Halit Ömer Camcı
BAŞKAN’DAN / FROM THE MAYOR
İlkbahar, doğanın uyandığı mevsimdir. İstanbul’da ilkbahar dendiğinde, aklımıza gelen öncelikli konulardan biri de, şehrimizin florasıdır. Dünyanın flora çeşitliliği açısından en zengin şehirlerinden biri olan İstanbul’da yetişen çiçek türleri, şiirlere, nakışlara konu edilmiştir. Bizler yönetime geldikten sonra laleyi anavatanı olan İstanbul’a geri getirmekten gurur duyuyoruz.
Spring is the season nature is reborn. As for spring in Istanbul,
Bu bağlamda, 1453 Dergisinin baharla birlikte çıkan yeni sayısında, öncelikle İstanbul’un çiçekleri ile ilgili bir dosyaya yer verdik.
In this context, this spring issue of 1453 Magazine contains a
Bilindiği üzere, İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak birincisini 2008 yılında gerçekleştirdiğimiz Uluslararası İstanbul Şiir Festivali’nin ikincisine Mayıs ayında ev sahipliği yapacağız. Türkiye’den ve dünyadan pek çok şair, İstanbul’un gözde mekânlarında okuyucuları ile buluşacak, toplantılar, şiir dinletileri düzenlenecek. Bu nedenle dergimizin yeni sayısında şiire de ağırlık verdik. Özellikle İstanbul’da medfun şairlerin mezar taşlarını konu eden makale, oldukça ilgi çekici. İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak kültür-sanat alanında yaptığımız yatırımlar hız kesmeden devam ediyor. 1453 Dergisinin de, bu etkinlikler arasında özel bir yeri olduğuna inanıyorum.
As is known, in May 2009, we will host the second Internati-
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak siz sayın okuyucuları birbirinden ilginç yazılarla buluşturan değerli yazarlara ve derginin yayımlanmasında emeği geçen mesai arkadaşlarıma teşekkürü borç bilirim.
one of the first things coming to minds is the flora of our city. The flower species in Istanbul, which is one of the richest cities of the world in terms of flora variety, has become themes of poems and embroideries. We are proud of bringing the tulip back to its homeland Istanbul during our government.
dossier on flowers of Istanbul.
onal Istanbul Poetry Festival, first of which our Metropolitan Municipality organized in 2008. Numerous poets from Turkey and abroad will meet their readers; and conferences and poetry recitals will be arranged in favourite venues of Istanbul. That is why we also focused on poetry in this issue. Especially, the article about the gravestones of poets buried in Istanbul is quite interesting. As Istanbul Metropolitan Municipality, our investments in culture and art ceaselessly continue. I believe that 1453 Magazine has a particular importance among these activities. As Istanbul Metropolitan Mayor, I’d like to thank to precious writers of these attractive articles, and to my work friends who contributed to publication of our magazine.
Halit Ömer Camcı
GENEL YAYIN YÖNETMENİNDEN / FROM THE PUBLISHING DIRECTOR İstanbul’un bahar nağmesi…
Springtime tunes by Istanbul…
İstanbul, bahara durdu… Yüzyıllardır eskimeyen libasları-
Istanbul is ready for springtime… The city put on its ageless clot-
nı giydi üzerine ve cümle canlı hayretengiz gözlerle bu gü-
hes, and the entire world, all creatures are set to contemplate
