İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
SAYI 24 / 2016 BU BİR SÜRELİ YAYINDIR PARA İLE SATILMAZ
YÖNETİM İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi
Ahmet SELAMET
Genel Yayın Yönetmeni
Nevzat KÜTÜK
Yayın Danışma Kurulu
Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA, Prof. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU Yayın Koordinatörü
Fatih YAVAŞ
YAYIN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Nurten ŞAFAK TOPCU Editör
Betül EREN Yayın Kurulu
Müjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Esra ERKAL, Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN, Nurten ŞAFAK TOPCU, Gülsüm SEZGİN, H. Halit ATLI Sanat Yönetmeni
Aydın SÜLEYMANZADE Grafik Tasarım
Nazlı ERÇETİN Fotoğraflar
Kültür A.Ş. Arşivi Kapak Fotoğrafı
IRCICA Kütüphanesi Reklam Koordinatörü
Mustafa YALMAN
Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili) İletişim iletisim@kultursanat.org
YAPIM KÜLTÜR A.Ş. Baskı - Cilt
Seçil Ofset (0212 629 06 15) Renk Ayrımı / CTP
Seçil Ofset
Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur. Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir. Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş. Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri 34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL
İÇİNDEKİLER
KÜTÜPHANE FİKRİ OLMAYAN BİR İLİM VE DÜŞÜNCE DÜNYASI OLUR MU?
İSTANBUL’DA KÜTÜPHANE KURAN HANIM SULTANLAR
Prof. Dr. İsmail KARA
Muhammet AKDAĞ
Söyleşen: Mehmet Ekrem GÖL
KADÎMEN ZÂYİ’ DEĞİLDİR EFENDİM
ÖRNEKLERLE ÇOCUK KÜTÜPHANELERİ Doç. Dr. Ilgım Veryeri ALACA 97
27
Rahşan TEKŞEN
89
TÜRK KÜTÜPHANECİLİĞİNİN AMİRAL GEMİSİ ATATÜRK KİTAPLIĞI 19
TÜRKİYE’DE MODERN TARİHÇİLİĞİN KURUCUSU MEHMED FUAD KÖPRÜLÜ
83
11
Emre ERKORKMAZ
AYASOFYA KÜTÜPHANESİ
İSAM KÜTÜPHANESİ
Erdem YÜCEL
Mustafa Birol ÜLKER 10 5
33
SARAYIN GÖLGESİNDEKİ KÜTÜPHANE: İSTANBUL KİTAPLIĞI
SULTANLARIN KÜTÜPHANELERİ, KÜTÜPHANELERİN SULTANLARI Cengiz AYGÜN
3
41
11
İrfan DAĞDELEN
KİTAPLARIN KORUYUCUSU: “YA KEBİKEÇ”
FATİH’İN KÜTÜPHANECİSİ MOLLA LÜTFİ
Nejla KAYA
Önder KAYA 9
11
49
BİR MUHİBBÂN-I KÜTÜB İSMAİL E. ERÜNSAL
HATIRALARLA İSTANBUL
Söyleşen: Ahmet KARA
Gavsi BAYRAKTAR
JAPON HAMDİ 12 6
53
UNUTULMUŞ BİR KİTAB KOLEKSİYONERİ İSKENDER HOÇİ
İSTANBUL MEKÂN IRCICA Kütüphanesi
Kasım HIZLI 8 12
61
NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR İKİ KİTAP VE KÜTÜPHANE AŞIĞI
AJANDA
Ravza ÇEKİCİ
Hasan Eren ULU
0 13
71
SEYYAHLARIN İZİNDE HAMİDİYE KÜTÜPHÂNESİ
77
SUNUŞ
Kütüphaneler, geçmişten günümüze kitabın kültür ve medeniyet ile olan sağlam ilişkisinin en görünür enstrümanıdır. Fetihten sonra medrese binalarının içinde kurulmaya başlanan kitaplıklar, zaman içinde ayrılıp müstakil yapılar halinde teşekkül etmeye başlamıştır. Böylece şehrin düşünce ve ilim hayatının temel kaynakları olan kitaplar, sadece eğitim sisteminin bir parçası olmaktan çıkmış, zaman içerisinde yabancı seyyahların ve araştırmacıların da ihtiyaç duydukları bilgiye erişmelerine imkân tanımıştır. Kütüphanelerin imarethane, ibadethane, su kaynakları gibi çeşitli alanlarda hizmet sağlayan külliyelerin birer parçası haline gelmesi bu yapıların temel bir ihtiyaç olduklarının da göstergesidir. Yayıncılığın hızla dijitalleştiği çağımızda kütüphanelere eskisi kadar lüzum olmadığı ifadelerine rastlar olduk. Oysaki Dünya üzerinde yüzyıllar boyunca kaynak bulma, bilgi edinme mecrası olarak kullanılan kütüphaneler, bugün aynı işlevlerini devam ettirmekle beraber yakın ilgilere sahip insanların birbirleriyle tanışma imkânı bulduğu, sosyalleştiği, farklı faaliyetlerin de yapıldığı daha fonksiyonel mekânlar haline geldi. Bu açıdan bakıldığında kütüphanelerin artan bir öneme sahip olduklarını söylemek gerekir. Bizler de bu düşünceden hareketle, İstanbulluların hizmetine sunduğumuz kültür merkezlerimize mümkün olduğunca kütüphane kazandırma gayreti içindeyiz. Bu çerçevede, 1453 Dergisi’nin yeni bir yıla İstanbul kütüphaneleri konusunu ele alarak başlamasını önemli buluyorum. Bu sayıda, hem geçmişten günümüze kültürel mirasımızı taşımaya devam eden, hem de yakın geçmişte kurulmuş olmalarına rağmen bugün boşluğu doldurulamayacak görevleri üstlenmiş olan, bu kurumların kurulmasında kıymetli emekleri geçen şahsiyetlere dair makaleler bulacaksınız. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin İstanbul’un kütüphaneleriyle sizleri buluşturduğu bu sayıya katkıda bulunan yazarlara ve yayında emeği geçen mesai arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim.
TAKDİM
Güneşin İstanbul semalarında kendisini daha sık gösterdiği, yollarda erik ağacı çiçeklerinin selama durduğu bir mevsim üzereyiz, bahar kapıda. 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi olarak hem baharın gelişinin hem de yeni yılın ilk sayısını sizlerle buluşturmanın heyecanını hissediyoruz. Senenin ilk dergisinde; İstanbul’un kütüphaneleri ile gerek bizzat kütüphane kurarak, gerekse devam etmesini sağlayarak ya da kitap bağışlayarak bu kurumlara destek olmuş şahsiyetleri ele aldık. Eleştirel bir bakış açısıyla günümüz kütüphaneleri ve kütüphaneciliği hakkında bir makale kaleme alan Prof. Dr. İsmail Kara’nın satırlarıyla başlayan dergimizin sayfalarında; Semaniye Medreseleri, Ayasofya Kütüphanesi, Hamidiye Kütüphanesi, Sultanların ve Hanım sultanların kurdukları kütüphanelerden, şehrimiz için önem arz eden İSAM Kütüphanesi, İstanbul Kitaplığı, IRCICA Kütüphanesi ve Atatürk Kitaplığı hakkında da çeşitli yazılar ve değerlendirmeler bulunuyor. Doç. Dr. Ilgım Veryeri Alaca ise son dönemlerde biçimi ve içeriği hakkında ciddi tartışmaların yapıldığı ‘çocuk kütüphaneleri’ kavramını yabancı örnekler üzerinden anlamamıza imkân sağlayan yazısıyla destek verdi. Kentimiz açısından kütüphaneciliğin yakın geçmişini gözden geçirdiğimizde kitaplara olan sevgileri, ilgi ve alakaları sebebiyle anmadan geçe-
meyeceğimiz isimlerden olan Ali Emiri Efendi’yi ve İsmail Saib Efendi’yi de Ravza Çekici’nin yazısıyla sizlerle buluşturmuş olduk. Fatih’in kütüphanecisi Molla Lütfi’yi ve meşhur kitap koleksiyoneri İskender Hoçi’yi de unutmadık. Bu sayıda, misyonları ve ondan da önemlisi kitaplara olan muhabbetleri sebebiyle devrimizin hafız-ı kütübleri olarak tanımlayabileceğimiz iki kişiyle röportaj yaptık. İlki, Türkiye’nin kütüphanecilik tarihi hakkında derin bilgi sahibi, bir kitap dostu İsmail E. Erünsal. İkincisi, İBB Kütüphaneler ve Müzeler Müdürü Ramazan Minder. Her iki söyleşinin de kütüphaneciliğimizin dününe ve bugüne dair farklı pencereler açacağına inanıyoruz. Son olarak; UNESCO, 2016 senesini, vefatının 50. yılı olması sebebiyle Fuad Köprülü’yü anma yılı olarak ilan etmişti. Biz de dergi olarak Fuad Köprülü’yü Muhammet Akdağ’ın kaleme aldığı bir yazıyla anarak hatırlamak istedik. Ayrıca Köprülü ailesinin bu şehre kazandırdığı en önemli yapılardan olan Divanyolu üzerindeki Köprülü Medresesi içinde yer alan Köprülü Kütüphanesi’nin ahvalini de Rahşan Teşken’in akıcı üslubuyla sunuyoruz. Sizleri ilgiyle okuyacağınızı düşündüğümüz yeni sayımızın sayfalarıyla baş başa bırakmadan önce makaleleri ile katkıda bulunan değerli araştırmacılara teşekkür ederiz.
Kültür A.Ş.
KÜTÜPHANE FİKRİ OLMAYAN BİR İLİM VE DÜŞÜNCE DÜNYASI OLUR MU? Prof. Dr. İsmail KARA Akademisyen
“
Bir üniversite düşünün ki kütüphanesi olmasın! Veya bir kütüphanesi var kimsenin umurunda değil! Acı gerçek şudur ki son yıllarda binaları, maddi şartları hayli iyileştirilmiş Türk üniversitelerinin kahir ekseriyeti kitap ve kütüphane açısından böyledir.
”
Kitap-kütüphane fikri ve bununla alakalı olarak kütüphanelerin bizzat kendileri (kitap türleri, yapıları, iç donanımları, çalışma mekânları ve imkânları, personeli, hizmetleri, tasnifi, hedef kitlesi…) herhalde tek başına ele alınamaz. Bu konu bir ülkenin, bir “ortam”ın, bir iddia ve davanın eğitim sistemiyle, ilim, kültür ve sanat anlayışıyla, üniversitelerinin/ akademi mensuplarının ufku ve kapasitesiyle, kitap kültürü, zevki ve okuma alışkanlığıyla, nihayet bütün bu alanlarla ilgili kişileri/bürokrasisiyle zaruri olarak irtibatlıdır. Birçok alanla iç içe, bitişik yahut yan yana bir mesele. Onlarcasıyla karşılaştığım (kitapsever meslektaşlarımızın binlerce benzeriyle karşılaştığı) bir hikâye anlatarak yazıya başlamak münasip olur sanırım. Hikâye siyasî merkez Ankara’da geçtiği/hâlâ geçmekte olduğu ve “Milli Kütüphane” ile alakalı bulunduğu için temsil gücü yüksek olmalı: 1989 yılının ilk günlerinde o sırada TRT İstanbul Televizyonu müdürü olan sayın Mustafa K. Gerçeker’le görüşmeye gitmiştim. Sebeb-i ziyaretim Mustafa Bey’in ilk Şeriye ve Evkaf vekili, aynı zamanda Millî Mücadele kahramanı, ulemadan Mustafa Fehmi Gerçeker’in torunu ve Diyanet İşleri başkanlarından Tevfik Gerçeker’in oğlu olmasıydı. O yıllarda ilgilendiğim konular itibariyle Cumhuriyet’in ilk yıllarını görmüş-yaşamış hoca ve şeyhlerle, tarikat mensuplarıyla, medreselilerle görüşmek ve kendi meslek ve meşrepleriyle ilgili neler yaşadıklarını, din eğitimini yahut tarikat terbiyesini nasıl sürdürdüklerini, bugünden o zamanları nasıl değerlendirdiklerini öğrenmek, tesbit etmek peşinde idim. Vefat etmiş olanların da hatıralarını, notlarını arıyordum. Mustafa Fehmi Efendi’nin hatıralarının kısmen yayınlanmış olması (Karacabey’den Ankara’ya 181 s.) ilgimi ve ümitlerimi artırmıştı. Belki oğlu Tevfik Bey’in, bir Diyanet reisinin evrakına, notlarına da ulaşabilirdik. Konuşmalarımızdan anlaşıldı ki Mustafa Bey’in bu konularda yeterli bilgisi yok, ilgisi de çok fazla değil. Yalnız önemli bir şey söyledi bana; babasının vefatından sonra Mustafa Fehmi Gerçeker evrakını Millî Kütüphane’ye vermişler. Eski harfli oldukları için bu evrakın ne olduğuna dair tam bir malumata sahip değil fakat babasından duyduğuna göre bu evrak arasında Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin evrakı da varmış, bakanlık 3 Mart 1924’te lağvedilince evrak bunlara intikal etmiş.
IRCICA Kütüphanesi
İzi sürülecek bir işaretti bu benim için… İlk Ankara’ya gidişimde Millî Kütüphane’de bu evrakın peşine düştüm. Önce böyle bir evrak ve kayıt yok dediler. Alışık olduğumuz bir laf bu. Biraz ısrar edince kaydını buldular fakat tasnif edilmediğini söylediler. Bu da tanıdık bir laf. Olsun, ben umumi olarak görsem o da yeter dedim. Bu sefer bin dereden su getirdiler ama ben ısrar edince lütfettiler, bir görevliyi çağırarak beni depolardan birine, evrak çuvallarını veya sandıklarını görmeye gönderdiler. Bilmem kaçıncı kata
indik, dolanarak bilmem kaç nolu deponun önüne vardık. Bu sefer de bir-iki düzine anahtar içinde o deponun anahtarı bir türlü bulunamadı. Gerçekten anahtarı kayıp mı idi yoksa bu gösterilmek istenmeyen, vaziyeti itibariyle gösterilemeyecek olan evrak için tatbik edilen bir geçiştirme ve yıldırma usulü mü idi bilmiyorum ama şüphelenmedim de değil. Neticede kapı açılamadı, saatler sonunda ben vaz geçtim, onların da canına minnet, rahatladılar. İş yapmayarak, vazifelerini yapmamak için çok yorulmuşlardı. Çıktık.
“Millî Kütüphane” böyle olursa… Bu evrak için bir daha Millî Kütüphane’ye gitmedim, gidemedim fakat çalışma alanları için bana danışan ve Ankara’da ikamet eden meslektaşlarımdan, talebelerimden bir daha bakmalarını, tekrar yoklamalarını rica ettim. Kaç kişiye ve kaç defa! (Son giden Akseki çalışması için Rabia Karakoyun olmalı). Hiçbir ses çıkmadı, hiçbir netice alınamadı. Aradan neredeyse 25 yıl geçti, çeyrek asır. Ne iktidarlar, ne kültür bakanları, ne müsteşarlar, ne genel müdürler geldi geçti! Kütüphaneler ve Millî Kütüphane meselesi (evet Ankara’daki Millî Kütüphane) kimsenin derdi olmadı (Bugün de değil maalesef. Varın siz diğer kütüphaneleri hesap edin). Ama bir gün depolar, çuvallar, sandıklar bu vurdumduymazlığa, bu kitap-kültür düşmanlığına, bu bürokrasi bataklığına isyan etti, “patladı”. Gazetelere intikal eden başlıkları, haberleri görünce hemen tanıdım. Hüzünle, acıyla ağır ağır okumaya başladım (Dilimde bir mısra: Bu kaçıncı bahçe gördüm târümâr). Benim hikâyem de binlerce hikâye ile birlikte kesin olarak orada, o isyan edenler arasında olmalıydı: “Türkiye’nin belleği konumundaki Millî Kütüphane’nin depolarından, bugüne kadar çürümeye terk edildiği anlaşılan 346 bin eser çıkarıldı. Koleksiyon, aralarında Atatürk Belgeliği, Türk Ocağı tarafından 1976’da kütüphaneye bağışlanan 40 bin kitaptan ve yüzlerce Osmanlıca eserden oluşuyor. TBMM’nin kuruluşundan itibaren görev yapan din ve siyaset adamı Mustafa Tevfik [Fehmi] Gerçeker’in bağışladığı koleksiyon ve elyazmalarının bulunduğu depolarda tespit edilen eserlerin çürümeye terk edildiği görüldü. Kütüphanedeki durumun ortaya çıkmasının ardından eserlerin kurtarılması için çalışma başlatıldı. İlk iş olarak patoloji, restorasyon bölümü oluşturulacak. [Âcil servisi de olan bir sahra hastahanesine ihtiyaç var aslında.] Fizikî alana, yetersiz koşullara dair sorunlar çözülecek, mevcut depoların ıslahı için başlatılan proje ihale aşamasına getirildi. Çıkarılan eserlerin sınıflandırılması, künyelerinin çıkarılması ayrıca el-yazmaları eserler için de üç ayrı komisyon kuruldu. Sınıflandırmaları tamamlanan, künyeleri oluşturulan yapıtlar kataloglanarak sisteme yerleştirecek” falan filan… (28 Kasım 2013 tarihli Zaman’daki haberin başlığı “Millî Kütüphane’nin deposundan
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
KÜTÜPHANE FİKRİ OLMAYAN BİR İLİM VE DÜŞÜNCE DÜNYASI OLUR MU? / Prof. Dr. İsmail KARA
346 bin kitap çıktı”. Aynı günün Cumhuriyet’indeki “Atatürk belgeleri açığa çıkarıldı” başlıklı haber daha tafsilatlı bilgiler ihtiva ediyor). Bir kısmı vakıf ve hibe, yani emanet olan yazma-basma kitapların, nâdide ve mühim evrakın tıkıldığı depolar, sandıklar, çürümeye terkedildiği çuvallar isyan edip patladı da ne oldu? Bu kadar kitap ve sayısı belli olmayan binlerce evrak bugün ne durumda? Ya yetkililer ve sorumlular? Bilmiyorum, sor(a)madım. Yıllardır kültürle bir ilgisi kalmamış Kültür Bakanlığı’ndan, kütüphanelere bakan dairelerden, ayrıca birinci derecede ilgili makamlardan bilen var mı acaba? Onu da bilmiyorum, sor(a)madım. Sorduklarımın, peşine düştüklerimin hikâyeleri hep çok acı ve yorucu oldu çünkü. Sağırlara duyurmak, körlere göstermek, cahil bilgiçlere anlatmak çok zor oluyor. Hele gözü siyasette, kulağı paslı bürokrasi çarklarının dönüş tıkırtılarında ise… Sadece Diyanet’te tanıdığım bir üst düzey yetkiliye bu durumu haber vererek hiç değilse Şer’iye ve Evkaf Vekâleti evrakının kendisini veya taramalarını almalarını söyledim. Diyanet’i bilmek ve anlamak biraz da Ankara’ya mahsus bir tecrübe olan Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’ni bilmek ve anlamaktan geçer de onun için. Diyanet bu bakanlık lağvedilerek,
Ali Emiri Efendi Kütüphanesi, 1930’lu yıllar
14
hayli aşağıya çekilerek, her bakımdan daraltılarak kurulan bir müessese.
Ya üniversite kütüphaneleri! Bir üniversite düşünün ki kütüphanesi olmasın! Veya bir kütüphanesi var kimsenin umurunda değil! Acı gerçek şudur ki son yıllarda binaları, maddi şartları hayli iyileştirilmiş Türk üniversitelerinin kahir ekseriyeti kitap ve kütüphane açısından böyledir. (Üniversite rektörlerinin oy kullanan akademik personel sayıları çok olduğu için ağırlıklı olarak tıp ve mühendisliklerden seçilmesi kütüphaneler, kitap ve kültür açısından hiç de hoş bir şey değil. İstisnaları hariç bunlar rahatlıkla ve fütursuzca “bugünün dünyasında kütüphaneye ne ihtiyaç var, pdfler, dijital taramalar, e-kitaplar… her tarafta, tuşa bas gelsin” diyorlarmış… Yeri burası değil ama kanunen olmasa da teamülen üniversite rektörlerinin her seferinde ayrı bir fakülteden/farklı bir akademik kariyerden seçilmesi/tayin edilmesi yoluna mutlaka tekrar dönülmeli.) Yıllardır İstanbul Üniversitesi kütüphanelerinden, depolarından önce hurdacılara sonra sahaflara kitap ve evrak dökülüyor. Onlarca, yüzlerce. Üzerlerinde eski harfli Darülfü-
Fakültesi’ne, diyelim ki Haydarpaşa Kampüsü’ne hibe olarak getirilip bırakılsa o fakültenin muhafazakâr-mütedeyyin dekanından, hocalarından, yetkililerinden, hatta talebelerinden ne beklersiniz? Getirildi, bırakıldı ve kötü akıbet onların da başına geldi, yazık oldu.
Türk Eski Ç
ağ Enstitü
sü Kütüph
anesi
nun ve yeni harfli İstanbul Üniversitesi mühürleri ve kayıtları var. İstanbul Hukuk Fakültesi mühürleri başta olmak üzere fakülteye kayıtlı olanlar da onlarca, yüzlerce, hem eski hem yeni harfli. Sıradan kitaplar zannetmeyin; Fransızca, İngilizce, Arapça, Osmanlıca, Almanca, Farsça, Ermenice, Latince… çok kıymetli kitaplar bunlar. Bazılarının cildi hususiyet arzediyor. İmzalıları var. Ya evraklar! Hurdacıya giden mektuplar, yazışmalar, kayıtlar, personel klasörleri… Arasında Babanzâde Ahmet Naim, Mehmet Ali Ayni, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülbaki Gölpınarlı gibi Darülfünun’da/Üniversite’de hoca olarak çalışmış zevatın tam tekmil özlük dosyaları var. (Bu özlük dosyaları kadrukıymet bilen bir sahaf ve kitap aşığı Ali Birinci hocamız sayesinde TTK arşivine intikal etti.) Yıldız Kütüphanesi’nden İstanbul Üniversitesi’ne intikal eden paha biçilmez yazma kitapların sanat eseri deri mahfazaları/kutuları da hurdacılara, sahaflara intikal etti, ediyor. Üniversitenin bir önceki en yetkili kişisi dahil birçok idareciye, ilgiliye hususi haber gönderildi, bizzat söylendi. Sonuç: Tam bir sağırlık ve sorumsuzluk; duvar... Dört-beş sene önce Marmara Üniversitesi merkez kampüsündeki kütüphane rivayetlere bakılırsa “yer darlığı”ndan tasfiye edildi. Hem de resmî olarak, kurullarda görüşülerek… Dönemin İlahiyat Fakültesi dekanı (Raşit Küçük hoca) “bizim kütüphane binamız müsait, sosyal bilimlerle ilgili olanları biz alabiliriz” dediği için bir kısmı benim de çalıştığım kuruma intikal etti, bu sayede Nurettin Topçu’nun mühürlü kitapları da diğer birçok kitap gibi kurtuldu. Gerisinin akıbeti meçhul. Ve yetkili hiçbir makamdan hiçbir muhalefet işitmedik, herhangi bir hesap sorma, bir şekilde cezalandırma duymadık. Ali Fuat Başgil gibi büyük bir hukukçunun, demokrasi mücadelesi veren bir insanın, milliyetçi-muhafazakâr çevrelerin çok okuduğu bir yazarın paha biçilmez kütüphanesi, dosyaları, notları, özel evrakı İstanbul’da bir Hukuk
Kütüphanelerin, üniversite kütüphanelerinin, kitap ve kütüphane fikrinin umumi manzarası maalesef böyle.
İki istisna Hem bir hakkı teslim etmek hem de bilgi, ciddiyet, takip ve ısrar olunca olmaz gibi görünen şeylerin olabileceğini gösteren iki cesaret verici ve istisnai teşebbüsten, her türlü övgüye layık ve ümit verici iki başarıdan bahsetmek hakkaniyet gereğidir; İSAM Kütüphanesi ve IRCICA Kütüphanesi. (Bu kurumlarda yönetici
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
KÜTÜPHANE FİKRİ OLMAYAN BİR İLİM VE DÜŞÜNCE DÜNYASI OLUR MU? / Prof. Dr. İsmail KARA
Sağırlara duyurmak, körlere göstermek, cahil bilgiçlere anlatmak çok zor oluyor. Hele gözü siyasette, kulağı paslı bürokrasi çarklarının dönüş tıkırtılarında ise… ve çalışan olarak birçok insanın emeği geçti, birçok zevat kıymetli bağışlarda bulundu ama İSAM Kütüphanesi için Tayyar Altıkulaç’ın, IRCICA Kütüphanesi için de Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adını zikretmeden geçmek kadirbilmezlik olur.) Binası, düzeni ve okuyucu hizmetleri açısından da başarılı olan bu iki yüzakı kütüphane hadisesi 80’li yılların başlarında, 12 Eylül-Özal devri şartlarında, YÖK-Doğramacı tasallutu altında, yani ilim ve irfanın, kültürün, kitabın pek de önemsenmediği bir dönemde teşekkül etmeye başladı ve bazı badireler atlatmakla beraber devam etti. * Özel/Vakıf üniversitelerden bilebildiğim kadarıyla ikisi kütüphane işini önemsemiş gözüküyor; biri Bilkent diğeri İstanbul Şehir (Belki Sabancı, belki Koç üniversiteleri de önemsiyordur ama ben bilmiyorum, görmedim).Şu anda Türkiye’de eski harflerle basılmış bütün Türkçe kitapları bulabileceğiniz bir kütüphane yok biliyor musunuz? Hâlbuki bugünün şartlarında İstanbul’daki eski harfli eserler bakımından zengin bir kütüphaneyi bununla da görevlendirerek
16
mevcut olmayanları başka kütüphanelerin mükerrerlerinden temin ederek, olmazsa fotokopi ve dijital kayıtlarla tam bir koleksiyona ulaşılabilir. Şu anda Türkiye’de eski harflerle basılmış bütün Türkçe yahut Türkçe-Arapça, Türkçe-Farsça, Türkçe-Ermenice… gazete ve dergileri bulabileceğiniz herhangi bir kütüphane yok biliyor musunuz? Hâlbuki bugünün şartlarında dünyaya da hizmet verecek böyle bir kütüphane kurmak ve/ ya oluşturmak bilgi ve bakış açısından sonra sadece kararlılık ve birkaç yıllık sabır istiyor. (Doktorası sırasında Ali Suavi’nin gazete ve dergilerdeki yazılarına ulaşmak için tozlu kütüphane raflarında, kütüphane depolarında vakit kaybeden Hüseyin Çelik bakanlığı sırasında buna tevessül eder gibi oldu, sonra kendisi de, halefleri ve meslektaşları da unuttu.) Peki, bütün Osmanlı topraklarında basılmış her dilden, her alfabeden kitapların bulunduğu bir kütüphane oluşturmak fikrine ve ufkuna ne dersiniz? Ya İslâm dünyasında istisnai olduğumuz alanlardan biri olarak yazma kütüphanelerimiz?! * Aslında baştaki soruyu rahatlıkla değiştirebiliriz: Kitap-kütüphane fikri olmayan bir memleket olur mu? Bir eğitim sistemi, ilim, kültür ve sanat dünyası, üniversitelerinin ufku ve kapasitesi, kitap kültürü, okuma alışkanlığı ve bütün bu alanlarla ilgili amatör kişileri, profesyonel bürokrasisi olmayan bir ülke… (Derin Tarih, Ocak 2016)
TÜRKİYE’DE MODERN TARİHÇİLİĞİN KURUCUSU
MEHMED FUAD KÖPRÜLÜ
Muhammet AKDAĞ Araştırmacı
“
Türk edebiyat ve kültür çalışmaları açısından kıymetli emekleri bulunan Fuad Köprülü’nün en önemli katkılarından biri de Encyclopedie de l’Islam’ın Türkçeye çevrilmesine öncülük etmesidir. 1941 yılı içinde, Türkiye’den ilk defa kendisinin bir maddesinin yayınlandığı Encyclopedie de l’Islam’ı Türkçeye çevirerek ilavelerle yeniden neşre hazırlayan ekip içinde de bulundu. Ansiklopediye verdiği tafsilatlı maddeler ve çıkartmaya başladığı Türk Hukuk Tarihi Mecmuası bu devrin mahsulüdür.
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
TÜRKİYE’DE MODERN TARİHÇİLİĞİN KURUCUSU MEHMED FUAD KÖPRÜLÜ / Muhammet AKDAĞ
Altı yüz yıllık Osmanlı tarihinde bir devre adını vermiş sülalelerden belki de yegânesi Köprülülerdir. Sülale, 17. asrın dirayetli devlet adamı Köprülü Mehmed Paşa’dan neşet etmiştir. Sonra oğulları Fazıl Ahmed ve Fazıl Mustafa Paşalar, sonra da kuşaktan kuşağa torunlar bu adı hep yaşatmışlardır. Kimi şehid, kimi gazidir; ama hepsi de ya âlim, ya şair, yahut her iki vasfa birden sahiptir. Mehmed Paşa’nın onuncu kuşaktan torunu olan Mehmed Fuad da, böylesine yoğun kültürel mirasa sahip bir aile ortamında, 1890’da dünyaya gelir.
Kısa sürede kültür-sanat mahfillerinde adından sıkça söz ettiren Fuat Köprülü, ilk dönem çalışma sahası olan sosyolojiye dair yazdığı hacimli makaleler, neşrettiği tercüme veya telif eserler vasıtasıyla devrin Batılı mühim fikir adamlarını Türk toplumuna tanıtmayı hedefliyordu. Nitekim o, ilk telif eserinin (Hayat-ı Fikriyye, Tetebbuât-ı İlmiyye ve Felsefiyye, 1910) önsözünde, gerçekleştirilen siyasi inkılaptan sonra muhakkak surette ve ondan daha mühim olarak büyük bir fikrî ve sosyal inkılaba da ihtiyaç olduğunu, bunun da ancak memleketin fikir hayatında büyük bir uyanışla mümkün olduğunu belirtmiştir. Sosyoloji çalışmaları sırasında, Köprülü’nün sonraki yıllarda asıl münbit olacağı edebiyat tarihi, tarih ve kültür sahalarına dair ilk tohumlar da filizlenmiştir aslında. Çok kısa sürede meyveye duran Köprülü; Şeyh Galib, Baki ve özellikle de Sinan Paşa ve Tazarrunamesi üzerine hazırladığı uzun makalelerle edebiyat tarihçiliğine çok farklı bir zaviye kazandırmıştı. Ona göre edebiyat tarihimize yönelmek ilmî bir ihtiyaç, millî bir haysiyet ve vazife idi. Devrin tanınmış bir fikir adamı olarak, iktidarda olan İttihat ve Terakki hükümetiyle de yakın temasları olan Mehmed Fuad Köprülü, 1910’da lise öğretmeni olarak tayin edilmişti. Bu sırada görev aldığı müfredat komisyonu vasıtasıyla, edebiyat tarihinin ayrı bir ders olarak lise ve sultanîlerde okutulmasını sağlayan ve hatta bir arkadaşıyla ilk lise edebiyat tarihi kitabını hazırlayan da o oldu.
20
Mehmed Fuad Köprülü
Rüşdiye ve idadî tahsilinden sonra Darulfünûn’un Hukuk Mektebi şubesine kaydolur. Fakat buradaki tahsili yetersiz bulduğundan üç sene sonra ayrılır ve kendini, konaklarındaki kütüphaneye ve kitaplara vakfeder adeta. Artık kendi kendinin hocasıdır. Bu sırada özel olarak Fransızca dersleri almaya ve bu sayede Avrupa edebiyat ve kültürünü tanımaya ve ufkunu genişletmeye başlamıştır. Bu devrede edebiyat ve sosyoloji, en çok ilgisini çeken sahalardır. Nitekim daha 20’sine girmeden Mehasin mecmuasında şiirleri yayınlanır. 1910’dan itibaren de, haftalık çıkan Servet-i Fünun dergisinin her nüshasında şiirlerinden başka edebiyat, felsefe ve estetik üzerine makaleleri ve tenkid yazıları yer alır.
1912’ye kadar Köprülü’yü Fecr-i Âtî ve onun yayın organı olan Servet-i Fünûn ile sıkı bir münasebet içinde görürüz. Ancak hayatında bir dönüm noktası olan bu tarihten sonra o, Ziya Gökalp’in öncülük ettiği ve İttihat Terakki idaresinin de parti politikası olarak benimsediği Türkçü düşünceye gönül verdi. Artık yazıları, Türk Ocağı’nın neşrettiği Türk Yurdu dergisinde yayınlanıyordu. Bu arada, şiirlerinde ısrarla savunduğu aruz veznini, Arapça ve Farsça terkipleri tamamen terk edip hece vezniyle yazar olmuştu. Kısa bir süre sonra, Ziya Gökalp’in de desteğiyle, Türk edebiyatı tarihi dersleri vermek üzere Dârulfünun Edebiyat Fakültesi’ne muallim tayin edildi (Kasım 1913). Bu tayin, henüz 23 yaşında olan bir gencin, Dârulfünun’da kürsü sahibi olması demekti ve haliyle bazı tepkileri de beraberinde getirdi. Ancak Mehmed Fuad’ın bu hususta da azimli ve kararlı bir tavır sergilemesi ve daha da önemlisi tayinden bir ay kadar önce yayınladığı Türk Edebiyatı Tarihinde Usul adlı uzun makalesi, bu tepkilerin önüne geçmekte zorlanmadı. Zira derin tefekkürler ve uzun çalışmalar sonucu ortaya koyduğu tezler ve meselelere yak-
TÜRKİYE’DE MODERN TARİHÇİLİĞİN KURUCUSU MEHMED FUAD KÖPRÜLÜ / Muhammet AKDAĞ
laşım tarzı, o zamana kadar görülmemiş nitelikte metod ve ilmî üsluba sahipti.
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
taraftan, Alman hocaların da desteğiyle Dârulfünun’a, çok mühim yazmalara sahip modern bir kütüphane de kazandırmıştı.
Bu tayinden sonra Fuad Köprülü artık kendini neredeyse Büyük Harb’in bitip işgallerin başladığı, İttihad ve Teraktamamen akademik çalışmalara hasretmiş ve yılların biriki’nin gidip Hürriyet ve İtilaf iktidarının geldiği ilk yıllarda kimi, uygun mecrayı bulunca çağlamaya başlamıştı. Yunus ciddi sıkıntılar çeken, hatta Emre’yi, Ahmed Yesevî’yi, o kısa bir süreliğine de olsa zamana kadar yazılıp çizilenBekir Ağa Bölüğü’ne göndelerin hepsinden farklı olarak rilen Fuad Köprülü mütareke “Türkler Anadolu’ya ve Rumeli’ne bir millet çok daha ciddi boyutlarda yıllarında İstanbul’a geldi, çeolarak gelip buraları işgal etmiş değillerdir. incelediği makaleleri esasınşitli milletlerden pekçok BatıSelçuklu ve Osmanlı devletleri yerli halklarla da, kendisine Türkoloji salı Türkolog ve müsteşrikle de karışarak Anadolu’da ve Rumeli’nde kendine hasında uluslar arası şöhret tanışma fırsatı buldu. mahsus bir toplum ve kültür oluşturmuşlar ve kazandıracak eseri olan Türk buranın asıl halkı olmuşlardır. Köprülü, hayatı Edebiyatında İlk Mutasavvıfİşgaller ve Milli Mücadele’yi boyunca edebiyatıyla, tarihiyle, devletiyle Sellar’ın da nüveleriydi. müteakip kurulan yeni Türkiçukluların ve Osmanlıların, yaşadıkları topraklaye Cumhuriyeti’nde TürkoloDiğer taraftan, tüm bunlar rın ürünü olduğunu isbatlamak için çalışmıştır.” ji’nin en başta gelen temsilciolurken ülke de savaştan (Kemal Karpat) si Fuad Köprülü idi. Nitekim savaşa sürükleniyor, Balkan 1924’te önce Edebiyat Fasavaşları ve derken Harb-i kültesi dekanı olmuş, ilaveUmumi’nin patlak vermesiyle ten Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı) müsteşarlığına genç nüfus cepheden cepheye koşuyordu. Binaenaleyh, getirilmiş ve yılın sonlarına doğru da akademik hayatının sınıflardaki öğrenci sayısının azlığı ve üniversite kadrosunasıl mecrası olacak Türkiyat Enstitüsü’nü kurmaya muvafda görev almış Alman ilim adamları Köprülü’ye farklı imfak olmuştu. kânlar sunmuştu. Derslerden arta kalan geniş zamanlarını, muhtelif yazma eser kütüphanelerinde derin araştırmalaHarf İnkılabı öncesinde Latin alfabesi yerine Arap harflera ve bu birikimi telife dökmekle değerlendiriyordu. Diğer rinin kullanılması tezini yazı ve konferanslarında devamlı
Fuad Köprülü, Nihad Sami Banarlı ile Yahya Kemal Enstitüsü’nde
21
TÜRKİYE’DE MODERN TARİHÇİLİĞİN KURUCUSU MEHMED FUAD KÖPRÜLÜ / Muhammet AKDAĞ
savunan Fuad Köprülü, 1928’deki değişimden sonra bu fikrinden vazgeçer ve bu değişimin hayırlı neticelerinden bahseder. Fakat benzer bir dönüşümü, hâkim siyasi idarenin, bütün medeniyetlerin kaynağını Orta Asya olarak gören ve Anadolu’nun eski medeniyetlerini de Türk kökenine bağlayan görüşünde göstermediği için 1931’de yüksek tahsil diploması olmadığı gerekçesiyle maaşı düşürülür ve dekanlıktan el çektirilir. Ancak, bir sene sonra toplanan I. Türk Tarih Kongresi’nde bu konularda çok daha yumuşak bir üslup tercih edecek, hatta bununla da yetinmeyerek sözlerinin yanlış anlaşılmaması adına özür dilercesine ilave beyanatta bulunacaktır. Nitekim bu tavrı makes bulan Köprülü, Atatürk’ün de çalışmalarını takdir ettiği biri olarak Çankaya Köşkü’nün müdavimleri arasına dâhil olmuş ve 1933 üniversite reformu sırasında ordinaryüslüğe terfi ettirilerek yeniden fakülte dekanı tayin edilmiştir.
Mehmed Fuad Köprülü
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Bu yıllar, aynı zamanda Köprülü’nün Batı ilim çevrelerinde adından söz ettirmeye başladığı zamanlardı. Çeşitli milletlerarası kongrelere katılıyor, Batılı ilim adamlarının Türk-İslâm medeniyetine dair sahip oldukları yanlış kanaatleri değiştirecek tebliğler sunuyor, çeşitli akademik ilim kuruluşlarınca şeref üyeliği sıfatı ve fahri akademik unvanlarla ödüllendiriliyordu. Hatta 1932’de Leiden’de üç farklı Batı diliyle yayınlanmakta olan İslâm Ansiklopedisi’nde ilk defa bir Türk ilim adamı olarak maddesi yayınlanmıştı. 1930’lar, Fuad Köprülü’nün siyasi hayatta da gözükmeye başladığı yıllardır. 1935 ara seçimlerinde Kars milletvekili olur. Bu arada, İstanbul Üniversitesi’ndeki hocalığının yanısıra Mekteb-i Mülkiye (Siyasal) ve Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde tarih ve edebiyat sahalarında dersler vermektedir. Aynı sene, 1941’e kadar devam ettireceği Ülkü Halkevleri Dergisi’nin idaresi de uhdesine verilmiştir. Fakat devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, üniversite hocalarını mektep yahut meclisten birini seçmek zorunda bırakınca Köprülü meclisi tercih etmiş ve 1941’in sonlarına doğru İstanbul Üniversitesi’nden, bilahare de Dil-Tarih’ten ayrılmıştır.
