1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi 20. Sayı

Page 1




İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

SAYI 20 / 2014 BU BİR SÜRELİ YAYINDIR PARA İLE SATILMAZ

YÖNETİM İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi

Ahmet SELAMET

Genel Yayın Yönetmeni

Nevzat KÜTÜK

Yayın Danışma Kurulu

Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ, Doç. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU Yayın Koordinatörü

Fatih YAVAŞ YAYIN

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Nurten ŞAFAK TOPCU Editör

Betül EREN Yayın Kurulu

Müjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Esra ERKAL, Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN, Nurten ŞAFAK TOPCU, Altay ÜNALTAY, Ferudun AY, Gülsüm SEZGİN, Cihat ARINÇ Sanat Yönetmeni

Aydın SÜLEYMANZADE Grafik Tasarım

Feyza ERYÜKSEL Fotoğraflar

Feyza ERYÜKSEL, Eser POSTALLI Kapak Görseli

Edep Ya Hu Hat: Seyit Ahmet Depeler Reklam Koordinatörü

Mustafa YALMAN

Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili) İletişim iletisim@kultursanat.org

YAPIM KÜLTÜR A.Ş. Baskı - Cilt

Renk Ayrımı / CTP

Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur. Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir. Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş. Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri 34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL


İÇİNDEKİLER

SEYRÜSEFER ESNÂSINDA ARTIK UNUTULMAYA YÜZ TUTAN NEZAKET KAVRAMI VE KUYRUK ÂDÂBI

İSTANBUL MEKTEBİ Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN

İSTANBULLU OLMANIN ADÂBI

EDEBİYAT VE İSTANBUL ÂDÂBI

M. Kamil BERSE

Gülsüm SEZGİN

72

20

DEĞİŞEN İSTANBUL’DA DEĞİŞEN ÂDÂB-I MUÂŞERET

KAHVENİN TADI SOHBETİNDEDİR

Nevin MERİÇ

Adnan ÖZYALÇINER 78

26

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ

Söyleşen: Eser POSTALLI

Söyleşenler: Elveda BAYRAKTAR, H. Halit ATLI 84

32

EDEB YÂ HÛ!

KİBAR ENDİŞELER ÇAĞI

Rahşan TEKŞEN

Ayşe SEVİM

94

42

MEVLEVİ TEKKESİNE NASIL GİDİLİR?

BEKİR SITKI ERDOĞAN’IN ŞİİR DÜNYASI

Abdülbaki GÖLPINARLI

Mehmet Nuri YARDIM 10 0

48

İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)

66

10

Akın KURTOĞLU

İSTANBUL MEKÂN Galata Mevlevihanesi

Dr. Nuri GÜÇTEKİN 6 10

52

GÜLNARA SEİTVANİYEVA İLE BÜYÜKDEDESİ İSMAİL BEY GASPIRALI ÜZERİNE...

AJANDA

Söyleşenler: H. Halit ATLI, Fatih DALGALI 0 11

60



TAKDİM

Payitahtın ve hilafetin merkezi olmasının da etkisiyle İstanbul; âdâb, usul, gelenek ve zarafet bakımından diğer Osmanlı beldelerinden farklıdır. Bugün ‘İstanbul Hanımefendisi/Beyefendisi’ denilince aklan gelen imajın sadece kılık kıyafetten ibaret olmadığını, yaşamın her noktasında gösterilen incelikten doğan bir zenginlik olduğunu aklımızda tutmamız gerek. Yazılı olmayan pek çok kurala bağlıydı İstanbullu olmak. Kişinin kendinden küçüklere ve büyüklere davranışı, alışverişteki ve toplu taşımadaki münasebetleri, ibadet mekânındaki edebi, yemek sofrasının erkânına riayet etmesi, konuşma üslubu, kıyafetinin modelinden kumaşına ve kullandığı aksesuarına kadar pek çok hassasiyeti vardı. 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi, günümüzde bu özelliklere haiz az sayıdaki hanımefendi ve beyefendinin temsil ettiği İstanbul âdâbını bu sayıda sayfalarına taşıdı. Bu konu çerçevesinde İstanbullu olmanın ne demek olduğu, neleri gerektirdiği, âdâb-ı muaşeretin değişimi, mekteplerde ve toplu taşımada âdâbın yansımaları konuları ele alındı. Mehmet Şevket Eygi ile gerçekleştirilen söyleşiyi ise bilhassa gençlerimiz için tavsiye etmekteyim. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak, Ağustos ayında kaybettiğimiz değerli şairimiz Bekir Sıtkı Erdoğan’a Allah’tan rahmet dilerken, kıymetli çalışmalarıyla bu sayıya katkı sağlayan yazarlarımıza ve yayında emeği geçen mesai arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim.



SUNUŞ Sözlük anlamı olarak ‘edeb’ kelimesinin çoğulu olan ‘âdâb’; görgü kuralları, davranış biçimleri, oturup kalkma, yeme içme usulleri gibi insanların toplumda ilişkilerini belirleyen, pek çoğu yazılı olmayan kurallar içeren ‘âdâb-ı muaşeret’ kavramıyla kullanılmaktadır. Osmanlı coğrafyasındaki herhangi bir bölgeye kıyasla, âdâbın İstanbul’la birlikte daha çok anılmasında ve günlük hayatta en zarif haliyle yaşanmasında sarayın etkisi büyük olmalıdır. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren popülerleşen ‘âdâb-ı muaşeret’ kavramını aslında Osmanlı’nın İslamiyet’le temellendirdiğini ve bunun hiç de yeni bir kavram olmadığını unutmamak gerekir. İstanbul’da hazan mevsiminin kendini göstermeye başladığı bugünlerde 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi olarak, eskilerin biraz da hüzünle hatırladığı “İstanbul’da Âdâb” konusunu ele almaya çalıştık. Bu vesileyle Prof. Dr. Sadettin Ökten’in “İstanbul Mektebi” ve Abdülbaki Gölpınarlı’nın “Mevlevi Tekkesine Nasıl Girilir?” başlıklı, daha önce yayınlanmasına rağmen güncelliğini yitirmemiş, zihinlerimizi tazelemek ve yaşantımızı gözden geçirmek açısından önemli katkılar sağlayacak yazılarına yer verdik. M. Kamil Berse’nin “İstanbullu Olmanın Âdâbı”, Akın Kurtoğlu’nun “Seyrüsefer Esnâsında Artık Unutulmaya Yüz Tutan Nezaket Kavramı Ve Kuyruk Âdâbı”, Nuri Güçtekin’in “İstanbul’daki Hususi Mekteplerde Ahlak Anlayışı” ve Gülsüm Sezgin’in “Türk Edebiyatı’nda Âdâb” başlıklı makaleleri, İstanbul âdâbını anlamaya, gündelik hayattaki pratiklerine ve edebiyata yansımasına ışık tutacak niteliktedir. Batıda 18. yüzyılın ortalarından itibaren yeniden tanımlanmaya başlayan âdâb-ı muaşeret kurallarının Osmanlı’ya etkisi, Nevin Meriç’in “Değişen İstanbul’da Değişen Âdâb-ı Muâşeret” makalesiyle dikkatlerimize sunuluyor. İstanbul’un nasibine düşen tekkelerden nice gönül ehline kapılarını açan Haseki’deki Bayrampaşa Tekkesi’ni Rahşan Tekşen “Şehrin kuyumcularıdır tekkeler. İşledikleri altın değil, insandır” cümleleriyle başladığı “Edep Yâ Hû” isimli makalesinde anlatıyor. Dosya konumuzun dışında, Adnan Özyalçıner’in kaleme aldığı “Kahvenin Tadı Sohbetindedir” ve Ayşe Sevim’in yazdığı “Kibar Endişeler Çağı” makaleleri de okurların ilgisini bekliyor. Bir İstanbul Beyefendisi olan Mehmet Şevket Eygi ile İstanbul âdâb üzerine gerçekleştirdiğimiz röportaj, Kuzguncuklu Viktorya Hanım’la İstanbul üzerine yaptığımız keyifli söyleşi ve İsmail Gaspıralı’nın torunu Gülnara Seitvaniyeva’yla tarihin sayfalarında dolaştığımız ziyaretimizi de dergimizin sayfalarında bulabilirsiniz. Sizleri dergiyle başbaşa bırakmadan önce, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz, günümüzün önemli şairlerinden Bekir Sıtkı Erdoğan’ı da rahmetle anıyoruz. Bu sayımıza makaleleriyle katkıda bulunan değerli araştırmacılara ve yayında emeği geçen tüm ekibimize teşekkür ederiz. Kültür A.Ş.





İSTANBUL MEKTEBİ* Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN Emekli Öğretim Üyesi

Neydi İstanbul Mektebi? Aşağıdaki satırlarda onun yetiştirdiği ve ona hayat veren öyle çok yükseklerde olmayan mütevazi bir İstanbullunun hususiyetleri tesbit edilmeye çalışılmıştır. Umulur ki İstanbul Mektebi uzun ve sert bir kışın altında yaşama mücadelesi veren bir ince ve narin bahar çiçeği gibi hayatiyetini muhafaza ediyordur. Ve günü gelince tekrar açacaktır.

*

İlim ve Sanat Dergisi’nin 1987 yılında yayımlanan 17. sayısından alınmıştır.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN

(Ehl-i hünerin kadrini bilmek de hünerdir) Aziz Muhterem Hilmi Şenalp Bey’e İstanbul Mektebi kapanmış… Birçoklarının çağdaş şehir hayatının gündelik koşuşturmaları sırasında, farkında bile olamadıkları İstanbul Mektebi kapanmış ne çıkar zaten varlığının farkında bile değildik ki. Hayatta muvaffakiyetin bir an önce servet sahibi olup dünya nimetlerinden kâm almak manasına alındığından beri, bu düşüncenin cemiyette itibar görür hale gelmesinden ve yaygınlaşmasından beri, İstanbul Mektebi’nin talebesi zaten çok azalmışdı. Refah ve zenginliğin gayreti bütün hayatımızı doldurduğunda geriye insan olmak için harcayacağımız kendimizi arındırıp güzelleştirmeye tahsis edeceğimiz zaman kalmıyor. Maddî endişeler ve gayretlerle yorulan beden, yine bunların uzantısı vehimler ve tatminsizliklerle dolu bir ruh. İşte insan olarak her günün sonunda elimizde kalan sermaye. Yine bir önceki gibi yüklü ve hareketli geçecek yeni bir güne hazır olmak için bedenin dinlenmesi ve ruhun endişelerden kurtulması için biraz eğlence, biraz avunma, biraz hayattan kaçış, çağdaş insanın sıkışıp kaldığı nokta. İnsana sunulan imkânlar, nimetler öyle çeşitli renkli ve devamlı ki fert, kendi aslî ihtiyaçlarının farkına varamadan adeta bir sele kapılmışçasına çağdaş hayata katılıyor ve onun kişiliğe yer vermeyen muazzam mekanik düzeni içinde bir basit dişli çark gibi dönüp duruyor. Kendisine verilen vazifeyi yapan, bunun dışında iyi bir tüketici olan, ayrıca duyması düşünmesi inanması gerekli olmayan, çünkü kendisinin yerine düşünüp kitleyi yönlendirenlerin bulunduğu kalabalık içinde yapayalnız yaşayan bir ferddir çağdaş insan. Bu tip insan cemiyetimizde –eskilerin deyimi ile- numune-i imtisal teşkil edeliden beri, manevi dünyamız önce ya12

vaş yavaş sonra daha hızlı içimizdeki mevkiinden inerek maddi dünyanın emir ve istekleri istikametinde bir biçim almaya zorlandı. Terakki ya da ilerlemek gibi çok müphem bir kavramın peşine takılarak başladığımız batılılaşma yolculuğu, cemiyetimizi çağdaş toplumun ve insanımızı da çağdaş bireyin biçimlendiği bir merhaleye getirdi. Çağdaş insan, manevî dünyayı red etmese bile ona, ancak maddî dünyasının tamamlayıcısı, maddî dünyasını daha güzel ve randımanlı bir hale getiren bir vasıta gibi bakmak zorundadır. Çünkü kendisinin ve kendisi gibi binlercesinin yerine düşünen ve hayatı planlayanlar, başka türlüsüne izin vermezler. Çağdaş insanın kaderi ya dişli çark

olmak ya da hurdaya atılmak; manevî, dünya, çarkın daha kolay ve çabuk dönmesini sağladığı sürece ve sadece o sınırlar içinde kalmak şartıyla hayatta kalabilir. Aksi halde ya toptan inkar edilir yahut yeniden düzenlenir. Öyle ya genel ilke çok açık: Daha çok üretmek, daha çok tüketmek, insanca yaşamak… Bu ilke çerçevesinde manevi dünya ikinci plana itildiğinden bunun unsurları olan inanç, bu inanca bağlı olaİstanbul Mektebi bu şehirde yarak yapılması gereken göşayan herkese açıktı, şehre yeni revler, güzel ahlâk, zekâya gelenler de bir süre geçince ve gönüle hitap eden ilim yeni bir hüviyet kazanırlar, kenve hikmet sevgisi ve ruhu dilerinin ömürleri vefa etmese incelten güzel sanatlar bile çocukları, en geç torunları da hep arka plana düştüler. Dolayısıyla bunların İstanbullu olurlardı. tedris edildiği bir mekteb olan İstanbul Mektebi’ne


İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN

rağbet azaldı ve sonunda mektep kapandı. Manevî dünyanın cemiyette zaman zaman öne çıkan, ehemmiyet veriliyor gibi görülen bazı unsurları sizi şaşırtmasın, bu hadiseler maddî dünyanın izin verdiği sahada ona yardımcı olmak üzere cereyan etmektedir. İçimizde ta derunumuzda manevî dünyaya hayat veren kök sarsılmış bir kere. Manevî dünyaya ait bir unsuru ön plana geçirmek istediğinizde maddi dünya ile çatışmadan kurtulamazsınız, o vakit içinizden gelen, gelmezse bile yakınlarınızda doğan ve cemiyetin gösterdiği tepkiler ferdin tahammül kudretinin çok üstündedir. Ve buna boyun eğmek zorunda kalan insan inancıyla fiilleri arasında parçalanmış bir hayat yaşamaya mahkumdur.

yetiştirmiştir. Bu büyük insanların yetişmesinde kendi fıtratlarındaki cevvaliyet kadar yaşadıkları vasatın da rolü vardır. İşte bu vasat, gündelik işiyle meşgul kabiliyetleri mahdut, belki fazla zeki olmayan ama gönlü zengin ve irfana talip sade insanların varlığı ile hayat buluyordu. İstanbul Mektebi, böyle insanlar yetiştirerek bu vasatı besliyor ve yaşatıyordu. İstanbul Mektebi bu şehirde yaşayan herkese açıktı, şehre yeni gelenler de bir süre geçince yeni bir hüviyet kazanırlar, kendilerinin ömürleri vefa etmese bile çocukları, en geç torunları İstanbullu olurlardı. İstanbullu olmak, İstanbul hayatı yaşamak, imparatorlukların payitahtı olan bu kutlu şehirde kendi öz kültürümüzün asırların ve büyük maceraların tecrübesinden geçerek durulmuş ve süzülmüş bir biçimde gündelik hayata yansımasıydı. İstanbul yalnız kendi hemşehrilerinin değil bütün İslâm dünyasının iftihar sebebi, batı dünyasının da gıptayla söz ettiği bir şehirdi. İstanbullu olmak ise herkese nasib olmayan bir mazhariyetti. Kısaca hususiyetlerinden söz ettiğimiz bu şehir ve onun yetiştirdiği insan, yukarıda da işaret edildiği gibi, cemiyetteki kıymet hükümleri değişince uzun bir müddet mukavemet etti, İstanbul Mektebi, yine eskisi gibi insan yetiştirmeğe çalıştı. Ama artık birçok

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

imkânı elinden alınmıştı ve yetiştirdikleri bütünlüklerini koruyamaz hale gelmişlerdi, ikiye parçalanmış bir hayat yaşıyorlardı. Bu parçalanma, eskiye nisbetle ilimde, idarede, sanatta daha mütevazi insanların yetişmesine yol açtı. İstanbul Mektebi yine faaliyette idi ve sağlam temelleri sayesinde bu faaliyetine devam eder giderdi de. Ancak bir hadise, çok talihsiz bir hadise bu faaliyete mani oldu ve İstanbul Mektebi kapandı. Bu hadise otuz yıl gibi kısa bir zamana sığan ve İstanbul’daki her türlü dengeyi alt üst eden plansız programsız bir göç ve yerleşme vakıasıdır. Bu müddet zarfında şehrin nüfusu beş misli artmış ve bu güzel coğrafya üzerinde maddî ve manevî manada nefes almak imkânı kalmamıştır, devam eden göçe bakılırsa durum daha da zorlaşacaktır. Bu göç bir şehirleşme değildir, bırakınız bir şehirde yaşamanın getirdiği kültürel unsurları, gelenlere asgari seviyede sağlık, eğitim ve ulaşım imkânlarının sağlanması bile fevkalade güçlükle gerçekleşebilmektedir. İskan ve altyapı meselesi ise tamamen vatandaşın görgüsü, mahdut kapasiteli belediyelerin bilgi ve becerileri ile bu iki

İstanbul Mektebi, inancıyla ve hayatıyla bütün insanlar yetiştiren ve her birisi ünlü bir şehrimizde uzun asırların akışı içinde velilerin himmeti, güçlüklerin hizmeti ve insanların itaat ve sadakatı ile sanki esrar dolu bir oluş gibi teessüs eden mekteblerimizin en ünlüsüydü. Bu mekteblerde, bir cemiyeti en müşkil anlarında gösterdiği dirayetle ve aldığı tedbirlerle selamete ulaştıran devlet adamları, nesillere yol gösteren ve tasarruf eden büyük ruhlar, nice dahi sanatkarlar 13


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN

taraf arasında teessüs eden denge sayesinde çözülmektedir. Kısacası İstanbul, kendi nüfusunu eğitmeden öyle yoğun bir göçe maruz kalmıştır ki o güzelim mekteb adeta zaruri olarak kapanmıştır. Bilindiği gibi tarihte birçok kere mahiyet itibariyle buna benzemeyen nüfus artışları şehri tehdid etmişse de zamanında alınan tedbirlerle tehlike bertaraf edilmiş ve bu merhametsiz tahrib milletlerin yeniden kendi eski kültürlerine sarıldıkları ve onu gözbebekleri gibi korudukları çağımızda bizlerin kaderi olmuştur. Neydi İstanbul Mektebi? Aşağıdaki satırlarda onun yetiştirdiği ve ona hayat veren öyle çok yükseklerde olmayan mütevazi bir İstanbullunun hususiyetleri tesbit edilmeye çalışılmıştır. Umulur ki İstanbul Mektebi uzun ve sert bir kışın altında yaşama mücadelesi veren bir ince ve narin bahar çiçeği gibi hayatiyetini muhafaza ediyordur. Ve günü gelince tekrar açacaktır. İstanbulluyu sadece

dış görünüşüyle, gündelik hayatında, deruni âlemine girmeksizin birkaç mevsim takib edelim; sonra gördüklerimizi tesbite çalışalım: Daha ilk nazarda İstanbullu kılık kıyafetiyle, giyim kuşamıyla hemen belli olurdu. Giyimde hangi moda geçerli olursa olsun o moda İstanbul’da bir başka yorum kazanır, onun şahsiyetinden izler taşırdı. İstanbullu zarif ve güzel giyinir, giydiği tevarüs ettiği o ince zevki sayesinde kendisine yakıştırırdı. Elbiseleri daima temiz ve bakımlı idi, mâli gücüne göre ucuz ya da eski olabilirdi ama kirli ve bakımsız asla. Seçilen modeller ve renkler bir seviye ve vakar ifade ederdi, küçük bir aksesuar göze çarpan bir unsur olarak daima bulunur, ancak bu unsur, o zarif ve sade kıyafetin üzerinde o kimsenin şahsiyetini ele veren küçücük bir ipucu olmaktan öteye geçmezdi. Mesela elde taşınan bir baston veya yakaya takılmış bir iğne, onu taşıyanın kimliği hakkında yine aynı kültürden gelenlerin daha iyi çözebildikleri işaretler verirdi. Giyimde her yaşın ve her sosyal sınıfın belli renkleri, biçimleri ve hatta kumaşları vardı. Bunların dışına çıkmak bir özenti ifadesi olarak görülür, olgunluğa işaret sayılmaz ve belki de gizli olarak ayıplanırdı. İstanbul’da mevsimler iç içe yaşanır, hiçbir mevsim diğeriyle karışmadan geçmez. Kışın ortasında bahar, baharın ardından hazan günleri gelebilir. Hatta “İstanbul’da lodos eserse yaz, poyraz eserse kış olur” diye bir söz de vardır. Bu vakıa İstanbullunun giyimine de aksetmiştir. İstanbullu mevsimine göre değil günlük havaya göre giyinmesini bilir ve sever. Kışın ortasında gülüveren birkaç bahar gününde hemen baharlıkları giyer, bu küçük değişiklik için hiç üşenmez, onun hazzını zahmetine tercih eder. İstanbullu tavır ve hareket bakımından da çağımızın insanından epey değişiktir. Hareketlerinde daima vakar ve ağırbaşlılık hâkimdir, davranışlarında aceleci değildir, yavaş ve tembel de değildir, her hareketin

14

Faust Zonaro’nun fırçasından bir İstanbul Hanımefendisi


İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN

hakkını vererek bunları sükûnet içinde icra eder. Sükûnet ve vakarını çok ehemmiyet verdiği yüz ifadesinde hemen görebilirsiniz, yüz hatları daima yumuşak ve munis olmalıdır, huzurlu bir iç dünyayı aksettirmelidir. Umumi yerlerde ve resmi dairelerdeki davranışlarında iş sahibi ise diğer insanlara ve onların haklarına saygılı, vazifeli memur ise hizmetin en mükemmelini vermenin titizliği içindedir. Bir mecliste oturuş biçimine göre o kimsenin görgüsü ve seviyesi hakkında hemen hüküm verilir. İstanbullu selam vermeyi ve almayı sever, alınmayacak veya istihfaf edilecek bir selam için de çok kıskançtır, böyle bir durumda karşısındakini ezici bir tavra bürünür. Kendi değerlerini paylaşanları göz ucuyla bakarak anlar, onlara karşı yumuşak ve mütevazidir. Kendisi gibi düşünmeyenlere karşı büyük müsamaha sahibidir, ancak mütecavizlere karşı öyle bir tavır içine girer ki anlayan için çok ağır bir davranıştır. İstanbullu çiçek ve hayvanları sever, onu şehrinin kuytu bir köşesinde bir çiçeği koklarken ya da küçük bir kediyi okşarken görebilirsiniz. O çocuklarla da dosttur, hele orta yaş ve üstündeki bir İstanbullu, mahallesindeki çocukların saygı duyulan ve nasihati tutulan bir büyüğüdür. Onun dilinde çocuklar için birkaç tatlı söz ve cebinde onlar için küçük hediyeler daima bulunur. İstanbullunun konuşması bir başka âlem açar insana, “dilimiz bu kadar güzel ve ahenkliymiş de nasıl farkına varamamışız” dersiniz. Ses tonu alçaktır, yüksek sesle konuşmaz kelimeler bir musiki ve şiir büyüsü içinde sıralanır konuşmasında. Bazan kelimelerdeki manayı değil konuşmanın ahengini yakalarsınız o zaman o bir musikidir. Bazan da kelimelerin ördüğü şiire yakalanırsınız, o zaman o bir şiirdir; çoğu zaman birbirine karışmış her ikisidir. İstanbullunun kelime hazinesi oldukça geniştir, burada gerçek telâffuzundan kayarak İstanbullu olmuş kelimeler ve deyimler de bulunur, diğer bir deyişle İstanbullu galat-ı meş-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

huru sever ve kullanır. İstanbullu için telaffuz çok mühimdir, bu sahadaki özentiler zaman zaman latifelere geçerek fıkralara konu olmuştur. Hitablar daima sosyal seviyeye uygun olur, manevi bir renk taşır, sevgi, saygı yakınlık ifade eder. İstanbullu, anlattığı mevzua uygun olarak bir darbımesel söylemeyi, bir fıkra anlatmayı veya bir beyit okumayı sever. Bunları yeri gelince kullanmak üzere içinden geldiği o muhteşem sözlü kültürünün geleneğine uyarak hafızasına nakşeder. Belki bu güzellikleri kaydettiği küçücük bir defteri de vardır ama esas olan, yeri geldiğinde o hava bozulmadan hemen söyleyebilmek için bunları hafızaya almaktır. İşte kısa bir müddet zarfında bir İstanbulluda bu hususiyetleri görebilirdiniz. Şimdi onunla biraz daha uzun zaman beraber olalım, meselâ birkaç mevsim komşuluk yapalım. Biraz mütecessis bir komşu olarak bakalım neler göreceğiz. İstanbullu sohbet ehlidir, müktesebatının büyük bir kısmını sohbetten kazanmıştır. O gâh bir kahvede, gâh bir evde, gâh bir mesirede veya bir camide yahud dergahta kurulan ve muntazaman devam eden sohbet halkalarından birine müntesibdir. Bu meclislerde öğrendiği, kitabî malumatdan ziyade edeb ve insanlıkdır ki, bunların ciltler dolusu kitab okunarak elde edilemeyeceğini çok iyi bilir. Bu sohbetlerde sohbet adabı geçerlidir, yani dinleyen en az söyleyen kadar arif olmak zorundadır. Aksi halde o meclisde sakil düşen bir duruma sebebiyet verebilir, bunun neticesi hafife alınmak veya ağır bir ikazdır. Bu taraftan sohbetin hazzı ve feyzi diğer cihetten bir hata yapmamak için sarfedilen gayret ve

15


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN

dikkat, ferdi sohbet halkasına müdavim oldukça giderek olgunlaştırır. Sohbetlerde bir veya birkaç büyük bulunur. Gençler bu zevatın konuşmalarını dinlerler, bir müşkilleri varsa sorarlar, böylece kültürel miras nesillerden nesillere intikal edip gider. Sohbetin konferanstan çok farkı vardır, sohbet resmi değil samimidir, kendinizi çok daha rahat ve sıcak bir ortamda hissedersiniz, sohbete siz de katılarak kendinizi eğitirsiniz daha önemlisi sohbet sırasında hizmet ederek insanlara faydalı olmanın hazzını yaşarsınız. İşte İstanbullunun devam ettiği sohbet halkası yaşayarak öğrenilen böyle edeb, muhabbet ve hizmet dolu bir insanlık mektebidir. Sohbette konular muhtelif olabilir, ilmî, dinî meseleler müzakere edilebilir buradan yorulan zihinler sohbetin sonunda bir sanat ziyafeti ile dinlendirilir. Sohbetin mekânı da mevsime göre değişir, kışın bir evde veya kıraathanede olan sohbet yazın Boğaziçi’ne veya Adalara nazır bir kır kahvesinde veya çay bahçesinde yapılır. Kıraathane veya çay bahçesinin sahibi de sohbet erbabına karşı saygıda kusur etmez, öyle olur olmaz kimselerin sohbet günü o mekâna gelmesini önler ve hizmetin en iyisini vermeye çalışır. Şimdilerde böyle bir mekânın ve böyle bir kahvecinin kalmadığının bilmem farkında mıyız?

birer nimet olduklarının idraki içinde şükür hisleriyle dolu olarak istifade etmek hatta bundan maddî olmaktan çok manevî bir haz almakdır. İstanbullu değişik yemekler, tatlılar, şerbetler ve menba sularını iyi bilir, bunları hazırlamayı ve ikram etmeyi sever. Bu yemeklerden bazıları yılda bir kere pişer ve dostlarla birlikte yenilir, böylece tatlı hatıraların yaşanmasına vesile olurdu. İstanbul mutfağında tereyağı ile zeytinyağı birlikte kullanılırdı her biri kendine has yemek çeşitlerini de beraberinde getirmişlerdi. İstanbullu neyin nerede yetiştiğini bilir ve şehrin o bölgelerinde yetişmiş sebze ve meyvayı arardı. Mesela Bayrampaşa’nın enginarı, Kartal’ın pırasası, Langa bostanlarının salatası ve Arnavutköy’ün çileği meşhurdu. Bugün İstanbullunun bu hususiyetini bilen bazı esnaf bilmem kaç yüz kilometre uzaktan gelmiş mahsulü hâlâ bu semtlerin adını kullanarak satar. Oralarda değil bahçecilik yapılacak arazi, nefes alınacak dahi yer kalmadığını bilen eski İstanbullular da biraz hayret biraz yeni şartlara intibaksızlık içinde bu mesud aldanışa razı olarak alışveriş yaparlar. İstanbul’da esnaf olmak da kolay değildi, İstanbullunun zevkini ve isteklerini en az onun kadar, hatta iyi satış yapabilmek için daha fazla bilmek gerekirdi. Meselâ bir manav, üzüm cinslerini ve bunların hususiyetlerini bilmesin bu olmayacak bir şeydi. Türk mutfağı, Arabistan’dan Rumeli’ye kadar uzanan o geŞimdi meyva satan çocuğa çavuş dediğiniz zaman askerlik niş coğrafyanın en leziz yemeklerini bünyesinde toplamış yıllarını hatırlıyor, rezzakı kelimesini telaffuz etmekten bile ve meyvesini İstanbul gibi bir şehirde vermiştir. Sarayda ve aciz çünkü hiç duymamış. İstanbullu balık yemesini sever paşa konaklarında hazırve balıktan anlardı. Hangi lanan nadide yemeklere balığın hangi mevsim yeeski anlayış ve içinde hem neceğini, hangi denizde şükründen aciz olduğuve hangi havada tutmanın İstanbullu sohbet ehlidir, müktesemuz birer nimet hem de makbul olduğunu bilirdi. batının büyük bir kısmını sohbetten birer sanat eseri olarak “Lüfer balığı sonbahar bakazanmıştır. O gâh bir kahvede, gâh bakılmıştır. Bu idrakden lığıdır, boğazda oltayla ve bir evde, gâh bir mesirede veya bir İstanbullu da nasibini alpoyraz havada avlananı ve camide yahud dergahta kurulan ve mış ve damak zevkine porsiyonluk tabir edilen sahib olmuştur. Bu zevki muntazaman devam eden sohbet büyüklükte olanı makbulmevsimine göre hazırladür, daha küçüğü lezzetsiz halkalarından birine müntesibdir. nan mütenevvi yiyecek büyüğü yağlı olur” diye hemen hükmü yapıştırıverirdi. ve içeceklerden bunların 16


İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN

Balıkçı esnafı işte böyle müşterilere muhatap idi, onların edebiyatımıza kadar geçmiş espri dolu satış çığırtkanlıkları böyle müşteri karşısında tutunmalarını sağlayan zekalarının mahsulüdür. Şerbetler ve menba suları İstanbul yemek kültüründe müstesna bir yer işgal ederdi. Ecdadın buy-i Muhammedi iştiyakıyla dikip yetiştirdiği güllerden nefis gül şerbetleri yapılır, yazın sıcak günlerinde adeta ilahi bir lütuf olarak hararetleri teskin ederdi. Sonbahara doğru asmalardan koruklar toplanır, bunlardan da koruk şerbeti ezilirdi. Ekşi ve ham koruktan böyle nefis bir içeceğin zuhuru muhtelif nüktelere mevzu teşkil ederdi. Her evin bahçesinde gül fidanları ve asma bulunurdu. Önce şehir içindeki bahçeli yerleşmeler kat karşılığı müteahhitlerine teslim oldu, sonra da Erenköy’ün köşklerini gökdelen yapanlar yok ettiler, artık bu yeni düzende en nazenin güllere ne de yeşil asmalara yer kaldı ve ne de bunlardan şerbet ezecek hizmet ehli zarif insanlara. İstanbul’un civarında birçok menba suyu vardır, her İstanbullu bunları bilir ve içerdi. Hatta bu menba sularını tadarak adlarını söyleyen kimseler de vardı. Sular evlerde terleyen küplere saklanır ve pırıl pırıl bardaklarla misafire ikram edilirdi. İstanbullular su hakkındaki ilahi beyanın neşvesi içinde bir bardak suyu içtikten sonra “Elhamdülillah” diye şükr eder, suyu getirene de “Su gibi aziz ol” diye dua ederdi. Dilim varmıyor ama gül ve su medeniyeti kokakolaya teslim oldu galiba. İstanbullu gezmeyi, ziyaretler yapmayı sever. Zaten şehrinin civarındaki zengin coğrafya buna imkan verdiği gibi sürprizlerle dolu iklimi de sanki bu gezileri teşvik eder. Kış ortasında gülümseyiveren bir bahar günü şöyle

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Çamlıca’ya doğru uzanıvermek, uyanmak üzere olan tabiatı hissedip gurubu seyretmek onun hayata kattığı tatlı bir renkti. Şüphesiz İstanbullunun mevsime bağlı gezileri de vardı, bilhassa ilkbaharda şehrin civarındaki mesirelere günübirlik geziler yapmak adetti. Eskinin vasıta yönünden mahdut imkânlarına rağmen şehrin sükûneti sebebiyle bu gezilerden derin bir haz ile dönülürdü. Bülbül dinlemek ilkbaharda vazgeçilemeyen bir zevk idi. Bunun için ormanlık bir yere mesela Hacı Osman Bayırı’na gidilir hem tabiatın muhteşem musikisi dinlenir hem de edebiyatımızda bir efsane halini almış gül-bülbül sohbeti yapılırdı. Mehtabı seyretmek ve bundan bedii bir zevk almak İstanbullu için

Sultan II. Abdülhamid’in ziyafet sofrası

17


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN

mühim bir hadise idi, bazan mehtab karadan seyredilir Çamlıca mehtabı gibi, bazan denizde kayıkla mehtab sefası yapılır Kanlıca körfezinde musiki ile renklenen mehtab sefaları gibi. İstanbullu sadece muayyen zamanlarda değil sık sık vesileler icad ederek öteye intikal etmiş büyüklerini ziyaret etmeyi, onların feyziyle yıkanıp sükûn bulmayı çok severdi. Bu ziyaretlerde ölümün birçoklarına soğuk ve merhametsiz gelen gerçeğini yumuşak ve tatlı bir geçişe çevirmenin sırrını öğrenmeye çalışırdı. Bunun için zamanı olduğu gibi içinde yaşadığı çevre de sükûnetiyle buna müsaitti. Mesela sık sık Eyüb’e gidilir, türbe ziyareti edilip niyazda bulunulduktan sonra o mehşur mezarlık dolaşılırdı. Orası bir hayat mektebidir, ölüm, zaman, insan, kader iç içedir orada görürüsünüz; aynı zamanda mezartaşlarından muhteşem bir tarihi yudum yudum içersiniz, yalnız mezartaşları biraz kıskançtır yazılarını kolay okumak mümkün olmaz. Sonra iskeleye inersiniz mütevekkil bir kayıkçının sandalına akşamın loş ışıklarıyla yıkanan Haliç’in suları üzerinden kayarak eve göndersiniz. Ruhunuzda tatlı bir yorgunluk kalır. Ertesi hafta haydi Kocamustafapaşa’ya, Sünbül Efendi’ye, iki hafta sonra Yahya Efendi’ye, gelecek ayın son cuması Sultan Fatih türbesinde sabah namazına. Siz ziyaret mi arıyorsunuz? Bu mübarek beldenin her köşesinde nice mübarekler var, çağdaş koşuşturmalardan asude kalmış bir zamanınız ve endişelerden ârî bir huzurunuz varsa işte oradalar feyz ve bereket pınarları sizi bekliyor koşunuz.

Haliç

18

Bir İstanbullunun hayat macerasındaki çizgileri kısaca takdime çalıştık, bir de kendi maceramıza bakalım. O zaman İstanbul Mektebi’nin çoktan kapandığını korkarım itiraf etmek zorunda kalacağız.

Piyerlo

ti’den

Haliç

Çamlı

ca


İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

19



İSTANBULLU OLMANIN ÂDÂBI

M. Kâmil BERSE Şair, Yazar

İstanbullu olmanın bu şehirde yaşamanın en önemli kurallarından biri de; İstanbul’un dilidir. Nereden gelirseniz geliniz bu şehrin diline ve konuşma adabına kendinizi alıştırmanız ve kurallarına riayet etmeniz gerekir. Bölgesel şive farkları, konuşma dilindeki sertlikler bu şehirde eriyip gitmelidir. Bu şehrin sakini olmak istiyorsanız kendinizi bu şehrin güzelliklerine, ahlakına, adabına uydurmak zorundasınız, İstanbul’da yaşanılan her kötü olay kendini bu şehre alıştıramamış insanlardan sadır olur.