zeli seyre durdu… Denizi deniz; rüzgarı rüzgar… Her dem
this beauty with their amazed eyes… Its sea is the sea; its wind is
İstanbul’un baharı böyle olurdu…
the wind… Springtime in Istanbul has always been likewise…
Koca şair Orhan Veli!.. Böyle bir baharda İstanbul’a vuruldu…
The great poet Orhan Veli fell in love with Istanbul in a similar
Gözlerini kapadı ve İstanbul’u seyre durdu… İstanbul, konuşu-
springtime… He closed his eyes and watched Istanbul… Istan-
yordu… Duyduklarını hıfzetmeden şiirle yoğurdu: “İstanbul’u
bul did not cease talking… He didn’t memorize what he heard,
dinliyorum, gözlerim kapalı / Önce hafiften bir rüzgâr esiyor /
but only blend them in the poem: “I’m listening to Istanbul, with
Yavaş yavaş sallanıyor / Yapraklarda ağaçlar /…” İstanbul, ken-
eyes closed / First, a feeble wind blows / And swing slowly / Le-
di lisanıyla konuşuyordu… İstanbul içre cümle İstanbul(lu),
aves on trees /…” Istanbul was speaking in its own language…
İstanbulca konuşuyordu… Şair, kulak kesilmiş dinliyordu. Bir
All Istanbul, and all its habitants, were speaking in the Istanbu-
varoluş neşvesiydi, İstanbul’da uyanan…
lish language… The poet was all ears and listening. Something
Mevsimlerden bahar… Baharistanda bir İstanbul!.. Rengarenk
was awakening in Istanbul, and it was the joy of existence…
açan laleler, erguvanlar, leylaklar kışın soğuğunda lâl olmuş
Spring is the season… Istanbul in the realm of spring!.. Colourful
yüreklerin kilidini açıyor… Bir musiki besteleniyor, yeniden…
tulips, redbuds and lilacs unlock all hearts the winter made spe-
İstanbul’un bahar nağmesi bu… Notalardan taşan, mürek-
echless… Once again, a tune is composed… This is the springti-
5
kebin kifayetsiz, kağıtların yetersiz kaldığı bir ses, duyulan…
me tune by Istanbul… A sound, which exceeds all notes, which
Asırlardır, müzisyenler değişse de maestro hep İstanbul!.. Söz
takes the ink and the papers helpless, is heard… Even though
de O’nun, beste de… Ve İstanbul’un sakini olan bizler, şairin
musicians change throughout centuries, Istanbul remains as
MAY JUNE JULY 2009
yaptığı gibi gözlerimizi kapatıp, dinliyoruz!..
the maestro!.. Lyrics and tune belong to it… And us, residents of
1453… İstanbul’un uyanışına ayna tutuyor… Bu tılsım, alem-
the city, only imitate the poet: we close our eyes and listen!..
deki uyumun timsali olarak tarih kalıbında şifrelenip, her
1453 mirrors Istanbul’s revival… This talisman is encrypted in
farklılığı bir arada tutan yegane şey olarak belleklerimizde
historical mould as an example of universal harmony; and re-
hala diri ve taze duruyor… Bahar, tüm renkleriyle ve sesle-
mains alive and fresh in our memories, as the only thing to hold
riyle 1453’de yaşıyor… “Çiçekİstanbul” ve İstanbul’un “çiçek”
together every difference… The spring is revived in 1453 with
sokakları, 1453’ün sayfalarında “koklanmayı” bekliyor…
all its colours and flowers… “Flower-Istanbul” and “flower-like”
“Şair”e uzaklardan bir selam gönderiyoruz ve İstanbul’un şa-
streets of this city wait being “smelt” on pages of 1453… We sa-
irlerini 1453’te yad ediyoruz: Lale’nin vatanına geri dönüşü-
lute the poet from afar, and remember Istanbul’s poets in 1453:
