustaca temizleyen zanaatkarlar. 98 Burna takılan süs amaçlı halka. 99 Renkli resim ve tezyinat yapan sanatkâr, kitapları resimleyen, kap ve sayfalarını süsleyen, mimari eserlerin tavan ve duvarlarını, çinileri ve toprak kapları vb.lerini resim ve şekillerle bezeyen süsleme ustaları. 100 Eski ustaların sihirli ve beğenilmiş ketebeli kalemleriyle iri İstanbul tabağı üzerine yazılmış resimleri dükkânlarında dizerler ve gelen geçenlerden bir akçe karşılığı fal açanlar. 101 Bu oymacılar, dervişlerden hezarfen, çelebi, hünerli yetkin ustalardır ki makasla sihirli oymalar yaparlar. 102 Gelin evine götürülen, süslü yapma çiçeklerle donatılmış mumdan süs ağacı. Dükkânları Aksaray, Tahtakale ve Odunkapısı’ndadır. 103 Bayramlarda yeşil mumdan papağan ve beyazdan kumru yaparlar. 104 Renk renk boyalar ile nakışlı yastık diken ve bansan zanaatkârlar. 105 Çoğunlukla Tokat ve Sivas Ermenileri, Acem ve Hintli basmacılardan oluşurlar. Yorgan yüzleri, çarşaf ve perdeler basarlar. 106 Devletin ileri gelenlerine sırmalı yastık, minder, perde, dik dik ve abiyeler, şekabentler, eğerler, teğeltiler ve atlas üzere cibindilik işlerler ki görenlerin aklı gider. 68 69
Çeşit çeşit bezler üzere siyah kalem ile yağlık, çarşaflar, yastıklar ve peşkirler üzerine zanaatlarını nakşederler. 108 İçinde kıymetli eşyaların ince zanaatla yapılıp satıldığı yerler. 109 Bünyesinde sedefkâr, hilci, kaçıkçı nalıncılar ve zer-destecileri barındıran zanaatkârlar. 110 Mehteranı oluşturan ve semtlere göre isim alan çalgıcılardan oluşan zanaatkârlar. 111 Mimari adına işçisinden ustasına ve yapı denetimine kadar mimariyi oluşturan bütün zanaat sahiplerini içine alan zanaatkârlıktır. 112 İstanbul’un dört mevleviyet yerinde okuyucu, sazcı, çalgıcı, dansçı, Pişekâr, tefçi, güldürücü taklitçiler ve oyuncular var ise bu zanaatkârlar içinde yer alırlar. 113 Bozacılar erbabı çoğunlukla Tatar ve Çingenlerdir. Çeşit çeşit yaprak ve baharatlar ile dükkânlarını süsleyip darı hamurunu hafif ekşiterek, çok hafif alkollü, şekerli tatsız, mayhoş olarak sunulan içecek. Bozacılar zanaatlarını icra ettikleri mekân ve bölgeye göre tat farkı ve isim alırlarmış. Bu bozacı esnafının ismi altında bal suyu, rakıcı vb. diğer içecek zanaatkârları da Seyahatname’de yerini alır. 107
KAYNAKÇA Çelebi, E. (2013). Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi (1. Baskı b., Cilt 1). (Y. D. Seyit Ali Kahraman, Dü., & Y. D. Seyit Ali Kahraman, Çev.) İstanbul, Yapı Kredi. Çelebi, E. (2013). Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi (1. Baskı b., Cilt 2). (Y. D. Seyit Ali Kahraman, Dü., & Y. D. Seyit Ali Kahraman, Çev.) İstanbul, Yapı Kredi. (Türk Dil Kurumu Kolektif, 2011) Dağı, Y. (2009). Çağının Sıradışı Yazarı Evliya Çelebi (1. Baskı b.). (N. Tezcan, Dü.) İstanbul: YKY. Hayri Bilecik, M. T. (Mat 2006). Misalli Büyük Türkçe Sözlük (2. Baskı b., Cilt I). İstanbul: Kubbealtı. Hayri Bilecik, M. T. (Mat 2006). Misalli Büyük Türkçe Sözlük (2. Baskı b., Cilt II). İstanbul: Kubbealtı. Hayri Bilecik, M. T. (Mat 2006). Misalli Büyük Türkçe Sözlük (2. Baskı b., Cilt III). İstanbul: Kubbealtı. Özay, Y. (2009). Evliya Çelebi Seyahatname’sinde İstanbul’un Tılsımlarının Hikâye Edilişi. Milli Folklor (81), 54-63. Şark, ü. Ç. (2011). Sorularla Evliya Çelebi İnsanlık Tarihine Yön Veren 20 Kişiden Biri (1.Baskı b.). (M. Cengiz, Dü.) Ankara: Hacettepe Üniversitesi. Tezcan, N., & Tezcan, M. (2011). Evliya Çelebi (1. Baskı b.). (N. Tezcan, & M. Tezcan, Dü) Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı. Türk Dil Kurumu Kolektif. (2011). Türkçe Sözlük (11. Baskı b.). Ankara: Türk Dil Kurumu.
111
BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER
BİRBİR DÜĞÜN: DÜĞÜN:
ÜÇ YEMEK Sennur SEZER* Sennur SEZER*
112
BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER
Yüz yazısı gelin yüzünün süslenmesine verilen addır. Önceden renk
renk tellerle yapılırken son dönemde elmas yapıştırmalarla yapılmıştır. Yüz yazısının ertesi, yani cuma günü, paça günü’dür. Paça günü, gelinin evliler topluluğuna katılma törenidir. Düğünde (yüz yazısı, velime günü) verilen yemekte düğün çorbası, düğün eti, pilav ve zerdeden oluşanına “kaba yemek”, bu yemeklere sebze ve börek eklenenine “ince yemek” denirmiş.