22
TÜRKİYE’DE MODERN TARİHÇİLİĞİN KURUCUSU MEHMED FUAD KÖPRÜLÜ / Muhammet AKDAĞ
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Bu yıl içinde Köprülü’nün hayatında mühim bir gelişme daha oldu. O, Türkiye’den ilk defa kendisinin bir maddesinin yayınlandığı Encyclopedie de l’Islam’ı Türkçeye çevirerek ilavelerle yeniden neşre hazırlayan ekip içinde de bulundu. Ansiklopediye verdiği tafsilatlı maddeler ve çıkartmaya başladığı Türk Hukuk Tarihi Mecmuası bu devrin mahsulüdür. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Fuad Köprülü’nün politik hayatı, yeni bir partinin kurucularından olacak kadar hareketlidir. Tek parti ve şeflik zihniyetine karşı üç arkadaşıyla beraber verdiği bir takrir, kendisi ve arkadaşlarının partiden ihraçlarına (1945) kadar gidecek bir süreci başlatmıştır. 1946’da da Demokrat Parti’nin dört kurucusundan biri olacak ve kalemini artık Vatan gazetesinde siyasi yazılar için oynatacaktır. Demokrat Parti 1950 seçimlerinden galip çıkınca Köprülü’ye Dışişleri Bakanlığı verilir. Bir ara başbakan yardımcılığı da yapar. Fakat son derece prensipli ve fikirlerinden
Tito’nun Türkiye ziyareti. Haydarpaşa Rıhtımı’nda Fuad Köprülü ve Fahrettin Kerim Gökay Tito’yu uğurlarken (Ahmet Apaydın arşivi)
“Köprülü Zade Fuat Bey Firdevsinin birinci yılını kutlamak için İrana gidiyor. Son Köprülü İran Seferinde”, Akbaba Dergisi
asla taviz vermeyen bir şahsiyet olan Köprülü, partisinin hedeflerinden sapmaya başladığını görünce bakanlıktan istifa etmiş, 1958’de de çeşitli konferanslar vermek ve araştırmalarda bulunmak üzere Amerika’ya gitmiştir.
23
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
TÜRKİYE’DE MODERN TARİHÇİLİĞİN KURUCUSU MEHMED FUAD KÖPRÜLÜ / Muhammet AKDAĞ
“Evet, Köprülü ‘büyük otorite’ kabul edilmesinin ötesinde bir ‘kült’tür. Onu kült yapan vasıfları ise: 1- Edebiyat tarihinden hukuk tarihine, kurumlar tarihinden iktisat tarihine, din tarihinden folklara varıncaya kadar her alanda, çoğu daha önce hiç dokunulmamış konuları fevkalade bir başarıyla işlemiş olması 2- Bu konuları işlerken vukufla uyguladığı modern tarihçilik metodu 3- Allah vergisi müthiş sezgisi ve terkip kabiliyeti 4- Mükemmel Türkçesi, okuyanı ikna edici fevkalade iyi işlenmiş dili ve üslubu 5- Avrupa’daki ve Türkiye’deki bazı meslektaşlarına yönelttiği, sağlam delillere dayanan ikna edici ve kuvvetli eleştirileri.” (Ahmet Yaşar Ocak)
Köprülü’nün hayatında, 27 Mayıs 1960 İhtilâli’nden sonra Yassıada’da yaşadığı 4 aylık bir tutukluluk devri de vardır. Beraatından sonra, 1961’de bazı arkadaşlarıyla yeni bir siyasi mecra için Yeni Demokrat Parti’yi kurar. Fakat her siyasi faaliyetine sekte vurulunca artık ruhen de iyice yıpranmış olarak siyasetten çekilme kararı alır ve yeniden ilmî faaliyetlere yönelir. Bir taraftan Osmanlıca olarak telif ve neşrettiği eserlerinden bazılarını yeni harflerle yayınlamaya koyulmuşken diğer taraftan son ilmî telifi olacak olan Orta Asya Türk Dervişliği Hakkında Bazı Notlar isimli makalesini kaleme alır. 15 Ekim 1965’te Ankara’da geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayata veda ettiğinde geride bıraktığı şeyler; her anı dolu dolu geçmiş onca yıl, birbirinden orijinal ve yakası açılmamış konulara temas eden binden fazla çalışma ve Türk edebiyat ve kültür tarihi çalışmalarının ulaştığı yüksek seviyedir. Kaynaklar Halil İnalcık, “Türk İlmi ve M. Fuad Köprülü”, Türk Kültürü, S.VI(65), s.289-294; Ömer Faruk Akün, “Mehmed Fuad Köprülü”, DİA, C.28, s.471-486, Ankara 2003; Mehmet Fuat Köprülü, (Ed.: Yahya Kemal Taştan), Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 2012; Orhan Köprülü, Fuad Köprülü, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1987; Hanefi Palabıyık, Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’nün İlmi Hayatı ve Tarihçiliği, Akçağ Yayınları, Ankara 2005.
24
KADÎMEN ZÂYİ’ DEĞİLDİR EFENDİM Rahşan TEKŞEN Yazar
“
Kapısına kilit vurulmuş her eser, ocağı tütmeyen bir baba evidir. Yanı başına kadar gidip eşikten öteye geçememek, toz toprak olmuş pencereden içeri bakıp küçücük bir hatırayı diriltmeye çalışmak, bir kabri ziyaret eder gibi sükût ve hüzünle oracıkta beklemek dokunur insana. O kapı bir açılsa, hangi eşyanın nerede olduğunu göstermek gibi basit, fakat herkesin bilemeyeceği malumatı saymak ve buranın yabancısı olmadığını ispat etmek arzusuyla dolar insan. Fakat nafile!
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
KADÎMEN ZÂYİ’ DEĞİLDİR EFENDİM / Rahşan TEKŞEN
Divanyolu üzerinde, II. Mahmud Türbesi’nin karşısında bulunan Köprülü Kütüphanesi de artık ocağı tütmeyen baba evlerinden biridir. Ona bu vasfı veren, sadece kapısının kapalı olması değil, bahçesi nispetinde küçük ve hoş bir binasının olmasıdır da. Şayet bu yapının bir kütüphane olduğu bilinmeseydi, köşklere has yekpâre ve zarif duruşuyla, pekâlâ bir ailenin mülkü zannedilebilirdi.
suyundan nasiplendiğidir. Dört tarafını çeviren küçük bahçe, sağa sola nizamsızca dikilen ağaçlar, öbek öbek etrafa yığılmış yapraklar, Horasan harcıyla sıvanmış koyu kırmızı duvarlar, lokma parmaklıklar arkasında kanatları gözüken pencereler… Her biri, içeride sakin ve huzurlu bir aile hayatının olduğuna inandıracak kadar ikna edici ve samimi alâmetlerdir.
Ahmed Paşa’nın, burayı İpşir Paşa’nın zevcesi Aişe Sultan’dan satın aldığı ve kütüphaneyi konağın bahçesine yaptırdığı,1 sıhhatinden emin olunmayan bir rivayetse de hakikat, bu eserin bir konak havasından veya
İlk bakıldığında altlı üstlü gözüken pencereler, kütüphanenin iki katlı bir yapı olduğunu düşündürür. Hâlbuki tek katlı ve Osmanlı’ya altı sadrazam yetiştirmiş Köprülü saltanatının yanında hayli mütevazı; lâkin memurlarına en tatmin edici maaşı ödemesiyle farkını ortaya koyan cömert bir kütüphanedir. Yegâne şartı, burada vazife alacak memurların başka bir işe tenezzül etmeyerek kendilerini sadece kütüphaneye vakfetmeleridir. Kütüphanelerde birden fazla hafız-ı kütüb görev alır; bânisinin takdirine ve imkânlarına göre birkaç bevvab, bir mücellid, ferraş, meremmetçi, kurşuncu ve buhurcu da bulunurdu. Köprülü Kütüphanesi’nin payına ise bu memurlardan sadece üç hafız-ı kütüb, bir mücellid ve bir bevvab düşmüştü. Hafız-ı kütüb olan zatın, esâmi-i kütüb-i mu’tebereye ârif ve müderris ve muîd ve mustaiddînin muhtâc oldukları kütübün tafsiline vâkıf kimselerden seçilmesi bir gelenekti. Bu vasıfları hâiz olmanın yanı sıra mütedeyyin,
28
emin, salih, mutemed ve mü’min birer kişi olmalıydı hafız-ı kütübler. İlk kez Köprülü Kütüphanesi’nin vakfiyesinde belirtilen bir diğer vasıf ise alınacak hafız-ı kütüblerin sahib-i vekar olmalarıydı. Zira kendi haysiyetini koruyan, emanetin haysiyetini korumasını da bilirdi. Ağırbaşlı ve temkinli olan, işinin de ağırlığını bilir ve tedbiri elden bırakmazdı. Mücellidin vazifesi, cildi yıpranan ve şirazesi bozulan kitapları tespit ve tamir etmekti. Kitapların tabibiydi o, türlü hastalıkların reçetesi ve devası ondaydı. Bu yüzden yazma eserlerin hepsi, sıhhatlerini ve ömürlerinin uzunluğunu ona borçluydular. Mücellid denilen zat, eskiyen mesâhif ve kütübün cildlerini yine evvelki cildlerine mümâsil [olarak maharet ile cildleyen] kimesneydi ki [cümle kütüb] telbîs ve tebdîlden baîd ola. Kütüphanenin hangi günler ve hangi saatlerde açık olacağı vakfiyede belirtilmişti; yevme’l-ahad ve sülâsâ ve el-hamîs. Haftanın üç günü: Pazar, salı ve perşembe. Tulû-i şemsten asra değin. Güneşin doğuşundan ikindi vaktine kadar. Bu takvime riayet ederek kapıları vaktinde açıp kapayacak ve gerekli malumatı okura verecek olan kişi bevvabtı. Soğuk aylarda mazgalın yakılması, binanın ve eserlerin güvenliğini temin etmesi de onun vazifesiydi. Bu yüzden diğer adı mustahfız olan bevvab, kütüphanenin kale duvarıydı. Onun buradaki varlığı, içerideki kıymete işaretti. Onun buradaki varlığı, emanetin sahipsiz kalmadığının işaretiydi. Ak-
KADÎMEN ZÂYİ’ DEĞİLDİR EFENDİM / Rahşan TEKŞEN
Bunca zorluğa ve ağır şartlara rağmen, kimi eserlerin dışarı çıktığı, ancak harbe gönderilip geri dönmeyen bir asker gibi meçhule karıştığı da olurdu. İşte o zaman, evladını gözünün önünden ayırdığı için kendine itap ederek gözyaşı döken anaların ağıtını aratmayan bir cümle düşerdi kayıtlara: Kadîmen zayi’. Bir zamanlar kayboldu gitti. şam olup vazifesini bitirdikten sonra anahtarı saray ağasına, nefîse-i kütübü de Rabb’ine teslim eder, evine giderdi bevvab. Bu vazifeleri yerine getirmeye ehil ve vakfiyedeki şartlara uygun bir kişi bulunduğunda; şeyhülislam, darüs-
saâde ağası, sadrazam veya şehir kadılarına durum arz edilir, şayet bu arz münasip görülmüşse divana gönderilir, lâzım gelen tetkik ve mülâkattan sonra arzın sol üst köşesine “Mahalli görüle!”, yahut “Kaydı mahzenden çıkarıla!” veya “Der-kenar ola!” yazılırdı.2 Bir yığın silsile-i meratipten sonra kaleme alınan bu kısacık cümle, vazifenin ehline teslim edilmek üzere yola çıktığının ilk ayak sesiydi. Bu ayak sesi, kıymetli bir vazifeye kıymetli bir insan seçildiğinin müjdesiydi. Bu ayak sesi, vazifeyi boş gösterip fazladan maaş alan veya vazifeyi dolu gösterip fazladan maaş ödeyen bir zihniyete yer olmadığına; titiz ve dürüst insanların varlığına bir müjdeydi. Nihaî olarak görevlinin tayin edildiğine dair bir berat yazılır, bizzat elden teslim edilir ve görevin ne zaman başlayacağı kendisine bildirilirdi. Bu berat, bir hacet olduğunda çıkarılıp gösterilebilecek ve vazifenin kimde olduğunu ispatlayacak tek vesikaydı. Hafız-ı kütübünden bevvabına kadar
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
herkes, bu kâğıda gözü gibi bakar, onu en kıymetli eşyalarının yanında saklardı. Zira berat kaybolacak olursa, belki de başına türlü dertler açacak, yenisini çıkartmak için aynı işlemler tekerrür edecekti. Kütüphaneye görevli alınmasında ne kadar titiz davranılıyorsa, kütüphaneden dışarı kitap çıkarılmasında da o kadar titiz davranılıyordu. Esasen hiçbir şekilde dışarı kitap çıkarılmıyordu, ancak istisnalarla da olsa Köprülü Kütüphanesi bu kaideyi bozmuştu. Meselâ istisnalardan biri, bir zaruret hâli olmasıydı ki bu da izafiydi. Vakıf mütevellisi kaç kişiyse, kitabın dışarıya çıkarılacağına dair her birinin durumdan haberdar ve duruma razı olması gerekirdi. Ayrıca kitabı talep eden kişinin güvenilir olduğundan emin olmak, sağlam bir kefil yahut bir rehin karşılığında kitabı kendisine teslim etmek icap ederdi. Buna ilaveten kitabın karide kalacağı müddet üç ile altı ay arasında değişirdi; verilen süre aşılacak olursa kitap geri istenir ve yerine
29
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
KADÎMEN ZÂYİ’ DEĞİLDİR EFENDİM / Rahşan TEKŞEN
konurdu. El-iktizâ ihraç olunmak lazım gelür kimesnelere kefîl-i millî veyahud rehn-i kavî ile vereler. Üç aydan ziyade veyahud ledâ şiddet el-ihtiyâc altı aydan ziyade kimesnede meks olunmayıp verilen kimesnelerden alınıp hizânede hıfz oluna.3 Bir kuyumcunun hiç tanımadığı birine mücevher emanet etmesi nasıl kabil değilse; ciltleri müzeyyen, serlevhaları müzehheb, satır satır kamışla yazılmış yüzlerce ve binlerce sayfalık bir eserin dışarıya çıkarılması da o kadar imkânsızdı. Zira kuyumcu dükkânında maddi kıymete haiz olmayan hiçbir mücevher bulunmadığı gibi yazma eser kütüphanesinde de maddî ve manevî kıymete haiz olmayan hiçbir eser yoktu. Bu yüzden yasaktı kitapların dışarı çıkarılması. Bu yüzden bir yazma esere talip olmak, sultan kızına talip olmak kadar ağır şartlar gerektirirdi. Bunca zorluğa ve ağır şartlara rağmen, kimi eserlerin dışarı çıktığı, ancak harbe gönderilip geri dönmeyen bir asker gibi meçhule karıştığı da olurdu. İşte o zaman, evladını gözünün önünden ayırdığı için kendine itap ederek gözyaşı döken anaların ağıtını aratmayan bir cümle düşerdi kayıtlara: Kadîmen zayi’. Bir zamanlar kayboldu gitti. Hâlbuki her bir eser için ne hazineler dökmüştü ortaya Köprülü hanedanı! Kendi keselerinden feragat ettikleri altınlarla, evlad u iyalin istikbalini hazırlamış; iki bini aşan eseri bir araya getirmişlerdi. Köprülü Mehmet Paşa’nın bağışıydı eserlerin bir kısmı. Bir kısmı Fâzıl Ahmed Paşa’nın, bir kısmı Hacı Hafız Ahmed Paşa’nın ve Mehmed Âsım Bey’in. Birbirinden kıymetli Mushaflar vardı aralarında. Birbirinden kıymetli tefsir, hadis, hendese, nahiv, hisab ve tıp kitapları… Bunca eseri içinde barındıran küçücük bir kütüphaneydi Köprülü. Müstakil bir bina gibi gözükse de biraz ilerisinde aynı isimle müsem30
ma külliyenin bir parçasıydı aslında. On yedinci asrın sonlarında aile adını vereceği bir külliye inşasına başlayan Mehmed Paşa “Tavukpazarı kurbunda dikilitaş hizasında iki tarafı tarîk-i âmm olan mülk-i müşterâ arsa-i penhâ üzerinde müceddeden bina ettiğim dare’l-hadisi, on adet odaları ile ve kurbunda vâki’ dare’l-kurra-i latîfeyi ve ebnâ-i sebile iskâ ve itâş-i ibadullahı irvâ için i’dâd ve kurbunda icad olunan sebilhane ve çeşmeyi me’vây-ı rahmet ve mesvây-ı mağfiret olmak ümidi ile müheyyâ medefeni vakfettim.”4 diyerek sadaka-i cariyesine niyet etmiş; ancak külliye-
nin tamamlandığını görmeden vefat etmişti. Sene 1661. Mehmed Paşa’nın yerine vezir-i âzâmlığa getirilen kişi, oğlu Fâzıl Ahmed Paşa’ydı. Yedi yaşında iken babası ile İstanbul’a gelmiş, ünlü ilim adamlarından ders alıp on altı yaşında Paşazâde unvanıyla medreselerde müderrislik yapmıştı.5 Yine babasıyla birçok vilayet dolaşmış, devlet idaresine dair incelikleri, eli sanata yatkın bir öğrenci inceliğiyle meşk etmiş, Erzurum ve Şam valiliğiyle başlayan devlet ricalliği, on beş sene sürecek sadrazamlıkla devam etmişti.
KADÎMEN ZÂYİ’ DEĞİLDİR EFENDİM / Rahşan TEKŞEN
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Evkaf Nazırı Hayri Efendi zamanında6 kütüphaneleri yenileştirmek maksadıyla yeni kitap dolapları yapılıp nişlerin önü kapatılsa; içerideki minder ve sedirler, validesinin eşyalarını beğenmeyen bir evladın anlayışsızlığıyla kapı önüne konup yerine sandalye ve masalar getirilse; kandiller sökülüp elektrik telleri döşense ve acemi bir kalemin elinden çıktığı her harfinden belli olan “Maşâallah” yazıları kubbenin dört eteğine yazılsa da Köprülü Kütüphanesi’nin bizatihi varlığı bile şükre değerdir. Hiç hareket etmeyen, hiç konuşmayan, ama her şeyi anladığını gözleriyle söyleyen bir babanın her şeye rağmen evdeki varlığı gibi… Bu yüzden Köprülü Kütüphanesi’nin akıbetini soranlara verilecek tek güzel cevap vardır: Çok şükür, kadîmen zayi’ değildir efendim. Dipnotlar 1 İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, TTK Yayınları, C.3, Ankara-1951, sf. 438. 2 İsmail Erünsal, Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri, Türk Tarih Kurumu, Ankara-2008, sf.347-352. 3 İsmail Erünsal, “Köprülü Kütüphanesi”, İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara-2002, C.26, sf.257-258. Çoğu sultanlara bile nasip olmayan bu uzun sadaret döneminde, ciddi bir kuvvet ve nüfuza sahip olan Fâzıl Ahmed Paşa, babasının vasiyeti bellediği külliyeyi; bir kütüphane, çeşme, sebil, cami ve türbe ilave ederek tamamladı. Pederi Mehmed Paşa’yı, validesi Aişe Hanım’ı bu türbeye defnetti ve vakti geldiğinde kendisi de onların yanındaki yerini aldı. Zira muradı, medreseye ve kütüphaneye girip çıkan talebelerin seslerini yakından duymaktı. Köprülü Camii’nden beş vakit gürleyen ezan-ı Muhammedi’yi, çeşme başındaki insanların taslarına dolan su sesini ve
ruhlarına bağışlanacak Fatiha’ları yakından duymak… Diğer yazma eser kütüphanelerinden bir farkı da sokak aralarına saklanmayıp bilâkis ay gibi meydanda olması; İstanbul’un en işlek caddelerinden biri olan Divanyolu’nda, bütün asaleti ve vakarıyla durmasıdır. Hâl-i hazırda faal bir kütüphane olmasa bile, onun buradaki varlığı, Garb’ın kem gözünü diktiği İstanbul’da; ilmin, irfanın, medeniyetin, zarafetin bir nişânesi olarak mühim bir anlam taşımaktadır.
4 Haz. Ramazan Şeşen, Cevat İzgi, Cemil Akpınar; İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi, Köprülü Kütüphanesi Yazmalar Kataloğu, C.1, İstanbul-1986, sf.15. 5 Abdülkadir Özcan, “Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa”, İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara-2002, C.26, sf.260-263. 6 Ahmet Vefa Çobanoğlu, “Köprülü Kütüphanesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı, C.5, İstanbul-1994, sf. 9091.
31
AYASOFYA KÜTÜPHANESİ
Erdem YÜCEL Ayasofya Müzesi Eski Müdürü Fotoğraflar:
Tahsin AYDOĞMUŞ
“
Ayasofya’daki Sultan I. Mahmud Kütüphanesi mimarisi, zengin yazma eserler koleksiyonu ve çok sayıdaki görevlileriyle dönemin ilginç yapılarından biri olmuştur. Vakfiyesinden öğrenildiğine göre kütüphanenin oldukça geniş bir kadrosu vardı. Altı hâfız-ı kütüb, bir mücellit, bir kâtibi kütüb, Buhari okuyan okuyucuların hangi sayfada olduklarını belirten iki noktacı, temizliğe bakan müstahfız, iki bevvab, üç ferraş, kütüphanenin tamiriyle görevli iki meremmetçi, bir kurşuncu ve kütüphanenin güzel kokmasını sağlayan bir buhurcu, ve bir mâhi-n-nükuş bunların başında gelmiştir.
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
AYASOFYA KÜTÜPHANESİ / Erdem YÜCEL
Ayasofya Kütüphanesi Osmanlı hükümdarlarının bilimi önemsediklerini ve bunun için de İstanbul başta olmak üzere imparatorluğun birçok yerlerinde kütüphaneler açtıklarını kaynaklardan öğreniyoruz. Ayasofya’nın içerisindeki ilk kütüphanenin Kanuni döneminde h.960 (1552) yılında Kâğıt Emini Hacı Cihan Bey tarafından kurulduğunu, yazma kitapların cami içerisindeki dolaplarda korunmaya çalışıldığını Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’in Süleymaniye Kütüphanesi’ne bağışladığı dosyalardaki Son Posta gazetesinin bir haberinden öğreniyoruz: “Sonradan İskele Emini olan Kâğıt Emini Hacı Cihan Bey’in Ayasofya’da h.960’da kurduğu kütüphanenin kitapları Abdülmecid devri onarımı sırasında civardaki bir mahzene kaldırılmış ve bir müddet orada bakımsız olarak terk edilmiş iken İstanbul Adlisiyken yanan Dar-ül-Fünun’u Osmani binasına kaldırılmış, Dar-ül Fûnun’un lağvında Ayasofya’ya iade olmuş, sonra Maarif nezareti almış ve nezarette kütüphane kurmuştur. h.300 (1882)’de (yani Ayasofya tamiratından 30 yıl sonra) Bayezid Devlet Kütüphanesi kurulduğunda oraya devrolmuştur1.” Sultan I. Mahmud Kütüphanesi’nin Vakfiyesi Sultan I. Mahmud, Kanuni Sultan Süleyman’ın Ayasofya’da kurdurduğu kütüphaneyi geliştirmek amacıyla caminin içerisine yeni bir kütüphane yaptırmış ve düzenlediği h.1152 (1740) tarihli vakfiye ile de onun yaşatılmasını sağlamıştır. Bunun için Anadolu ve Rumeli’deki geniş araziler ile bugünCağaloğlu’nda yaptırdığı hamamı kütüphaneye vakfetmiştir. Ayasofya’daki Sultan I. Mahmud Kütüphanesi mimarisi, zengin yazma eserler koleksiyonu ve çok sayıdaki görevlileriyle dönemin ilginç yapılarından biri olmuştur. Vakfiyesinden öğrenildiğine göre kütüphanenin oldukça geniş bir kadrosu vardı. Altı hâfız-ı kütüb (kütüphaneci), bir mücellit (ciltçi), bir kâtibi kütüb (kütüphanecinin katibi), Buhari okuyan okuyucuların hangi sayfada olduklarını belirten iki noktacı, temizliğe bakan müstahfız (koruyucu hademe), iki bevvab (hademe), üç ferraş (temizliği yapan kişi), kütüphanenin tamiriyle görevli iki meremmetçi (küçük çapta tamirleri yapan kişi), bir kurşuncu ve kütüphanenin güzel kokmasını sağlayan bir buhurcu, ve bir mâhi-n-nükuş (okuyucuların duvarlara yazdıkları yazıları silen kişi) bunların başında gelmiştir. Kaynaklardan öğrenildiğine göre, kütüphanenin açılışından sonra Salı günleri Sultan Ahmed Camii’nin imamı sabah ve öğle namazları arasındaki sürede Kur’anı açıklayan dersleri burada vermiştir. Çarşamba günleri de Reisül-kurra Kur’an’dan bazı bölümler okumuş, Perşembe günleri de verilen bilgiler üzerinde konuşulmuş ve bu arada Buhari’nin açıklamaları yapılmıştır. Sultan I. Mahmud’un da bu toplantılara zaman zaman katıldığı söylenmiştir. 34
AYASOFYA KÜTÜPHANESİ / Erdem YÜCEL
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Kütüphanenin Açılışı Kütüphanenin açılış tarihiyle ilgili kaynaklarda birbirinden farklı bilgilerle karşılaşılmıştır. Ancak Toderini ile J. F. Von Hammer h.1159 (1746) tarihini ileri sürmüşlerse de Hüseyin Ayvansarayi h.1153 (1740) tarihi üzerinde durmuştur2. Kütüphanenin Hazine-i Kütüp denilen kitaplık bölümünün iç tarafındaki kitabede de h.1153 (1740) tarihinin yazılı oluşu konuya açıklık getirmiştir. Buna dayanarak da kütüphanenin 1152 yılı Şevvalinde (Ocak 1740) 21 Nisan 1740’da açıldığını söyleyebiliriz. Subhi Tarihi3 ve J. F. Von Hammer’den öğrenildiğine göre Sultan I. Mahmud kütüphanenin açılış törenine katılmıştır. Öncelikle törende Buhâri’nin okunuşunun ardından duası yapılmış, kütüphanede görevli muhaddis (hadis ilmiyle uğraşan kişi) ve müfessirler (tefsir ilmiyle uğraşan kişi) tarafından ilk ders verilmiştir. Sonra da Ayasofya’nın vaizinin vaazı dinlenmiş, dualar edilmiş ve padişah da görevlilere çeşitli ihsanlarda bulunmuştur. Vakanüvis Subhi Mehmed Efendi’den öğrenildiğine göre kütüphanenin açılışında kütüphanede 4.000 civarında yazma eser bulunuyormuş. Kütüphanenin yapımı tamamlanınca Sultan I. Mahmud Galata’daki Saray-ı Hümayun Kütüphanesi’nde bulunanları da buraya vakfetmiştir. Bunların bir kısmı Hazine-i Amire’den gelmiş, bazılarını da sadrazam, şeyhülislam, dârûssaâde ağası başta olmak üzere devletin önde gelenleri hediye etmiştir. Sultan I. Mahmud’un hediye ettikleri ise onların dışındadır. Bu kitaplar arasında Yavuz Sultan Selim’in Mısır’dan getirdiği kitapların olduğu da kaynaklarda belirtilmiştir. Kütüphanedeki yazma eserlerin kataloğu özenle hazırlanmış ve her birinin üzeri Haremeyn müfettişinin, Anadolu ve Rumeli kazaskerlerinin mühürleriyle tasdik edilmiştir.
Sultan I. Mahmud Kütüphanesi’nin açılışı o dönemin İstanbul’unda çok önemli bir olay olmuş, hakkında bazı maniler söylenmiştir. Nitekim Ramazannâme’nin “Fasl-ı kütüphane” bölümünde kütüphanenin açılışıyla ilgili bazı mısralara yer verilmiştir: “Âl-i Osman’ın şevketi Yoktur nâzır-i devleti Dört köşede medh olunur Kütüphanenin ziyneti. Ziyneti dehre saldı fer Vasfa sezadır sert eser Ayasofya Câmiinde Eyledi bir âli eser. Etrafında dolapları Kitapla doldu her biri Ortasındaki dolapda Gösterdi üstâd hüneri4.” Sultan I. Mahmud Kütüphanesi’nin mimari yapısı Sultan I. Mahmud Kütüphanesi Ayasofya’nın güneyinde türbeler bölümündeki iki destek payanda arasına son derece ustalıkla yerleştirilmiştir. Dört köşesi çiçek bezemeli, mukarnas başlıklı sütunlara dayanan tunç bir şebeke ile kütüphane ana mekânından ayrılmıştır. Kaynaklarda ismine rastlayamadığım kütüphane-
Ayasofya Kütüphanesi
nin mimarı kütüphaneyi içeride ve dışarıda çıkıntı yapmadan yerleştirerek Ayasofya ile bütünleştirmiştir. XVIII. yüzyılda Osmanlı mimarisinde etkili olan batının barok üslubuna karşılık burada klasik Osmanlı mimarisinin izleri açıkça görülmektedir. Osmanlının son dönemlerinde yapılmış olmasına rağmen çinileri, sedef kakmalı dolap kapakları, Edirnekâri bezemeleri, yazı frizleri, tunç şebekeleri ile tek kelime ile biblo gibi zarif bir mimari şaheserdir. Ayasofya Kütüphanesi’ne ana mekânın sağındaki dördü tam, ikisi yarım sütun ve onları birbirine bağlayan beş yuvarlak kemerin altına yerleştirilmiş barok üslupta çiçek bezemeli tunç dökme şebekeli bir kapıdan girilmektedir. Tunç şebekeli kapının üzerindeki “Ya Fettah” yazılı oymalı, iki kulplu kapı tutamağı ise maden sanatının en güzel örnekleri arasındadır. Kütüphane iki bölüm halinde; okuma salonu ile yazma eserlerin korunduğu hazine-i kütüp ve onları birbirinden ayıran bir koridordan meydana gelmiştir. Tunç şebekeli ve camekân ile iç mekâna, üç pencere 35
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
AYASOFYA KÜTÜPHANESİ / Erdem YÜCEL
ile de türbeler bölümüne bakan okuma salonu 5.80 X 7.60 m. ölçüsünde dikdörtgen planlı olup duvarları XVIXVIII. yüzyıl çinileriyle bezenmiştir. Çini panoların üzerindeki çivit mavisi zemine beyaz celi-sülüs yazı ile Besmele, Haşr suresinin 22 ve 23. Ayetleri ile Allah’ın güzel isimleri olan Esma-i Hüsna yazılmıştır. Onların yanı sıra ortada Kelime-i Tevhid, altında ise yeşil çinilerle bordür içerisine alınmış Sultan Mahmud’un tuğrasına yer verilmiştir. Kütüphanenin okuma odası 1906 yılında onarılmış ve bu dönemde içeride bazı değişikliklerin yapıldığı sanılmaktadır. İlk yapılışında duvarların önünde sedirler ile rahleler bulunuyordu. Bazı destanlarda kütüphanenin çinilerinden, bezemelerinden, padişaha özgü al puşide örtülü yerlerden ve kitap dolaplarından söz edilmiştir. Kütüphaneler Genel Müdürlüğü 1959-1960 yıllarında burasını kütüphane olarak düzenlemiş, ne gariptir ki, tavan suntayla (!) kapatılmış, pencerelerden bazıları örülerek dolapla-
36
ra dönüştürülmüş, yerlere de parke döşenmiştir!.. Bu yüzden okuma salonunun orijinal üst örtüsünün nasıl olduğu tam netlik kazanamamakla beraber ahşap kubbe veya tonozla örtülü olduğu sanılmaktadır. Kültür Bakanlığı bir süre sonra buradaki kütüphanenin işlerliğine son vererek onarımını yapmış ve Ayasofya Müzesi yönetimine bırakmıştır. 1982-1983 yılında yapılan restorasyonda Kütüphaneler Genel Müdürlüğünün yapmış olduğu yapıya uygun olmayan ilaveler kaldırılmış, daha önce örülerek dolap haline getirilen pencereler yeniden açılmıştır. Kütüphanenin okuma odasından kitapların korunduğu Hazine-i kü-
Vakanüvis Subhi Mehmed Efendi’den öğrenildiğine göre kütüphanenin açılışında kütüphanede 4.000 civarında yazma eser bulunuyormuş.
tüp’e üzerinde bir besmelenin yazılı olduğu bir koridordan geçilmektedir. Kütüphanenin en ilginç bölümünü oluşturan bu koridor XVI-XVIII. yüzyıllara tarihlendirilen çini pano ve frizlerle bezenmiştir. Burada özellikle XVI. yüzyıl çini sanatının en sevilen ve uygulanan kompozisyonlarından bahar açmış çiçek dalları, karşılıklı simetrik iki servi ağacına yer verilmiştir. Son derece hareketli konturlarla çizilmiş beyaz zeminli çinilerde çiçek açmış ince erik dallarının kendisine özgü görünümü vardır. Panoların ortasından uzanan servi ağaçları ise kuvvetli dekoratif şekiller halinde kompozisyonu tamamlamaktadır. Ayrıca oldukça iri rozetlere, Çin bulutlarına, lalelere, kıvrık dallara, şakayıklara da burada yer verilmiştir. Çinilerin mercan kırmızısı parlaklığı ile canlılığını kaybetmemiş yeşil ve mavi renkler burada görülmektedir. Onların yanı sıra çiniler üzerinde bir takım dualar içeren yazı frizleri ile çok daha hareketli bir görünüm sağlanmıştır. Çinilerin üzerindeki yazı frizlerinin yerleri onarım sırasında bilinçsizce değiştirildiğinden okunabilmeleri çok güçleşmiştir. Burada
AYASOFYA KÜTÜPHANESİ / Erdem YÜCEL
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
dikkati çeken bir başka nokta da çinilerin arasına ilgisizce yerleştirilmiş olan İtalyan Faenza çinileridir. Büyük olasılıkla bunlar daha önce yerlerinden sökülen çini karoların yerlerine konulmuştur. Çinilerin değişik dönemlere tarihlendirilmesinin nedeni; kütüphaneyi bir an önce bitirmek isteyen mimarın piyasada bulduklarını toplayarak bir araya getirmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Osmanlı sanatının en güzel çinilerini bir araya getiren bu koridorun kötü bir yazgısı olmuştur. XIX. yüzyılın sonlarında İstanbul’a gelen S. Doringy isimli Fransız dişçi tarafından çinilerden bazıları Fransa’ya götürülmüştür. S. Doringy devrin Evkaf Nezaretine başvurarak Ayasofya türbelerindeki eksik çinileri tamamlamak istediğini ileri sürerek izin almıştır. Bundan sonra da Sultan II. Selim Türbesi girişinin iki yanındaki panolardan birisiyle kütüphanedeki çini panoyu sökmüş, sonra da boş kalan yerlerine benzerlerini resmetmiştir. Aynı şekilde Yeni Cami Hünkâr Kasrı’ndaki XVIII. yüzyıla ait erik ağaçlı bir çini pano da sökülerek yerine acayip bir kalem işi yapılmıştır. Günümüzde bu çini panolar Fransa’nın Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir. Hazine-i Kütüb’ün giriş kemerinde Sultan I. Mahmud’un tuğrası ve onun altında on beş beyitlik talik yazılı yapım kitabesine yer verilmiştir. Hazine-i Kütüb 9.70 X 5.80 m. ölçüsünde dikdörtgen planlı olup duvarlara yapışık stalaktit başlıklı ikisi yarım, ikisi ortada olmak üzere dört mermer sütun ve üst örtüyle birbirinden ayrılan iki ayrı mekândan meydana gelmiştir. Diğerinden biraz daha yüksek olan ilk mekânın üzeri sekizgen kasnağa oturan bir kubbeyle üzeri örtülmüştür. Kubbe kasnağındaki siyah zemine, sarı renkte celi sülüs yazıyla Fâtır suresinin 29-32 ayetleri Baltacızâde Mustafa Paşa tarafından yazılmış, kubbe içerisinde yer yer alçı kabartma çiçekli bezemeye yer verilmiştir.
37
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
AYASOFYA KÜTÜPHANESİ / Erdem YÜCEL
Diğer bölümün üzeri ise ayna tonozla örtülmüştür. Kubbeli bölümün ortasındaki sedef kakmalı, bezemeli ahşap kitap dolabı günümüze ulaşabilmiştir. Ayrıca duvarlardaki dolapların araları XVI-XVII. yüzyıllara tarihlenen beyaz zemin üzerine lâcivert, kırmızı, firuze, renklerdeki çiçekler, şakayıklar, laleler, karanfiller, yaprakların yer aldığı çinilerle bezenmiştir. Dördü büyük top şeklinde kubbelerden sarkan madeni askılar da salona ayrı bir hava kazandırmıştır. Hazine-i Kütüb’ün kubbe altına rastlayan yerine ince tel örgü kapaklı, üzeri âlemli kubbe şeklinde ahşap kitaplık yerleştirilmiştir. Ayasofya’nın 1982 yılı öncesinde yapılan onarım sırasında bu kitaplık dört ayrı bölüme ayrılmış olarak bulunmuş ve sonra da orijinal şekli olan tek parçaya
38
dönüştürülmüştür. Nitekim Ramazanname’de bu kitaplığın dört ayrı parça olmayıp tek parça olduğu belirtilmiştir: “Etrafında dolapları Kitapla dolu her biri Ortasındaki dolapta Gösterdi üstâd hüneri” Kitaplığın üzeri de XVIII. yüzyıl çiçek bezemeleriyle kaplanmıştır. Bunun üzerindeki lentonun kırmızı zemininde altın yaldızlı talik bir yazı frizine yer verilmiştir5. Kütüphanenin kitapları Ayasofya Kütüphanesi’nin kitapları, Rumeli Kazaskeri Ahmed Efendi ile Hacımeyni Şerifeyn Evkaf müfettişi Mustafa Efendi’nin mühürlediği vakfiyesi ile fihristleri bugün Süleymani-
ye Kütüphanesi’ndedir ve konularına göre tasnif edilerek kaydedilmiştir. Ne yazık ki, minyatürlü yazmaların bazı sayfaları çok önceki yıllarda batılı müsteşrikler tarafından kesilerek yurt dışına kaçırılmıştır. Osmanlı dönemi kütüphaneciliğinde Hafız-ı Kütüblüğün babadan oğula geçmesi gelenek olarak uzun yıllar sürmüştür. Evladı olmayan Hafız-ı Kütübler öldüklerinde kitaplar yeniden vakfa intikal etmiş veya yerlerine beratla biri getirilmiş, bazıları da işten el çektirilmiştir. Böyle olunca da bazen kitaplar uzun süre sahipsiz ve korumasız kalmış; bu da onların yok olmalarına, yıpranmalarına neden olmuştur. Mahkeme-i Şer’iyeden Kâtip Seyyid İbrahim Efendi başta olmak üzere devrin Hafız-ı Kütüpleri Ayasofya
AYASOFYA KÜTÜPHANESİ / Erdem YÜCEL
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Kütüphanesi’nin baş Hafız-ı Kütübü Mehmet Tahir Efendi’nin de bulunduğu bir komisyon aracılığı ile h.1247 (1831) yılında eski vakıf fihristlerini karşılaştırarak yeni bir fihrist meydana getirilmiştir. Sultan II. Abdülmecid (1876-1908) döneminde h.1304 (1888-1889) yılında İstanbul kütüphanelerinin tasnifi yapılıp matbu fihristleri hazırlanırken Ayasofya’dakiler de konularına göre otuz dörde ayrılmıştır. Bunlar arasında Ceylan derisine kûfi yazı ile yazılmış Kur’an, Dioskorides’in Kitap el-Haşayir tercümesi, Cami’nin Külliyatı, Muhiddin’i Arabi, İbni Haldun’un eserleri, Tarih-i Olcayto, Mesalik al ebsar fi memalik alemsar, Tarih-i Selatin-i Osmaniye, Aybet ül Hakaik gibi kitaplar vardı. Yakut-u Mustasami’nin yazıları, Karahisari’nin, Şeyh Hamdullah’ın yazıları ile Piri Reis’in Kitab-ı Bahriyesi, Ali Kuşçu’nun Risale-i Fethiye fi’l hey ve Fazullah Hurufi’nin Cavidanı da bu eserler arasındaydı. Günümüzde kaybolan bazı kitapların ise batılı müze ve koleksiyonerlerde oldukları sanılmaktadır. Muzaffer Gökmen kütüphanedeki yazma eserlerin 4863’ünün Sultan I. Mahmud, 113’ünün Şeyhülislam Sadeddin Efendi ve 22’sinin de vakıflarının belli olmadığını, 4998 kitap olduğunu ileri sürmüştür6. Cevdet Türkay’ın belirttiğine göre Ayasofya Kütüphanesindeki kitaplar zaman zaman tasnif edilmiştir. Bunun sonucu olarak iki fihrist defteri ile bir basılı fihrist kitabı ortaya çıkmıştır. Birinci fihrist büyük bir yazma defter olup Sultan I. Mahmud zamanında düzenlenmiştir. Defter-i Sultan Mahmud-ı Evvel denilen bu fihristin altında padişahın mührü bulunmaktadır7. İkinci fihrist Sultan II. Mahmud devrine ait olup oldukça büyük bir yazma halindeydi.