İSTANBUL İSTANBUL KÜLTÜR KÜLTÜRve veSANAT SANAT DERGİSİ DERGİSİ

İSTANBULLU İSTANBULLUOLMANIN OLMANINÂDÂBI/ ÂDÂBI/M. M.Kâmil KâmilBERSE BERSE

“İstanbul’un âdâbını, ilimden önce öğrenmek lâzımdır” İstanbullu olmanın, İstanbul’da yaşamanın erdemine; bu şehrin tarihine, kültürüne, geleneklerine saygı duymakla sahip olabileceğimizi kabullenmeliyiz. İstanbul’un fethinden sonra Fatih, bu şehri dünya hakimi bir imparatorluk merkezi yapmak üzere şehrin Bizans’tan kalan sakinlerinin inancına saygılı olmakla birlikte onların İslam’la şereflenebileceğini düşünerek, kendilerinden örnek alınabilecek aileleri Anadolu’nun muhtelif şehirlerinden İstanbul’a getirip yerleştirdi. Gelen ailelerin yerleştikleri muhitlerde gücü olanların mescid, hamam yaptırdıklarında o çevreye semt ismi olarak bu hizmeti yapanın adını vereceğini bildirdi. Bu vesile ile kısa zamanda İstanbul’da (Dersaadet’te) çok sayıda Müslüman mahalleler oluştu, aynı mahallede gayr-ı müslim tebanın da ikamet etmesi Müslümanları ve gayr-ı müslimleri rahatsız etmedi. Hatta şehirde İslam’la şereflenenler, bu sayede İslam kültürüne vakıf oldular, birlikte İstanbul âdâbını oluşturdular. İslam şehir dinidir, İstanbul şehirlerin müjdelenmişidir, onun içindir ki Hz. Muhammed bu

22

şehri fetheden askere de kumandana da müjdeler vaad etmiştir. İstanbul, İslam’ın bugün dahi en özgün ve özgür şekilde yaşanabildiği bir şehirdir. Bahse konu mahalle mescidlerinin, camilerinin oluşturduğu mahalle ve semtlerin sayısı 15. yy’da üç yüz civarındadır. Camiler mahallenin toplanma kaynaşma yerleridir, sadece namaz kılınıp çıkılan yerler değildir. İstanbul adâbının, görgüsünün lisan-ı hâl ile öğrenildiği yerlerdir. Her şey ‘selâm’la başlar İstanbul’da. Selâm, İslam medeniyetinin simgesidir, İstanbullu olmanın ilk kuralıdır. Her sabah selâm ile başlanılan gün, selâm ile nihayet bulur. Selâm vermek kadın ve erkek her Müslümanın görevidir. Sevgi, barış ve kardeşlik sembolüdür. Selâmı ilk kimin vereceğinin bir kuralı vardır; küçük büyüğe selam verir, az kişi veya tek kişi çok kişiye önce selam verir, aşağıda olan yukarıdakine selam verir, merdivenden çıkan inene selam verir, yürüyen oturana, binekli olan oturana, eşekte giden at ile gidene önce selam vermelidir. Sabahleyin ev halkı ile selâmlaşma önemlidir. Eşler birbirlerine selâm verirler, çocuklara selâmı aşılamak için hoş sözlerle selam süslenir. “Selâm-

ün aleyküm, hayırlı sabahlar, gününüz bereketli olsun, hayırlı sabahlar Allah’ın selamı üzerinize olsun” gibi sözler İstanbul adabındandır. Bir hadis-i şerif evdeki selâmlaşmanın çokluğu ile ilgili “Size ve ev halkına bereket yağacağını“ müjdeler. İstanbul’un efendileri birbirleri ile selamlaşırken daha ziyade şu cümleleri kullanırlar; “Sabah şerifleriniz hayırlı olsun efendim”, “ Üstadım selamün aleyküm, ne güzel bir gün “, “Allah’ın selamı üzerinize olsun, hayırlı günler, hayırlı işler mîrim…”, “ve aleyküm selâm, berhudâr olun..” Selâm tanıdık olsun olmasın herkese verilir, insicamı sağlamak samimiyeti inşa etmek için. Birlik ve beraberliğin tesisindeki ilk temel şart selâmdır. İstanbul’da bir zamanlar neredeyse her semtte bulunan gayr-ı Müslimler de, İstanbul’un adâbında Müslüman ahaliden geri kalmazlardı, aynı şekilde selam verir, selam alırlardı. İstanbul’da her evin bir büyüğü, her sokağın bir efendisi, her mahallenin danışılan bir bilgesi, her semtin bir


Surre Alayı

kanaat önderi vardı. Bu kişiler kendisine güvenenlere ve itimad edenlere iyiyi güzeli doğruyu vermeyi, doğru yolu göstermeyi görev bilirlerdi. 20. yy’ın ortalarına kadar benim de şahit olduğum mahalle kültüründe, neredeyse her mahallede bir saraylı hanım otururdu. Bu hanımefendi sarayda harem denilen okulda yetişmiş örnek bir kişilikti. Mahallenin hanımları ve çocukları ondan İstanbul adabını lisan-ı hal ile öğrenirlerdi, yaşıyorsa beyi de (devlet memurluğundan emekli kişi idi genellikle) erkekler için sözü sohbeti dinlenir örnek bir şehirli idi. Bugün artık bu nesil tamamen tükendi, onlardan bir şeyler öğrenen nesiller de bitmek üzere.

der. İstanbul’un eski dönemlerinde bağımsız evlerin kapısında bulunan kapı tokmakları bile bir edebin, medeniyetin eseri idi. Kapıda iki tokmak ve halka bulunurdu aslan başlı büyük halka vurulduğunda kalın ses çıkarırdı, çiçek desenli küçük halka ise ince ses çıkarırdı. Dışarıdan gelen kişi erkek ise kalın halkayı vurur, kadın ise ince halkayı vurur böylece ev halkı kapıya gelen kişinin cinsiyetini anlar kapıyı açmaya, misafire uygun kişi giderdi. Ziyaret ettiğiniz kapının tokmağını veya ziline en fazla üç kere vurmanız veya basmanız gerekir. Üç kereden fazla kapının ziline basmak adâb-ı muaşeret kurallarına aykırıdır.

İstanbullu olmanın bu şehirde yaşamanın en önemli kurallarından biri de; İstanbul’un dilidir. Nereden gelirseniz geliniz bu şehrin diline ve konuşma adabına kendinizi alıştırmanız ve kurallarına riayet etmeniz gerekir. Bölgesel şive farkları, konuşma dilindeki sertlikler bu şehirde eriyip gitmelidir. Bu şehrin sakini olmak istiyorsanız kendinizi bu şehrin güzelliklerine, ahlakına, adabına uydurmak zorundasınız. İstanbul’da yaşanılan her kötü olay kendini bu şehre alıştıramamış insanlardan sadır olur.

Güzel İstanbulumuzda bir dost evine misafir girdiniz, ev sahibi sizi karşılar, samimiyet ve gelir derecesine göre ikramlarda bulunulur, misafir olarak ikramı reddetmek saygısızlık kabul edilir. Sohbetler ikramlar sona erdi, gitme vakti geldi. Kapıya geldiniz musafaha ve selamlaşmadan sonra ayakkabınızı içeri girdiğiniz şekli ile bulmalısınız, yani ziyarete gittiğiniz ev ahalisi sizin ayakkabınızı düzeltme adı altında dışarıya doğru çevirmemeli ki siz ayakkabınızı giyerken ayrıldığınız eve ve ahalisine yüzünüzü dönerek samimi bir şekilde geldiğiniz gibi ayrılıp çıkabilesiniz.

Çok değerli sözlerden birinde “İlim elde etmek isteyen edebli olsun”

Söz ile hareketin lâtif olması gerekir İstanbul âdâbında. Bir mekânın

kapısının kapanması için eşiniz veya çocuğunuz dahi olsa, kapıyı kapat denmez kapıyı örtün denir. Su koyun denmez, su verir misiniz? Lambayı kapat denmez, elektriği dinlendirin denir veya en azından soru cümlesiyle nezaket sağlanır. Ev içindeki hareketler de disiplin kuralları gerektirir, evde yürürken gürültülü yürümemek, bağırarak konuşmamak komşuları bu şekilde rahatsız etmemek, ev halkının genel hukukuna saygılı hareket etmek İstanbul’da yaşamanın kuralıdır. İstanbul’un eski evleri genelde müstakildi, iki üç katlı olanlar da bir büyük ailenin ikamet ettikleri tek hanelerdi. Konakların durumu da aynı idi, büyük ailede en az 3 nesil bir arada oturur alt üst komşu hukukuna pek ihtiyaç duyulmazdı. Bugün çok katlı evlerde evin içinde de dışında da dikkat edilmesi gereken kurallar vardır. Alt komşunun izni olmadan pencereden halı ve eşya silkelemek komşu hakkına saygısızlık etmektir. İstanbul kolektif bir şehirdir, parasını verdiğiniz her şeyi istediğiniz gibi kullanamazsınız. Parasını ödüyorum diye suyu israf edemezsiniz. Komşusu aç iken tok yatılmadığı gibi, sokakta aç dolaşan kediler, köpekler de sizin sorumluluğunuzdadır. Kışın doğadan nasiplenemeyen hayvanları siz beslemek zorundasınız. Bu şehir23


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBULLU OLMANIN ÂDÂBI/ M. Kâmil BERSE

de serçeler, güvercinler, kumrular kısaca bütün kuşlar bizlere emanettir. Bayram namazlarına ev ahalisinin erkekleri ve alıştırmak için erkek çocukları da sabah erkenden kaldırılırdı. Camiye beraber gidilir, bayram namazından sonra cami cemaati ile bayramlaşılır, eve dönerken camiye geldiğiniz yoldan değil de bir başka yoldan gidilirse o günün hikmeti kavranmış olunurdu. Giderken ve dönerken farklı yollarda rastlanacak daha fazla kişi ile bayramlaşmakla bir şehir medeniyetinin adâbını yerine getirilmiş olunur. Bayram namazından eve dönen ev ahalisi ile birlikte iftar sofrasına oturulur. Evet, bayram sabahları evlerde yapılan kahvaltılar İstanbul’da iftar sofrasıdır. Ve tabiî ki el öpmeleri, hediyeleşmeler, kabir ziyaretleri, bayramlarda büyükleri ziyaretler İstanbul’da yaşıyor olmanın güzellikleri ve sorumluluklarıdır. Bizler büyüklerimizden böyle gördük İstanbul’da, çocuklarımıza da aynı hassasiyetleri yaşatmaya çalışıyoruz. Umarım ki gelecek nesillerde bu ince hassasiyetleri ve duyguları yaşatırlar. İstanbul’a sonradan gelen ama artık İstanbullu olması gereken hemşehriler de bu hassasiyetleri ve âdâbı bilip yaşamalılar. Bundan kırk sene kadar önce Fatih Zeyrek’te arkadaşıma ve tabiî ki ailesine bayram ziyaretine gitmiştim, bahçe içinde bir ahşap konakta üç nesil bir arada oturuyorlardı. Önce ailenin büyükleri ile sonra arkadaşımla bayramlaştım, ikinci katta büyük sofada otururken bahçe kapısının tokmağından kalın bir ses geldi, arkadaşımın babası cumbalı tarafın camından giyotin pencereyi açtı mandalını taktı ve seslendi “Kim o?”.

Bahçe kapısının arkasından geriye doğru bir adam başında şapkasıyla geri çekildi ve kendisini gösterdi. Evin reisi anladı, “tamam geliyorum” dedi ve aşağı indi. Dışarıda olanları ben de camdan seyrediyordum. Kapıyı çalan şahıs siyah bir otomobilin şoförü idi. Başında bir şoför şapkası vardı. Bey babaya bir kutu verdi, aracın içinde arka koltukta oturan başında tüllü şapkası ile bir hanımefendi, temenna ve el hareketi ile bey babayı selamlayarak bir şeyler söyledi, selamlaştılar ve araç yoluna devam etti. Bey baba yukarı yanımıza çıktı ve anlattı. “Gelen Bayan Veronica” dedi, “bizim Tepebaşı’nda dükkân kiracımızdır. Beyaz Ruslardan Bolşevik ihtilalinden sonra İstanbul’a gelen ailelerdendir. Dükkânda antika eşyalar satıp geçimini sağlayan aileden bunlar, ikinci nesil. Her bayram kapıya kadar gelir bir kutu pasta getirir. Eve çıkmaz, kapıdan hediyesini takdim eder, bayramımızı tebrik eder ve gider. Yıllardır bu adetlerini bozmadılar. Annesi de aynen bunu yapardı toprağı bol olsun” dedi. O gün anladım ki İstanbul’un âdâbı çok kültürlüdür. Gayr-ı müslimlerin bile İslâmî hassasiyetlere dikkat ettikleri ve saygı duydukları bir edebler manzumesidir. Sofra âdâbına riayet etmek de kişilerin sosyal hayata bakışlarında önemli bir yer teşkil eder. Küçük ve büyük ölçekte düşündüğümüzde genel kural acıkmadan sofraya oturmak ve doymadan kalkmak temel prensibi ile şahsi edebi korumak gerekir.

Eller yıkanır ve sofraya tertemiz oturulur, Sofra başında yemeğe evin büyüğü başlamadan kimse elini uzatmaz, evin büyüğü besmeleyi çeker ve ‘afiyet olsun’ diyerek yemeğe başlanmasını sağlar. Büyük ölçekteki sofra âdâbında, sofrada gerekmedikçe konuşulmaz, ağızda lokma varken hiç konuşulmaz, yemek yerken ağız şapırdatılmaz. Yemeğe uzanan, bardağı tutan el sağ eldir. Çay kahve ve su gibi sıvı içecekler höpürdeterek içilmez. Sofrada ortak yenecek yemek meyve tatlı gibi malzemelerin sofradaki kişi sayısına göre göz kararı pay edip o kadarını almak veya talip olmak sofra adabı ve hukukunun gereğidir. Eskiler şöyle derdi: Birisini tanımak istiyorsan üç konuda onu sınamalısın, beraber yemek yemek, birlikte yolculuk yapmak, alış veriş yapmak. Kişinin edebini ve görgüsünü öğrenmenin anahtarı olarak bilinen bu davranışlarda hak, hukuk, edeb ölçüleri tespit edilirdi. Sohbetlerde yüksek sesle kahkaha atmak diğerinin sözünü kesmek İstanbul adâbına yakışmayan fiillerdir. Bu tür cemiyetlerde gülmeler nezaketli olur, bilmediğin konuda konuşmak ahkam kesmek yerine susmayı tercih etmek edebli kişiye yakışan harekettir. Bununla ilgili hüsn-ü hat olarak yazılmış güzel sözler vardır “Ya hayır söyle, ya da sus” gibi. İstanbullu, konuşurken sohbet ederken kalb kırmamalı, etrafa güzel nazarla bakmalı ki İstanbul beyefendisi veya hanımefendisi olduğunu göstersin. Çok kıymetli bir söz vardır;” Şeref-ül mekân bi-l mekîn” mekânlar yaşayanlarla şereflenir. Ancak İstanbul’da yaşayanlar İstanbul ile şereflenirler, tabiî ki bu güzel şehrin âdâbına uymak ve saygı göstermek sureti ile… Hz. Mevlana’nın sözü ile bitirelim; “Dünya gecesinin, aydınlatacak şemâların (mumların) en güzeli ve parlağı ‘edeb’dir.”

24


25



DEĞİŞEN İSTANBUL’DA DEĞİŞEN ÂDÂB-I MUÂŞERET Nevin MERİÇ İlahiyatçı, Yazar

18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Oryantalizm’in Doğu’yu bilme ve kurma işlevi yüklendiği görülmektedir. Bu dönemde sadece Avrupa- Doğu toplumları değil kendi içinde de cinsiyet açısından toplumsal olarak yeniden düzenleniyordu. Süreci destekleyen ve besleyen araçlardan adâb-ı muâşeret kitaplarında ciddi bir artış ve kitapların içeriğinde de ideal aristokrat erkekten ziyade ‘yeni bir kadın tipi’ üzerinde yoğunlaşma dikkatleri çeker.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

DEĞİŞEN İSTANBUL’DA DEĞİŞEN ÂDÂB-I MUÂŞERET / Nevin MERİÇ

Âdâb-ı muâşeret geleneksel toplum hayatında ‘ahlâk’ın konuları arasında yer alır. Yeme, içme, sohbet, yolculuk gibi gündelik hayattaki çeşitli davranışlara ilişkin kurallar, terbiyeli; kibar ve takdire değer hareketlere ahlâki davranışlara denir. ‘Ahlâk-ı hamide’ kelimesi, iyi, erdemli, övgüye değer ve güzel huylar; ahlâk ve dinin buyruklarına uyan, toplum tarafından onaylanıp beğenilen huyları ve bunların etkisiyle meydana gelen iyi ve güzel davranışları ifade eder. Ahlâkın temeli dindir. Dolayısıyla geleneksel toplumlarda sosyal hayat ve toplumsal münasebetlerin fiilî - sembolik ifadesi olan âdâb-ı muâşeret de din eksenli olarak şekillenmiştir. İslâm dinini vaz eden ve toplumunun yöneticisi, yönlendiricisi olan Hz. Peygamberin görevinin de ahlâkı tamamlamak olması bu anlamda önemlidir. Belli bir estetik kaygı taşıyan tavır alışlar olarak da tanımlayabileceği28

miz âdâb-ı muâşeret, birlikte yaşarken uymamız gereken ölçülü ve estetik davranışlar olarak da tanımlanabilir. Dolayısıyla bir diğer dayanak noktası da toplumdur. Toplum halinde yaşamak bir nevi adabı muaşereti zorunlu hale getirir. Topluma özgü davranışlar yanında sosyal hayatın değişmesine öncelik eden davranma biçimleri de âdâb-ı muâşeret incelenerek takip edilebilir. Topluma ait olmak belli bir sembolik değeri içinde barındırır. Bu algı hem topluma özgü durumlarda hem de toplumsal değişme sürecinde âdâb-ı muâşereti öne çıkartmış, eylem ve değişim bağlamında dikkatleri çekmiştir. Bu makale Osmanlı gündelik hayatının batı normları çerçevesinden değişimini mekân ve kıyafet üzerinden ele almayı hedeflemektedir. Batıda Âdâb-ı Muâşeretin Ortaya Çıkışı 18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Oryantalizm’in Doğu’yu bilme ve kurma işlevi yüklendiği görülmektedir. Bu dönemde sadece AvrupaDoğu toplumları değil kendi içinde de cinsiyet açısından toplumsal olarak yeniden düzenleniyordu. Süreci destekleyen ve besleyen araçlardan adâb-ı muâşeret kitaplarında ciddi bir artış ve kitapların içeriğinde de ideal aristokrat erkekten ziyade ‘yeni bir kadın tipi’ üzerinde yoğunlaşma dikkatleri çeker. Nancy Armstrong da âdâb-ı muâşeret kitaplarında 1760’dan 1820’ye kadar olan dönemde yeni toplumsal düzende âdâb-ı

muâşeret kurallarına ve özellikle kadının yeniden tanımlanmasında dikkat çeker.1 Bu anlamda gelişmeyi yeni oluşan burjuvazinin ihtiyaçlarını gidermeye matuftur şeklinde tanımlayabiliriz. Orta sınıf 19. yüzyılda henüz Avrupa’da da bulunmamaktadır. Bu yeni kadın tipi, orta sınıfın çıkışını hem öncelemiş hem de onunla birlikte gelişmeye devam etmiştir.2 Gelişmenin Doğuya yönelik yüzünde ise ‘harem hayatı’ diğer bir ifadeyle doğu toplumlarında kadın bulunmaktadır. Oryantalist literatürde ‘harem’ üzerine yazılar da bu döneme rastlarken, kadının geleneksel kodlar üzerinden biçimlenen hayatı, özgürlüğün kısıtlanması, sınırlılık hatta köleliğe kadar seyreden bir olumsuzlama üzerinden ele alınarak yeniden kurgulanır.3 Burada harem sarayı değil, geleneksel sosyal hayatın cinsiyet ayrışması üzerine şekillenişini ve tabi Müslüman hayatını ifade etmektedir. Müslüman kadın üzerine yapılan söylemler Avrupalıların Avrupalı olmayanlar üzerindeki üstünlüğü fikrinin formüle edilmesini kolaylaştırır. Batıda başlayan bu gelişmelerden diğer toplumlarla birlikte Osmanlı da etkilenmiş ve sosyal hayatı düzenleyen yeni bir dizi kurallar manzumesi tanzim etmiştir. Mekânda Değişim: Konaktan Salona Geçerken Osmanlı toplumunda dini ilkelerin de etkisiyle sosyal hayatta kadın ve erkek yaşam alanları ve rolleri tamamen ayrılmıştı. Ev hayatı selamlık ve harem şeklinde düzenlenip erkekler selamlıkta kadınlar da haremde4 otururdu. Kadın hürriyetini merkeze alan Batılılaşma, harem hayatında özgürlüğün tamamen kısıtlandığı tezinden yola çıkarak söylemini kurgulardı. Toplumsal yapının ve işleyiş biçiminin değişmesi de bu çerçevede şekillendirildi. Oysa Halide Nusret, Bağdat günlerini anlatırken misafir olduğu konak hayatını; ‘İlk bakışta


DEĞİŞEN İSTANBUL’DA DEĞİŞEN ÂDÂB-I MUÂŞERET / Nevin MERİÇ

üzerinden kuş bile uçmayan bu yüksek kale duvarları arasında yaşayan yılda ancak bir iki defa kapalı arabalarla o da mukaddes türbeleri ziyaret için sokağa çıkan bu genç hanımefendilerin bu kadar uyanık, canlı, neşeli, hayatla ilgili olmalarına insan hayret ederdi. Bunun sırrı konakta birkaç gün misafir olduktan sonra anladım. Bağdat sosyetesinin yerli ve yabancı hanımların çoğu konağın devamlı misafirleri arasında idiler. Şehirde olup bitenler, nişanlar, düğünler, gizli sevdalar, aile geçimsizlikleri konakta konuşulurdu. Konaktakiler şehirdekilerden çok şehirden haberdar idiler.5’ şeklinde anlatmaktadır. Bu anlamda konak hayatı kadın özgürlüğünü kısıtlamaktan çok geleneksel kodlar üzerinden şekillenen gündelik hayatın mahremiyetini koruyarak şehrin gündemini, modasını eve taşımaktadır diyebiliriz. Bu durum tam da Batılıların ‘kapalı olana’ itirazlarının merkezine oturmaktadır. Çünkü onlar kendisini kapatarak görünmeye bilinmeye kapalı ve fakat kendinin dışarıda olanı tamamen görmesini sağlayan bir düzenlemeyi kabullenememektedir. Böylece tanımlanması ve kategorize edilmesi mümkün olmamakta, Batılı imaj sakalası bu yaklaşım karşısında çaresiz kaldığından duygusal yaptırımlar ve değer yargılarıyla kapalı olanı olumsuzlama üzerinden yeniden tanımlamaktadır.

ve bunların hidmetine bulunur 3-4 cariye vardı. Bundan başka Hocakadın, sütnine eskisi, komşu kadınlar hiç eksik olmazdı. Bunlar konakta aylarca kaldıklarından haremin hanegisi ve bu takımın meşhur masalcı incili hanım en nazlısı idi.”7 … vs şeklinde tarif edilmektedir. Bu uygulama meşrutiyetten sonra değişmiş ve işyerleri evin dışına taşınmıştır. Gelişme ev düzenin değiştirirken, kadın ile erkek aynı mekânı paylaşmasını bir nevi normalleştiren ‘salon’ hayatına geçişi kolaylaştırmıştır. Salon hem ev mimarisinde hem de cemiyet/salon hayatı anlamında kadın-erkek birlikteliğini aynı mekânı kullanmanın normalleşmesine zemin hazırlamıştır. Batılı tarzda apartmanların yapıldığı bu dönemde gündelik hayat da konaktan-apartmana doğru mekânsal değişime uğramaktadır. Apartman dairelerindeki salonlar, yabancı erkeklerle evin kadınlarının birlikte oturduğu, sohbet ettiği mekândır. Salon yeni anlamıyla evde dış mekân olarak kabul edilen ve ziyaretçi/yabancıya açık alandır. Bir nevi evden bağımsızlaşan selamlığın yerini alır ve ev içi ‘kamusal alan’dır artık. Dolayısıyla evin diğer odalarından,

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

davranış tarzı, tanzimi, ve icbar ettiği kıyafet/leri açısından da farklılaşır. Salon mefrûşâtı olarak; “(...) yarım veyâhûd vüs‘atine göre bir takım kanepe, koltuk ve sandalye bulunur. Hatta ‘uzun iskemle’ denilen ve üzerine uzanıp yatmağa mahsûs olan kanepelerden dahi birisi bulunur.”8 Yabancılarla bir arada bulunmaya meşruiyet kazandıran salon, karşılıklı iletişim ve davranma biçimlerini de ‘daha ince ve kibardır’ şeklinde belirler.8 Yine döneme ait yeni eğlence biçimleri olarak da tanımladığımız Batı’dan tevarüs ettirilen yevm-i mahsusalar, kabul günleri, briç partileri de dönemin kadın merkezli olmakla birlikte erkeklerin de çok rahat dahil olabildikleri ev içi etkinlikler olarak şehir hayatına girerler. Değişen Kıyafet Toplumsal alanın yeniden düzenlenmesi insanı kıyafetinden ilişki biçiminin değişimine kadar bir dizi yeni kuralları bilmeye mecbur etmektedir. Özellikle gündelik hayatın düzenlenişindeki değişim, çok ciddi kafa karışıklığı ve duygusal

Selamlık ise önceleri erkeklerin işlerini yürüttükleri, yönettikleri ofis muadili bir yerdi. Ortalama bir konak hayatına da örnek olması açısından Terâzibaşı Süleyman Ağa konak efradını; “Selamlıkta; memuriyetine müteferri’ işlerinde istihdam eder bir katip ile birkaç çukadarı. Haremde ise; kayınvalidesiyle haremi bir de kerimesi 29


DEĞİŞEN İSTANBUL’DA DEĞİŞEN ÂDÂB-I MUÂŞERET / Nevin MERİÇ

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

yaptırımları da beraberinde getirmiştir. Yakup Kadri dönemin halet-i ruhiyesini bir kitabında; “Geçenlerde bir gençle beraber şehirde dolaşıyordum. Bu sokaklarda eşya ve elbise mağazalarının önünde küme küme Türk hanımlarına tesadüf edilen kışın açık havalı Cuma günlerinden birinde idi, refikim hızlı bir sesle bana mütemadiyen onlardan bahsediyor ve el ile muhakkirane bu kümeleri göstererek; ‘Bunları açmalı başka çare yok Miss, bunları açmalı!’ diyordu…”9 şeklinde örneklendirmektedir. Erkek kıyafeti de Osmanlı Batılılaşmasının gereği olarak kabul edilmiş ve Tanzimat’dan sonra bir Elbise Tüzüğü çıkartılmıştır. Böylece Osmanlı erkeği; başındaki kavuğunu, sırtındaki cübbesini, yırtmaçlı entarisini, belindeki kuşağını, bacağındaki şalvarını, ayaklarındaki paşmağını yani çedik papuçunu çıkardı. Bunların yerine başına kalıba girerse Firengi silindir dediği uzun resmi şapkasını andıran uzun buruşu fes, sırtına bir ceket, bir pardesü bozması, arada sırada kolları kopuk, hayderi taklidi bir sako beline muhafazakarlık duygusunu göbek adı seçtiğine delil olacak imiş gibi bir kuşak, bacağına eski milli kıyafetten sıkma’ya, dizlik’e yarım şalvara benzer, paçası bol, dar bir pantolon, ayaklarına ne serhatlik’e ne lapçin’e ne de çediğe benzer yanı olmayan potin, yarım kundura takarak, kaşlarına kömür, yanak ve burnuna allık, gözlerine sürme sürerek saçı sakalı ile karagözün soygunluğu gibi bir çıplaklık ile cascavlak kaldı. Adı kavuklu iken maskara oldu10 şeklinde dönemin gazetelerinin konusu olmaktadır artık. Algılar ve duygular üzerinden oluşturulan gündemler, dönemin etkin faaliyetlerinden olan gazete ve dergiler,

kitaplar, okullar değişimi besleyen ve yerleştiren mekanizmalar olarak devreye girer. Nitekim Son Saat (1925’ten sonra İstanbul’da çıkmaya başlayan resimli günlük gazete)’in anket yazarı A. Sırrı Bey tertip ettiği anketin suallerini gönderdi. Anket yazarı soruyor, ‘Kadınları açık saçık mı, kapalı mı görmeyi tercih edersiniz?’ (cevap açık çünkü çıplak kadın zararsızdır, örtünüp saklandığı andan itibaren fitne ve fesat unsuru oluyor. Kadın açık saçık göründükçe etinin bizim etin cinsinden olduğu anlar ve onu sevmek ona hürmet etmek için cinsi cazibe dışındaki faziletlerini bulmaya çalışırız) İkinci sual kadın mı güzel erkek mi? Tabi ki erkek, çünkü erkek süslenmek için süs vasıtalarına ihtiyaç duymaz)11 diyerek toplumsal araçlar vasıtasıyla taşınan ve normalleştirilen yeni yaşamın algı ve kabullerinden haberdar etmektedir. Bunun yanında Batılılaşmanın erkek egemen yapısına da vurgu görülmektedir. Askeri, siyasi, sosyal hayatta yapılan bir dizi yenilikler, Tanzimat, Islahat hareketleri, eğitimin kurumlaşması, ilköğretimin zaruri olması… vs gibi değişimler Batılılaşmanın etkisiyle gerçekleştirilmiştir. II. Abdülhamid’in açtığı kız idadileri, Fevziye Mektepleri sürecin devamında karşımıza çıkan okullardır. Bu süreçte Batılı âdâb-ı muâşeretin toplumsal alanda bilinir, ulaşılır olması için tercüme ve telif edilen bir dizi adab-ı muâşeret kitaplarını görmekteyiz. Kitaplar değişen ev içi yaşam tarzının nasıl düzenlenmesi gerektiğini anlatarak halkın bu ihtiyacını gidermekte oldukça etkili olurlar.

Dipnot 1

Mohja Kahf, Batı Edebiyatında Müslüman Kadın İmajı, çev: Yeşim Sezdirmez, Küre yay., İstanbul 2006, s. 142.

6

Mehmet Tevfik, İstanbul’da Bir Sene, İletişim Yay, İstanbul 1987, s. 11.

2

Age, s. 143.

7

3

Bu algılayış Avrupa’da cinselliğin konumlandırıldığı ve toplum hayatında yeni zevk ve arzu formlarının yaratıldığı döneme denk gelir. Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, Ayrıntı yay, İstanbul 2003, s. 52.

Ahmet Mithat Efendi, Avrupa Adab-ı Muaşereti yahut Alafranga, İstanbul 1312, s. 284.

8

Sencer Ayata, ‘Apartman Hayatında İç Ev ve Salon’, Türk Ev ve Aile Ansiklopedisi, Ankara 1991 s 131-134.

Harem kadınlar tarafından oturulan evin üst kısmıyla ilgilidir ve yasak anlamına gelir. Hiçbir yabancı bu gizli kaleye giremezdi. Aynı şekilde harem sakinleri önceden belirlenmiş ortamlar dışında ortaya çıkmazdı. Marry Milles Patrick, İstanbul Kız Koleji 1871-1924, Tez yay, İstanbul 2001, s. 20.

9

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Alp Dağlarından, Remzi Kitapevi İstanbul 1942, s. 62.

Halide Nusret Zorlutuna, Bir Devrin Romanı, KBY, Ankara 1978, s. 70-71.

11 Ahmet Haşim, Bize Göre, Gurebâhâne-i Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi, hz Mehmet Kaplan, MEB yay İstanbul 1969, s. 141-144.

4

5

30

10 Ahmet Rasim, Muharrir Bu ya… hz. Hikmet Dizdaroğlu, MEB yay, Ankara 1969, s. 50.


DEĞİŞEN İSTANBUL’DA DEĞİŞEN ÂDÂB-I MUÂŞERET / Nevin MERİÇ

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

31


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

32

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR


MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR Söyleşen ve Fotoğraflayan: Eser POSTALLI

Günümüz münevverlerinden Mehmet Şevket Eygi Bey ile İstanbul âdâbı, üzerine bir mülakat gerçekleştirdik. Bilhassa çağımızın gençleri için önemli notların bulunduğu bu sohbette, edepten lisana, kılık-kıyafetten kültüre, eğitimden estetiğe kadar geçmişten ve günümüzden misallerle pek çok konuya değindik. Kıymetli büyüğümüz Mehmet Şevket Eygi Bey’e bizlere vakit ayırdığı için teşekkür ederken, mülakatımızı, istifadeli olmasını ümit ederek, dikkatlerinize sunuyoruz.