113
BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER
Eski İstanbul düğünleri, üç ziyafet demekti: Velime günü (Yüzyazısı), Paça Günü, Askı Altı Ziyafeti. Nikâh, Gelin Hamamı ve Kına Gecesi ikramlarını, (ayrıca ev halkının yemekleri, gelinle damada birlikte olacakları gece için hazırlanan özel yemeği) bu ziyafetlerden ayrı tutuyoruz elbet. Bu yemeklerin yapılması (o dönemde ayarlı ocaklar, düdüklü tencere, mutfak robotu, mikser, elektrikli fırın, elektrikli su ısıtıcı, derin dondurucu ve buzdolabı da olmadığından) emek verecek kişilerin artmasını gerektirirdi. Bu yedek kuvvet evlerde becerikli eş dost, akraba, konaklarda ahbap ya da akraba konaklarının aşçı yollaması ya da aşçıların, hizmetlilerin hemşerileri ve eski emektarlarla tamamlanırdı. Nikâh gelinin evinde kıyılırdı. Nikâhın Arabi aylardan Muharrem ve Safer aylarına rastlatılmaması gerekirdi. Nikâh günü olarak perşembe, olmazsa pazartesi tercih edilirdi. Kız tarafı oğlan tarafıyla nikâh gün ve saatini kararlaştırır, iki taraf da yakın akrabalarına ve ahbaplarına çağrı mektupçukları yollarlardı.
Nikâh sabahı damat süslü bir sepete yerleştirilmiş güzel şişelerle şuruplar, kaselerle bergamut, sakız gibi macunlar (kaşık tatlısı, çevirme), şekerler, damla sakızı kahveye katılacak kakule gibi ikram malzemelerini bir hizmetliyle, kız evine yollardı. Damat nikâhın kıyıldığı eve gelmez, nikâhta bulunmazdı. Nikâhta, vekili bulunurdu. Gelinin vekili de konakta bulunur, gelinin olurunu alırdı. Nikâh vekillerin imam karşısında beyanı ile kıyılırdı. Nikâh ertesi, gelin dışarı verilecekse çeyizlerinin damat evine götürülmesi hazırlıkları başlardı. Nikâh akdinden sonra sıra kadınlarca yüz yazısı denen ve halk arasında velime cemiyeti adı verilen düğüne gelirdi. Yüz yazısı gelin yüzünün süslenmesine verilen addır. Önceden renk renk tellerle yapılırken son dönemde elmas yapıştırmalarla yapılmıştır. Düğün mutlaka perşembe gününe rastlatılırdı. Yüz yazısının ertesi, yani cuma günü, paça günüdür. Paça günü de düğünün devamıdır. Gelinin evliler topluluğuna katılma törenidir. Düğün ziyafetleri gelinin altında oturduğu askının kaldırıldığı pazartesi günü gelinin akrabalarına verilen askıaltı ziyafetiyle biter.
Antoine Ignase Malling’in 1819’da yayınladığı Voyage Pittoresque de Constantinople isimli kitabında resmedilen gelin alayı.
114
* Yazar
BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER
Sultan III. Ahmed’in şehzadeleri sünnet şenliği, Nakkaş Levni (1720)
115
BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER
Düğün gelinin yaşayacağı evde yapılırdı. O dönemde düğünler evlerde yapılırdı. Konaklarda kadın ve erkek misafirlerin ağırlanacağı bölümleri ayarlamak ve hazırlamak daha kolaydı. Ama normal evlerde de gelinin yatak odası ayrılır, (sergi odası denilen çeyiz gösterme odası zorunlu durumlarda bu odaya kurulur) gelin de askı denilen kumaş çardak altında, kadınların ağırlanacağı odada oturur, isteklerini yanı başında oturan, çoğu yaşıt yakınına fısıldardı. Eski ahşap evlerin katlarında odaların kapıları genişçe bir hole açılırdı. Böylece düğünlerde (ve mevlit, taziye, hacı tehniyesi gibi törenlerde) en küçük, “nohut oda bakla sofa” evlerde bile, oda kapıları açılarak geniş bir alan elde edilirdi. Abdülaziz Bey’e göre, gelinin oturacağı köşeyi düzenlemek için bu işle uğraşan ve askıcı denen kimseler çağrılırmış. Askıcı, yardımcılarıyla odanın sağ köşesine iki ağaç direk dikermiş. Bu direkler genellikle insan boyundan uzun olurmuş. Direklerin üzerlerini rengârenk iyi cins şallarla özel bir şekilde sarar, gelinin arkasına gelecek duvara büyük kıymetli bir şal asar, sonra renk renk şallarla bu yerin üstüne kubbe şeklinde kırmalı bir tavan yapar, direklerle tavanın çevresini ve arkayı çeşitli renklerde yapma çiçeklerle süslermiş. (Leyla Saz anılarında 50 yıldır direklerin ve tavanın şallar yerine kurdeleler ve çiçeklerle süslendiğini yazar.) Bu gelin köşesinin girişine gümüş tellerle işlenmiş beyaz ipek bürümcük kırmalı bir perde asılıp iki yandan kaldırılırdı. Askının iç arka duvarına gerilen şalın ortasına sırma işlemeli kese içinde Mushaf-ı Şerif ile kırmızı tülle bağlanmış nazarlık (mazı, şap, sarımsak, çörek otu) ve varsa Lihye-i Şerif asılırdı. Bu köşeyi boş bırakmamak için gelinin elbiselerinden biri o köşeye konur, üstü örtülürdü. Üzeri kırmızı kadife kaplı, kısa ayaklı ufak bir iskemle de köşenin önüne konur, sonra karşı köşeye de bir “nahıl” yerleştirilirdi. Odanın süslenmesine ve bu köşenin düzenlenmesine pazartesi günü başlanır, aynı gün bitirilmesine çalışılırdı. Çünkü eğer bitirilmemişse salı günü iyi sayılmadığı için bir hafta sonraki pazartesi günü tamamlanırdı. Oda, gününe kadar kapalı tutulurdu.