Basılı olan ise diğer kütüphanelerdeki basılı fihristler gibi Sultan II. Abdülhamid zamanında düzenlenmiştir8. Dipnotlar 1 Son Posta Gazetesi 8 Ocak 1951; Süheyl Ünver, Ayasofya Kütüphanesi dosyası, Süleymaniye Kütüphanesi, No.145; Ahmet Küçükkalfa “Ayasofya Kütüphanesi” İlgi, İstanbul 1983, S.37, s.13-17. 2 A.Toderini, De La Litterature des Turcs, Paris 1789, C.2,s.67; J.F.Von Hammer,Geschichte des Osmanischen Reiches, Wien 1833, C.IV, s.17; Hüseyin Ayvansarayi,Harika’tül Cevami, İstanbul 1281, C.I, s.5; Ahmet Küçükkalfa, a. g.e, s.17. 3 Mehmed Subhi Tarihi, (Yayınlayan Beylikçi Raşid), İbrahim Müteferrika Basımevi, İstanbul 1198 (1783).
4 Âmil Çelebioğlu, Ramazanname (1826 Yılında Ramazan Mânileri), Tercüman Gazetesi 1000 Temel Eser, İstanbul, s.123-125. 5 Erdem Yücel, “La Bıblıotheque Du Sultan Mahmut I A Saınte-Sophıe” Travaux et Recherches en Turquie, Paris 1984, C.II, s.201-208. 6 Muzaffer Gökman, İstanbul Kütüphaneleri Rehberi, İstanbul 1947; Mahmud Özlü “Ayasofya Kütüphanesi” mad. İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1960, C.3, s.1482-1484. 7 Cevdet Türkay, “İstanbul Kütüphaneleri” Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, İstanbul, S.s.73-74-75. 8 Ayasofya Kütüphanesi fihristleri konusunda bkz; Nimet Bayraktar, “Kütüphane Fihristleri” Türk Dünyası Araştırmaları, İstanbul 1982, S.21, s.127-159. 39
SULTANLARIN KÜTÜPHANELERİ, KÜTÜPHANELERİN SULTANLARI Cengiz AYGÜN Araştırmacı
“
Osmanlı sultanlarının İstanbul’da bizzat kurduğu yahut kurulmasına destek olup teşvik ettiği kütüphanelerde toplanan ve çoğu birer ilim kaynağı olmakla beraber üstün bir sanat eseri olan kitaplar, bugün de kültür ve medeniyet beşiği İstanbul’da sadırlara şifa olmaya namzet.
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
SULTANLARIN KÜTÜPHANELERİ, KÜTÜPHANELERİN SULTANLARI / C e n g i z A Y G Ü N
Süleymaniye Medresesi
Meşhur Osmanlı tarihçisi Yazıcızade Ali’nin, Selçukname isimli eserinde Osman Gazi’nin dilinden yaptığı “İstanbul’u aç gülzâr yap” vasiyeti kendinde tezahür eden Fatih Sultan Mehmed, fethettiği bu övülmüş şehri camiler, medreseler, çeşmeler, hanlar ve hamamlar gibi mimarî yapılarla süslemiş, adeta bir gül bahçesi haline koymuştu. Onun bu faaliyetleri, kendi adıyla anılan vakfiyede “büyük cihad” diye isimlendirilir. İstanbul’da kütüphane kuran ilk sultan da haliyle, şehri ilim membaı haline getiren Fatih olmuştur. O, Manisa’dan Edirne Sarayı’na götürdüğü kitaplarını fetihten sonra evvelâ Eski Saray’a, sonra da Yeni Saray’a (Topkapı Sarayı) naklettirmişti. Bu kütüphane, esasında İstanbul’un da
Beyazıt Devlet Kütüphanesi
42
ilk kütüphanesiydi ve meşhur âlimlerden Molla Lütfi bir müddet hâfız-ı kütüblüğünü yapmıştı. Hatta nakledilir ki bir gün Fatih kütüphaneye gelip Molla Lütfi’den bir kitap istemiş. O da biraz yüksekçe bir yerde olan kitabı almak için bir mermer taşını basamak olarak kullanmış. Fakat birden hiddetlenen Fatih, “ne yaptın, o bastığın taş İsa Aleyhisselam’ın üzerinde doğduğu taştır” diye çıkışmış. Molla Lütfi o esnada seslenmemişken biraz sonra bir köşede, kitapların üzerine örtülmüş eski püskü, tozlar içindeki bir bez parçasını getirip padişahın dizinin üstüne büyük bir ihtiramla bırakmış. Niye bezi üstüne bıraktığını soran Fatih’e cevabı da, “Sultanım niye huzursuz olursunuz, bu bez Hz. İsa’nın beşiğinin bezidir” olmuş.
SULTANLARIN KÜTÜPHANELERİ, KÜTÜPHANELERİN SULTANLARI / Cengiz AYGÜN
Raflarını İslâmî yazmaların dışında İtalyanca, İbranice, Grekçe, Latince, Ermenice ve Süryanice kitapların da süslediği bu ilk saray kütüphanesindeki eser sayısı, II. Bayezid devrinde çıkartılan envantere göre 5 bin yedi yüz cilt içinde 7 bin iki yüz adet idi.
Fatih Camii’nde bir araya getirilerek hizmete açılmıştı. Esas koleksiyonunu Fatih’in vakfettiği 900 civarında kitabın oluşturduğu bu kütüphane, müteakip asırlar boyunca Fatih Camii içinde hizmet verecek ve yeni bağışlarla eser sayısı her geçen gün artacaktı.
İstanbul’un fethini müteakip Fatih Sultan Mehmed’in bânîsi olduğu Eyüp Sultan Camii’nde oluşturulan kütüphane de şehrin ilk kütüphanelerindendir. XX. asrın ilk çeyreğine kadar faal olan kütüphanenin koleksiyonunda 200 kadar kitap vardı.
İstanbul’u doğunun ve batının kültür merkezi yapma yolunda babasının izinden giden II. Bayezid Han, onun sarayda kurduğu kütüphaneyi
Fatih’in kendi adıyla anılan kütüphanesi ise önce yeni yaptırdığı Semaniye Medreselerinde teşekkül etmiş, sonra da
Nuruosmaniye Kütüphanesi
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Nuruosmaniye vakfiyesi
43
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
SULTANLARIN KÜTÜPHANELERİ, KÜTÜPHANELERİN SULTANLARI / C e n g i z A Y G Ü N
Beyazıt Devlet Kütüphanesi
kendine hediye edilen yahut adına yazılmış birbirinden mutena kitaplarla zenginleştirmişti. Babadan oğula hayırlı bir miras olarak aktarılan saray kütüphanesi asıl muhteşem koleksiyonuna, kitap sevgisiyle de meşhur Sultan I. Selim devrinde kavuştu. Onun fethettiği Suriye ve Mısır gibi ülkelerden gelen kitaplarla büyüyen bu kütüphane, ileride Osmanlı sultanlarının kuracağı birçok vakıf kütüphanesinin de temeliydi aslında. Mektep, tekke, türbe ve bilhassa medreselerde birer kütüphane ihdası usulünün yaygınlaşması, hemen hemen
Beyazıt Devlet Kütüphanesi
44
Kanuni’nin saltanatının ilk yıllarına rastlar. Nitekim o da, yeni inşa ettirdiği Süleymaniye Külliyesi’nin ana mekânı olan camiye, açılışından birkaç yıl sonra saray kütüphanesinden kitaplar göndermiş ve burada bir kütüphane tesis etmişti. III. Murad devrinde İstanbul, iki ihtisas kütüphanesine ev sahipliği yapıyordu. Bunlardan biri yine sarayda oluşturulmuş, tıp kitaplarından müteşekkil bir koleksiyondu. Diğeri de Takıyyüddin’in kurduğu rasathanede tesis edilmiş kütüphaneydi.
SULTANLARIN KÜTÜPHANELERİ, KÜTÜPHANELERİN SULTANLARI / C e n g i z A Y G Ü N
III. Ahmed devrinin, yahut daha özelde ve herkesçe bilinen adıyla ‘Lale Devri’nin yoğun sosyo-kültürel faaliyetleri içinde İstanbul’da pek çok kütüphane de açılmıştı. Bunda elbette, Lale Devri’nde yabancı dillerden yapılan tercümelerin çoğalması ve matbaanın kuruluşu önemli bir yere sahipti. Tüm bu kültürel faaliyetlerin merkezinde bulunan Sultan III. Ahmed, kendi dönemine kadar biriken ve sarayın muhtelif bölümlerinde ve hazinede muhafaza edilen binlerce nadide eser için, yine saray dâhilinde ve kendi adıyla (yahut Enderun Kütüphanesi namıyla) anılacak müstakil bir kütüphane binası yaptırdı (23 Kasım 1719). Bu suretle sultan, kütüphanenin vakfiyesinde de geçtiği üzere, paha biçilemeyen ama erbâbınca da rahat bir şekilde kullanılamayan bu nefis kitapları bir araya toplatmış oluyordu. Esasında III. Ahmed Han daha önce, 1711’de annesi Gülnûş Valide Sultan için Üsküdar’da yaptırdığı camide, “ilim tahsil eden talebelerin istifadesi için” küçük çaplı bir de kütüphane kurmuştu. Onun yaptırdığı bir diğer kütüphane de Yeni Cami’de, Turhan Valide Sultan’ın türbesi yanındaydı. Lale Devri’ni bitiren Patrona Halil İsyanı’ndan sonra tahta geçen Sultan I. Mahmud’un saltanatı devri, kütüphanecilik tarihimizin asıl dönüm noktalarından biri oldu. Vakıf kütüphaneciliği, Osmanlı mülkünün en ücra köşelerindeki kalelerde bile kütüphane kurmak teşebbüsünde bulunan I. Mahmud zamanında adeta altın çağını yaşamıştı. Bu devir, genel manada müstakil kütüphane binalarının yaygın-
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
laşmasına, kütüphanelerin koleksiyonlarının zenginleşip işleyişin daha teferruatlı olarak düzenlenmesine şahitlik edecekti. Tarihçi Subhi, Sultan I. Mahmud’un kurduğu üç mühim kütüphaneden biri olan Ayasofya Kütüphanesi’yle sultanın, eslâfının gerçekleştiremediği bir işi başardığını söyler. Zira Ayasofya Kütüphanesi, hem koleksiyonunun zenginliği, hem mimarîsi ve hem de kadrosunun genişliği ile oldukça teşekküllü bir kütüphaneydi. Öyle ki kütüphane kadrosunda hâfız-ı kütübler, kâtipler, mücellidler bir yana, dersiâm, müfessir, muhaddis ve hatta kütüphanenin güzel kokması için buhur yapacak bir buhurcu bile vardı. Kütüphanelerin, aynı zamanda birer medrese vazifesi de gördüğü bu devirde sultanın İstanbul’da kurduğu diğer iki büyük kütüphane, Fatih ve Galatasaray kütüphaneleridir. Sultan I. Mahmud aynı zamanda, kendisine hediye edilen yahut müsadere yoluyla saraya intikal eden kitapları Revan Köşkü’nde toplamış ve burada sanat değeri de yüksek bir koleksiyon meydana getirmişti. Bu kitapları aslında, inşasını başlattığı külliyede kurduracağı büyük kütüphane için saklıyordu. Fakat ömrü vefa etmeyecek ve külliyeyi, yerine tahta çıkan kardeşi III. Osman tamamlatarak adını da, kendi adına izafeten Nur-ı Osmanî koyacaktı. Buradaki kütüphane, bugün de Nuruosmaniye diye anılan kütüphanedir. III. Mustafa, Laleli’deki camiinin yanında yaptırdığı medresede bir kütüphane kurduğu gibi, sarayda Bostancılar
Süleymaniye Kütüphanesi
45
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
SULTANLARIN KÜTÜPHANELERİ, KÜTÜPHANELERİN SULTANLARI / C e n g i z A Y G Ü N
Yıldız Kütüphanesi
Ocağı’nda da bir kütüphane bina ettirmişti. Babası III. Ahmed’inki kadar zengin olmasa da Sultan I. Abdülhamid, ismine nispetle Hamidiye Kütüphanesi adında müstakil ve mütevazı bir kütüphaneyi, Bahçekapı’da yaptırdığı külliye içine dâhil etmişti.
yabancı dilde eserleri de barındıran birer kütüphane tesis ettirmiş, mevcut kütüphanelerin ıslahı ve kataloglarının çıkarılması için ciddi çalışmalar yaptırmıştır. Beyazıt Devlet Kütüphanesi de bundan 130 yıl önce II. Abdülhamid’in iradesiyle inşa edilen ilk milli kütüphanemizdir.
XIX. asır başlarında tahta çıkan II. Mahmud devrinde artık İstanbul’daki her caminin yanında yahut içinde ve tekkelerin çoğunda birer kütüphane vardı. Sultan Mahmud payitahtta ayrı bir kütüphane yaptırmaya ihtiyaç duymadıysa da ecdadından miras kütüphanelerin kataloglarını yeniletmiş, eserlerin bakım ve tamirini sağlamış, bazı hususi kütüphanelere hatırı sayılır miktarda kitaplar vakfetmiştir.
Sultan Abdülhamid’in kütüphane hizmetleri bunlarla sınırlı değildir. Çeşitli yerlerde dağınık bir halde bulunan on bin kadar kadı sicilini, Şeyhülislâmlığa bağlı bir arşiv ve kütüphanede bir araya getirtmesi sayesinde hâlen bu arşivden istifade edebilmekteyiz.
XX. yüzyıl; Osmanlı kütüphanelerinin yeni bir veche kazandığı, daha çok medrese talebelerine ve ulemaya hizmet veren klasik kütüphaneler yerine yeni açılan mekteplerin ihtiyacını karşılayacak yeni tarz kütüphanelerin kurulduğu bir devir oldu. Başta İstanbul olmak üzere çeşitli şehirlerde Batı’dakilere benzer umumi kütüphaneler ve halk kütüphaneleri tesis edildi. Devrin kütüphanecilik anlayışının öncüsü ise Sultan II. Abdülhamid oldu. II. Abdülhamid, ikametgâhı olan Yıldız Sarayı’nda zengin koleksiyonlu bir kütüphane kurmakla kalmamış, elden çıkmakta olan Balkan şehirlerindeki kütüphanelerde bulunan kitapların İstanbul’a getirilmesi için gayret göstermiş, yeni kurdurduğu yüksekokullar, hastaneler ve müzelerde
46
Osmanlı sultanlarının İstanbul’da bizzat kurduğu yahut kurulmasına destek olup teşvik ettiği kütüphanelerde toplanan ve çoğu birer ilim kaynağı olmakla beraber üstün bir sanat eseri olan kitaplar, bugün de kültür ve medeniyet beşiği İstanbul’da sadırlara şifa olmaya namzet. Kaynaklar İsmail Erünsal, Osmanlılarda Kütüphaneler ve Kütüphanecilik, İstanbul 2015; Şehir ve Kültür: İstanbul, (Editör: Ahmet Emre Bilgili), İstanbul 2012; Halil İnalcık, “Mehmed II”, DİA, C.28, s.395-407, Ankara 2003; Abdülkadir Özcan, “Mahmud I”, DİA, C.27, s.348-352, Ankara 2003; Semavi Eyice, “Ahmed III Kütüphanesi”, DİA, C.2, s.40-41, Ankara 1989.
KİTAPLARIN KORUYUCUSU: “YA KEBİKEÇ” Nejla KAYA Araştırmacı, Yazar
“
"Ya Kebikeç" deyimin ilk olarak ne zaman kullanıldığı sorusunun cevabı muallak. Ancak çok eski zamanlardan itibaren bu kelimenin ne anlama geldiği sorusu tartışılagelmiş. Bazı kişiler kelimenin kurtçukları kitaptan uzak tutan bir sihirli cin ya da meleğin adı olduğunu iddia etmiş. Bazıları ise buna botanik bilimi açısından yaklaşmayı denemiş. Bu yolla yaklaşanlar söz konusu bitkinin ne tür bir bitki olabileceği konusuna kafa yormuş. Genel olarak ortaya atılan görüşlerden biri, söz konusu bitkinin maydanozgiller familyasından olduğu ve sayfa arasına konduğunda yaydığı kokunun kurtçukları kitaptan uzak tuttuğu şeklindedir.
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
KİTAPLARIN KORUYUCUSU: “YA KEBİKEÇ” / Nejla KAYA
Kebikeç kelimesi kitap sevdalılarının, sahaf müdavimlerinin, yazma koleksiyonerlerinin bildiği, ancak ‘bu dünyaya’ uzak olanların hakkında bir fikir yürütemediği kelimelerden biri. İddialı olur mu bilmiyorum ama bir kişinin kitaba olan merakının derecesini anlamak için belki bu kelimeyi bilip bilmediğini ölçü olarak almak mümkün olabilir. Hâlihazırda Ankara merkezli olan, kültür hayatımızın en nitelikli dergilerinden biri de bu ismi taşıyor. Aziz Gökçe, derginin bu isimle yayınlanma gerekçesini şu satırlarla ifade ediyor: “Nasıl ki kebikeç kitapları zararlı haşerelerden koruyorsa, bu dergi de bilimi ve bilim adamlarını koruyacak, böylece kebikeç görevini bir kez daha yerine getirmiş olacak.” Bu kelimeye daha ziyade yazma eserlerin ilk ya da son varağında tesadüf etmek mümkündür. Bilindiği üzere yazma eserlerin korunması ve saklanması son derece güçtür. Yazmaların en önemli düşmanlarından biri de kitap kurtlarıdır. Her ne kadar
sahaf terminolojisinde kitap delisi, kitap aşığı olan insanları nitelemek için bu tabir bir benzetme olarak kullanılsa da, gerçek anlamda kitap kurdu, kitapların en büyük düşmanıdır. İşte bu sihirli sözcüğün kitapları söz konusu haşereden koruduğuna inanılır. Bu deyimin ilk olarak ne zaman kullanıldığı sorusunun cevabı muallak. Ancak çok eski zamanlardan itibaren bu kelimenin ne anlama geldiği sorusu tartışılagelmiş. Bazı kişiler kelimenin kurtçukları kitaptan uzak tutan bir sihirli cin ya da meleğin adı olduğunu iddia etmiş. Bazıları ise buna botanik bilimi açısından yaklaşmayı denemiş. Bu yolla yaklaşanlar söz konusu bitkinin ne tür bir bitki olabileceği konusuna kafa yormuş. Genel olarak ortaya atılan görüşlerden biri, söz konusu bitkinin maydanozgiller familyasından olduğu ve sayfa arasına konduğunda yaydığı kokunun kurtçukları kitaptan uzak tuttuğu şeklindedir. Bazı çalışmalarda ise bu bitkinin bir tür zehir yaydığı, bu zehrin insanlara değil ama kurtçulara zarar verdiği yönündedir. Yine bu bitkinin öz suyunun mürekkep içine karıştırıldığı ve böylelikle de kurtçukları uzak tuttuğu da rivayet olunur. Bazı kaynaklarda söz konusu bitkinin Türkçede ‘Düğün çiçeği’ olarak adlandırılan bitki olduğu kayıtlıdır. Bunun dışında bu bitki için sarı çiçekli düğün otu, keffü’s-sebu, kırlangıç otu, kes-i viran, şecerü’d-defadı, kibrit çiçeği, kurbağa ayası, kağıt hane çiçeği, sırtlan ayası, sütleğen gibi isimler de kullanılır.
50
Bilindiği üzere eski yazmalarda yer alan bazı malzemeler adeta kurtçukları davet eden türdendir. Balmumu, nişasta hamuru ve doğal yapıştırıcı maddeler bu cezbedici unsurlardan sadece birkaçıdır. Kebikeç otunun kitabın arasına konması durumunda bu küçük kitap düşmanlarının kitaptan uzak duracaklarına inanılmaktadır. İşin sihirsel boyutuna gelince... Kebikec’in Süryani kültüründe böceklere hükmeden kralın adı olduğu söylenir. Bundan dolayı kelimenin Süryani dilinde yer aldığı şeklinde bir iddia ortaya atılmıştır. Ancak Cavit Orhan Tütengil, Süryanice’de “ç” harfinin olmamasından dolayı bu tezin doğru olamayacağını öne sürer. Hüsrev Hatemi bir adım daha ileri giderek bu kelimeyi Süryani başpiskoposlarından Aziz Günel’e sorar ve ondan, kesinlikle Süryanice menşeili olmadığı cevabını alır. Öte yandan kelime için kelimenin Farisi kökenli ya da Sanskritçe menşeli bir sözcük olduğunu düşünenler vardır. Kelimenin Sanskritçeden türediğini iddia edenlerin ortaya attığı görüşe göre “Kebikeç”, Hindistan’da hamam böceklerinin kralının
KİTAPLARIN KORUYUCUSU: “YA KEBİKEÇ” / Nejla KAYA
adıdır. Dolayısıyla ondan meded ummak, kitapların her türlü haşerattan korunmasını güvence altına almak anlamına gelir. Kelimenin hüdhüd kuşu ile bağlantısını kuranlar da bulunuyor. Onların iddiasına göre de bu kuşun tüyleri yazmaları koruyucu bir takım özelliklere sahiptir. Dolayısıyla bu tüylerin kitap arasına konması, yazmaların ömrünü uzatan önemli bir etkendir. Kitapların sonuna bazen de ilk sayfasına bu ibare “yâ kebikeç”, “yâ hafiz, yâ kebikeç” gibi formüllerle yazılırdı. Ancak görünen o ki, bu yazma işleminin çok da işe yaradığı söylenemez. Nitekim bu durumu Hilmi Yavuz bir yazısında Abdülbaki Gölpınlarlı’dan yaptığı alıntı ile şu şekilde dile getirir: “Hocanın biri mollasından bir kitap ister. Molla kitabı eline alınca görür ki, lime lime, güve delik deşik
etmiş. Hoca der, kitabı güve yemiş! Hoca bağırır ‘yâ kebikeç’ yazmadın mı? Molla cevap verir: Yazdım, yazdım ama önce Kebikec’i yemiş de sonra kitabı yemiş”. Gerçekten bugüne intikal eden pek çok yazmada bu durumu somut olarak gözlemlemek mümkündür. Hasılı kebikeç kelimesi her ne kadar yazma eserleri koruma da hükmünü icra edemese de kültür hayatımızın en mühim unsurlarından olarak yaşamaya devam ediyor.
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Aziz Gökçe; “Kebîkeç’in aslı-Faslı: Kebîkeç Adı Üzerine Bir Araştırma”, Kebikeç, sayı: 3, 1996, s. 5-7 Muzaffer Gökman; Evimizin Kütüphanesi, İstanbul 1966 Orhan Şaik Gökyay; “Kebikeç Duası”, Türk Dili, sayı: 280, Ocak 1975, s. 9-16 Hüsrev Hatemi; “Yâ Kebikeç”, Kebikeç, sayı: 4, 1996, s. 5
Kaynakça
Ergin Deniz Özsoy; “Kebikeç ve Kitap Yurdu Melûnu” Kebikeç, sayı: 6, 1988, s. 5-7
Tuba Çavdar; “Kebikec”, Yavuz Argıt Armağanı, İstanbul 2010, s. 204-205
Cavit Orhan Tütengil; “Yâ Kebîkeç”, Kebikeç, sayı: 2, 1995, s. 5-6
Adam Gacek; “Arapça Elyazmalarında Kebîkeç”, Kebikeç, sayı: 5, 1997, s. 5-8
Hilmi Yavuz; “Yâ Kebîkeç”, Kebikeç, sayı: 1, 1995. s. 5-7
51
BİR MUHİBBÂN-I KÜTÜB İSMAİL E. ERÜNSAL Söyleşen ve Fotoğraflayan:
Ahmet KARA
“
Kitap ve kütüphane tarihinin duayen isimlerinden Prof. Dr. İsmail E. Erünsal hoca ile ilmî danışmanlığını yaptığı İSAM Kütüphanesi’ndeki çalışma odasında buluştuk. Osmanlı devri İstanbul kütüphaneleri, Osmanlı okuru üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik...
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
BİR MUHİBBÂN-I KÜTÜB İSMAİL E. ERÜNSAL / Ahmet KARA
Fetihten sonra İstanbul’da ilk kütüphaneler nasıl teşekkül etti?
konuyor, ama tabi çok az. Çünkü milletin okuyacağı kitaplar o kadar.
Şimdi, her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki; bizim Osmanlı coğrafyasında kitap sayısı çok az. Bu çok dikkat çeken bir husus. İslâm dünyasında kütüphaneler var, 10 binlik, 20 binlik, 100-200 binlik. Fakat bunlar çeşitli sebeplerle yok olmuş gitmiş, kitaplar kaybolmuş. E tabi biz de gelip çorak bir yere demir atmışız. Bizans topraklarına… Hiç miras aldığımız kitap yok. Yani hiç miras kalmamış. O yüzden de kütüphane kurmak bizim için biraz zor olmuş. Tarihi bilgi olarak fetihten sonra İstanbul’da kurulan ilk kütüphane tekke kütüphanesidir. Bahçekapı’da Arpacılar Mescidi’nin şeyhine verilmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in orası ile alakalı fermanı vardır. “Benle birlikte fetihte bulunan, şu şeyhime bağışladım.” şeklinde. Orada kuruluyor ama 30-40 kitap, fazla değil. Sonrasında da medrese eğitimi başladığı için, çok acil olarak Zeyrek’te Pantokrator Manastırı’ndaki medreseye ve Ayasofya Medresesi’ne kitap
Fetihten sonra en esaslı kütüphane Fatih Sultan Mehmed’in kendi medreselerinde kurduğu kütüphanedir. Yani Sahn-ı Semânı medreselerini yaptığı zaman, dört medresenin her biri için ayrı kütüphane kurduruyor. 70-75’er kitaplık, hepsi 300 kitap... Fatih Kütüphanesi’nin temelini bu kitaplar atıyor. Daha sonra onlar II. Bayezid zamanında toplanıyor, bir araya geliyor, ilaveler yapılarak caminin içine alınıyor. Zamanla gelişiyor, en sonunda da I. Mahmud öndeki binayı yapıyor ve Fatih Kütüphanesi’ni buraya taşıyor. Yani çok mütevazi başlıyor. Bu kadar az kitaplarla kurulmaya başlanan kütüphanelere halk nezdinde duyulan ilgi alaka nasıldı peki? Halkın kitapla pek alakası yok. Ancak dua kitapları, dini hikayeler vs. Bunların dışında halkın gittiği kütüphane de yok, kitaba ilgisi de… Halk abdestini alıyor, Kuran’ını okuyor. Kuran yahut Kuran cüzü, dua mecmu-
aları filan var ancak evlerde. Zaten Osmanlılarda halkın kitaplarla ilgisi III. Selim devrinde başlıyor ama esas Sultan II. Abdülhamid devrine kadar kütüphaneler medreseye bağlı. Yani kütüphaneler medreseye, medrese talebesine ve ulemaya hizmet etmek için kuruluyor. Halk kütüphanesi yok bizde. İlk zamanlarda, 15. -16. Asırlarda, birkaç mahallede ufak koleksiyonlar var ama onların içinde de hikaye kitapları; Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Zeliha bunun gibi şeyler... Cihangir Camii’nde var mesela bir tane. Peremeciler Kethüdası yani kayık işleten esnafın kethüdası tarafından kuruluyor. Yine 40-50 tane kitap, diyor ki “Burada bu kitaplar bulunsun, mahalle halkı alsın, evinde okusun, bitirince getirsin, ama bir aydan fazla elinde tutmasın.” Bunların da çoğu hikaye kitabı. Bu şekilde birkaç tane kütüphane var. Ama sadece birkaç tane, diğerleri hep medrese çevresi istifade etsin diye. İmparatorluk, askeriye, ulema ve bir de reaya... Reayanın okuduğu kitaplar belli, askeriye zaten savaşla meşgul, ulema da kitap okuyor. Yani o işe o bakıyor. İstanbul’u imparatorluğun diğer şehirleriyle kıyaslayacak olsak; Bursa, Konya mesela... Bursa’da yok, Konya’da ise Beylikler devrinde kurulan kütüphaneler var. Bizimkiler zaten Beyliklerden bir yeri aldıkları zaman avantajlı oluyorlar, çünkü orada hazır kurulmuş kütüphane var. Fakat onu da orada bırakıyorlar, getirmiyorlar. İşte bu vakıf meselesi. Osmanlılar vakıfa çok ehemmiyet veriyorlar. Vakfa ait bir şeyi yerinden mümkün değil kaldırtmıyorlar. Osmanlıların Arap dünyasındaki kitapları yağmaladıkları iddiası var. Bu çok önemli bir iddia. Bazı Arap yazarlarına göre Arap coğrafyasındaki vakıf kütüphanelerini yağmalayıp İstanbul’a getirmişiz. İstanbul’daki kütüphanelerde bulunan yazmalar hep o şekilde getirilmiş. Ancak ger-
54
“ çek bunun tam tersidir. Osmanlı vakıf olanlara kesinlikle dokunmuyor. Makalelerden oluşan Osmanlı Kültür Tarihinin Bilinmeyenleri isimli kitabımda bu mesele ile alakalı da bir makalem var. O makalede de var; 15. yüzyılda bir vakıf kitabı geliyor saraya, bakıyorlar “vakıf” yazıyor ve Orta Asya’da bir medreseye ait. Hemen yerine gönderiyorlar ve “kitabı kesinlikle yerine koyun” diyorlar. Böyle bir medeniyet böyle bir şey yapar mı? Gittiği yerde vakıf eserlerini onarıyor, düzenliyor, nizam altına alıyor. Eğer o şekilde kitap getiriyor olsalardı Osmanlılar, Anadolu’daki kütüphaneleri getirirlerdi, mesela Konya’daki Sadettin-i Konevî Kütüphanesi’ni getirirlerdi. Anadolu’da Beylikler devrinden kalma kütüphaneler oldukları yerde kalıyorlar. Tabi afetler, yağmalamalar vs. sebebiyle ziyan olanlar oluyor. Osmanlı devri kütüphanesinin anatomisi ya da kısaca özellikle klasik dönemde bir kütüphanenin teşkilatı nasıldı? Osmanlılarda kütüphanelerin teşkilatları şöyle başlıyor; önce kütüphane medresenin bir bölümü yani medreseye hizmet eden bir kurum olarak başlıyor. Uzun yıllar da, 17. yüzyıla kadar medresenin bünyesinde veya camilerde yer alıyor. Hatta türbede bile kütüphane vardır. Millet de buna “türbe kütüphanesi” diyor. Tü r b e kü-
BİR MUHİBBÂN-I KÜTÜB İSMAİL E. ERÜNSAL / Ahmet KARA
tüphanesi değil aslında. Orada, külliyede en güvenli yeri türbe, o nedenle türbeye koyuyorlar. Kapısı var, kilitleniyor. Yoksa adam gidip türbeye neden kütüphane kursun? Tek gaye güvenliğini sağlamak. Fakat bu bağımsız kütüphane binaları yapılmaya başlandığı zaman kütüphaneler daha önce bulundukları kurumun fonksiyonlarını üstlenmeye başlıyorlar. Bağımsız bir binaya sahip oluyorlar, bağımsız olarak personelleri oluşuyor. Yani demiyorlar ki “kütüphaneye de hafız-ı kütüb baksın, günde de iki akçe alsın” veya “müezzin baksın”. Müstakil vazifelisi oluyor. Bir süre sonra “bu kütüphanelerin neye ihtiyacı var?” diyorlar. “Burada eğitim de olabilir.” diyorlar ve eğitimi getiriyorlar. Mesela Üsküdar’daki Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’ne müderrisler tayin ediliyor. Sonra bakıyorlar, “tekkelerde zikir yapılıyor, burada neden yapılmasın?” diyorlar. Böylece kandil ve bayram gecelerinde nakşî zikri yapılmaya başlanıyor. Daha sonra namaz kılınacak. Kütüphaneye gelen adam namaz kılmak için kalkıp camiye mi gitsin? Diyorlar ki “birinci hafız-ı kütüb imam, ikinci hafız-ı kütüb müezzin olsun.” Mesela, Konya’daki Yusuf Ağa Kütüphanesi’nde bu şekilde namaz kılmaya başlıyorlar. Yani kütüphaneler aynı zamanda eğitim, ibadet ve zikir yapılacak yer vazifesi de görüyorlar. Kadrolar bu şekilde devam ederken sonradan bir de mücellit tayin ediyorlar kütüphaneye, kitaplar dışarı çıkarıldığında kaybolur endişesiyle. Hafız-ı kütübler var iki-üç tane, bunların yardımcıları var. Belli bir dönemde bunlara katib-i kütüb deniyor. Müstakil bina olduğu için binanın ihtiyaçlarına göre personel tayin ediliyor. Mesela Ayasofya Medresesi’nin 30’a yakın personeli var. Kurşuncusu var, su yolcusu var; yani kütüphanenin fiziki olarak ihtiyaçlarını karşılayacak kişiler
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
KİTAPLARIYLA İSMAİL E. ERÜNSAL Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar, İstanbul: Timaş Yayınları, 2013.
Prof. Dr. İsmail E. Erünsal1 kültür tarihimizin önemli akademisyenlerindendir. Kitap ve Kütüphaneler tarihine olan ilgisi yanında Osmanlılarda sahhaflık ve sahhaflara dair çalışmalar da yapmıştır. Kütüphanecilik alanında yayınladığı eserleri gibi, bu çalışması da çok uzun yıllar süren arşiv araştırmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Eserde 1604-1909 tarihleri arasında, başta İstanbul olmak üzere Bursa ve Edirne’ye ait 3.000 civarında mahkeme defterinin taranmasıyla elde edilen 200’e yakın sahaf terekesi yanında birçok arşiv vesikası da kullanılmıştır. Osmanlı sahaflığının XVI. yüzyıldan itibaren yaklaşık dört asırlık tarihini inceleyen bu eser, sahaflığın Ortaçağ İslâm dünyasındaki yerini ve Osmanlı İmparatorluğunda yaşadığı gelişme sürecini derinlemesine araştıran ilk monografik çalışmadır. Müstakil bir meslek grubu olarak sahaflığı ilk 1 İsmail E. Erünsal’ın hayatı ve eserleri üzerine daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler; Hatice AynurBilgin Aydın ve Mustafa Birol Ülker tarafından yayıma hazırlanan Kitaplara Vakfedilen Bir Ömre Tuhfe: İsmail E. Erünsal’a Armağan: c. I. Tarih, c. II. Edebiyat ve Tasavvuf - Kütüphanecilik ve Arşivcilik, Ülke Yayınları, İstanbul 2014’de c. I s. 19-56 arasına bakabilirler.
55
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
BİR MUHİBBÂN-I KÜTÜB İSMAİL E. ERÜNSAL / Ahmet KARA
defa ele alan bu çalışma, bünyesinde bir meslek grubu için yapılan ilk indeks denemesini (Sahafların listesi) de barındırmaktadır. Osmanlı kültür hayatında sahafların yeri, sahafların kitap temin etme süreçleri, zengin bir esnaf kolu olarak sahafların ekonomik durumları, sahafların müşterileri, kitap fiyatları, kitap müzayedeleri, kitap kültürünün oluşmasında ve yaygınlaşmasında sahafların yanı sıra hattat, müstensih ve mücellidlerin rolleri, yabancılara kitap satışı gibi konuları ele alan bu eser, Osmanlının 400 yıllık karanlıkta kalmış kitap tarihine ışık tutmuş, kültür tarihimizin çok önemli bir eksikliğini gidermiştir. Osmanlılarda Kütüphaneler ve Kütüphanecilik: Tarihi Gelişimi ve Organizasyonu, İstanbul: Timaş Yayınları, 2015. Bu eser otuz yıllık bir çalışmanın mahsulüdür. Eserde Osmanlı vakıf kütüphaneleri, kuruluştan Cumhuriyet’e kadar olan devrede tarihî gelişimi ve özellikleri belirtilerek kronolojik bir düzen içinde incelenmiştir. Aynı zamanda Osmanlı dönemindeki vakıf kütüphanelerinin organizasyonu ve çalışma esasları tespit edilmiştir. Bu eser 500’e yakın vakfiye ile bazı vakıf kayıtları incelenerek hazırlanmıştır. Bu kayıtlarda personel, koleksiyon ve yararlandırma konuların56
de var. Mesela bazı kütüphanelerin vazifeli buhurcuları var, kütüphane güzel koksun diye buhur yakıyorlar. Böylece zamanla vazifeliler de zenginleşiyor. Günümüzde kitapları korumak için çeşitli teknolojik ve kimyasal teknikler geliştiriliyor. O dönemde kitapların böceklerden vs. korumak için kullanılan yöntemler var mı? O devrin kütüphanelerinin düzeni günümüzdeki düzen gibi değil. Yani kitaplar dik konmuyor, üst üstte konuyor. Kenarında ve ya arkasında da isimleri yazılıdır kitapların. Öncelikle kitapların bu şekilde konmasının en mühim faydası, kurt girmesine mani oluyor. Üst üste olduğu için kurt içeri giremiyor. Rutubet de
kütüphanelerde yok gibi bir şey. Kütüphanelerin çoğu rutubetten korunmuştur, altlarında mahzenleri vardır. Ayrıca kitapların korunması için bir de, tabi bu folklorik bir şey ama, kitapların başına ya kebikeç yazıyorlar. “Bu ya kebikeç nedir?” diye de tartışıyor millet. Kimisi diyor ki “bu kurtlara bakan cinin ismi”. Kimisi de “kebikeç kimyevi bir madde, mürekkebe karıştırıp kebikeç yazıyorlardı” diyor. Ama şu da var ki; ben kebikeç yazıldığı halde o kebikeçin de kurtlar tarafından yendiği kitaplar gördüm. Kebikeç Dergisi’nde böyle bir karikatür vardı. “Kebikeç yazmadın mı yahu” diyor. Diğeri de “Yazdım da ilk önce onu yemiş.” diyor. Folklorik bir şey aslında ama yazıyorlar, inanıyorlar. Bizimkiler bu işi daha sonra da merak ediyorlar. Balkan Harbi sonrası bizim kütüphanelerden British Museum’a yazılan bir mektup var. Ben onu Osmanlarda Kütüphaneler ve Kütüphanecilik’te de yayınladım. Soruyorlar, “siz kitapları nasıl muhafaza ediyorsunuz?” diye. Onlar da birkaç bir şey söylüyorlar, baştan savma. Bizimkiler kitapların muhafazası için bir şeyler yapmak istiyorlar ama o dönemde yapamıyorlar. Yine de çok şükür bizim kitaplar içinde öyle çok fazla kurt yemiş kitap bulamazsınız. İyi korunmuştur kitaplar.