” 33


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR

Cemil Meriç, “Hangi Türk aydınına biz neyi kaybettik diye sorsanız toprak kaybettik diye cevap verir. Toprak mı, toprak belki de en değersiz şeyimizdi. Belki de en değersiz şeyimizi de kaybettiğimiz için her şeyimizi kaybettiğimizi anladık” der. Neyi kaybettiğimizi bilmezsek bulduğumuzun bir kıymeti olmaz diyerek başlamak istiyoruz hocam, sahi biz neyimizi kaybettik? Toprak kaybetmek sebep değil, neticedir. Asıl büyük kayıplarımız iman, medeniyet, kültür, hukuk, nizam, bilgi, ahlâk ve aksiyon konularında olmuştur. Yakın tarihimizde son derece vahim, tarihî, sosyal, kültürel ârızalar ve kazalar geçirdik. 1945 Ağustosu’nda, iki atom bombası yedikten sonra kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda kalan Japonya bile bizim kadar manevî darbeye, kopukluğa, ârızaya, iç hıyanete mâruz kalmadı. Lozan’da yediğimiz darbeler, Mondros’takilerden bin kat daha yaralayıcı ve öldürücü olmuştur. Yazımızı, edebiyatımızı, tarihimizi, mimarîmizi, büyük ölçüde âdâb-ı muaşeretimizi, edep ve terbiyemizi, yazılı ve medenî kültürümüzü yitirdik. Kayıplarımız öyle büyük oldu ki, bir sembol ve bayrak

34

Fuzuli, Baki, Şeyh Galib, Ziya Paşa

hirler, binaları ve anıtlarından önce, sakinleri ile değerlendirilir. İnşallah millî kimlik ve kültürümüze uygun bir eğitim sistemi ile tedrisat yapan mekteplerde iyi, vasıflı, güçlü nesiller yetiştirilir, vakt-i merhunu gelince, hizmet ederler, kopuklukları ve ârızaları tâmir ederler, dünü bugüne bağlarlar, hayalimizdeki İstanbul’u hayata geçirirler. Cemil Meriç

olan Ayasofya’yı bile yitirdik. Bin yıllık kültür hafızamızı yitirdik. Artık, 1928’den önce rahmet-i Rahman’a kavuşmuş atalarımızın Türkçe mezar taşlarını bile okuyamayacak kadar cahiliz. Farkında olanlar çok az ama biz Fuzulî’yi, Bâki’yi, Şeyh Gâlib’i, Ziya Paşa’yı ve emsali büyük edip ve şairlerimizi yitirdik. İslamî riyaseti yitirdik. Hâfızamızı yitirdiğimiz için çoğumuz bu yitirdiklerimizin farkında bile değil. ‘Nasıl bir Türkiye?’ yazınızda hepimizin görmek istediği bir Türkiye portresi çiziyorsunuz. Sevgi, kardeşlik, yardımlaşma, paylaşma ülkesi olsun diyorsunuz. İstanbul için de böyle bir hayaliniz var mı? Nasıl bir İstanbul olmalı şehrimiz? En büyük kayıplarımız İstanbul’da oldu. İstanbul’un, tek başına bir medeniyeti, kültürü, irfanı vardı. Büyük kayıplar verdik. Bin meziyeti ve özelliği içinde İstanbul’un sadaka taşları vardı, nereye gitti o taşlar? İstanbul ahlâkı, İstanbul terbiyesi, İstanbul nezâketi ve kibarlığı, İstanbul zarâfeti… 1911’de genç bir mimarlık talebesiyken İstanbul’u ziyaret eden Le Corbusier şehre hayran kalmıştı. Biz, hayranlık kaynağı nice güzellikleri yok ettik. Osmanlı edebiyatı bilmeyen, tarih bilmeyen, aruzdan anlamayan, hat ve diğer İslâmî sanatlar konusunda kültürü olmayan, konuşurken bık sık efendim demeyen, kendisine ben diyen, Fuzulî ile tanışmamış, Ömründe hiç Mevlevî ayini dinlememiş kimselerin, çok isteseler de İstanbullu olmaları ve İstanbul’a hizmet etmeleri zordur. Şe-

Dergimizin bu yeni nüshasının kapak konusu edep, adap. Ayetlerde, Peygamber efendimizin hadis-i şeriflerinde, alimlerin sözlerinde, şiirlerimizde… edep vurgusu her yerde karşımıza çıkıyor. Yunus şöyle tarif ediyor edebi: “Gezdim Haleb’i, Şam’ı, eyledim ilm-i talep / Meğer ilim bir hiç imiş, illa edep illa edep”. Medeniyetimizde edep vurgusu niçin bu kadar fazladır? Fuzulî de “İlm kesbiyle pâye-i rif’at / Arzu-yi muhâl imiş ancak / aşk imiş her ne var alemde / İlm bir kîl-ü kâl imiş ancak” diyor. Dünyada nice medenî ülke, dinen Müslüman olmamalarına rağmen, bizim eski İslâm ve İstanbul ahlâkımız konusunda bizden ileridirler. Mehmed Âkif, Safahat’ın bir yerinde Japonların ahlâkını öve öve bitiremez. İslâm’ın ahlâk kuralları ve hükümleri onun ayrılmaz bir parçası ve boyutudur. İslâm ahlâkının kaynağı Kur’ândır, Sünnettir, Hikmettir. Hâce-i Evvel’i Resulullah’tır (s.a.). Onun ahlâkı Kur’ândı, O, Kur’ânın hayata uygulanmış şekliydi. Kur’ândan ve Sünnetten koptukça ahlâk ve faziletten de koptuk. Ahlâk, aksiyon ilmi demektir. Haçlılar, Kudüs’ü aldıkları zaman yetmiş bin Müslüman ve Yahudi’yi vahşice, hunharca, barbarca katletmişlerdi. Salahaddin, o mübarek şehri geri aldığında bir tek Hıristiyan’ın burnu kanamamış, kendilerine, taşıyabilecekleri kadar mallarını alarak selâmet içinde şehri terk etmelerine izin verilmiş, hattâ kocaları esir kadınların ricası üzerine zevceleri serbest bırakılmış, kocaları ölmüş kadınlara da yol harçlığı verilmiştir… O Salahaddin öldüğünde on


MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

kadar ülkenin sultanıydı, veziri Şam sokaklarında “Ey ahali!.. Bilmiş olunuz ki, şu şu şu diyarların sultanı olan Salahaddin ölmüştür, terekesinden cenaze masraflarına yetecek kadar parası çıkmadığından, bu masrafların bir kısmı yakınları ve dostları tarafından karşılanmıştır” diyen tellallar gezdirmişti. İnsanların keresteleri vardır. Kavak, çam, kestane, meşe, gürgen, ceviz, akaju… En kıymetli tahtaya mâlik olan kişinin bile, kamil bir üstattan ve mürşitten ahlâk, karakter ve edeb terbiyesi alarak kemal bulması gerekir. Ceviz değil, abanoz ağacı bile olsa, yontulmazsa adam olamaz. Edep sonradan öğrenilebilir bir şey mi? Aileden belli bir edep, terbiye görmeyen bir insan sonradan öğrenebilir mi bunu? Edep, öğretilebilen, öğrenilebilen, kazanılabilen bir haslettir. Biyogenetiği edepli kimseler vardır. Sonra, aile yuvasında edep öğretilir. Ebeveyn ve velisi edepli ise… Gerçek İslam okulları edep yuvasıdır. Kötü bir eğitim sistemi, kötü mektepler edebi öğretmez, edepsizliği öğretir. Eskiden tasavvuf tarikatları, tekkeler, zâviyeler, dergâhlar edep okulları idi. Oralara ham ve nâkıs girenler, kısmet ve nasipleri derecesinde pişerler, kemal bulurlardı. Toplum edepli ise, çocuklar, yeni nesiller edepli olur. İngiltere mekteplerinde eğitimin iki yüzü vardır: Birinci yüz bilgi ve kültür verir, ikinci yüz edep, ahlâk, karakter terbiyesi… İslam ordusu da bir edep mektebidir. Bir ülkenin hukuk sistemi, yargısı da edeplendirir. Bunun için edepsizlerin, suçluların, başkalarına örnek olacak, korku verecek şekilde tenkit edilmesi gerekir. Ahlâklı olmayan bir öğretmen matematik veya fizik öğretebilir ama ahlâksız bir öğretmen ahlâk öğretemez. Bir çocuğun veya gencin edeplenmesi, yüksek ahlâk ve karakter sahibi olması için cevherinde, mâyesinde istidat ve kabiliyet olması gerekir. Mâyesinde şekavet olanlar, işte onların edepli, 35


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR

Mahir İz, Nurrettin Topçu, Münevver Ayaşlı, İsmail Hami Danışmend

leri vardı. Kibar insanlara sizin eviniz demezler, devlethaneniz derlerdi. Sultan Abdülhamid hazretleri zamanında az sayıda idadî ve sultanî (lise, kolej) mektebi vardı ama onlardan mezun olanların çok büyük kısmı görgülü, terbiyeli, faziletli olurdu. Bir toplumun kültürü avamîleşirse orada yüksek görgüyü muhafaza etmek mümkün olmaz. “Eski İstanbul”un kültür, nezaket, kibarlık, edep ve görgüsünden bahsetmenizi istesek... Komşuluk adabı, misafirlik adabı, sofra adabı, alışveriş adabı… Çocukluğunuzun İstanbul’unda olan ve şu anda bulunmayan meziyetlerden bahsedebilir misiniz?

ahlâklı, yüksek karakterli, mürüvvetli olmaları çok zordur. Âdâb-ı muaşeret denilince eski İstanbul kültürü, İstanbul görgüsü akıllara geliyor. Eski İstanbul’da insanlar âdâb-ı muaşeret eğitimini nereden alıyorlardı? Eski İstanbul’da yeteri miktarda seçkin, elit, ziyalı, kibar insan vardı. Ucu, nice asırların ötesinde kaybolan bir görgü yolunda yürürlerdi. Bendeniz yetiştim, eski kibar insanlar günlük hayatta en çok efendim, estağfirullah ve teşekkür ederim kelimelerini kullanırlardı. Eski kibarlar Mekke demezler Mekke-i Mükerreme, Medine demezler Medine-i Münevvere, Şam demezler Şam-ı Şerif, Kudüs demezler Kuds-i Şerif, Haleb demezler Haleb-i Şahba derlerdi. Onlar Eyüp’e gitmezler, Eyüb Sultan’a giderlerdi. Onların gözünde Beyazıt Camii, Beyazıt Cami-i Şerifi idi. Onlar ben demezler, bendeniz, bu fakir derlerdi. Onların evleri yoktu, fakirhane36

toplulukta parmak çıtlatmanın Osmanlı terbiyesine aykırı bir kabalık olduğunu o tarihte öğrenmiştim. Üstad Mahir İz, Beylerbeyi’nde yalısı olan Münevver Ayaşlı hanımefendi, tarihçi İsmail Hami Danişmend, bir fazilet abidesi olan Nurettin Topçu hoca ve daha niceleri, İstanbul âdâb ve görgüsünün heyâkil-i mücessimeleri idiler. Gerçek İstanbullular komşularının kurdu değil, meleği idiler. Arada bir pişirilen yemek ve tatlılardan tadımlık miktarda da olsa, komşulara ikram edilirdi. Bundan yüz küsur sene önce, Beylerbeyi’ne yanaşan şirket-i Hayriye vapurlarının kaptanları, gemiye binecek yolculara çabuk olun, acele edin düdükleri çalarmış. Çünkü o semtin kibar ve nazik insanları, iskele kapısından çıkarken, birbirlerine aman efendim siz önce buyurunuz, teeddüp ederim, zat-ı âliniz önce geçiniz derken vapuru geciktirirlermiş. Bugün Japonya’da, bin küsur seneden beri devam eden bir Japon yer sofrası adabı ve muaşereti vardır. Yine bir Japon çay seremonisi vardır. Bizde eski edepler, terbiyeler, görgüler, nezaketler, kibarlıklar tarihe karıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında yayınlanmış bir karikatür mecmuasında şöyle bir karikatür görmüştüm:

Bendeniz İstanbul’a yatılı mektepte okumak üzere taşradan yedi yaşında bir çocuk olarak geldim. Hanedan bir aileye mensup olmadığım için şehir ve havas terbiye ve ahlâkına sahip değildim. Zamanla bir şeyler öğrendim. Merhum Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil çok kibar bir insandı. Evine giderdik, yirmi küsur yaşındaki üniversiteli bir gence bile beyefendi diye hitap Bundan yüz küsur sene önce, ederdi. 1947’de, Beylerbeyi’ne yanaşan şirket-i Galatasaray LiHayriye vapurlarının kaptanları, sesi’nin orta kısmında, eski nagemiye binecek yolculara çabuk zırlardan Raşid olun, acele edin düdükleri çaErer bey hocamız larmış. Çünkü o semtin kibar ve tarih anlatırken, nazik insanları, iskele kapısından birden dersin orçıkarken, birbirlerine aman efentasında sınıfı terk etmek istemiş, dim siz önce buyurunuz, teeddüp biz çocuklar ne ederim, zat-ı âliniz önce geçiniz oldu hocam diye derken vapuru geciktirirlermiş. sorduğumuzda, son sıradaki bir arkadaşımızın parmaklarını çıtlatmış olmasından çok Bir mahkeme salonu… Kürsüde otuüzüldüğünü söylemişti. Böylece bir ran hakim, sanık mevkiindeki edep-


MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR

siz ve şımarık tavırlı küçük çocuğa soruyor: Babanı bir kurşunda yere sermişsin, öyle mi?.. Terbiyesiz çocuk şu cevabı veriyor: Evet, mâziye ait her şeyi devireceğiz…

Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul’a ilk defa gelen misafirlere kentin adap ve erkanının anlatıldığı adab-ı muaşeret rehber kitapları verilir, İstanbul kültürünü öğrenmesi istenirmiş. Günümüzde ise İstanbul’a gelen, yaşadığı yerin kültürünü de getiriyor. Artık her semtin ayrı bir kültürü ya da kültürsüzlüğü, karmaşası var. Günümüzde geldiğimiz bu noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Günümüzde İstanbul kültürü, terbiyesi, adabı, görgüsü hemen hemen kalmamıştır. Belki istisnalar vardır, istisnalar da kuralı bozmaz. Bugünkü İstanbul büyük sahrasında gerçek İstanbul kültürü nadir ve küçük vahalardır. Doğu ve Güneydoğu bölgelerimiz kasıtlı, planlı ve programlı bir şekilde boşaltılıyor; İstanbul’a milyonlarca insan getiriliyor. Maalesef onların çoğu bulundukları yerlerin kültürünü, edebini, erkânını, ahlâkını ve faziletini taşıyamıyor. Edebiyatı ve hamaseti bırakalım, şu İstanbul’a bakalım. Tramvaya veya

metrobüse bakalım. 18 yaşında taş gibi genç koltukta oturuyor, yanında yetmiş seksen yaşındaki ihtiyar ayakta sallanarak yolculuk ediyor. Demek ki terbiye bitmiş, edep elden gitmiş. Trafik lambalarına “yeşil ışık yanınca

başkentlik yapmış bu şehre en az (tekrar ediyorum en az) on beş milyon kitaplık, belgelik bir kütüphane yapılması gerekmez mi? Lâkin bizde böyle bir proje, niyet, irade yok. Havaalanları, boğaza köprüler, İzmit

hemen korna çalmayınız” levhaları kondu. Görgünün, terbiyenin, efendiliğin bittiğinin ayrı bir delilidir bu. Hiç aklı başında, görgülü ve terbiyeli bir İstanbullu yeşil ışık yanar yanmaz bir saniye, bir salise beklemeden korna çalar mı? Şehre taşradan terbiyeli olarak gelenler de, genellikle kısa bir müddet sonra terbiyelerini yitiriyorlar.

Körfezi’ne köprü, barajlar, gökdelenler, yedi yıldızlı oteller, otoyollar, dehşetli stadyumlar yapıyoruz ama kütüphane yapamıyoruz. Bilseniz ne acınacak durumdayız… Faydalı, lüzumlu, zaruri bir şeyin yapılabilmesi için önce bilmek, sonra niyet etmek, istemek ve bunları kuvveden fiile geçirecek irade lazımdır. Türkiye, İstanbul’a böyle bir kütüphane yapacak maddî imkâna sahiptir ama niyet ve irade yoktur. Ankara’da büyük bir kütüphanemizin depoları, bodrumları, alttaki koridorları henüz kayda geçmemiş yüzbinlerce kitap, belge ile doluymuş. Bunların bir kısmı kurtlanmış, küflenmiş… İstanbul’daki büyük kütüphaneye öncelikle İstanbul, Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili bütün ciddi kitaplar bulunup alınmalıdır. Son on sene içinde Türk asıllı dünya şeker ticaretinin kralı sayılan bir zâtın Türkiye ve İstanbul’la ilgili antika kitapları Londra’da müzayedede satıldı ve Türkiye bu satışla ilgilenmedi bile. Lütfen bu konuda beni daha fazla konuşturmamanızı istirham ediyorum.

İstanbul’un kültürel anlamda en büyük eksikliklerinden bir tanesi de İstanbul’a yakışır büyüklükte bir kütüphanesinin olmaması. Bunu daha önce de çok defa dile getirdiğinizi biliyoruz. Bununla ilgili nasıl bir çalışma yapılabilir? Mısırlılar pek yakın bir mâzide İskenderiye’ye dünya çapında bir kütüphane yaptırdılar. Projesini Norveçli bir mimar çizdi. Açılışına krallar, kraliçeler, cumhurbaşkanları geldi. Sekiz milyon kitap ve doküman ihtiva eden büyük ve değerli bir kütüphane. İstanbul’umuzun resmi nüfusu on beş, gerçek nüfusu yirmi beş milyondur. İki büyük dünya imparatorluğuna

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

37


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR

İstanbul’a 1939’da, yedi yaşında yatılı mektepte okumak üzere geldiniz. 75 yıllık bir İstanbullu olarak İstanbul sizin için ne ifade ediyor?

ye’de ancak 100 bin kişi bu kurslara ilgi gösteriyor. İlgi mi dersiniz, ilgisizlik mi dersiniz bu gaflet ve ihmal pek büyük bir kültür faciasıdır. Japonya, öğrenilmesi, öğretilmesi çok zor olan çetrefilli yazısını değiştirip Latin harflerine geçmiş İstanbul’un ismi kaldı, camiler ve tarihî binalar dışında olsaydı bugünkü Japonya olabilir miydi? Yazı kopukluğu, kendisi yok artık. Medenî Avrupa ülkelerinde beş yüz seJaponya’yı uzak doğunun Türkiye’si hâline getirirdi. Halnelik evler, binalar görebilirsiniz ama İstanbul’da bir tek, kımıza, gençliğimize bunu anlatamıyoruz. Son yirmi yıl tepe pencereli Türk evi kalmamıştır. Çocukluğumdan bu içinde olmuş bir hâdiseyi anlatmak istiyorum. Galatasaray yana kaç nesil geldi geçti… Mahalleler, semtler, binalar Lisesi öğrencilerinden bir genç merhum Üstâd Ziyâd Ebuzdeğişti… Kırklı yıllarda üç dört adet yandan çarklı gemi ziya Bey’i arada bir ziyaret ediyormuş. Edebiyat mı tarih vardı. Onlar bile hurdaya gitti. İsviçre göllerinde, Ren ve mi hocalarından biri o öğrenciye bir gün beni de Üstâd’a Tuna nehirlerinde, Norveç fiyortlarında yandan çarklı nosgötür demiş. Öğrenci, izin almak için Ziyâd Bey’e söyletaljik gemiler bulabilirsiniz ama Türkiye’de bulamazsınız. diğinde Üstâd “Osmanlıca biliyorsa gelsin, yoksa gelmeYatılı ilkokulda okurken -şimdi iyi hatırlamıyorum- sanısin” demiş. Düşünebiliyor musunuz edebiyat ve tarih horım müzik hocamız Zeki Bey, 1922’de işgal kuvvetlerinin cası ancak doğru dürüst Osmanlıca bilmiyor. İngiltere’de Dolmabahçe Sarayı ile cami arasında yapılan bir törenle Shakespeare’i okuyamayan şehri nasıl terk ettiklerini bir edebiyatçı ya da tarihçi anlatmıştı. Lise birde tadüşünebilir misiniz? Benderih hocamız Enver Tekand niz Osmanlıca bilmeyen bir Bundan yüz küsur sene önce, Bey “Çocuklar, ben ilk büTürkiyeliyi hele bir MüslüBeylerbeyi’ne yanaşan şirket-i yük millet meclisinde Aymanı kesinlikle okuryazar Hayriye vapurlarının kaptanları, dın mebusu iken bazen kabul etmem; latince okurmaaşlarımızı çil çil Rus gemiye binecek yolculara çabuk yazar olarak kabul ederim. altınlarıyla alırdık” demişMüslüman, millî kültüre ve olun, acele edin düdükleri çati. O, yaşayan bir tarihti. kimliğe bağlı üniversiteli bir larmış. Çünkü o semtin kibar ve Çocukluğumun, gençligençte Osmanlıca öğrenme nazik insanları, iskele kapısından niyeti ve iradesi yoksa doğğimin İstanbul’u icâzetli çıkarken, birbirlerine aman efenrusu hem üzülmeli hem de ulemâ, fukaha, meşâyıh, dim siz önce buyurunuz, teeddüp hayıflanmalıdır. Bu satırladersiâmlar, eski zaman rı okuyan gençlerimize ân ricâli ile doluydu. Teyederim, zat-ı âliniz önce geçiniz kaybetmeden Osmanlıca zem merhume Hamdûne derken vapuru geciktirirlermiş. kurslarına yazılmalarını nâHanım, genç bir kızken çizâne tavsiye ederim. Beyazıt’taki evlerinden Kasımpaşa’daki mektebe çift peçe takarak gidermiş. Eski İstanbul’da kaç padişah görmüş, yaşlılara rastlamıştır. Onlar, başka bir dünyaya gittiler. Eski Osmanlı binaları, evleri yıkıldı; yerlerine beton ucubeler yapıldı. İstanbul’un adı İstanbul ama nerede o İstanbul… İstanbul beyefendileri, İstanbul hanımefendileri, İstanbul hocaları, İstanbul üstâdları… İstanbul, benim için ruhunu, kişiliğini, İstanbul’u İstanbul yapan nice hasletlerini, meziyetlerini, hususiyetlerini yitirmiş bir şehirdir. Milli yazımız olan Osmanlı Türkçesine hayli ehemmiyet verdiğinizi biliyoruz. Son yıllarda birçok belediye, vakıf himayesinde Osmanlı Türkçesi kursları açılıyor; ancak derslere katılımın oldukça düşük olduğunu biliyoruz. Acaba gençlerimize bunun önemini yeterince anlatamıyor muyuz? 1950’lerde, 60’larda Milli Eğitim Bakanlığı yurt çapında bedava Osmanlıca kursları açmış olsaydı, milyonlarca genç ve vatandaş bunlara kaydolup bin yıllık yazımızı öğrenirdi. Bugün öyle bir kopukluk görüyoruz ki, 76 milyonluk Türki38

Kendinizi siyasi manada değil, ki buna ehliyetiniz olmadığını söylüyorsunuz; dini, sosyal ve kültürel manada muhalif olarak tanımlıyor ve muhalif olmayı aydın olmanın şartı olduğunu söylüyorsunuz. Tanımladığınız bu muhaliflik nerede başlıyor ve kime karşı yapılıyor? Bir toplumda, bir düzen veya sistemde bozukluklar, aksaklıklar, kötülükler var ve bu ortam içindeki bir kimse bunlara muhalif değil. Böyle bir insan aydın değil karanlık bir insandır. Aydın olmanın on kadar temel şartı vardır. Bunlardan biri de, siyasî manada değil, kültürel ve sosyal platformda muhalif olmak, muhalefet sergilemektir. Bizde aydın olmanın manasını, aydın kişinin özelliklerini bilen çok az kişi bulunuyor. Halk, üniversite mezunu herkesi bol keseden aydın yapıyor. İşletme okumuş, üstüne yüksek lisans yapmış; oluyor aydın. Yahu aydınlık bu kadar kolay ve ucuz mu? Aydın olmanın şartlarından biri okuryazar olmaktır. Sen ülkenin, halkın, devletin bin yıl kullanmış olduğu yazının, alfabenin cahili ol ve sonra aydınlık tasla. Olacak şey değil!.. Mantık bilmeden aydın olunmaz. Gerçek tarihi, ta-


MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Mehmet Şevket Eygi’nin evinden bir bölüm

rih felsefesini bilmeden de olunmaz. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” buyrulmuş. Aydın kişi imkân varsa lisânen, imkân yoksa kalben bütün haksızlıklara, kötülüklere, çarpıklıklara muhalif olmak zorundadır. Muhalif olup olmamak tercihine sahip değildir. Mutlaka muhalif olacaktır. Siyasi muhalefet kolaydır, fazla derinliği ve kıymeti yoktur. Bendeniz bir aydın olarak değil, okuryazar bir Türkiyeli olarak sosyal ve kültürel sahada muhalifim. Bunu bir vazife bilirim. Faziletli ve yüksek bir insan olmamakla birlikte yağcılık, yalakalık, meddahlık, dalkavukluk yapmayı da hiç uygun bulmam. Bahsettiğim muhalefet, söylemeye hâcet yok ki; yıkıcı olmamalı, yapıcı olmalıdır. Siyasete gelince, siyaset kültürüne az çok sahibim ama meşrebim siyaset yapmaya müsait değildir. Bir yazınızda İstanbul’a yüksekten bakmak gerektiğinden bahsediyorsunuz ve bunu Beyazıt’taki kule ile somutlaştırıyorsunuz. İstanbul’u anlamak için illa bir ‘tepe’den mi bakmalıyız ona? Beyazıt Kulesi’ne çıktığımızda İstanbul bize ne gösterecek? Evet, İstanbul’a tarihin, kültürün, sanatın, mimarlığın, şehirciliğin, estetiğin yüksek kulelerinin tepesinden bakmak gerekir, aksi takdirde şehrin hâlini görmeniz mümkün olamaz. İngiltere veliahtı Prens Charles, İstanbul’a son gelişinde şehrin betonlaşmış hâline hayli kızmış ve üzülmüş, acı sözler söylemişti. Çünkü o, İstanbul’u yükseklerden seyredebilecek bir kültüre sahipti. İstanbul’un bugünkü hâlini görüp de üzülmeyen, dertlenmeyen, teessüf etmeyen bir kimseye doğrusu taaccüp ederim. Kültür, sanat, edebiyat, tarih, mimarlık, dekorasyon, giyim kuşam, tesettür, serpuş gibi konulara hep yüksekten bakmak gerekir.

Sürekli söylediğiniz bir şey var: “Her Müslümanın evinde maddî ve mâlî durumu müsaitse orijinal, değilse matbaa baskısı bir Hilye-i Şerif levhası bulunmalıdır.” Eve Hilye-i Şerif asmak bize ne katar? Hilye levhası bir semboldür, bir bayraktır, bir paroladır. Hilye-i şerif, Resulullah efendimizin hât ve tezhiple yapılmış bir portresidir. Dinî tarafı vardır, sanat ve kültür tarafı vardır, güzellik tarafı vardır. Yeni ve sofistike bir cep telefonuna 3 bin lira veriyor, aynı parayı verip evine veya bürosuna bir hilye levhası asmıyor. Doğrusu bu büyük bir dengesizliktir. Bundan otuz sene önce salonuma çerçevesi altın varaklı bir hüsn-i hât levhası asmıştım. Ziyaretime gelen biri görür görmez, “Ağabey ne kadar güzel bu levha, çerçevesi altın mı?” diye bağırmıştı. İnsanlar, analarının rahminden okumuş, medenî, kültürlü olarak doğmaz. Medeniyet, kültür, fazilet; eğitimle, tahsille, öğreterek ve öğrenerek kazanılır. yirmi otuz yaşında bir insan hilye levhasının önemini o yaşta bilemez, belki aradan yirmi sene daha geçtikten sonra anlar. Vakit geçince de iş işten geçmiş olur. Keşke tecrübesiz, birikimsiz insanlar nasihatleri ve tavsiyeleri önemini idrak etmeden kabul etseler. Eski İstanbul demişken dil estetiğinden de bahsetmeden geçmek olmaz. Ziya Gökalp Türk dilinin yazımını “İstanbul halkının ve özellikle hanımlarının konuştukları gibi yazmak” şeklinde tanımlar. İstanbul halkının, İstanbul hanımlarının konuşmalarında öne çıkan unsurlar nelerdi? Kadınlar sınıflara, türlere ayrılır. Eskiden, padişahların kızları, sultanlar varmış. Sonra hanımefendiler, hanımlar… Hüseyin Rahmi’nin romanlarındaki mahalle karıları… Ya39


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR

kın tarihimizdeki bayanlar… Vücutlarını teşhir eden dişiler… Sultan Abdülhamid ve meşrutiyet zamanında bir Şaire Nigar Hanım varmış. Çok beğenilen bazı şiirleri vardır. “Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok/efsûs ki gamdan beni âzâd edecek” mısralarıyla başlayan şehnaz makamında Tamburî Cemil Bey tarafından bestelenmiştir. İnternette bulup dinlemenizi tavsiye ediyorum. (Okuyan: Bekir Sıtkı Sezgin) Bugün şu 25 milyonluk İstanbul’da Nigar Hanım gibi kaç hanımefendi kaldı acaba? Elbette vardır… Nerelere gizlendiler? Bayanların Türkçesi o eski hanımefendilerin füsunkâr Türkçesinin yerini tutabilir mi? Yanınıza gelen gençlere ilmihal soruları soruyorsunuz. Mesela genelde Allah’ın sıfatlarını soruyorsunuz. Ma-

İstanbul’un adı İstanbul ama nerede o İstanbul… İstanbul beyefendileri, İstanbul hanımefendileri, İstanbul hocaları, İstanbul üstâdları… İstanbul, benim için ruhunu, kişiliğini, İstanbul’u İstanbul yapan nice hasletlerini, meziyetlerini, hususiyetlerini yitirmiş bir şehirdir.

Galatasaray Sultanisi

40

alesef bunlara da istediğiniz cevapları alamadığınızı söylüyorsunuz. Bir kültürel gelenek olarak eskiden akşamın belli vakitlerinde ilmihal yahut siyer-i nebi dersleri yapılırmış. Bu kültürden bahsedebilir misiniz biraz? Eski Osmanlı sıbyân mekteplerinde, rüştiyelerde, idâdî ve sultanîlerde hergün sabahleyin bir saat Kur’ân ve din dersi verilirmiş. Çocuklara ve gençlere ilmihal, mebâdi-i ulûm-i dinîyye öğretilirmiş. Galatasaray Sultanîsi’nde ulemâdan meşhur Hacı Zihni Efendi din dersi okuturmuş. O derslerde öğrencilere Allah’ın 14 sıfatı ezberlettirilirmiş. Şimdi ne böyle bir din eğitimi kaldı ne de icâzetli âlim ve fakih din öğretmenleri… Müslüman gençlerin en temel ilmihâl bilgilerine sahip olmaması gerçekten üzücü bir noksanlıktır. Keşke yurt çapında bir imihâl öğretme ve öğrenme seferberliği başlatılsa; Allah’ın sıfatları, peygamberlerin sıfatları, Peygamberimizin özellikleri, İslâm ahlâkının temelleri, İslâm’ın iki kere iki eder dört değerleri herkese güzelce öğretilse, ezberletilse.


MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

41


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

42

EDEB YÂ HÛ!/ Rahşan TEKŞEN


EDEB YÂ HÛ!/ Rahşan TEKŞEN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

EDEB YÂ HÛ!

Rahşan TEKŞEN Araştırmacı, Yazar

Ne vakit edep erkân öğrendiğine kani olunmuşsa dervişin, icazet verilir ve kapılar açılır kendisine. Dışarı çıktığında her hâlinden belli olur üzerinde yılların emeği olduğu. Merhametsiz, cahil, muhteris, vefasız, riyakâr, saygısız, mağrur insanlarla yan yana geldiğinde anlaşılır, hangisi işlenmiştir hangisi ham. Hangisi dil ehlidir, hangisi dünya.

43


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

EDEB YÂ HÛ!/ Rahşan TEKŞEN

Şehrin kuyumcularıdır tekkeler. İşledikleri altın değil, insandır. Ateşte eritip kalıba dökerler insanın gönlünü, yıllarca emek verip ince ince işlerler. Nihayet paha biçilmez bir ziynet çıkarırlar ortaya. Vakti gelince, uçmayı öğrenmiş bir kuş gibi salıverirler pencereden. Esasında tekkeler, öz kardeşleridir medreselerin. Aynı annenin sütüyle beslenmiş, aynı çatının altında büyümüşlerdir. Neden sonra yuvadan ayrılıp müstakil birer hayat kurmuşlardır kendilerine. Biri gönlünü işlemekle meşgul olmuştur insanın, diğeri aklını... Hâlbuki Efendimiz’in mescididir onların doğup büyüdüğü yer. O mübarek mescide giren hiç kimse, sadece gönlünü ya da aklını alarak girmemiştir içeri. Dünya için arzla sema neyse, insan için de akılla gönül odur zira. Hâsılı birer ilim menbaı olur medreseler ve tekkeler. Biri, önündeki kitabı okumayı öğretir insana; diğeri için-

nun talibi olanlar kalır içeride. Elinde ne kadar gümüş varsa hepsinden vazgeçmek icap eder burada. Şayet bundan vazgeçebilirse kişi, mükâfat olarak yerine altın verilir. Üzerine de veciz bir nasihat hakk olunur: Kelamın fızza ise sükût et ki olsun zeheb/Kemal ehli kemalâtı sükût ile buldular hep. Bu nasihat, bir mühür gibi vurulur dudaklarına. Dudaklar kapanınca kulaklar açılır. Gözler açılır, gönül açılır. Evvelce görmediklerini görmeye başlar insan, duymadıklarını duymaya… Kendisiyle uğraşır insan burada, alıp veremediği hep nefsiyledir. Bu yüzden pencereleri olmaz tekkelerdeki hücrelerin. Lakin kapıları açıktır, istediği zaman çıkabilir avluya. Çünkü avlu, onun teselli mekânıdır. Farzı muhal, öfkesi yüksek sesle konuşmaya başlayacak olsa, tutup kolundan şadırvanın yanına getirir onu. Abdest alıp sırtını yere çalar. Suyun sesiyle söndürür içindeki alevi, öfkesinden

sanlarda kusur aramayı haram sayar kendine, birinin yanında söyleyemediğini arkasından söylemek zuldür ona.3 Kalbini diri tutmaya çalışır insan burada, onu öldürmemek için sürurunu bile tebessümle izhar eder. Saadetin zirvesi kahkaha değildir ona göre, yüzünü mahzun bir kalp ile yere kapayabilmektir. Cemaatle kılınan bir namazda, içine riya karışır korkusuyla sesini çıkarmadan, omuzları sarsıla sarsıla ağlayan bir dostla aynı safta olmaktır saadetin zirvesi. Zannın, şüphenin, hasedin, öfkenin, ihtirasın zehirli tırnaklarından kurtulmaktır. Kurtulmak ne büyük iddia ki kurtulmaya çalışmak bile saadettir. Emek ister, zaman ister. Nasıl oturup nasıl kalkacağını, nasıl yatıp nasıl uyuyacağını, nasıl dua edip nasıl şükredeceğini, hâsılı edep erkânı, dini irfanı öğrenmek yıllar ister. Aksi hâlde kimse uçamaz buradan. Uçsa da konamaz hiçbir dala. Kanatları çelimsizdir. Bu yüzden dervişliğe niyet eden birinin kulağına, evvelce bunu tecrübe etmişlerin mısraları fısıldanır: Muhyiddin derviş olmağa/Ölmezden önde ölmeğe/Bir kişi nasib olmağa/ Edep erkân yolu gerek.2 Ne vakit edep erkân öğrendiğine kani olunmuşsa dervişin, icazet verilir ve kapılar açılır kendisine. Dışarı çıktığında her hâlinden belli olur üzerinde yılların emeği olduğu. Merhametsiz, cahil, muhteris, vefasız, riyakâr, saygısız, mağrur insanlarla yan yana geldiğinde anlaşılır, hangisi işlenmiştir hangisi ham. Hangisi dil ehlidir, hangisi dünya.