116
Yüz yazısı denilen süsleme biçiminin, sim işlemeli renkli kadife gelinliğin, gelinin köşede oturmasının ve askının Sultan Abdülaziz döneminde (1861–1876) yavaş yavaş tavsayarak sürdüğünü, Sultan II. Abdülhamid dönemi (1876– 1908) ortalarında son bulduğunu da söylemek gerekli. Eski İstanbul düğünlerindeki ziyafetlere ve yemek listelerine şimdi bir göz atabiliriz. Düğünde (yüz yazısı, velime günü) verilen yemekte düğün çorbası, düğün eti, pilav ve zerdeden oluşanına “kaba yemek”, bu yemeklere sebze ve börek eklenenine “ince yemek” denirmiş. Pilav ve zerde pişirilmesinin pratik bir yanı olduğunu düşünebiliriz. O dönemde pilav haşlama pilav olarak pişirilmektedir. Yani pirinç haşlanmakta, sonra üstüne tereyağı kızdırılarak dökülerek demlendirilip servis yapılmaktadır. Zerde de haşlanmış pirince safran ve nişasta, şeker eklenerek yapılır. Pilavla zerde hazırlığı sanırım birleştirilmektedir. Asıl hayran olunması gereken paçanın düğün ertesine yetiştirilmesidir. Görevli “bacılar” sabaha kadar pişirirler yemeği. Paça günü için geline “paçalık” denilen ağır bir elbise diktirilirdi. Paça gününe yalnızca evli kadınlar katılırdı. Düğüne çağrılı herkes bu güne de çağrılı sayılırdı. Gelin yüzünde tek elmas yapıştırmayla katılırdı bu yemeğe. Paça gününde sofralarda çorba ve limon bulunmazdı. Sofrada damadın gönderdiği varsayılan terbiyeli paça bulunur. Bir de damadın gönderdiği kaymak. Kaymak sofraya büyük ve değerli bir tabakla (genelde Çin malı, yeşil, mertebani denilen türde) getirilirdi. Tüm misafirlerin önlerinde istedikleri kadar kaymak alabilmeleri için süslü tabaklar bulunurmuş. Bu tabakların içinde dövülmüş şeker ve tatlı kaşığı bulunurmuş. Paçaya başka yemek eklenir miymiş, hangi yemek uyum gösterirmiş paçaya bu konuda bir bilgiye ulaşamadım. Askı altı ziyafeti ise, geline verilen değeri göstereceğinden seçkin yemeklerin mevsim uyarınca düzenlenmesinden oluşurdu, kuşkusuz.
BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER
117
KAYMAKÇI PANDO/ Söyleşenler: Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL
İSTANBUL’DA BİR LEZZET
KAYMAKÇI
PANDO Söyleşenler: Nurten Şafak TOPCU • Esra ERKAL Kaymakçı Pando, Beşiktaş Çarşısı’nın orta yerinde bulunan küçük bir dükkân. Burası adım başı açılan simitçi dükkânlarına inat mavi çerçeveli vitrini, mermer masaları, süt kazanıyla yıllara meydan okuyor. İstanbul’da sayıları tek tük kalan mandıracılık geleneğinin temsilcilerinden olan Pando Sestako’nun dükkânı, sabahları kahvaltı verilen, kaymak, bal, yumurta satılan “organik” bir alan. Dillere destan kaymağıyla meşhur Pando Usta çarşının en eskisi. Osmanlı döneminde İstanbul’a göçen dedeleri mandıracılığa burada devam edince babasından bayrağı devralan Pando Usta olur. Sütle maharetini buluşturduğu kaymak öyle meşhur olur ki yurt dışındaki turizm şirketleri bile İstanbul’a gidilince uğranılması gereken güvenilir mekânlardan olduğunu salık verirler.
118
BABIÂLİ’NİN RESSAMLARI: ZANAAT’TAN TASARIMA GEÇİŞİN AKTÖRLERİ / Emin Nedret İŞLİ, Ömer DURMAZ
119
KAYMAKÇI PANDO/ Söyleşenler: Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL
New York Times, Wallpaper, Tripadvisor okurlarının bile duyduğu Pando Usta’yı ziyaret etmek, sütle yaptığı bu zanaatı dergimize taşımak istedik. Çarşıdaki dükkânların değişimine aldırmayan “eski”yi korumaya çalışan 89 yaşındaki Pando Usta’yı işinin başında bulduk. Güler yüzlü iki yardımcısı müşterilerle ilgilenirken biz mermer masalardan birinde onunla sohbete koyulmuştuk bile. Sekiz yıldır yanlarında çalışan Seyhan Hanım’a “kızım” diye hitabından, eşi Yuhanna Hanım’ın dükkâna girmesiyle oluşan sıcak atmosferden yıllardır ayakta kalmayı başaran bu mekânın anahtarının “sevgi” olduğunu anlamıştık aslında. Modern olmak istemeyen, her lafın başında eskiye gönderme yapan Pando Usta’nın keyifli sohbetine kulak vermeden önce; söyleşi bitiminde biz ânı fotoğraflarken, mavi çekmeceden çıkartılan eski, dijital olmayan, bir fotoğraf makinesinin de bize şahitlik ettiğini söylemeden geçemeyeceğiz.
Beşiktaş semtindeki serüveniniz nasıl başladı? 1925 doğumluyum. Yaşım oldu 89. Burada arka sokakta bir evde doğdum. TRT 1 röportaj yaptı. Doğduğum evi çek-
120
* Yazar
tiler. Ben de hep kasetleri var. Yunanlıların kaseti var, başkalarının kaseti var. Yemek kontrolleri yapılan kasetler var. Hepsini saklıyorum. Alıyorum, bırakmıyorum. Burada doğduk büyüdük. Baba evimiz tabii. İneklerimiz, mandıramız vardı. Yoğurt yapıyorduk burada. Sonra burası dağıldı sarayın yanında Lale Bahçesi var oraya mandıra kurdular. Tabi biz ufaktık ama biliyoruz. Oradan süt gelirdi burada bol bol yoğurt yapılırdı. Tepsi yoğurtları, vanilyalı yoğurtlar, bebe yoğurtları, başka renk yoğurtlar yapıyorduk. Kendimize göre yapıyorduk bir şeyler.