BİR MUHİBBÂN-I KÜTÜB İSMAİL E. ERÜNSAL / Ahmet KARA
Bu bizim kağıt yapım tekniğimizden de kaynaklanıyor olabilir mi hocam?
kütüphanelerdeki kitapların İstanbul’a nakledilmesiyle ilgili çalışmalar olmuş mu?
Aslında bizim kağıtlarda kurt için cazip besinler de var. Malum yumurta akı filan sürüyorlar. Kurt onu sever aslında ama belki bilmediğimiz başka şeylerde karıştırıyorlardı içine. Ama mesela Süleymaniye Kütüphanesi’ne giderseniz orada Tekelioğlu Kütüphanesi’nden gelenlerde kurt yeniği olanlar vardır, çünkü kitaplar orda bakımsız kalmıştır. Ama Süleymaniye’nin koleksiyonlarında rastlayamazsınız buna.
Sultan İkinci Abdülhamid devrinde böyle bir faaliyet yapılıyor, kitaplar getiriliyor. ‘Bilad-ı metruke’ deniyor oralara. Bilad-ı metrukedeki kitaplar getiriliyor, 2000 küsur kitap getiriliyor. Ama o da şöyle vakıflarının rızasıyla getiriliyor. Mesela vakıfın ailesinden biri “bunlar kayboluyor, gidiyor” diyor, işte onları getiriyorlar. Yoksa kütüphaneyi bozup getirmiyorlar. Mesela Gazi Hüsrev Bey Kütüphanesi’ni getirmiyorlar, çünkü vakıf orada.
Balkan Harbi dediniz az önce. Balkan Harbi öncesi veya sonrasında Balkanlardan çekilirken oradaki
İmparatorluğun herhangi bir yerinde çok ilginç bir kitap bulunduğunda, o kitabın çoğaltılarak İstanbul’a getirildiği oluyor muydu peki? III. Ahmed döneminde tarih eserleri tercüme ediliyor. Tarih eserleri tercüme edilirken Edirne’den Aynî tarihini getirttiriyorlar. Hatta onun için bir ferman var. “İyi sarasınız, iyi koruyasınız” gibi birçok uyarı var. Getiriyorlar onu ve burada kullanıyorlar. Ama tabi kullanıldıktan sonra geri gönderiyorlar. İstinsah için adam göndermeye gelince; yaptığım araştırmalarda öyle bir belgeye rastlamadım. Sadece Ali Emiri Efendi yapıyor bunu. Ali Emiri Efendi Yemen’de iken
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
daki belge zenginliği; çalışmada bu hususlara özel olarak değinilmesine sebep olmuştur. Sınırlı malzemenin imkân verdiği nispette kütüphane binaları ve kütüphanelerin bütçeleri de incelenmiştir. Osmanlı kütüphanelerinin teşkilatlanmasına da ayrı bir bahisde yer verilmiştir. Arşiv belgeleri gibi işlenmemiş ve orijinal malzeme üzerinde yıllarca süren titiz bir çalışmanın ürünü olan eser, Osmanlı kütüphaneleri ve kitap tarihi için eşsiz bir kaynaktır. Türk kültür tarihi ile ilgilenen akademisyen, öğrenci ve entelektüellerin başucu kitabı niteliğindeki çalışma, sahasındaki büyük boşluğu doldurduğu gibi kendinden sonraki birçok çalışmaya öncülük edecek bir kaynak eser niteliği taşımaktadır. Osmanlılarda Kütüphaneler ve Kütüphanecilik kitabıyla Osmanlı’nın entelektüel tarihi hakkındaki sınırlı bilgilerimiz zenginleşmektedir. Osmanlı Kültür Tarihinin Bilinmeyenleri: Şahıslardan Eserlere, Kurumlardan Kimliklere, İstanbul: Timaş Yayınları, 2014. İsmail E. Erünsal’ın bu kitabını oluşturan makaleleri 1980-2014 yılları arasında bazı dergilerde ve armağan kitaplarda yayınlanmıştır. Eski Türk Edebiyatı ve Osmanlı kütüphaneleriyle ilgili makalelerinin bir kısmını daha önce kitaplaştıran hocamızın
57
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
BİR MUHİBBÂN-I KÜTÜB İSMAİL E. ERÜNSAL / Ahmet KARA
bu eserde yayınlanan makalelerinin önemli bir kısmı ise zikrettiği iki konuyla ilgili çalışmaları sırasında tespit ettiği ve ilmî çalışmalara katkı sağlayabileceğini düşündüğü, daha önce bilinmeyen belgeleri ve kültür tarihimizle ilgili bazı ilginç konuları işlemektedir. Bu belgeleri doğru bir şekilde aktarmaya, tahlil etmeye ve konuya katkısını göstermeye çalışmaktadır. Kitapta yer alan makalelerden üçünün ise Erünsal hocamız için ayrı bir önemi vardır. Her üç makalede Osmanlıların maruz kaldıkları haksız ithamları çürütmeye gayret etmektedir. Şehit Ali Paşa’nın İstanbul’da kurduğu kütüphaneler ve kitaplarının müsaderesiyle ilgili makalesinde, bu müsadereyi mümkün kılmak için verilmiş fetva dolayısıyla literatürde yaygın bir şekilde yer alan Osmanlıların bağnazlıklarıyla ilgili ithamın, mezkur fetvanın yanlış şekilde yorumlanmasından kaynaklandığını göstermeye çalışmaktadır. Arap dünyasındaki kütüphaneler ve el yazması eserlerle ilgili çalışmalar yapan araştırmacıların hemen hemen ittifakla ülkelerindeki vakıf kütüphanelerinin Osmanlılarca yağmalandığı şeklindeki suçlamalarının ne kadar yersiz ve temelsiz olduğunu “Fethedilen Arap Ülkelerindeki Vakıf Kütüphaneleri Osmanlılarca Yağmalandı mı?” başlıklı makalesinde işlemektedir. Molla Lütfi’nin zındık olduğu için öldürüldüğü görüşü, o dönemin hukuk sistemini ve ulemâsını bir zan altında bırakmaktaydı. Bu konuya farklı bir açıdan bakılıp-bakılamayacağını bazı yeni bilgileri de kullanarak “Molla Lütfi: Zındıklık İthamıyla mı Öldürüldü?” adlı makalesinde araştırmacıların dikkatine sunmaktadır. Bu kitapta yer alan makalelerin çoğu, yayınlandıkları şekliyle değil, çeşitli ilavelerle güncelleştirilerek sunulmaktadır. Toplu makale neşirlerinde güncelleştirme işlemi okuyucuları doğru bilgilendirme hususunda daha faydalı olmaktadır. Mustafa Birol Ülker 58
orada nadir yazmaları kâtip tutuyor ve istinsah ettiriyor, tabii alabildiklerini alıyor ancak alamadıkları için bu uygulamayı yapıyor. Ali Emiri’nin kurduğu kütüphanede ben o kitapları gördüm. Yemen tarihiyle alakalı gayet güzel kitaplar. Siz de sahafları geziyorsunuz, elinizde kütüphaneden çıkmış kitaplar var mı? Kütüphaneden çıkmış bir kitabı ben almam, alınmaz. Biz Enderun Kitabevi’ni çalıştırırken de üzerinde vakıf ibaresi varsa onu almaz, kitaplığımıza koymaydık. Bana da bir tane vakıf gelmişti mesela, dünyada tek nüsha olan bir kitap... Kenarında vakıf yazmakta, ben onu öbür kitaplarımı bozar düşüncesiyle Marmara Üniversitesi’ne verdim. Neme lazım öbür kitaplarımı da bozar... Ama özel kütüphanelerden aldık elbet. Mesela Süleyman Nazif’in kitapları satıldı. Ben de içinden 6-7 tane yazma seçtim. O zamanlar aldığım o kitapların parasıyla arsa alınıyordu, ama o kitaplardan biri dünyada tekti ve ben onu almasaydım yok olup gidecekti. Mir’atü’l-Işk, işte o tek nüsha, ben onu daha sonra yayınladım. 16. yüzyılda melamilikle alakalı en eski kaynaklardan. Mesela Keçecizade Fuad Paşa’nın kitapları için de bir müzayede olmuştu. Oradan da kitap almıştım. Bu şekilde şahıs kütüpha-
nelerden alıyorum. Ancak dediğim gibi, vakıf kitabı almam. Osmanlı kütüphanelerinde kitapların teminiyle ilgili bir usul var mıydı? Kitap temininde ilk olarak, kütüphaneyi kuran adam koleksiyonu oluşturuyor. Bunu oluşturan adam her ilim dalından talebelerin, hocaların kullanabileceği onar tane kitap koyuyor, 300-400 kitaplık bir kütüphane kuruyor. Ama kitap temini ile ilgili bir uygulama yok aslında. Vâkıfın kendisi ya da ailesinden gelenlerin bağışları, daha sonraki ulemanın bağışları ile bu kütüphanelere kitap temin ediliyor. Fatih Kütüphanesi’nin gelişmesinin nedeni de o dönemin ulemasının kitap bağışlarıdır. Vakıf kütüphanelerinde satın alma yoluyla kitap temini yok. Saray kütüphanelerinde ise ayrıca yazdırma olayı da var. Bazı kitaplar kütüphaneye koymak amacıyla yazdırılmakta. Savaşlardan sonra getirilen kitaplar da var. Memluklerin, Akkoyunluların kitapları alınıyor. Bunlar şahsi değil tabii ki, ganimet sayılıyor. Fatih’in Batı’dan kitap getirttiğine dair belgeler var. II. Abdülhamid döneminde de getirttiriliyor. Tabii II. Abdülhamid, gazeteleri de takip ediyor. Son olarak da şunu söyleyeyim. Kitap meraklılarının çoğu borçlu ölmüştür.
UNUTULMUŞ BİR KİTAB KOLEKSİYONERİ İSKENDER HOÇİ Kasım HIZLI Araştırmacı
“
Bu yazıda iki hikâye okuyacaksınız. Biri unutulmuş bir nadir kitab koleksiyoneri İskender Hoçi’nin, diğeri tıpkı insanlar gibi ikbal ve idbar hissini tatmış Fetihnâme-i Sultan Mehmed isimli kitabın serencâmı. Birleştirmeye çalıştığımız bu iki hikâyede -Franz Babinger’in dediği gibi- hususi bir kaderi olan Fetihnâme ile İskender Hoçi’nin Birinci Cihan Harbi’nin karanlık günlerinde kesişen yazgısı anlatılacak.
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
UNUTULMUŞ BİR KİTAB KOLEKSİYONERİ İSKENDER HOÇİ / Kasım HIZLI
bir kütüphaneye sahip olan bu zat, âşinâ olduğu yabancı dillerin de yardımıyla hayli zengin bir koleksiyon biriktirmişti. Fetihnâme’nin serüveni, İskender Hoçi’nin hikâyesi bilinmeden eksik kalmaya mahkumdur. Bu sebeple hem bir ilim irfan meraklısı hem de bir kitap koleksiyoneri olarak niteleyebileceğimiz Osmanlı’nın son devrinin kültürlü simalarından İskender Yanko Hoçi’nin hayatına bir göz atmamız icab ediyor. Arnavut Rumlarından İskender Hoçi
padişah Topkapı Sarayı’nda Osmanlı devrinde muhafaza altına alınmış olan elbiseleri, saatleri, aynaları, vazoları ve silahlarından bir kısmı.
Kitapların hususi bir kaderi olduğu hakkındaki Lâtince “Habent-sua fata libelli” sözü, Kıvâmî’nin elyazması eseri Fetihnâme-i Sultan Mehmed’in tarihçesiyle bir kere daha pek açık bir surette ortaya çıkmış bulunuyor.
Arnavut Rumlarından olan İskender Hoçi, tüccardan Hoçizâde Kosti’nin oğludur. 24 Aralık 1857’de Yanya Vilayeti dâhilindeki Ergiri sancağına bağlı Göstöran köyünde doğdu.1 Sıbyan mektebinde ilk tahsilini edindikten sonra on yaşında iken babası ile İstanbul’a gelerek Beyoğlu’ndaki Rum mektebine kaydolmuştur. Rum mektebindeki eğitiminin ardından o vakit Gülhane’de bulunan Mekteb-i Sultanî’ye girmiştir. Mekteb-i Sultanî’de ve Paris’te hu-
Franz Babinger * Fatih Sultan Mehmed Han’ın sarayında ve muhtelif seferlerde ordusunda bulunan Kıvâmî mahlaslı bir şair, yirmi beş bölümü Fatih’e, üç bölümü II. Bayezid’e ait bir eser yazdı. Kıvâmî’nin Fetihnâme-i Sultan Mehmed ismini verdiği bu eser, hiç şüphesiz olan fetihler devrinin önemli kaynaklarından biridir. Devri için çok mühim bir kaynak ve hatıra olmasında, tek nüsha olmasının payı olduğu gibi bizzat seferlere iştirak eden birinin kaleminden çıkmasının da payı büyüktür. Bu nadide eser, asırlarca Topkapı Sarayı’nda muhafaza edildi. Kimi zaman Yavuz’un elinde Çaldıran için ilham veren bir şehnâmeye, kimi zaman saltanat sırası bekleyen şehzâdelerin elinde bir tarih kitabına dönüştü. Fakat gün geldi, bu eser ait olduğu saray kütüphanesinden aşırılarak yaban ellerde dolaştı. Zaman oldu yerli koleksiyonerlerin kütüphanelerini süsledi, zaman oldu Beuron Manastrı’nın soğuk mahzenlerine misafir oldu. Fetihnâme’nin saraydan sonraki ilk adresi İstanbul’daki bir kitap koleksiyonerinin, Tarih-i Osmanî Encümeni azasından İskender Hoçi’nin kütüphanesi olmuştu. Kitap kurdu Ali Emîrî Efendi’yi firkatinin hasretiyle yakıp kavuran, kendisini göremeden gözlerini yuman bu sevimli ihtiyarın arkasından en çok âh ettiği bu kıymetli eser, nasıl olmuştu da İskender Hoçi’nin kitaplığına konmuştu? Fetihnâme’nin serencâmını araştırırken hayatı kitapların arasında geçmiş bir kitap sevdalısını da tanıma fırsatı bulduk. İskender Hoçi’yi kastediyorum; küçümsenmeyecek 62
Sultan Abdülaz iz’in saltanatı za manında sarayda işleyen minekâr ki yemiş tabaklar Şeyle Yevski’nin ı üzerine mine Saray-ı Hümayu nuni Sultan Süley n’dan bir Kur’ânman Han’ın bir ı Kerim ile Kama nzum eserini ça Ar şivi, İ.HUS , 3/1 ldı 53) ğı. (Başbakanlık Osmanlı
kuk ve şark ilimleri okumuş, College de France’da eğitim görmüş ve toplam beş adet diploma almıştır. Türkçe, Fransızca, Rumca konuşur ve yazar. Arapça, Farsça, Eski Yunanca ve Arnavutça’ya aşinadır. 1878 yılında “Nezdi Lisans (?)” isminde bir risale bastırmıştır. İslam dini ile hukuk, tarih ve doğu edebiyatına dair yirmi cüzlük bir risale yazmış ise de bastıramamıştır. İskender Hoçi, 1876 yılında 19 yaşında iken mülazemetle (stajyer) Bâbıâlî Tercüme Odası’na başlamış, bir yıl sonra fahri olarak Paris Sefareti ateşeliğinde memur oluştur. Ekim 1882’de 19 lira maaş bağlanmıştır. İspanya kralına Osmanlı nişanının verilmesi münasebetiyle İspanya devleti tarafından İzabella Katolik Nişanı’nın şövalye rütbesinden bir kıtası verilmiş, 29 Aralık 1882’de ise beşinci rütbeden Mecidî Nişani ihsan edilmiştir. Memuriyeti müddetince mahkemelik olmamıştır. Paris Sefiri Esad Paşa tarafından yazılan mülâhazada Hoçi’nin çalışkan, ilim ve maarif tahsiline son derece istekli olduğu gibi memuriyetinde de son derece dikkatli olduğu ifade edilmiştir. 26 Mayıs 1886’da Paris Sefareti üçüncü kâtibi olmuştur. Roma Sefareti ikinci kâtipliğine tayin edilmiş, 31 Temmuz 1888’de azledilmiştir. Roma Sefareti kâtibi iken Fransa hükümeti tarafından beşinci rütbeden Lejyon d’nör Nişanı verilmiştir. İleride mevkiine uygun maaş tahsis olunmak üzere maaşsız olarak Şura-yı Devlet Bidayet Mahkemesi aza mülazımlığına dair irade sadır olmuş,
İskender Hoçi’ nin kendi el yazısı ile sicili ŞD.SAİD, 14/3 (Baş )
bakanlık Osm
anlı Ar şivi,
17 Ocak 1900’de 1000 kuruş maaşla mezkûr mahkeme azalığına tayin edilmiştir. Vazife ve memuriyetini ifada gösterdiği başarıdan dolayı 2 Temmuz 1900’de üçüncü rütbeden Nişan-ı Âlî verilmiştir. Sırp hükümeti tarafından Takova Nişanı verilmiştir. Maaşı, 15 Haziran 1902’de 1900
Tarih-i Osmanî Encümeni Üyelerinden Bazısı Oturanlar, soldan itibaren: Abdurrahman Şeref Bey, Necib Asım Bey, İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Hüseyin Hüsameddin Efendi. Ayakta duranlar, soldan: Ali Seydi Bey, Ahmed Refik Bey, İhtifalci Ziya Bey, Meskûkatçi Ali Bey, Mükrimin Halil Bey (Kaynak: Tarih Dünyası, Sayı 30/31)
63
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
UNUTULMUŞ BİR KİTAB KOLEKSİYONERİ İSKENDER HOÇİ / Kasım HIZLI
Kıymetli Kütüphanesinin Dağılmaması En Büyük Temennimizdir Tarih-i Osmanî Encümeni azasından Hoçi İskender Efendi ile talebelik âleminde birkaç sene arkadaşlık ettik. Aramızda sıkı bir dostluk hâkim olmuştu. Gerek tavır ve hareketi gerek gay- Tarih-i Osmanî EnReis-i Vakareti ile sivrilerek arkadaşları cümeni nüvis Abdurrahman arasında mümtaz bir mev- Şeref Bey kiye yükselerek muallimleri tarafından nümune bir öğrenci olarak parmakla gösterilirdi. 1874’te Mekteb-i Sultani’den birincilikle mezun oldu. Malum olduğu üzere Mekteb-i Sultani’de şark lisanlarıyla ulûm ve funûn dersleri ayrı ayrı öğretilirdi. İlmî ve fennî tedrisat görenler arasında Türkçe’yi layıkıyla öğrenemeyenler olduğu gibi Türkçe’de son sınıfa varıldığı halde ilim ve fen bilgisi aşağıda kalanlar olurdu. İskender Efendi bir Arnavut Rum çocuğu olduğu halde şark lisanları ile fen derslerini bir arada götürmüş ve özel imtihanlarda Arabî ve Farisî derslerinden birinci çıktığı olmuştur. Himmet ve gayretinin seviyesine bu keyfiyet güzel bir örnektir. Sevgili refikimiz hüsnü ahlak sahibi ve güler yüzlü idi, arkadaşlarını incitmekten son derece çekinirdi. Araştırma ve bilgisini geliştirmeye son derece meraklı olduğundan bilmediği bir şey söylendiğinde derhal cebinden not defterini çıkarır ve kaydederdi. Defterleri arasında birçok notlara tesadüf edilecektir. Yine bu heves sâikiyle külliyetli miktarda kitap biriktirip eline geçen parayı bu uğurda sarf etmiş ve mükemmel bir kütüphane vücuda getirmişti. Osmanlı devlet ve memleketine dair herhangi eseri duysa satın almak için can atardı. Şarka dair nadir ve kıymetli eserleri barındıran kütüphanesinin dağılmaması ilim namına en büyük temennimizdir. Kitaplarının bir kısmını da Paris ve Roma’da bıraktığını söylerdi. Rum patriklerinin hayat hikâyelerine dair Hadîkatü’l-Patârik isminde bir eser yazmakla meşgul idi. Ölümü encümenimiz ve bu kadim dostunu ziyadesiyle üzmüştür. Abdurrahman Şeref Efendi, Vefeyât (İskender Hoçi Efendi), Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, s.186188, nu.45, 1 Ağustos 1333
64
kuruşa çıkarılmıştır. Hüsn-i hizmetinden dolayı Mecidî Nişanı ile taltif edilmiştir. Beş yıl kadar Dersaadet Tramvay Şirketi genel müdürlüğü yapan İskender Hoçi, 3 Ekim 1908’de icra kılınan tensikatta (düzenleme) 3000 kuruş maaş, 14 Eylül 1909’deki tensikatta ise aynı maaşla memuriyetinde bırakılmıştır. Birleşen Yollar Parlak bir memuriyet hayatına sahip olan İskender Hoçi, II. Meşrutiyet’ten sonra kurulan ve reisliğini Abdurrahman Şeref Efendi’nin yaptığı Tarih-i Osmanî Encümeni’nin gayrimüslim üyelerinden biri idi.2 Aynı zamanda reis Abdurrahman Şeref Bey’in Mekteb-i Sultanî’den arkadaşı olan Hoçi, encümendeki vazifesi esnasında tercümeye dayanan üç makale yazdı.3 Bir taraftan encümendeki vazifesini yürüten bir taraftan çok sevdiği kitaplara bir yenisi eklemek için sahaf sahaf dolaşan İskender Efendi, aynı zamanda patriklerin hayatını anlatan Hadîkatü’l-Patârik4 isminde bir eser üzerinde çalışıyordu. İskender Hoçi diğergâm, yardımsever bir insandı. Devrinin kendisi gibi kitap sevenleri ile alâkası, ülfeti vardı. Onlarla bilgi ve kitap alışverişinde bulunur, sahip olduğu hazineden başkalarının da istifade etmesine
UNUTULMUŞ BİR KİTAB KOLEKSİYONERİ İSKENDER HOÇİ / Kasım HIZLI
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
“Osmanlı Tarih Encümeni azasından İskender Hoçi Bey’in, Fatih zamanı üdebâsından Kıvâmî nam zatın Türkçe bir Osmanlı Tarihi’ne tesadüf ederek almış olduğunu, bundan bir iki sene evvel haber aldımdı. İskender Hoçi Bey zaten dostumuz olduğundan, Babıâli’ye gidip kendisini gördüm. Beş on gün zarfında iade edilmek üzere Kıvâmî tarihinin îtâsını rica ettim, kütüb-i kesîreye malik olan İskender Hoçi Bey, o tarihe kadar benden hiçbir kitabı diriğ etmemişti (esirgememişti). Pek çok sıkıldı, vaktiyle müracaat etmediğimden dolayı müteessif oldu, bir sene kadar evvel fevkalâde zarurete giriftar olduğundan Amerika sefir-i sâbıkına hediye ettiğini ve bilmukabele kendisine yüz lira verdiğini ilâve eyledi. Elhâsıl Kıvâmî tarihi ortadan kayboldu. İskender Hoçi Bey de birkaç ay evvel vefat eyledi. Zikrolunan nadir kitap eğer encümence istinsah edilmiş ise şâyân-ı şükrandır.”5 cümleleriyle, Fetihnâme’yi görmek için sarfettiği çabayı anlatan Ali Emîrî Efendi, söz konusu eser hakkında son olarak şu cümleyi de eklemeyi ihmal etmemiştir: “Not: Tahkik icra ettik, maalesef istinsah edilmemiştir.” Peki, İskender Hoçi kendisinden hiçbir kitabını esirgemediği Ali Emîrî Efendi’ye doğru mu söylemişti,
mani olmazdı. Mesela Ali Emîrî Efendi’yi kırmaz, kitaba kara sevdalı bu adamın belki de yeni bir eser gördüğünde yaşadığı hazzı müşahede etmek için ona cömert davranırdı. Ali Emîrî Efendi’ye kütüphanesinden her istediği kitabı verirdi, fakat bir kitap müstesna. Nasıl ki Ali Emîrî Efendi, Divanı Lugati’t-Türk’ü bulduğunda herkesten, özellikle hemşehrisi Ziya Gökalp’ten saklamıştı; İskender Hoçi de Ali Emîrî Efendi’ye özellikle bir kitabı göstermekten imtina ediyordu. Bu kitap, Emîrî Efendi’nin mevcudiyetinden haberdar olduğu gün, görmek için tehâlükle İskender Hoçi’nin yanına koştuğu Kıvâmî’nin Fetihnâmesi’nden başkası değildi.
65
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
UNUTULMUŞ BİR KİTAB KOLEKSİYONERİ İSKENDER HOÇİ / Kasım HIZLI
Alman Oryantalistlerin Tedarikçisi Kitapçı Nasrullah Fetihnâme’yi İskender Hoçi’nin terekesinden alıp Alman oryantalistlere satan meşhur Kitapçı Rıza Nasrullah Tebrizî hakkında Alman gazeteci Friedrich Schrader’in gözlemleri:
yoksa kitap kurtlarına has bir kıskançlıkla ona bir oyun mu oynuyordu. Belki de Hoçi’nin kitapta başkalarının görmesini istemediği başka kayıtlar vardı. İşin ledünniyâtını öğrenmek için Franz Babinger’in ustaca birleştirdiği iki hikâyeye kulak verelim: “Kendisi ile eski bir hukukumuz olan fâzıl dostum sahhaf Raif Yelkenci Bey, bundan 16 yıl önce (1939), bütün şarkiyatçıların tanıdığı ve şimdi vefat etmiş bulunan sahhaf Rıza Nasrullah’ın Kıvâmî isimli birisi tarafından yazılmış, şimdiye kadar bilinmeyen biricik Fetihnâme adlı bir elyazmasını Almanya’ya satmış bulunduğunu hîkaye etmişti. Rahmetli Ali Emîrî Efendi bana Birinci Dünya Savaşı sıralarında bunu anlattığı ve sonra kendi Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nda yazdığı makalede bundan bahsettiği sırada, ben çok önceden her şeyi öğrenmiş bulunuyordum. “Hoçi Bey’in [Kitabı Amerika sefir-i sâbıkına hediye ettiğini söylemekle], dostu Ali Emîrî’ye oyun oynadığı şüphesizdir. Sözü geçen kitabı hiçbir suretle Amerika elçisine satmamış, evinde saklamıştır. Kitabın aslında kimin malı olduğu bilinince bu gizlemenin sebebi daha kolay anlaşı66
“Bugünkü sahaflar arasında üçüncü kuşak olarak bu işi sürdürenler vardır. Mesela Kitapçı Nasrullah Efendi büyük babası tarafından kurulan kendi işinin bütün tarihini anlatabilir. Nasrullah Efendi’nin dükkânı bugün hâlâ bütün edebiyat ve tarih meraklılarının toplanma yeridir. Burada heyecanla ilginç el yazmaları ve edebi meseleler üzerine tartışılır. Burada çok sayıda kütüphaneci gezinir, onların ruhî önderi müthiş bilgili ve okumuş Ali Emirî Efendi sayılabilir, onun da çok zengin bir kütüphanesi vardır. Alman oryantal bilimi, önde gelen ve mütevazı Nasrullah Efendi’yi çok iyi tanır. O çok sayıda Alman oryantaliste Türkçe, Arapça ve Farsça kitap sağlar. Almanya ve makale yazma arasındaki ruhi ilişkide, bu hiç de küçümsenmemesi gereken bir iştir. Hatta Nasrullah Efendi’nin oğlu bu ticaret için Berlin’e bir seyahat de yapmıştır. Şimdi bu en aranılan kitabevi, sahaflar sokağını, bu tarihi mekânı bırakmış ve Çadırcılar Caddesi 125-141 diye numaralanan handa geniş bir yere taşınmıştır. Böylece Türk antika ticareti kendine yeni yerler arıyor ve oryantal bilim ve Türk-Avrupa değiştokuşunun yararına kendini modernize ediyor.” Friedrich Schrader, İstanbul Yüz Yıl Öncesine Bir Bakış, ter. Kerem Çalışkan, Remzi Kitabevi, İstanbul Temmuz 2015, s.142-143
lır. Elyazması, zamanında bir sultanın malı idi, tuğralı olarak Avrupa kütüphanelerinin serilerini teşkil etmiş emsali gibi, saraydan aşırılmış, pazara çıkarılmış, İskender Hoçi onu elde etmiş idi. Bu sebepten onu mütecessislerin ve hatta polisin gözünden kaçırmış olmalı idi. İskender Hoçi Bey hayata gözlerini yumunca, dolu dolu sandıklar içinde ve kısmen kıymetli diğer elyazmaları ile birlikte kitapları zaman zaman pazara sevk edilmiş, böylece Fetihnâme hakiki ve becerikli bir arayıcı olan Rıza Nasrullah’ın eline geçmiş, nihayet bu unikum (tek nüsha) elyazması, diğer üç Türkçe eserle birlikte Prusya Devlet Kütüphanesi’ne sa-
UNUTULMUŞ BİR KİTAB KOLEKSİYONERİ İSKENDER HOÇİ / Kasım HIZLI
tılmıştı. Bu elyazması İkinci Cihan Savaşı’nda Beuron Manastırı’na, oradan da Tübingen’e nakledilmiş olmasa idi, harab olacak, belki de çalınacaktı.”6 1953 yılında İstanbul’un fethinin beş yüzüncü yıldönümü münasebetiyle Fetihnâme’nin tıpkıbasımını yapmak isteyip bu isteğini iki sene gecikme ile yerine getirebilen meşhur Türkiyatçı Franz Babinger, Fetihnâme’nin başından geçenleri böyle anlatıyor. Kıvâmî, Fetihnâme-i Sultan Mehmed isimli eserini tamamlayınca devrin sultanına takdim etmiş, ardından usûle göre caizesi verilerek şair takdir edilmiş, kitabın ön ve arka tarafına Sultan Bayezid’in tuğraları çekilmişti. Hoçi’nin Ali Emîrî Efendi dahil herkesten bu kitabı köşe bucak kaçırmasının sebebi işte bu âidiyet tuğraları idi. Babinger, kitabın saraydan aşırılıp pazara düştüğünü, Hoçi’nin de kitabı pazardan aldığını söylüyor. Daha doğrusu öyle olduğunu tahmin ediyor. İnsanın aklına başka ihtimaller de gelmiyor değil. Neticede yazma kitap merakı, belli süre sonra insanlarda bir hastalık haline gelebiliyor. Midhat Cemal Kuntay’ın o enfes “Kitap Sevenler”7 makalesinde dediği gibi, bazıları o seviyeye geliyor ki terekeye sevinebiliyor, alamadığı kitaplara rüyasında kavuşabiliyor ve artık bu tipler kendisinden korkulacak kadar tehlikeli hâle gelebiliyorlar.
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Ahmed Tevhid Bey, Ahmed Refik Bey, Ahmed Midhat Efendi, İskender Yanko Hoçi Efendi, Efdaleddin (Tekiner) Bey, Ali Seydi Bey, Diran Kelekyan Efendi, Zühdü Bey, Mehmed Ârif Bey ve Necip Âsım Beydir. Yardımcı üyeler arasında Bağdatlı İsmâil Paşa, Ali Emîrî Efendi, Halil Edhem (Eldem), Süleyman Nazif, Şükrü Bey, Saffet Bey, Fâik Reşad Bey, Hüseyin Hüsâmeddin Efendi ve Mehmed Galib Beyler yer alıyordu. Daha sonra Ahmed Muhtar Paşa, Ahmed Râsim ve İbnülemin Mahmud Kemal gibi şahsiyetler de üye seçildi. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İ.MF, 18/26; Abdülkadir Özcan, Tarih-i Osmanî Encümeni, c.40, s.85, TDVİA; Hasan Akbayrak, Milletin Tarihinden Ulusun Tarihine Osmanlı’dan Cumhuriyete Tarih Yazımı, s.61, Kitabevi yay., İstanbul 2012) 3
Bu makaleler şunlardı: “Şehzade Halil’in Sergüzeşti”, “Sadrazam Said Mehmed Paşa Merhum’un Hâcegân-ı Divan-ı Hümayunda İken Stockholm’e Vuku Bulan
Burada hemen aklıma merhum Profesör Atilla Çetin’in biz arşivcilere yaptığı nasihat geliyor: Siz siz olun, sakın arşivde çalıştığınız müddetçe sahaf malzemesi toplamayın. Sû-i zanna sebep olur, hem işinizi hem de ikbalinizi tehlikeye atarsınız. Dipnotlar 1
İskender Hoçi’nin biyografisi hakkında iki kaynaktan istifade ettik. Birisi Tarih-i Osmanî Encümeni reisi Abdurrahman Şeref Bey’in İskender Hoçi’nin vefatı üzerine encümen mecmuasına yazdığı “Vefeyât” başlıklı yazı, diğeri ise Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki sicilidir. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, DH.SAİD, 1/630) Abdurrahman Şeref Efendi, Hoçi’nin doğum tarihini 1855 olarak vermiş, biz resmî sicilindeki kayda istinaden 24 Aralık 1857 tarihine itibar ettik. (Abdurrahman Şeref Efendi, Vefeyât (İskender Hoçi Efendi), Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, s.186-188, nu.45, 1 Ağustos 1333)
2 II. Meşrutiyet döneminde yeni siyasî anlayışa uygun şekilde halka millî şuur aşılanması, vatan sevgisi kazandırılması maksadıyla oluşturulan Târîh-i Osmanî Encümeni, 27 Kasım 1909’da teşekkül etmiştir. Bu amaçla önce mükemmel bir Osmanlı tarihi kaleme alınması kararlaştırılmıştır. Târîh-i Osmanî Encümeni’nin ilk başkanı Vak‘anüvis Abdurrahman Şeref Bey, üyeler Sultan II. Bayezid’in tuğrası
67
UNUTULMUŞ BİR KİTAB KOLEKSİYONERİ İSKENDER HOÇİ / Kasım HIZLI
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Sefareti ve Makam-ı Sadarete Takdim Ettiği Takriri”, “Galata’nın Osmanlılara Teslimi” 4
68
Hadîkatü’l-Patârik terkibini okuyunca bu isimlendirmenin ne maksatla kullanıldığını bilen herkeste olduğu gibi tatlı bir tebessüm yayıldı yüzüme. Bugün bizim tahayyül dahi edemeyeceğimiz birlikte yaşama kültürünün Osmanlı’da ne kadar gözle görülür, elle tutulur bir vaka olduğunu bir kez daha anladım. Zira, ‘Hadîkatü’l-Patârik’ terkibi, İslam âlimlerinin ansiklopedik tarzdaki eserlerine verdikleri bir isimlendirme tarzıdır. Bu eserlerin en meşhuru Hüseyin Ayvansarayî’nin İstanbul camilerini anlattığı Hadîkatü’l-Cevâmi isimli muhalled eserdir. İlim irfanla meşgul gayrımüslim bir Osmanlı vatandaşı olan İskender Hoçi’nin bu isimlendirmenin geleneğini bilmemesi mümkün değil. İskender Hoçi, bu terkipten gocunmak şöyle dursun onu seve seve kendi din adamları ile alakalı biyografik çalışmasına isim olarak seçmekte hiçbir beis görmüyor. Bu tercih -ki tercihler insanların hayat tarzını gösteren en belirgin alâmettirkanaatimce İskender Hoçi’nin Osmanlılığı ne kadar içine sindirdiğinin en güzel misalidir. Bu isimlendirme aynı zamanda bugün Osmanlıca dediğimiz Osmanlı Türkçesi’nin millîlik/gayrımillîlik kaygısı oluşturmadan tüm Osmanlı vatandaşları için tabiî bir çatı vazifesi (üst kimlik) ifa ettiğini gösteriyor. Müslim/Gayrımüslim tüm Osmanlıların altı asırlık zaman diliminde oluşturduğu bu konsensüsü, hoşgörü zeminini, bu ortak lisanı, ‘dilde sadeleşme’ adı altında sırf Arapça ve Farsça’ya -dolayısıyla İslam’a olan alerjilerinden dolayı- yok eden zihniyete ne demeli!
5 Ali Emîrî Efendi, “Kitab Zâyiâtı”, Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası, III. yıl, Nr. 29 (31 Tem. 1336), s. 823-824. 6 Kıvâmî, Fetihnâme-i Sultan Mehmed, (haz. Franz Babinger), s.I-III, İstanbul 1955, Maarif Basımevi; Kıvâmî, Fetihnâme, Hazırlayan: Ceyhun Vedat Uygur, Yapı Kredi Yayınları, 2007, 627 sayfa 7 Mithat Cemal, Kitap Sevenler, Her Ay Dergisi, 1937
NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR İKİ KİTAP VE KÜTÜPHANE AŞIĞI Ravza ÇEKİCİ Araştırmacı
“
Nevi şahsına münhasır iki kitap ve kütüphane dostu. Biri Millet Kütüphanesi’nin kurucusu Ali Emîrî Efendi, diğeri ise Beyazıt Kütüphanesi’nin unutulmaz hâfız-ı kütüplerinden İsmail Saib Efendi. Biri, ömrünü milleti için kitap toplamaya, diğeri ise hafızasını ve ilmini etrafının faydasına vakfetmiş iki âlim...
”
NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR İKİ KİTAP VE KÜTÜPHANE AŞIĞI / Ravza ÇEKİCİ
Eski zamanlarda böyle insanlar yaşarmış bu memlekette. Nevi şahsına münhasır ilim ve irfan sahibi muhteremler. Şöyle dönüp bir zaman-ı mazimize baktığınızda her alan ve fenden nice nevi şahsına münhasır insanla karşılaşırız. Biz burada sadece ikisinden bahsedeceğiz. Bildikleri ilimler ve şaşılası meraklarıyla hem yaşadıkları devrin insanlarını hem de bizleri hayretlere gark eden iki muhterem zat, iki kitâbiyyât bilgini, iki kitap ve kütüphane dostu. Biri Diyarbekirli Ali Emîrî Efendi, diğeri ise Erzurumlu İsmail Saib Efendi. Ali Emîrî Efendi İsterseniz yaşına hürmeten önce Ali Emîrî Efendi’den bahsedelim. Ali Emîrî merhum, Diyarbekir’de dünyaya gelmiş ve ilk tahsiline de burada başlamış. Tüccar olan babasının asıl gayesi Ali’yi ticaret hayatı içine sokmakmış. Ancak küçük Ali’nin o taraklarda pek bezinin olmadığını dükkanda bulunduğu vakitlerde müşterilerle ilgilenmesi gerekirken bir köşeye çekilip kitap okuduğunu görünce anlamış. Bakmış ki kaş yapalım derken göz çıkacak, Ali’yi dükkandan uzaklaştırmış. Bir süre dayılarının memur olarak bulundukları Mardin’e giderek burada Arapça ve Farsçasını geliştiren Ali Emîrî, telgrafçılık kursuna yazılıp telgrafçı da olmuş. Derken Diyarbekir’e gelen Âbidin Paşa’nın yanında göreve başlamış. Vazifesi ise paşanın yazacağı resmi evrakın müsveddelerini hazırlamakmış. Paşa ile birlikte Harput, Sivas ve Selanik’e gitmiş. Sonrasında da memuriyete girmiş. Hayatı boyunca Adana’dan Trablusşam’a, Erzurum’dan Yanya’ya Osmanlı coğrafyasının muhtelif kaza ve beldelerinde memuriyetlerde bulunan Ali Emîrî Efendi’nin en mukaddes özelliği ise kitap toplamakmış.