Bayram Paşa Tekkesi

deki. İçindeki kitabı okumaya başlamanın huruf-ı hecâsı edebi öğrenmektir. Bu yüzden tekkelerin kapısına gelen kişi “Edeb ya hû!” cümlesiyle karşılaşır eşikte. Edep ise hatanın envaından korunmaya sebep olan şeyi bilmektir.1 Ancak bunun talibi olanlar varır bir tekkenin kapısına yahut bu-

44

kıvılcım düşürmez yere. Herhangi birinden ya da herhangi bir meseleden yana kalbi biraz müteessir olsa, haziredeki kabir taşları çıkar karşısına, ölümü hatırlatır. Yüreğine pamuk ipliğiyle bağladığı dünya, büsbütün kopup uzaklaşıverir ondan. Pirincin içinde taş arar gibi etrafındaki in-

Osmanlı sultanlarının ekserisi gönül ehlidir. Bu yüzden İstanbul’un nasibine birçok tekke düşmüştür. Bunlardan biri de Haseki’deki Bayrampaşa Tekkesi’dir. Sultan IV. Murad’ın veziri, sadrazamı, eniştesi ve gönüldaşı olan Bayram Paşa’nın tekkesi. IV. Murad şiiri pek seven bir sultandır. Nef’î başta olmak üzere, dönemin şairlerini meclislerine davet


EDEB YÂ HÛ!/ Rahşan TEKŞEN

Bayram Paşa Tekkesi

eder, şiirlerini dinler, onları mükâfatlandırır. Lâkin Nef’î’nin kalemi hayli sivridir. Dokunduğu yeri kanatır. IV. Murad birkaç kez ihtar eder onu, ne çare ki uslandıramaz. Nihayet bir gün sağ kolu, kadim dostu Bayram Paşa’ya bir arı gibi yaklaşıp batırır kaleminin ucunu. Edebinden kimse sesini çıkarıp orada mahcup etmez Nef’î’yi, amma herkesçe hükmü verilmiştir artık. Bayram Paşa, Sultan’a gelip “Ol habisin katline izin ihsan eyle!” diye ricada bulunur. Ricası kabul görür. Hiçbir şeyden haberi olmadığı bir anda, sarayın odunluğuna getirilir Nef’î ve boğularak idam edilir.4 Bedeninin Sarayburnu’ndan denize atıldığı da rivayet edilir, Bab-ı Âlî’nin Sirkeci İskelesi cihetine nazır olan kapısının yanına defnedildiği de… Fakat dönemin devlet ricalinin Bayram Paşa’ya hayli hayır duada bulunduğu bir hakikattir. IV. Murad, Bağdat Seferi’ne çıkarken Bayram Paşa’yı da alır yanına. Fakat Paşa’nın dünyadaki vadesi bu seferde iken dolar. Kadim dostunun vefat ettiğini öğrenen Sultan, Paşa’nın çadırına gelir ve yüzünü son kez görmek ister. Kendini tutamaz, nice kıymet verdiği bu insanın ayrılığı karşısında, sultanlığın haşmetinden sıyrılıp bir çocuk gibi ağlar. Bağdat’tan İstanbul’a dönünceye kadar kalacağı her konakta açılmak üzere ceviz sandık-

lar hazırladığını görür. Her sandığın üzerine, hangi konakta açılacağına dair bir pusula yazılmıştır. Sandıklar açıldıkça içinden neler çıkmaz; iç donundan mintanına, zırhından miğferine, samur kürkünden murassa hançerine kadar her şey düşünülmüştür. Meğer bunları sultan için hazırlayan merhum Bayram Paşa’dır.5 İnce fikirliliğin, nezaketin, sıdkın, dostluğun eli bir kez daha sıvazlar IV. Murad’ın sırtını. Yitiğinin yerini kimsenin dolduramayacağını bildiğinden bir kez daha iç geçirir mahzunca: Ah kadirşinas âdem! Ah beni bu kadar düşünen âdem! Bayram Paşa’nın cenazesi, İstanbul’da kendi adıyla bilinen Bayram Paşa Tekkesi’nin türbesine defnedilir. Aslında sadece bir tekke değil, koskoca bir külliyedir burası. Hayratı bununla da mahdut değildir Bayram Paşa’nın. İstanbul dâhilinde ve haricinde cami, konak, yalı, külliye, mevlevîhane, çeşme ve hanlar yaptırmıştır. Nihayet vefat ettiğinde, hem doğduğu hem de külliyesini hediye ettiği semte, kendi türbesine defnedilir: Bayram Paşa Mescid-i mezbûrun kurbünde müstakil türbesinde medfundur. Türbesine muttasıl sebili mukabilinde medresesi ve sair hayratı ve müteaddid mahallelerde minberi vardır.6

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Haseki Kadın Sokağı, Bayram Paşa Külliyesi’ni ikiye böler. Bir cenahta medrese, sıbyan mektebi ve dükkânlar; diğer cenahta tekke, türbe, sebil, semahane, şadırvan, çeşme ve hazire vardır. Sıbyan mektebi haricinde külliyenin bütün kısımları bugün de ayaktadır. Fakat sebilden başka hiçbiri ne zaman inşa edildiklerini hatırlamaz, çünkü onun haricinde hiçbirine tarih düşülmemiştir. Haseki Kadın Sokağı’nın köşesini süsleyen sebil, kendisinden başka kimseye emanet edilmeyen kitabeyi, kıymetli bir evrak gibi on yedinci asırdan beri muhafaza etmektedir: Bir dua ile dendi tarihi/Teşnegân-ı cihane oldu sebil/1044. Sebil, sırtını türbeye verecek şekilde inşa edilmiştir. Sokağın karşısına geçip ikisine birlikte bakıldığında, türbenin kubbesine ve gövdesine nispetle sebilin kubbesinin ve gövdesinin küçüklüğü, annesinin kucağında oturan bir çocuğu andırır. Sebilin kurnasına oturup soluklanan ve buz gibi bir bardak su içen zatın, başını kaldırdığında türbeyi görmesi, hayır sahibinin Fatiha’dan nasipdar

Bayram Paşa Sebili

olması içindir. Bu yüzden türbelerin kucağına oturtulur sebiller, hayır sahiplerinin sadaka-i cariyelerini devam ettiren birer evlat gibi. Sebilden sonra sıra, tekkenin avlu duvarına yaslanmış çeşmeye gelir. Suyu kesilmiş, lülesi koparılmış, ayna taşının sırları dökülmüş, yüzü solgun bir çeşme… Tekkenin girişi birkaç 45


EDEB YÂ HÛ!/ Rahşan TEKŞEN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

adım ötededir. Hürrem Sultan’ın yaptırdığı Haseki Külliyesi’yle yüz yüze… Bu yüzden, bir sadrazamla bir valide sultanın arasında yürümek gibidir, daracık Haseki Caddesi’ni boylu boyunca adımlamak. Bir tonozun altından geçerek girilir tekkeye. Girişin hemen solunda bekleyen yapı Bayram Paşa’nın türbesidir. Kubbesi, saçakları, saçaklardaki süslemeleri, ölümden ziyade bir his verir insana. Sanki kapının ardındaki Bayram Paşa’nın sandukası değil de sediridir. Sanki birazdan, tıpkı evinden çıkar gibi şu kapıyı açacak ve selam verip geçecektir herkesin önünden. Çünkü bazılarının zihninde ölüm, ahiret öncesi dünyanın yorgunluğunu atmak için biraz istirahat etmekten başka bir şey değildir. Bu yüzden kabirleri de ürkütmez insanı. Ölümün suretini soğuk göstermez. Türbenin hemen yanında beliren birkaç basamak, sağ ve sol tarafa doğru giderek genişleyen bir avluya çıkar. Avlunun iki tarafında hazire, hazireyi dolduran mezar taşları vardır. Ortada küçük bir şadırvan, şadırvanın karşısında semahane. Semahane, tekkelerin mescididir. İbadetler burada yapılır, zikir halkaları burada kurulur. İçinde tekkesi olan külliyelerin, müstakil bir camii olmayışı da bu yüzdendir. Revakların arkasına sıralanan on derviş hücresi ve bir şeyh odası, semahanenin yanından başlayarak, arkasına kadar çevreler onu. Böylece sıra sıra dizilen derviş hücreleri nûn harfinin çanağı, semahane de noktası gibi durur avlunun içinde. Derviş hücreleri penceresiz ve küçük birer oda olmasına rağmen ruhunu daraltmaz insanın. Bilâkis, kubbeleri içeri-

den ören ince tuğlalar, iç içe geçmiş boy boy halkalar gibi sıralanır ve genişletir mekânı. Allahu a’lem, bu kubbelerin altında bir kez bile yüksek sesle muradını anlatan olmamıştır. Bir kez bile ayaklarını yere vurarak yürümemiştir kimse. Bu yüzden bu kadar sessizdir duvarlar. Elini sürdüğünde, zikre dalmış bir dervişin kalbi kadar sakin ve sıcak. Tekkenin kapısı neredeyse her gün çalmıştır. Zira Efendimiz’in ayak izinin, Kâbe’nin anahtarının ve Veysel Karani’nin külahının bir zamanlar burada muhafaza edildiği söylenir. Muhafaza ettiği emanetlere binaen adı Başmaki Tekkesi ve Kadem-i Şerif Tekkesi diye de bilinir Bayram Paşa Tekkesi’nin. Ne var ki bir zamanlar çocukları kekeme olanların, dermanını Kâbe’nin anahtarında aradığı; muradı olanlara muska yazan şeyhlerin burada kaim olduğu rivayet edilir. Şayet bu bir hakikatse, bugün tekkenin kapısını çalanlar ve onlara kapıyı açanlar, geçmişin günahlarına kefaret olması ümit edilen nice hayırlar işlemektedir. Neredeyse otuz yaşına girecek olan Hanımlar Eğitim ve Kültür Vakfı, tekkenin kapılarını yetimlere ve annelerine açarak, Bayram Paşa’nın hayır çeşmesine su taşımaktadır. Her gün boş kaplarıyla gelen nice muhtaç insanı avlusunda dinlendirip kaplarını sıcak yemekle dolduran aşevi, fakir fukaraya tekke çorbası dağıtma geleneğini diri tutarak sevap kesesini doldurmaktadır. Diğerkâm olmak, yolu tekkelerden geçenlerin yıllarca okudukları bir derstir. Onlar bilirler, baki kalacak olan bu derslerdir, göçüp gidecek olan kendileri.

Bayram Paşa Tekkesi (Geçmiş)

Bayram Paşa Tekkesi (Günümüz)

Dipnot

46

1

Mehmet Zeki Pakalın, “Edeb”, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. Devlet Kitapları, 3. Baskı, İstanbul:1983, C.1, sf. 501.

4 Nâimâ Mustafa Efendi, Nâimâ Târihi, Cilt 3, Çev. Zuhuri Danışman, İstanbul, Zuhuri Danışman Yayınevi, 1968, s. 1283.

2

Hucurat Suresi, 12. ayet.

5

3

İsmail Özmen, Alevî-Bektaşî Şiirleri Antolojisi, Ankara: 1995, C.2, sf.107.

Ergün Yıldırım, Bayram Paşa Külliyesi-Bir Osmanlı Toplumsal Kurumlar Modeli, İBB Kültür Müdürlüğü, İstanbul:2005.

6 Ayvansarayî Hüseyin Efendi/Ali Satı Efendi/Süleyman Besim Efendi, Hadikatu’l-Cevami’, İstanbul: İşaret Yayınları, sf. 99-100.


EDEB YÂ HÛ!/ Rahşan TEKŞEN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

47



MEVLEVİ TEKKESİNE NASIL GİDİLİR?* Abdülbaki GÖLPINARLI Edebiyat Tariçisi

İşte dergâh. Semâ’-hâne kubbesine bakın, üstünde destarlı bir Mevlevî sikkesi. Artık inelim. Kapıdan niyazla girilir. Sağ ayağınızın baş parmağını sol ayağınızın baş parmağı üstüne koyun, yâni sağ ayağınızdaki iskarpinin ucunu sol ayağınızdaki iskarpinin ucuna hafifçe dokundurun, sağ elinizi, parmaklarınız açık olarak kalbinizin üstüne koyun, başınız fazlaca eğilmek şartiyle belinizden itibaren vücudunuzu biraz öne eğin, tamam. İşte buna baş kesmek, yahut niyaz denir. Şimdi önce sağ ayağınızı kapıdan içeriye atın, Bismillâhirrâhmanir-rahîm.

* Bu makale, Abdülbâki Gölpınarlı’nın Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik (İstanbul, 1953, s. 343-345) kitabından alınmıştır.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

MEVLEVİ TEKKESİNE NASIL GİDİLİR?/ Abdülbaki GÖLPINARLI

Ya Hazreti Mevlana

İstemez misiniz, böyle bir dergâha gidelim. Bugün mukabele günü değil, zaten mukabeleyi, bir başka bölümde seyredeceğiz. Fakat biz bugün sadece bir Mevlevî dergâhına gitmek, hücrelerden birine girmek, dedeyle görüşmek istiyoruz. Hem de biraz çabuk davranmamız lâzım. Çünkü bütün Mevlevî dergâhları, Bektâşîlerde de böyledir, akşam ezânı okundu mu sırlanır. Yâni sabah ezanında besmeleyle açılan demir cümle kapısını kapıcı dede kapatmaz, yine besmeleyle örter, sırlar. Kapatmak, kötü bir tabirdir, kimsenin kapısı kapanmasın. Mevlevîler, böyle kötü mânası da olan bir tâbiri ağızlarına almazlar. Onlarda kapı örtülür, yahut sırlanır. Evet, kapıcı dede kapıyı sırlar, kilitler ve artık

içeriden dışarıya kimse çıkamayacağı gibi dışarıdan içeriye de hiç kimse giremez. Yalnız mukabele yapılan ihya geceleri, yâni kandiller, kadir gecesi, bayram geceleri müstesnadır. O vakit kapı, mukabeleden bir iki saat sonra, dışarıdan gelenler ve o gece dergâhta kalmıyacak olanlar tamamiyle çekilince sırlanır. Bir de ramazan teravihten bir saat sonraya kadar kapı açıktır. Dergâha yaya gitmek icab eder. Öyle bir feyiz kaynağına, öyle bir mâna

yurduna, arabayla gitmek edebe aykırıdır. Oraya başı ayak yaparak, sular gibi yerlere yüzler sürerek, elsiz ayaksız gitmek gerek. Fakat epeyce de uzak diyorsunuz değil mi? Kolayı var. Her şey zamanla değişiyor. Biz de bir vasıtaya binerek gideriz, fakat mutlaka dergâhın kapısına varmadan inmek, ve biraz yürüyüp içeriye yürüyerek girmek lâzım. Böylece hem yorulmayız, hem de adab yerine gelir. Bir de dergâha boş giren boş çıkar. Onun için hiç olmazsa küçük bir berk-sebz alalım. Yahut külfete hacet yok, mangır daha makbule geçer, dokuzla taksimi kabil olmak şartiyle dokuz, onsekiz, yirmiyedi…. Kuruş, on kuruşluk, yirmibeşlik, yahut lira…. Bu, Mevlevî niyazıdır, evet, böyle bir para veriveririz. Ni-

Mevlevi tekkesinden bir görünüm

50


MEVLEVİ TEKKESİNE NASIL GİDİLİR?/ GİDİLİR?/ Abdülbaki GÖLPINARLI

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Faust Zonaro’nun fırçasından neyzen

yaza berk-sebz (yeşil yaprak) demişler, çünkü kudreti olmıyan, bir yeşil yaprak koparıp götürür ve onu verir. İşte dergâh. Semâ’-hâne kubbesine bakın, üstünde destarlı bir Mevlevî sikkesi. Artık inelim. Kapıdan niyazla girilir. Sağ ayağınızın baş parmağını sol ayağınızın baş parmağı üstüne koyun, yâni sağ ayağınızdaki iskarpinin ucunu sol ayağınızdaki iskarpinin ucuna hafifçe dokundurun, sağ elinizi, parmaklarınız açık olarak kalbinizin üstüne koyun, başınız fazlaca eğilmek şartiyle belinizden itibaren vücudunuzu biraz öne eğin, tamam. İşte buna baş kesmek, yahut niyaz denir. Şimdi önce sağ ayağınızı kapıdan içeriye atın, Bismillâhir-râhmanir-rahîm. Hücrelere doğru gidelim. Şu ney duyulan hücre, neyzen başının hücresidir, oraya girelim. Kapıya vurulmaz, izin alınmadan da girilmez, ne mi yapalım? Fakıyr, yâni ben…. Amma artık bende benlik, senlik de dışarıda kaldı. Burada ben yerine fakiyr, sen yerine nazarım diyeceğiz. Kavramların ıstılahları vardır. Yunus ne diyor? “Beşe, bu kuş dilidir, bunu Süleyman bilir.” Şimdi fakıyr, hücre kapısında, son heceyi çekerek “destuuur” diyeceğim, içeriden uzunca bir “huuu” çekildi mi izin var demektir, bu ses gelmezse belki duymamıştır, iki kere daha tekrar lâzım, yine ses gelmezse bir mâni var demektir, artık başka bir hücreye yüz süreriz.

-Aşk olsun -Eyvallah. Ve eyvallah derken yine niyaz ediyoruz biz. Bundan sonra artık sohbete başlıyabiliriz. *** Fakat fazla oturmıyalım, icazet alıp çıkalım, çünkü hem vakit geç, hem de şu saz benizli, bıyıkları ağzını tamamiyle örten kısa sakallı Mevlevî neyzeni, karşısındaki nev-niyâza ney üflemesini talim etmede. Mâni olmıyalım. Çıkarken yine dedeyle görüşeceğiz ya, görüşürken niyazımızı, kendimiz bile duymadan avucuna sıkıştıralım ve ayakkabılarımızı, dışarı doğru çevirmeden giyelim, arkamızı dönmeden sol ayağımızla çıkalım. *** Vakit erken olsaydı şeyhi de görürdük. Fakat onu görmek için şeyh dairesinde hizmet eden meydancı dedeye, yahut cana haber vermek lâzım. Meydancı, şeyhe haber verir ve onun delâletiyle huzura girilir. Kabul edilmemeye imkân yoktur, fakat dergâhlarda sıkı bir disiplin hâkimdir ve buna uymak zaruriyeti vardır.

-Destuuur -Huuu Yine baş keserek sağ ayağımızla girelim ve selâm verelim. Ayakkabılarımızı şuraya koyalım, şimdi de dedeyle görüşelim. Görüşmek, dedenin sağ elini sağ elle, yahut iki elle tutup ağza götürmektir. Görüşenlerin her ikisi de biraz eğilirler ve aynı zamanda birbirlerinin ellerini öperler, böyle görüşülmüş olur. Sedire geçip diz üstü oturduk. Bakınız, dede ne diyor? 51



İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922) Dr. Nuri GÜÇTEKİN Araştırmacı, Yazar

İstanbul’daki Hususi Mekteplerin kuruluş amaçlarının birçoğunda Müslüman çocukların iyi terbiye, dinî ahlak prensibi içinde yetiştirme gayreti, yabancı okullarla rekabet ve onlara ihtiyaç kalmaması kavramı yani dönemin eğitim felsefesi olan “ahlaklı bir nesil yetiştirme ideali” açık olarak görülmektedir.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)/ Dr. Nuri GÜÇTEKİN

Hususi Mektepler, Türk ve Müslümanlar tarafından kendi sermayeleriyle açmış oldukları batılı modelde eğitim veren özel okulları ifade etmektedir. 1873 yılından sonra Hususi Mektepler’in ortaya çıkmasında

tanbul’daki Hususi Mektepler’in sayısı; 1893 yılında 21’e, 1901 yılında 34’e, 1903 yılında 36’ya, 1905 yılında 45’e ve 1908 yılında 49’a ulaşmıştır. 1908-1911 yılları arasında toplam 23 yeni Hususi Mektep açıl-

Mekteb-i Edeb öğrencileri

ve gelişimlerinde halkın eğitim alma arzusu yanında Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu mali sıkıntılar dolayısıyla yeni okullar açamaması ve mevcut olan resmî devlet okulların nitelik ve nicelik olarak yetersiz kalmaları etkili olmuştur. Ayrıca bu dönemde yabancı ve gayrimüslim okulların eğitim kalitesi açısından olumlu ancak siyasi olarak olumsuz faaliyetleri Osmanlı Devleti’ni batılı eğitim kurumları kurmak zorunda bırakmıştır. Bu açıdan Hususi Mektepler vatan evlatlarını yabancı okullarda okumakla iftihar etmekten kurtarmıştır. Hususi Mektepler Müslüman çocukların bu okullara giderek dini, millî ve ahlaki terbiyelerini kaybetmemelerini sağlamaya çalışmıştır. 1873-1922 yılları arasında İstanbul’da tespit edilen 91 Hususi Mektep kurulmuştur. Hususi Mektepler İstanbul’un hemen her semtine yayılmıştır. Hususi Mektepler’in 22’si Anadolu yakasında ve 69’u Avrupa yakasında faaliyet göstermiştir. İs54

kitap ve risalenin tüm mekteplerde olduğu gibi nezaretçe izinli ve onaylı bastırılmış kitaplardan olması, eserin maârifçe onaylandıktan ve resmî izin alındıktan sonra derslerde kullanılması, eğitimde ve idarede bulunan

Mekteb-i Edeb binası

mıştır. Buna karşılık 1909-1913 yılları arasında toplam 26 Hususi Mektep kapanmıştır. Böylece yeni açılan ve daha önce faaliyet gösteren İstanbul’daki Hususi Mektep sayısı 1908 yılı sonunda 52’ye, 1909 yılında 56’ya, 1910-1911 yılında 63’e yükselmiştir. Ancak bu sayı 1912 yılında 54’e ve 1913 yılında 46’ya düşmüştür.1 Hususi Mektepler’in Amaçları ve Genel Özellikleri Osmanlı Devleti’nin Hususi Mektepler’den beklentisinin ne olduğu sorusu, konunun aydınlatılması yönünde çok önemlidir. Bunun cevabını 19 Kasım 1894 tarihli tamimden çıkartabiliriz. Maârif Nezareti’nin Hususi Mektepler’den istekleri şöyledir.“Kurân-ı Kerîm’in iyi okunmasına, akaid-i dîniyyenin tedris ve telkinine önem verilmesi, mektebin iptidâi kısmında asla yabancı dil okutturulmaması, hangi lisana ait olursa olsun ders verilen ve verilecek olan tüm

ve mektepte personel olan öğretmenlerin ve memurların ve hademelerin iyi hal sahibi ahlaktan ve ehliyet sahibi ve göreve uygun olmaları, çalışanların kötü bir sicilleri olmamaları ve öğretmenlerin maâriften izin alınmış ve 25 yaşından küçük olmaması, öğretmenlerin öğrenciye anlatacağı ve yazarak vereceği dersler dahi daima kontrol edilerek edeb ve ahlaka aykırı eğitimde bulundurulmaması, öğrencinin asla dövülmemesi, diğer resmî ve özel okullarda olduğu gibi okulun temizlik ve sağlık koşullarına dikkat edilmesi, mektep içindeki bakkal tarafından satılan yiyecek ve içeceğin kontrol edilmesi, öğrencinin sağlığını kontrol etmek üzere mektep gelirinden uygun bir miktar verilerek okula bir doktor tayini ve bu doktorun haftada iki veya üç kere okullara gelmesi” istenmektedir.2 1873-1908 yılları arasında faaliyet gösteren bazı Hususi Mektepler’in kuruluş amaçları ise şunlardır. Mekteb-i Tefeyyüz, “öğrenciye fikir ve


İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)/ Dr. Nuri GÜÇTEKİN

vicdan olacak bir terbiye-i esasiye vererek, itaate, intizama, nezafete (temizliğe), nezakete, iyi ahlaka, dinî vazifeye ve çalışma gayretine alıştırmak” amacıyla kurulmuştur.3 Numune-i İrfan Hamidi Mektebi, “evladı memleketin terbiye ve maneviyatlarına itina ile mülkümüze rıza-i ali vecihle nafi’ (faydalı) ve haluk (iyi huylu, insaniyetli) adamlar yetiştirmek” amacındadır.4 Darülirfan Mektebi, “mülki ve askeri idadi mekteplerine öğrenci yetiştirmek” için kurulmuştur. Daha sonra ilave edilecek yabancı lisanların ilavesiyle öğrencinin yabancı okullara devam külfetinden kurtarılması gayesindedir.5 Bu amaçlarının birçoğunda Müslüman çocukların iyi terbiye, dinî ahlak prensibi içinde yetiştirme gayreti, yabancı okullarla rekabet ve onlara ihtiyaç kalmaması kavramı yani dönemin eğitim felsefesi olan “ah-

Ravza-i Terakki erkek öğrencileri

laklı bir nesil yetiştirme ideali” açık olarak görülmektedir. 1908-1922 yılları arasında faaliyet gösteren Hususi Mektepler’in kuruluş amaçları şunlardır: Afitab-ı Maârif Mektebi, “vazifelerini bilip her gün düzenli olarak derslerini öğrenen ve

iyi ahlak ile yetişerek vatana ve millete hizmet edebilecek hakiki bir insan olmaya çalışan bireyler” yetiştirmeyi gaye edinmiştir.6 Menbaülirfan Mektebi, “vatan evlatlarını cins ve mezhep olarak ayırt etmeden hürriyet devrinde meşrutiyet nimetine uygun şekilde talim ve terbiyelerine hizmet etmek” için açılmıştır.7 Ravza-i Terakki Mektebi, “dönemin her türlü zorluğuna rağmen vatan evlatlarının terbiyesine hizmet etmek amacıyla” kurulmuştur.8

ahlakla yetişmesi yanında, hürriyet ve meşrutiyet kavramlarının farkında olan, vatanını ve milletini seven ona hizmet edecek ve gelişmesini sağlayacak, donanımlı bireyler yetiştirmek kavramı yani dönemin eğitim felsefesi olan “ahlaklı, donanımlı, vatan ve milletini seven ve ona hizmet eden bir nesil yetiştirme ideali” açık olarak görülmektedir.

Rehber-i İttihâd-ı Osmani Mektebi’nin amacı ise, “işlerini görüp neticelendiren ihtiyaçlarına gücü yeten; herhangi mevkide olursa olsun hayatın bütün zorlukları karşısında acizlik etmeyecek, lazım olan bilgiye sahip ve donanımlı gençler yetiştirmektir. Mektep, öğrencisine ciddî ve metin bir terbiye-i İslamiye vermek ve onlara hissiyatı millîye ve vata-

Hususi Mektepler’in eğitim politikalarında verilen eğitimin tamamlayıcısı İslâmi ahlak ile yetiştirmek olmuştur. Hem II. Abdülhamid Dönemi hem de İttihâd ve Terakki Dönemi’nde bu durum devam etmiştir.

Hususi Mektepler’de Ahlak Anlayışı İle İlgili Uygulamalar

Hususi Mektepler’in personel alımındaki ilk ölçütü iyi ahlaka sahip olmaktı. Maârif Nezaretine verilen cetvellerde adı geçen idare, ders ve

Ravza-i Terakki binası

niyye temennîye ve inkişâf ettirmek hususuna önem vermektedir. Öğrencinin ruhani isteklerine özen göstererek, en sağlam terbiye-i ahlâkkiyeyi en ciddi fikrîye ile mizâc haline getirmesine ve birleştirmesine gayret etmektedir”.9 Bu amaçlarının birçoğunda Müslüman çocukların iyi bir

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Ravza-i Terakki kız öğrencileri

personel kadrosu önce Zaptiye Nezareti tarafından araştırıldı. Bu kişiler iyi ahlak sahibi iseler bu okullarda görev alabilirlerdi. Osmanlı Devleti’nde özel ve resmi mekteplerde iptidâi kısmında yabancı dil eğitimine izin vermemiştir. Gerek talimatnamelerde gerek uygulamada 55


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)/ Dr. Nuri GÜÇTEKİN

Osmanlı Devleti incelenen 1873-1922 yılları arasında yabancı dil eğitimine rüştiye kademesinde başlamıştır. Bu uygulamada önce neslini İslami ahlaka göre yetiştirmek, kendi dil ve kültürünü öğretmek ve korumak amacı açık olarak görülmektedir. Hemen hemen tüm Hususi Mektepler’de öğrencilerin okul içindeki ve dışındaki çalışması, ahlakı, terbiyesi ve davranışları takip edilmiştir. Öğrencinin aylık ya da üç aylık ders ve ahlak gelişimi gösteren cetveller hazırlanarak, öğrenci velileri bilgilendirilmiştir. Bu belgelerin öğrenci velileri tarafından mühürlenerek en geç üç gün içinde okula geri getirilmeleri mecbur tutulmuştur. Öğrencilerin devamsızlığı, derslerdeki başarısı, davranışları, ahlak ve terbiyesi okullarda Dâhiliye Müdürü veya Ders Nazırı tarafından kontrol edilmiştir. Hususi Mektepler’de ücretsiz kabul edilecek öğrencinin ücret veremeyecek kadar fakir ve ihtiyacı olduğuna dair mahalle imamı ve muhtarı tarafından tasdik edilmiş bir belgeyi getirmesi gerekliydi.10 Bu durumda olan öğrenciler ya en düşük ücretten ya da ücretsiz olarak Hususi Mektepler’e kabul edilirdi. Bu ücretsiz öğrenci alımı toplam ücretli öğrencinin 7/111 veya 10/1 oranını aşamazdı.12 Ücretsiz alınan öğrenci iki sene üst üste imtihanlarını veremezse normal ders ücreti istenilirdi. Ücreti veremediği takdirde mektepten atılır ve kaydı silinirdi. Ücretsiz öğrencinin iki yıl üst üste başarısızlık durumunda ücretsiz eğitim alma hakkı sona ererdi.13 Ücretsiz alınan öğrencinin eğitim sürecinde ahlak durumu da önemliydi. Hususi Mektepler talimatnamelerindeki ödül ve cezalar iyi ahlak ve disiplinli bir eğitim vermek için kullanılmaktadır. Okulların hepsinde farklı modeller uygulanmaktadır. Bu nedenle bazı okullarda ceza yaptırımlarının çok ağır olduğu görülmektedir. Hususi Mektepler’de her öğrenci 56

Rehber-i Saadet Mektebi’nin bir müntehi esnasında heyet-i talimiyyesi ile erkan-ı matbuat ve erbab-ı maruftan bazı zevat

Rehber-i Saadet Mektebi tenezzüh ve numune salonları şakirdanının hendese ve kimya derslerindeki edevat-ı tedrisiyeleri

kendi çaba, emek ve gayretine iyi haline göre özel talimatname gereğince ödüllendirildiği gibi derslerine çalışmayanlar, talimatnamelere aykırı hareket edenlerde cezalandırılırdı. Öğrencinin mükâfat (ödül) ve mücazat (ceza) hususlarına velilerinin müdahalesine hak ve yetkilerinin olamayacağı tüm talimatnamelerde

belirtilmiştir.14 İncelenen dönemde farklı modeller uygulansa da genel olarak verilen ödüller şunlardır. Aferin, tahsin, imtiyaz, taltif, iftihar ve zikr-i cemîl belgeleriyle sene sonundaki ödül töreninde dağıtılan saat, kalem takımı ve süslü kitaplardan oluşmaktadır. Verilen ödüllerinin sayısı ve çeşidi her


İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)/ Dr. Nuri GÜÇTEKİN

okulda uyguladıkları modele göre farklılık göstermektedir. Dârü’l-irfan Mektebi’nde 40 Aferin belgesi 1 hediye olarak belirlenmiştir. Tahsin belgesi dört aferine ve taltîf belgesi sekiz aferine denkti. Taltîf belgesi sadece özel imtihanda birinci olana verileceği gibi ikinci olan öğrenciye de tahsin belgesi verilirdi.15 Füyuzat-ı Osmaniye Mektebi’nde bir tahsin belgesi 8 Aferine, bir imtiyaz belgesi 4 tahsin belgesine, bir taltif belgesi 3 imtiyaz belgesine, bir zikr-i cemîl 2 taltif belgesine ve iki zikr-i cemîl 1 hediyeye denkti. Ödüller her ayın başında öğretmen ve öğrenciler huzurunda hak edenlere dağıtılırdı. Bir ay içinde bir gün bile devamsızlığı olmayan, ders veya ahlaktan izinsiz olmayan, bir aferine layık olan, heyet-i idare ve talimiyenin sevgisini

kazanan öğrenci levha-i iftihara yazılarak kendisine müdür ve ders nazırı tarafından öğrencilerin önünde onure edilerek bir kitap verildiği gibi velisine de ayrıca bir tebrikname gönderilirdi.16 Bunun dışında ödül olarak öğrencinin sol ve sağ koluna ipekten derecesine göre sarı, kırmızı ve yeşil şeritler ya da armalar işlenmekteydi.

uygun olmayan yerlerde bulunmak, mektepten firar etmek ve özürsüz mektebe gelmemek gibi durumlarda verilirdi. Bu durumlarda öğrenci davranışından dolayı öğretmen ve öğrencilerin önünde azarlandığı gibi üç günde izinsiz bekletilerek velisine de tekdiri aleni cezasında olduğu bildirilirdi.

Verilen cezalar ise şunlardı. Gerek mektep içinde ve dışında kötü davranışta bulunanlara ve derslerine çalışmayanlara verilirdi. İhtâr cezasında öğrenciye nasihat edilerek yaptığı davranışın yanlışlığı konusunda dikkati çekilerek bir daha yapmaması için uyarılırdı. Tekdîr cezasında öğrenci azarlanırdı. Tekdir aleni cezası öğretmenlerine itaatsizlik etmek, arkadaşlarına sövmek, onları dövmeye cüret etmek, mektebin dışında

Tevkif cezasında öğrenci tatil zilinden sonra okulda yarım saat bekletme veya sınıfta ya da dışarıda ayakta bekletilme şeklinde uygulanırdı. İzinsiz cezasında öğrenci teneffüse çıkarılmaz, yemekhaneye indirilmez, Cuma evine gönderilmez, tatil zamanında çarşıya inmesine izin verilmez veya arkadaşlarıyla teneffüste oynatılmasına izin verilmezdi. Her öğrencinin 10 olan Ahlak notunun düşürülmesi verilen cezalardan bir diğeriydi. Bunun dışında beş gün müddetle okuldan ihraç ve on gün müddetle okuldan ihraç cezalarında öğrenci okula alınmazdı. Tard cezasında öğrenci mektepten ihraç edilir ve kaydı silinirdi.17

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Hususi Mektepler incelenen 1873-1922 yılları arasında on binlerce mezun vermiştir. Bunların birçoğu o dönem en popüler olan mülkiye ve askeri okulları tercih etmişlerdir. Bunun sebebi incelenen dönemde ihtiyaç duyulan bürokrasi, asker, memur ve nitelikli personel ihtiyacının çok fazla olmasıdır. Bunun dışında bu okul mezunların birçoğu okulları bitirdikten hemen sonra işe girmek için yapılan sınavlarda başarılı olarak memur ve kâtip olarak devlet dairelerinde istihdam edilmişlerdir. İncelenen dönemde diploma alabilmek için okula düzenli olarak devam etmek, ciddi bir terbiye ve ahlak sahibi olmak ve disiplinli bir çalışmayı gerektirmekteydi. İncelenen dönemde faaliyet gösteren Hususi Mektepler dönemin gözde eğitim kurumlarıdır. Hususi Mektepler’de cemaatle namaz kılınması hem II. Abdülhamid 57


İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)/ Dr. Nuri GÜÇTEKİN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Dönemi hem de İttihâd Terakki Dönemi’nde devam eden bir uygulamadır. Talimatnamelerde bu mecburiyet ilk kez 1890 yılındaki Darüttedris Nizamnamesi’nde tespit edilmiştir. “Birinci teneffüs sonunda cemaatle namaz kılındıktan sonra öğrenci dershanelerine gidecektir. Öğrenci vakt-i zuhr (öğle zamanı) ve vakt-i asr (ikindi zamanı) abdest alıp cemaatle edâ-yi salât (namazı kılma) etmekle mükellef olduğundan teneffüsten döndüklerinde hep beraber öğle ve ikindi namazlarını cemaatle kılacaklardır. Abdest alıp namaz kılmakta kusur gösterenler bütün öğrencinin huzurlarında tekdîr (azarlanacak) ve tahkir (hakaret edilme) edilip akşamları bir saat kadar mektepte tevkif olunacaktır” şeklinde ifade edilmişDipnot

tir.18 1893 yılında ki Mektebi Osmani ve Mizan-ı Terakki Mektebi talimatnamelerinde mektebe devam eden tüm Müslüman öğrencinin Müslümanlığın farzı olan salavât-ı cemaatle eda etmeleri mecburdur şeklindedir.19 Mekteplerde cemaatle namaz kılınması 190020, 191021 ve 1913 yıllarında da devam ettiği talimatnamelerden anlaşılmaktadır.22 Rehber-i İttihad-ı Osmaniye Mektebi’nde öğrenciye verilecek ahlak terbiyesinin nasıl olacağı anlatılırken şu ifadelere yer verilmiştir. “İnsanların hayatları dine bağlı bulunmuştur. Bu nedenle hakiki terbiye din üzerine tesis eden bir terbiyedir. Din olmayınca ahlak olmaz. Bu nedenle ulûm-i diniyeyi içiren tedrisat ciddi ve esaslıdır. Leylî (yatılı) öğrenci her gün evkat-ı

1

Nuri Güçtekin, İstanbul’daki Müslim Özel Mektepleri (18721922), İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2013.

2

BOA.,MF.MKT., 239/57, (20 C.evvel 1312/19 Kasım 1894). Maârif-i Umûmiyye Nezareti Mektubi Kalemi tarafından tüm Mekâtib-i Hususiye Müdürlerine gönderilen yazı.

3

Leylî ve Nehârî Mekteb-i Tefeyyüz, Bedrosyan Matbaası, İstanbul, 1329/1913. Adres: İstanbul – Beyazıt – Mekteb-i Tefeyyüz Telefon Numrosu: 1118. Önsöz.

4

Leylî ve Nehârî Rüşdî ve İptidâi ve Zükûr ve İnâs Numune-i İrfan Hamidi Mektebi, Sene-i Hicriye 1325 Sene-i Maliye 1323/1907, Cihan Matbaası, İstanbul, s: 4. Kuruluş amacı.

5

Darülirfan Mektebi’nin Resm-i Tevzi-i Mükâfat Cetvelidir. Dârü’l-irfan Mektebi’nin resm-i tevzi-i mükâfat cetvelidir. Kadıköyü’nde Belediye Cadde-i Kebirinde Vâki Konakta Leylî - Neharî, Zükûr-İnâs İptidâi ve Rüşdî Dârü’l-irfan Mektebinin Resm-i Tevzi-i Mükâfat Cetvelidir. Sene-i Dersiyye 1317-1318/1901-1902, Hanımlara Mahsûs Gazete Matbaası, İstanbul, 1318/1902, s.3-4.

12 Afitab-ı Maarif Mektebi Talimâtnâme ve Nizamnâmesi, 1326/1910, madde 15. Mizan-ı Terakki Mektebi Talimatı, 1310/1893, madde 19. Şemsülmaarif Mektebi Talimatı, 1308/1891, Ücret, madde 11. Dârü’l-irfan Mektebi’nin Resm-i Tevzi-i Mükâfat Cetveli, 1318/1902, madde 5. 13 Dârü’l-irfan Mektebi’nin Tevzi-i Mükâfat Cetveli, 1318/1902, madde 24. Mekteb-i Osmani Dâhili ve Harici Talimatı, 1310/1893, Ücreti Tedrisiye Beyanı, madde 10. Mizan-ı Terakki Mektebi Talimatı, 1310/1893, madde 19. Şemsülmaarif Mektebi Talimatı, 1308/1891, Ücret, madde 12. 14 Her mektebin talimatnamesinde bu husus belirtilmiştir. Füyuzat-ı Osmaniye Mektebi Talimatnamesi, 1319/1903, Mükâfat ve mücâzât, madde 1. Afitab-ı Maarif Mektebi Talimâtnâme ve Nizamnâmesi, 1326/1910, madde 20. 15 Dârü’l-irfan Mektebi’nin Resm-i Tevzi-i Mükâfat Cetveli, 1318/1902, madde 16. 16 Füyuzat-ı Osmaniye Mektebi Talimatnamesi, 1319/1903, Mükâfat ve mücâzât, madde 1-2.

Beşiktaş Afitab-ı Maârif Mektebi, Afitab-ı Maârif Mektebi Talimâtnâme ve Nizamnâmesi, Cihan Matbaası, İstanbul, 1326/1910. Madde: 69. Talimatname iki kısımdan oluşmaktadır. 22 maddeden oluşan ilk kısım çocuk velilerine ve 69 maddeden oluşan ikinci bölüm öğrenciler hakkındadır.

17 Güçtekin, a.g.e., s.64-65.

7

BOA., ZB., 330/42, (17 Muharrem 1327/8 Şubat 1909). Mektebi tesis ve küşadındaki maksadımız.

8

BOA., MF.HUS., 10/63, (7 Şubat 1325/20 Şubat 1910).

19 Leylî ve Neharî Mekteb-i Osmani Dâhili ve Harici Talimatı, 1310/1893,Önsöz. Mizan-ı Terakki Mektebi Talimatı, 1310/1893, madde 5.

9

Rehber-i İttihâd-ı Osmani Mektebi Tarifnâmesi, İstanbul, Tarihsiz. Mektebin maksadı.