O zamanlar “gerçek” yoğurtlar vardı yani… Hayvanlar farklıydı. Şimdiki hayvanlar değişik. Bir sağılıyor, 30 kilo süt veriyor. Eskiden bir hayvan 10-15 kilo süt verirdi ama başka türlüydü. Zaman içinde değişiyor tabii. Hayat geçip gidiyor. Eskiden burada Yıldız’da Harp Akademisi vardı. Polis okulu vardı. Ihlamur tarafında Kur’an kursu vardı. Hepsiyle ilgimiz vardı. Kilolarca süt gelirdi. Arttığı zaman dökmek yoktu. Çağırırdık Kur’an kursunu telefon
KAYMAKÇI PANDO/ Söyleşenler: Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL
ederdik. “Gel 4 tepsi yoğurt var” yahut “30 kilo süt var”, “Ne istiyorsan onu al”, “Yoğurt istiyorsan yoğurt al süt istiyorsan süt al”, “Amca sütlaç yapacağız süt de alalım mı?”, “Kaç kilo şeker lazım?”, “Al 3 kilo da şeker al” derdik. Eskiden böyleydi. Biz tedarikçiydik de. Bakma şimdi zaman çok değişti. Çocuktum saraya yoğurt süt veriyorduk. Bir gün babamın peşine gittim. Para almaya gidiyorduk. Şöyle boşluk gibi bir yerden geçiyoruz. Bir adam gördüm. Bana işaret ederek yanına çağırıyor. Sordu “Kime geldin?”. Konuşmadım tabii, 6-7 yaşındayım. Başımı okşadı. Babam sordu sonra “Neredeydin?”. “Bir adam çağırdı”, dedim. “O kimdi biliyor musun?” dedi. “Bilmiyorum”, dedim. “Atatürk’tü” dedi. Okulun son sınıfında da 13 yaşındaydım. O öldüğü zaman katafalkıyla bütün okullar buradan geçti. Demek istediğim o zamandan beri buradayız hayat böyle geçip gidiyor. 30 sene evvel, 40 sene evvel harp okulunda talebelik yapmış biri buraya geliyor mesela; “Biz burada talebeydik, kurmay olduk paşa olduk emekli olduk sen daha buradasın”
verdim. “İçinde ne var biliyor musun?” diyorlar. Kapalı zarf ne bileyim. Meğer askerliği kabul ettiğim ve istediğim için bana bir nişan hazırlamışlar. Hemen taktılar. Ben askerliği kabul ettim istedim. Başkası olsa yatardı orda. 3 sene askerlik yaptım. O zamandan beri onbaşıyım. Bütün alay beni tanıyordu. Hayat…
Tornacılıktan kaymakçılığa geçişiniz nasıl oldu? Kardeşlerim vardı okuyorlardı Boğaziçi Üniversitesi, Robert Kolej’inde. Pederim de bana dedi, bak bunlar okuyor, senin mesleğin ağırdır. Sen burada dur onlar da sana yardım ederler. Bıraktım mesleği geldim buraya.
Askerden geldikten sonra mı? Tabii askerden geldikten sonra. O zamandan beri buradayım.
Ne zamandan beri dükkânın adı Kaymakçı Pando? Pando benim. Müşteri koydu buranın adını aslında. İnternette her yerde Kaymakçı Pando diye geçiyor. Resim çektiriyorlar getirip veriyorlar. Duvarına as diyorlar. Zamanla ilişkiler gelişti. Aslında kendiliğinden oldu. Biz bir şey yapmış değiliz. İnsan ilişkileri buraya getirdi. 5-6 dil biliyorum ilkokul mezunuyum. Benim hanım da Fransız okulundan mezun. Yabancılar geliyor şurdan burdan anlaşıyoruz. Arapça da az çok biliyorum. E Türkçe’yi de öğrendim. Mesela Amerika’dan mektuplar geliyor. Türkçe’ye çevirdik duvara astık. Çeşitli kurumların tavsiyeleri geliyor. Ne yiyorsanız burada rahat rahat yiyebilirsiniz diye tavsiyeler geliyor. Cama yapıştırıyoruz amblemlerini. Japonlar yazıyor, Almanlar yazıyor, Amerika yazıyor.
diyor. Gelene de eskiyi hatırlatıyoruz. Biz de eskiyi hatırlıyoruz. Hayat bu… Zaman geçip gidiyor yaşım oldu 89. Bu benim baba mesleğim. Benim mesleğim başkaydı aslında. Esas ben tornacıydım. Demir torna. Ülker Bisküvi Fabrikası’nın kalıplarını yapıyordum. Sabri Ülker Almanya’dan bir fırın resmi getirdi bana gösterdi ona bir fırın yaptım. Son ustam Macardı, Moronkay. Askere yollamıyorlardı. Diyorlardı hem burada çalış hem para hem askerlik. Ben de kabul etmedim. Şubeye gittim. Durumu anlattım. “Askerlik yapayım gerekirse çalışırım”, dedim. Yarbay vardı bir tane. Giderken bana uğra dedi. Uğradım, bana bir zarf verdi. Gittiğin yere bunu ver dedi. Tabura bölüğe ayrıldık. Beni arıyorlar buluyorlar. Zarfı
Mesela bundan 15-20 gün evvel birileri burada kahvaltı yapıyor. İki kişi de dışarıda ayakta bekliyor. Oturun dedim, niye ayakta bekliyorsunuz? “İçeriyi bekliyoruz” dedi. Başkonsolosmuş gelen kişi. Milletvekili gelen çok. Okuyan kızlar babalarını getiriyorlar muhabbet ediyoruz. “Nerden geldin ne yapıyorsun?”
Yıllardır müşterilerinizin sizi tercih etme sebebi bunlar belki de? Konuşmasını biliriz, durmasını biliriz, bakmasını biliriz kızım. Bir aile geldi bir gün. Çoluk çocuk, karı koca. Bayan dedi ki; “Amca kocamdan izin aldım sana sarılacağım”. E bunlar neden oluyor. Bizi biliyorlar. Geçen de hanımın biri, bak bana bu nazarlığı taktı (gösteriyor).
121
KAYMAKÇI PANDO/ Söyleşenler: Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL
Peki sizden sonra… Yok kızım, medeniyet bitti, insanlık bitti, zor. Çarşının çehresi sürekli değişiyor, bir dükkân kapanıyor biri açılıyor… Kalabalığı görüyorlar, herkes bize gelecek sanıyorlar. Mal sahiplerinin de gözünü açıyorlar. Kiraları artırıyorlar. O kadar dekor yapıyorlar bir sürü de masraf ediyorlar. Karşılığını görmüyor. Çekip gidiyor. Her şey göründüğü gibi değil zor oluyor.
Sokağın başında iki çocuk dururdu. Kimseyi geçirmezlerdi. “Oturun burada siz de dinleyin onlar rahatsız olmasın” derlerdi. Medeniyet böyleydi eskiden. Zor ne yapalım dünya böyle… Zaman değişiyor. Dünya değişiyor, insanlık değişiyor kızım. Her şey değişiyor. Eskiden torbalarını taşıyanlara yardım ederdik. Şimdi çocuğa diyorsun yardım et. “Senin elin yok mu?” diyor. Her şey zaman göre değişti. Eski okul çocukları başka. Şimdi 5 yaşındaki çocuğun ver eline telefonu, istediği şeyi bulsun sana. Biz yapamıyoruz. Değişti her şey.