Nitekim, Ali Emîrî Efendi için kitap toplamak zaman içinde büyük aşk haline gelmiş. Bu öyle bir aşktı ki, satın alamadığı ya da sahibini satmaya razı edemediği kitapları ödünç alır, yazdırarak yahut bizzat yazarak çoğaltır yani istinsah edermiş. Yanya’da vazifeli bulunduğu yıllarda eline geçen bir kitabın ikinci cildinin Yemen’de bir zatın elinde olduğunu öğrenince, önce büyük bir heyecana sonrasında da derin düşüncelere daldığı anlatılır. Zira kitabın sahibi onu satmaya yanaşmıyormuş. Kitabı elde etmenin bir yolunu bulmaya çalışan Ali Emiri Efendi, kitabı istinsah etmek için Yemen’e gitmeye karar vermiş. Derhal Babıali’ye bir dilekçe yazarak Yemen’e tayinini istemiş. Dilekçesi kabul edilen Ali Emiri’nin tayini Yemen’e çıkmış lakin kitabın sahibi kitabı satmaya razı olmuştu. Bunun üzerine yeni atandığı vazifeden istifa etti.
Ali Emiri Efendi
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Hayatı boyunca pek çok diyar dolaşan ve gittiği her yerden kitap toplayan Ali Emîrî Efendi ilmi ve edebi faaliyetlerine emekliliğinden sonra da devam etti, pek çok telif eser hazırladı, kitap yayınladı. Ali Emîrî Efendi’yi asıl meşhur eden şeyler ise bir keşfi ve kütüphanesi olmuştur.
Millet Kütüphanesi
72
NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR İKİ KİTAP VE KÜTÜPHANE AŞIĞI / Ravza ÇEKİCİ
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Millet Kütüphanesi
Onun büyük keşfi, Kâşgarlı Mahmud’un bilinen ancak o devre kadar görülmemiş “Divânü Lugati’t-Türk” isimli eserini bulması ve ilim alemine sunmasıdır. Sık sık sahaflar çarşısını dolaşan ve sahaflara “yeni bir şey var mı?” sualini soran Ali Emîrî Efendi, yine rutin bir sahaf ziyareti sırasında karşılaştı Kaşgarlı Mahmud’un eseriyle. Kitabı eline aldığında bayılacak gibi oldu. Kitabın ücreti olan 30 lirayı ödeyip evine doğru ilerleyen Ali Emîrî Efendi’nin tek endişesi; kitabı sattığı için sahafın pişman olması ve onu geri istemesiydi.
tekliflerde bulunmuş lakin Ali Emîrî Efendi “ben kitaplarımı milletim için topladım” diyerek son noktayı koymuştur. Böylece Millet Kütüphanesi ortaya çıkmıştır. İsmail Saib (Sencer) Efendi İsmail Saib Efendi’ye gelecek olursak, Ali Emîrî Efendi’den takriben 16 sene sonra Erzurum’da doğdu, onun kadar yani 67 sene yaşayarak onun vefatından 16 sene sonra İstanbul’da vefat etti. Küçük yaşta İstanbul’a gelen İsmail Saib Efendi muhtelif medreselerde tahsil görüp, dinî ilimlerde icâzetnâme aldı. Tıp ve biyoloji gibi ilimlerle meşgul oldu. Ayrıca eczacılık ve hukuk mekteplerindeki derslere de dinleyici olarak katıldı. Açılan imtihanı kazanarak Beyazıt Umumi Kütüphanesi’ne ikinci hâfız-ı kütüplüğüne tayin oldu. Aynı zamanda medreseyi de bitiren İsmail Saib Efendi, Beyazıt dersiâmlığı unvanını alarak Beyazıt Camii’nde ders vermeye başladı. Kütüphanedeki vazifesinin yanı sıra İstanbul’un muhtelif medrese ve mekteplerinde dersler veren İsmail Saib Efendi, 1925 yılından sonra, şapka giyilmesini mecbur kılan kanun nedeniyle kütüphane dışındaki vazifelerinden ayrıldı.
Ali Emîrî Efendi’nin en büyük hizmeti ise ömrü boyunca topladığı pek çoğu tek nüsha paha biçilmez kitaplardan oluşan kütüphanesini Türk milletine bağışlamasıdır. İstanbul’a geldikten sonra hayalindeki kütüphaneyi kurmak için yer arayan Ali Emîrî Efendi sonunda Fatih’teki Feyzullah Efendi Medresesi’ni gözüne kestirmiştir. Sıra kütüphaneye bir isim koymaya geldiğinde, herkes farklı
İsmail Saib Efendi bu tarihten sonra Beyazıt Kütüphanesi’ne kapandı ve emekli olduğu 1939 yılına dek hiç dışarı çıkmadı. Burada, içinde kitapların, ilim erbabının ve kedilerin olduğu kendine has ufak bir dünya kurdu. İsmail Saib Efendi’nin dünyasında kitaplar vardı çünkü; on binBeyazıt Dev
let Kütüphan
esi
73
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR İKİ KİTAP VE KÜTÜPHANE AŞIĞI / Ravza ÇEKİCİ
Kaynaklar Beşir Ayvazoğlu, Üçüncü Tepede Hayat, Kubbealtı, İstanbul 2012 Dursun Gürlek, Ayaklı Kütüphaneler, Kubbealtı Yay., İstanbul 2008 M. Serhan Tayşi, Ali Emîrî’nin İzinde, Söyleşi: Taha Kılıç, Timaş, İstanbul 2005 M. Serhan Tayşi, “Ali Emîrî Efendi”, DİA, c.2, s.390-391, İstanbul 1989 İsmail Saib Efendi kütüphanede
lerce kitabı bütün ayrıntılarıyla tanıyan geniş bir hafızaya sahipti. Üstelik Arapça bir yazmanın yırtılan bir sayfasını kafasından yazdırabiliyordu. Ya da ihtiyaç duyulan bir kitabın İstanbul’un hangi kütüphanesinde, aranan bilginin de kitabın hangi sayfasında olduğunu bilebiliyordu. Bu nedenle de devrinin yerli ve yabancı alimleri onu “ayaklı kütüphane”, “fihrist-i ulûm” ve “canlı bibliyografya” benzeri sıfatlarla anıyorlardı. İsmail Saib Efendi benzerine az rastlanır bir kedi severdi. Maaşının bir kısmını kedilerinin et, ciğer ve süt masrafı için harcardı. Kedilerinin adedi 100’ü aşmıştı. Hatta bu nedenle onun devrinde Beyazıt Kütüphanesi “Kedili Kütüphane” olarak anılır olmuştu. Yegane keyfi, akşam vakti, kütüphane kapandıktan sonra kütüphanenin arka tarafındaki dairesinde kedileri ve dostları ile buluşmak olan İsmail Saib Efendi soyadı kanunu sonrası “Sencer” soyadını aldı. 1939 yılında kütüphaneden emekli oldu. Önce kütüphaneler müşavirliğine sonra da İslam Ansiklopedisi müşavirliğine getirildi. Tam bir ilim deryası İsmail Saib Efendi hayatı boyunca hiç eser neşretmedi. Zira o tercihini ilmini çevresindekilere vermekten yana kullanmıştı. 1940 yılında vefat etti ve Merkez Efendi Mezarlığı’na defnedildi. 74
Mehmet Serhan Tayşi – Birol Ülker, “Millet Kütüphanesi”, DİA, c.30, s.70-71, İstanbul 2005
SEYYAHLARIN İZİNDE HAMİDİYE KÜTÜPHÂNESİ Hasan Eren ULU Araştırmacı
“
Ünlü Tarihçi Hammer, Hamidiye Kütüphânesi’nde çalışmaktan zevk aldığını ifâde ederek kütüphâneyle alâkalı olarak şu bilgileri vermektedir: "Burada bağdaş kurularak oturulmaktadır. Ne bank ne de iskemle vardır. Yere sadece hasır serilmiştir. Oraya buraya konulmuş olan rahleler, oturmak için değil, okuyucuların üzerine kitap koymaları için kullanılmaktadır. Burada İstanbul’un diğer kütüphanelerinde olduğu gibi, kitap salonu aynı zamanda okuma salonudur. Kitaplar tel kafesli dolaplarda yatay olarak üst üste sıralanmıştır. Kitap adları bizde olduğu gibi kitapların sırtlarında değil, cildin etek kısmında veya ince ciltlerin ara kapaklarında yazılıdır."
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
SEYYAHLARIN İZİNDE HAMİDİYE KÜTÜPHÂNESİ / H a s a n E r e n U L U
Osmanlı târihinin 18. yüzyıl sayfasında yer alıp sanat ve medeniyet algısındaki ince zevki belirtmek üzere kullanılan tanımlama “Lâle Devri” olmuştur. Gerçekten bu dönemde İstanbul merkezli Osmanlı kültür ve medeniyeti inceldikçe incelmiş, Avrupa’da bile etkileri görülen Türk modası başlamıştır.
kitaplar vasıtasıyla bilgi birikimini artırmıştır. 1774 yılında tahta çıkan I. Abdulhamid, kucağında bir saatli bomba gibi bulduğu Osmanlı Rus Savaşı’nın sonlanmasının ardından îmâr faaliyetlerine yönelmiştir. Pâdişâh, ilk iş olarak Eminönü’nde kendi adı ile anılan bir külliye kurmuştur. Bu külliyede yabancı seyyahların dikkatini en çok çeken yapı, kütüphâne olmuştur. Babası III. Ahmed’in Topkapı Sarayı’nda Enderûn-u Hûmâyûn’a bir kütüphâne yaptırarak vaktinin bir kısmını burada geçirmesi, oğluna da şüphesiz ki kitap ve kütüphâne sevgisi olarak sirayet etmiştir. Sultan I. Abdulhamid’in kendi adına yaptırdığı kütüphâneye, kitaplığında bulunan birbirinden kıymetli eserleri bağışlamasının yanı sıra İstanbul’daki kimi kütüphânelerin eksiklerini gidermesi ve açılan kütüphânelere destek olması onun kitap sevgisini göstermeye yeterlidir. Osmanlı târihini kaleme alanlar arasında müstesna bir yeri olan Joseph von Hammer, İstanbul’daki kütüphâneler arasında Hamidiye Kütüphânesi’nin Avrupalılar tarafından sıklıkla ziyâret edildiğinden bahsetmektedir. Bunda elbette başkentteki kütüphânelerin ekserisinin câmi sınırları içinde yer almasından dolayı, gayrimüslimlerin buralara ancak özel izin anlamına gelen fermanla girmesinin etkisi büyüktür. Hamidiye Kütüphânesi müstakil bir binâda kurulduğu ve câmi sınırları içinde yer almadığından dolayı Avrupalılar herhangi bir fermana gerek kalmadan burada çalışma imkânına sahip olmuştur.
Hamidiye Kütüphanesi, 1939 (Hasan Eren Ulu arşivi)
18. yüzyıl aynı zamanda Osmanlı târihinde yüzlerin Avrupa’ya çevrildiği yenileşme hareketlerinin de başlangıcı sayılır. Bu yüzyılda İstanbul’da birçok kütüphâne açılmıştır. Üstelik Osmanlı geleneğinde câmi ile kütüphânenin iç içe yer alması benimsenmişken bu dönemde inşâ edilen kütüphâneler müstakil binâlarda hizmet vermeye başlamışlardır. İlber Ortaylı eski İstanbul’un; orijinal mîmârisi, kütüphâneleri ve yazma eserleri ile dikkat çektiğini söylerken bu noktaya parmak basmaktadır. Hamidiye Kütüphânesi’nin kurucusu Sultan I. Abdulhamid, şehzâdelere verilen husûsî eğitimle kendisini yetiştirmiştir. “Taht-ı âli baht-ı Osmânî” kendisine müyesser olacağı âna kadar da özellikle târih ve edebiyât konu başlıklarındaki 78
Hammer, Hamidiye Kütüphânesi’nde çalışmaktan zevk aldığını ifâde ederek kütüphâneyle alâkalı olarak şu bilgileri vermektedir: “Burada bağdaş kurularak oturulmaktadır. Ne bank ne de iskemle vardır. Yere sadece hasır serilmiştir. Oraya buraya konulmuş olan rahleler, oturmak için değil, okuyucuların üzerine kitap koymaları için kullanılmaktadır. Burada İstanbul’un diğer kütüphanelerinde olduğu gibi, kitap salonu aynı zamanda okuma salonudur. Kitaplar tel kafesli dolaplarda yatay olarak üst üste sıralanmıştır. Kitap adları bizde olduğu gibi kitapların sırtlarında değil, cildin etek kısmında veya ince ciltlerin ara kapaklarında yazılıdır. Bu kütüphaneler cuma hâriç diğer günler sabahtan ikindi
SEYYAHLARIN İZİNDE HAMİDİYE KÜTÜPHÂNESİ / H a s a n E r e n U L U
namazına kadar açıktır, hattâ bazıları güneşin batışına kadar açık kalmak zorundadır.”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
geçilmesi amacıyla izin verilmiyordu. Bu yüzden; yazma eserleri çoğaltan hattatlar kütüphânelerde çalışmak zorunda kalmışlardır ki Toderini’nin dikkatini çeken de kitap çoğaltan bu hattatlar olmuştur
Hammer ayrıca öğle namazı için ezan okunduğunda okuyucuların, çalışanlardan birisinin ardında namaz kıldığından bahseder ki “Bu dinî Toderini ayrıca, Hamidiye Kühareket, orada bulunan ve na- Hamidiye Kütüphanesi, 1939 (Hasan Eren Ulu arşivi) tüphânesi’nde Tevrat’ın Arapmaza katılmayan Avrupalıları ça çevirileri ile Zebur ve İncil hiç rahatsız etmeden yapılmaktadır. Bu durum, yabancılatercümeleri; Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali hatlarıyla rın kütüphânede çalışıyor olmasının, namazın değerinden yazıldığı söylenen Kur’ân-ı Kerim nüshalarının bulunduğu herhangi bir şey kaybettirmediğine ve aynı zamanda dinî bilgisini de vermiştir. hoşgörürlüğe güzel bir örnektir” diyerek o dönemdeki I. Abdulhamid’in yadigârı olan kütüphâneyi anlatan isimmüsamaha anlayışına vurgu yapmaktadır. lerden bir diğeri de Ubicini’dir. Dikkatini en çok, kütüphâ18. yüzyıl sonlarında İstanbul’a uzun süreli bir kültür gezisi nede bulunan çok kıymetli Kur’ân-ı Kerim nüshaları çekyapan İtalyân Rahip M. L’Abbe Toderini, I. Abdulhamid’in miştir. Fakat Ubicini bu nüshaların Peygamberin ilk dört halifesi dönemine âit olduğunu ifâde etmiştir. yaptırdığı kütüphâneyi sık sık ziyâret eden isimlerden bir diğeridir. Rahip Toderini, kütüphânenin kubbesinin nakışMouradge d’Ohsson ile Dr. Giulio Ferrario, Hamidiye Külarla süslü olduğundan ve çok sayıda pencere vasıtasıyla tüphânesindeki her kitabın meşinden bir mahfazasının içerisinin aydınlatıldığından bahsederek aslında çalışma bulunduğu, kitap adlarının kitapların kenarlarına ve mahşartlarının ne kadar uygun olduğunu dile getirmiştir. fazanın üzerine büyük harflerle yazılıp duvar boyunca Bu dönemde, kütüphânedeki kitapların dışarıya çıkarılmadört köşe konulmuş aynalı tel kafesli dolaplarda sıralandısına, kitapların çalınması ya da zarar görmesinin önüne ğına dikkat çekmişlerdir.
Hamidiye Kütüphanesi
79
Kaynakça Anameriç, Hakan, Osmanlılarda Kütüphâne Kültürü ve Bilimsel Yaşama Etkisi, Ankara Üniversitesi Osmanlı Târihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 19, Sf: 4672, Ankara, 2006 Budak, Asuman, 18. Yüzyıl Târihî Yarımada (Eminönü-Fatih) Kütüphane Yapıları Koruma Sorunları ve Önerileri, MSGSÜ, Fen Bilimleri Enstitüsü, Restorasyon Yenileme ve Koruma Programı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006 Cunbur, Müjgân, I. Abdülhamid Vakfiyesi ve Hamidiye Kütüphânesi, Ankara Üniversitesi DTCFD, Sayı: 22, Sf: 1769, Ankara, 1964 Erünsal, İsmail E., Hamidiye Kütüphânesi, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 15, Sf:469, İstanbul, 1997 Erünsal, İsmail E., İstanbul Kütüphâneleri, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 23, Sf: 284-289, İstanbul, 2001 Erünsal, İsmail E., Tanzimat Sonrası Türk Kütüphâneciliği ile İlgili Belgeler, Osmanlı Araştırmaları XXXI, Sf: 229339, İstanbul, 2008 Eyice, Semavi, Hamidiye Külliyesi, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt: 15, Sf: 465-468, İstanbul, 1997 Hammer, Joseph von, tercüme: Senail Özkan, İstanbul ve Boğaziçi, Cilt: 1, Türk Târih Kurumu, Ankara, 2011
Hamidiye Kütüphane
si, 1939
(Hasan Eren Ulu arşivi)
Charles White tıpkı Hammer gibi; kütüphânenin iskeleye yakın olmasının Avrupalı seyyahların buraya rağbet göstermesiyle sonuçlandığını söylemektedir. Bu yüzden Hamidiye Kütüphânesi’nin koleksiyonuna özellikle seyyahların âşina olduğunu ifâde ettikten sonra kütüphânede 2500 cilt civârında eser olduğunu bildirmektedir. Sultan I. Abdulhamid’in Eminönü’nde yaptırdığı Hamidiye Külliyesi, Yeni Vâlide Câmiî’nden Sirkeci’ye uzanan Hamidiye Caddesi üzerinde yer almaktadır. Külliyeye ait unsurlardan yalnızca birisi olan Hamidiye Kütüphânesi, Hamidiye Medresesi’nin içinde bulunmaktadır. Medrese ile kütüphâne, günümüzde İstanbul Ticâret Borsası tarafından kullanılmaktadır ve eski işlevini kaybetmiştir. Kütüphâne; “Legacy Ottoman Hotel” adıyla hizmet veren IV. Vakıf Hanı’nın karşısında, Ali Muhiddin Hacı Bekir Şekerlemecisi’nin hemen üstünde yer almaktadır. Kitaplarını Süleymaniye Kütüphânesine devreden Hamidiye Kütüphânesi Sultan I. Abdulhamid’in azîz hâtırasını caddeden gelip geçenlere fısıldamaya devam etmektedir…
Kocaaslan, Murat, I. Abdülhamid’in İstanbul’daki İmar Faaliyetleri, Hacettepe Üniversitesi Türkiyât Araştırmaları Dergisi, Sayı: 19, Sf: 117-149, 2013 Köşklü, Zerrin, I. Abdulhamid Dönemi (1774-1789) Osmanlı Dîni Mîmârîsi, Atatürk Üniversitesi SBE Arkeoloji ve Sanat Târihi ABD, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum, 1993 Kubilay, Ayşe Yetişkin, 18. ve 19. Yüzyıl İstanbul Kütüphânelerinin Mîmârîsi, İTÜ SBE, İstanbul, 1998 Ortaylı, İlber, Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek, Timaş Yayınları, İstanbul, 2006 Ulu, Hasan Eren, Unutulan Sultan Abdulhamid Han, Yedikıta Târih Dergisi, Sayı:89, Sf: 14-18, İstanbul, 2016
İSTANBUL’DA KÜTÜPHANE KURAN HANIM SULTANLAR Emre ERKORKMAZ Araştırmacı
“
Vakıf Gurebâ Hastanesi’nden Dolmabahçe Camii’ne, Üsküdar’daki Valide-i Atik Camii’nden, Eminönü’deki Yeni Cami’ye varıncaya kadar Osmanlı’nın kudret sahibi kadınları kent siluetine damgasını vurmuşlardır. Bu hanımların pek çoğu inşa ettirdikleri hâyır kurumlarının yanında bazı medrese ve kütüphanelerin kuruluşuna imza atmak suretiyle kültür sahasında da kendilerini göstermişlerdir.
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
İSTANBUL’DA KÜTÜPHANE KURAN HANIM SULTANLAR / Emre ERKORKMAZ
Osmanlı İmparatorluğu’nun bir vakıf medeniyeti olduğu bilinir. Bu çerçevede, toplumsal düzenin en temel unsurları arasında bulunan cami, medrese, şifahane, imarethane, kütüphane gibi yapılar, devrin önde gelen simaları tarafından inşa ettirilmiş ve bu kanalla toplum hayatına entegre edilmiştir. Yaptırdıkları vakıf eserlerle Osmanlı sosyal hayatında etki eden şahsiyetler arasında padişahların ve devletin çeşitli kademelerinde görev yapan bürokratların dışında hanım sultanların da büyük rolü vardır. Padişah hanımları arasında hâyır işlerinde adı geçen ilk kadın bilindiği kadarıyla I. Murad’ın annesi Nilüfer Hatun’dur. I. Murad, onun adına İznik’te bir imâret yaptırmıştır. I. Murad’ın torunu olan Selçuk Sultan ise, kuruluş döneminin en hâyırsever kadınlarının başında gelir. Çelebi Mehmed’in kızı olan bu hatun, II. Bayezid devrini de görmüş, başta İstanbul’da Haseki semtinde yer alan ve kendi adını taşıyan cami dışında, Edirne’den Mekke’ye kadar uzanan coğrafyada önemli hâyır ve imâr işleri gerçekleştirmiştir. Osmanlı toplum hayatında bilhassa 16. yüzyıl ortalarından itibaren bazı valide sultanların da şehrin sosyal yapısında hayati roller oynadıkları gözlemlenir. Yükseliş devrinin sonu ve duraklama döneminin ilk dönemlerine denk gelen bu zamanlarda Hürrem, Nurbanu ve Safiye Sultanlarla başlayan süreç, Kösem ve Turhan Sultanlarla devam ederek imparatorluğun sonuna kadar gelir. Vakıf Gurebâ Hastanesi’nden Dolmabahçe Camii’ne, Üsküdar’daki Valide-i Atik Camii’nden, Eminönü’deki Yeni Cami’ye varıncaya kadar Osmanlı’nın kudret sahibi kadınları kent siluetine damgasını vurmuşlardır. Bu hanımların pek çoğu inşa ettirdikleri hâyır kurumlarının yanında bazı medrese ve kütüphanelerin kuruluşuna imza atmak suretiyle kültür sahasında da kendilerini göstermişlerdir. Hanedan üyeleri arasından II. Mahmud’un kızı Adile Sultan gibi güçlü ve divan sahibi şaireler de çıkmıştır. Hatta 1890’da büyük atası Kanuni’nin şiirlerini “Divan-ı Muhibbi” adı ile bastırmak, bir Osmanlı padişahına değil de kendisine nasip olmuştur. 84
Çok eski zamanlardan itibaren Türk-İslam devletlerinde, her ne kadar siyasi açıdan iktidar mekanizmasında doğrudan yer alamasalar da, pek çok kadın dolaylı yoldan devletin mukadderatına tesir etmeyi bilmiştir. Bazen hükümdarın silik şahsiyeti, bazen de yaşının küçük oluşu hanım sultan ya da valide sultanların etkinliğini beraberinde getirmiştir. Osmanlılarda da II. Selim, III. Murad, III. Mehmed gibi padişahların silikliği Nurbanu ve Safiye sultanların kudretine; IV. Murad, IV. Mehmed gibi padişahların çocuk yaşta tahta çıkmaları da Kösem ve Turhan sultanların iktidarın iplerini ele almalarına neden olmuştur. İşte bu kudretli hanım sultanlar, pek çok alanda olduğu gibi devletin kültür hizmetlerinde de gayet etkilidirler. Hanım sultanların genellikle ilk zamanlar daha ziyade cami yapımı konusuna eğildikleri görülür. Medrese ya da mektep tarzı eğitim yapılarında onların adına yükseliş döneminin sonlarına doğru rastlanır. Hanım sultanlar arasında kütüphanecilik geleneğini ilk başlatan ise II. Selim’in eşi ve Kanuni’nin gelini olan Nurbanu Sultan olarak görünmektedir. Aslen Yahudi ya da İtalyan kökenli olduğu sanılan Nurbanu Sultan, III. Murad’ı dünyaya getirmiş ve onun saltanatı zamanında da valide sultanlık makamına yükselmiştir. Nurbanu Sultan, Üsküdar Toptaşı semtinde bir külliye inşa ettirmiş ve bu külliye kapsamında da bir medrese ile darulhadis yaptırmıştır. Buralarda okuyan öğrenciler için de bir kütüphanenin temellerini atmıştır. Kütüphanede üç akçe günlükle çalışan bir hafız-ı kütüb’ün yani kütüphane görevlisinin varlığı kayıtlarla sabittir. Burada enteresan bir uygulamanın da varlığına şahit olmaktayız. 1582 tarihli vakfiyeye göre bu kütüphanenin kitapları sadece müderris ve darulhadisin
şeyhine verilebiliyor, başkaca kimseler kitaplardan istifade edemiyorlardı. Saltanatı döneminde validesinin kütüphanesine bazı kitaplar bağışlayan III. Murad dışında, zaman içinde kütüphanenin başka bağışçıları da olmuş ve böylece koleksiyonu gittikçe zenginleşmiştir. Söz konusu kütüphane, Cumhuriyet döneminde 1924 yılında çıkan Tevhid-i Tedrisat kanunu çerçevesinde medreselerin kapatılması sonrasında Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’ne devredilmiştir. Kütüphanede bulunan ve gerek yazıları gerekse de tezhipleri ile göz alan Kur’an’lar ise Türk-İslam Eserleri Müzesi’ne gönderilmiştir. Bir diğer kütüphane baniyesi ise Nurbanu Sultan’ın kızı ve bir devre adını veren kudretli Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa’nın karısı olan İsmihan Sultan’dır. Sokollu’nun ölümünden sonra Budin Beylerbeyi Kalaylıkoz Ali Paşa ile evlenen İsmihan Sultan, 1568’de Eyüp’te inşa ettirdiği medresesinde müderris, muid ve danişmentlerin yararlanması için bir de kütüphane vakfetmiştir. İsmihan Sultan’ın kitaplarını en ince ayrıntısına kadar vakfiyesinde kaydettirdiği bilinmektedir. Mesela İsmail Erünsal hocanın abidevi eseri olan “Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri” adlı çalışmasında geçen şu satırlar, İsmihan Sultan’ın bu konuda ne kadar titiz olduğuna dair ipuçları veriyor: “Mushaf-ı şerif: Kıt’ası kebir. Onbeş satırlu. Suturunun ikisi altınla reyhanî hattile yazılıp bakiyye-i nakiyyesi neshi hattile yazılmışdur. Kağıdı devlet âbâdî, cildi siyah ve müzehhebdür”. İsmihan Sultan kitapların ciltleri eskiyecek olursa yeni ciltlerine eskisine benzer bir şekilde yapılmasını da şart koşmuştu. Kitaplar 1924’de medreselerin kapatılması sonrasında önce Eyüp’teki Hüsrev Paşa Kütüphanesi’ne, 1957’de ise Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledilmiştir. Duraklama devrinin en güçlü kadın figürü olarak tanınan Kösem Sultan’la giriştiği nüfuz mücadelesinden galip çıkan ve aslen Rus olduğu tahmin edilen Hatice Turhan Sultan da bir diğer hâyırsever hanım sultandır. İlginçtir ki kendisi akıncı Kırım Tatarları tarafından küçük yaşta esir edildikten sonra İstanbul’a getirilmiş, Kösem Sultan’a sunulmuş ve Kösem Sultan tarafından da oğlu İbrahim’e odalık olarak verilmişti. Turhan Sultan’ın yıldızı, soyu tükenme tehlikesi ile karşı karşıya olan Osmanlı hanedanına Şehzade Mehmed’i doğurunca parladı. İlerleyen yıllarda Safiye Sultan tarafından 1603 yılında oğlu III. Mehmed’in ölümü nedeniyle yarım bırakılan Eminönü’deki caminin
inşasını da tamamlayarak ibadete açtı. Bugün Yeni Cami olarak da bilinen bu abidevi mabedin yakınına türbe, darulkurra, mektep ve sebilhane yaptırmak suretiyle çok önemli bir külliyeye imza atmıştır. Turhan Sultan yaptırdığı camiye aynı zamanda 300’den fazla yazma kitap da bağışlamıştır. Bu kitaplar III. Ahmed devrinde Turhan Sultan Türbesi’nin yanı başındaki bir binaya taşınmış, 1711 ve 1826’da da kataloğu hazırlanmıştır. 1918’de ise kitapların Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledildiği bilinmektedir. Turhan Valide bunun dışında Çanakkale Boğazı’na inşa ettirdiği iki küçük cami için de bazı kitaplar bağışlamıştı. Turhan Valide, kitaplar konusunda son derece titiz davranmıştır. Zira vakfiyesinde bu konuyla ilgili olarak ‘katib-i kütüblük’ yapacak kişiden bazı istekleri bulunmaktadır. Aslında bu istekler vakıf kitapların başına gelen istenmeyen durumlar hakkında da bize bilgi verir niteliktedir. 1662-63 tarihli vakfiyeye göre katib-i kütüb ödünç verilen kitapların makbuzlarını her ihtimale karşı saklayacak ve bu kitapların isimlerini tek tek defterine kaydedecektir. Yine kitapların formalarını saymak ve verilen kitapların hangi ilim dallarına ait olduğunu deftere kaydetmek de diğer görevleri arasındadır. Kütüphanesinde görev yapan memurların kitapları ödünç vermeden önce isteyen kişi hakkında genel bir araştırma yapması da istenen bir diğer husustur. Nitekim 1711 yılında hazırlanan kütüphane kataloğunda kaybolan kitaplar ve bu kitapların kimlerin üzerinde iken kaybolduğu açıkça ifade edilmiştir. Dolayısıyla tüm bunlardan hareketle bazı kitapların formalarının çalındığı, ya da kitapların iade olunmadığı gibi sonuçlara varmak mümkündür. Ayrıca valide sultan, kitapların bakımı ve eskiyen ciltlerin tamiri ya da yeniden yapılması için kütüphanesinde bir de mücellit görevlendirmiştir.
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
İSTANBUL’DA KÜTÜPHANE KURAN HANIM SULTANLAR / Emre ERKORKMAZ
Turhan Sultan’ın gelini ve aynı zamanda II. Mustafa ile III. Ahmed’in anneleri olan Gülnûş Emetullah Valide Sultan da bir diğer hâyırsever hanedan kadınıdır. Galata ve Üsküdar’da Yeni Cami adını taşıyan iki cami yaptırmıştır. Ancak Galata’da yaptırttığı cami yıkılmış ve yerine günümüze kadar ulaşan “Hırdavatçılar Çarşısı” inşa olunmuştur. Üsküdar’daki cami ise bugüne kadar gelmiştir. Emetullah Sultan bu camide kütüphane kurarak önemli bir kültür hizmetine ön ayak olmuştur. Kütüphanede ilk zamanlar daha ziyade talebe-i ulûm’un yani ilim taliplisi öğrencilerin işine yarayacak tarzda kitaplar olduğunu biliyoruz. Başlangıçta daha çok fıkıh, hadis, tefsir, fetva, tarih, mantık, tasavvuf, akaid ve lügat kitaplarında oluşan 66 parçalık bir koleksiyon söz konusuydu. Zamanla bu koleksiyona başka eklemeler de olmuştur. Yeri gelmişken Gülnûş Valide’nin bir de Sakız Adası’nda kütüphane kurdurduğunu da ilave edelim. Çocuklarından III. Ahmed’in saltanatına denk gelen Lale devri, zaten Osmanlı tarihinin en önemli kültür hareketlerinden bazılarına sahne olmuş, gerek sultan ve gerekse de sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa şehrin çeşitli muhitlerinde
Mihrimah Sultan Çocuk Kütüphanesi
86
pek çok kütüphane açmışlardır. Bu kütüphane de tıpkı Nurbanu Sultan’ın kitapları gibi önce Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’ne, ardından da 1955’de Süleymaniye’ye naklolunmuştur. Emetullah Sultan’ın gelini ve III. Mustafa’nın eşi Mihrişah Sultan da Eyüp Camii’ne bir kütüphane vakfetmiştir. Osmanlı tarihinde reform denilince ilk akla gelen padişahlardan III. Selim’in annesi olan Mihrişah Sultan’ın kütüphanesindeki koleksiyon, yakınında bulunan bazı devlet erkanının katkılarıyla kısa sürede büyümüştür. 1924’de Eyüp’te Hüsrev Paşa Kütüphanesi’ne devredilen kitaplar, 1957’de Süleymaniye’ye aktarılmıştır. II. Mahmud’un eşi ve Tanzimat Fermanı’nı ilan eden Abdülmecid’in annesi Bezmialem Valide Sultan da Cağaloğlu’nda yaptırmış olduğu mektep bünyesinde bir kütüphane kurmuştur ki bu kütüphane sonradan Bayezid Kütüphanesi’ne devredilmiştir. II. Mahmud’un bir diğer eşi olan Pertev Nihal Valide, Sultan Aziz’in annesi olup yapmış olduğu hâyır hasenattan dolayı kendisine “nurlu” anlamına gelen “Pertev” unvanının verildiği söylenir. Ancak bu unvanın güzel yüzünden dolayı verilmiş olabileceği de düşünülebilir. Pertev Nihal Sultan son devir Osmanlı valide sultanları içinde en hâyırsever olanlarındandır. Pek çok yapıyı onartmış ve bazı semtlere de çeşmeler inşa ettirmiştir. Ancak onun asıl büyük eseri, bugün Saraçhane’den Aksaray’a gelen Atatürk Caddesi üzerinde yer alan Valide Camii ve yanı başındaki Pertevniyal Lisesi’dir. Caminin hemen karşısında yer alan kendi türbesi ise daha sonra, caminin avlusuna nakledilmiştir. Valide Sultan’ın çocuklara ayrı bir muhabbetinin olduğu bilinir. Oğlu Sultan Aziz’in ölümünden sonra pek çok çocuğu himayesine alarak terbiyeleri ile bizzat meşgul olmuştur. Pertev Nihal Sultan, inşa ettirdiği camiye çoğunluğu basma bir kısmı da yazma olmak üzere 1000’e yakın kitap bağışlamıştır. Bu kitaplar 1948’de Süleymaniye Kütüphanesi bünyesine alınmıştır. Öte yandan Pertevniyal Valide sadece kendi kütüphanesine bağış yapmamış 1866’da Fatih Camii’ne 33 kitap, Çarşamba’daki Mehmed Ağa Camii’ne de 1855’te 29 kitap bağışlamıştır.
İSTANBUL’DA KÜTÜPHANE KURAN HANIM SULTANLAR / Emre ERKORKMAZ
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Görüldüğü üzere Osmanlı devletinde valide sultanlar 16. yüzyıl sonlarından itibaren hem hâyır işlerinde hem de bununla bağlantılı olarak kütüphane tesisinde oldukça önemli bir role sahip olmuşlardır. Dikkat çeken bir diğer nokta, Osmanlı tarihinde reformist kimliği ile tanınan III. Ahmed, III. Selim, II. Mahmud ve Abdülmecid gibi padişahların annelerinin aynı zamanda kütüphane kuran kişiler olmalarıdır. 3 Mart 1924’de Şeriye ve Evkaf vekaletinin lağvı ile buraya bağlı olan vakıf kütüphaneler genellikle Süleymaniye Kütüphanesi nezdinde toplanmış ve böylelikle bu enfes koleksiyonların hem yok olmasının önüne geçilmiş, hem de kolay ulaşılabilmesi temin edilmiştir. Kaynakça Can Alpgüvenç; “Üsküdar’daki Valide Sultan Külliyeleri” Akademik Araştırmalar Dergisi, sayı: 4748, İstanbul 2010-2011, s. 309-331 Betül İpşirli Argıt; Rabia Gülnuş Emetullah Sultan (1640-1715), İstanbul 2014 Emine Berksan; II. Mustafa ve III. Ahmet’in Valideleri Emetullah Gülnûş Valide Sultan ve Vakıfları, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Fakültesi Basılmamış yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1998 Ayşe Çıkla Bölükbaşı; “II. Mehmet Devri Kadın Banileri”, Fatih Sempozyumları, I-II, İstanbul 2006, s. 252-261. İsmail Erünsal; Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri, Ankara 2008 İsmail E. Erünsal; Türk Kütüphaneleri Tarihi, II, Ankara 1988 Mustafa Güler; Gülnûş Vâlide Sultan Hayatı ve Hâyratı, I, İstanbul 2006. Ferda Mazak; Âdile Sultan, Hayatı, Vâkıfları ve Hayratı, İstanbul 2000. M. Çağatay Uluçay; Padişahların Kadınları ve Kızları, Ankara 1980
Pertevniyal Sultan Kütüphanesi koleksiyonundan
87
TÜRK KÜTÜPHANECİLİĞİNİN AMİRAL GEMİSİ
ATATÜRK KİTAPLIĞI Söyleşen:
Mehmet Ekrem GÖL Fotoğraflayan:
Fatih DALGALI
“
Taksim’de yer alan Atatürk Kitaplığı’nın, İstanbul’un modern kütüphaneleri arasında en köklü ve en zengin koleksiyona sahip olanların başında geldiği herkesin malumu. İBB Kütüphaneler ve Müzeler Müdürü Ramazan Minder bu durumu, “Atatürk Kitaplığı, Türk kütüphanelerinin amiral gemisi” şeklinde olarak ifade ediyor. Biz de hem Atatürk Kitaplığı’yla ilgili konuşmak hem de kent kütüphanesi hakkındaki gelişmeleri öğrenmek üzere kendisini kitaplıktaki odasında ziyaret ettik.