nü 1453’te kutluyoruz… Erguvan, dile geliyor ve İstanbul’u
We celebrate the return of tulip to fatherland in 1453… Redbud
1453’te anlatıyor…
finds voice in 1453, and narrates Istanbul…
“İstanbul’u dinliyoru(z)”… Satır aralarında “anlam”lar devşi-
“[We] are listening to Istanbul”… We derive meanings betwe-
riyor, anlamaya çalışıyoruz İstanbul’u… Her fısıltı, tarrakalar
en the lines, and strive to understand Istanbul… Each whisper
halinde gök gürültüsü gibi yayılıyor İstanbul semasında ve
spreads in Istanbul sky as thunder-like booms; and each phosp-
her yakamoz şimşek gibi kamaştırıyor gözlerimizi…
horescence on the sea dazzle us like a lightning…
1453, çıktığı yolculukta, yol boyu İstanbul’u anlatıyor… Her
Throughout its journey, 1453 narrates Istanbul… Each issue of
sayısında sadece İstanbul’a yer ayıran ve İstanbul’u anlatan
this magazine is dedicated to Istanbul. 1453, the magazine of
İstanbul’un dergisi 1453, bahar sayısında da İstanbul’un ba-
Istanbul, tells about Istanbul… And in this spring issue, it dedi-
har coşkusuna ve bu coşkunun nağmelerine ayırıyor sayfala-
cates all pages to spring enthusiasm in Istanbul and these ent-
rını…
husiastic tunes…
İstanbul’da baharı yaşamak için, 1453’ün sayfalarında gezin-
Hope to meet you strolling around pages of 1453, in order to re-
mek üzere…
vive springtime in Istanbul…
İyi yolculuklar…
Enjoy your trip…
Yolunuz İstanbul gibi aydınlık olsun…
I hope your way shall be as luminous as Istanbul…
Nevzat BAYHAN Kültür A.Ş. Genel Müdür / General Manager
MAYIS•HAZİRAN•TEMMUZ 2009
MAY • JUNE • JULY
2009
10 içindekiler
İSTANBUL
KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİ
Journal of Istanbul’s Culture and Art
SAYI / ISSUE 5 OCAK•ŞUBAT•MART / JANUARY•FEBRUARY•MARCH 2009 BU BİR SÜRELİ YAYINDIR / THIS IS A PERIODICAL JOURNAL YÖNETİM / ADMINISTRATION İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi Publisher on Behalf of Istanbul Metropolitan Municipality Culture Co. Ahmet SELAMET Genel Yayın Yönetmeni / Publishing Director Nevzat BAYHAN
contents
16
İSTANBUL'DA FASL- LALE TULIP TIME IN ISTANBUL
Yayın Danışma Kurulu / Publishing Advisor Board Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA,
28
Ahmet Faruk YANARDAĞ, Süleyman Faruk GÖNCÜOĞLU İdari Koordinatör / Administrative Coordinator Hasan IŞIK YAYIN / PUBLISHING
Sanat Yönetmeni / Art Director Ali BIYIKLI İçerik Üretim /
Fotoğraf / Photograph Mehmet DEMİRCİ, Özgür ÇETİN, Şefkat ÇELEBİ
40 İSTANBUL'UN KURUMSAL AĞACI REDBUD TREE: INSTITUTINAL TREE OF ISTANBUL
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü / Writing Responsible Halit Ömer CAMCI
Reklam Koordinatörü / Advertising Coordinator Kerem DEĞER
İSTANBUL ÇİÇEK ÇİÇEKİSTAN BUL ISTANBUL FLOWERS FLAVOUR OF ISTANBUL
III. AHMED YEMİŞ ODASI (SULTAN III. AHMED HASODASI) DINING ROOM OF AHMED III (ROYAL ROOM OF SULTAN AHMED III )
48 LALELER VATANINA GERİ DÖNDÜ TULIP IS BACK HOME
İngilizce Editörleri / English Editors Suat BAŞARAN, Ömer ÇOLAKOĞLU, Seda YEŞİLDAL, Nagihan HALİLOĞLU, Güven Altay SOLAR İllustrasyon Osman TURHAN Kapak / Cover Hikmet Barutçugil Yayın Kurulu / Publishing Board Ercan ALKAN, Yusuf ÇAĞLAR, Sait AYKUT, Alper ÇEKER, Hüseyin SORGUN, Onur KALINBACAK, Ramazan KIZILKAYA, Nurya ÇAKIR, Asım Fahri ÇELİK, Kemal CEM, Önder KAYA, Sait SÜZEK, Zeynep Azize SU, Mahmut BIYIKLI, Cem YAVUZ