Sütünüzü nereden alıyorsunuz? Süt çiftliği yok. Biraz manda sütü geliyor tencereye koyuyoruz. Yetmedi mi paket alıyoruz. Eskiden burada kaymak yapıyorduk. Şimdi başka yerde yapılıyor. (Duvardaki çerçeveyi gösteriyor) Şurada bir çerçeve var. Hocalar beni aldı Kemerburgaz’a gittik. Bu çerçevede gördüler eski usul yoğurt yapılışını omuzlarda sandıklar böyle. İlle bundan yoğurt yapacağız. Benden yapmamı istediler. Kırmadım. Yoğurt nasıl yapılıyor, nasıl kaynıyor öğrenmek istediler. Onun kitabı da var. Süt Uyuyunca Ne Olur… Bundan yedi sekiz ay evvel bir Vali beni arıyor. Kendisini tanıttı. “Pando, yoğurt bayramını kutlayacağız, gel”, diyor. “Seni aldırayım” diyor… Demek istediğim arıyorlar soruyorlar. Yabancılar geliyor ellerinde kâğıtla. Kâğıtta benim adım yazıyor. “Burası mı?” diyorlar. (Duvarlarda asılı duran, hakkında haber çıkmış gazete ve dergileri gösteriyor. Onları bize kısaca anlatıyor.) Bir gün Mudanya’dan bir hanım geldi sabah erkenden. Kestane, benim hanıma bir etol, bana da birkaç çorap koymuş. “Sırf sizi görmek için geldim buraya” diyor. Hediyelerini verdi, kahvaltı etti, feribota yetişmek için çıktı. Böyle şeyler oluyor…
Sizden sonra kaymak tarifi unutulacak mı? Yapılıyor, şimdi marketlerde satılıyor. Kaymak değil ki onlar. Zaman değişti süt desen süt değil yoğurt desen yoğurt değil. Çok zor kızım. İnsanlık, medeniyet değişti gitti.
122
Ben şu arka sokakta doğdum. Rum vardı, Ermeni vardı, Türk vardı, Bulgar vardı. Kadınlar kapıya çıkar birbiriyle muhabbet ederdi. O, ona bir şey verir, o, ona bir şey atardı. Akşam saat 5 oldu mu herkes sesi keserdi. Yaşlı bir Rum vardı. 5’ten sonra flüt çalardı. Karısı da “Haydi herkes sesi kesti seni bekliyor” derdi. Balkona çıkar flüt çalardı. Herkes onu dinlerdi.
Bilgisayarlar var, televizyonlar var. Sana öğretiyorlar. Çok değişti. Her şey değişti…
Eskiden esnaflarla ilişkileriniz nasıldı? Herkes hürmet ederdi birbirine. İki esnaf birbiriyle çekişti mi, yaşlı bir adam vardı ona giderlerdi. Mahkeme gibi. “Sen ne yaptın? Ne istiyorsun sen? Ne oldu sana?” diye sorardı. Sonra onlara derdi: “Sen böyle yap, sen şöyle yap”. Sonra “Haydi işinize gidin” derdi. Eskiden Akaretler’de Polis Karakolu ve bir de mahkeme vardı. Mahkemede görevli reis her gün gelir burada bir kahve içerdi. Bir gün dükkânda bir şey oldu, mahkemeye gittik. “Bak” dedi, “Bir dahaki sefer böyle bir şey olursa sizi atarım içeriye. Dinlemem sizi.” İnsanların görüşü böyleydi. Adam her gün gelip kahve içiyordu ama bu kelimeyi sarf etti. Bir doktor hanım vardı, yanında da bir komiser Zeki Bey vardı, Belediye oydu. Gezerdi. “Burada yatan var mı?” diye sorardı. Yataklara bakardı, ellere, tırnaklara bakardı. Her şey böyleydi. Doktorun yan tarafında bakkal vardı. Bakkal vitrinine yoğurt koyunca, doktor yanına gitti: “Efendi bu ne?”, “Yoğurt”, “ Karşıda ne var?”, “ Yoğurtçu dükkânı”, “Nasıl koyuyorsun sen bunu buraya? Sende bin tane çeşit malzeme var, buna mı kaldın? Sen çok ayıp ediyorsun” demişti.
KAYMAKÇI PANDO/ Söyleşenler: Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL
Eskiden böyleydi. Kuyumcular saat 7’de kapatırdı. Bakkallar 8’de kapatır, fırınlar, sütçüler 11’de kapatırdı. Böyle bir sıra vardı. Pazar günleri ruhsatla açabiliyorduk. Herkes kapalıydı. Fırıncıların ve bizim (sütçülerin) Pazar ruhsatımız vardı. Pazar günleri açardık, çalışırdık. Bakkal makkal yok kapalı. O zaman böyleydi. Başka türlü sıraydı ama o kadar da kalabalık yoktu. Rastgele eczane açmak filan da yoktu. Aralarında belli mesafe olması gerekirdi. Burada zaten iki eczane vardı. Solda Nail Bey’in eczanesi, bir de hanım eczacı vardı. Şimdi dolu var. Zaman geçtikçe her şey başka bir hal alıyor. Balıkesir’e gittim kaymak yaptım, Afyon’a gittim kaymak yaptım. Diyarbakır’a gittim kaymak yaptım. Bazen Afyon’dan geliyorlar bize anlat diyorlar. Ama benim anlattığım gibi yapmıyorlar, bozdular. Bir kaymak 36 saat ister. Bir günde hoop kaymak yapıyorlar. Deniz Müzesi’nin orada Nuri Demirağ Uçak Fabrikası vardı. Serencebey’de köşkü vardı. İnekleri vardı. Pederi çağırırdı. “Gel, ineklere bir bakalım” derdi. Giderdik. “Öğleden sonra fabrikaya gel, birer kahve çay içeriz” derdi. Ortaköy’de ilaç Fabrikası’na (Pfizer) da köşklere de cam kâsede yoğurt yapıp götürüyordum. Hürriyet Gazetesi’ne yoğurt veriyordum, günde 200 kâse. O zaman daha büyük yerimiz vardı. Süt kaynatma yeri başkaydı. Süt yoğurt yeri başkaydı. Ayrı odalar vardı. O zaman koyun sütü ve başka sütler de gelirdi. Bakın burada görüyorsunuz. (Duvarda asılı çerçeveli fotoğraflara bakıyoruz) Yoğurdu mayalamadan önce altına ateş koyuyorsun. Daha yavaş soğuyor. Kaymağı daha güzel oluyor. Yoğurdu mayalamadan önce altına ateş koydun mu, közü de ona göre olur. Onun 4 saat vakti var. Mayasının yavaş yavaş gelmesi lazım. Maya vakti gelince ateş de bitmiş oluyordu zaten. Sonra ateşten alıyorduk. Temizliyorduk altını.