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
TÜRK KÜTÜPHANECİLİĞİNİN AMİRAL GEMİSİ ATATÜRK KİTAPLIĞI / Mehmet Ekrem GÖL
Atatürk Kitaplığı’nın tarihi ve koleksiyonları hakkında bizi bilgilendirebilir misiniz? İstanbul Belediyesi ilk kez şehremaneti dairesinde bir kütüphane kurdu 1924 yılında. Osman Nuri Ergin öncülük yapıyor. Bizim elimizde 1924 yılına ait şehremaneti mühürlü bir kitap var. Dolayla biz kuruluş tarihimizi 1924’ten başlatıyoruz. Ama halka açık bir kütüphane olarak kurulma çalışmaları aslında 1929’lu yıllarda, bugün bize bağlı olan Şişli’deki Atatürk Evi’nde “Şehir Vesikaları ve İnkılap Müzesi” adı altında kuruluş çalışmalarına başlanıyor. Burada dönemin fikir ve kültür adamlarından Süheyl Ünver, Fuat Köprülü, Halil Ethem, Osman Nuri Ergin gibi komisyon üyeleri var. Onların marifetiyle müze teşekkül etmeye başlıyor. Müze teşekkül ederken tabi çok sayıda süreli yayın, kitap gibi koleksiyonlar da birikmeye başlıyor. Daha sonra bu kütüphane ve müze birbirinden ayrılıyor. Kütüphane kısmı 1981 yılında Beyazıt’tan buraya taşınarak “Belediye Kütüphanesi” olarak faaliyetlerine devam ediyor. Kuruluş döneminden itibaren belediye kütüphaneleri, belediye kütüphanesi bağışçıların koleksiyonları ile zenginleşen bir kütüphane olmuş. Osman Nuri Ergin’in kütüphanesi buraya
İBB Kütüphaneler ve Müzeler Müdürü Ramazan Minder
90
intikal etmiş. Muallim Cevdet’in kütüphanesi, Tarık Zafer Tunaya, Behçet Kemal Çağlar gibi Talat Bayrakçı gibi çok sayıda önemli kişilerin kütüphaneleri belediye kütüphanesine bağışlanmak suretiyle buranın koleksiyonu gittikçe zenginleşmiş. Bugün itibariyle “Atatürk Kitaplığı” veya kuruluş ismi olarak “Belediye Kütüphanesi” koleksiyonların nitelikleri daha çok Osmanlıca süreli yayınlar, gazete ve dergiler, Osmanlıca matbu kitaplar, el yazmaları, harita koleksiyonları, kartpostallar, albümler, salnameler gibi nadir eserler dediğimiz türden koleksiyonlardan oluşan çok önemli bir koleksiyonumuz var. Koleksiyon özelliğinden dolayı yerli ve yabancı araştırmacıların çok kullandığı bir kütüphane haline gelmiş. Geçmişteki bu koleksiyonları bugün itibariyle yeni alımlarla zenginleştiriyoruz. Yani biz kütüphane olarak son yıllarda özellikle nadir eser alma konusunda ciddi bir efor sarf etmeye başladık. Geçtiğimiz yıl “Şehir Kütüphanesi” başlığıyla bir çalıştay düzenlediniz. Neler konuşuldu, hangi kararlar alındı, o günden bugüne hangi adımlar atıldı bahseder misiniz? Bugün Amerika Kongre Kütüphanesi’ndeki belge sayısı 150 milyonun üzerinde, Fransa’da, İngiltere’de, Rusya’da hakeza öyle. Avrupa’daki
birçok şehrin şehir kütüphanelerindeki, hatta İstanbul’dan çok daha küçük şehirlerin kütüphanelerindeki kitap sayısı milyonları aşmış. Harvard Üniversitesi’nin kütüphanesindeki eser sayısı 15 milyonun üzerinde. Fakat bizim milli kütüphanemizde maalesef 2 milyon civarında kaynak eserimiz var. Avrupa’daki şehir kütüphaneleri, bizim milli kütüphanemizden çok daha zengin kaynaklara sahip. Zaten Kongre Kütüphanesi’ni milli kütüphaneden saymıyorum. Onlar çok daha üst rakamlara sahip. Bugün Türkiye’yi temsil edebilecek bir kütüphanemiz maalesef yok. İstanbul 20 milyona yaklaşan bir nüfusa hitap ediyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti, Türkiye’nin kültür başkenti, doğuyu batıya bağlayan ana aks üzerinde bulunan bir kent, kültürlerin buluşma noktası, üç imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehir. Dolayısıyla İstanbul’un çok nitelikli, nicelik olarak da çok daha güçlü bir şehir kütüphanesine ihtiyacı var. Biz bu ihtiyaçtan hareket ederek dedik ki “İstanbul’da nasıl bir şehir kütüphanesi kurulmalı? Nerede kurulmalı? İşlevi ne olmalı?” Bütün bu konuları konuşabileceğimiz bir çalıştayı 2015’in Eylül ayında gerçekleştirdik. 100’e yakın katılımcı katıldı. Bu çalıştayımıza destek verdi. Aralarında kütüphanecilik bölümünden hocalarımızın, kütüphane yöneticilerimizin, kütüphane çalışanlarımızın, sahafların, yayıncıların, yayıncı birliklerinin bulunduğu bir paydaş kitlesiyle beraber çalıştay yaptık. Bu çalıştayın raporu yayınlandı. Biz de bunu kendi üst amirlerimize ve paydaşlarımıza sunmuş olduk. Bu çalıştaydan çıkan ana sonuç, İstanbul’un kesinlikle bir şehir kütüphanesine ihtiyacı olduğu ve bunun da merkezi bir konumda olması gerektiği oldu. Ulaşımın kolay olduğu, insan kalabalıklarının sıklıkla ziyaret ettiği İstanbul’un bazı ana askları var. Bu akslardan birisinde olması gerekiyor ki çok sayıda araştırmacı, okuyucu buraya rahatlıkla ulaşabilsin. Bununla ilgili
TÜRK KÜTÜPHANECİLİĞİNİN AMİRAL GEMİSİ ATATÜRK KİTAPLIĞI / Mehmet Ekrem GÖL
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığımızca yürütülen bir çalışma var. İnşallah bu sonuçlanır ve İstanbul’da büyük bir şehir kütüphanesi kurmuş oluruz. İstanbul İspanya’dan göç eden Yahudilerle beraber ilk matbaanın 1500’lü yılların başında kurulduğunu görüyoruz. Yani Matbaa İstanbul’a 1727’lerde Müteferrikayla gelmiş değil. İstanbul matbaayı Gutenberg’ten 20-30 sene sonra biliyordu. 1502’de İstanbul’da matbaada kitap basıldığını biliyoruz. İstanbul’da Yahudilerin, Ermenilerin, Rumların kurmuş olduğu matbaalar var ve İstanbul’da bu kitaplar yayınlanmış. İstanbul yayıncılık açısından köklü bir geçmişe sahip. Kütüphanecilik açısından da öyle değil mi? Köklü bir geleneğimiz var aslında? Tabii ki. Birçok vakıf kütüphanelerine sahip İstanbul. Çok sayıda yazma eser kütüphanemiz var. Dolayısıyla böyle bir geçmişimiz var, böyle bir mirasımız var, bir kültürel zenginliğimiz var. Burada yaşayan bütün milletlerin ürettikleri kültürel varlıklar var. Bütün bu hafıza kayıtlarımızı belirli bir merkezde toplayacak, yerli ve yabancı araştırmacılara sunabileceğimiz bir şehir kütüphanesine ihtiyacımız var. Bu şehirde üretilmiş her türlü bilimsel, sanatsal ve kültürel eserleri bizim toplamamız gerekiyor. Sinema kayıtlarımız, sinemacılarımızın bütün özel arşivleri, tiyatro eserlerimiz, tiyatro sanatçılarımızın özel arşivleri, fotoğraf arşivleri, film arşivleri, kitap arşivleri, özel arşivler, bazı kamu kurumlarının özel arşivleri, araştırmacılara hitap edebilecek malzemelerin bu merkezde toplanması gerekiyor. Atatürk Kitaplığı artık bu koleksiyonu taşıyabilecek fiziksel güce sahip değil. Çok daha büyük mekânlara ihtiyacımız var. Çok daha nitelikli insanların çalıştığı, içerisinde araştırma merkezlerinin bulunduğu, yayın yapabilen, ciddi bilimsel üre-
91
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
TÜRK KÜTÜPHANECİLİĞİNİN AMİRAL GEMİSİ ATATÜRK KİTAPLIĞI / Mehmet Ekrem GÖL
timlere destek verebilen, bir şehir kütüphanesini İstanbul’a bir an önce kurmamız gerekiyor ki zaten biz Türkiye’nin 2023 vizyonu içerisinde bunu da olması gerekiyor. Bizim bununla İstanbul ve Türkiye’yi beslememiz gerekiyor. Bizim hafıza kayıtlarımız zaman içerisinde maalesef hurdaya gidebiliyor, çöpe gidebiliyor veya yanabiliyor, kaybolabiliyor. Biz bunları tarih boyunca gördük, yaşadık, hâlen daha da yaşıyoruz. Dolayısıyla bizim bir an önce bu arşivlere ulaşıp bunları koruma altına almamız gerekiyor. Burada İstanbul’da büyük bir şehir kütüphanesi kurmalıyız. Atatürk Kitaplığı 7 gün 24 saat hizmet veren bir kütüphane. Bundan bahsedebilir misiniz? Çok haber oldu. Bu hizmetin nasıl bir dönüşü oldu size? İlgi nasıl? İlgi, kuyruklardan belli oluyor. Günün her saatinde kuyruk var kütüphanenin önünde. Atatürk Kitaplığı, Taksim’de bulunması ve 24 saat hizmet vermesi sebebiyle çok sayıda okuyucu tarafından kullanılan bir kütüphane. Kütüphanedeki fiziki mekânlarımız yetersiz. 300 civarında bir kapasitemiz var. Kütüphanemiz 1000 kişilik bir kapasiteye sahip olsa da yetmeyecekti, 2000 kişilik olsa
92
da belki yetmeyecekti. Üniversitede okuyan gençlerimiz, üniversite sınavına hazırlanan gençlerimiz, veya değişik sınavlara hazırlanan insanlar… Bu insanlar çalışma ortamı olarak kütüphaneyi tercih ediyorlar. Ev ortamında, yurt ortamında çalışmak istemiyorlar ve kütüphaneye geliyorlar. Kütüphaneye gelmelerinin birçok sebebi var. Arkadaşlarıyla buluşup burada bir grup çalışması yapmak isteyebiliyorlar veya motivasyon çok daha iyi olduğu için kütüphane ortamını tercih ediyorlar. Her ne olursa olsun, nihayetinde bu insanlar, bu gençler kütüphaneye geliyorlar. Kütüphaneyi bir çalışma ortamı olarak, bir okuma ortamı olarak, sosyalleşme mekânı olarak kullanmak isteyen insanlarımız var. Ama Atatürk Kitaplığı’nın kapasitesi bunun için çok müsait değil. Dolayısıyla buralara çok daha geniş, büyük mekânlar yapıp bu insanlara bu hizmeti bir şekilde götürmemiz gerekiyor. Bu bağlamda etüd salonu uygulamasının yaygınlaştırılması gerektiğini düşünüyor musunuz? Öğrencilerin birlikte ya da bireysel olarak ders çalışabilecekleri mekânlara ihtiyaçları var. Böyle yerlerin olmaması kütüphanelerin kapasitelerini ve araştırmacıları zorluyor mu?
İnsanların kütüphaneye, mahalle bakkalına ulaştığı kadar rahat ulaşması gerekiyor. Yani mahalle bakkalına nasıl rahat ulaşıyoruz kütüphaneye de o kadar yakınlıkta kısa mesafede ulaşmamız gerekiyor. Biz bu ihtiyaçları mahallede çözemediğimiz için merkezi noktalarda böyle yığılmalar yaşıyoruz. Bunu yerinde çözmemiz gerekiyor. Bu İstanbul için dün bir ihtiyaçtı bugün daha büyük bir ihtiyaç yarın çok daha büyük bir ihtiyaç haline gelecek. Dolayısıyla bugün ilçeleri ve mahalli yöneticilerin kütüphane konusunda biraz daha hassas davranmalarını istiyorum. Sadece Beyazmasa üzerinden gelen talepleri gördüğümüz zaman bile bu kanaate varıyorum. Ben 20 yıldır bu konuda çalışıyorum. 20 sene önce bize bu talepler gelmiyordu. Bugün, her gün Beyazmasa üzerinden bize “bizim ilçemize de, bizim mahallemize de kütüphane açın. Buradaki kütüphanelerinizi 24 saat çalışır hale getirin” gibi yüzlerce taleple karşılaşıyoruz. Bunlar dün yoktu. Son yıllarda artmaya başladı ve gittikçe çoğalıyor. Dolayısıyla yöneticilerin bunlara duyarsız kalması bunları görmezden gelmesi mümkün değil. Kütüphane bugün Türkiye’de bakkal kadar hayati bir önem arz ediyor. Bunu bir an önce sağlıklı bir planlama yaparak hayata geçirmemiz gerekiyor. Bunu
TÜRK KÜTÜPHANECİLİĞİNİN AMİRAL GEMİSİ ATATÜRK KİTAPLIĞI / Mehmet Ekrem GÖL
oturup ciddi ciddi konuşmamız gerekiyor. Bu ciddi bir mesele, önemli bir mesele Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren bir mesele. Bu bir eğitim meselesi aynı zamanda. Bir tarafıyla Milli Eğitim Bakanlığı’nı ilgilendiriyor, bir tarafıyla Kültür Bakanlığı’nı ilgilendiriyor, bir tarafından mahalli idarecileri ilgilendiriyor. Dolayısıyla oturup bunu bir şekilde çözmemiz gerekiyor. Sosyal politikaya dönüşmesi gerekiyor yani? Bugün insanların çok fazla televizyon seyrettiğinden bahsediyoruz, çok fazla cep telefonu kullandığından bahsediyoruz, işte boşa harcanan ciddi zamandan bahsediyoruz, gençlerin kötü alışkanlıklarından bahsediyoruz. Bütün bunları önlemek için bizim idareciler olarak adım atmamız gerekiyor. O da işte bu kültür mekânlarını, kütüphane mekânlarını çoğaltmak, halka ulaşabileceği en yakın noktaya kadar bunları taşımak. Özellikle okul öncesi çocuklarımızın veya ilköğretim çağındaki çocuklarımızın kullanabileceği çocuk kütüphane sayısını çoğaltmamız gerekiyor. Bizim mahallede yaşayan bireyler işte aile hekimliği, mahalle muhtarlığı, çocuk kütüphanesi gibi, çocuk oyun parkları gibi birçok ihtiyaçları bulabileceği ana merkezler oluşturmamız gerekiyor. Burada hem mahalle halkının sosyalleşmesi, birbirini tanıması, birbirini dinlemesi gibi işlemleri çözebileceğimiz gibi okuma alışkanlıkları çocukların, yaşlıların beraber kullanabileceği mekânları bir araya getirip bir çözüm önerisi, çözüm modelini hayata geçirmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.
Çocuklar haftanın belirli günlerinde aileleri ile beraber kütüphanemize geliyorlar. Kütüphaneci arkadaşlarımız onlara kütüphane ortamı içerisinde hikaye okuyor. Hikaye sonrasında çocuklar resim boyama yapıyorlar. Çocuklara yüz boyama yapılıyor. Dolayısıyla çocuklar birkaç saat verimli vakti kütüphane içerisinde geçiriyor. Bu çocuklar için çok etkili oluyor. Mesela bize geri dönüşümlerden şöyle bir örnek bana; çocuğun konuşma bozukluğu vardı, konuşamıyordu. Bu kütüphanedeki bu masal saati etkinliklerine katıla katıla çocuk konuşmaya başladı. Ailesi bize teşekkür etti mesela o nokta da. Bir terapi işlevi görmüş. Evet bir terapi işlevi görmüş. Bundan başka faydaları da var, mesela arkadaşlarımız masal anlatırken onlara işte kahvaltıda peynir yemesi gerektiğini işte yumurta, süt gibi bazı şeylerle örneklerle anlatınca çocuklar şey yapmaya başlıyor. Yani kahvaltıda artık peynir yemeği, süt içmeyi, zeytin yemeği gibi bazı alışkanlıklar geliştirmeye başlıyorlar. Orada zaten kütüphaneci arkadaşlarımıza da çocuklar “öğretmenim” diye hitap ediyorlar. Çocuklar her gün gelmek
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
istiyorlar. Her gün o etkinliğe katılmak istiyorlar falan. İstanbul’da bunu bütün kütüphanelere, bütün mekânlara, bütün mahallelere yayabilseydik çok verim alacaktık. Bugün okul öncesi çocuklarımızın büyük bir çoğunluğu maalesef evde duruyor. Ebeveyn de çalışıyorsa anneanneleriyle, babaanneleriyle, yaşlı insanlarla vakit geçiriyorlar. Televizyon başında vakit geçiriyorlar. Ev ortamlarında maalesef kitap okumuyorlar. Kitap okuma alışkanlığı kazandırılmıyor. Bunlara masal okunmuyor, seslendirilmiyor. Dolayısıyla bu çocukları biz kütüphane ortamına çekebilirsek onları zaman içerisinde kitap okuma alışkanlığı gelişmiş bireyler olarak topluma kazandırmış olacağız. Biz kütüphanelerimizde bunu yapmaya çalışıyoruz. Ama fiziki mekânlar bu anlamda yetersiz. Daha nitelikli büyük kütüphanelere, geniş mekânlara ihtiyacımız var. Planlama yaparken de bunu bu bakış açısıyla ele almak gerekiyor. Engellilerle ilgili çalışmalarınız var mı? Eyüp Sultan’da bulunan, Eyüp ilçesinde bulunan sesli kütüphanemiz var. Bu körlere hitap eden bir kütüphane. Kör vatandaşlarımızın, görme en-
İBB Kütüphaneler Müdürlüğü olarak çocuklara yönelik yaptığınız faaliyetler var mı? Bize bağlı kütüphanelerimiz var. Bu kütüphanelerin bir kısmında “masal saati” uygulaması yapıyoruz haftada bir veya iki gün birer saat.
93
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
TÜRK KÜTÜPHANECİLİĞİNİN AMİRAL GEMİSİ ATATÜRK KİTAPLIĞI / Mehmet Ekrem GÖL
gelli vatandaşlarımızın kitap önemli bir ihtiyacı. Okullarda okuyan görme engelli arkadaşlarımız artık ders kitaplarının sesli ortamda olmasını istiyor. Bu çok ciddi bir talep bununla ilgili biz sesli kütüphanemizde bu ders kitaplarını seslendiriyoruz. Bunlara ek olarak romandır, hikâyedir, şiirdir, tarihtir gibi çeşitli alanlarla ilgili kitaplarda okumak isteyen insanlarımız var. Bunları da biz ne yapıyoruz? Bunları seslendirmek suretiyle görme engelli vatandaşlarımıza sunuyoruz. Burada sistem şöyle yürüyor; bizim kütüphanemizde sekiz adet seslendirme kabinimiz var. Burada gönüllü seslendirici vatandaşlarımız, gönüllü vatandaşlarımız gelerek ya kendisinin tercih ettiği bir kitabı veyahut görme engelli vatandaşımızın bizden istediği bir kitabı stüdyoya girerek seslendiriyor. Kitap seslendirmek uzun bir zaman istiyor. Birkaç ay alabiliyor. Haftanın belirli günlerinde -bu okuyucularımıza randevu sistemi ile çalışıyoruz- gelerek stüdyo ortamında kitabı seslendiriyor. Daha sonra bu seslendirilen bu kitaplar bizim oradaki kütüphaneci arkadaşlarımız 94
tarafından bir işleme tabi tutuluyor. Nihayetinde sesli kitap olarak bunu biz isteyen dileyen vatandaşlarımıza sunabiliyoruz. Aslında “kütüphaneler eski önemini koruyor mu” diye soracaktım fakat kütüphanelerin eskisinden çok daha fazla önemli olduğu, daha fazla fonksiyon üstlendiği bir tablo çizdiniz. Kesinlikle. Eskiden şöyle düşünelim; siz yaş olarak benden çok daha gençsiniz, bizim gençliğimizi düşünelim veya bizden önceki jenerasyonu düşünelim insanlar kütüphane ihtiyacı ile ilgili kimsenin böyle talep dile getirdiğini ben zannetmiyorum. Ama bugün biz bununla sahada karşılaşıyoruz. Açtığımız her yeni kütüphanede okuyucu patlaması yaşıyoruz. En son Sultangazi’de Hacı Bektaşi Veli Kütüphanesi’ni açtık. Bugün üye sayımız 5000’leri aştı. Her gün kütüphane dolu. Bu insanlar neredeydi daha önce? Bu inşalar potansiyel olarak vardı. Biz bunları görmüyorduk. Ne zaman ki bu potansiyeli işleyecek bir kütüphane aç-
tık. Bu potansiyel kütüphaneye gelmeye başladı. Bu gün biz İstanbul’da 20 tane daha yeni kütüphane açsak, bu 20 kütüphanede dolacak. Bundan hiçbir şüphem yok. Yani insanlar kitap ödünç alıyor, kütüphanede çalışıyor, ders yapıyor vs. gibi amaçlarla kütüphaneyi kullanıyor. 2001-2002 yıllarında Türkiye’de yayınlanan kitap miktarı yıllık 10000 civarındaydı. Bugün 50000’lere çıktı bu rakam. 50000 adet, 50000 türde kitap yayınlanıyor. Bu gelecekte çok daha fazla artacak. Türkiye’deki yayıncılık çok ciddi bir büyüme trendi içerisinde. Bu kadar kitap yayınlanıyor, niye yayınlanıyor? Ekonomide bir arz talep dengesi var. Demek ki talep var arzda ona göre artmaya başlamış. Arz arttıkça talepte artıyor. Yani kütüphaneler de bu nokta da hem bu piyasaya arz edilen bu kitapların kütüphane ortamlarında okuyucuyla buluşmasını da sağlıyor ve okuma oranını da yükselten bir etkisi de söz konusu. Bunu bu şekilde görmemiz gerekiyor. Son olarak Alemdaroğlu zamanında kitapların satılması hadisesini
TÜRK KÜTÜPHANECİLİĞİNİN AMİRAL GEMİSİ ATATÜRK KİTAPLIĞI / Mehmet Ekrem GÖL
de soralım. Hakkında pek çok haber yapıldı. 1997- 2005 yılları arasında olduğu söyleniyor bu olayların. İstanbul Üniversitesi’nde çok sayıda seminer kütüphanesi vardı. Edebiyat Fakültesi’nin seminer kütüphaneleri vardı, Hukuk Fakültesi’nin seminer kütüphaneleri vardı. Alemdaroğlu döneminde bu seminer kütüphanelerinin kapatılması ile ilgili bir talimat devreye sokuluyor. Bu çok hızlı alınmış bir karar. Belki öncesinde ciddi çalışma yapılmadığı için kitaplar apar topar toparlanıyor, depolara indiriliyor, işte bir yerden bir yere taşındığı söyleniyor. Fakat o hengâme içerisinde kitaplardan önemli bir kısmı sahaflara ve piyasaya düşüyor. O gün kitaplar piyasada satılmaya başlanıyor. Üzerinde Darülfünun damgası var bu kitapların. Biz de nadir eser alımı yapıyoruz piyasadan. Dolayısıyla bize çok sayıda sahaf, koleksiyoner, kişi müracaat ederek elindeki yayınları bize satmak istiyor. Bunları inceledikten sonra satın alıyoruz. Böyle bir grup kitap gelmişti bize. Ağırlık ola-
rak yabancı dilde bu kitaplar. Fransızca, Almanca, İtalyanca kitaplar var. Biz bu koleksiyonu satın aldık. Bunlar tabii Darülfünun Kütüphanesi’nden piyasaya düşmüş, atılmış bir şekilde piyasaya çıkmış kitaplar. Bunları satın aldık. aralarında Yıldız Sarayı’ndan İstanbul Üniversitesi’ne intikal etmiş kitaplar da var. Biliyorsunuz Yıldız Sarayı Kütüphanesi 1925 yılında İstanbul Üniversitesi’ne devrediliyor. Dolayıyla bu kütüphanede 30000 kitap olduğu söyleniyor. Bu kitapların bir kısmı yazma kitaplardır. Yazma kitaplar zaten İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi’nde muhafaza altında. Bahsi geçen kitaplar daha çok matbu kitaplar ve yabancı kitaplardan oluşuyor. Bu kitapların hepsi özel ciltli değil mi? Bizim aldığımız koleksiyonun –yaklaşık 4000 civarı bir kitaptan bahsediyoruz- bunların 300-500 kadarı saraya ait. Yıldız Sarayı’ndan çıkma kitaplar. Bu kitapların katalog ve tasnif işlemleri hâlâ devam ediyor. Dolayısıyla katalog ve tasnifleme işi
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
bittikten sonra tam olarak kitapların ana yapısını görmüş olacağız bir kısmı dediğim gibi Yıldız Saray’ından gitmiş kitaplar. Dolaysıya kitapların hepsi çok önemli kitaplar. Bunda hiçbir şüphe yok, çok nitelikli çok özel kitaplar. 1700’lere ait kitaplar, 1800’lere ait kitaplar, 1900’lara ait kitaplar, resimli kitaplar, bir kısmı saraya gitmiş kitaplar gibi çok nitelikli kitaplardan bahsediyoruz. Bunlar bugün artık emin ellerde Atatürk Kitaplığı koleksiyonuna katılmış durumda. Araştırmacılar Atatürk Kitaplığı’na gelmek suretiyle bu kitaplardan istifade etmiş olacaklar. Biz bunun gibi başka nitelikli koleksiyonları da bugün itibari ile kurtarıyoruz. Şu anda temasta olduğumuz önemli koleksiyonlar var. Yazma koleksiyonları var. Bunların satın alma süreçlerini başlattık. En son önemli bir aileden 255 adet yazma eser satın alma sürecini başlattık. Kayseri’den bir önemli birisinden ciddi miktarda yazma eser koleksiyonu var, bunun satın alma sürecini başlattık sayılır. Bu nadir eser satın almaları önümüzdeki yıllarda artarak devam edecek. 95
ÖRNEKLERLE ÇOCUK KÜTÜPHANELERİ Doç. Dr. Ilgım Veryeri ALACA Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi
“
“Erken okuryazarlığın önemi, 1993 yılında Birmingham Üniversitesi tarafından başlatılan ve küçük çocuklu aileler arasındaki kitap paylaşımını incelemeyi amaçlayan Bookstart Projesi tarafından da vurgulanmıştır. O zamandan bu yana Birleşik Krallık, ABD, Almaya, Belçika, Japonya ve diğer ülkelerde pek çok benzer proje başlatılmıştır (Kümmerling-Meibauer 2015, sf 38).”
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
ÖRNEKLERLE ÇOCUK KÜTÜPHANELERİ / Doç. Dr. Ilgım Veryeri ALACA
Çocukların, aileler ve kütüphaneler vesilesiyle okulöncesi dönemde kitaplar ile tanışmaları, dil ve zihin gelişimlerine, iletişim becerilerine, yeni kelimeleri ve grameri özümsemelerine ve okuma kültürü edinmelerine destek olmaktadır. Erken dönemde karton veya bez kitaplar ile başlayabilecek okuma alışkanlığı, çocukların okuma faaliyetini bir oyun gibi özümseyebilmelerine yardımcı olur. Erken dönemde başlayan okuma kültürü, yaşam boyu öğrenme hevesinin anahtarı olarak görülebilir. Yirmiyi aşkın ülkedeki kütüphanelerde bu bağlamda Kitapla Başla (Bookstart) gibi okuma projeleri yürütülmektedir: “Erken okuryazarlığın önemi, 1993 yılında Birmingham Üniversitesi tarafından başlatılan ve küçük çocuklu aileler arasındaki kitap paylaşımını incelemeyi amaçlayan Bookstart Projesi tarafından da vurgulanmıştır. O zamandan bu yana Birleşik Krallık, ABD, Almaya, Belçika, Japonya ve diğer ülkelerde pek çok benzer proje başlatılmıştır (Kümmerling-Meibauer 2015, sf 38).” Kitapla Başla ve benzeri projelerde, yeni ebeveyn olmuş kişilere çocukları ile beraber diyalog kurarak ve eğlenerek kitap okuma yöntemleri öğretilmekte, günlük okuma seanslarının önemi anlatılmaktadır. Çağdaş çocuk
Kaliforniya’da Halka Açık Palo Alto Çocuk Kütüphanesi
98
kütüphaneleri, yıl boyu süren programları, rengârenk dekorasyonları, zengin koleksiyonları, sıcak atmosferleri ve sürprizli köşeleri ile bebek ve çocukların ilgisini çekebilecek ortamlar olarak kurgulanmaktadır. Çocuklar için Kütüphane Alanı (Library Space for Children) isimli IFLA (Uluslararası Kütüphaneler Birliği Federasyonu) yayını, çocuk kütüphanelerinin son yüz yılda birden çok amaca hizmet edebilen çok amaçlı mekânlara dönüştüğüne vurgu yapmaktadır. 1900’lerin başında kurulan birçok Carnegie kütüphanesinde çocuklar için ayrılmış alanlar binaların zemin katında veya alt katında yer almaktadır. 1960’lardan sonra çocuklara ayrılan bölümlerin binanın en merkezi yerine çekilmesi söz konusu olmuştur. Böylece, okuma kültürüne karşı ilginin artırılması kolaylaşmıştır. Bu merkezi mekânlar, çocukların kaliteli ve iyi vakit geçirebilecekleri oyun ve sergi alanları ile desteklenmektedir. Depolama alanları, çocuklara uygun lavabo ve ailelerin bebek arabalarını bırakmaları için yerler de ayrılmaktadır. Sallanan sandalyeler, minderler, çocukların saklambaç oynayabileceği alanlar da bu mekânlarda bulunabilmektedir. Norveç’teki Asker Halk Kütüphanesi’nde çocuklar için bir tırmanma köşesi dahi kurgulanmıştır.
Son yıllarda, çocuk kütüphanelerindeki mekânlar çok amaçlı kullanılabilmekte; masal saatleri için yerleştirilen minderler kaldırılarak mekân sergi salonuna dönüşebilmektedir. Erişilebilirlik, estetik ve çok amaçlı kullanım yeni kütüphane binalarında ilke haline gelmektedir. Estetik tasarımlar ve eğlenceli aktiviteler, çocukların bu kütüphanelerden zevk almasını ve tekrar gelmelerini desteklemektedir. Çağdaş kütüphanelerde çoğunlukla işaretlemeler de çocukların anlayabileceği kelimelerle sunulmaktadır. Örneğin, “Danışma Masası” yerine büyük harflerle ve ilginç tipografik tasarımlarla “Yardım!” yazılabilmektedir (Latimer ve ark. 2011). 21. yüzyılda ileri düzeyde okuma ve yazma, okuduğunu anlama ve analiz edebilme, bir bireyin yaşamı için önde gelen beceriler arasındadır. Okuma kültürünün okulöncesi dönemde filizlenmesi ve çocuk kitapları ile desteklenmesinin söz konusu olduğu düşünülünce (Sever 2013, Gönen 2013, Gündüz ve Şimşek 2013), bu yaşa uygun çocuk kütüphanelerinin hizmetleri önem kazanmaktadır. Çocuk kütüphanelerindeki mekânsal kurgunun uygunluğu kadar, zengin ve çağdaş bir dermenin oluşturulması, kütüphane öğretmenlerinin bu mekânlara karşı ilgiyi sıcak tutmak için çaba göstermeleri de önemlidir
ÖRNEKLERLE ÇOCUK KÜTÜPHANELERİ / Doç. Dr. Ilgım Veryeri ALACA
(Yüksel-Durukan 2015). Özellikle, kitaplara ilgi duymayan bir çocuğa okumayı sevdirmek ebeveynler kadar kütüphanecilerin de desteği ile söz konusu olabilmektedir. Çocuk kütüphanelerinin çağdaş işleyişine dair bilgi sunan 0-5 Yaş Çocuklarına Yönelik Kütüphane Hizmetleri (Library Services from Birth to Five ) adlı kitapta, uzman kütüphanecilerin kütüphaneye gelen aile ve çocuklara ihtimam göstermesinin, güler yüzlü olmasının, yardımcılığının da önemine vurgu yapmaktadır. Kütüphanelerde edinilebilecek güzel bir okuma deneyimi, olumlu ve yapıcı diyaloglar çocuğu okumaya teşvik edebilmektedir (Rankin ve Brock 2015). Bu noktada amaçlanan, ailelerin sürekli hizmet alabilecekleri ve bu hizmeti alırken hem öğrenip hem de iyi hissedecekleri alanlar yaratmaktır. Uzman çocuk kütüphanecileri tarafından hazırlanan günlük okuma aktiviteleri, yazar ve çizerlerle buluşmalar, masal saatleri, aileleri çocuklarını bu kütüphanelere periyodik olarak getirmeleri için teşvik edicidir. Bilimsel bir uzmanlık ve ekip çalışması olarak öne çıkan çocuk kütüphaneciliği ve derme oluşturma gibi ilgili hizmetler, çocuklar için paha biçilmez bir imkân olarak görülebilir. Üstelik çocuklar, ilgi duydukları konularda kütüphane kataloğundan arama yapabilmekte ve uzman kütüphanecilere danışabilmektedir. Bir çocuğun aradığı kitabın yerini bildiren numarayı not ederek kitabı bulması, okuryazar olma yolundaki ilk adımlardandır. Bu bağlamda, Palo Alto Çocuk Kütüphanesi’ni ziyaretim sırasında beş yaşlarında bir kız çocuğu alçak koltuk
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Burg Wissem Resimli Kitap Müzesi ve Kütüphanesi, Almanya
ve renkli klavyenin başında, “Pamuk Prenses nasıl yazılıyordu?” diye sormuştu. Kütüphanelerin çocuklar için olumlu deneyim edinebilecekleri bir öğrenme ve keşfetme alanı olmalarının yanı sıra, çocuklara evde okumak için ödünç kitap verebilmeleri de besleyicidir çünkü çocuk kütüphanelerindeki dermeler genellikle seçilmiş ve kategorize edilmiş sistematik, ge-
niş çaplı kaynaklardır. Örneğin, Palo Alto’daki çocuk kütüphanesi, resimli biyografiler için bir alan, farklı kültürlerin folklorik özelliklerini sentezlemiş hikâye kitapları için başka bir alan sunmaktadır. Bu kütüphanede alfabe kitapları, ilk okuma kitapları, karton kitaplar, oyuncaklı kitaplar, aktivite kitapları, üç boyutlu (popup) kitaplar, farklı ülkelerden kitaplar
Uluslararası Gençlik Kütüphanesi, 2015, Binette Schroeder koleksiyon sergisi
99
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
ÖRNEKLERLE ÇOCUK KÜTÜPHANELERİ / Doç. Dr. Ilgım Veryeri ALACA
için ayrılan alanlar düşünüldüğünde, bir çocuğa sunulan engin okuma evreni karşımıza çıkar. Ayrıca aileler için kaynaklar da ebeveynlerin kendilerini geliştirmeleri için sunulmuştur. Almanya’da bir koru ve nehrin çevrelediği Burg Wissem Şatosu’nun ev sahipliği yaptığı Burg Wissem Resimli Kitap Müzesi ve Kütüphane hem görkemli binası ile hem de mekânın çocuklara göre kurgulanmış açık ve kapalı alanları ile kolaylıkla saatler geçirilebilecek bir yerdir. Arşivlenmiş kitapların yanı sıra açık raf sistemi ile derme, çocukların beğenisine sunulmuştur. Kimi zaman üzerinde el örgüsü bir battaniye olan çift kişilik koltuklar ve minderler, ailelerin ev ortamındaymışçasına huzurla kitap okuması için kurgulanmıştır. Şato, çocukların yanı sıra, her yaştan okura sergi, konferans, çalıştay için kapılarını açmaktadır. Burg Wissem, periyodik olarak organize ettiği resimli kitap yarışması ile çocuk kitapları alanındaki gelişmeye de destek olmaktadır. Bu bağlamda, bu kütüphane ve müzeyi ihtişamlı kılan binası, kitapları ve oyun köşeleri kadar uzman kadrosu ve bilimsel yaklaşımıdır. Yönetimin yanı sıra, uzman sanat tarihçileri ve küratörler koleksiyondan seçkilerle tematik sergiler ve yayınlar hazırlamakta, uzman kütüphaneciler koleksiyonu geliştirmekte, kütüphane programlarını kurgulamakta, davet edilen sanatçılar ise çocuk kitapları bağlamında yaratıcı çalışmalar sürdürmektedir. Bu çok yönlü ve
sürekli gelişen disiplinler arası işleyiş, mekânı Avrupa’da eşine az rastlanır bir çocuk kütüphanesi ve müze haline getirmektedir: “1982 yılında kurulmuş Burg Wissem, Wilhelm Alsleben Vakfı tarafından temelleri atılmış bir müze ve 300’ü aşkın orijinal kitap çizimi ve binlerce çocuk kitabı ile başlamış bir koleksiyonu barındırıyor. Takip eden yıllarda müze, bağışlar ve yeni alımlar ile de zenginleşmiş. 1982 itibarıyla resimli kitap müzesi olarak kullanıma açılan kurum, yerel yönetimlerin desteği ile koleksiyonu tam anlamıyla korumuş ve yüceltmiş. Müze kütüphanede, açık raf sistemi ile özellikle Almanca olarak basılmış çağdaş resimli kitapların tamamına ulaşmak mümkün. Aynı zamanda birçok farklı ülkeden, dilden kitap da var. Koleksiyon, özellikle Almanya’da yeni çıkan her kitabın eklenmesi ile sürekli güncelliğini koruyor. Müze, birçok farklı kitap koleksiyonuna ev sahipliği yapıyor. Örneğin, Murken Koleksiyonu, çocuklar için yazılmış tıpla ilgili kitapları kapsıyor. Titizlikle hazırlanmış camekânlarda ise, son 100 yılın önemli kitaplarını görmek mümkün. Elma Yayınları’ndan Türkçe çevirilerine ulaşabileceğiniz, Leo Lionni gibi önemli kitap sanatçılarının da orijinal çalışmaları müzede yer alıyor. Müze çocuk kitapları konusunda uzman Prof. Theodor Brüggemann’ın, 1450-1950 yılları arasında üretilmiş 2.000 çocuk kitabından oluşan koleksiyonu-
nu da barındırıyor. Robinson Crusoe Koleksiyonu ise, yelkenli bir gemi ile taçlandırılmış, masmavi denizden duvarları olan bir oda ve bu kitapların okunması için özel olarak hazırlanmış” (Veryeri Alaca 2011). Almanya’daki bir diğer önemli durak da Münih’teki 15. yüzyıldan kalma tarihi Blutenbug Şatosu’nda yer alan Uluslararası Gençlik Kütüphanesi’dir. Koleksiyon, 130 farklı dilde, 600 bin çocuk kitabı, 130 süreli yayın ve 30 bin referans kitabı barındırmaktadır. II. Dünya Savaşı’nın ardından 1949’da Jella Lepman tarafından kurulan bu çocuk ve gençlik kütüphanesi, dünyada eşine rastlanmayan çok yönlü bir arşiv, farklı ülkeden araştırmacının ziyaret ettiği bir araştırma merkezidir. Tarihi koleksiyonları kadar, her ülkenin çocuk kitaplarını periyodik olarak koleksiyonuna dâhil etmesi ile de bu kütüphane, kültürlerarası diyalog, araştırma ve karşılaştırmalara çağdaş bir zemin oluşturmaktadır. Bu bağlamda, farklı diller ve bu dillerin çocuk edebiyatını inceleyen uzman kadro, yıl boyunca yeni çıkan kitapları taramakta, arşivlemekte ve seçtikleri eserler hakkında bilgilendirici tanıtım metinleri oluşturmaktadır. White Ravens Festivali ile bir önceki yıl farklı ülkelerde basılmış kitaplardan 200 eserlik seçki katalog halinde basılarak, internet sitelerinde de ilgililerle paylaşılır. Kütüphane, farklı kültürlere ait çocuk edebiyatı araştırmaları, sözlükler, konferans çıktıları ve ilgili dokümanı da kap-
Arı Kovanı (HIVE): Worcester Üniversitesi Kütüphanesi ve Worcester Halk Kütüphanesi, İngiltere
100
ÖRNEKLERLE ÇOCUK KÜTÜPHANELERİ / Doç. Dr. Ilgım Veryeri ALACA
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
OBA: Open Bare Halk Kütüphanesi, Amsterdam, Hollanda
sar. Her ülkeden araştırmacının önceden başvurarak bu koleksiyonu kullanması ve inceleme yapması da söz konusudur. Kayıt olduktan sonra sisteme girerek, ziyaret sırasında incelenecek kitapların sipariş edilmesi ve bulundukları birimlerden getirtilmeleri mümkündür. Aynı zamanda, halka açık olan kütüphaneden de çocuklar ve ebeveynler ödünç kitap alabilmekte, okullar faydalanabilmektedir. Kütüphanenin yıl boyu süren programında aile festivalleri, yazar ve çizerlerle buluşmalar, masal ikindileri, el sanatları çalışmaları, dil dersleri ile yaş günü organizasyonları yer alır. Kurum, tematik kitap sergilerini gezici sergi olarak farklı ülkelere de ödünç verebilmektedir. Şu günlerde, çatı arasındaki sergi alanını kısmi olarak çocuk kitapları sanatçısı Binette Schroeder’in koleksiyonuna ayırmaktadır. Schroeder’e ait kitaplar çocuklar için mekânın içine gömülmüş gizli kapı ve hareketli mekanizmalarla süslenmiştir. Küçük bir çocuğun boyunu geçmeyecek bu ufak kapı, açıldığı zaman sanatçının üç boyutlu eserini müzik eşliğinde sunarak izleyeni hem eğlendirmekte hem de şaşırtmaktadır. Şatonun farklı alanlarında, dünya çocuk edebiyatından seçilmiş kitapların yapım aşamalarını tanıtan tematik sergiler de mevcuttur. Uluslararası Gençlik Kütüphanesi, bağışçıların yanı sıra Almanya’nın kültür, eğitim, aile ve dışişleri gibi farklı bakanlıkları tarafından da desteklenmekte ve kültürel bir mihenk taşı olarak dünya çapında tanıtılmaktadır. İngiltere’de bulunan bir çocuk kütüphanesi ise hem halk kütüphanesi hem de Worcester Üniversitesi Kü-
tüphanesi olan Arı Kovanı (HIVE)’nın bir katında yer almaktadır. Binanın dışının da sembolik bir biçimde arı kovanını andıran sarı, metalik kaplaması, kütüphane olgusunun kültür edinimi için ne kadar değerli olduğunu işaret etmektedir. Üniversite ve yerel yönetim işbirliği ile mekânın çok yönlü kullanımı ve kaynak paylaşımı söz konusudur. Böylelikle daha geniş bir kitleye hizmet verilmesi mümkün olmuştur. Girişte, çocuklar ve aileleri için sunulan kitap tarama sistemi bulunur. Çocuk kitapları bölümü, farklı yaştan çocuğa göre özel olarak tasarlanmıştır. Örneğin, okul öncesi dönem çocukları için hazırlanmış alan, alçak raflardan, yere sıfır koltuklardan ve kuytu köşelerden oluşmaktadır. Bu mekanda, emekleyen bir bebeğin veya yürümeye yeni başlamış bir çocuğun da rahatlıkla alçak raftan bir kitap alması ve minderlere oturarak bu kitabı incelemesi söz konusudur. Daha büyük çocuklar için kurgulanmış oturma alanı ise sarı hâkimiyetindeki yarı kapalı bir oda görünümündedir. Sessizce kitaba odaklanmak isteyebilecek bir çocuk için daha etkin bir çözüm sunar. Aynı zamanda sınıfça gelindiği takdirde bu mekânda sohbet etmek veya bir etkinlik yapmak da mümkündür... Birbirine geçen açık alanlardan oluşmuş çocuk kütüphanesi, pembe aktivite alanı ve okuma rekorlarının işaretlenebileceği kavuniçi bir duvar ile de zenginleştirilmiştir. Bu kütüphanede öğretmenler için kaynaklar bulunduğu gibi, farklı konularda ders verirken faydalanılabilecek ödünç verilen malzemeler de bulunmaktadır.