76 ESKİ KARTPOSTALLARDA OSMANLI PADİŞAH TÜRBELERİ TOMBS OF THE OTTOMAN SULTANS IN OLD POSTCARDS
YAPIM / PRODUCTION
100 İSTANBUL'DA ŞAİR MEZARLARI GRAVESTONES OF POETS IN ISTANBUL CEMETERIES
134 156
HİKMET BARUTÇUGİL İSTANBUL VE EBRU THE LOVE BETWEEN WATER AND ISTANBUL
ABDULLAR KİĞILI İLE SÖYLEŞİ
144 MEHMED SİYAH KALEM MEHMED SİYAH QALEM
8 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
çocuk
istanbulda olmak Being a child in Istanbul
Halit Ömer Camcı
Eminönünde bir meydan. Meydanda kalabalık. Kalabalıkta bir yalnız çocuk. Kazağını pantolonunun içine sokmuş. Belli ki erken gelmiş meydana. Belli ki sabah hava soğukmuş. Çocuğun elinde satılmak üzere bir kutuda duran sakızlar. Kimi insanlar ağızlarında bu sakızları çiğneyerek konuşaduruyorlar. Görüntü ağır. Güneş tepede. Yanda bir kaç âmâ insan. Bir geniş şemsiye altında ellerinde sazlar. Hem şarkı söylüyorlar hem terliyorlar. Apaydınlık meydanda, kalabalıklar arasında kapkaranlık bakıyorlar. Çocuk biraz sakız satmış. Bin lira kazanmış. Bin liraların üzerinde bir İstanbul resmi ve Fatih Sultan Mehmed’in bir portresi var. Çocukta bir Fatih kalbi var. Vardan öte bir var var. Körlerden biri mütebessim bir yüzle sanki ağlıyor. Birkaç kuruş para bağışlasınlar diye etrafa ‘bakınıyor.’ “Akşama çocuklar ekmek diyecek. Bir küçük yardım etmez misiniz? Bu sıcağın altında bize bir serinlik lutfetmez misiniz?” Kalabalık eriyor. Akıp giden görüntülerden başka birşey olmuyor. Sakız satan çocuk kalabalıkta yalnızlaşıyor. Kalbine eğiliyor. Elindeki bin liraya ve körlere bakıyor. Paranın üstündeki resimde İstanbul’a doğru yaklaşan yelkenli gemiye biniyor. O bin lira akşam evine götüreceği tek parası olabilir. Evine giderken bineceği otobüsün biletini onunla alabilir. Kendisinin ekmeği, kardeşinin sütü, annesinin aş’ı olabilir. Yaşı çok küçük, kendine oyuncak pek tabi alabilir. Güneş tam tepede. Nane aromalı sakızlarla dolu kutu çocuğun elinde. Meydanın merdivenleri üstünde oturan insanlar sakızları dişleri arasında çiğneyip duruyorlar. Körler şarkı söylüyorlar: İki de keklik bir kayada ötüyor Ötme de keklik derdim bana yetiyor Ortalarda gözüken bir keklik yok. Ama güvercinler.. Ha bire kanat çırpıyorlar. Güvercin kanatları arasına melek kanatları karışıyor. Çocuk elindeki bin lirayla körlere doğru yaklaşıyor. Körler olup biteni ‘göremiyorlar.’ Bir fotoğrafçı ne olduğunu anlamadan denklanşöre basıyor. Bir adam önce fotoğrafçıya sonra çocuğa bakıyor. Çocuk elindeki bin lirayı körlerin yardım sandığına bırakıyor. Melekler bırakılan parayı yardım kutusunun zeminine düşmeden tutuyorlar, çocuğun alnından öpüyorlar. Çocuk alnında bir serinlik hissediyor. Fotoğrafçı ve adam çocuğa sarılıp öpmek, kalan sakızlarının tamamını büyük paralara almak istiyorlar. Kalabalık içinde bir hareketlenme oluyor. Çocuk ortalardan kayboluyor. Melekler birbirine bakıp gülümsüyor. Fotoğrafçı ve adam birbirine bakakalıyor. Bu anın gerçekliğine dair ellerinde fotoğraf makinesinin hafızasında bulunan bir kaç kare fotoğraftan başka delilleri kalmıyor.