Hafta sonu yoğun oluyor mu burası? Cumartesi-Pazar işler yoğun oluyor. İki tane hanım var yanımızda çalışıyor. Cumartesi-Pazar onların kızları da geliyor. İngilizce biliyorlar. Benim hanım Fransızca biliyor. Hele bir tane kızımız var. Çinliler geliyor, Koreliler geliyor, onlardan kelime öğreniyor. Bu hangi kelimedir bir yere yazıyor. Onları o kelimelerle karşılıyor. Görsen onlar da şaşırıyor. Kızlarımız gelince burası değişiyor.
Biz sohbetimize devam ederken arada çay ikram ediliyor. Bu çayı da 8 yıldır Pando Usta’nın yanında çalışan Seyhan Hanım’ın Rize’den kendi elleriyle topladığını öğreniyoruz. Her şey doğal diyerek içiyoruz çaylarımızı…
Burayı değiştirmek istemedim diyorsunuz, neden? Büyük iş olduğu zaman iş karışır. Zor olurdu. İki kişi, üç kişi takip etmek başka 5-6 kişi takip etmek başka. Onun için en iyisi böyle. Bu masalar Osmanlı zamanından kalma. Mermerler de orijinal. Kapıları da orijinaline göre yaptırdık.
Bize zaman ayırdığınız çok teşekkür ederiz… Sağolun, kızım bugün de geçti günümüz… Hayat… İnsanlık olsun huzur olsun, başka her şey boş, Dünya bu…
Artun Ünsal’ın Süt Uyuyunca Türkiye Peynirleri isimli kitabından (YKY) Beşiktaş’taki “sütçü” dostumuz Pando Sestako’dan eski İstanbul mandıra tarzı kaymak yapılışının tarifi: Önce halis manda sütü, temiz bir tülbentten geçirilerek bakır bir kazana alınır ve ateş üzerinde kaynayıncaya kadar pişirilir. Kaynayan süt daha sonra “tava” denilen bakır leğenlere bir kapla ya da kepçeyle “köpürte köpürte”, yani üzeri göz göz olacak gibi aşağıdan yukarıya kaldırılarak dökülür. Eğer aşağıdan yukarıya dökülmezse, kaymağın yüzü düz olur. Leğenlerin bakır olması önemlidir: Bakır kap harareti eşit şekilde yayar. Ayrıca, alüminyum leğenler gibi, pişen sütün dipte siyah kabuk bağlamasına yol açmaz. Kaymak leğenlerine dökülen kaynamış süt 12 saat bekletilir. Sıra kaymağın ateşte pişirilmesine gelir. Izgaralar üzerine yerleştirilen tavaların altına orta hararette maltız konur. Minik kok kömürlü maltızların yerini günümüzde aygazlı ısıtıcılar aldı ama, maltızın ısıtması bir başkadır. Tekerlekli maltız tavanın altına sokulduktan sonra, tavanın arka tarafı pişip kıvamına geldikçe, yavaş yavaş öne çekilir. Kıvama gelen kaymak toplanır, yarım ay şeklinde kesilir. Maltızdaki ateşin tavı kadar, kesme işlemi de sabır ve maharet ister. Öteki tavalarda aynı işlem tekrarlanır. Ve pişen kaymak soğumaya bırakılır. Eğer mevsim yazsa, vantilatör çalıştırılarak kaymağın serinde beklemesi sağlanır. Ertesi sabah, tavalardaki sert kaymak toplanır, bıçakla kesilir, elle rulo yapılıp tepsilere yerleştirilir. Kaymak tüketime hazırdır.” 123
KAYMAKÇI PANDO/ Söyleşenler: Nurten ŞAFAK TOPCU • Esra ERKAL
124
İSTANBUL MEKÂN
İSTANBUL KİTAPÇISI - EMİNÖNÜ
126
İstanbul Kitapçısı, bir kentin izini sürme merakında olanların vazgeçilmez uğrak yeri olan bir kitapçıdır. Bu anlamda, İstanbul konulu kitap ve sesli-görüntülü ürünleri, hediyelik eşyaları, İstanbul ve ilişkili konularda Türkçe ve başta İngilizce olmak üzere yabancı dillerdeki pek çok eseri burada bulmak mümkündür.
mekân, içinden İstanbul geçen yayınları kitapseverlerle buluşturduğu gibi ayrıca günün koşturmacası içinde soluklanmak isteyenlere nefis Galata manzarası karşısında bir yorgunluk kahvesi içme imkânı ve Hediyem İstanbul markasıyla sunulan hediyelik eşyalardan alışveriş imkanı da sunmaktadır.
“İstanbul’a ait her şey İstanbul Kitapçısı’nda!” sloganıyla hizmet veren İstanbul Kitapçısı, Topkapı, Beyoğlu, Süleymaniye, Vefa ve Kadıköy şubelerinden sonra, 6’ncı şubesini Eminönü Kâtip Çelebi İskelesi’nde açtı. Bu leb-i derya
İstanbul’u tanımak isteyenlerin yanı sıra araştırmacıların ve meraklı okurun da ilk adresi olan İstanbul Kitapçısı, Eminönü şubesiyle İstanbullulara yepyeni bir kitap-kahve mekanı kazandırmıştır.
İSTANBUL MEKÂN
127
BİR DÜĞÜN ÜÇ ZİYAFET / Sennur SEZER
SOMUNCU BABA Somuncu Baba olarak tanınan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, Hacı Bayram-ı Velinin de hocasıdır. Bursada kaldığı dönemde fırında somun pişirip halka ücretsiz dağıttığı için somuncu baba olarak anılmaktadır. Malatya Darende’ye sonradan yerleşmiştir. 1412 yılında Darende’de vefat etmiştir. Kabri buradadır. Türbe kısmı caminin içinde kalmıştır. Türbede Şeyh Hamid-i Veli ve oğlu Halil Taybi yatmaktadır. 1640 yılında yapılan külliye geniş bir avlunun ortasındadır. Cami kısmı kareye yakın dikdörtgen planlı olup üzeri yedigen kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür. Cami içindeki türbenin hemen arkasında bulunan kayadan çıkan memba suyu, aynı kaya oyularak, kanalla kapı girişinin sağındaki doğal şadırvana aktarılmıştır ve abdest almak için kullanılmaktadır.