Hollanda’da Amsterdam’ın merkezindeki Open Bare Halk Kütüphanesi de çocuklara ayırdığı geniş ve modern alan ile dikkat çekmektedir. Yarım daire şeklindeki raflar konularına ve yaş gruplarına göre kitapları sunarken, mekâna yerleştirilmiş Kızılderili çadırı, dev bir panda ve yavrusu, çocukların burada oyun oynaması için de davetiye çıkartmaktadır. Dairesel raf sistemlerinin ortasında büyük yuvarlak minderler çocukların rahatça kitaplara bakmasını da destekleyicidir. Mekâna yerleştirilmiş bilgisayarların da çocukların boylarına göre alçak seviyelerde yerleştirilmiş olması, kalem kâğıt gibi malzemelerin küçük kamyondan kalemliklerin içine yerleştirilmiş olması, kırmızı koltukların bir veya iki çocuğun yan yana oturarak kitaplara bakmasına izin vermesi de çocukların burada eğlenerek öğrenmelerine yardımcı olmaktadır. Bu kütüphanenin bir özelliği de çevredeki okullara kitap ve ilgili malzemeyi setler halinde ödünç verebilmesidir. Dolayısıyla, İngiltere örneğindekine benzer şekilde Open Bare Halk Kütüphanesi ile okullar arasında organik bir iletişim ve destek mekanizması kurgulanmıştır. Bu örnekler ışığında, İstanbul’da ve daha birçok ilde çocuklar için kütüphane alanları zenginleştirilebilir. Uluslararası Gençlik Kütüphanesi örneğinden yola çıkarak, uluslararası koleksiyonları barındıran arşiv özelliği de olan bir kütüphane oluşturulması, çocuk edebiyatı ve okuma kültürü için büyük önem taşır. Burg Wissem Şatosu Resimli Kitap Müzesi ve Kütüphanesi örneğinden yola
101
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
ÖRNEKLERLE ÇOCUK KÜTÜPHANELERİ / Doç. Dr. Ilgım Veryeri ALACA
Arı Kovanı (HIVE) : Worcester Üniversitesi Kütüphanesi ve Worcester Halk Kütüphanesi, İngiltere
çıkılarak, İstanbul’daki tarihi değeri olan bir bina bu amaçla kullanılabilir ve sergileme alanlarının yanı sıra, çocuklar ile kitapları buluşturabilir. Türkiye’deki çocuk edebiyatının İstanbul’da bir müze ve kütüphane ile taçlandırılması, yeni nesillere kültürel mirasın aktarımında da etkili olabilir. İstanbul’da ihtişamlı ve kapsamlı yeni kütüphaneler açılabileceği gibi mevcut üniversite kütüphanelerinin ve halk kütüphanelerinin İngiltere’deki Arı Kovanı (HIVE) örneğinden yola çıkarak iş birliği yapması, 0-5 yaş çocuklara yönelik de hizmet verecek şekilde kurgulanması düşünülebilir. Halka açık müze ve ilgili alanlarda bir köşe ücretsiz okuma alanı olarak kurgulanabilir. Çocuklu ailelerin periyodik olarak sağlık ocağına gitmesi nedeniyle, çocuklar için bu alanlarda da raflarda kitaplar sunulabilir. Gezici çocuk kütüphaneleri de bu noktada işlevsel olabilir. İstanbul’da çocukları kitaplarla tanıştırmak için çocukların sıklıkla gittiği mekânlar ile de işbirliği içinde olmak düşünülebilir. Bu nedenle alışveriş merkezlerinde de üc102
retsiz okuma alanlarının yaratılması, her semtte küçük de olsa bir çocuk kütüphanesi bulunması, çocuk kitaplarının marketlerde de satışa sunulması faydalı olacaktır. Kaynaklar Burg Wissem Müzesi İnternet Sitesi: http://www1.troisdorf.de/museum/wir/wir-english.htm (erişim 20.Kasım.2015) Gönen, M. (2013) Çocuk Edebiyatı. Eğiten Kitap, Ankara. Gündüz, O., Şimşek, T. (2013) Uygulamalı Okuma Eğitimi El Kitabı. Grafiker Yayınları, Ankara. Kümmerling-Meibauer, B. (2015) Erken Okuryazarlık: 0-3 Yaş Çocuk Kitapları, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Latimer, K., Cranfield, A., Bon, I., (2011) Library Space for Children, International Federation of Library Associations and Institutions. Oba
Kütüphanesi,
Amsterdam,
http://www.oba.nl/oba/english.html (erişim 10.Kasım.2015) Palo Alto Çocuk Kütüphanesi, http:// www.nanawall.com/applications/ palo-alto-childrens-library (erişim 11.Kasım.2015) Rankin, C.ve Brock, A. (2015) Library Services from Birth to Five, Facet Yayınları, İngiltere. Sever, S. (2013) Çocuk Edebiyatı ve Okuma Kültürü. Tudem Yayınları, İzmir. Uluslararası Gençlik Kütüphanesi İnternet Sitesi, Münih, http://www.ijb. de/en/about-us.html (erişim 7.Kasım.2015) Veryeri Alaca, I. (2011) Okuma Kültürünü Destekleyen Hayal Gibi bir Kütüphane, Müze, http://erg.sabanciuniv.edu/tr/node/1287 (erişim 11.Kasım.2015) Yüksel-Durukan, A. (2015) Neden Kütüphane Öğretmenine İhtiyacımız Var? Türk Kütüphaneciliği, Mart 2015, 29(1): 46-9.
ÖRNEKLERLE ÇOCUK KÜTÜPHANELERİ / Doç. Dr. Ilgım Veryeri ALACA
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
103
İSAM KÜTÜPHANESİ Mustafa Birol ÜLKER* İSAM Kütüphane ve Dokümantasyon Müdürü
“
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), İslâmî ilimler alanında araştırmacıların yetişmesine katkıda bulunmak, kütüphane ve dokümantasyon imkânları sağlamak, araştırma projelerini desteklemek, TDV İslâm Ansiklopedisi’ni yayıma hazırlamak başta olmak üzere akademik yayınlar yapmak, ilmî dergiler çıkarmak, bilimsel toplantılar düzenlemek maksadıyla 1988 yılında kurulmuştur.1 Makalemizin konusu İSAM Kütüphanesi olduğu için kurumsal olarak İslâm Araştırmaları Merkezi, İSAM yayınları ve TDV İslâm Ansiklopedisi ile ilgili detaylara girilmemiş olup İSAM Kütüphanesi üzerinde durulacaktır.
*
Tayyar Altıkulaç, “İslâm Araştırmaları Merkezi”, DİA, XXIII, s.44-46; İSAM’ın idarî yapılanması, faaliyetleri ve projeleriyle ilgili olarak bk. www.isam.org.tr .
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
İSAM KÜTÜPHANESİ / Mustafa Birol ÜLKER
Kütüphane ve Dokümantasyon Küçük bir ansiklopedi kütüphanesi şeklinde kurulan fakat yıllar ilerledikçe ilmî çalışmaların gereği olarak gelişen ve büyüyen İSAM Kütüphanesi; dinî ilimler, İslâm ve Türk tarihi, kültürü ve medeniyeti başta olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanını kapsayan zengin bir kütüphane olmuştur. Gerek TDV İslâm Ansiklopedisi’nin gerekse diğer araştırma ve yayın faaliyetlerinin süratli ve sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için modern yöntemlerle çalışan kütüphanede yeni yayımlanan kitap ve süreli yayınlar düzenli izlenerek araştırmacıların hizmetine sunulmaktadır. İSAM kütüphanesi hakkında teknik ve istatistik’i bilgiler; kütüphanenin koleksiyon özellikleri, sosyal bilimler sahasındaki önemi ve akademik araştırmalara katkısı, diğer kütüphanelere göre farklılık arz eden yapılanması ve hizmet anlayışını şöyle değerlendirebiliriz. Kütüphane hâlihazırda bir katı 1.200 m2 olmak üzere beş katlı müstakil binasında faaliyet göstermekte olup satın alma dışında bağış ve mübadele yoluyla da koleksiyonunu geliştirmektedir.
Koleksiyonunun Konularına Göre Dağılımı
TDV İSAM Kütüphanesi bünyesinde bulundurduğu eserlerin konusu itibariyle bir sosyal bilimler kütüphanesidir. Modern kütüphanecilik anlayışı çerçevesinde, Satın Alma, Süreli Yayınlar ve Mübadele, Kataloglama ve Tasnif (Teknik Hizmetler), Arşiv (Kadı Sicilleri dâhil), Dokümantasyon, Müracaat, Fotokopi ve Cilt atöl-
Kütüphaneye üye araştırmacılar haftanın yedi günü sabah 9.00 – akşam 23.00 saatleri arasında kütüphaneden istifade edebilmektedir. İSAM kütüphanesinde araştırmacıların eserlere her an ulaşabilmeleri için kitap ve dergiler ödünç verilmemektedir. Araştırmacılar katalog - tarama bilgisayarlarından istifade edebilmektedirler. Kütüphanenin katalog bilgilerine ve diğer veri tabanlarına da merkezin web adresi olan www. isam.org.tr internet adresinden de ulaşılabilmektedir. Günümüzde İSAM Kütüphanesinde aralarında bazıları rahmetli olmuş önemli şahsiyetlerin bağış koleksiyonları da bulunmaktadır. Bu koleksiyonlar; Orhan Şaik Gökyay (v. 1994), Prof. Dr. Nejat Göyünç (v. 2001), Yavuz Argıt (v. 2009), A. Ragıp Akyavaş (v. 1969), Dr. Turgut Akpınar (v. 2011), Erzurumlu Rasim Efendi (Erverdi, v. 1950), Köksal Koç (v. 2002), Prof. Dr. Mehmet Kaplan (v. 1986), Prof. Dr. Zeynep Kerman, Dr. Hidayet Nuhoğ-
Ocak 2016 tarihi itibariyle koleksiyonunda 269.000 cilt kitabın yanı sıra 850 adedi sürekli takip edilen 3.786 çeşit yerli-yabancı derginin 179.000 sayısı yer almaktadır. Koleksiyon içinde 8.800 kadar da tez mevcuttur. Koleksiyonunun Dillere Göre Dağılımı yesi birimleri şeklinde örgütlenmiştir. Yüksek lisans ve doktora öğrencileri ile Öğretim üyeleri ve Öğretim görevlilerine açık olan kütüphane, araştırma kütüphanesi niteliğindedir. Her geçen gün artan üye sayısı şu anda 23.000’i geçmiş olup günlük ortalama 500’ün üstünde araştırmacı istifade etmektedir.
106
lu, Kasım Küfrevi (v. 1992), Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Kemal Beydilli, Kathleen R. F. Burrill (v. 2005), Vahidettin Karaçorlu (v. 2008), Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Dr. Asım Taşer, İlhan Bardakçı (v. 2004), Prof. Dr. Mustafa Koçak, Prof. Dr. Ahmet Topaloğlu, Ömer Şengüler, İsmail Otar (v. 2005), Dr. Muhammed Munir el-Şüveyki ve Dr. Numan Külek-
İSAM KÜTÜPHANESİ / Mustafa Birol ÜLKER
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
çi’ye aittir. Bağış koleksiyonlara son olarak Fethi Gemuhluoğlu (v. 1977), Suphi Saatçi, Cüneyd Kosal, Prof. Dr. Baykan Sezer (v. 2002), Prof. Dr. Nihat Keklik, Prof. Dr. İnci Enginün, Melda Özata (v. 2015) ve Mehmet Sofuoğlu (v. 1987) eklenmiştir. Satın alma yoluyla temin edilen koleksiyonlar ise Ziyad Ebüzziya (v. 1994), Prof. Dr. Tahsin Yazıcı (v. 2002), Hilmi Oflaz (v. 1998), Prof. Dr. Nihat M. Çetin (v. 1991), Prof. Dr. Günay Tümer (v. 1995), H. Fahrettin Başaran (v. 1981), Albert Hourani (v. 1993), Timuçin Tanaslan ve Jacques Waardenburg’a aittir. Veri Tabanları: Araştırmacılar İSAM Kütüphanesi Veri Tabanı, Türkiye Kütüphaneleri Veri Tabanı, Tezler Veri Tabanı, Makaleler Veri Tabanı, İlahiyat Fakülteleri Tezler Kataloğu Veri Tabanı (19532015), İlâhiyat Makaleler Veri Tabanı, Dokümantasyon Veri Tabanı, Osmanlıca Makaleler Veri Tabanı, Osmanlıca Risaleler Veri Tabanı, Osmanlı Salnâmeleri Veri Tabanı ile Hüseyin Hilmi Paşa Evrakı1, Yusuf İzzeddin Efendi Evrakı2, Muhammed b. Tâvît et-Tancî Evrakı3, Kemal Batanay Müzik Arşivi4, Ziyad Ebüzziya Evrakı5, Kadı Sicilleri Kataloğu Veri Tabanı6 programlarından istifade edebilir, konularıyla alakalı geniş bir literatür bilgisine ulaşabilirler. İSAM Kütüphanesindeki özel arşiv koleksiyonlarının içerikleri ve mevcut durumları hakkında genel bilgiler veren bir çalışma yakın bir tarihte yayınlanmıştır7.
bu 122 kütüphaneden hangisinde mevcut olduğu tespit edilebilmektedir. Bu veri tabanında yer alan ve Kültür Bakanlığı bünyesinde bulunan 67 kütüphanenin katalog bilgileri için Kültür Bakanlığı ile İSAM arasında bir protokol imzalanmış olup bahsi geçen 67 kütüphanenin katalog bilgilerine İSAM’ın internet adresinden de ulaşmak mümkün olmuştur.
izleyerek kayıtlarını sürekli güncelleştirmek suretiyle bir veri tabanı oluşturulmuştur. Toplam 286.000 tez künyesi ihtiva eden bu veri tabanı, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin hazırlık ve yayın faaliyetleri ile merkez tarafından yürütülen diğer ilmî çalışmalarda istifade edilmesi amacıyla hazırlanmıştır.
Tezler Veri Tabanı
İlâhiyat Fakülteleri Tezler Kataloğu Veri Tabanı
Türkiye’de sosyal bilimler sahasında yapılmış ve İSAM’ın faaliyetleriyle alâkalı tezlerin bibliyografik bilgilerini toplamak ve yeni yapılan tezleri
Bu veri tabanı içinde yer alan ve yüksek lisans-doktora tezi olarak İlâhiyat fakültelerinde hazırlanan tezlerin iki cilt halinde (c.I, 1953-2000; c.II. 2001-
Türkiye Kütüphaneleri Veri Tabanı: TDV İslâm Ansiklopedisi’nin yayın çalışmalarını hızlandırmak ve iç hizmette kullanmak üzere hazırlanan bu veri tabanında, İstanbul’daki yazma eser kütüphaneleri başta olmak üzere 122 değişik kütüphaneye ait yaklaşık 717.439 yazma ve matbu esere ait bibliyografik künye yer almaktadır. Özellikle aranılan bir yazma eserin
107
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
İSAM KÜTÜPHANESİ /Mustafa Birol ÜLKER
risâlenin künyesi ile tam metinleri (PDF olarak) yer almaktadır. Veri tabanı devamlı geliştirilerek yeni makaleler eklenmeye çalışılmaktır.14 Osmanlı Salnâmeleri Veri Tabanı Bu veri tabanı Osmanlı devlet ve vilayet salnameleri ile Nevsal’leri kapsamaktadır. Veritabanında günümüz itibariyle 670 adet eserin tam metin PDF’leri yer almaktadır. Yeni salnâmeler temin edildikçe veri tabanı geliştirilmektedir.15
2007) kataloğu yayımlanmıştır8. Bu iki ciltte toplam 8.000 İlâhiyat tezi yer almaktadır. Ayrıca 2012 yılında tek cilt halinde İlâhiyat Fakülteleri Tezler Kataloğu (1953-2010)9’da (yaklaşık 10.000 künye) yayımlanmıştır. Hâlihazırda İSAM Kütüphanesi tarafından bu katalog geliştirilmekte olup hem veri tabanı olarak 1953-2015 yılları arası (tamamlanan ve devam eden 18.000 tez künyesi) aktif bir şekilde takip edilmeye, hem de 1953-2015 yıllarını (tamamlanan yaklaşık 13.000 tez künyesi) içeren cildi yayıma hazırlanmaya çalışılmaktadır10. Makaleler Veri Tabanı Türkiye Makaleler Bibliyografyası’nda yer alan makalelerin de bulunduğu bu veri tabanında halen 871.000 künye mevcuttur. Veri tabanının zenginleştirilmesi çalışmalarına sahayla ilgili dergilerde yer alan makale künyeleri ile kongre, sempozyum ve editörlü yayınların içinde yer alan makalelerin tespiti ve veri tabanına kayıt girilmesi yoluyla devam edilmektedir. İSAM kütüphanesine gelme imkânı bulamayan araştırmacılar da kütüphanenin kutuphane@isam.org. tr adresine gönderdikleri e-postalar ile mevcut veri tabanından yararlanabilmektedir. 108
İlâhiyat Makaleler Veri Tabanı İlâhiyat fakültelerinin yayımlamakta olduğu dergiler başta olmak üzere çeşitli yayınevi ve kurumlar tarafından basılan ilmî süreli yayınlar ile sempozyum ve kongrelerde sunulan tebliğleri kapsayan veri tabanında 39.367 bibliyografik künye ile izni alınabilen 35.269 makalenin tam metni PDF olarak kullanıma açılmıştır.11 Dokümantasyon Veri Tabanı Dokümantasyon servisindeki doküman dosyaları elektronik ortama aktarılarak internet üzerinden de kullanıma açılmış olup 16.797 dosyanın PDF’leri istifadeye sunulmuştur.12 Osmanlıca Makaleler Veri Tabanı Tarih, Edebiyat ve Dinî ilimlerle ilgili Osmanlıca dergilerdeki makalelerden oluşan veri tabanında şimdilik 20.500’den fazla makalenin künyesi ile tam metinleri (PDF olarak) yer almaktadır. Veri tabanı devamlı geliştirilerek yeni makaleler eklenmeye çalışılmaktır.13 Osmanlıca Risâleler Veri Tabanı Tarih, edebiyat ve dinî ilimlerle ilgili Osmanlıca Risâlelerden oluşan veri tabanında şimdilik 3.400’den fazla
Kadı Sicilleri Kataloğu Veri Tabanı ise kütüphanenin Şer’iyye Sicilleri koleksiyonundaki mikrofilm ve elektronik ortamdaki defterlerin bilgisayar programına girilmiş veri bilgilerinin web sayfası üzerinden katalog olarak araştırmacılarının incelemesine açılmasıdır. Bu veri tabanı sayesinde İSAM bünyesinde bulunan Şer’iyye Sicilleri ve muhtelif arşiv defterlerinin toplu kataloğuna ulaşılabilmektedir.16 Sonuç İSAM Kütüphanesi kuruluşundan bu yana başta dinî ilimlerin de yer aldığı sosyal bilimler sahasında çalışma yapan araştırmacıların vazgeçemeyeceği bir merkez ve kütüphane konumuna gelmiştir. İSAM Kütüphanesi hâli hazırda kaynaklarından mümkün olduğunca çok akademisyenin istifade etmesi için çeşitli projeler üretmektedir. Mart 2007 ve Nisan 2011 tarihlerinde yapılan araştırmalar neticesinde Türkiye’nin en iyi on kütüphanesi içinde ikinci olarak yer alan17 İSAM Kütüphanesi ülkemizin sosyal bilimler sahasındaki ilmi çalışmalarına katkıda bulunmaya, kültürel kalkınmamıza yardımcı olmaya çalışmaktadır. Kütüphaneden istifade eden araştırmacılar, tez ve kitaplarının önsözünde Türkiye Diyanet Vakfının İSAM ve Kütüphanesi kanalıyla sunduğu imkânlar için teşekkür etmekte, tez ve kitaplarından birer nüshayı kütüphaneye bağışlamaktadır.
İSAM KÜTÜPHANESİ /Mustafa Birol ÜLKER
Bibliyografya; Daha ayrıntılı bilgiler için dipnotta yer alan kaynaklar ile İSAM web sayfasına bakılabilir (www.isam.org.tr); Mustafa Birol Ülker, “Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi İSAM”, Ayraç: Aylık Kitap Tahlili ve Eleştiri Dergisi, sy. 5 (2010), s. 15-17.; a. mlf.; “Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi ve Kütüphanesi”, Yavuz Argıt Armağanı (yay. haz. Mustafa Birol Ülker), İstanbul 2010, s. 269-291. Dipnotlar 1 Veri tabanı için bkz. http://ktp.isam. org.tr/?url=ktparsiv/findrecords.php
İslâm Araştırmaları Merkezi’ne (İSAM) İntikal Eden Metrûkesi”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu 1314 Ekim 2011 Ankara, Haz. Sönmez Kutlu, Ankara 2015, s. 163167.
daki Yeri ve Hizmeti Sunulması: İSAM Kütüphanesi Örneği”, İsmet Binark Armağanı, Haz. İshak Keskin, Ş. Nihal Somer, Nizamettin Oğuz, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2015, 423-430 (Kenan Yıldız ile birlikte).
4 Veri tabanı için bkz. http://ktp. isam.org.tr/?url=ktpbatanay/ findrecords.php
8 İlâhiyat Fakülteleri Tezler Kataloğu (c.I, 1953-2000; c.II. 2001-2007), İsmail E. Erünsal, Fatih Çardaklı, Mustafa Birol Ülker, İSAM Yayınları, İstanbul 2008.
5
Veri tabanı için bkz. http://ktp. isam.org.tr/?url=ktparsivze/
6
Veri tabanı için bkz. http://ktp. isam.org.tr/?url=kaynaksicil/
7 Mustafa Birol Ülker, “Özel Arşivlerin Kütüphane Koleksiyonların-
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
9 İlâhiyat Fakülteleri Tezler Kataloğu (1953-2010), (İsmail E. Erünsal-Mustafa Birol Ülker- Fatih Çardaklı), İSAM Yayınları, 2012, 1060 sayfa.
2 Veri tabanı için bkz. http://ktp. isam.org.tr/?url=ktparsivizzeddin/findrecords.php 3 Metin Yurdagür, “Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin İslam Araştırmaları Merkezi’ne (İSAM) İntikal Eden Metrûkesi”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu 13-14 Ekim 2011 Ankara, Haz. Sönmez Kutlu, Ankara 2015, s. 155-163; Fuat Günel, “Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin 109
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
İSAM KÜTÜPHANESİ / Mustafa Birol ÜLKER
10 İlahiyat Fakülteleri Tezler Kataloğu veri Tabanı için bkz. http://ktp. isam.org.tr/?url=tezilh/findrecords.php; ayrıca bu veri tabanı üzerine yapılan bir çalışma için bkz. Faruk Tuncer, “Tefsir Alanında Yapılan Çalışmalar Üzerine Bir Değerlendirme”, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: XIV/ sayı: 26 (2012/2), s. 149-177. 11 Mustafa Birol Ülker, “TDV İSAM Kütüphanesi İlâhiyat Makaleler Veri Tabanı Projesi”, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 41 (2011/2), s. 311-316; veri tabanı için bkz. http://ktp. isam.org.tr/?url=makaleilh/findrecords.php 12 Veri tabanı için bkz. http://ktp. isam.org.tr/?url=dokuman/findrecords.php 13 Veri tabanı için bkz. http://ktp. isam.org.tr/?url=makaleosm/ findrecords.php 14 Veri tabanı için bkz. http://ktp. isam.org.tr/?url=risaleosm 15 Veri tabanı için bkz. http://isamveri.org/?url=salname 16 Veri tabanı için bkz. http://ktp. isam.org.tr/?url=kaynaksicil/ 17 “En İyi On Kütüphane”, Hürriyet, 9 Mart 2007, Cuma eki, s.1, 4; “En İyi On Kütüphane”, Hürriyet, 1 Nisan 2011, Cuma eki, s. 8; İSAM Kütüphanesi ile ilgili çeşitli gazete ropörtajları için bkz. Emeti Saruhan, “Kitaplar Mirasa Değil Kütüphaneye”, Yenişafak Pazar eki, 23 Kasım 2008, s.7; Önder Deligöz, “Bir kültür Beldesi İSAM”, Zaman Pazar eki, 5 Nisan 2009, s.1, 8. 18 İshak Keskin, Mehmet Fahri Furat, Esra Gökçe Kaygısız, Nizamettin Oğuz, “ Bilgi Kurumlarında Kurumsal İtibar: İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) Kütüphanesi Örneği”, Bilgi Ekonomisi ve Yönetimi Dergisi, c. IX/sayı: 2 (2014), s. 101120. 110
İSAM KÜTÜPHANESİ /Mustafa Birol ÜLKER
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
111
SARAYIN GÖLGESİNDEKİ KÜTÜPHANE: İSTANBUL KİTAPLIĞI İrfan DAĞDELEN Nadir Eserler Uzmanı
“
İstanbul’un güzide bir sokağında İstanbul tarih ve kültürüne hizmet eden ve kurucusunun İstanbul’a adadığı ömrünü vefatından sonra da bu kütüphane hizmeti ile devam ettiren İstanbul Kitaplığı, biraz yalnız ama hâlâ ilgililerinin keşfetmesini beklediği bir kütüphanedir. Hafta içi her gün saat 9.00-12.00 ile 13.0016.30 arası açık olan kütüphane bağışçılarının ve araştırmacılarının ilgisini bekliyor.
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
SARAYIN GÖLGESİNDEKİ KÜTÜPHANE: İSTANBUL KİTAPLIĞI / İrfan DAĞDELEN
Soğukçeşme sokağı, İstanbul konut mimarisinin en güzel örneklerinin sergilendiği bir mekan olma özelliğini hala korumakta. Mimaride halk ile devletin sırt sırta verdiği bu güzide sokak hemen başında, İstanbul’un en güzel kütüphanelerinden birine ev sahipliği yapmaktadır. İstanbul Kitaplığı adındaki bu kütüphane Çelik Gülersoy’un ömrü boyunca biriktirdiği eserleri bünyesinde bulundurmaktadır. Çelik Gülersoy; Ünye’de nesiller boyu müftü ve kadı yetiştiren meşhur Kadızade’lerdendir. Dedesi olan son müftü Abdülhamit Efendi vefat edince anne yeniden evlenir. Üvey baba Çelik Gülersoy’un babası olan Akif Efendi’yi askeri okula vererek Ünye’den uzaklaştırır. Yıllar sonra Akif Efendi’nin görev yeri Hakkari’dir. Burada Erzurum’un ünlü ailelerinden Gıcır Ahmetoğullarından Münevver Hanım ile tanışır ve 1921 yılında evlenirler. İstiklal savaşı ortalarında bu çift, Doğu Anadolu’yu dolaşarak nihayet Sinop’a ve oradan yine Hakkari’nin Çölemerik köyüne tayin 114
olur. Zap suyunun kenarında, yurdun en doğu köşelerinden biri olan Çölemerik’te dünyaya gelir Çelik Gülersoy. Kerpiç bir ev, eczanesiz, doktorsuz ve hayatının geri kalanında yaşadığı çevre ve kültürle taban tabana zıt olan böyle bir coğrafyada yaşama adım atar. At sırtında çıktıkları köyden iki buçuk yıl Çelik Gülersoy aradan sonra nihayet sevdası olduğu İstanbul’a vasıl olurlar. Fatih’te büyük bir bahçe içersindeki konaklarına gelmişlerdir. Bu konak Akif Efendi’nin harb-i umumide gönderdiği yardımlarla yapılmıştır. Daha sonra Kariye civarına, oradan da İstanbul’un daha havadar bir yeri olan Yıldız’a taşınır. Yıldız; eski konakları, geniş ve müzeyyen bahçeleri, nezih insanları, Hamidiye suyu ile İstanbul’un en güzel yerlerinden biridir. 1940’lı yıllara gelince Çelik Gülersoy ortaokul yıllarında annesi ile baş başa kalır. Bu sırada hemen yakınında bulunan, saltanatın son kalıntılarından büyük bir bahçe içersinde yer alan ve içinde çok zengin bir kütüphane barındıran, şark salonları, çocuk odaları ile müzeyyen bir konağın çocukları ile arkadaştır. Çoğu zaman burada olmasına rağmen daha çok bahçıvana yardım eder ve günün geri kalan kısmında ulu çınar ağalarının altında kitap okumalarına başlar. 1940’larda Michel Zevako ve Arsen Lüpen romanlarını, 1940’ların sonu ve 1950’lerin başında ise, Batı edebiyatı ve felsefesi hakkında Türkçeye çevrilmiş ne varsa hepsini okur. Maarif Nezareti Klasikleri, Remzi kitapevinin çevirileri onun için bulunmaz hazinelerdir. Komşusu olduğu bu evin sahibi olan Reşid Safvet Bey, Turing kurumunun başındadır. Bir tesadüf müdür yoksa bir tevafuk mu bilinmez bu kuruma bir mektup götürmesi ile lise yıllarına rastlayan bu zamanlarda kurumda yarım günlüğüne çalışmaya başlar. Daha sonra kurumun başına geçinceye kadarki süreçte her kademesinde hizmet eder. Kurumun başına geçtikten sonra İstanbul’un güzelleşmesi, imar ve eski yapıların restorasyonu ile ilgili birçok proje yapar ve uygular. İşte bunlardan biri de Topkapı Sarayı’nın surlarının dibinde küçük bir Osmanlı mahallesini andıran Soğukçeşme sokağının restorasyonudur. Bu restorasyon ile birlikte buradaki evler kargir üzerine ahşap giydirme yapılarak Turing işletmesinde turizme açılır. Söz konusu kütüphane binası da buradaki yapı gruplarının maliki olan Turing kurumuna geçer ve daha sonra kurulacak olan Çelik Gülersoy Vakfı’na tahsis edilir.
SARAYIN GÖLGESİNDEKİ KÜTÜPHANE: İSTANBUL KİTAPLIĞI / İrfan DAĞDELEN
Çelik Gülersoy, 40 yıl boyunca topladığı koleksiyonunu bu vakfa bağışlar ve Kütüphane’nin temeli böylece oluşmuş olur. Vakfın yönetimi kurucu başkanının vefatından sonra İstanbul Belediyesi, İstanbul Üniversitesi ve Topkapı Sarayı’nın belirleyeceği kurul tarafından yönetilmeye devam edecektir. Binanın ilk yapımı tapu kayıtlarına göre 18. yüzyıla dayanmaktadır. Binanın bodrum ve zemin katları dışarıdan serpme sıva ile daha yüksek tavanlı olan üst katı ise ahşapla kaplıdır. Dış cephesi de ahşapla kaplı olan binanın bodrum katı depolara ayrılmıştır. Giriş katta sağ tarafta yönetim ve kartoteks yerleştirilmiş, soldaki uzun mekan okuma salonu haline getirilmiştir. Üst kat, kitaplığın diğer bölümlerinin yer aldığı camekanlı kitap rafları ve klasik Türk mimarisinin ev örneklerinden biri olarak karşımıza çıkan geniş ve ferah bir salondan ibarettir. Salon okuyucuların rahat bir şekilde çalışabileceği bir ortam olarak tasarlanmıştır. Ayrıca bu katta sergilenen kitap ciltler ve merdivenlerden yukarı çıkarken birbirinden kıymetli gravürler, resimler, panoramalar ve haritalar bulunmaktadır. Üst kattaki salon aynı zamanda kabul, konferans ve konser mekanı olarak da kullanılmaya müsaittir. Kitaplıkta, Çelik Gülersoy’un oluşturduğu 13 başlık altında nev-i şahsına münhasır bir tasnif yöntemi kullanılmıştır. Daha sonra başlık sayısı çoğaltılmış olan bu düzen, ulus-
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
lararası kütüphanecilik literatüründen uzaktır. Bu tasnifte ana başlıklar şöyledir: 1- Roma ve Bizans Tarihi 2- Osmanlı Tarihi 3- Etüdler (İstanbul’u sistematik olarak ve bütünüyle inceleyen eserler) 4- Seyahatnameler 5- Sefaretnameler 6- Hatıralar 7- Güzel sanatlar (resim, heykel, mimarlık ve geleneksel el sanatları) 8- Biyografiler (İstanbul’la ilgili şahsiyetler ve onların diğer eserleri) 9- Türkiye hakkında genel kitaplar (İstanbul bölümü varsa) 10- Türkiye rehberleri 11- İstanbul rehberleri 12- Gravür ve fotoğraf albümleri
İstanbul Kitaplığı
115
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
SARAYIN GÖLGESİNDEKİ KÜTÜPHANE: İSTANBUL KİTAPLIĞI / İrfan DAĞDELEN
Soğukçeşme Sokağı
13- Başvuru kitapları (Sözlük ve ansiklopediler) 14- Edebiyat 15-Şehircilik ve Belediye sorunları 16- Kuruluşlar 17- Dergiler Bu kitapların tasnifinde her esere bir özel numara verilerek kendi tasnifi içersinde eserin kolay bulunması sağlanmaya çalışılmıştır. İlk mevcudun kataloğu “İstanbul Kitaplığı katalog: fondation de Çelik Gülersoy Bibliotheque d’Istanbul cataloque” adıyla 1988 yılında Çelik Gülersoy Vakfı tarafından yayınlanmıştır. Bu katalog ilgili birim ve kuruluşlara yollanmış ve bundan sonra ilk bağışa ek olarak yeni yayınlar da satın alınarak toplam sayı 1994 yılı verilerine göre 8100 esere ulaşmıştır. Bugün ise kitap sayısı bilgisayarlara girilmediği için kesin bir bilgi yoktur. Özel bir fotoğraf arşivi de olan kütüphanedeki eserlere, ne yazık ki modern arşivcilik sistemi ile kataloglanmadığı için, bir veri tabanı ile ulaşmak mümkün değildir. Görsel malzemelerin İstanbul ağırlıklı olduğu, şehrin ilk fotoğrafları, gravürleri, renkli ve renksiz kartpostalları, 1870’ten sonraki fotoğrafları ile Türkiye’nin sayılı koleksiyonlarından birini bünyesinde bulundurmaktadır. İstanbul’un güzide bir sokağında İstanbul tarih ve kültürüne hizmet eden ve kurucusunun İstanbul’a adadığı ömrünü vefatından sonra da bu kütüphane 116
hizmeti ile devam ettiren İstanbul Kitaplığı, biraz yalnız ama hâlâ ilgililerinin keşfetmesini beklediği bir kütüphanedir. Hafta içi her gün saat 9.00-12.00 ile 13.00-16.30 arası açık olan kütüphane bağışçılarının ve araştırmacılarının ilgisini bekliyor. Kaynakça Gülersoy, Çelik / İstanbul Kitaplığı.-- Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi.—Kültür Bakanlığı & Tarih Vakfı, 1994. c.: 4; s.: 229 İstanbul Kitaplığı katalog: fondation de Çelik Gülersoy Bibliotheque d’Istanbul cataloque.—İstanbul: Çelik Gülersoy Vakfı, 1988. İstanbul Kitaplığı broşürü Çelik Gülersoy Vakfı İstanbul Kitaplığı broşürü
Soğukçeşme Sokağı
FATİH’İN KÜTÜPHANECİSİ MOLLA LÜTFİ
Önder KAYA Şehir Tarihçisi
“
Fatih, kitaplarının ve kurduğu kütüphanenin işleyişi konusunda son derece titizdi. Molla Lütfi sultanın istediği tüm özellikleri bünyesinde taşıyan bir alim olmalı ki, hocasının da aracılığıyla bu göreve getirildi. Molla Lütfi bu görevi sırasında ilmini geliştirmek açısından çok önemli bir fırsat yakaladı ve fırsatı da başarı ile kullanarak zamanının en kudretli alimlerinden biri oldu.