A square in Eminönü. A crowd on the square. A lonely child in the crowd. He has tucked his sweater into trousers. You can see that he’s arrived at place early. It was cold in the morning, not hard to guess. In his hand is a box full of gums to sell. Some people keep talking while chewing them. The scene is heavy. Sun is atop. A few blind people sit beside. They are under a wide umbrella, with baglamas in hands. They sing and sweat. In this much bright square, they look at darkness among the crowd. The kid has sold a few gums. He earned one thousand liras. On the one thousand banknote, there is an Istanbul landscape, and a portrait of Mehmed the Conqueror. The kid has the heart of the Conqueror. He possesses something beyond being. One of the blind seems weeping but with a smiling face. He ‘looks’ around waiting a few bucks. “My kids will want bread in evening. Couldn’t you please help? Wouldn’t you bestow bit of freshness upon us in this hot?” Crowd melts down. There is nothing but flowing images. Chewing gum selling kid gets lonelier in the crowd. He bends upon his heart. He looks at the banknote in his hand and the blind. He embarks on the windjammer in Istanbul landscape on the banknote. Those one thousand liras may be all he will take home in the evening. He may buy his bus ticket with it. It may be his bread, his brother’s or sister’s milk, or his mother’s meal. He is still too little; he can of course buy some toy for himself. Sun is atop. The box full of mint flavoured gums is in kid’s hand. People sitting on the steps in the square keep chewing the gums between their teeth. The blind sing: Two partridges sing on a rock Don’t sing partridges, my pain is already enough There is no partridge seen around. But there are pigeons. They ceaselessly flutter. Wings of angels blend with wings of pigeons. The kid comes up to the blind with the banknote in his hand. The blind cannot ‘see’ what is going on. A photographer presses the shutter unaware of all these. A man first looks at photographer and then at the kid. The kid releases the banknote in the donation chest of the blind. Angels hold the banknote before it reaches the bottom of chest, and kiss the boy on his forehead. The child feels some freshness on his forehead. The photographer and the man want to hug and kiss the boy, and to buy all the rest of his gums for a notable price. An activity springs out of the crowd. The kid disappears. The angels look at each other and smile. The photographer and the man stand in wonder. For the reality of this instant, they have no witness but a photo in memory of the camera.
9 MAY JUNE JULY 2009
İSTANBUL ÇİÇEK, ÇİÇEKİSTAN BUL
İSTANBULÇiçek,
ÇİÇEKİSTANBUL ISTANBUL FLAVOUR OF
Flowers, Flowers,
10 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
ISTANBUL ISTANBUL
Bekir Cantemir
Zeynep Azize Su
*Yazar / Author
ISTANBUL FLOWERS, FLAVOUR OF ISTANBUL
11 MAY JUNE JULY 2009
Önce ruhu gitti sokakların Sonra çiçekleri… Şimdi kaldık baş başa Ruhsuz ve çiçeksiz gönüllerle Yalnızlıklarımızla İstanbul’da Şehirler, medeniyetle özdeşleştirilen mekânlardır. Bu özdeşlik kelimenin etimolojisinde de bulunmaktadır. Arapçada “medeniyet” kelimesi şehir anlamına gelen “medine”den; İngilizcede medeniyet anlamına gelen “civilization” kelimesi de şehir anlamına gelen “city” kelimesinden türetilmiştir. Ekonomik ve siyasi organizasyonların kompleksleşmesi ile oluşan şehirler; mûkimleri ile ruh, şekil ve anlam kazanırlar. Her şehrin kimliği; mekânın insanla girdiği ilişki sonrası oluşur. Toprak, insan eliyle imar edilir; sonuçta sokaklar ve mahallelerden oluşan bir şehir ortaya çıkar. Mekân insan eliyle şekillendikçe, şehrin insanîliği daha fazla açığa çıkmış olur. Şehirlerin insanîleşmesi, insanca yüzler kazanması önce anlam düzeyinde gerçekleşir. İnsan, yaşadığı şehre önce bir ad verir. Bu adlandırma şehirlerden mahallelere ve oradan da sokaklara yayılır. Her adlandırma, kimin zihninden çıkmışsa; o insana dair izler taşır. Her iz, o insanın anlam dünyasından bir parçayı, şehre ve tarihe kazır. Böylece soyut anlam, somut
First left the soul of streets Flowers followed them… Now there is only us With soulless flowerless hearts With our loneliness In Istanbul Cities are identified with civilization. This identity is also seen in the etymology of the word. In Arabian, the word “medeniyyat” (civilization) is derived from “medina” (city), just as in English. Cities are constituted by evolution of economical and political organizations, but gain their soul, form and meaning via inhabitants. Identity of each city appears in the aftermath of relation between place and man. Man constructs on the land; and after all, appears a city comprised of streets and neighbourhoods. As much a place is formed in the hands of mankind, so the humanity of city manifests itself. Humanization of cities and their humanly faces first occur as a meaning, as a sense. Man, first of all, gives a name to city he lives. This appellation diffuses from cities to neighbourhoods and then to streets. Every name, depending on its inventor’s mind, bears traces