128
OSMANLILARDA SAHAFLIK VE SAHAFLAR İsmail E. ERÜNSAL Eski, yeni kitaplar; romanlar, divanlar, şuarâ tezkireleri, sözlükler arasından bir kitabı bulup çıkarmanın tadını bilenler bilir. O sebeple kimileri sadece baskısı olmayan kitapları temin etmek için uğrasa da, bir kitabı keşfetmenin ne büyük bir zevk olduğunu bilenlerin vazgeçemediği yerlerdir sahaf dükkânları. Okuma kültürü açısından önemini korusa da eski ihtişamlı günlerini arıyor bugünlerde sahaflar. O eski günlerin sahaflarını merak edenler için yepyeni bir kitap raflardaki yerini aldı. “Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar”ismiyle okuyucuyla buluşan kitap, Prof. Dr. İsmail E. Erünsal’ın uzun yıllara yayılan araştırmalarının mahsulü. Timaş Yayınları İstanbul, 2013 1. Basım 584 sayfa
Kitap, müstakil bir meslek grubu olarak sahaflığı işleyen ilk çalışma olma özelliğini taşıyor. Sahaflığı, Ortaçağ İslam dünyasındaki yerinden Osmanlı’daki gelişme süreçlerine kadar detaylı bir şekilde ele alıyor. Sahafların ekonomik durumları, çalışma usulleri, kitap temin süreçleri hakkında bilgiler veriyor; “kitap fiyatları yıllar içerisinde nasıl seyretmiştir”, “kitabın fiyatını belirleyen etkenler nelerdir”, “sahafların müşterileri kimlerdir” gibi sorulara belgelerle cevap veriyor. İlgilisi için büyük önem taşıyan bu belge ve bilgilerin yanı sıra heyecan verici detayları da atlamıyor kitap. Saraydan çalınan kitapların ve elyazması kitaplar peşinde koşan oryantalistlerin hikâyelerinden bahsetmeden geçmiyor. Konu, “Osmanlı’da kitap ve sahaflar” olunca zengin bir dünyanın kapıları ardına kadar açılıyor. Sahafların ticari ve sosyal hayatını takip ederken aslında bütün bir Osmanlı entelektüel tarihinde gezindiğimizi çok geçmeden anlıyoruz. Çünkü kitap ve dolayısıyla sahaflar; zengin bir sosyal, kültürel, ekonomik ilişkiler yumağının tam da ortasında duruyor. Yazısı güzel birinin elinden çıkan nüshanın diğer nüshalardan pahalıya satıldığı bir zaman diliminden bahsediyoruz. Başka türlüsü düşünülebilir mi?
GELENEKSEL TÜRK YORGANCILIK SANATI Dr. Mustafa DUMAN
Heyamola Yayınları İstanbul, 2010 1. Basım 136 sayfa
Vaktiyle çeyizlerin ve sünnet merasimi hazırlıklarının önemli bir kısmını oluşturan yorganlar, bugün ya sandıklarda eskimeye yüz tutuyor, ya da çoktan aile büyüklerinin evlerine gönderilmiş oluyor. Üretimi pahalı, muhafaza etmesi zahmetli olan el işi yün ve pamuk yorganlar, sahiplerine yükledikleri maddi ve manevi yüklerden dolayı günlük hayatımızın bir parçası olmaktan çıkmış durumda. El işi yorganlara ihtiyacın azalması sebebiyle, zamanında çarşı esnafı içinde sıklıkla rastlanan yorgancılar da hızla kapanıyor. Bugün bir yorgancı dükkânın önünden geçerken havaya uçuşan pamukları ya da duvara asılmış göz alıcı renklerdeki desen desen yorganları hayranlıkla izleyerek büyüyen çocuk yok gibidir. Türk folkloru alanında kıymetli çalışmaları olan Dr. Mustafa Duman, unutulmaya yüz tutan bu kültür mirasını “Geleneksel Türk Yorgancılık Sanatı” kitabında kayda geçiriyor. Geleneksel Türk Yorgancılık Sanatı, yorgancılığı ‘yorgan’ kelimesinin anlamından, Türklerde kullanımından, günümüzdeki durumundan, nasıl dikildiğinden, bu alanda kullanılan malzemelerden ve geleneksel kullanım alanlarına (loğusa, çeyiz, sünnet vb.) kadar geniş bir şekilde ele alıyor. Kitabın ikinci bölümü ise, yorganın teknik ve tarihsel gelişimi, durumu dışında, edebi kültürümüzdeki yerine ayrılmış. Uzun ve detaylı bir araştırmayı gerektiren bu bölümde âdet, inanış, söyleyiş, atasözleri, deyimi ninni, türkü, destan, fıkra gibi sözlü kültür ürünlerinden örneklere yer verilmiş. Kitabın son bölümü ise, hakkında görsel malzemenin zor bulunduğu yorgan ve yorgancılıkla ilgili minyatür, çizim, fotoğraf ve desenlerden oluşan 64 adet görsel bulunuyor. Yorgancılıkla ilgili kitap boyutundaki ilk çalışma olma özelliğini taşıyan Geleneksel Türk Yorgancılık Sanatı kitabı, sadece Türk folkloru araştırmacılarının değil, yakın dönemde geçirdiğimiz büyük değişimin gündelik hayatımız, alışkanlıklarımız ve kullandığımız eşyalarımız üzerindeki etkilerini merak eden herkes için okunması gereken ilgi çekici bir kaynak eserdir.