6

10 Afitab-ı Maarif Mektebi Talimâtnâme ve Nizamnâmesi, 1326/1910, madde 15. Mizan-ı Terakki Mektebi Talimatı, 1310/1893, madde 19. Numune-i İrfan Hamidi Mektebi, 1323/1907, Ders ücreti. Şemsülmaarif Mektebi Talimatı, 1308/1891, Ücret, madde 11. Darüttedris Nizamnamesi, 21 C.evvel 1307/13 Ocak 1890, madde 3. 11 Darüttedris Nizamnamesi, 21 C.evvel 1307/13 Ocak 1890, madde 3. 58

hamseyi (beş vakit namazı) nehari (gündüzcü) öğrenci öğle namazını mektep camiinde kılacaktır. Mektebimiz tedrisat cihetine dikkat eylediği kadar ahlak hususunda dikkat etmeyi vazifenin en mübecceli (yücesi) ad eyler. Öğrenciye daima irşâdâtı (doğru) ahlakiyede bulunulmakta, ahlak sahipleri takdir olunmakta, en küçük ahlak kabahatine bile müsamaha gösterilmemektedir”.23 Osmanlı Devleti’nin son dönemine kadar Hususi Mektepler’de Müslümanlığın gereği ve farzı olan beş vakit namaz okullarda cemaatle kılınmıştır. Müfettişler teftiş raporlarında bu duruma hassasiyet göstermişlerdir. Abdest alma yerleri, okullarda namaz kılınan mescitlerin temizliği, ders programı yapılırken cemaatle namaz kılma zamanlarına önem verilmiştir.

18 BOA., Y.PRK.MF., 2/1, (21 C.evvel 1307/13 Ocak 1890). Darüttedris Mektebi Nizamnamesi, 21 C.evvel 1307/13 Ocak 1890, madde 2 ve 16.

20 Dârü’l-irfan Mektebi’nin Resm-i Tevzi-i Mükâfat Cetveli, 1318/1902, madde 27. Tüm öğrenciler Müslümana dinen farz olan salavât-ı edaya mecburlardır. 21 Afitab-ı Maarif Mektebi Talimâtnâme ve Nizamnâmesi, 1326/1910, madde 26. Öğrenci adab-ı diniyeye uygun abdest alıp vakti gelen namazlarını mektepte eda edeceklerdir. 22 Leylî ve Nehâri Mekteb-i Tefeyyüz Talimatnamesi, 1329/1913, Müslüman öğrenci on yaşından itibaren dinin farzlarını yapmaya mecburdur. 23 Rehber-i İttihâd-ı Osmani Mektebi Tarifnamesi, Tarihsiz, Terbiye-i ahlakiye.


İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)/ Dr. Nuri GÜÇTEKİN

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

59



GÜLNARA SEİTVANİYEVA İLE

BÜYÜKDEDESİ İSMAİL BEY GASPIRALI ÜZERİNE... Söyleşenler:

Fatih DALGALI, H. Halit ATLI

Sadece Kırım coğrafyasında değil, bütün Türk ve Müslüman dünyasını çalışmaları ve eserleriyle, vefatından sonra da fikirleriyle etkileyen Gaspıralı İsmail Bey, “Dilde birlik, fikirde birlik (dinde birlik), işte birlik” felsefesiyle Türk dünyasının düşünce adamlarından biri olmuştur. UNESCO’nun 2014 yılının ‘Gaspıralı İsmail Bey’i Anma Yılı’ ilan etmesi sebebiyle bu büyük fikir adamını daha yakından tanımak istedik.Bu amaçla İsmail Bey Gaspıralı’nın torunu olan Doç. Dr. Gülnara Seitvaniyeva ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu isteğimizi geri çevirmeyen Gülnara Hanım’a teşekkür ederiz.


GÜLNARA SEİTVANİYEVA İLE BÜYÜKDEDESİ İSMAİL BEY GASPIRALI ÜZERİNE...

“Milletine hizmet etmek istersen, elinden gelen işten başla” Yalta ile Alupka arasında bulunan Gaspıra köyünden Mustafa Ağa’nın oğlu olan İsmail Bey Gaspıralı, 1851 yılında Kırım Bahçesaray’da Avcıköy’de dünyaya gelmiştir. Tahsilli bir aileden gelmesi Gaspıralı’ya çok şey kazandırmıştır. İlköğrenimini Bahçesaray’da gören Gaspıralı, Varonej’deki askeri okula girdi ve bu okuldan da Moskova Askeri Lisesi’ne geçiş yaptı. 1867 yılında askeri okulda öğrenci iken Dersaadet’e giderek Girit savaşına katılmak isterler. Don Nehri’ni geçerek Odesa’ya ulaşan İsmail Bey ve arkadaşları Ruslar tarafından yakalanarak Bahçesaray’a gönderilir. Bu olaydan sonra Gaspıralı için artık askeri okul hayatı bitmiştir. Bu esnada on yedi yaşında olan Gaspıralı, Bahçesaray’da Mengli Giray Han’ın kurduğu Zincirli Medrese’de muallimlik yapmaya başlar. İsmail Bey, yaşadığı coğrafyada birçok okulda muallimlik yapmaya devam eder. Bu da kendisinde Rusya ve Rusya dışında yaşayan Türkler arasında sade bir ortak yazı dili kurma ve Türkler arasında birlik duygusunu tesis etmenin gerekli olduğu fikrinin oluşmasına neden olur. Sadece Kırım coğrafyasında değil, bütün Türk ve Müslüman dünyasını çalışmaları ve eserleriyle, vefatından sonra da fikirleriyle etkileyen Gaspıralı İsmail Bey, “Dilde birlik, fikirde birlik (dinde birlik), işte birlik” felsefesiyle Türk dünyasının düşünce adamlarından biri olmuştur. Gülnara Hanım1, İsmail Gaspıralıʹyı daha çok fikirleriyle tanıyoruz. Bize biraz hayatından ve şahsiyetinden bahsedebilir misiniz? İsmail Gaspıralı büyükannemin dedesi oluyor. 1902 senesinde vefat eden annesinin ismini kızına veriyor. Zühre Akçura, Gaspıralı’nın ikinci evliliğinden olan bir aile. Bunlar 8 çocuk. 3ʹü gençlikte vefat etmişler. 62

İsmail Bey Gaspıralı

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

1914 Eylül ayında vefat eden Gaspıralı, kız torununu göremiyor. Büyükannem Aralıkʹta doğmuş ve İsmail Gaspıralı hakkındaki bilgileri sadece annesinden işitmiş. Büyükannemin babası da Gaspıralı gibi çok erken vefat etmiş. O, 1925 senesinde vefat ettiğinde büyükannem 11 yaşındaydı. Büyükannem, annesinden babası hakkında çok şeyler işitmiş. Bu yüzden Gaspıralıʹnın özel hayatı hakkında konuşmak oldukça zor. Sovyet Hükümeti döneminde Panislamist ve Pantürkist olduğu için Gaspıralı’nın adı yasaklanmış. Bundan dolayı büyükannem Gaspıralı hakkında gizli olarak konuşup bilgi verirdi. Hatta bu nedenden dolayı birçok eşyası, fotoğrafları yok edildi. Sadece onun hatırası olarak bazı eşyaları kaldı. Ama bir iki hatırası var. Onlar da çok önemli hatıralar. Gaspıralı çok çalışkan bir kişiydi. Büyük bir yazardı. Çok emek verdiği Tercüman gazetesinin basımını bizzat kendisi kontrol ederdi. Tercüman matbaasında Türk İslam dünyası için çok önemli kitaplar çıkmış. Gaspıralıʹnın kitapları uzun süre yasaklandı, kendisi baskı altında tutuldu. Ona ait bazı hatıralarının olduğundan bahsettiniz. Bunların içinde özel notları veya basılmayan kitapları var mı? Özel notları var. Türk dünyası Gaspıralı’yı dilde birlik işte birlik fikirde birlik diye güçlü bir sembolle tanı-

tıyor. Özel notları ortaya çıkınca ben anlıyorum ki, Gaspıralı çok genel olarak bilinen bir kişidir. Güçlü bir fikir adamıdır. Bizim hala öğrenemediğimiz el yazmaları var. Örneğin, iki üç yıl önce, Gaspıralı’nın Rus dilinde çıkan, “Rusya Müslümanları” ve “Rus-Şark Antlaşması” kitapları Türkçeye çevrildi. Türk dünyası onun eserleriyle çok tanış değildi. Çünkü Tercüman’ın 1881 ve 1896 yıllarına ait sayıları Rus dilinde basılmıştır. Evet, Türkiye’de çok fazla tanınmıyor Gaspıralı, kitapları çok fazla yok herhalde Türk dilinde. Bugün Ege Üniversitesi’ndeki edebiyat merkezinde Prof. Dr. Yavuz Akpınar’ın önderliğinde çalışmalar yapılıyor. Gaspıralı’nın fikirleri, eserleri, romanları ve seferleri hakkında üç ciltlik bir kitap hazırlandı. Aslında eserleri belli, ancak fikirleri geniş okuyucu kitleleri için tam bilinmiyor. Gaspıralı’nın seyahatlerini kaleme aldığı günlükleri var, ancak henüz basılmamış. Belki el yazmaları şeklinde bir yerlerde bulunuyor. Gaspıralı’nın arşivinin nerede olduğunu bilmiyoruz. 1921 senesinde Bahçesaray’da Rıfat Gaspıralı, İsmail Gaspıralı adına bir müze teşkil etmiş. Aydın ve arif insanların isimleri bir zamanlar yasak edildi, eserleri yok edildi. Ancak Gaspıralı’nın eserleri günümüze kadar geldi, birçok kaynağımız var onunla ilgili. 1890 senelerinde Tercüman’da, Frenkistan Mektupları, Sudan Mektupları gibi gündeliklerinin hatta İstanbul Mektupları’nın ismi geçiyor. İstanbul Mektupları henüz basılmadı. O mektupların nerede olduğunu şu anda bilmiyoruz, ancak Tercüman’da parça parça basılıyordu. Tercüman, Gaspıralı’ın dünyaya bakışını ve tecrübelerini anlayabilmemiz için bugün ansiklopedik bir kaynaktır. İsmail Gaspıralı eğitime büyük önem vermiş, kadın ve çocuklara büyük rol düştüğünü söylemiş. Gaspıralı’nın çalışmalarında kadınlar ve çocuklar daima ön planda mı?


GÜLNARA SEİTVANİYEVA İLE BÜYÜKDEDESİ İSMAİL BEY GASPIRALI ÜZERİNE...

1883ʹte Tercüman çıkmaya başladı. 1884ʹte Bahçesaray’da ilk Usul-i Cedid Mektebi açıldı. Bu mekteplerde yeni bir eğitim metodu uygulanmaya başlanıyor. İlk olarak Türk dilinin öğrenilmesi, daha sonra Arap gramerinin öğrenilmesine önem veriliyor. Çünkü Arapçayı sadece ezberlemek değil, anlamını da öğretmek daha önemliydi onun için. Gaspıralı kızların terbiyesine özel bir önem vermiştir, “Bugünün kızları yarının anneleridir” demiştir. Küçük hikâyelerinde bile kadınlara terbiye verilmesi ön plandadır. Bununla ilgili birçok makale ve kitabı basıldı. Örneğin küçük bir eseri, Dikbaş Kız’da, bir kişi kızını nişanlayacak ve evlendirecek. Birçok eserinde geçen Molla Abbas Fransavî, kıza bir soru soruyor: “Hasan Nuri Efendi’ye varmak istiyor musunuz?” Kız diyor ki, “Hangi Hasan Efendi?” Molla, “Bizim adetlerimiz böyle,

bir cevap vermeniz gerekiyor” diyor. Kız diyor ki, “Pazar yaparken alacak malımızı seçiyoruz. Aile kurarken de kimle aile kuracağımızı bilmemiz gerekmez mi? Adetler milletin içinde oluşan bir şey, kanunların bize verdiği haklarımızı savunmalıyız” diyerek Molla’ya karşı fikirlerini rahatça beyan edebiliyor. Gaspıralı hayali değil, toplumda yaşanılan olayları eserlerine aktarmıştır. Özellikle kadın ve çocukların haklarına eserlerinde büyük yer ayırmıştır. 20. yy başlarında Kırım Tatar yazarları bu konularla ilgili yazılar yazmışsa da bunu ilk başlatan Gaspıralıʹdır. Tercüman Gazetesi’nin amacı neydi? Benim alanım edebiyat, Kırım edebiyatı. Tam da bu 19. yy sonu 20. yy başı dönemi üzerine çalışmaktayım. Kendim de bu dönemi ayrıntılı bir şekilde incelemekteyim. Bundan dolayı kendim de dönem şartlarını inceledikçe Gaspıralı hakkında daha net fikirler bildirebiliyorum. Gaspıralı kimdi, neler yapmıştı? Tam o zamanda münevverler, mütefekkirler Rusya’da Türk İslam dünyasını canlandıran kişiler vardı. Gaspıralı da o dönemde büyük hizmetler gösteren kişiydi. Hatta Tercüman’da onun açık mektubunu okudum. Orada yazdığına göre, 1906 senesinde kendi neşriyatına Azerbaycanʹda basılan Hayat Dergisi’nin bir yıllık cildi hediye olarak alınmış. Bu derginin muharriri olan Ali Hüseyinzade, Tercümanʹı kendilerinin himayecisi olarak görüyordu. Gaspıralıʹnın buna cevabı da şu şekilde olmuştur: “Bir gazeteden himayeci olmaz, asıl himayeci halktır. Ben ise bu milletin tercümanıyım, bu milletin arzularını ve isteklerini bildireceğim.” Bana göre buradan Tercüman gazetesinin adı da çıkmıştır. Tercüman gazetesi iki alfabede çıkmıştır, Osmanlı Gülnara Seitvaniyeva

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ve Rus alfabesi. Bunun gayesi Türk Müslüman okuyucusuyla Rus okuyucuların birbirlerini tanımalarını sağlamaktı. Hatta 1896 senesinde Tercüman matbaasında cep boy Kur’an-ı Kerim çok güzel ve kaliteli bir şekilde basılmıştı, bizim evimizde de bu Kur’an’dan var. Gaspıralı çok erken kalkar, bir fincan kahve ile güne başlar, neşir işlerini sıraya koyduktan sonra çalışmaya girişirdi. Birçok insan da Gaspıralı’nın bu çalışkanlığını hatırlamaktadır. İsmail Gaspıralıʹnın reformist çalışmalarını devam ettirenler günümüzde sizce var mı? Gaspıralı kendi devrinde âlem-i İslam’ın durgunluğunun sebeplerini öğrenmiş ve bunlara çare bulmaya çalışmıştır. 1907ʹde Kahire’de verdiği büyük bir konferansta, İslam dünyasının problemleriyle ilgili güzel tespitlerde bulunmuştur. Hatta burada bir gazete çıkarılmış, ancak sömürgeci devletler gazeteyi üç sayı çıktıktan sonra kapatmışlardır. Yine de Gaspıralıʹnın fikirleri gayeleri hala yaşamaktadır. O zamandaki meseleler bugün de devam ediyor, konuşuluyor. Bize düşen o mirası korumak ve fikirlerini ayakta tutmaktır. Gaspıralı aramızda olsaydı, Türk ve İslam dünyasının gidişatını nasıl değerlendirirdi? Ümit var diye düşünürdü zannediyorum. Onun bir eseri var, “Darürrahat Müslümanları: Rahat Devletinde Yaşayan Müslümanlar”. Bugün bu eser ütopik eser olarak görülüyor. Ama eskiden fikirleri de ütopya olarak değerlendiriliyordu. Ancak günümüzde fikirlerinin neticesini gösteren bazı gelişmeler olmuştur. İdealleştirilen bir rahat hükümeti, kendi kendine oluşmuş bir kavram değildir. Çünkü Gaspıralı, İslam milletlerinin tarihinden güçlü bir örnek veriyor. 7-8. yüzyıla ait Hz. Peygamberin ve sahabelerinin yaşamını 63


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

GÜLNARA SEİTVANİYEVA İLE BÜYÜKDEDESİ İSMAİL BEY GASPIRALI ÜZERİNE...

örnek olarak gösteriyor. Kuzey Afrika’ya, oradan da İspanya’ya ulaşılmasının altında yatan başarıları ve İslam devletinin yıkılmasının sebeplerini anlatıyor. Bütün Avrupa’da İslam medeniyetinin keşifleri bir ibret olarak tanıtıldı. O zamandaki medreselerde verilen ilimler bütün Avrupa’da tanındı. Gaspıralı hep İslam medeniyetinden örnekler vermiştir. Başka bir örneğe rastlamak mümkün değildir. Türk dünyasını birleştiren bir kişi olarak Gaspıralıʹnın fikirleri İslam medeniyetine dayanıyordu. O ilk Ceditçiler arasındaydı. Ceditçilerin hareketlerinin iki amacı vardı, din ve tahsil sahasında ıslahatlar yapmak. Din sahasındaki ıslahatlarda amaç, hurafe ve sonradan dine dâhil edilen adetlerden arınmak, Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden bunları temizlemekti. Bu yüzden eserlerinde İslam tarihini öğrenmek, peygamberimiz dönemi kaynaklarına müracaat etmek önemli olmuştur. Gaspıralının şivesi, konuşması ve yayınlarında kullandığı dil nasıldı?

H. Halit Atlı, Fatih Dalgalı ve Gülnara Seitvaniyeva

64

Şivesi Ortayolak şivesi idi. Edebi dilde konuşuyordu. Tercüman Gazetesi, Osmanlı dilinde Kırımʹın Yalıboy şivesinde basılıyordu. Lisan-ı Umumi dilini getirmeye çalıştı. Başka Türk milletlerine has olan kelimeleri de kullanmıştır. Kuzey Tatarlar tarafın-

Dipnot 1

dan anlaşılması için bazı kelimeleri o

Doç. Dr. Gülnara Seitvaniyeva, Tavriya Milliy Üniversitesi, Qırım-Tatara Edebiyatı Öğretim Görevlisi.

şivede kullanıyordu. Bu kadar derin ve geniş düşünüyordu. Çünkü Türk dünyasını birleştirmek ve değerli görmek onun anlayışıydı. Son olarak, bu millet veya Gaspıralı için gerçekleştirmeyi düşündüğünüz bir projeniz, fikriniz var mı? Gaspıralı adına ilmî bir enstitü açılması lazım. Değişik bilim dallarını toplayarak Türk dünyasına hizmet ettirmek ve daha küçük ilmî araştırma merkezlerine yardımcı olmak üzere bir müessese kurulması gerekiyor. Çünkü Gaspıralı Türk dünyasına ışık veren parlak fikirli biriydi.

t Re f e

G a sp

ıralı’n

zı ın k ı

Zö h

re H

a n ım

İsma


GÜLNARA SEİTVANİYEVA İLE BÜYÜKDEDESİ İSMAİL BEY GASPIRALI ÜZERİNE...

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Tercüman gazetesi, 1. sene, numara 1, 1883

İsma il Be y Ga spıra lı, Ha san Bey Zerd abı M alik v e

Av A li

Mar dan Topç ubaş ı

65



SEYRÜSEFER ESNÂSINDA ARTIK UNUTULMAYA YÜZ TUTAN NEZAKET KAVRAMI VE KUYRUK ÂDÂBI Akın KURTOĞLU Şehir Tarihçisi

Körüklü otobüslerin ön kapılarının hemen berisinde meydana gelen sunî tıkanıklığı aşmak maksadıyla, otobüs şoförleri tarafından sık sık yolculara yönelik tekrarlanan “Beyler, lütfen arkaya doğru ilerleyelim. Otobüsün arka vagonu da Eminönü’ne gidiyor” tarzı teşvik edici ikazlar, zaman içinde ulaşım kültürünün vazgeçilmez mizahî cümlelerinden biri haline gelivermiştir.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

SEYRÜSEFER ESNÂSINDA ARTIK UNUTULMAYA YÜZ TUTAN NEZAKET KAVRAMI VE KUYRUK ÂDÂBI / Akın KURTOĞLU

İstanbul, Toplu Taşıma Vasıtalarıyla Şenleniyor... 18. yüzyılın başlarından itibaren İstanbul’un nüfusunda gözlenen artışla birlikte, şehir içinde çeşitli toplu taşıma türlerinin hizmete girdiği 1850’ler ve devamındaki süreç, vasıta kültürünün artık kent hayatında yavaş yavaş yer edinmeye başladığı oldukça önemli bir dönemdir aynı zamanda... Fetih’ten sanayi devrimine kadar geçen 400 sene boyunca oldukça dingin süregelen İstanbul şehir hayatı, dünyada ivme kazanan teknolojik gelişmelerin, yeniliklerin ülkemizde de hayat bulmasıyla birlikte ilginç bir değişime, faydalı bir kırılma noktasına şahit oldu. Kadim İstanbul’un denizlerinde ve caddelerinde ilk defa halkı “topluca nakleden taşıtlar” görülmeye başlandı. Önceleri şehrin suları vapurlarla şenlendi, ardından güney kıyıları

demiryoluyla tanıştı ve sonrasında da önemli caddeleri omnibüs, atlı tramvay ve Tünel’e merhaba dedi. İstanbul’da asırlar boyunca at arabaları, sandallar, küçük kapasiteli pazar kayıkları ve benzeri şahsî ulaşım araçları marifetiyle, son derece kısıtlı şartlar altında ve lokal anlamda gerçekleştirilen insan taşımacılığından sonra, dikkat çekici tarzda kent hayatına giren ve semtler arasında hızlı bir şekilde dallanıp budaklanmaya başlayan, arzu eden herkesin belli bir ücret mukabilinde kullanımına imkân tanıyan bu yeni ve alternatif nakil seçenekleri, kent sâkinlerinin yabancı olduğu seyrüsefer kaidelerinin ortaya çıkmasına yönelik ilk adımları da beraberinde getirdi. Bu kurallar manzumesi, ulaşım araçlarına binip inmeyi olduğu kadar, seyahat esnasında ne şekilde oturulması ve davranılması gerektiğini de içine alan kapsamlı bir bütünü kapsamaktaydı.

Böylece İstanbullu hemşehrilerimiz, yaklaşık bir buçuk asra yayılacak olan köklü bir ulaşım âdâbı ve alışkanlığıyla müşerref olmanın ayrıcalığı ve hazzı içinde buldular kendilerini... Pekiyi, bu imtihanda ne derece başarılı olduk? Kişiye göre değişir. Yahut, aradan geçen zaman bizlere bu konuda neler kattı, neler götürdü? O da uzun uzadıya tartışılır. Günlük Hayat İçinde Seyahat Kültürüne Alışma Süreci Vapur, tren, omnibüs ve atlı tramvayların ortalarına gerilen perdelerle oluşturulan kadın-erkek ayrı oturma bölümleri, yabancılarla bir arada seyahat etme alışkanlığını henüz yeni kazanmaya başlayan İstanbullular için ilginç birer deneyimdi. İlk başlarda bazı çapkın delikanlıların, kendilerini fark ettirmemeye çabalayarak kabini tam ortasından ikiye ayıran koyu renkli perdeyi kenarından kö-

Otobüs kuyruğunda sıra bekleyen insanlar

68


SEYRÜSEFER ESNÂSINDA ARTIK UNUTULMAYA YÜZ TUTAN NEZAKET KAVRAMI VE KUYRUK ÂDÂBI / Akın KURTOĞLU

şesinden hafifçe aralamak suretiyle kadınlar kısmına attıkları kaçamak nazarlar, toplumun ayıplayıcı bakışları, uyarıları ve hatta dönemin mecmualarında bu durumu tenkit eden köşe yazılarının da amansız baskısıyla zaman içinde giderek azaldı ve yok olmaya yüz tuttu. Yolcu yoğunluğunun yüksek olduğu kimi hatlarda da -belki de meseleyi biraz daha olsun garantiye almak kaygısıyla- tramvay motrislerinin ardına birer hanımlar vagonu ilâve edildi. Cumhuriyet döneminde perdelerin kaldırılması sonrasında kadın-erkek karma seyahat kavramının hayata geçmesiyle birlikte, bu kez yolculuk esnasında kanepe ve koltukların ihtiyarlarla özürlü vatandaşlara terk edilmesi, oturma önceliğinin erkeklerden ziyâde bayanlarda olması lâzımgeldiği hususunu matbuat âleminin ciddi bir kararlılıkla halka salık verdiğini, İstanbulluları bu konuda sık sık yönlendirdiğini görmekteyiz. Gerçi aldıkları terbiye gereği İstanbulluların ağırlıklı bir kısmı bu tarz tavsiyelere dahi gerek kalmadan insani vazifelerini yerine getirmekte ve oturma yerlerini hiç düşünmeden rahatlıkla başkalarına terk etmekteydi. Bir vapurda veya trende küçük bir çocuğun, herhangi bir özrü olmaksızın oturacak yerleri işgal etmesi toplum için asla kabul edilemez bir durumdu. Bazı vurdumduymazları edepli ve derli toplu davranmaya meylettiren o meşhur ayıplayıcı bakışlar, bu yaptırım silsilesinin belki de en önemli unsuru, olmazsa olmazlarıydı adeta... Bir toplu taşıma aracına binip inerken riayet edilmesi gereken kurallar da, en az yolculuk müddetince uyulması lâzımgelenler kadar önemliydi. Hizmete ilk girdikleri yıllarda kendilerine ait iskeleleri olmayan vapurlar, kıyıya olabildiğince yaklaşır ve sahilde bekleyen yolcular mekik kayıklarına alınarak gemiye aktarılırdı. Zaman içinde Boğaziçi köylerine, Üsküdar, Köprü, Kadıköy, Eminönü, Beşiktaş, Sirkeci, Karaköy gibi merkezi yerlere

iskele binaları inşa edildi. Yolcuların bu binaların salonlarında birikerek, rıhtıma yanaşan vapurlara belli bir sıra ve nizamla girişleri düzen altına alınmaya çalışıldı. Bunda bir yere kadar başarılı da olundu. Lâkin eskiye yönelik çeşitli yazılı ve görsel kaynaklardan da takip ettiğimize göre İstanbullular, her ne kadar vapur iskeleye yanaşıp bağlayana kadar var olan sâkinliklerini korusalar da, kapıların ardına kadar açılmasıyla birlikte gemiye ilk binen yirmi beş kişi içinde olmaları mecburiyetindelermiş gibi enteresan bir ruh hali taşıdıkları için, sözkonusu ağırbaşlılığın birdenbire dağılıverdiği, türlü çeşit milletten kent sâkininin adeta birbirlerini ezercesine ileriye doğru atik hamleler yaparak, ahşap iskelelerin eğreti tahta zeminleri üzerinde değme maratonculara taş çıkartacak, seçkin jimnastikçilere parmak ısırtacak ölçüde şık ve pratik (!) hareketler sergilemekten çekinmedikleri, kent tarihine düşülen notlarda sık tekrarlarla anlatılagelmektedir. İstanbullulara özgü bir telâşeyle ve çılgınca koşuşturmak suretiyle vapura binmek ritüeli, günümüzde de aynı heyecanını ve enerjisini kaybetmeksizin, vazgeçilmez bir kent geleneği şeklinde azimle ve ısrarla devam etmektedir. Kuyruk Âdâbı ve Diğerleri... 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren elektrikli tramvayların kent hayatına girmesiyle birlikte, özellikle merkezi semtlerde üstü çatıyla örtülü büyük, gösterişli ve kübik bekleme kafesleri inşa edilmeye başlandı. Ancak bu tarz transit duraklara yanaşan tramvay hatlarının çokluğu ve semtin yolcu yoğunluğundan ileri gelen karmaşa, vasıtalara biniş anında kapı önlerinde ciddi bir kaynaşmaya sebep olmakta, bu da seyahat düzenini bozmaktaydı. İdare bu sıkıntının önüne geçmek için, kırklı yıllardan itibaren bünyesinde hizmete aldığı otobüslerin baş duraklarına önceliği vermek kaydıyla “çivili durak yerleri”

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

hazırlamaya başladı. Yere raptedilen hizalama çivileri sayesinde otobüse binmeden evvel yolcular belli bir sıraya sokuluyor, bu sayede insanların hakkaniyet ölçüleri çerçevesinde araçlara binmeleri sağlanıyordu. Bir süre sonra bu konuda yeni bir adım daha atıldı ve kent içi ulaşım araçlarının ilk hareket noktalarına “turnikeli bekleme alanları” inşa edildi. Bu tarz durakların yardımıyla, evvelce gelen en başta, ardından gelense daha geride olmak üzere nizamî bir kuyruk düzeni oluşturulması mümkün oldu. Yetmişli ve seksenli yılların baş duraklarındaki turnikelere dizilerek otobüs ve troleybüslere binmek, zaman içinde halk tarafından kabul görmüş sıradan bir alışkanlık haline gelmişti. Mevcut düzeni bozanların adediyse bir elin parmaklarını aşmayacak ölçüde azdı. Sırayı hiçe sayarak turnike harici kuyruğa sızma girişiminde bulunan ve halk arasındaki bilindik sıfatlarıyla “kaynakçı” olarak isimlendirilen bu tarz uyanık taifesine denk gelindiğinde, uzun müddetten beri ayakta beklemekte olanlarca derhal yüksek sesle ikaz mekanizması işletilir, mevcut düzenin bozulmamasına, süreklilik arz etmesine çaba gösterilirdi. Turnike sistemi doksanlı yılların başına kadar bir şekilde devam ettirilmeye çalışılsa da, İstanbul’un baş döndürücü hızla artan nüfusu ve katlanarak büyüyen araç sayısına karşılık aynı oranda geniş hareket alanları bulabilmenin güçlüğü bahane edilerek sonunda bu uygulamadan vazgeçilmek zorunda kalındı. Maalesef günümüzde artık otobüs baş durakları, herhangi bir vasat indi-bindi ara durağından farksız şekilde hizmet vermektedir. Toplu taşıma kurallarına göre kesinlikle hatalı olan, ama İstanbulların çoğu tarafından nedense pek sık tekrarlanan yanlışlardan biri de, özellikle otobüslere bindikten sonra arka kapılara doğru ilerlememek, 69


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

SEYRÜSEFER ESNÂSINDA ARTIK UNUTULMAYA YÜZ TUTAN NEZAKET KAVRAMI VE KUYRUK ÂDÂBI / Akın KURTOĞLU

Geçmişe şöyle bir dönüp baktığımızda İstanbul’da, kent içinde seyahat etmenin anlamı bir başkaydı. O dönemlerde toplu taşıma vasıtaları, günümüzün modern taşıtlarının konforunun yanından bile geçemeyecek ölçüde iptidaiydi. Klima, alçak taban, güneş ışınlarını emen cam, ayaktaki yolcular için sırt dayama aparatı, otomatik vites, çok amaçlı fren sistemi, dijital gösterge, sesli bilgi ekranı ve sayamadığımız daha niceleri, bundan otuz-kırk sene evvelinde yaşayanlar için ancak 21. yüzyıla atfedilen, erişilmesi güç, modern hayallerden ibaretti. Kısacası, ulaşım araçlarının teknolojisi henüz daha emekleme çağındaydı. Lâkin, şimdilerde anlıyoruz ki “konfor” her şey demek değilmiş.

lere yer vermemesi düşünülemezdi bile. Hürmet kavramı henüz daha yok olmaya başlamamıştı. İnenlere öncelik vermek bir lûtuf değil, şehirli olmanın getirdiği bir mecburiyetti. Toplu taşıma araçlarında alenen bir şeyler yiyip içmenin pek ayıp olduğu, çocuklara henüz daha çok küçük yaşlarda aşılanır; otobüse, troleybüse, trene binerken elde kalan yarım simitler, kenarından ısırılmış kurabiyeler, ortalığa mis gibi râyihâlar saçan peynirli sandviçler, insanın adeta ağzını sulandıran sütlü mısırlar ve koku yayan, iştah kabartan benzer gıda maddeleri ebeveynler tarafından çocuğun elinden usulca alınarak, vasıtadan indikten sonra yenilmeye devam etmek üzere bir süreliğine çantalara kaldırılırdı. Yan koltuklarda bacak bacak üstüne atmak, başkalarının geçişini engelleyici şekilde oturmak, kendinize çekidüzen vermenizi hatırlatan sessiz, ancak imâlı bakışların üzerinizde toplanmasına neden olurdu. Günümüzün moda deyimiyle mahalle baskısının o yıllardaki yansıması şeklinde nitelendirebileceğimiz üstü örtülü bir âdâb-ı muaşeret hatırlatması, telkini sözkonusuydu. Yöneltilen bakışların kararlılığı ortamda kısa süreli bir soğuk havanın esmesine neden olsa da, çerçevenin tamamına baktığımızda aslında müsbet anlamda bir yaptırımlar bütünüydü hepsi de...

Rahatlık, kolaylık anlamında baktığımızda günümüz şartlarıyla mukayese götürmeyecek ölçüde mütevazı kalan o günlere mahsus çok önemli birkaç unsur vardı ki; o da insanların birbirlerine karşı olan saygısı, nezaketi, hoşgörüsüydü. Kentlilik bilincine vâkıf İstanbullularca adı konulmamış birtakım kurallar geçerliydi seyrüsefer esnâsında. Başkalarını rahatsız edecek şekilde yüksek sesle konuşanların üzerinde toplanırdı ayıplayıcı bakışlar... Çocukların yahut gençlerin, kendinden yaşça büyük-

Günümüzde maalesef bu tarz inceliklere çok fazla riayet edilmiyor artık. Hız çağının gereklerine ayak uyduran modern insan yaşamı, seyahat kültürünün inceliklerini, detaylarını unutmaya, pek fazla önemsememeye başladı. Bugün bireyler için önemli olan, başkalarını yok farz etme bahasına her anlamda kendi rahatını ön planda tutmak, bencil ve vurdumduymaz bir rûh haliyle, gideceği yere biran evvel ulaşabilmek... Gerisi beyhûde!...

lı kalmaya başladı. Bilhassa körüklü otobüslerin ön kapılarının hemen berisinde meydana gelen sunî tıkanıklığı aşmak maksadıyla, otobüs şoförleri tarafından sık sık yolculara yönelik tekrarlanan “Beyler, lütfen arkaya doğru ilerleyelim. Otobüsün arka vagonu da Eminönü’ne gidiyor” tarzı teşvik edici ikazlar, zaman içinde ulaşım kültürünün vazgeçilmez mizahî cümlelerinden biri haline geliverdi. Kentiçi Ulaşım Kültüründe Nereden Nereye Geldik?