İSTANBUL ÇİÇEK, ÇİÇEKİSTAN BUL
12 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
bir gerçekliğe dönüşür. İstanbul, yüzyıllar boyunca eşsiz doğası ve benzersiz beşeri zenginlikleri ile insanlığa bir yaşam enerjisi sunmuştur. İstanbul’un ruhu, İstanbul’da yaşamakla ve sokaklarında dolaşmakla hissedilir. Çünkü İstanbul, insanın şehirle girdiği ilişki bakımından ufuk açıcı örnekler sunmaktadır. Numaralı Sokak İsimleri Modern şehirlerdeki 21. cadde gibi adlandırmalar, bu şehirlerin tarihsizliğinin ve ruhsuzluğunun birer göstergesidir. İstanbul’un ölçüsüz büyümesi, kenar semtlerdeki numaralı sokak isimlerinden kolayca fark edilebilir. Önceden tarla olan yerlerin; bir kültür birikimi oluşmadan şehirleştiğini, oralara verilen sokak isimlerinden kolayca anlayabilirsiniz. Bu nedenle İstanbul’un Gaziosmanpaşa, Esenler, Bağcılar ve Ümraniye ilçelerinde 1.,2. veya Poligon gibi cadde ve sokak isimleri ile karşılaşmamız, buraların şehirsel/medeni kültür birikiminin olmadığını ortaya koyarlar. Eski İstanbul Eski İstanbulluların Eseriydi İstanbul, altın çağlarını yaşarken, şehrin romantik bir havası vardı. Bu dönemde yağmuru bol şehirde, asfalt yollar yoktu ama çok estetik Arnavut kaldırımları vardı. Bu kaldırımları iki taraflı kuşatan cumbalı evleri ile sokaklar, ayrı bir estetik değere haizdi. Her evin kendine ait bir bahçesi, her bahçenin bir şukufecisi olurdu. Bu şukufeciler ürettikleri yeni çiçek çeşitleri ile gönüllerindeki güzellikleri bahçelerine armağan ederler; bu arHer evin kendine ait bir mağanlar bir araya geldiğinde bahçesi, her bahçenin ise; o romantik İstanbul sokakbir şukufecisi olurdu. Bu ları oluşurdu. şukufeciler ürettikleri Bugün İstanbul’un neyi kaybetyeni çiçek çeşitleri ile gönüllerindeki güzellik- tiğini düşüneceksek, bu şehre leri bahçelerine armağan yeniden eski tadını vereceksek, ederler; bu armağanlar öncelikle estetik değerler taşıbir araya geldiğinde yan insanları yeniden bu şehise; o romantik İstanbul rin evlerinde ve sokaklarında sokakları oluşurdu. mûkim kılmalıyız.
about this latter. Each trace carves a piece of his or her sensible world into the city and the history. Thus the abstract meaning becomes a concrete reality. For centuries, Istanbul has offered a joy of life to humanity, thanks to its unique nature and unequalled human richness. The soul of Istanbul can be felt only by living in it and promenading down its streets. In the end, Istanbul presents stimulating examples concerning the relation between man and city. Numbered Street Names In modern cities, the appellations like 21st Street hint the lack of both history and soul. Unbounded growth of Istanbul can be easily spotted through numbered street names in suburbs. Looking at the street names given, you can easily realize that areas, which were merely fields or farms in the past, have become urbanized without any cultural accumulation. That’s why, coming across to avenue and street names such as 1.,2. or Poligon in Gaziosmanpaşa, Esenler, Bağcılar and Ümraniye counties of Istanbul, proves us the lack of urban/civilized cultural accumulation. Old Istanbul: an Opus of Old Istanbul Inhabitants During golden era of Istanbul, the city had a romantic aura. Back then, there were no asphalt roads, but only aesthetical, beautiful cobblestone pavements in this rainy city. The houses with bay windows, which enveloped these pavements bilaterally, had a distinct aesthetical value. Each house had its own garden and a gardener specialized in buds. By generating new flower species, these gardeners bestowed the beauty in their hearts to gardens; and when all these gifts came together, they created romantic Istanbul streets. If we will ask ourselves what Istanbul lacks today, if we will restore its former flavour, the first thing to do is to bring those people with aesthetical values again back in houses and streets of this city. Istanbul of yore partook of a garden, with all its flowers and trees. Its districts and neighbourhoods were known via their buds and gardeners. From those days to these, this aura remained in the names of streets. Even though the city lost its former beauties, continues to share them with us, as a place whose historical existence can still be pursued through street names.