129
OSMANLI ZANAATKÂRLARI Suraiya FAROQHI Osmanlı Zanaatkarları adlı kitap Osmanlı kent toplumunun büyükçe bir kesimini oluşturan erkek zanaatkarların ve kaynakların elverdiği kadarıyla kadın zanaatkarların tarihinin bir resmini çizmektedir. Çalışma da Osmanlı zanaatkarlarının tarihini yaklaşık olarak 1500’den I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki yıllara kadar, dört yüz yıl boyunca verilmektedir. İnceleme özellikle dikkat çeken 1800’lü yıllardan önceki zanaatkarlar hakında kaynak imkanına sahip olunmadığı için ikincil kaynaklardan yararlanılmış. Bütün kıt kaynak sebepli zorluklara rağmen 1600-1700’lü yıllar birincil kaynaklarla incelenmeye çalışılmış. Kitap Yayınevi Tarih ve Coğrafya Dizisi Çeviri: Zülal Kılıç İstanbul Ekim, 2011 1. Basım 368 sayfa
Çalışama, Tanzimat (1839-76) Dönemi olarak adlandırılan Batılı anlamda devletin yeniden yapılandırılma sürecinde Osmanlı zanaatkar ve esnafların kendi iç yapıları ve bir bakıma pazarlık gücü olan ticari dinamiklerin nasıl şekillendiğini de vermekte. Başlıklardan hareketle bakıldığında öncelikle bir yol haritası çizilir ve güzergah üzerindeki ele alınacak başlıca şehirler belirlenir. Zanaatkarların incelenmesini zaruri kılan başlıca ele alınan şehirler İstanbul, Kahire, Bursa, Kudüs, Halep, Şam, bazı Bulgar kentleri,ve Taselyadaki Ambelakia kentidir. Saymış olduğumuz bu şehirlerin ışığında birincil kaynakların yetersizliği ve Osmanlı zanaatkarları üzerine geniş bir inceleme olmayışı eserin de sentezin ne güçlükler içinde sağlandığınıda göstermekte. Bu nedenle yoğun olarak İstanbul, Edirne ve Bursa şehirleri üzerinde durulur. Var olan bu araştırma güçlüğü neticesinde alanımızın kılavuzu olabilecek çalışamanın kıymeti okuyucunun takdiridir. Ama bütün birincil kaynakların ulaşım zorluğuna rağmen, Rönesans coğrafyacılarının zanaatkar harita anlayışı olan haritayı rastgele doldurma anlayışından ve taklidinden mümkün mertebe uzak durulmuş, nitelikli bir zanaatkar haritası çizilmiş. Çalışma, araştırma ve belgeleri ile okuyucuya göstermiştir ki Osmanlı zanaatkarlarının sadece iş mekanı içinde veya mahallesinde kapanıp kalmamıştır. Özellikle 17. yy sonları ve 18. yy başlarında kurdukları loncalarla ustaların çıkarlarını savunma, devlet birimleri ile ilişki kurup zanaatkarların devlet kurumlarına arz olması gereken taleplerinin iletilmesi ve müşterilerin isteklerine göre mal üretme gibi hizmetlerin loncalar tarafından sağlandığı kitapta belgeleriyle verilmektedir. Kitap, Osmanlı dönemine ait devlet kurumları tarafınca, loncaların ve zanaatkar haklarının nasıl tanımlandığı, ne şekil de kayıt tutula bildiği hakkında okuyucuyu aydınlatır. Ayrıca devlet ve lonca yapılanmasını tanımlamayı sade bilgi ile vermez, Avrupa ve Osmanlı devleti üzerinde kültürel etkisinin yoğun yaşandığı komşu ülkelerden olan Safevi loncalarından kısa örneklerle incelemesini okuyucuya aktarır. Osmanlı devletinin 1600 yıllardan sonra artan adem-i merkeziyetçi yapısını düşünecek olursak 18. yüzyıla değin devletin siyasi olarak müdahale ve politikalarını tahayyül ettiğimizde eserde zanaatkar- devlet memuru arasındaki sosyopolitik etkileşimi de kitapta görmekteyiz. Çoğunlukla kadı defterlerinden yararlanılan çalışmada, Osmanlı tarihçilerinin 1980’li dönemlere kadar ilgi ve ehemmiyet göstermediği Osmanlı zanaatkarları hakkında, Avrupa tarihçilerinin kaynakalarından yararlanılmış 1670’lere gelindiğinde Evliya Çelebi’nin yazmış olduğu Seyahatname adlı dönemin hafızası olan eser ile zanaatkarların değişimi incelenmektedir. Bu vesile ile Avrupa’nın Osmanlı zanaatkarları hakkkındaki bilgi ve belgelerini de okuyucunun dikkatine sunar.
130
İSTANBUL’UN 100 ESNAFI Uğur AKTAŞ İstanbul esnafı Bizans döneminden itibaren halkın ihtiyacı, yaşama koşulları ve teknolojik gelişmeye paralel olarak çeşitli değişikliklere uğradı. Örnek olarak mumculuk her iki imparatorlukta da en önemli mesleklerden biriydi. Ancak sonraları gazyağı ve elektriğin yaygınlaşmasıyla beraber önemini yitirdi. Vapur seferlerinin başlamasıyla kayıkçılık sekteye uğradı; sigara kâğıdının yaygınlaşmasıyla lülecilik gerileyip lüleciler Tophane işi olarak anılan fincan yapımına yöneldi; bir esnafın iş alanının daralmasına neden olan bu durum, diğer taraftan ağızlıkçılığın önem kazanmasına yol açtı.
Kültür A.Ş. Yayınları İstanbul’un Yüzleri Serisi İstanbul, 2013 2. Basım 168 sayfa
Osmanlı döneminde, eğer ordu mensubu değilse aşağı yukarı herkes bir esnaf loncasına kaydolurdu. Esnaf loncalarının ticaret hayatında olduğu kadar sosyal hayatta da oldukça önemli bir yeri vardı. Bir esnaf bir loncaya çırak olarak kaydedildikten sonra belli bir grubun üyesi sayılır ve lonca tarafından her türlü ihtiyacı gözetilirdi. Her loncanın “taavun sandığı” denen bir fonu vardı. Burada biriken “üye aidatları” ihtiyacı olan lonca üyelerine dağıtılır, bu sandık genelde yardımlaşma için kullanılırdı. Bir üye işleri bozulup maddi sıkıntıya düştüğünde bu fondan yardım alır; yoksul bir üye öldüğünde cenaze masrafları, bekâr üyelerin düğün masrafları da bu fondan karşılanırdı. İstanbul’un 100 Esnafı, bilinen ve bugün de varlığını sürdüren esnafların yanında, günümüzde çok nadir olarak veya hiç rastlanmayan esnafları, seyyar satıcıları da içermekte, okurun gözünde genel bir İstanbul esnafı resmi çizmeyi amaçlamaktadır.
131