üzerinde yer aldığı zemine adeta çakılı kalmaktır. 1981 yılına kadar belediye vasıtalarına arka kapıdan binilerek ön kapıdan inilecek şekilde yürütülmekte olan uygulama, bu tarihten itibaren tam tersine çevrildi. Ancak evvelce biletçilerin öne doğru ilerlemeleri hususundaki uyarılarına kulak tıkamakta pek mahir olan bir kısım kentli, inatçılıklarını genler vasıtasıyla bir alt nesillerine başarıyla aktarmaktan geri durmadı ve bu kez arka kapılara doğru hareketlenilmesi yönündeki ısrarlı uyarılar havada ası70


SEYRÜSEFER ESNÂSINDA ARTIK UNUTULMAYA YÜZ TUTAN NEZAKET KAVRAMI VE KUYRUK ÂDÂBI / Akın KURTOĞLU

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

71



EDEBİYAT VE İSTANBUL ÂDÂBI Gülsüm SEZGİN Araştırmacı, Yazar

Güzelliğiyle dillere destan olmuş başka şehirler de vardır elbette. Ancak edası, yaşama âdâbı ve kültürüyle edebiyatta bu kadar yer bulan şehir azdır. İstanbul deniziyle, boğazıyla, tepeleri, koruları, ağaçları, çiçekleri ile olduğu kadar sazı sözü, şiirleri ile; nakış ve desenleriyle; mimarisi ve yaşama âdâbı ile de ayrı bir kıymet taşır.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

EDEBİYAT VE İSTANBUL ÂDÂBI/ Gülsüm SEZGİN

“Önce siz buyurun beyefendi.” “Estağfurullah siz buyurun.” “İmkânı yok mirim, vallahi geçmem.” “Türabınız olayım, kerem edin.” “And verdim ama, vallahi geçmem.” 1900’lü yılların başında, Beylerbeyi İskelesi’nden bu türlü bir nezaket ve tevazu yarışından sonra binermiş insanlar vapurlara. Çengelköy`ün sebzevatı, Kuzguncuk`un muzahrafatı, Beylerbeyi`nin ise işte bu teşrifatı yüzündenmiş Şirketi Hayriye vapurlarının gidecekleri yere geç kalması. Memurları taşıyan vapur, sabahları uğradığı her iskelede üç-dört dakika beklediği halde, Beylerbeyi`nden yirmi dakikada ancak ayrılabilirmiş. Haldun Taner, “Eski Boğaziçi`nin en kalburüstü bürokratlarını barındıran, âdâbın, erkânın, teşrifatın, Osmanlı güngörmüşlüğünün simgesi, bir köşesidir” diye hayranlıkla anlatır Beylerbeyi’ni. Osmanlı güngörmüşlüğünün semtler içerisindeki simgesi Beylerbeyi ise şehirler arasındaki timsali de İstanbul’dur. İstanbul denilince akla ilk gelen şeydir incelik: Taner’in “güngörmüşlük” diye özetlediği; duyuş, düşünüş, yaşayış, hal, tavır ve edada incelik, rikkat, nezaket, zarafet... İstanbullu şair Nedim’in: “Haddeden1 geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana/Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı al olmuş sana” diye bahsettiği nazenin İstanbul güzeli, İstanbul’un

74

ta kendisidir aslında. Nezaketin imbikten geçip süzülmüş; zarafetin boy pos edinmiş halidir İstanbul. Naif bir ruhun toprağa kondurulmuş halidir. Nedim’den yüzyıllar sonra bir başka İstanbul aşığı şair, Necip Fazıl Kısakürek, boşuna demiyor:“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar/Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar” diye. “İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim/O benim zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.” Hava, renk, edâ, iklim… Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir kitabında İstanbul’u anlatmaya başlamadan önce bir hatırasını nakleder. Saat başında ‘gonk’ diye ortalığı çınlatan saate benzer bir etki bırakır okuyucusunun zihninde. Ve sonrasında Tanpınar’ın İstanbul’a dair söylediği her şeyi özetler bu olay: “Çocukluğumda, bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık. Sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklardı: - Çırçır, Karakulak, Şifa suyu, Hünkar suyu, Taşdelen, Sırmakeş… Adeta bir kurşun peltesi gibi ağırlaşan dilinin altında ve gergin, kuru dudaklarının arasında bu kelimeler ezildikçe fersiz gözleri canlanır, bütün yüzüne bizim duymadığımız bir şeyler dinliyormuş gibi bir dikkat gelir, yanaklarının çukuru sanki bu dikkatle dolardı. Bir gün damadı babama:


EDEBİYAT VE İSTANBUL ÂDÂBI/ Gülsüm SEZGİN

- Bu onun ilacı, tılsımı gibi bir şey… Onları sayıklayınca iyileşiyor, demişti.” İstanbul, Tanpınar’ın da dediği gibi, “bu kadın için serin, berrak, şifalı suların şehri”dir. Ama bir başkası için, mesela Tanpınar’ın babası için “hiçbir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin, güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehri”dir. İstanbul’un yüzlerce farklı çehresi vardır. Güllerin, lalelerin, erguvanların şehridir kimisi için. Bülbül şakıyışıdır, sazın ve sözün başkentidir. Şu ya da bu sebeple kendisine yolu düşenin gönlünde iz bırakan şehirdir İstanbul. Edası, işvesi, çalımı, nazı ile incelmiş ruhlarda akis bulan şehirdir. Yüzyıllardır şiirlerde, şarkılarda baş tacı edilmesi de bundandır. Şairler, yazarlar, sanatkârlar o iklimin, o edânın meftunları; o çekimin pervaneleridir. Her biri farklı bir pencereden seyreder İstanbul’u. Güzelliğinin hayranları çoktur. Kimi aruzla beyit beyit, kimi hece ile dize dize methiyeler sıralar. Kimi satır satır övgüler dizer. Nedim, Acem mülkleri verilse bir taşından vazgeçmez. Nabi: “Ne kadar âlemi devr itse sipihr/Bulmaz İstanbul’a benzer bir şehr” der, İstanbul’un şerefine dair inciler serpiştirir. Sonunda tevazu ile itiraf eder: “Hüsn-i sûrîsine gayet yokdur/Anı medh itmeğe hacet yokdur” Yahya Kemal’in dizelerinde efsunlu bir güzel olarak karşılar İstanbul bizi. İstanbul sadece İstanbul değildir Yahya Kemal için; Aziz İstanbul’dur, Hayal Şehir’dir. Necip Fazıl Kısakürek için ise, Canım İstanbul’dur. Ağlayanı bile bahtiyardır.

Attila İlhan, Samiha Ayverdi, Münevver Ayaşlı, Ziya Osman Saba, Salah Birsel, Selim İleri ve daha niceleri… Hayranı çoktur dedik ya, her biri farklı bir yönüne tutkundur. Güzelliğiyle dillere destan olmuş başka şehirler de vardır elbette. Ancak edası, yaşama âdâbı ve kültürüyle edebiyatta bu kadar yer bulan şehir azdır. İstanbul deniziyle, boğazıyla, tepeleri, koruları, ağaçları, çiçekleri ile olduğu kadar sazı sözü, şiirleri ile; nakış ve desenleriyle; mimarisi ve yaşama âdâbı ile de ayrı bir kıymet taşır. Tanpınar, şehirler için: “Onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürü görmek daha doğru olur” der. Şehirler; insanları, binaları, sesleri, renkleri ve kokularıyla bir şahsiyet taşır. Ve İstanbul tüm bu şehirler içerisinde âli bir yerdedir. Tanpınar bu konumunu şöyle özetler onun: “Bütün Şark’ın gözü, millî hayatın en küçük pas lekesi değmemiş aynası olan ve zevkinde tamamıyla millî olan İstanbul’da idi. Bütün modalar, zarafetler, ferdî ve ictimâî hayatta her türlü yaratıcı hamle etrafa oradan gidiyordu.” Abdülhak Şinasi Hisar, İstanbul’un ayrı bir medeniyetin merkezi olduğunu savunur. ‘Boğaziçi medeniyeti’ adını verir bu medeniyete. Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar’la birlikte hazırladığı İstanbul kitabındaki “Boğaziçi Medeniyeti” başlıklı denemesinde, bu medeniyeti: “Terkibine su, mehtap, bülbül sesi ve saz karışan nazik bir medeniyet” diye heyecanla tanıtır. Su, mehtap, bülbül sesi ve saz… Letafete dair söylenebilecek tüm kelimelerin terkibidir aynı zamanda bu tanım.

Nazım Hikmet, Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacıdır. Başı köpük köpük bulut, içi dışı denizdir; tıpkı İstanbul gibi. Orhan Veli, “İstanbul’da Boğaziçi’nde bir garip Orhan Veli”dir. Böyle tanıtır kendisini. Gözlerini kapatıp İstanbul’u dinler. Urumeli Hisarı’na oturur, bir türkü tutturur.

Hisar, bu medeniyetin parçası olan insanları, İstanbulluları, tıpkı Necip Fazıl gibi, bahtiyar addeder: “Allah’la uyuşmuş bir dünya içinde yüzen bu bahtiyarlar şüphesiz, kendilerine bir musiki gibi gelen ve kendilerini bir hava gibi saran bu medeniyet sayesindedir ki, talihlerini sevmiş, kabul etmiş ve ona baş eğmiş, rahatlarını bulmuş olarak yaşıyorlardı.”

Sezai Karakoç: “İslam ruhunun kristalleşmiş heykeli/İçimin sesi rüyamın öfkesi merhametimin öfkesi” diye hitap eder İstanbul’a. “Ben İstanbul’da dağıldım zerre zerre/ İstanbul damla damla içimde birikti/ Mermer tozu gelip gelip içimde oluştu bir şehir” der, okuyunca kayıtsız kalamayız. Dev mermer bloklar çarpışır, un ufak olur içimizde.

Ve bu bahtiyarları, İstanbulluları, Boğaziçi Mektupları’nda da yüksek bir medeniyetin temsilcisi olarak takdim eder Hisar. Gıdası; terbiye, din, ahlak, refah, görenek, ilim, zaman olan bir insan tipinden bahseder. Bir yönüyle de İstanbul âdâbının anahtar kelimelerini sıralar: Terbiye, din, ahlak, refah, görenek, ilim, zaman.

Evliya Çelebi anlatmalara doyamaz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın satırlarında İstanbul’u okurken İstanbul’a mı Tanpınar’ın İstanbul aşkına mı hayranlık duyduğumuzu kestiremeyiz. Ahmet Rasim’in yazıları, İstanbul’un hatıra defteri gibidir. Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi’ne hayrandır. Mehtapları, yalıları, yaşama kültürü ile Boğaziçi ve geçmiş zaman köşkleri ondan sorulur. Yahya Kemal şiirleriyle olduğu gibi denemeleriyle de İstanbul’u anlatır.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Edebiyatta İstanbul âdâbı Yeni Türk edebiyatında, Hisar’ın çizdiği bu İstanbullu tipine uyan pek çok örnek vardır. Yakup Kadri’nin Kiralık Konak romanındaki Naim Efendi, bunlardan biridir. II. Abdülhamid devri ricalindendir Naim Efendi. Kışları konakta, yazları Kanlıca’daki yalısında geçirir. Valilik, nazırlık görevlerinde bulunmuştur. Kendisine verilen her görevi, hakkıyla yap-

75


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

EDEBİYAT VE İSTANBUL ÂDÂBI/ Gülsüm SEZGİN

maya çalışmış, hakkaniyetli bir devlet adamıdır. İstanbul terbiyesi almış, nazik biridir.

gönderilerek hal hatır sorulurdu” diye öyle tatlı tatlı anlatır ki insanın o devirlere gidip yatak yorgan hasta olası gelir.

Hep O Şarkı romanındaki Hakkı Paşa da bu tipe bir başka örnektir. Boğaziçi’ndeki yalısında misafiri eksik olmayan, cömert, eğlenceden ve musikiden hoşlanan biridir Hakkı Paşa. Düzenlediği mehtap geceleri, musiki fasılları ile yalısı devrin en iyi hanende ve sazendelerinin buluşma yeridir. Musiki ziyafetinin yanı sıra yüzlerce kayık ve sandalın bir araya gelerek oluşturduğu manzara görülmeye değerdir. Bu ziyafeti ise hoş bir rayiha ile ağızları tatlandıran şerbetler tamamlar. Yakup Kadri, Hakkı Paşa’yı anlatırken İstanbul’un sosyal hayatından da hoş bir kesit sunar.

19. yüzyıl başlarında İstanbul’a gelen Miss Julia Pardoe, İstanbul’un yeşil korularını, çiçekli sokaklarını gördükten sonra “Keşke Shakespeare, Romeo ve Juliet’in bahçe sahnesini yazmadan önce Boğaziçi’ni görmüş olsa idi” diye hayıflanmaktan kendisini alamamıştır.

undaki NuTanpınar’ın Huzur’undaki ran da bu tipi, İstanbullu bir kadın olarak temsil eder. Boğaziçi’nde oturan asil bir ailenin kızıdır Nuran. Boğaziçi kültürü, terbiyesi almış; zarafeti, nezaketi, musiki kültürü ve ‘Türkçeyi teganni edercesine konuşması’ ile Mümtaz’ın hayallerindeki kadındır. Mehmet Kaplan, Bir Şairin Romanı: Huzur kitabında Nuran’ı: “Osmanlı medeniyetinin en ince ve en olgun an’anesine sahip” biri olarak anlatır. Bahçeler, çiçekler ve Ramazanlar İstanbul âdâbı sadece tipleriyle değil çiçeğiyle, ağacıyla, sazıyla sözüyle, mehtap sefalarıyla, Ramazan gelenekleriyle de edebiyatın orta yerine kuruluvermiştir. Beşir Ayvazoğlu, Şehir ve Kültür: İstanbul adlı kitapta “İstanbul Kültürü ve Estetiği” yazısında, çiçeğin İstanbul’un günlük hayatındaki vazgeçilmez yerinden bahseder. “Bahçesiz fukara evlerinin bile pencere önlerinde gül, sardunya, karanfil, küpe çiçeği, fesleğen saksıları eksik olmazdı” der. Nedim’in ünlü müstezat gazelini hatırlatır. İstanbul zariflerinin, bu gazelde anlatıldığı gibi destarlarına birer gül iliştirdiğini, sıbyan mekteplerinde okuyan çocukların her sabah hocalarına çiçek demetleri götürdüğünü aktarır. “Hasta dostlara zarif çiçek şişeleri içinde bir güzel karanfil, gül, zerrin yahut lale 76

Shakespeare’e nasip olmamıştır belki ancak Türk yazarları, şairleri İstanbul’un çiçek ve ağaç manzarasından, kültüründen eserlerinde zengin bir dekor olarak yararlanmayı bilmişlerdir. Mesela Tanpınar, Huzur Huzur’unda kahramanları Nuran’la Mümtaz’ı ağaçlar, çiçekler hakkında konuşturur. Oturacakları evin bahçesinde hangi çiçekler, hangi meyve ağaçları olmalıdır, bunların derdine düşürür onları. Badem, erik, şeftali, elma ağaçlarının çiçekleri ile insanın hayal dünyası arasında şairane bir bağ kurar. Orhan Veli’nin şairane laflar etmek gibi bir kaygısı zaten yoktur. “Deli eder insanı bu dünya/Bu gece, bu yıldızlar, bu koku/Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç” der, üç küçük dize ile alır baharı, içimize bırakıverir. Bu kadar. Dönüp ardına bakmaz, bir teşekkür beklemez. Bir de Ramazan sevinci vardır edebiyatımızda bahar sevincine eş. Batılı bir seyyah, İstanbul’da Ramazan ayının gecesinin gündüz, gündüzünün gece gibi yaşandığını hayran hayran anlatır. Halide Edip Adıvar, böyle gecesi gündüz aydınlığında, neşesinde bir Ramazan gecesine misafir eder bizi Mor Salkımlı Ev’inde. İlk teravihine gidişini anlatır. Sütbabasının omzunda, Süleymaniye Camii’nin yolunda bir küçük kız olarak gördüklerinin resmini çizer: Sokaklarda hareket halinde yüzlerce fener, bir ateş böceği kafilesi gibi camiye akan bir kalabalık… Halide Edip, mahyayı da ilk kez o akşam görür. Ve öyle bir anlatır ki, onun duyduğu sevinci, dev bir adamın omuzlarında her şeyi tepeden gören küçük bir çocuğun sevincini,


EDEBİYAT VE İSTANBUL ÂDÂBI/ Gülsüm SEZGİN

iliklerimize kadar hissederiz: “Minareden minareye havada uzanan ışıktan yazılar, mavi kubbede ne garip ve tabiatüstü bir nur tecellisi idi. Ramazan’ı karşılayan bu nurdan yazılar, beni belki Belşazaar’ın duvarda gördüğü yazılar kadar şaşırttı. Karanlık ve esrarlı dar sokakların içinde salınarak hareket eden o ışıkları o kalabalığın en boylu adamının omuzlarında seyrediyordum.” Âdâptan doğan edebiyat: “Her İstanbullu az çok şairdir” Edebiyatta İstanbul âdâbının, kültürünün yansımalarını artırmak, uzun uzun sıralamak mümkün. Ancak edebiyat ve İstanbul âdâbı dendiğinde âdâbı sadece edebiyatın malzemesi olarak incelemek meselenin bir tarafını eksik bırakmak anlamına gelecektir. İstanbul âdâbı, aynı zamanda edebiyatın toprağıdır, neşet ettiği, neşvünema bulduğu iklimdir.

bu derece cazip bir dil seviyesine yükseldiğini anlamaya başladım.” Bu ilk keşiften sonra Yahya Kemal, İstanbul’da konuşulan her kelimeye bir mücevher değeri biçtiğini ve idrake çalıştığını anlatır. Şiirinde de bu dikkatin izlerini sürmek, yansımalarını görmek mümkündür. Tanpınar’a kalırsa zaten şair olmak için İstanbullu olmak kâfidir. Her İstanbullu biraz şairdir: “İstanbul’da bir nevi zevk inceliği, bir nevi sanatkârca yaşayış tarzı, hatta kendi nev’inde sağlam bir kültür olur. Her İstanbullu az çok şairdir, çünkü irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa bile, büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler.”

Dipnot

Mesela Yahya Kemal, hatıralarında musiki ile ilk kez bir akrabasının Sarıyer’deki musiki meclislerinde tanıştığını anlatır. Bir musiki üstadının isteği üzerine şarkı güftesi yazdığından bahseder.

1

Yahya Kemal, kış boyu kaldığı bu akrabasını: “Bir sonbahar günü, eşyalarımı alarak, Boğaziçi vapuruna bindim, Sanrı Yar’a çıktım; ikaamet edeceğim bu akraba evine gittim. Misafirliğimin daha ilk akşamı kendimi garip bir âlem içinde buldum” diye anlatır.

Kaynakça

Akrabası İbrahim Bey’in oturduğu köşk, Yahya Kemal’in ifadeleriyle özetleyecek olursak; Sar Yar deresinin kenarında, köyün bittiği noktada, sulara giden yolun üstünde, Boğaziçi taraflarında numûneleri çok görülen, ahşap yapılardan biridir. Alt katı selamlık, üst katı haremdir. Alt katın yerle beraber kafesli odalarından biri musiki meclisleri için ayrılmıştır. Burada İstanbul’un en önemli musiki üstatları toplanır, sazlar çalınır, şarkılar söylenir, sohbet edilir. Saray müdavimi olan sanatkârlardan sultan saraylarına dair fıkralar dinlenir. Yahya Kemal, Türk musikisine dair ilk merakının bu meclislerde başladığını anlatır: “Bu gecelerde ve bu fasıllarda dinlediğim Türk mûsikîsi bende derin tesir uyandırmış, ruhumu, kulaklarımı, vatanın her toprağından esdiğine inandığım seslerle doldurmuştu. Türk mûsikîsine dair ilk merakım, bu mûsikîye ait birçok şeyler öğrenmek isteyişim bu gecelerde başlamıştı.”

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Hadde: Erimiş madenlerden tel yapmak için kullanılan delikli aygıt. İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul, 2004, s. 182.

A. Haluk Dursun, İstanbul’da Yaşama Sanatı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2000. Ahmet Emre Bilgili (ed.), Şehir ve Kültür: İstanbul, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2012. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, YKY, İstanbul, 2001. Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, Elips Kitap, Ankara, 2008. Murat Koç, Yeni Türk Edebiyatı’nda Boğaziçi ve Boğaziçi Medeniyeti, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2005. Mustafa Miyasoğlu, Necip Fazıl Kısakürek, Akçağ, Ankara, 2009. Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal’in Hatıraları, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1997. Orhan Pamuk, İstanbul: Hatıralar ve Şehir, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009.

Yahya Kemal, Türkçenin zenginliği ve letafetini de İstanbul’da konuşulan Türkçeyi dinledikten sonra keşfettiğini söyler: “Bu şehrin Türkçesi, İstanbul efendileriyle İstanbul hanımlarının konuşmaları, benim taşrada yetişmiş kulağıma birdenbire çok derin bir mûsikî gibi göründü. Türkçemizin, bütün vatanda işlendikten sonra, İstanbul’da niçin

77



KAHVENİN TADI SOHBETİNDEDİR Adnan ÖZYALÇINER Araştırmacı, Yazar

Her türlü sohbetin (siyasal, toplumsal, dedikodusal) yapıldığı mahalle kahvelerinde de bir günlük gazete bulundurmak alışkanlığı vardı. O gazete akşama kadar masalarda elden ele dolaşırdı. Her kahvenin bir de radyosu vardı. Kimi büyük kahvelerde pikap da bulunur, plak çalınırdı. Kahvelerdeki radyolar genellikle ajans haberlerini dinlemek/dinletmek içindi. Şarkı türkü için pek açılmazdı.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

KAHVENİN TADI SOHBETİNDEDİR/ Adnan ÖZYALÇINER

Bizde kahve, Kanuni Sultan Süleyman (1520-1560) döneminde içilmeye başlandı. İlk kahve dükkânı/ kahvehane 1554/1555 yılında İstanbul’da Tahtakale’de, Mısır Çarşısı’nın arkasındaki Tahmis denilen yerde, biri Şamlı, biri Halepli iki kişi tarafından açıldı. Salâh Birsel, Kahveler Kitabı’nda onlardan şöyle sözetmiştir: “İstanbul’da ilk kahvehaneler ise 1555 yılında açılmıştır. Peçevi, o yıl İstanbul’a Halep’ten Hakim adında bir herif, Şam’dan da Şems adında bir zârif geldiğini yazar. Bunlar Tahtakalede birer büyük dükkan açıp ‘kahvefurüşluk’a başlamışlardır. Keyiflerine düşkün kimi ‘yâranı safa’ özellikle ‘okur-yazar makulesi’nden nice zârifler buralarda toplanır olmuştur. Kimi kitap okur, kimi tavla oynar, kimi satranca gömülür. Kimilerinin getirdiği ‘nevgüfte’ gazeller ise sanat üzerine konuşmalara yol açar. Dostları bir araya getirmek için ‘nice akçeler ve pullar’ sarf edip şölen yapanlar artık burada bir iki akçe kahve parası vermekle bir araya gelirler. Kadılar, müderrisler, bekarlar, işten atılmış memurlar, kısacası devlet büyükleri dışındaki herkes ‘Böyle eğlenecek ve gönül dinlenecek yer olmaz’ deyip kapağı buraya atarlar. Öyleki kimi zaman kahvelerde oturacak ve duracak yer bile bulunmaz.” İlk kahve dükkânlarının açılışının ardından 1630 yılında kahve dükkanı sayısı, Evliya Çelebiye göre 55’i bulmuştur. Bunlarda 100 ocakçıyla çırak çalışmaktadır. Bu dönemde İstanbul’da kahve satıcı esnafı da ortaya çıktı. Gene Evliya Çelebi’ye göre bunlar büyük bezirganlar olup 300 depo (mahzen) sahibi 500 kişidirler. Bunların Mısır’la San’a’da ortakları vardır. II. Selim (1566-1574) ile III. Murad (1574-1595) dönemlerinde İstanbul’daki kahvehane sayısı 600’ü geçer. 80

III. Murat (1574-1595) ile I. Ahmet (1603-1617) dönemindeki kahvehanelere getirilen kısa süreli yasaklamalardan sonra IV. Murad (1623-1640) döneminde 1633 Büyük Yangını bahane edilerek kahvehaneler tümden kapatıldı. Kahvehanelere getirilen yasaklardan biri de II. Mahmud (1808-1839) döneminde devlet sohbetinin (siyasetten söz etmenin) engellenmesi oldu. Bütün bu kısa ya da uzun süreli yasaklamalar, kapatmalar, sohbet kısıtlamaları, kahvehanelerin yaygınlaşmasını engelleyemediği gibi, XX. yüzyıl başlarında artık entelektüel bir yapı kazanmasına da neden oldu. İşlevlerine göre çeşitlenen semt, mahalle, esnaf, amele (işçi), kuşçu, sabahçı kahvelerine saz şairlerinin devam ettiği semavi kahveleri, aydınların, yazarların, gazetecilerin gittiği çalgılı kahveler, kıraathaneler eklendi. Ahmet Rasim bu çalgılı kahvelerden Şehzadebaşı Direklerarası’ndaki Mehmet Efendi ile Fevziye Kıraathanesi’nden söz eder. Besteci Tatyos Efendi’yi ilk defa Mehmet Efendi’nin kıraathanesinde tanımıştır. Kış aylarında mesireler kapalı olduğu için Cuma ile Pazar günlerini Fevziye Kıraathanesi’nde geçirir. Muharrir Şair, Edip adlı kitabında Ahmet Rasim, gazetelerden çekilen yazar ve şairlerin kıraathanelerde, çaycı dükkanlarında toplandıklarını yazar. Bunlardan Beyazıt’taki Serafim’in Kıraathanesi bir edebiyat salonudur. Kısa sürede bir basın merkezi haline gelen bu kahvede her türlü eski-yeni gazete, dergi koleksiyonlarıyla çıkmakta olan kitap ve dergilerin hepsi numarası numarasına bulunurmuş. Sözünü ettiği çaycı dükkânıysa Çaycı Raşit’in dükkanıdır. Şair ve yazarların devam ettiği bu dükkanda alabildiğine okumaya, fikrini söylemeye, eleştiriler yapmaya izin vardır. “Çünkü Raşit merhum da şairlik taslardı.” Kıraathanelerde dama, satranç, tavla, iskanbil ve bilardo gibi oyunların oynandığını biliyoruz. Gene bu kahvelerin ramazan aylarında halk sanatı gösterilerine (meddah, Karagöz, ortaoyunu) sahne olduğunu öğrendik. Ahmet Rasim, Kel Hasan’ı anlattığı bir yazısında bu komiğe çocukluk yıllarında Kızıltoprak’ta rastladığını belirterek “Mahalle kahvelerinde tuhaflık ederek” halkı güldürdüğünden söz eder. Her türlü sohbetin (siyasal, toplumsal, dedikodusal) yapıldığı mahalle kahvelerinde de bir günlük


KAHVENİN TADI SOHBETİNDEDİR/ Adnan ÖZYALÇINER

gazete bulundurmak alışkanlığı vardı. O gazete akşama kadar masalarda elden ele dolaşırdı. Her kahvenin bir de radyosu vardı. Kimi büyük kahvelerde pikap da bulunur, plak çalınırdı. Kahvelerdeki radyolar genellikle ajans haberlerini dinlemek/dinletmek içindi. Şarkı türkü için pek açılmazdı. Kahvelerin özellikle de mahalle kahvelerinin toplumsal işlevleri olduğunu da söylemeden geçemeyiz. Gençlik yıllarımda (1950-1960) ilgimi çeken kıraathanelerden biri, son dönemlerine yetiştiğim Tepebaşındaki Kanun-ı Esasi Kıraathanesi’dir. Eski Dram ve Komedi Tiyatrolarının karşısında, şimdiki Odakule’nin olduğu yerdeydi. Darülbedayi (Şehir Tiyatroları) aktörlerinin de uğrak yeri olmalıydı. Daha çok da eski diplomatlarla emekli memurların devam ettiği bir yerdi. Orada günlük gazetelerin hepsi bulunurdu. Camın önünde yaşlılar, gazetelerini okurken ya da aralarında sohbet ederken daha genç olanları arka taraftaki bilardo masasının çevresinde toplaşırdı. Son dönemlerine denk geldiğim bir kahve de Bab-ı âli (Ankara Caddesi) Yokuşu’ndaki Meserret Kıraathanesi’ydi. Sirkeciye inerken Gülhaneye çıkan Ebusuud Caddesinin köşesinde aynı adı taşıyan otelin altındaydı. Karşı köşedeyse Halil Lütfü Dördüncü’nün Tan Matbaası bulunuyordu. Sabiha Sertel, Zekeriya Sertellerin sahibi olduğu Mahmut Yesari gibi dönemin yazarlarının roman ve yazılarının yayınlandığı ünlü Tan gazetesi orada basılırdı. Meserret’in karşı kaldırımında Remzi Kitabevi’yle İnkılap Kitabevi’nden başlayarak Vakit Yurdu, İnsel, Ahmet Halit, Kanaat, Semih Lütfü gibi Bab-ı âli kitapçıları sıralanıyordu. Bitişiğinde de Lütfü Erişçi’nin Üniversite Kitapevi vardı. Dolayısıyla taa 1912-1916 yıllarından başlayarak dönemin yazarlarıyla -eski deyimiyle muharirleriyle- gazetecilerinin uğrak yeri olmuştur Meserret. Benim bildiğim Tan gazetesinin düzeltmenlerinden biri olan Rıfat Ilgaz, arkadaşları Sait Faik, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Fikret Otyam, Salâh Birsel sık uğrayanlar arasındaydı.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

ise söyleşmeyi sevenler, yazılarını burada yazacak olanlar yeğler.” Benim her iki kıraathaneyle geç dönemlerine yetiştiğim için pek ilişiğim olmadı. Cumhuriyet’in düzeltme servisinde çalışmaya başladığım 1959-1960’lı yıllar ve sonrasında Nuruosmaniye’deki İkbal Kahvesi (şimdi halıcı) yazar arkadaşlarla buluştuğumuz kahveydi. İkbal, kıraathane havasında, sessiz sakin bir yerdi. İçinde öteki kıraathanelerdeki gibi iki bilardo masası bulunuyordu. Burada genellikle tavla oynanırdı. Müşterileri daha çok gazete kitap okuyan gazetecilerle yazarlardı. Örnek vermek gerekirse ben şair Kemal Özer’le birlikte sabahları Varlık Yayınları kitaplarının düzeltilerini orada yapardım. Öğleye doğru da ikimiz Cumhuriyet’teki işimizin başına giderdik. Kahveye Edip Cansever, Ferit Öngören, Muzaffer Buyrukçu, A. Kadir, Yayıncı Enver Aytekin, Nurer Uğurlu, Orhan Kemal, Sennur Sezer gelirlerdi. İkbal Kahvesi Orhan Kemal’in yazıhanesi gibiydi. Mektupları oraya gelir, konuklarıyla orada randevulaşırdı. Sennur Sezer,

Salâh Birsel, Kahveler Kitabı’nda Meserreti şöyle çizmiştir: “Salâh Birsel’in 1940 yılı gözlemlerine göre Meserret Kahvesi iki bölümdür. Kapıdan girince sağa yerleştirilmiş olan kanapeler kahveyi ikiye böler. Kapının karşısındaki ve soldaki bölüme daha çok tavla oyuncuları doluşur. Sağ köşede kahve ocağının önündeki bölümü 81


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

KAHVENİN TADI SOHBETİNDEDİR/ Adnan ÖZYALÇINER

her sabah, Varlık’taki işine giderken kahveye uğrar, orada sabahın erken saatlerinde yerini almış olan Orhan Kemal’le konuşup sohbet ederdi. Bir çeşit asistanlık görevi de vardı. Orhan Kemal Yeditepe’ye ya da Varlık’a vereceği öykülerini son tashihlerini yaptıktan sonra onunla gönderirdi. Öğleye doğru, Kapalıçarşı’daki dükkânından Edip Cansever çıkagelirdi. Bir iki hoşbeşten sonra Orhan Kemal ile tavlanın başına çökerlerdi. Marmara Kıraathanesi, Beyazıt’ta, otobüs durağında, set üstünde köşede bir yerdeydi. Karşı köşesinde Simkeşhane yıkıntı olarak bulunuyordu. Merkez Üniversite ile Fen-Edebiyat Fakültesine yakın olduğu için doğal olarak üniversite hocaları, öğrencileri gelir giderdi. Bizim de (Onat Kutlar, Ferit Öngören, Hilmi Yavuz, Kemal Özer, Ülkü Tamer’le ben) oraya gitmişliğimiz, orada toplantı yaptığımız olmuştur. Bildiğim kadarıyla özellikle Edebiyat Fakültesi hocalarıyla ahpablığı olan İsmet Zeki Eyüboğlu, bir de doktor şairlerimizden Halil İbrahim Bahar kıraathanenin sürekli müşterilerindendi. Öteki kıraathane-

82

dekiler gibi Marmara Kıraathane’sinde de bilardo masaları vardı. Beyazıt alanında, üniversitelerle iç içe olan kahvelerden biri de Küllük’müş. Salâh Birsel Kahveler Kitabı’nda orayı şöyle tarif etmiştir: “Küllük Kahvesi Beyazıt Camii’nin Aksaray’a bakan kapısı altında, kuytu, koltukaltı bir yerdir. Çınar ve atkestanelerinin serinliği altına sığınmıştır. Ortadan bir yol ikiye böler burayı. Sağda Emin Efendi Lokantası ve kahvenin kışlık salaşpurluğu vardır. Ne ki buranın müşterisi başkadır. Daha çok öğrencilerden oluşmuştur.” Bu tariften sonra Küllük’e dönem dönem gelip giden yazarlara, üniversite hocalarına değinir. Kimler yoktur ki: Asaf Halet Çelebi’den Yahya Kemal’den tutun da Ahmet Hamdi Tanpınar, Abidin Dino, Sabahattin Kudret Aksal, Suat Derviş, Ömer Faruk Toprak, Oktay Akbel, Sabahattin Ali, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Orhon Murat Arıburnu, Sait Faik, Orhan Veli’ye kadar. 1940’ta Abidin Dino’nun önderliğinde kahvedeki yazarlarla şairlerin katıldığı “Küllük” adlı bir dergi de çıkarılır.

Ben Küllük’ün bu şaaşalı dönemine yetişemedim. Çocukluğumdan beri, kimlerin niçin gelip gittiğini bilmeden, öğrenmeden ilgimi çeken Küllük, ben oraya gidecek, oradaki yazarların, sanatçıların arasına karışacak yaşa ve duruma geldiğimde yoktu. 1955’de üniversiteye başladığım yıl Küllük’ün yerini Çınaraltı’nın almış olduğunu gördüm. Çınaraltı, Beyazıt Camii’nin arka bölümüyle Beyazıt Devlet Kütüphanesi arasında iri atkestanesiyle çınar ağaçlarının gölgelediği dış avluda yer alıyordu. Sahaflardan geçilerek Kapalıçarşı’ya giden yol buradandı. Çınaraltı da Küllük gibi daha çok üniversite hocalarıyla öğrencilerinin oturup sohbet ettiği bir kahveydi. Biz genç yazarların ilk kez gözümüzü açtığı, belki de gözümüzün açıldığı yerdir Çınaraltı. Ben, Kemal Özer, Konur Ertop, Doğan Hızlan, Onat Kutlar, Demir Özlü, Hilmi Yavuz, Ferit Öngören, Ergin Ertem, Ercüment Uçarı, Önay Sözer, Asım Bezirci, Ülkü Tamer hemen her gün bir araya gelir; edebiyat, sanat, kültür, siyaset, politika üstüne konuşur, tartışırdık. Asım


KAHVENİN TADI SOHBETİNDEDİR/ Adnan ÖZYALÇINER

Bezirci dışında hepimiz öğrenciydik. Kimimiz edebiyat kimimiz hukukta okuyorduk. Her gün olmasa da arada Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Edip Cansever, Adnan Işık, Ergin Günçe, Ece Ayhan, Yusuf Atılgan da yanımıza gelip gider konuşmalarımıza, sohbetlerimize, tartışmalarımıza katılırlardı. Öte yandan diğer masalarda Küllük’ten devreden Mikrimin Halil Hoca çömezleriyle oturur, Prof. İsmet Sungurbey Abdülbaki Gölpınarlı Hoca’yla gelirlerdi. İsmet Sungurbey, yalnızbaşına geldiğinde bize katılırdı. Bütün bu siyasal, toplumsal, kültürel tartışmalar 1956 başlarında sonucunu verdi. Cep harçlıklarımızdan ayırdığımız 10 liralarla “a Dergisi”ni çıkarmaya başladık. 27 Mayıs 1960’a kadar sürecek olan derginin yayınlanış amacı: “İnsanın yozlaştırılmasına ve kişi özgürlüklerinin baskı altında tutulmasına karşı çıkmak”tı. 1960 sonrasında dergi, ilk kitaplarımızın yayınlanacağı “a dergisi Yayınları”na dönüşecekti. 1960 sonrasında bir başka değişiklik, Çınaraltı’ndan Yenikapı’ya Kemal Bey’in kısa zamanda gelişip büyüyecek olan küçük balıkçı kahvesine taşınmak oldu.

Biz, Çınaraltı ekibinin yanı sıra öteki üniversite öğrencileri hukuktan Münir Göker, mimarlıktan Mete Akalın, tıptan Oryal Demir, Gencay Gürsoy, tiyatrocu kimliği de olan Üstün Korugan’la Sennur Sezer, Melisa Gürpınar (Erdönmez) Egemen Berköz, Aydın Hatipoğlu, Afşar Timuçin, Eray Canberk, Atilla Özkırımlı gibi 1960 kuşağının şair ve yazarlarıyla Ali Poyrazoğlu, Savaş Dinçel, Müjdat Gezen, Gülsen Tuncer gibi konservatuvar öğrencisi tiyatrocularla daha da kalabalıklaştık. Prof. İsmet Sungurbey, Behçet Necatigil, Memet Fuat arada bir bu öğrenci-sanatçı kalabalığın sohbetlerine ortak olurdu. Yenikapı Kahvesi’ne Metin Akpınar ile Zeki Alasya’nın da gelmişliği vardır. Bu kahvenin öteki kahvelerden farklı bir yanı vardı. Orayı bir sanat, edebiyat, kültür atölyesi saymak gerekir. Oyun oynanmayan bu kahvede bir okuma ya da ders çalışma bölümü olduğu gibi kahvenin bitişiğindeki marangozhanede Ali Poyrazoğlu tiyatro gösterisi yapmıştır. İlk oyunu benim bir öykümden uyarlama sonraki ise Pireandello’dan kendisinin çevirdiği “Ağzı Çiçekli Adam”dı.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

aynı kahvede felsefe üstüne konferans vermişliği vardır. Yazık ki 60’lı yılların ortalarında kahveye langırt makinesi sokularak mertlik bozuldu. 60’lı yılların sonuna doğruysa öğrenciliği bitenler, mesleklerinin başına geçenlerle bir dağılma oldu. Kahve kapanarak gazino haline getirildi. Yenikapı Kahvesi’nin başına gelenler Kanun-i Esasi’nin, İkbal’in, Meserret’in, Marmara’nın da başına gelmiştir. Çınaraltı bile bir ara kapatıldı. Son dönemde yeniden açıldığında eski özelliğini çoktan yitirmiş, kokoreç pişirir olmuştu. Sohbetinin tadı kahvesinin tadından iyi olan öteki kahveler de birer ikişer yitip gidiyor. Şimdi sade (şekersiz), az şekerli, orta şekerli, yandan çarklı, okkalı/ağır, kallavi, tiryaki, dibek kahvelerinin yerini nescafe aldı. Kahvehanelerse Cafe’lerle Cafe-Bar’lara dönüştü.