”
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
FATİH’İN KÜTÜPHANECİSİ MOLLA LÜTFİ / Ö n d e r K A Y A
Molla Lütfi; tıpkı Akşemseddin, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Hızır Çelebi ve oğlu Sinan Paşa (Hocazade), Hatipzade, Molla İzari gibi Fatih devrinin önde gelen uleması arasında sayılıyordu. Fatih’in şahsi dostluğunu kazanan ve onun hafız-ı kütübü yani kütüphanecisi olarak en yakınındaki insanlardan biri konumuna yükselen Molla Lütfi, lafını sakınmaması ve dilini tutamaması nedeniyle hocası Sinan Paşa dışında devrinin hemen tüm âlimleriyle bozuşmuştu. Aklına geleni diline düşürmekten kaçınmama huyundan dolayı çevresinde ‘Deli’ lakabı ile biliniyordu. Ne yazık ki onun bu yönü, sonunu da hazırlamıştı. Molla Lütfi, aslen Tokatlıydı ve gerçek adı da Lütfullah’tı. Devrin saygı gören âlimlerinden olan babası Kutbeddin Hasan’dan ilk derslerini alan Lütfi, daha sonra Sinan Paşa’nın hizmetine girerek ondan ders okudu. Sinan Paşa aslen Sivrihisarlıydı ve Nasreddin Hoca’nın da altıncı göbekten torunuydu. Babası Hızır Çelebi ise fetihten hemen sonra İstanbul kadısı tayin edilmişti. Hızır Çelebi’ye dirlik olarak İstanbul’un karşı sahilinde verilen yer ise bugün onun adına izafeten Kadı-köyü olarak anılmaktadır. Sinan Paşa, alimliği ve mensup olduğu ailenin saygınlığı gibi nedenlerle önemli mevkilere yükseldi. Fatih’in danışmanlığına getirilip vezirlik payesi verilen Sinan Paşa’nın ‘paşa’ unvanı da bu görevden kalmıştı. Hocasına Ders Verdi Sinan Paşa’nın vezirlik yaptığı dönemde Semerkant’ta Timur’un torunu Uluğ Bey’le beraber matematik ve astronomi çalışmaları yapan Ali Kuşçu İstanbul’a geldi ve Ayasofya medresesinde ders vermeye başladı. Fakat Si-
nan Paşa ilgi duyduğu halde bu büyük alimin derslerini işlerinin yoğunluğu nedeniyle takip edemiyordu. Bu nedenle de öğrencisi Molla Lütfi’yi Ayasofya’daki dersleri dinlemek ve bu derslerdeki bilgileri kendisine aktarmakla görevlendirdi. Görevini layığıyla yerine getiren Molla Lütfi, gündüzleri padişahın kütüphanesi ile ilgileniyor ve Ayasofya’daki dersleri takip ediyor, geceleri de öğrendiklerini hocasına aktarıyordu. Sinan Paşa da öğrencisinden edindiği bilgilerle Fatih Sultan Mehmed’e matematik dersleri veriyordu. Böylece Molla Lütfi, dolaylı yoldan da olsa padişaha hocalık etmiş oluyordu. Sinan Paşa bir gün Fatih’e, Molla Lütfi ve ilminden bahsederek inşa ettirdiği caminin kütüphanesine hafız-ı kütüp yani kütüphane görevlisi olarak öğrencisini tavsiye etti. Böylece Molla Lütfi, padişahın yakın halkası içerisine girdi. Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra Osmanlı devletinin yayılma sahasının tam ortasında yer alan bu güzide şehri her anlamda dünyanın en önemli merkezi haline getirmek amacıyla harekete geçmişti. Şehir zaten İpek Yolu’nun önemli güzergâhlarından biri olması nedeniyle ekonomik açıdan kilit bir konumdaydı. Sahip olduğu stratejik konum sebebiyle de devrin en önemli siyasi merkezlerinden biri durumundaydı. Fakat kültürel açıdan aynı şeyleri söylemek ne yazık ki mümkün değildi. Bu nedenle Fatih, şehri fethettikten kısa bir süre sonra harekete geçti. İlk iş olarak Bizans İmparatorluğu zamanında şehrin önemli dini kompleksleri konumundaki Pantakrator ve Ayasofya kiliseleri camiye çevrilerek bu yapılar bünyesinde iki büyük medrese kuruldu. İlk kurulan medrese Zeyrek adıyla camiye çevrilen Pantakrator Kilisesi bünyesindeydi. Bu kilisenin üst katında bulunan papaz odalarında Zeyrek Medresesi’nin temelleri atıldı. Bu medrese bünyesinde zamanın güzide alimleri Molla Zeyrek Mehmed (ki medrese adını kendisinden alıyordu) ve ilk İstanbul kadısı Hızır Çelebi ders verdi. Ayasofya’da ise Molla Hüsrev ve Ali Kuşçu dersler vermişti. Bu iki büyük yapıyı zamanla Eyüp, Fatih ve Mahmud Paşa camileri bünyesinde açılan medreseler takip etti. İstanbul fatihinin daha Manisa’daki şehzadelik devresinde bir hususi kütüphane kurduğu biliniyor. Sonrasında bu kitapları Edirne’deki sarayına ve akabinde de İstanbul’a taşımıştır. Kütüphane bu süreç içinde de büyümeye devam etmiştir. Fatih’in kitaplarından hareketle sultanın Arapça’ya Farsça’dan daha vakıf olduğunu iddia etmek mümkündür. Sonrasında bu kitapların bir kısmı İstanbul’daki çeşitli medreselere vakfedilmiştir. Fatih, kendi adını taşıyan cami içinde inşa ettirdiği medrese ve bu medrese bünyesinde yer alan kütüphanesinde görev yapacak hafız-ı kütübün yani kütüphane memurunun alelade bir şahsiyet olmaması gerektiğini ifade ederek, bu iş için seçileceklerin görevlerini ve bu kişilerde dikkate alınması gereken özellikleri vakfiyesinde şu satırlarla dile getiriyordu: “Medreseye vakfedilen kitaplardan
120
oluşan kütüphaneye bir hafız-ı kütüb tayin edilsin. Bu kişi; kitapların isimlerini bilen, müderris, muid (yardımcı) ve talebelerin ihtiyaç duydukları kitapları tanıyan biri olsun. Bu kitapları korusun ve medrese mensuplarına ulaştırsın ve bu iş karşılığında cami vakfından günde 6 akçe maaş alsın. Bu makama bilgisi geniş bir katip tayin edilsin. Kütüphanedeki kitapların isimlerini ve sayısını yazsın. Kime ne kitap verdiğinin takibini yapsın. Tüm bu işleri yaparken de kitaplardan tek bir sayfayı dahi zayi etmesin.” Görüldüğü gibi Fatih, kitaplarının ve kurduğu kütüphanenin işleyişi konusunda son derece titizdi. Bu nedenle onun bu makama sıradan birini getirmeyeceği muhakkaktı. Bu dönemde Eyüp Camii hafız-ı kütübünün günde bir akçelik yevmiye ile çalıştığı ve Fatih Camii’nde aynı işi yapan kişinin 6 akçe yevmiye aldığı göz önüne alınırsa, bu durum daha net bir şekilde anlaşılabilir. Molla Lütfi ile Fatih Arasında Geçen Bir Latife Molla Lütfi yukarıda aranan tüm bu özellikleri bünyesinde taşıyan bir alim olmalı ki, hocasının da aracılığıyla bu göreve getirildi. Kütüphane memurluğu günlerinde padişah ile Molla Lütfi arasındaki yakınlığı göz önüne seren ve devrin kaynaklarında yer alan şu latifeyi de yeri gelmişken zikredelim: Padişah günlerden bir gün merak ettiği bir esere göz gezdirmek amacıyla kütüphaneye gelir. Yüksekçe bir yerde duran eseri Molla Lütfi’ye göstererek “Bana şu kitabı alıver” der. Lütfi, gösterilen yere boyu yetmediği için eski bir sütun parçasının üzerine çıkarak kitaba uzanır. Nüktedanlığı ile tanınan padişah da fırsatı kaçırmayarak “Hele neyledin Molla! O taş İsa Aleyhisselamın üzerine doğduğu taştır” diye bağırır. Padişahın nükte yaptığını anlayan molla istifini hiç bozmadan kütüphanenin bir yerinde duran ve güvelerin kemirdiği tozlu bir bez parçasını büyük bir saygı ile alır ve padişahın dizlerinin üstüne koyar. Padişahın hiddetlenip “Bunu benim dizimin üzerine neden getirdin?” diye sorması üzerine de “Devletlü padişahım, neden huzursuz olursun? Bu bez İsa aleyhisselamın kundağının bezidir” diyerek taşı gediğine koyar. Molla Lütfi bu görevi sırasında ilmini geliştirmek açısından çok önemli bir fırsat yakaladı ve fırsatı da başarı ile kullanarak zamanının en kudretli
alimlerinden biri oldu. Yine bu devrede Fatih Sultan Mehmed ile olan samimiyetinin bir tezahürü olarak uluma dair kaleme aldığı bir risalesinde anlattığı anekdot da ilgi çekicidir. Burada geçen anekdota göre; kütüphanede görev yaptığı sırada memleketi olan Tokat’ın Akkoyunluların eline geçtiğini ve feci halde yağmalandığını öğrenir. Lütfi, aynı zamanda ilm-i ebcede de vakıf bir kişi olduğundan, gerek kendi üzüntüsünü dağıtmak ve gerekse de padişahın gönlündeki gamı silmek için Kur’an’da Fetih suresinin 3. ayetinin meali olan: “Allah sana benzersiz bir zaferle yardım eder” ayetinin ebced hesabı ile 877 yılına denk geldiğini sultana söyler. Bu da miladi 1473 yılına tesadüf etmektedir. Bilindiği üzere Osmanlı ordusu bu yıl içinde Otlukbeli denilen mevkide Akkoyunlu ordusunu müthiş bir hezimete uğratacak, böylece Molla’nın kehaneti gerçek olacaktır. Öte yandan Fatih medreseleri kurulduktan sonra buraya Fatih’in özel kütüphanesinden pek çok kitap aktarıldığını görürüz ki, kitaplarda yer alan bazı kayıtlara göre söz konusu eserler, Molla Lütfi’nin elinden geçerek ve onun nezareti altında buralara gönderilmiştir. Dili Belasına Canından Oldu Bir süre sonra Molla Lütfi’nin parlayan yıldızı sönmeye yüz tuttu. Bunda iki neden göze çarpıyordu. İlk olarak bugün sebebini tam olarak bilemediğimiz bir gelişmeden dolayı Fatih ile Molla Lütfi’nin hocası Sinan Paşa’nın arası açıldı. Fatih de bu büyük alimi memleketi olan Sivrihisar’a
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
FATİH’İN KÜTÜPHANECİSİ MOLLA LÜTFİ / Önder KAYA
Şüpheciliği ile tanınan Uslu Şüca adlı alimle arasında geçen bir hadise ise onun akıl dolu nüktedanlığına iyi bir örnek teşkil ediyordu. Bir gün Lütfi, Uslu Şüca’ya incelemekte olduğu bir eser hakkında çalışmalarının nasıl gittiğini sordu. Onun; “Kitabın her satırına bir şekk yani şüphe işareti koyuyorum” demesi üzerine de kendisini tutamayarak “Yahu sen de amma eş-şekk adammışsın” diye latife etti. Fakat tüm bu yaşananlar aslında Molla Lütfi’ye dişli hasımlar kazandırıyordu. Lütfi’nin hiciv ve alaylarından nasibini almayan hemen hiçbir alim kalmamıştı. 1486 yılında hocası ve hamisi Sinan Paşa’nın ölümü ile de ciddi bir yıkım yaşamıştı. Böylelikle söz konusu alimler Molla Lütfi’nin açığını kollamaya ve ondan intikam almaya karar verdiler. Aradıkları fırsatı yine Molla’nın dili verdi.
sürgün etti. Vefakar bir talebe olan Lütfi, hocasını yalnız bırakmayarak sürgün günlerinde onunla beraber oldu. Fakat Lütfi’nin asıl büyük derdi bir türlü tutamadığı diliydi. Lütfi, ilim itibariyle ciddi bir birikime sahipti. Ancak bu birikimini, yeri geldiğinde çevresindeki diğer alimleri küçük düşürüp aşağılamak için kullanıyordu. Bu işi yaparken zaman zaman hakaret hatta küfür içeren kelimeler kullanmaktan çekinmiyordu. Mesela devrinin alimlerinden 1495 yılında şeyhülislamlık makamına da gelecek olan Molla Arap ile yaptığı tartışma bu konuda en güzel örneklerden biriydi. Molla Arap bir tartışma sonrasında Lütfi’ye “Bildiğin hep felsefe yapmaktır. Dini bilgilerden ve şer’i ilimlerden bir şeycikler bilmezsin. Belki istinca nedir onu bile bilmezsin!” diye bağırdı. Burada istincadan kastedilen, büyük veya küçük abdest sonrası su veya küçük taşlar yardımıyla vücudun ilgili bölgesinin temizlenmesiydi. Lütfi’nin bu itham karşısında verdiği cevap ise yakışıksız ve bir o kadar da ağır kaçmıştı. Molla Arap’ın kabasakal bir adam olması nedeniyle “Kabasakalını elime verirsen sana istincanın birkaç türlüsünü bildirir, bilmediklerini de öğretirim” demişti. İlginçtir ki bu Molla Arap, Lütfi’nin yargılanmasında hazır bulunacak ve idam hükmünü veren alimlerden biri olacaktı. Dönemin bir diğer ünlü alimi Hatipzade de Lütfi’nin oklarından nasibini almıştı. Lütfi, Hatipzade’nin bir eseri hakkında; “Pislikten başka bir şey değildir, ipliğini pazara çıkarayım da görsün” sözlerini sarf etmişti. Bir başka önemli alim Molla İzari için de; “Şöhreti şahsına galip gelmiştir. İçi boştur” demişti.
122
Molla Lütfi’yi yaralayan ilk ciddi itham, hocası Sinan Paşa’nın kardeşi, eski Bursa ve Edirne müftüsü Ahmed Paşa’dan geldi. Ahmed Paşa, devrin padişahı II. Bayezid’e yazdığı bir mektupta; “Bu dinsiz, gaddar, şirret, dedikoducu ve imansız molla, kardeşim Sinan Paşa’nın mirasına el koydu. Onun mühür yüzüğünü çalan bir hırsızla iş birliği edip kütüphanesinde yer alan beşer altışar binlik kitapları otuzar kırkar akçelik sıradan kitaplarla değiştirdi. Hatta bu kitapları bile yaptığı iş anlaşılmasın diye sonradan satmaya tenezzül etti” diyerek şikayetçi oldu. Bu şikayetin tetkik edildiği günlerde ortaya atılan bir diğer dedikodu ise Molla’nın sonunu getirdi. Fatih medresesinde ders verdiği günlerde Vefa Camii’nde de İmam Buhari’nin hadis kitabını okutan Molla Lütfi, ikindi namazından sonra okuttuğu bir ders sırasında öğrencilerine namazın faziletini anlatırken Hz. Ali ile ilgili şu kıssayı aktardı: “Hz Ali’nin ayağına savaşlardan birinde bir ok saplanmıştı. Fakat Hz. Ali cerrahların müdahalesini reddediyordu. Zira cerrahlar ne zaman oku çıkarmak için müdahalede bulunsa Hz. Ali acı içinde kıvranıyordu. Bu nedenle günlerce canından bezmiş bir halde ayağındaki okla dolaştı. Bir gün namaza durduğunda cerrahlar bunu fırsat bilip Hz. Ali’nin ayağındaki oku çıkardı. Namaz sırasında bu dünyadan soyutlanan Hz. Ali acıyı hissetmemişti bile” dedikten sonra gözyaşlarını tutamayan Molla Lütfi, öğrencilerine dönerek “İşte namaz budur, bizim kıldığımız kuru kalkıp eğilmedir, ondan bir faide yoktur” dedi.
Molla Lütfi, ilim itibariyle ciddi bir birikime sahipti. Ancak bu birikimini, yeri geldiğinde çevresindeki diğer alimleri küçük düşürüp aşağılamak için kullanıyordu.
FATİH’İN KÜTÜPHANECİSİ MOLLA LÜTFİ / Önder KAYA
Ders meclisinde bulunan öğrencilerden Çömlekçizade Kemal Çelebi’nin Lütfi’yi diğer hocalarına şikâyeti üzerine, mollanın dilinden bezmiş olan diğer büyük müderrisler fırsatı kaçırmadı. Durum devrin padişahı II. Bayezid’e iletildi ve Lütfi, namazı küçümseyerek tahkir ettiği gerekçesiyle zındıklıkla suçlandı. Padişah bir yandan Molla Lütfi’yi, gelen ithamlardan dolayı hapsettirirken, diğer yandan da Lütfi’ye garez besleyen Molla Arap, Hatipzade, Molla İzari, Molla Ahaveyn ve Molla Efdalüddin’den oluşan bir komisyon kurdurarak Lütfi’nin yargılanmasını istedi. Yargılama sonrasında Molla Efdalüddin dışındaki dört üye Lütfi’nin “Namaz kılmak beyhude yere kalkıp eğilmektir, bir faydası yoktur” demek suretiyle zındık olduğuna ve başı kesilerek idam edilmesi gerektiğine karar verdi. Karar padişaha bildirildi ve onun da alınan kararı bir fermanla onaylaması üzerine 19 günlük bir hapisliğin ardından, Molla Lütfi 1494 yılının Aralık ayında Sultanahmet Meydanı’nda başı kesilmek suretiyle idam edildi. Kendisinin idam edilmeden önce dönemin güçlü simalarına affı için aracı olmaları amacıyla birtakım feryatnameler gönderdiği bilinir -ki bunlar arasında vezirlerden Davud Paşa, Çandarlı İbrahim Paşa, Atik Ali Paşa, ulemadan Rumeli kazaskeri Hacı Hasanzade, Anadolu kazaskeri İmam Ali ile Nişancı Tacizade Cafer Çelebi ilk akla gelenlerdir- ancak bu manzumeler işe yaramamıştır.
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
zu olan durum Kanuni döneminde de tartışmaya açılmış ve devrin şeyhülislamı Ebussuud Efendi; “Zındık yakalanmadan önce tövbe ederse tövbesi kabul olunur, yoksa yakalandıktan sonra ölüm korkusu ile yapılan tövbe kabul olunmaz. Hem kişinin tövbesi ile idamın vacibliği ortadan kalkar ama caiz olması ortadan kalkmaz” demek suretiyle meseleyi daha da karmaşık bir hale getirdi. Bununla beraber son noktada Molla Lütfi’nin katledildikten sonra Eyüp’te Defterdar Mahmut Çelebi Mescidi yakınlarında bir Müslüman mezarlığına gömülmesi, onun idamının çağdaşları arasında dahi tam anlamıyla onaylanmadığını gösteriyordu. Yükseliş döneminin bu kıymetli âlimi dili belasına canından olmuştu.
Öldü Ama Tartışma Bitmedi Molla Lütfi’nin ölümünden sonra da bu yargılamanın ve idamın haklı olup olmadığı sorusu tartışıldı. Her şeyden önce, komisyonda yer alan üyelerin hemen hepsi Lütfi ile kavgalı kişilerdi. Fakat bu dönemde Lütfi ile kavgalı olmayan alim bulmanın da çok zor olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Ancak daha da önemlisi Osmanlı devletinde esas kabul edilen Sünni Hanefi hukukuna göre bir kişinin zındıklıkla itham edilmesi durumunda, kelime-i şahadet getirmesi halinde idamının söz konusu dahi edilemeyeceği ifade edilmişti. Kaynaklar Molla Lütfi’nin hapsedildiği süre içinde tövbe ve kelime-i şahadeti bir an dahi dilinden düşürmediğini ifade eder. Bu halde mollanın katli haksız bir idam olmaktaydı. Bundan dolayı da bazı kaynaklarda kendisi ‘şehid’ unvanı ile anılmaktadır. Lütfi’nin idamına mevTakiyyüddün Rasathanesi
123
İSTANBUL KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
FATİH’İN KÜTÜPHANECİSİ MOLLA LÜTFİ / Önder KAYA
Kaynakça Adnan Adıvar; Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1943 Hakkı Şinasi Çoruh; “Fatih’in Kütüphane Memuru Büyük Türk Ansiklopedisti Molla Lütfi”, Türk Kültürü, X, sayı: 115, Ankara 1972, s. 35-42 İsmail Erünsal; Fatih Devri Kütüphaneleri ve Molla Lütfi Hakkında Bir Kaç Not”, İÜEF. Tarih Dergisi, sayı: 33, İstanbul 1982, s. 57-78 İsmail Erünsal; “Molla Lütfi Hakkındaki İthamlar ve Şikayet Mektupları”, Türklük Araştırmaları Dergisi, sayı: 19, İstanbul 2008, s. 179-196
124
Orhan Şaik Gökyay; “Tokatlı Molla Lütfinin Harnamesi”, Türk Folkloru Belleten, İstanbul 1986/1, s. 155-182 Hüseyin Hatemi; “Molla Lütfi”; VI. Eyüpsultan Sempozyumu Tebliğleri, İstanbul 2003, s. 116-119 İbrahim Maraş; Molla Lütfi’nin Felsefesi ve Kelami Görüşleri, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1992 Ahmet Yaşar Ocak; Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler: 15.-17. Yüzyıllar, İstanbul 1988 İsmet Parmaksızoğlu; “Molla Lütfi ile İlgili Yeni Bir Belge”, Belleten, XLIV/176, Ankara 1980, s. 675-682
Mehmet Evkuran; “Osmanlı Bürokrasisinde Yüksek Siyaset Ulema İlişkileri”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, VII/13-1, Çorum 2008, s. 37-60
Süheyl Ünver; “İkinci Selim’e Kadar Osmanlı hükümdarlarının hususi kütüphaneleri”, IV. TTK Tarih Kongresi, Ankara 1952, s. 294-312
Orhan Şaik Gökyay; Molla Lütfi, Ankara 1987
Şerafeddin Yaltkaya, “Molla Lütfi”, İÜEF Tarih Semineri Dergisi, II, İstanbul 1938, s. 35-59
TEKZİP
Zorunlu Bir Açıklama 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin 22’nci sayısında müvekkilimiz araştırmacı-yazar İbrahim Ethem Gören’in “İstanbul’un Fethinin Manevi Mirası Rumelihisarı Şehitlik Dergâhı” başlıklı yazısı yayınlanmıştır. Söz konusu yazıya ilişkin olarak derginizin 23’üncü sayısının 133’üncü sayfasında Boğaziçi Üniversitesi’nin gönderdiği Cevap ve Düzeltme metni yayınlanmıştır. Müvekkilimize bilgi verilmeden yayınlanan cevap ve düzeltme metninin birkaç yönden tarafımızca kabulü mümkün değildir. Şöyle ki; Boğaziçi Üniversitesi’nin gönderdiği cevap ve düzeltme metninde müvekkilimizin yazısının içeriğinde hangi hususlara itiraz edildiğiyle ilgili hiçbir husus yer almamış; sadece genel olarak Boğaziçi Üniversitesi’nin tarihi şehitlik alanında yaptığı çalışmalara yer verilmiştir. Hal böyleyken cevap ve düzeltme metninin “Boğaziçi Üniversitesi’ni halen uhdesinde bulunan önemli bir tarihi-kültürel değere karşı zarar verenler arasında sayılarak, varlık nedenine aykırı eylemlerle anılmak suretiyle töhmet altında bırakılmıştır” ifadesiyle yayınlanmasına itiraz ediyoruz. Müvekkilimizin yazısında tekzibi gerektirecek hiçbir hukuki bir gerekçe; hakaret, küçük düşürme, gerçek dışı bilgiye yer verilmediği aşikâr olup Boğaziçi Üniversitesi de Cevap ve Düzeltme Metninde hangi hususlara itirazının bulunduğunu belirtmekten kaçınmıştır. Müvekkilimizin yazısında Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik Araştırmacı-yazar İlhan Kesedar’ın Rumelihisarı Köyü kitabından yaptığı alıntı dışında herhangi eleştirel bir husus bulunmamaktadır. Müvekkilimizin yazısında şöyle denmektedir: “Araştırmacı-yazar İlhan Kesedar, bir yerel tarih çalışması olan “Rumelihisarı Köyü” kitabında (İstanbul, 1990) bu hususta şöyle diyor: “Bu toprak yağması, yer çevirip sahip olma hareketine hiçbir Rumelihisarlı kişi karışmadı. Fakat İstanbul Üniversitesi Kampüsü adı altında, Avcılar Köyü ve oradan da Edirne’ye kadar uzandığı yetmiyormuş gibi, gelip Kekik Tepesine İşletme Fakültesi’nin konferans binası ihtiyacının karşılanması gerekçesi ile bir büyük beton yığınını ruhsat almadan kondurdu. Onu görev Boğaziçi Üniversitesi durur mu? O da Şehitlik mezarlığının uzantısı olan mezarları yol makinesi ile dümdüz edip bir de duvar çekti ve “Burası da benim olacak” dedi. Böylece köyün bir eski mezarlığı ve Boğazın ön görünüm güzelliği halka kapandı yok edilmiş oldu.” Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden Aralık 2010 tarihinde çıkan ve Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri Prof. Dr. Günay Kut ile Prof. Dr. Ethem Eldem’in müellifi olduğu Rumelihisarı Şehitlik Dergâhı Mezartaşları adlı kitabın s.
68 dipnot 188’de aynen şöyle denmektedir: “Aynı eserde yer alan başka bilgilerden, Boğaziçi Üniversitesi’nin bu mekâna sadece olumlu katkısı olmadığını anlamak mümkündür: “Bu toprak kayması, yer çevirip sahip olma hareketine hiçbir Rumelihisarlı kişi karışmadı. Fakat İstanbul Üniversitesi Kampüsü adı altında, avcılar köyü ve oradan da Edirne’ye kadar uzandığı yetmiyormuş gibi, gelip Kekik Tepesi’ne İşletme Fakültesi’nin konferans binası ihtiyacının karşılanması gerekçesi ile bir büyük beton yığınını ruhsat almadan kondurdu. Onu gören Boğaziçi Üniversitesi durur mu? O da Şehitlik mezarlığının uzantısı olan mezarları yol makinesi ile dümdüz edip bir de duvar çekti ve “Burası da benim olacak” dedi. Böylece köyün bir eski mezarlığı ve Boğazın ön görünüm güzelliği halka kapandı yok edilmiş oldu. (İ. Kesedar, Rumelihisar, s. 74-75).” Sadece müvekkilimiz değil; Boğaziçi Üniversitesi’nin kendi öğretim üyeleri de İlhan Kesedar’la aynı kanaattedir, üstelik “Aynı eserde yer alan başka bilgilerden, Boğaziçi Üniversitesi’nin bu mekâna sadece olumlu katkısı olmadığını anlamak mümkündür” denilerek Boğaziçi Üniversitesi açıkça eleştirilmiştir. Bu nedenle; tamamen iyi niyetli olarak haklı eleştirilerde bulunmak sadece Boğaziçi mensuplarına mı aittir? Kamuoyuna saygıyla arz ederiz. İbrahim Ethem Gören Vekili Av. Cihat Gökdemir
“
Gavsi BAYRAKTAR
Yıl, yanılmıyorsam eğer 1947 ya da 48 olmalı. Mercan’daki evimizin düzeni birden değişti. Kış başında dedemlerin evine odun gelmişti. Kardeşimle ben de evden kaçarak odun taşıma işine yardıma (!) gitmiştik. Sonra terimizi üşüttüğümüz falan söylentilerini hayal meyal hatırlarım. Ve bir sabah, annem, babam ve biz iki kardeş, arabaya binip bir yerlere gittik. Birtakım işlemlerden geçtik ki, çocuk aklımla anlatamayacağım bu kısımda, yetişkin akılla yaptığım tanımlamaları kullanacağım. Kısası, gittiğimiz yer, Veremle Savaş Derneği Balat Dispanseri imiş ve röntgen ve diğer işlemlerden sonraki tanı, birinci derecede verem, kibar tanımıyla zafiyet denen hastalık imiş. Bekleyen arabaya binip eve dönerken anne ve babamın ağlayışları bugün bile unutamadığım bir görüntü oldu!.. Ve evdeki düzen anında değişti… Yataklarımız oturma bölümüne alındı, ağabeyimin bizimle teması yasaklandı. Sağlık babında tam bir sıkıyönetim ilan edilmişti evde!.. Gelen gidenlerde de vardı değişiklik; eş dost ve akraba ziyaretleri yasaklanırken söz gelimi bir Fatih Abi, eve sabah akşam düzenli ziyaretleriyle neredeyse evin yeni bir ferdi oluverdi. Fatih Abi, Tıp Fakültesinde son sınıfta idi ve bizimle ilgilenen Dr. Muammer Ertan’ın sanırım öğrencisi filandı. Günde iki kez gelir, iğnelerimizi yapar, ilaçlarımızı verir, tahlil için örnek alımları ve diğer kontrolleri hiç aksatmazdı. Evin bir başka gidip gelenlerinden biri de Japon Hamdi idi. Japon Hamdi, eski dille gazete müvezzii, yani gazete dağıtıcısı idi. Müvezzilik bugün artık kalmadı ama geçmişte gazete satışları tümüyle bu seyyar satıcılar tarafından yapılırdı. Matris ya da matriks adı verilen, gazete boyutlarında ve üzerinde pres ile ve renksiz (mürekkepsiz) baskılar bulunan kalın kartonlar kayışla boyuna çapraz olarak asılır ve satışa sunulan gazeteler bu kartonun içinde taşınırdı. Bu kartonların matbaalarda ne işe yaradığı hakkında hiçbir fikrim yok!.. Her gün, özellikle öğleden sonra basılan Akşam, Ekspres, Gece Postası gibi gazetelerin basımında hemen sonra Babıali Yokuşu’ndan aşağı akan bir müvezzi dalgası, gazeteden seçtikleri heyecan verici bir haber başlığını avaz avaz bağırarak akar, şehre dağılırlardı. Daha sonraki yıllarda gazete satışı yarı sabit tezgâhlara ve barakalara doğru bir dönüş yaptı ama çoğunun, özellikle Galata Köprüsü’ndeki bu yarı sabit satıcılarının çoğunun
seyyar elemanları vapurların içine girerek satış yaparlardı Örnek vermek gerekirse, bir genç satıcı vardı ki, yıllarca vapurlarda moda dergileri sattı. Mani di Fata, adı nedeniyle aklıma takılanlardandır. İşte Japon Hamdi böyle bir seyyar gazete satıcısı, bir müvezzi idi. Bir elliyi geçmeyen bir boyu, boyuna yakın bir eni vardı. Kırmızı yüzünün ortasındaki sanki hayretle kalkmış gibi duran kaşları, alabros kestirdiği saçları vardı. Kardeşimin zamanı oyuncaklarla, benimkiyse okumakla geçmeye başlamıştı ki, Şans eseri Japon Hamdi çıktı sahneye. Bir sabah bana okuyacak bir şeyler bulmaları için şımarıklığın tam da zirvesindeyken, çaresiz kalan babam sokaktan geçen müvezziyi eve çağırır!.. Ve karşınızda Japon Hamdi!.. Anlar mıyım, anlamaz mıyım demeden neredeyse her gazeteden birer tane seçerken, dergi sordum. Bir saat sabredersem dergi ve başka kitaplar getireceğini söylemesiyle fırlayıp gitmesi bir oldu. Taşıdığı ve içi gazete dolu olan matrisi bizim evde bırakmıştı!.. Gerçekten de bir saatlik vaadi biterken geldi. Nefes nefese idi ve içi dergi ve çocuk kitapları ile dolu yeni bir matris taşıyordu. İyi bir satış yaptıktan sonra evde bıraktığı ilk matrisi de boynuna asmış durumda, oflayarak gitti. Ertesi sabah sokaktan çağırmaya gerek kalmadan, kendisi geldi ve kapı zilini çaldı. Yine çift matrisi asmıştı boynuna!.. Ve 1950 yılında Anadolu Hisarı’na taşınana kadar her gün, evet, yıllarca her gün eve geldi. Kan ter içinde, yüzü kıpkırmızı, kaşlar hayret pozunda!.. Her sabah bu yüze uyandım!.. Nazlandığım kimi sabahlarda, kahvaltımı o yedirdi bana!.. Gün geldi, iğneci Fatih Abi’nin canımı yakmasına benden çok bağırdı!.. Ne kitaplar getirdi bana, bilseniz!.. Günün yayınevleri olan NebioğluYayınları, Türkiye Yayınevi, Hilmi Kitabevi, Kanaat Yayınları, ve nicelerinin tüm yeni çıkan yayınları; Milli Eğitim Bakanlığı’nın o meşhur beyaz kapaklı cildleri, Mahzen-i Esrar, Bostan, Gülistan, Fransız İhtilali, Klasikler, daha, daha ve daha… Ve düşünün ki ben henüz beş-altı yaşlarındayım!.. Anadolu Hisarı’na taşındıktan sonra bir daha görmedim Japon Hamdi’yi!.. Görmedim ama hiç de unutmadım!. Okuma zevkimin ve alışkanlığımın gelişmesindeki payını da hiç inkar etmedim!.. Nur içinde yat be Japon Hamdi Amca!.. Sen de Fatih Abi!.. Sana da nurlar yaraşır!..
Müvez zi çocu
k (İBB Kültür
A.Ş. ar şivi, Hi
lmi Şahenk ko
leksiyonu)
İSTANBUL MEKÂN IRCICA Kütüphanesi İstanbul’un önemli mekânlarından Yıldız Sarayı bünyesinde bulunan, II. Abdülhamid döneminde saray hizmetkârlarının yemekhanesi olarak inşa edilen ve ince kalem işleriyle süslü Silahhane binası 2009 yılından bu yana IRCICA Kütüphanesi olarak hizmet veriyor. 1980 yılında İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’ne (IRCICA) bağlı olarak sarayın Seyir Köşkü’nde kurulan kütüphane, zengin bir koleksiyona sahip olup alanında sayılı ihtisas kütüphanelerinden biridir. Genel olarak İslam kültür ve medeniyeti ile İslam ülkelerinin tarihleri, dilleri, kültürleri, sanatları ve folklorları üzerine yoğunlaşan kütüphanenin koleksiyonunda 145 dilde, 81.000 kitap, nadir eser ve tez, 115.000 sayı süreli yayın, 186 elyazması kitap, 4100 makale ayrı basımı, 10.300 gri yayın, 1660 haritanın yanı sıra farklı ülkelerden bağışlanan şahıs koleksiyonları da bulunmakta. Kütüphanenin fotoğraf arşivinde ise 35.000 fotoğraftan oluşan 19. yüzyıl sonu- 20. yüzyıl başı İslam ülkelerindeki farklı şehirlerden, günlük hayattan ve mimari yapılardan kesitler sunan Yıldız Albümleri ile 25.000 fotoğraftan oluşan çeşitli koleksiyonlar bulunmaktadır. Kütüphane koleksiyonundaki pek çok eser dijital olarak erişime açıktır. IRCICA tarafından kurulan Farabi Sayısal Kütüphanesi sayesinde gerek IRCICA Kütüphanesi’nin gerekse Atatürk Kitaplığı gibi diğer kütüphanelerin dijital koleksiyonlarına internet üzerinden kolayca ulaşılabilmektedir. Metinler üzerinde tarama yapılmasını ve kelime sorgulanmasını sağlayan optik karakter tanımlama (OCR) sistemi, Osmanlıca metinler üzerinde ilk kez IRCICA tarafından 2016 yılı başında kullanılmaya başlanmıştır. Yıldız Sarayı’nın birinci avlusunda bulunan kütüphane, açık raf sistemiyle çalışmakta ve ziyaretçilerin kullanımına açık bilgisayarlar bulunmaktadır. Halka açık olan kütüphane hafta içi 09.00-18.00, cumartesi günü 9.00-17.00 saatleri arasında hizmet vermektedir.
İSTANBUL MEKÂN
IRCICA Farabi Dijital Kütüphanesi
IRCICA Genel Direktörü Halit Eren
IRCICA Kütüphanesi sayısallaştırma birimi
IRCICA Kütüphanesi iç görünüm
IRCICA Kütüphanesi Arşiv Birimi
1550 tarihli Latince nadir eser
AJANDA AYAKLI KÜTÜPHANE Dursun GÜRLEK Kubbealtı Yayıncılık İstanbul, 2013 406 sayfa
Tarihimizi dikkatli bir gözle incelediğimizde büyük âlimlerle, kütüphaneler dolusu bilgiyi zihinlerinde taşıyan ilim ve irfan adamlarıyla, kültür dünyaları okyanuslar kadar engin, hazineler kadar zengin hocalarla ve bilginlerle karşılaşmamız kaçınılmazdır. Bu şahsiyetler güçlü hafızaları, keskin zekâları, inanılması güç okuma aşkları ve şevkleri sebebiyle ‘ayaklı kütüphane’, ‘allame’, ‘canlı kitap’ gibi unvanlarla anılmışlardır. Dursun Gürlek, kaleme aldığı Ayaklı Kütüphane kitabında; altın beyinli bilginimiz Gelenbevi İsmail Efendi’den büyük sözlük yazarımız Mütercim Asım’a, yıldızları konuşturan âlim Hoca Tahsin’den asrımızın imam-ı azamı Ömer Hilmi Efendi’ye, kitapların efendisi Ali Emiri’den gözyaşlarıyla arşiv belgelerini ıslatan tarihçimiz Muallim Cevdet’e kadar kârîliğin ve ayaklı kütüphane unvanının hakkını vermiş olan birçok şahsiyeti okuyucuyla buluşturmuştur. Eserde şahsiyetlerin hayatlarından, ilim derecelerinden ve yaşamış olduğu kıssalardan bahsedilmekte, bununla okuyucuda ilgi uyandırarak kitap hazinesine bir adım daha yaklaşması amaçlanmaktadır. Ayaklı Kütüphane, kültür dünyasında maceralı bir yolculuğa çıkmak isteyenlerin ayaklarını bu kutsal seyahate alıştırmaktadır.
TÜRK KİTAP MEDENİYETİ İBB Kültür A.Ş. Yayınları İstanbul, 2008 200 sayfa
VIII. yüzyıldan itibaren Türkler ve Çinliler baskı teknikleri kullanarak kitap çoğaltmışlardır. Yazı karakterlerine göre iki uygarlık farklı metotlar geliştirmiş ve baskı tekniklerine yeni yöntemler kazandırmışlardır. Türk Kitap Medeniyeti, Türklerin kitapla olan macerasına ışık tutan bilimsel araştırmalardan (İsmet Binark, Ahmet Salim Arıkan, Turgut Kut, İsmail Erünsal) alanında uzman kişilerle (Fuat Başar, İslam Seçen, İbrahim Manav, Emin Nedret İşli) yapılan söyleşilerden oluşan kaynak niteliğinde bir çalışmadır.
AJANDA
İSTANBUL’UN 100 KÜTÜPHANESİ Ümit KONYA İBB Kültür A.Ş. Yayınları İstanbul, 2010 137 sayfa
Tarihi boyunca birçok bilim adamının, yabancı gezginlerin çalışmalar yaptığı İstanbul kütüphaneleri, zengin kent kültürünün birer nişanesidir. İstanbul’un entelektüel birikimini yansıtan bir kılavuz olması amaçlanan İstanbul’un 100 Kütüphanesi kitabında, dünyanın en zengin yazma eser koleksiyonlarından birine sahip olan Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’nden, Kuran-ı Kerim2in ilk Latince tercümelerini, İbrahim Müteferrika baskılarını ve Batı dillerinde yazılmış nadir eserleri de içeren İslam Tarih Sanat ve Kültürü Araştırma Merkezi (IRCICA) Kütüphanesi’ne kadar pek çok merkeze ayrıntılarıyla yer verilmiş.
DÜNYANIN GİZEMİ Giorgio de CHİRİCO Yer: Pera Müzesi Tarih: 24 Şubat - 01 Mayıs 2016
Metafizik sanatının öncüsü, 20. yüzyılın en sıra dışı sanatçılarından biri kabul edilen Giorgio de Chirico, Türk sanatseverlerle ilk defa buluşuyor. 1906-1909 yılları arasında Münih Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenim gördüğü dönemde, Nietzsche, Schopenhauer ve Otto Weininger gibi düşünürlerin metinlerinden, Arnold Böcklin ve Max Klinger’in sanatından etkilenen de Chirico, ‘metafizik’ üzerine yazıları ve yapıtlarıyla yüzyılın öne çıkan gruplarından gerçeküstücülerin de esin kaynağı olmuştur. Sanatçının 1909 tarihli en erken eserlerinden birini de içeren sergi, özellikle 1920’ler-
den 1970’lerin ortalarında son dönem yapıtlarına uzanan geniş bir seçkiden oluşmaktadır. Bu kapsamda sergide, sanatçıya ait yaklaşık 70 resim, 2 litografi serisi ve 10 heykeliyle kapsamlı bir içerik sunulmaktadır. İtalyan bir anne ve babanın oğlu olarak Yunanistan’da dünyaya gelen de Chirico (1888-1978), babası Evaristo de Chirico’nun doğduğu kent olan İstanbul’u eserleri aracılığıyla ziyaret ettiği bu sergi, Roma, Giorgio ve Isa de Chirico Vakfı işbirliğiyle düzenlenmektedir.