Gene bu kahvede her yılın başında eleştirmen Memet Fuat yeni çıkan kitapları tanıtırdı. Önay Sözer’in de

83



KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ Söyleşenler:

Elveda BAYRAKTAR, H. Halit ATLI

Sonbaharın ilk günleri… Doğma büyüme Kuzguncuklu Viktorya Hanım’ın kapısını çalıyoruz. Bizi büyük bir nezaketle karşılayıp Kuzguncuk İskelesi’ne bakan penceresinin önündeki masaya geçiyor kimilerinin ‘Viki’si, kimilerinin ‘Viki Ablası’… 70’ine merdiven dayayan, sağlık problemlerine ve erken yaşta kaybettiği eşinin onda bıraktığı hüzne rağmen bize gençliğini, güzel hatıralarını, eşiyle arasında saygı çerçevesinde geçen sevgi dolu güzel günleri, çocuklarını, Lakerdacı Cakito’yu, Can Yücel’i anlatıyor. Kalbinin güzelliği yüzüne, diline yansımış bu Kuzguncuklu hanımın İstanbul sevdası ise bambaşka. Yaşadığı yeri şöyle özetliyor: “Burası benim için dünyanın en güzel değişmeyen köyü”


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ

düvelle aram iyidir. Yani diyebilirim ki kavgalı kimsem yoktur. Peki aileniz hep İstanbul’da mı yaşamış, yoksa daha önce atalarınız başka bir yerden mi gelmiş? Hayır. Benim bildiğim, hatırladığım kadarıyla rahmetli babacığım da anneciğim de Türk vatandaşıydılar. Ondan öncekileri, anneannemi ben tanımadım, babaannemi tanımadım. Dolayısıyla o kadarını bilmiyorum. Ama bizler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız kendimi bildim bileli, babam annem hepimiz buralıyız yani. Ama çok eskileri bilemeyeceğim. Babanız neyle meşguldü İstanbul’da?

Viktorya Temel

Öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız? Ben doğma büyüme Kuzguncukluyum. Annem de öyle, babam da öyle. Bizim sülalemizin tümü Kuzgunuk’ta diyebilirim. Önce rahmetli babamı, arkasından annemi ve abimi kaybettim. Musevi olarak dünyaya geldim, Müslüman bir erkekle evlendim. İki tane oğlum var. Müslüman babadan dünyaya geldikleri için ikisi de Müslümanla evliler. Kuzguncuk İlkokulu’nda okudum. Fakat rahmetli babam o zamanlar çok okutma taraftarı değildi, ondan sonra okumadım. Burada doğma büyüme olduğum için herkes 7’den 70’e beni çok iyi tanır. Kimi ‘Viki’ der, kimi ‘Viki Teyze’ der. Çocuklara yüzme öğretmişimdir. Yani onlarla haşır-neşirliğim çoktur. Yedi 86

Benim babam mevsimlik çalışırdı, badana boya işleri yapardı. Onların yaz işi, biliyorsunuz biraz daha yoğun olurdu. Kışın biraz daha azalırdı, ama çok çalışkan bir adamdı. Yazın kazandığıyla idare ederdi. Sonra, mesela bu Musevi cemiyetinde biraz yardımcı olurdu. Bazen işsiz olduğunda değilse de para kazandığı zaman, vallahi billahi dalıyla muz getirirdi. “Yiyin istediğiniz kadar” derdi, hayat böyle. Evliliğinizden bahseder misiniz biraz? Çok severek evlendim ben kocamla. Uzun bir aşk yaşadık. Hiçbir şekilde engelimiz olmadı. Zaten babam rahmetli olmuştu. Annem dedi ki; “İstiyorsan olsun, Müslüman olması benim için fark etmez kızım, yeter ki sen mutlu ol.” İki çocuk büyüttük güle seve. Ve çok da mutlu olduk biz. Ama ben kocamı çok erken kaybettim. Rahatsızlandığında 60 yaşına gelmemişti. Allah ölümün erkenini kimseye nasip etmesin, ama benim yaşadığım huzurlu, güzel hayatı herkese nasip etsin. Musevi olmanız nedeniyle, gerek eşinizle gerek diğer mahalle sakinleriyle hiç problem yaşadınız mı?

Hayır, hiç sorun olmadı. Ve yemin ediyorum size, buradan çıktığım zaman, fazla değil Köfteci Kadir’in yerine kadar gittiğimde biri gelir, “Viki Ablacığım nasılsın?”, “Viki Teyzeciğim nasılsın” der, biri sarılır, biri öper. Bir çocuk, “Viki Teyzem nasılsın, iyi misin?” der, öbürü de “Bana yüzmeyi sen öğrettin Viki Teyze” der. Çok da iyi yüzerdim. Ama işte hastalık… Yine buna da şükür. Hamdolsun diyorum. Allah bundan beter etmesin. Hayat güzel. Yaşamayı da seviyorum bu halime rağmen. Kuzguncuk’ta bayramlar, cenazeler, doğumlar gibi özel günler nasıl yaşanıyordu? Seremonileriniz var mıydı? Bak şimdi ben sana güzelcecik anlatayım. Benim devrimden bahsediyoruz tabii. Annemin devri de çok güzeldi. Burada hiç kimse kimseden bir ayrımcılık görmedi. Buna inanın. Ben dört gözle beklerdim ki, Kurban Bayramı, Şeker Bayramı gelsin, mahalledeki büyüklerimin gidip ellerini öpeyim diye. O zamanlar çok enteresandı, şeker de verirler, para da verirlerdi. Şekerden çok paraya giderdik, ne yalan söyleyeyim. Ya mendil verirlerdi, ya bir şey yaparlardı. Aman onlar da bize aynı saygıyı gösterirlerdi. Bizim bayramlarımızda onlar da bize gelir bayramlaşırlardı. Ve biz hep bir arada olduk. Ben bir gün kimseden kötü bir laf işitmedim. Mahalle baskısı yok muydu yani? (gülüşmeler) Hayır, asla. Yani samimi konuşuyorum, insanlık hali olabilir ama “Aman, Müslüman çocuğu kaptı” gibi bir şey de duymadım. Çünkü biz çok güzel, çok iyi anlaşıyorduk. Bayramlarımızda mesela, ben kendi bayramımı bile zaman geliyor unutuyordum, gençlik de var tabii. Bana kızıyorlardı. Ben denize gideyim, gezmeye gideyim, nasılsa annem evde, bayramı kendileri kutlasınlar diye düşünüyordum. Ama açık konuşayım, bizler Müslüman bayramlarını


KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ

kaçırmazdık. Çünkü harçlık alacağız, mendil alacağız, bütün davamız buydu (gülüşmeler). Bizimkilerde öyle şeyler yoktu. Bizim bayramlarımızda özel bir tatlımız vardır. ‘Beyaz Tatlı’ derler. Bir bardak suyun içine bir kaşık şeker koyarsınız. O tatlıyı da tepsiye koyarsınız. İnsanlar kaşıkla o tatlıdan alır, bardaklarının içine koyar, yavaş yavaş yerler. Bizde öyle pek para durumu olmadığı için ben kendiminkilerin hiçbirine gitmedim. Harçlık alacağım yerler vardı, oralara giderdim, Mesude Abla vardı Allah rahmet eylesin. Ve daha bir sürü kişi, benim bütün mahallem...

saretli, çok düzgün biriydim. Onun için erkek Fatma derlerdi bana. İki tane de açık sinema vardı, birinde de ben gişeciydim. Rahmetli eşimin motosikleti vardı o zamanlar. Gişede biletleri satarım, hesabı öderim, ondan sonra da eşim -daha o zaman evli değiliz, konuşuyoruz- beklerdi, atlardım motosikletin üstüne, Moda’ya giderdik. Böyle çok güzel bir gençlik yaşadık. Gişeciliğim de çok enteresandır. Benden öyle “İki bilet” diye istemezlerdi. Mesela üç kişi gelirdi, “İki fasulye bir pilav” derlerdi, “Derhaaal!” derdim. Öyle esprili bir hayatımız vardı. Canım, çok mutluyduk, art niyetimiz yoktu. Biz hep insanlarla iyi geçinmeye çalıştık. Fakirlik de o kadar önemli değildi inanın buna. Şimdiki insanlar ayakkabının en kalitelisini istiyor. Mesela bildiğiniz bağcıklı ayakkabılar vardı en ucuzundan, onu bile giyerken biz mutlu oluyorduk. Biz bunları yaşadık gördük. Onun için de hoşgörülü olduk.

Köfteci Kadir’in Yeri

Biz dört gayrimüslim oturuyorduk Müslümanların arasında. Herkes de bizi çok severdi, biz de onları çok severdik. Bir gün olsun, hani bir laf vardır; ‘senin gözünün üstünde kaşın var’ gibi bir şey söylenmemiştir. Kapı boşlukları vardı bir de, çocukken orada evcilik oynardık, yeşilliklerden kopartıp kopartıp güya yemek yapardık. Yani ben çok güzel bir gençlik geçirdim. Eskiden Kuzguncuklu gençler bir araya gelir dans ederlermiş. Yukarıda Rum Kilisesi var ya, onun karşısında bir tiyatro kurardık Ramazan’da bir gece. Ramazan eğlencesi tertiplerdik, bir tane de bayan oyuncuları bendim. Vallahi düşün, çingene rolüne çıkardım. Ben çok ce-

Özel günlerinizi anlatıyordunuz...

Evet, mesela cenazede normal olarak kefenlemek Musevilerde vardır, ama Rumlarda en iyi giysilerini giydirirler, tabuta koyarlar. Cenaze kilisenin ortasına konur, açıkta görürüsün onu. Ben her ikisine de katıldım. Benim annem Rumdu. O bana dedi ki, “Kızım senden bir ricam var, beni Rum mezarlığına göm.” “Peki, anneciğim” dedim, “Mademki böyle istiyorsun.” Nur içinde yatsın, bana bir vasiyetti bu, ben de onu istediği şekilde gerçekleştirdim. Babam Musevi mezarlığında. Ben her Kurban bayramında, her Şeker bayramında çocuklarıma diyorum ki; “Nereye giderseniz gidin, beni bayramın birinci günü rahmetli kocama götüreceksiniz, oradan babama götüreceksiniz, oradan anneme götüreceksiniz, ben hepsini ziyaret edeceğim, ondan sonra dönüp ge-

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Viktorya Hanım’ın annesi

leceğim evime.” Eşim Nakkaştepe’de, mekânı cennet olsun. Rahmetli babam yukarıda Musevi Mezarlığı var, buradan Fıstıkağacı’na çıkarken görülür. Anneminki de, burada pazar kuruluyor ya, yokuştan çıkıyorsun orada. Biz de ilk önce Nakkaştepe’ye gidiyoruz, rahmetli kocamı ziyaret ediyorum. Oradan rahmetli babamı ziyaret ediyorum, oradan rahmetli annemi ziyaret ediyorum. Hepsine çiçeklerimi de koyuyorum, hepsine de bildiğim kadar dualarımı oku-

Kuzguncuk’tan bir görünüm

87


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ

yorum, ondan sonra da biraz deniz kıyısında oturuyorum, hava alıyorum ondan sonra da eve geliyorum. Yani böyle bir hayat yaşıyorum. O zamanlar nerede oturuyordunuz? Ben hep Kuzguncuk’ta oturdum, hiç ayrılmadım. Fıstıkağacı’ndan aşağı inerken bir taş ev vardır, tektir orada. Şimdi oranın karşısında da Dağ Hamamı diye geçen bir yer vardır. Oradaki taş evde dünyaya gelmişim. Ama çok küçükken buraya inmişim, şimdi Köfteci Kadir var ya, oraya. Orada yetiştim ben, genç kızlığımı filan orada yaşadım. Sonra bir ara bir pasaj gibi bir yer var, şimdi mobilya satılıyor, büyük oğlumu orada dünyaya getirdim, bu evde de küçük oğlum dünyaya geldi. Yani hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dolayısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz vardı, oraya da gitmedim, istemedim. Buradan ayrılmadım. Orada da kooperatif vardı. Dedim ki eşime, “Sen sat kooperatifi, burada ne istiyorsan yap, ben oralara gitmem.” O da yaptı aynı şeyi, sattı kooperatifi, buradan bir yerler baktık yani. Buradan hiçbir yere ayrılmam, gitmem de. Benim için burası küçük bir köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gezmeye, Antalya’ya, Hatay’a, Çanakkale’ye de gittim.

88

Görmediğim yer kalmadı, ama nereye gidersem gideyim, kim ne derse desin, Buraya geldiğim zaman “Burası benim için dünyanın en güzel değişmeyen köyü” diyorum. Çünkü ben burada insanların yakınlığına alışmışım, orada yoktu böyle şeyler.

tırırım. Yapabildiğim kadar kendim oturur ufak tefek bir şeyler yaparım. Öyle sürdürüyorum hayatımı. Allah’ın verdiği ömrü doldurana kadar.

Bir apartmanda oturuyorsunuz, ne acı bir şey, selam vermiyor insanlar. Burada da artık böyle.. Aynı apartmanın içinde on kişi oturuyorsunuz bir kapınızı çalan yok. Bu çok acı. Ben çok mutluyum bu oturduğum yerde. Benim karşımda şirket var. Çocukları benim elimde büyüdü, çocuklar kapımı vururlar, “Ay Viki Ablacığım bir şey istiyor musun?”, kimi ‘Viktorya’ der, kimi ‘Viki Ablacım’ der, sağolsun çocuklar. Onun üstünde bir şirket daha var. Onlar da kapımı çalarlar, “Yemek yaptık sana” derler, “Yemeğim var çocuklar” diyorum. Haftada bir kadınım var, temizliğimi filan yap-

Yavaş yavaş kaybediyoruz. Sebebini hiç bilmiyorum. Benim mesela bir sürü eşim dostum var, çoğu buradan gittiler. Öyle pişmanlar, öyle pişmanlar ki anlatamam sana. Bana telefon açıp “Dünyanın en akıllı insanı senmişsin, terk etmedin orayı” diyorlar. Ben ne terk edeceğim, bana ne! Ben gözümü burada açtım, burası benim vatanım. Benim hüviyetimde Türkiye Cumhuriyeti yazıyor, nereye gideceğim. Bana en huzur veren yer burası.

Kuzguncukta eski ilişkiler hâlâ korunuyor yani?

Gidenler nereye gittiler peki? Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı Kurtuluş’a, bir kısmı Yunanistan’a gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel yerlere gittiler. Şimdi burada toplam olarak çok azız. Sayıya vursan 10 haneyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben aklımın ucuna bile getirmedim buradan gitmeyi.


KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ

da denize giremezler, çünkü akıntı var, korkarlar. Ama ben girdiğim zaman “Viki Abla girdiyse o zaman biz de gireriz” derlerdi. Bir de hiç unutmadığım olay şudur:

Geçmiş dönemlerdeki saygıyı burada hâlâ görüyorsunuz yani? Ben görüyorum. Şimdi bir köftecimiz var, Kadir. Ben Kadir’i çok severim. Benim ayaklarım rahatsız olduğu ve şiştiği için Kadir hemen bir iskemle getirir, “Uzat Viki Abla ayaklarını” der. Ya ben ayağımı uzatırım, ama inanın 5 dakika sonra çekerim ayağımı. O bana bunu hürmet için yaptığı halde ben rahatsız oluyorum. Ben saygımı da çok iyi bilen bir insanım. Viktorya Hanım’ın eşi Çetin Bey

görürüm Allah bin kere razı olsun. Bazen Çınaraltı’na iniyorum. Zaten giderken çok zorlanıyorum. Karşımda mesela Serdar vardır, merdivenden indim mi gelir, hemen yardımcı olur. Gençlere bakıyorum, bankta oturuyorlar, bir Allah’ın kulu da “Gel teyzeciğim” demiyorlar. Seni görüyorlar, kafa çeviriyorlar. Şimdiki neslin biraz küstahlığına veriyorum ben. Bazen bakıyorum, olacak gibi değil, Çınaraltı’nda “Evladım bir yüksek iskemle verin bana” diyorum. Hemen bana bir iskemle getiriyorlar oturuyorum. Benim de oturacağım vakit taş çatlasa 1-2 saattir. Viktorya Hanım’ın torunu

Otururum ama hiçbir zaman aşırı bir hareketim yoktur. Kadir benim çok sevdiğim evladım diyorum, bu kadar yakınım ben ona, ne yalan söyleyeyim. Eskilerde bu saygı vardı, hakikaten insana değer veriyorlardı. Ama şu anda genci yaşlıya hürmet etmiyor. Şimdi ben size bir şey diyeceğim çocuklar. Şimdiki nesil biraz terbiyesiz yetişiyor. Bakın, benim en fazla gittiğim iki-üç yer vardır: Eczane, Kadir, bir de Çınaraltı. Bir de Salon Kıraathanesi’ne kadar yürüyebilirim. Ve yemin ediyorum ben herkesten saygıyı

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Çocukluğunuza dair unutamadığınız bir hatıranız veya yaşadığınız ilginç şeyler var mı? Hiçbir hatıramı unutmadım çocuklar, bunu desem inanır mısınız? Çünkü çok güzel geçti. Mesela ilk aklınıza ne geliyor çocukluğunuzla ilgili? Şöyle söyleyeyim, bizde o zamanlar dokuztaş vardı şimdi bilgisayardan başka oyun yok. Bir ip gererdik, voleybol oynardık. İp atlardık, iki kişi çevirir, bir oradan bir buradan tutardık. Bizim çocukluğumuzda biz bunları yaşadık. Şimdiki nesil bunları bilmiyor bile. Mesela ben çocukluğumda Kuzguncuk’ta denize girerdim. İnsanlar ora-

Ben biraz cesaretli bir insandım. Bu iskeleye (Kuzguncuk İskelesi) vapur yanaşırdı. Mayomun üstüne, böyle boynumda askılı bir şey giyip, o zamanlar öyle modaydı, denize giderdim. Ben normal bir şekilde vapura binerdim, kaptan köşküne çıkardım. Düşünün kaptan beni kovalardı, “Kızım insene” diye. “Ya bir şey yapacağım” derdim. Hâlbuki oradan geri kısmına, o kadar da cesaretimiz vardı ki, balıklama denize atlardık. Ve kaptanın da bir düdüğü vardı, hiç unutmuyorum, o düdükle kovalardı bizi. Bazen gidemediğimiz zaman olurdu. Şurada kenarda beklerdik, tanırdık o vapuru. Kaptan da tanırdı bizi. Sonra biz de bir düdük almıştık. O vapuru gördüğümüz zaman, tam iskeleden kalkarken, “Düdük kaptan” diye şaka yapardık. Adam bize “Bir yakalarsam sizi” derdi. Denize bu şekilde evlenmeden önce de, evlendikten sonra da girdim. Evlendikten sonra mı? Epey cesaretliymişsiniz. (gülüşmeler) Yaptım yaptım. Benim kocam dünya iyisi bir insandı. “Ben denize gidiyorum Çetin” derdim, “Tamam anam, hadi güle güle” derdi. Bir bakardım, o da nur içinde yatsın, mekânı cennet olsun inşallah, ‘şimdi bunlar acıkmıştır’ diye ekmekler yapar, bir de böyle büyük şişeye ayran koyar getirirdi. Yalnız bana değil, denizdeki bütün arkadaşlarımıza

89


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ

dağıtırdı. Bana derlerdi ki, “Ya ne iyi bir kocan var.” Ben de, “Susun nazar değdirirsiniz, dilinizi ısırın” derdim. Bir gün bile engellemedi. Ama ben de haddimi bildim. Ben ona hayatım boyunca bir leke ya da bir söz getirtmedim. O kadar dengeliydim ki, zaten cesaret de edemezdi kimse. Epey güzel günler yaşadım ben burada. Hâlâ da yaşıyorum.

Eşinizden çok güzel bahsediyorsunuz. Çok güzel bir hayat yaşadım ben onunla. Beni üzmedi hiç, ben de onu üzmedim. Bir dediğimi ne o iki etti, ne de ben onunkini. Eşim hastayken bile iki-üç günlüğüne denize girip çıkıyordu, tatil yapıyorduk, geliyorduk. 15 sene yaşattım ben onu sevgiyle. Diyalize giriyordu, çıkıyordu. İnanın öldüğü gün, hiç unutmuyorum suratıma dokundu, “Hayatta hiç sıkıntı yaşama inşallah” dedi bana. Dedim “Sen iyileş, ben sıkıntı da yaşasam katlanırım.” Sonra hastalığına teşhis kondu, bilmem ne ameliyat da oldu, ama sonra kaybettik. Ben her sene kocamın mevlidini yaparım evde. Çocuklarıma da söyledim, “Bakın ben yaşadığım sürece, ölene kadar bunu yaparım, siz de yapın” diyorum. Onlar ben öldükten sonra yaparlar mı yapmazlar mı onu bilemem. Keşke sürdürülse, bir insanın hatırlanması çok güzel. Yemin ediyorum, zamanı geldiğinde onu yaptıktan sonra rahatlıyorum. Çünkü iyi bir babaydı, iyi bir kocaydı, iyi bir insandı. Bunları benim ona yapmam gayet doğal. Vazifem bu benim.

Dini vecibelerinizi yaparken havraya mı giderdiniz, yoksa evde mi yapardınız? Şimdi bak yavrum, gülmeyin sakın bana, benim rahmetli anneciğim Rum’du. Rahmetli babam Musevi’ydi, yani ben melezim. Ayrıca Müslüman biriyle evlendim. Üç dini de biliyorum yani. Ama bana desen ki, hangisini tatbik ettin? Bir tek Müslümanlığı bilirim, yani o dine dönmedim ama dini vecibelerinin hepsini bilirim. Kocamla evli olduğum sürece ne gerekiyorsa hepsini yapmışımdır. “Oruç tutacak mısın Çetincim”, “Yıkanacak mısın” diye sorar her şeyini hazırlardım. Abdest almayı öğrendim. Bir mevlide giderim tanıdığımsa, gidemezsem iki elimi açar dua ederim buradan. Allah’a son derece inancım vardır çocuklar, her dine de saygım vardır. Bana derlerdi ki “Sen ne biçim bir insansın, Musevi misin, Rum musun, Müslüman mısın?”. “Ben Allah’ın bir kuluyum” diyordum, bir de Türk vatandaşıyım, herkese saygı duyuyorum. Herkesin inancı ayrı yavrum. Ama herkes benim gibi değil. Ben çok gerçekçiyim seni de kandırmayacağım. Ben yataktan kalkıyorum, “Bismillahirrahmanirrahim, sen Allah’ım beni koru” diyorum. Yatarken aynı şekilde, banyo yapar-

90


KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ

yaptığında onların da kulağını çekme hakkı olurmuş. Bugün ise bir çocuğa ailesinden başka kimse karışamıyor.

ken aynı şekilde, sokağa çıkarken, eve girerken hep besmeleyle giriyorum, besmeleyle çıkıyorum. Ve de inan, “Allah’ım ben sana kendimi emanet ediyorum, sen beni bundan beter etme, hamdolsun çok şükür bugünüme” diyorum. Ezan okunduğu zaman kendi bildiğim kadarıyla, “Allah’ım sen bana bunu nasip et” derim, ama o duaları filan hiç bilmiyorum, kendiminkini de bilmiyorum, anneminkini de bilmiyorum. Hiçbirini bilmiyorum. Biraz ateist miyim neyim tövbeler olsun (gülüşmeler). Ben kendimi methetmeyeyim ama kalbim çok iyidir. Karşıdan biri bazen para ister, bir yere gidecektir, kimse vermez, Serdar’a seslenirim, “Serdar para mı istiyor, bir yere mi gidecek Serdar, ver” derim. “Verdim abla yetmiyor” deyince, “Bunu da benden ver” derim. Mümkün olduğu kadar yardım ederim. Yalnız sağlam olup da çalışmayana vermem. Ama hasta olup da ayağı rahatsızsa, gerçekten hissediyorsam ki onun ihtiyacı var, ona veririm. Geçenlerde baktım, bir adam var tekerlekli sandalyede, ayakları nasıl hasta biliyor musunuz çocuklar, yara bere içinde. Derhal, hiç şey yapmadan verdim. Allah da dedim acil şifalar versin. Hastalığa da çok önem veririm, çok da üzülürüm. Kendim de hastayım, başkasının hastalığına da çok üzülürüm. Eskiden bir çocuğu sokaktaki herkes büyütürmüş, onun yetişmesinde bakkalın kasabın da etkisi olurmuş. Ya da bir fenalık yaramazlık

Şimdi hayatım bak sana şu kadarını söyleyeyim, güzel komşular, çocuk yaramazlık yaptı mı onu ikaz ederlerdi. “Oğlum niye böyle yapıyorsun, yapma oğlum” derlerdi. İcabında karnı açsa yemek de verirlerdi. Mesela çoğu evlerimizin kapıları açıktı, bizde hiç kilit olayı olmadı, inanın buna. Biz hırsızlığın ne olduğunu bilmiyorduk. Eskiden kapılarda ip vardı. İpi geçer girerdiniz. Herkesin kapısı açıktı. Mesela gidersin, “Lütfiye Teyze bir bardak su verir misin?”, “Geç kızım iç” derdi. Ya da herhangi bir komşumuzun çocuğu, bakarsın, misal “Karnın aç mı oğlum” dersin, bir ekmeğin arasına bir şey koyar verirsin. Böyle de dostluklarımız oldu. Aile toplantılarınız, özel günleriniz, kendinize has yemekleriniz var mı, hâlâ devam ediyor mu? Gayrimüslimlerde var. Onların belli bayramları var, duymuşsunuzdur mesela bir hafta mesela ekmek yemezler, Hamursuz yerler. Hamursuz yedikleri zaman özel yemekler yapılır. Ama normal zaman ekmeklerini yerler.

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

erikle yaparlar, harika olur.* Bildiğiniz ekşi erik. Kefal balığını da yumurtalı limonlu yaparlar. Birkaç tane değişik yemekleri vardır. Benim şimdi tanıdıklarım var, eğer gelincik balığı varsa bana getirirler, ben onu pişiririm, çocuklarım da yerler. Ben bunu ailemden gördüğüm için yapıyorum. Tabi şimdi herkesin ağız tadı başka, ben annemden gördüm, benim o ağız tadım var. Hâlâ görüştüğünüz arkadaşlarınız var mı? Var. Mesela sağlık ocağının arkasında çok şeker bir arkadaşım var, dünya iyisi biri. Hep görüşürüz onunla. Sağlık ocağından çıkarım, o “Canım hoş geldin” der, kahvaltı hazırlar. Kan verdiğim için aç gidiyorum, orada kahvaltımı ederim, bazen de o bana gelir. Çocukluk arkadaşımdır. Sağlık ocağının arkasında böyle süslü bir ev, çiçekler asılı. Kuzguncuk’un, rahmetli oldu, meşhur Lakerdacısı Cakito vardı. Hani bilirsiniz, Lakerda tuzlu balık, kırmızı soğanla böyle küçücük tezgâhları olurdu, ışıklı. Cakito, Lakerdayı dilim dilim keser, kırmızı soğanla birlikte tartıyla satardı. Cak’a Cakito derdik. Bizler sevdiğimiz kişilere ilaveler ko-

Mutfak kültürünüzden bahsedebilir misiniz? Mutfağımızda her şey var, yalnız bir tek şey ayrıdır, et özel bir kasaptan alınır. Yoksa bildiğiniz fasulye, pırasa, lahana, bunların hepsini yersiniz. Ama et belirli yerlerde, mesela bir tane Kuledibi’nde vardır, Kadıköy’de vardır, oradan alınır. ‘Koşer’ derler onlar. Bir de Hamursuz bayramında kek için hamursuz unu vardır. Ondan yaparlar. Bu bir hafta sürelidir. Ama diğer zamanlar, salatası, balığı, ne aklınıza geliyorsa her şeyi bildiğiniz gibidir. Tabii herkesin değişik yemek tarifleri var. Duymuşsunuzdur belki, Musevilerin meşhur bir balığı vardır, gelincik balığı, kaygan olur. Bu balığı 91


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ

yarız. Sibel’sin mesela Sibelciğim olursun, Vikiciğim olursun, o şekilde. Bazen gelirdi, sesi de çok güzeldi. Yemek yedirirdik ona, çünkü biz altlı üstlü otururduk onunla. “Hadi Cakito” derdim, “Bir gazel at da dinleyelim.” Bir gazel atardı, çok güzel sesi vardı. Ve bu adam çok zengin

konuşmuyor. Ama Allah’ıma binlerce şükür, mecbur kalmadıkça kimseyi kırmak istemiyorum. Ama bamtelime basarlarsa bir iki laf söyleyebiliyorum, ama o da ender. Çünkü ben her zaman diyorum, ben kimseye dokunmayayım kimse de bana dokunmasın. Güzellikten başka, iyilikten başka ne var ki bu dünyada, bir tek tatlı söz kalıyor. Bu arada, pencerenizden Kuzguncuk İskelesi’ni ve hemen yanında Can Yücel’in ziyaretleriyle meşhur kafeyi görüyoruz. Kendisiyle tanışıyor muydunuz?

Kuzguncuk’un meşhur lakerdacısı Cakito

bir adam değildi, kediye köpeğe son derece düşkündü. Kaşar peyniri alır, kendi yemez, kedilere köpeklere yedirirdi, böyle de bir adamdı. Avram’ı bilirsiniz, o da burada. Yani birkaç tane Ermeni, birkaç tane Musevi kaldı. 10-12’yi geçmez burada kalan. Bir arkadaşım var, çocukluk arkadaşım. Evlendi, Kurtuluş’a gitti, şimdi bir gidersiniz oraya, ne güzel ev, hemen size “Otur bir kahve yapayım” der. Böyle de samimiler yani. Eski komşuluk devam ediyor, çok da seviliyorlar. Severler çok ikramı. Mesela vişne likörü, ondan ikram eder yanına bir kahve getirir. Yani güzel dostluklar devam ediyor burada kalanların arasında. Ama ben inşallah bu dostluğu yalnız kendi grubumla değil, tüm Müslüman arkadaşlarla yaşıyorum, 7’den 70’e. Viktorya Hanım, sizin güzelliğiniz, iyi kalpliliğiniz insanları da etkiliyor. Ay sağ olasın, kalmadı be yavrum, güzeldim. Gerçekten güzeldim ama tabii ki artık kalmadı, aynalar yalan

92

Tabii tanırım, kızını da karısını da. Fıstıkağacı’na çıkarken Can Yücel’in çok güzel bir evi vardı. Bir kızı vardı, Su Yücel. Biz onunla da çok yüzdük, Can Baba’yla da çok yüzdük. Burada, bu Mavili’nin yanında bizim çok güzel şeylerimiz oldu. Güler Abla, kulakları çınlasın, bizler orada resmen bir aile gibiydik. Can Baba, biliyorsunuz kalın sesi (taklit ederek) bwa bwa bwa filan.. Bir de o biraz da rahat konuşan bir insandı, pek çekinmezdi. Biz de onu çok severdik. Çocuklarım daha küçüktü. “Bana bakın” dedi, “Evlendiğiniz zaman sizden zengin bir kadın alın ki yaşayasınız.” “Can Baba sen öyle mi yaptın?” dedim, “Yok ya yapmadım, keşke yapsaydım”, dedi. Yani esprisi olan, kalın tok sesli, ama düzgün bir insandı. Çok güzel şiirleri vardır. Sohbetimizin sonuna geliyoruz ama dikkatimizi çeken bir şey var, bahsetmeden geçemeyeceğiz. Ko-

Kuzguncuk’ta Can Yücel’in müdavimi olduğu kafe

nuşmanız çok güzel bir Türkçe, hiç pürüz yok maşallah (gülüşmeler) Güzel değil mi? Sokağa çıksam, beni tanımayan kişiye Viktorya, Viki değil de Ayşe’yim desem, hiç kimse anlamaz benim Musevi olduğumu. Ama bu yalnız bende çocuklar, dikkat edin. Leman Hocam vardı, nur içinde yatsın. O da bana öyle derdi. “Ya bu kadar kişisiniz, biriniz Viktorya gibi konuşamıyorsunuz” derdi. Türkçem hep pekiyiydi. Benim bir halamın kızı vardır, çok da severim. Babası Müslümandı onun da, benim halamla evliydi, onun bile hafif kayıyor şivesi. Mesela sağlık ocağının orada oturan arkadaşımın Musevi olduğunu hemen anlarsınız. Çok muntazam konuşanlar da var. Ama ben güzel konuşuyorum, bunu çok iyi biliyorum.

Dipnot *

E.N.: ‘Gaya kon avramila’ ismiyle anılan bu yemeğin Museviler için özel bir önemi vardır.


KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

93



KİBAR ENDİŞELER ÇAĞI

Ayşe SEVİM Şair, Yazar

İnsan “biz” kavramıyla “ben” kavramı arasındaki dengeyi yitirdiği için samimiyeti kaybetti. Dış görünüşü gıcır gıcır fakat ruhu paslı insanoğulları olarak yaşamaya çalışıyoruz. Savaşları, işkenceleri, doğanın uğradığı yıkımı doğrudan “beni” tehdit etmediği için umursamıyoruz. Samimiyetle üzülmüyoruz. Kibarca endişeleniyoruz.


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

KİBAR ENDİŞELER ÇAĞI /Ayşe SEVİM

Çocukken annemle trene bindiğimiz zamanları hatırlıyorum. Tren düdüğünü, insanların koltuklara yerleşmesini, kadınların hazırladığı yolluk poşetlerini... Ufak sarı renkli poğaçalar, şişelere doldurulmuş ev yapımı ayranlar, un kurabiyeleri, elmalar, mandalinalar… Yolculuğun ilk saatlerinin ardından huysuzlanmaya başlayan çocuklar için bu poşetler yavaş yavaş açılırdı. Anneler kendi çocuklarına yiyecek bir şeyler verirken muhakkak karşı koltukta oturan yabancı çocuklara da bu yiyeceklerden ikram ederlerdi. Bu farklı yaşlardaki, farklı kilolardaki, farklı boylardaki kadınların hiçbiri bize yiyecek uzatırken “Alır mısın” diye sormazdı. Hepsi söz birliği etmişçesine “Al bakalım, al al öyle bir tane alma heh çok al” derlerdi. Biz de minik ellerimizi özgürce poşetlere sokup çıkarırdık. O uzun seyahatlerde kimse “ya yiyeceğim biterse” diye düşünmezdi. Bir kadının getirdiği yiyecekler bitse başka bir kadın çantasından çıkardığı poşet devreye girerdi. Futbol maçında sakatlanan oyuncuların yerine kenarda bekleyen oyuncuların dâhil edilmesi gibi sürekli yeni yiyecek torbaları ortaya çıkardı. Bu torbalar hışırdarken kadınlar da kendi aralarında sohbeti koyulaştırırlardı. Nereye gidecekler, kaç çocukları var, kaç yıllık evliler, hastaları var mı, dertleri var mı ortaya çıkardı. Bu sohbetlerde istisnasız olarak “Allah’a çok şükür, halimize bin şükür, Allah beterinden saklasın” cümleleri geçerdi. Biz annelerimizin yumuşacık dizlerinde uyuyakaldığımızda bu şükür cümleleri hayali battaniyeler gibi üzerimize serilirdi. Şimdi tren vagonlarında o kadınlara rastlayamıyoruz. İnsanların dalgın yüzleriyle tıka basa dolu her yer. Tıbbın tespit edemediği huzursuzluk mikropları vücudumuzu sarmış gibi. İnsanlar aynaya bakınca samimiyetini kaybetmiş yüzlerle karşılaşıyorlar. Samimiyet eksikliği hepimizi hırpalıyor. İş hayatında, akrabalık ilişkilerinde, arkadaşlıklarda, eşyalarla kurdu96


KİBAR ENDİŞELER ÇAĞI /Ayşe SEVİM

ğumuz ilişkilerde metalik bir tat var. Çoğumuz kibarlığın samimiyetin yerini tutacağını düşünüyoruz. Hâlbuki kibarlık cetvelle çizilmiş bir resme benziyor. Şartı şurtu bol olan, duyguları yansıtamayan bir resim ruha lezzet verir mi? Samimiyet ise bunun tam tersidir. Yine de 2000’li yıllarda çoğumuz samimiyet yerine kibarlık şıkkını tercih ediyoruz. Komşularımıza karşı hemen hepimiz kibar davranıyoruz mesela… Karşılaştığımızda “merhaba” deyip, ezberlenmiş bir gülümsemeyi yüzümüze yerleştiriyoruz. Bu ilişki çocukken yaşadığımız komşuluk ilişkisinden oldukça farklı… Hâlbuki bundan 25-30 yıl önce bambaşka bir tat vardı mahallelerde. Benim çocukluğumda biz sadece annemin ve babamın bize verdiği terbiyeyle yetinmiyorduk. Bizim ahlakımızdan bir şekilde tüm mahalle sorumluydu. Haytalık yaptığımızda sokağımızdaki her büyüğün kulağımızı çekme hakkı vardı. Öyle şakacıktan değil, basbayağı çekilirdi kulağımız. Bize her ihtiyar “Gel evladım şu paketleri evime kadar taşı” diyebiliyordu. Biz sadece kendi soframıza değil her sofraya bakkaldan ekmek almak zorundaydık. Oynarken dilimiz damağımıza yapışırsa su içmek için sokağımızdaki herhangi bir kapıya yığılıyorduk. Elimize tutuşturulan üzeri gazete kâğıdıyla kaplı tasları bir o komşuya bir bu komşuya taşıyorduk. Şimdi bunlar puf diye yok oldu. Tüm bunların yerini gülümseyerek söylenen “merhaba” aldı. Bunun sebebi samimiyetimizi kaybetmemizde sanırım. Biz başkalarının çocuğumuzun eğitimine karışmasından rahatsızlık duyuyoruz. Bunu en doğru yöntemi kendimiz bildiğimiz için yapmıyoruz aslında. İnsanların niyetlerinde samimi olmadığına inanıyoruz. Çocuklarımızın toplumdan alacağı ahlak eğitimini komşularımızın gerçekten dert edinmediklerini biliyoruz. Biz de onların çocuklarını dert etmiyoruz.

Kendi samimiyetsizliğimizi tespit ettiğimiz için karşımızdakiler hakkında da bir yargıya varmamız kolay oluyor. Bireysellik, toplumsallığın boğazına bıçak dayayıp aralarındaki dengeyi kendi lehine bozduğundan beri bu böyle… Sadece çocuk eğitiminde mi bu şekilde davranıyoruz? Elbette hayır. Hayat sofrasına konulan her tabakta aynı ekşi tat var maalesef. “Ben”in bitmek bilmeyen arzuları “Biz” kavramını her alanda zedeliyor. Hayat isimli tren yolcuğunda başkasını kendi nefsimize tercih edemiyoruz. Çoğumuz: “Yol uzun bu yolluk sadece bana yeter” diye düşünüyor. Televizyonda reytingi bulutlara çıkan kadın programlarına göz atmanız sözlerimizi teyit etmeniz için kâfi gelecektir. Bir dakika önce bir aile dramına gözyaşı döken kadınlar bir dakika sonra ellerindeki şalları sallayarak şarkı söyleyip göbek atabiliyorlar. Samimi üzüntü böyle mi olur?

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

Bir başkasının sıkıntısını hissetmek böyle bir şey midir? Aynı şeyi akşam haberleri seyrederken de yaşıyoruz. Savaş görüntülerinin ardından internette en çok tıklanan komik videoları seyrediyoruz hepimiz. Haber seyrederken insanların yüzleri kayda alınsa ve bu görüntüler bir psikiyatra gösterilse sonuç ne olurdu sizce? Bir an ağlayan sonra gülen ardından yeniden ağlayan ardından kahkahayı patlatan yüzlere bakan psikiyatr ne derdi? Bir duyguyu iyice hissedemeden başka bir duyguya atlayan oradan bir başkasına zıplayan kurbağalara döndük. Peki aynı psikiyatr akşam haberleri izlenirken yemek yenmesine ne derdi acaba? Çorba içerken öldürülen çocukları izliyoruz farkında mısınız? Yemek masamızı farklı yaşlardaki III. Vlad’larla dolduruyoruz toplum olarak.1 Samimiyet hayali bir mıknatıs tarafından şehirlerin üzerinden çekiliyor. Kimseye güvenemediğimiz, kimsenin derdini çekmek istemediğimiz, kimseden yardım almadığımız için, hissetmeye yeterince vakit ayıramadığımız için -yani samimiyetten uzaklaştığımız için- yoruluyoruz. “Samimiyet”in sokağına girmeyi hiçbirimiz istemiyor. Bunun önemli bir

97


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

KİBAR ENDİŞELER ÇAĞI /Ayşe SEVİM

sebebi de samimiyetin laubalilikle karıştırılması. “Samimi olmak” insanların aralarında gizli saklı şeylerin olmaması, insanların birbirlerinin her kararına karışması, ne yediğini ne içtiğini dahi bilmesi gibi vıcık vıcık bir ilişkiyle karıştırılıyor. Mahremimizi camdan silkelediğimiz bir sofra bezi gibi döküp saçmamız samimiyet zannediliyor. Ahmet Haşim Kelimelerin Hayatı isimli denemesinde şöyle der: “Hiçbir şey lisan kadar bir ağaca benzer değildir. Lisanlar -tıpkı ağaçlar gibi- mevsim mevsim rengini kaybeden ölü yapraklarım dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir. Edebî bir metni okuyorken, daha düne kadar canlı bir manası olan “melek” kelimesinin, bugün tamamen canlılığı tükenmiş, renksiz ve şekilsiz bir söz hâline geldiğini hissettim. Bu kelime şimdi Türkçede soğuk bir cesetten başka bir şey değildir.” Haşim’in bu tespitini samimiyet kelimesi için de kullanabiliriz. Samimiyet sözcüğü bu gün vakur duruşunu kaybetmiş yapış yapış bir bedene sahip olmuş durumda. Günümüzde ilişkilerdeki kuralsızlığı samimiyet zannediyoruz. Eğer samimiyet böyle bir şey olsaydı toplum olarak samimiyet sınavından geçmiş olurduk. Sosyal medya sayesinde hayatlarımız incik boncuk satan seyyar satıcıların tezgâhları gibi ortada. Herkes sevdiklerimizi, yediklerimizi, giydiklerimizi, çocuklarımızı, seyahatlerimizi, burçlarımızı vs. biliyor. Bu tezgâhta insanların önlerine serdiğimiz hayatlarımıza herkes dokunuyor, anılarımızı karıştırıyor. Hakkımızda ahkâm kesebiliyor. Hâl ve sözü arasında fark olmayışıdır. Mahremini kimseye açmamaktır. Her halükarda doğrunun yanında bulunmaktır. Bu tanımdan yola çıkarak yeniden sosyal medyaya bakarsak samimiyetsizliğimizin resmini de görebiliriz ne yazık ki… Sosyal medyada hayatımızı başkalarına göstermek samimi olmak hayatını panoya asmak demek değildir. Kişinin özüenin yanında hepimiz ahlaktan doğruluktan gerçek 98

insan olmaktan dem vuruyoruz. Ne yazık ki aynı ahlakı gerçek hayatta yansıtamıyoruz. Sosyal medyadaki bunca yiğit gerçek hayatta güneşte eriyen buz parçalarına dönüşüyor. Toplumsal ilişkilerdeki samimiyet hayata yumuşaklık katar. Yaşamın ağır yükünü bizim üzerimizden alıp minicik parçalara bölerek toplumdaki herkese paylaştırır. Eski İstanbul’daki samimi havayı anlatan en güzel kalemlerden biri Ahmet Yüksel Özemre’dir. Ahmet Yüksel Özemre’yi ilk okuduğum zamanları hatırlıyorum. Alt dudağımı ısırıp keçeli kalemle cümlelerin altlarını çizerek kendi zamanımdan onun zamanına ışınlanmıştım. Üsküdarlı kadınları, esnafın güzelliğini, insanların selamlaşma şekillerini yanı başıma oturup sanki anlatmıştı. Yazarın hayali sesi kulağımda dolaşıp durmuştu. Kitaplarında anlatılan dünyadan o kadar etkilenmiştim ki Üsküdar’da oturan çok sevdiğim bir arkadaşıma “Üsküdarlı kadınlar”ın anlatıldığı kısmı el yazımla yazıp vermeye karar vermiştim. Neden yapmıştım bunu? Arkadaşıma bu kitabı satın da alabilirdim. Fakat ona “samimi” bir şey vermek istiyordum. Bir şeye kendinden dökebildiğin zaman samimiyet doğuyor sanırım. Bu bir el yazısı da olsa böyle… Samimiyeti görünmez bir enjektörle damarlarımızdan çekip alan şey nedir sorusuna genelde insanlar şöyle cevap veriyorlar: “Teknoloji yüzünden birbirimize olan ihtiyacımız azaldı, bu sebeple bireysel insanlara dönüştük. Toplumsal samimiyetimizi kaybettik.” Bu yargı bir yere kadar doğru. Sadece bir yere kadar. Özemre’nin bahsettiği kadınlar günümüzde yaşasalardı da

hayatlarında çok fazla bir değişiklik olmazdı bence. Bu cıvıltılı teyzeler asansörde karşılaştıklarında birbirlerine söyleyecekleri kuru bir “merhaba”yla yetinmezlerdi. Dünyada teknolojiyi hayatlarından çıkararak “samimi bir yaşamı yakalamak isteyen” kimi guruplar var. Bu grupların elektrik dahi kullanmamalarına rağmen bahsedilen samimiyeti yakalayamadıkları ise ortada. Suçun teknolojide değil insanda olduğunu kabul etmemiz lazım. İnsan “biz” kavramıyla “ben” kavramı arasındaki dengeyi yitirdiği için samimiyeti kaybetti. Dış görünüşü gıcır gıcır fakat ruhu paslı insanoğulları olarak yaşamaya çalışıyoruz. Savaşları, işkenceleri, doğanın uğradığı yıkımı doğrudan “beni” tehdit etmediği için umursamıyoruz. Samimiyetle üzülmüyoruz. Kibarca endişeleniyoruz.

Dipnot 1

Kont Vlad Drakula, Drakula karakteridir. Etnik kökeni Macar olup, Transilvanya’da yaşamaktadır. Ulah prens III. Vlad’dan esinlenerek yaratılmıştır. III. Vlad yemek yerken insanlara işkence edilmesini seyretmesiyle de meşhurdur.)


KİBAR ENDİŞELER ÇAĞI /Ayşe SEVİM

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

99



BEKİR SITKI ERDOĞAN’IN ŞİİR DÜNYASI Mehmet Nuri YARDIM Araştırmacı, Yazar

Kendisi de şiirimizin ulu çınarlarından biri olan Bekir Sıtkı Erdoğan, gençlerin ve şairlerin eski ve yeni ustalarla mutlaka temas kurmaları gerektiğini söylüyordu. Ona göre eskiyi bilmeyen yeniyi de ifade edemezdi. Bundan dolayı gençlere hep yol gösteren, onlara el veren ve herkese şiiri sevdiren üstat, büyük şairlerimizin okunması gerektiğini söylüyordu.

k, a c a n a k ; ş ı m n a k e r e ! l k ş a ü c d a r n e la el s u d e z p ı n â ya u , k n Sevd ş û a n c u e b m i k e n c i ü ç n an y e n i He r g ün d en k !.. k l ı a s c a a n n a e s y , t m e b ü b l e ü Gön m , p ü t ü t a r s ı m Mıs ra


BEKİR SITKI ERDOĞAN’IN ŞİİR DÜNYASI/Mehmet Nuri YARDIM

Cumhuriyet devri Türk edebiyatının önemli şairlerinden Bekir Sıtkı Erdoğan 24 Ağustos 2014 tarihinde vefat etti. Erdoğan “Kışlada Bahar” ve “Hancı” şiirleriyle tanınıyor. Hatta denilebilir ki bu şiirlerin şöhreti şairini de aşmıştır. Besteleri, filmleri yapılmıştır. Şairin hepimizin yüreğini tutuşturan “Gurbetten gelmişim yorgunum hancı / Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş / Aman karanlığı görmesin gözüm / Otur başucuma sor yavaş yavaş” mısralarıyla başlayan ünlü “Hancı” şiirini unutmak mümkün mü? Hangimiz askerliğini hatırladığında “Kışlada Bahar” şiirini anmaz. Mehmetçiklerimizin en çok okuduğu ve sevdiği bu şiir dudaklarının ucuna her zaman gelmiyor mu: “Kara gözlüm, efkârlanma gül gayri! / İbibikler, öter ötmez ordayım. / Mektubunda diyorsun ki: ‘Gel gayrı!’/ Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım.” Peki Bekir Sıtkı Erdoğan sadece bu iki şiirden mi ibarettir? Elbette hayır. Bizde bazı şairler, bir veya iki şiirleriyle tanınır ve onlarla anılırlar. Ama gerçekte o sanatkârların çok başarılı başka şiirleri de vardır. Bütün mesele şairlerin şiir külliyatını bir bütün olarak okumak ve değerlendirmek. Şiire Adanmış Bir Ömür Bekir Sıtkı Erdoğan, 8 Aralık 1926 tarihinde Konya Karaman’da doğdu. Karaman Gazi İlkokulu, Kuleli Askerî Lisesi (1946), Kara Harb Okulu (1948) mezunudur. Çeşitli şehirlerde kıta subaylığı yaptı (1948-59). Ankara’da görevli olduğu yıllarda (1953-57) Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni bitirdi. İstanbul Heybeliada Deniz Lisesi’nde albay rütbesiyle edebiyat öğretmenliğine başladı. Deniz Harp Okulu, Deniz Lisesi, Deniz Astsubay Okulu, Kadıköy Özel Marmara Koleji ve Moran Lisesi’nde Türkçe-edebiyat öğretmenliği yaparak1979 yılında emekli oldu. Emekli olduktan sonra Özel Alman Lisesi’nde on iki yıl daha öğretmenlik yaptı. Büyük bölümü aruz ve hece ölçüsüy102

y ri!

ga a gül

anm l r â k m, ef ü yım. l z a ö d g r o ez ay rı!’ a ra g m t l ö e öter i: ‘G k , r m. n ı e y l u s a k r i d b o i İb az or a diy d m t n u u t b u tutar Mekt k a kaym r e l t Sü

K

le yazdığı şiirlerinde divan ve halk şiiri formlarını kullandı. Serbest ölçüsü ile de ürünler veren Erdoğan’ın şiirleri Çınaraltı, Şadırvan, İstanbul, Türk Yurdu, Kubealltı Akademi Mecmuası, Hisar, Çağrı, Türk Yurdu, Yüzakı, Milli Kültür ve Türk Edebiyatı dergilerinde yer aldı. 50. Yıl Marşı yarışmasını kazandığı şiirini Necil Kâzım Akses besteledi. Bestelenen şiirleri arasında “Kışlada Bahar’ da vardır. Bekir Sıtkı Erdoğan’ın hat sanatına da büyük merakı olup bu vadide pek çok çalışması bulunuyor. 2000 yılında Fırat Üniversitesi tarafından kendisine fahri doktorluk unvanı verildi. Hakkında pek çok araştırma ve inceleme yapılan Bekir Sıtkı Erdoğan’ın yayınlanmış iki kitabı bulunuyor. Bunlar da, Bir Yağmur Başladı (1949) ve Dostlar Başına (1965)’dır. Çok titiz olan şairin Sabır Sarmaşıkları (rubailer), Gönüller Kavşağı ve Kaybolmayan İzler (Elif Divanı) isimli şiir dosyaları henüz basılmadı. Bekir Sıtkı Erdoğan’ın şiiri hakkında edebiyat tarihçileri ve otoritelerinin değerli gö-

rüşleri vardır. Onlardan biri de hocam Mehmet Kaplan’ındır. Kaplan’ın Şiir Tahlilleri’ndeki değerlendirmesi şöyledir: “Binbirinci Gece gerek şekil, gerek muhteva bakımından Halk şiirinin bir devamı gibi gözükmekle beraber, alelade bir taklit değil, yeni ve okuyucuda güzellik duygusu uyandıran bir şiirdir. Şair vezin, kafiye ve durakları, geleneği bozmadan orijinal bir şekilde kullanmasını biliyor.

Bekir Sıtkı Erdoğan

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ


BEKİR SITKI ERDOĞAN’IN ŞİİR DÜNYASI/Mehmet Nuri YARDIM

Öyle sanıyorum ki, bize bu şiiri güzel gösteren âmillerden biri tanıdık bir sesin değişik bir şarkı söylemesidir. Divan şairleri gibi Halk şairleri de yüzyıllar boyunca muayyen bir vezin, şekil ve duygu kadrosunu işleyerek kendilerine has bir mükemmeliyette ulaşmışlardır. İşte Bekir Sıtkı Erdoğan bu şiirinde gelenekle mükemmel hale gelmiş unsurları kullanarak yeni bir eser vücuda getiriyor.” (Şiir Tahlileri 2- Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, Mehmet Kaplan, 3. Baskı Kasım 1980, Dergâh Yayınları, s. 336) Aslında Bekir Sıtkı Erdoğan biraz da bilinmeyen büyük şiirlerin şairidir. Bir kuyumcu titizliğiyle tasarladığı, bir kanaviçe gibi işlediği son yıllardaki şiirleri ve bilhassa rubaileri onu ölümsüz şairler kervanına şimdiden katmıştır bile. Erdoğan, “Mahzendeki iç bölmede loş bir in var / Her gölgede binbir cadı, binbir cin var… / Tâ dipte, zaman ermeyecek bir köşede / Bir bukle saçın, bir de minik resmin var.” gibi güzel mısraların sahibidir. Bekir Sıtkı Erdoğan, gerek sohbetlerinde, gerekse kendisiyle yapılan röportajlarda sorulara verdiği cevaplarda, şiir anlayışını çok açık ve net bir biçimde ifade etmiştir. Meselâ, “Şiir, insanlara dağları değil ama çağları aşıran önemli bir sanat dalıdır. Şiir

milli zevkin bir parçasıdır.” der. Şairimize yaptığım sık ziyaretlerden birinde şiir eğitimi meselesini konuşmuştuk. Hoca, bilhassa aruzun gençlere öğretilmesi gerektiğini söylemiş ve şöyle devam etmişti: “Şiirin mânâsına uyan kafiye şiiri büyüler. Aruzun tadına varanlar, bir daha bu vezni bırakamazlar.” Son yıllarda yazdığı ve “Sabır sarmaşıkları” adını verdiği rubaileri telefonla bana okurdu. Daha sonra Kubbealtı Akademi Mecmuası’nda yayınladığım bu dörtlükler, aslında şairimizin gönül coğrafyasını göstermeye yeterdi. Bir bakıma bir duygu harmanı içinde kalırdım bu mısraları duydukça. Çünkü Hoca gelenekle modern söyleyişi bu kısa şiirlerinde birleştiriyordu. Meselâ “Gönülden Gönüle” şiiriyle bizi şöyle mükâfatlandırıyordu: “Her aşkı sarar mazi bir başka tüle / Sönmez bu ateş öyle gömülmekle küle! / Her gün yeni baştan eşilip tazelenir / Taş haşre kadar sürer gönülden gönüle.” Düşünen ve Düşündüren Sanatkâr Hem şiir dünyamızın hem de gönül dünyamızın seçkin siması olan Erdoğan, dörtlüklerinde düşünmeyi ve düşündürmeyi seviyordu. Meselâ

Mehmet Nuri Yardım, Bekir Sıtkı Erdoğan ile

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

“Mezat Pazarı” da bu tarz rubailerinden biriydi: “Gönlüm Pazar olmuş sana, gel kâra buyur / Gel, mihnete gel, derde gel, efkâra buyur!... / Diller dökerek yetmedi takrire dilimi, / Lutfeyle sükutumdaki ikrâra buyur!” Yıllar önce kendisiyle yaptığım bir röportajda, şiirinde tasavvufî ve tefekkürî unsurların ağır bastığını söylemiş ve bazı örnekler vermiştim. Kabul etmiş ve şöyle demişti: “Tabiî doğrudur. Bakın şu bitkilere, çiçeklere... Her sene ölüyor, yeniden diriliyorlar. Bir insanın aklı olduğu, ilmî bulunduğu halde inanmıyorsa çok yazık. Câhil adamın inançsızlığı bir tarafa, âlimin imansızlığı çok büyük bir talihsizlik.” Yine “Bakar Kör” rubaisini hatırlatınca şöyle devam etmişti: “Neler neler dönüyor… Ne dönmüyor ki... Çekirdeğin etrafında elektronlar dönüyor... Güneşin etrafında gezegenler dönüyor... Başka nelerin döndüğünü de bilmiyoruz. Ortalıkta bir şeyler dönüyor, ama anlamıyoruz... Zaman geçiyor, bize verilen cevheri acaba zamanında ve yerinde harcıyor muyuz? Şükrediyor muyuz? Zaten insan şükredip biraz düşünürse İslâm’ın diğer bütün kuralları yavaş yavaş kendiliğinden gelir.” Bekir Sıtkı Erdoğan’ın aşk kavramına bakışı da bize onun farkını gösterir. O “Kutsal Ateş”te dediği gibi beşeri aşk’ı, ilahî aşka dönüştürmenin gayreti içindeydi ve şöyle diyordu: “Sevdâ-zedeler düşlere kanmış; kanacak, / Her gün nice mecnûn uyanıp uslanacak! / Gönlüm, sen asıl kendine yan çünki bu aşk, / Mısra mısra tütüp, müebbet yanacak!..” Erdoğan’ın temel derdi insanoğlunun ezelî ve ebedî dâvâsını kurcalamaktı. “Harabât Ehli” bu tür mısraları içinde barındıyor: “Cânân gelir aklıma hep, cân gider! / Günler geceler permeperişân gider… / Her kim ki düşer böylesi bir fırtınaya, / Vîrân gelir âleme, vîrân gider!..” Şairler ‘aşk’ı çok farklı biçimlerde târif etmişlerdir. Bekir Sıtkı’nın “Aşk Efsanesi” bize onun bu duyguya bakışını gösteriyor: “Leylâ dediler; gön103


İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

BEKİR SITKI ERDOĞAN’IN ŞİİR DÜNYASI/Mehmet Nuri YARDIM

lümü açtım sana ben, / Sevdâ dediler; ömrümü saçtım sana ben… / Beyhûde yanar sonunda Mecnûn’a cihan / Baştan bırakıp kendimi kaçtım sana ben…” Erdoğan, “Büyük Çile”de Mecnun-Leylâ aşkının derinliğine dikkat çeker: “Aşk erleriyiz bizlere mantık ne gerek / Mecnûn’a ha düş, ha böyle çılgın gerçek! / Her gün yeni bir umutla dünyaya gelip / Öldük yeniden her gece Leylâ diyerek!” Erdoğan, yüreğinden akıp gelen, dudaklarından dökülen bütün şiirleri yazdıran biri olduğunu belirtir “Şah-Eser” rubaisinde. Şöyle der: “Nazmımda o şâh oldu her ilhâma perî, / Mısrâ; kalemin sadece kulluk hüneri. / Bir şâheserin kâtibi olmak ne şeref; / Yazdıklarımın hepsi o şâhın eseri...” Bekir Sıtkı zaman zaman ‘naz makamı’na geçer ve “Mecnunlar Sahrası”nda olduğu gibi sitemkâr konuşur: “Biz çölde yetiştik; çile yâr oldu bize / Sermayemizin külleri kâr oldu bize!.. / Tek müjde nasip olmadı hiçbir kuyudan / Biz hep su dedik, yankısı nar oldu bize!..” Mistik Şiire Doğru Nasıl üstat Necip Fazıl Kısakürek’in şiir caddesinde bir dönüşüm yaşanmışsa Bekir Sıtkı Erdoğan’da da sanat dünyasının ilerleyen bölümlerinde yeni temalar görürüz. Tasavvufî ve hikemî anlayışın hâkim olduğu bu şiirlerde dinî motiflere sıkça rastlarız. Meselâ artık dillere destan olan, bütün camilerde ve mevlüt kandillerinde okunan “İhlâs Kasîdesi” onlardan biridir. “Gariplik tuttu boynumdan / Büker Mevlâ’ya Mevlâ’ya... / Gözüm taştıkça göynümden / Döker Mevlâ’ya Mevlâ’ya...” diye başlayan şiir şöyle biter: “Henüz darlaşmadan bollar / Nihâî koş, Hüdâ kollar / Odur tek yön; bütün yollar / Çıkar Mevlâ’ya Mevlâ’ya…” Şairimizin “Acı Salkım” şiirinin ilk kıtasında da dünyanın faniliği vurgulanır ve insanın öte dünyaya hazırlıklı olması gerektiği belirtilir. Altı kıtalık şiirin ilk dört mısraı şöyle: “Vakit yaklaşıyor toparlan ahbap / Yarın bir gün 104

bu meydanda talan var / Nasıl olsa görülecek şu hesap, / Sanma bu dünyada bâkî kalan var!” Yol, yolculuk ve yollar hakkında şairlerin çeşitli şiirleri, filozofların muhtelif düşünceleri vardır. Bekir Sıtkı Erdoğan’a göre ise bakalım “Yollar” ne anlam ifade ediyor: “Bir yol bilirim: Âdeme Havvâ’ya gider, / Bir yol bilirim, gizlice sevdâya gider, / Bir yol ki ömür bahçelerinden geçerek, / Yaşlarla, figanlarla musallâ’ya gider!..” Bekir Sıtkı Erdoğan çocukları da düşünen şairlerimizdendir. Onun özellikle “Bayram Gecesi” şiiri hüzünlü bir ortamı ve babasını bir bayram günü kaybeden on yaşında bir çocuğun yürek sızlanışını anlatır: “Bu gece bayram gecesi: / Her taraf mavi, pembe, mor... / Bu gece bayram gecesi: / İçim içime sığmıyor! / Görünüyor suyun dibi; / Mahalle, komşular, falan… / Her şey bıraktığım gibi, / Babamın öldüğü yalan!” Okuyanı kedere sevk eden şiirde şu mısralar can yakıcıdır: “Her şeyi dizdim şöylece, / Fotinim, elbisem tamam… / Beni affedin bu gece, / Kirpiklerim, uyuyamam.” Şiir Ustalarına Saygı Kendisi de şiirimizin ulu çınarlarından biri olan Bekir Sıtkı Erdoğan, gençlerin ve şairlerin eski ve yeni ustalarla mutlaka temas kurmaları gerektiğini söylüyordu. Ona göre eskiyi bilmeyen yeniyi de ifade edemezdi. Bundan dolayı gençlere hep yol gösteren, onlara el veren ve herkese şiiri sevdiren üstat, büyük şairlerimizin okunması gerektiğini söylüyordu. Başta Karacaoğlan, Yunus Emre, Emrah, Fuzuli, Baki, Nedim, Yahya Kemal, Faruk Nafiz ve Ahmet Muhip Dıranas ilk elde okunması gereken şairler zümresindeydi. Divan edebiyatına sahip çıkan Erdoğan, halk edebiyatımıza da ilgisiz değildi. Bütün şairlere biricik öğüdü şuydu: “Halk edebiyatımız, diliyle duygularıyla bizim öz malımız, sanatımız,

ruhumuz, öz cevherimizdir. Oradan hareket etmeliyiz.” Ölümü şiirine dolayan şairlerimiz arasında Bekir Sıtkı Erdoğan’ın müstesna bir yeri var. “Döner Dolap” şiirinde insanoğlunun kaçınılmaz sonunu veciz biçimde ifade eder: “Ey yolcu değişmez bu devir hırsı bırak! / Bir müddeti var sayıyla dönmekte bu çark… / Okşar da bugün pembe bulutlar başını / Öpmez mi yarın ayaklarından toprak?” Bu yazıyı rahmet dilediğim şairimizin güzel kıtası “Harabât Ehli” ile tamamlamak en iyisi galiba: “Cânân gelir aklıma hep, cân gider! / Günler geceler permeperişân gider… / Her kim ki düşer böylesi bir fırtınaya, / Vîrân gelir âleme, vîrân gider!..”

, sana ben … m ı t ç a gönlüm ü saçtım sana ben ; r e l i d e Leylâ d öm rüm ü ; r e l i d e Sevdâ d


BEKİR SITKI ERDOĞAN’IN ŞİİR DÜNYASI/Mehmet Nuri YARDIM

İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

n…

105


İSTANBUL MEKÂN Galata Mevlevihanesi Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi üzerinde bulunan pek çok tarihi yapıdan biridir Galata Mevlevihanesi. Galipdede Caddesi’nden aşağıya doğru inmeden hemen önce, sol tarafınıza şöyle bir dönüp bakarsanız tarihi cümle kapısı ile sizi nazikçe selamlar ve bahçesine buyur eder. Akıp giden kalabalıkların içinden sıyrılıp da bu davete icabet ederseniz bambaşka bir âlemde bulursunuz kendinizi: Zamanın bugünkü kadar hızlı akmadığı, yavaşlığın ve dinginliğin hâkim olduğu o eski çağlarda.

ve İstanbul’un da ilk mevlevihanesidir. II. Bayezid devrinde, 1491 yılında Afyon Mevlevihanesi Şeyhi Divane Mehmed Dede tarafından kurulmuştur.

Geçmişte “Galata”, “Kulekapısı Mevlevihanesi”, “Galipdede Tekkesi” şeklinde farklı isimlerle anılan mevlevihane, Beyoğlu’ndaki en eski Osmanlı eserlerinden biridir

Adres:

Tarihten bugüne pek çok onarımdan geçen mevlevihane, günümüzde semahane olma özelliğini de korumakla birlikte bir müze olarak ziyaretçilerini ağırlamaktadır.

Şahkulu Mah. Galip Dede Cad. No. 15 Tünel Beyoğlu - İstanbul Telefon: +90 212 245 41 41


İSTANBUL MEKÂN

107




AJANDA İSTANBUL’UN 100 SUFİSİ Ebru Erte Kültür A.Ş. Yayınları İstanbul, 2013 147 sayfa

Osmanlı fetihlerinde öncülük yapan dervişler, İstanbul’un fethinden sonra da tekke ve zaviyeler vasıtasıyla imar ve şenlendirme faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Fetihle birlikte, devletin başkenti olmasının yanında ilim ve kültürün de başkenti olan İstanbul, Osmanlı Devleti’nin temellerindeki manevi harçla yoğrulmuş aşkın, tutkunun ve hasretin merkezi olmuştur. İstanbul’un 100 Sufisi adlı eserde yer verilen şahsiyetler öncelikle pir makamında olanlardır. Tarikat pirlerinin yanında yer verilen ikinci zümre, İstanbul’un önde gelen tekkelerinin kurucu şeyhleri ve 1925 yılındaki son şeyhlerdir. Kitapta yer alan üçüncü ve son zümre ise, eserleriyle İstanbul’un sanat ve edebiyat yaşantısında iz bırakmış dervişlerdir.

İstanbul Mevlevihaneleri, Şeyh Galip, Dede Efendi, Esrar Dede, Tahir Olgun, Rauf Yekta gibi birbirinden değerli müzisyen ve edipleri bünyesinde yetiştirmiş, Mevleviliğin inceliğini ve Mesnevi’nin sırlarını yüzyıllarca yaşatmıştır. Bu tekkelerde dervişler, 1001 günlük çilelerinde yetenekleri doğrultusunda çeşitli sanat alanlarında eğitim almışlardır. Bu eğitim, Mevlevihanelere güzel sanatlar fakültesi işlevini kazandırmıştır. İstanbul mevlevihaneleri, bu eserde etraflıca incelenmekte, Mevlevilik geleneğinin ritüelleri ve gelişim evreleri ortaya çıkışından itibaren anlatılmaktadır.

İSTANBUL MEVLEVİHANELERİ MAWLAVI LODGES OF İSTANBUL Handan Dizdarzade Kültür A.Ş. Yayınları İstanbul, 2010 359 sayfa

VEFATININ 30. SENESİNDE EKREM HAKKI AYVERDİ HATIRASINA OSMANLI MİMARLIK KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMU Yer: İTÜ Taşkışla, 109 Tarih: 22-23 Ekim 2014

Prof. Dr. Semavi Eyice’nin kendisinden “Osmanlı devri Türk mimarisini meçhul olmaktan kurtaran adam” olarak bahsettiği yüksek mimar, koleksiyoner ve önemli bir mütefekkir olan Ekrem Hakkı Ayverdi, Vefatının 30. senesinde “Osmanlı Mimarlık Kültürü Sempozyumu”yla anılacak. İki gün sürecek sempozyum İTÜ ve Kubbealtı Vakfı işbirliğiyle düzenleniyor. İki gün

sürecek sempozyumun ilk günü sunulacak tebliğler arasında; Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Erken Devir Osmanlı Mîmârîsine Dâir Tespitleri, ‘Pek Acâyip Şeyler’: Erken Devir Osmanlı Türbeleri, Hakkı Ayverdi’nin Balkanları ve Sonrası Mîmârî Araştırmaları başlıkları ve ikinci gününde ise; Avrupa ve İran Gelenekleri Arasında Şehir Tasvirleri: Matrakçı Nasuh Ve Çağdaşları,

Osmanlı Câmi ve Türbelerinde Buhur Kullanımı Câmi Avlularından Tâlim Meydanlarına, Ayverdi’nin Ondokuzuncu Yüzyıl İstanbul Haritası Üzerine Düşünceler, Ernst Diez, Türk Sanatı ve Melezlik Meselesi, ,Mimar Sinan Çağında Mîmârî Kültür ve Âdâb Kavramı başlıkları bulunuyor.

TEKZİP Dergimizin 19. sayısında yer alan Prof. Dr. Feridun Emecen’in “İhtişam Çağının Tanığı ve Tarihçisi: Matrakçı Nasuh” başlıklı makalesi içinde yayınlanan minyatürler ve alt yazıları dergimiz tarafından yerleştirilmiştir. Yayında sehven yer alan minyatürler Matrakçı Nasuh’a ait değildir. Düzeltir, özür dileriz.


AJANDA

BÜTÜN YÖNLERİYLE OSMANLI ÂDÂB-I OSMÂNİYYE Erol Özbilgen İz Yayıncılık İstanbul, 2003 790 sayfa

Âdâb, Osmanlı medeniyet ve kültürünün temel kavramlarından biridir. Hakikâtte “usuller, kanun-kurallar, terbiye, yöntem, saygı, sıra , töre, erkân, intizam, inzibat, itaat, zabt-ü rabt,…” gibi anlamların geniş bir hakimiyete sahip olması gerek devlet ve gerekse toplum içinde her türlü ilişkiyi kolayca tanzim edebilen, yarı kutsal bir değer yapmıştır. Temelinde dinî ve siyasî biçimcilik olan, bir baskı sistemi değildir. Yüzyıllar boyunca Âdâb denilen bazı kavram kapsamındakiler de evrimini devam ettirmiş ya da edilmişlerdir. Osmanlı ülkesinde Tanzimatla beraber yenileşme hareketi yazılı temeller üze-

rine oturtulmuş ve yep yeni bir “Âdâb” uygulanacağı ilan edilmişti. Böylece yüzyıllardır devam eden değişimin doğal sürecine müdahele edilmiş oluyordu. Bu sebepler göz önünde bulundurularak kitabın boyutu “Âdâb”ın karakter değiştirdiği Tanzimat Fermanı ile sınırlanmıştır. Kitabın kurgusunda önemli ayrıntılar ve aralarındaki ilişkiler vurgulanarak yapısal doku belirlenmeye çalışılmış. Saray, Ordu-yı Hümâyûn, Donanmâ-yi Hümâyûn gibi süreğen olaylar zaman açısından geniş periyotlar içinde incelenerek “ilmiye, Seyfiye, Kalemiye” tarikleri “Merkez ve Taşra” örgütlenmeleri, Mâliye …gibi

temel sistemler ayrıntılı olarak büyüteç altına alınmıştır. Diğer taraftan Osmanlı dünya görüş ve varoluş mantığını yansıtacak ya da aykırı olmayacak bir üslup kullanılmış. Kitabın konuları çağdaş yorumla ele alınmış ve statüler de özgün bölümler biçiminde ayrıca incelenmiştir. Teknik konular ve psiko-sosyal açıdan önemli ayrıntılara da yer verilmiştir. Osmanlı kimlik ve kişiliğinin niteliklerini çok geniş bir spektrumu görece kısıtlı bir hacme sıkıştıran bu çalışma, çağdaş ölçütlerle değerlendirilen biçim ve düzende bir eserdir.

VEFÂTININ 40. YILINDA NİHAD SÂMİ BANARLI SEMPOZYUMU Yer: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Kurul Odası Tarih: 18 Kasım 2014

Türk dilinin ve edebiyatının üstadlarından, edebiyat tarihçisi, yazar, şair ve edebiyat öğretmeni olan Nihad Sami Banarlı, Vefatının 40. yılında İstanbul Üniversitesi ve Kubbealtı Vakfı’nın işbirliğiyle düzenlenen bir sempozyumla anılacak. Nihad Sâmi Banarlı ve Millî Romantizmin İdrâki, Nihad Sâmi Banarlı’nın Meslekî Hayâtında Şahsiyetinin Rolü, Edebiyat Târihçiliğimiz İçerisinde Resimli Türk Edebiyâtı Târihi’nin Yeri, Yeni Türk Edebiyâtı’nın Meseleleri Karşısında Nihad Sâmi Ba-

narlı, Târih ve Tasavvuf Çalışmalarına Nihad Sâmi Banarlı’nın Bakışı, Nihad Sâmi Banarlı’nın Klasik Türk Edebiyâtına Dâir Dikkatleri, Nihad Sâmi Banarlı’nın Yahyâ Kemal Hakkındaki Faâliyetleri, Nihad Sâmi Banarlı’da İstanbul Kültürü, Zevki ve Estetiği, Nihad Sâmi Banarlı’nın Türkçe Hassâsiyeti ve Türkçeye Dâir Dikkatleri konularının ele alınacağı sempozyumda ayrıca Nihad Sami Banarlı Belgeseli gösterilecek.





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.