ISTANBUL FLOWERS, FLAVOUR OF ISTANBUL
13 MAY JUNE JULY 2009
Geçmiş zaman İstanbul’u, çiçek ve ağaçları ile bir bahçeyi andırırdı. Şehrin semt ve muhitleri şukufeleri ve şukufecileri ile anılırdı. Bu ruh, o zamandan bu zamana İstanbul sokaklarında birer ad olarak kalmıştır. Şehir, o eski güzelliklerini kaybetse de, hala tarihi varlığını sokak isimlerinden takip edebildiğimiz bir mekân olarak, geçmiş güzelliklerini bizimle paylaşmaktadır. İstanbul’un Semt İsimleri Üsküdar, hala yeşil olsa da Fıstıkağacı’nda fıstık, Çifte Çınar Sokağı’nda çınar kalmadı. Üsküdar Bağlarbaşı semtine girerken artık bağlar başlamıyor ve çavuş üzümü ile ünlü bu bağlık arazide artık eksoz dumanından bitkiler zor fotosentez yapabiliyor. Hepimizin bildiği Acıbadem’in, bademleri günümüze ulaşmasa da ruhu hala adında yaşamaktadır. Fındıklı’da fındık kalmadı, tıpkı Hatuniye Külliyesi gibi can verdi ellerimizde. Laleli’de ne lale kaldı, ne de çiçek yetişebilecek bir alan. Para hırsının kuşattığı imar hamleleri, laleyi de bir nefesi de çok gördüler İstanbul’a ve İstanbullulara… Günümüz Beyoğlu’sunda bulunan Kamerhatun Mahallesi’nde ağaç kalmamış olsa da Ağaç Çileği Sokak, adıyla bile bize bir nostalji yaşatmaya yetiyor. Bugün Asmalı Mescid’in asması da mescidi de tarihe gömülmüş ve hatta sokağı bir batakhane görünümünde olsa da; tabelayı okuduğumuzda asmanın kokusunu hala ruhumuzda hissedebiliyoruz. Kâtip Mustafa Çelebi’de bulunan Ahududu Sokak da günümüzde eski güzellikleri hatırlatan hoş bir sada olarak kalmış kulaklarımızda.
Names of Istanbul Districts Even if Scutari is still green, there are neither more pistachios in Fıstıkağacı (“Pistachio Tree”), nor plane in Çifte Çınar (“Double Planes”) street. The vineyards are no more in entrance of Bağlarbaşı (“First Vineyards”) district of Scutari, and on these former vineyards fields famous with their sweet white grapes, the plants can hardly photosynthesize because of exhaust fumes. As we all know, the almonds of Acıbadem (“Bitter Almond”) are no more extant today; the soul of the district, however, still lives within its name. There are no more hazelnuts in Fındıklı (“Nut Place”), it perished in our hands just like Hatuniye Complex. There are no more tulips in Laleli (“Tulip District”), nor an area to grow flowers. Avarice motivated reconstruction boom begrudged both a tulip and a breath to Istanbul and its inhabitants… Kamerhatun Neighbourhood in Beyoğlu lost its trees today, but Ağaç Çileği (“Raspberry”) Street is enough to give us a feeling of nostalgia. Both vine and small mosque of By generating new Asmalımescid (“Vined Mosque”) flower species, these became a thing of the past today, gardeners bestowed the and even the street looks like a den; we can still feel the scent of beauty in their hearts to those grapevines, however, when gardens; and when all we read the street sign. these gifts came togethAhududu (“Raspberry”) Street er, they created romanin Kâtip Mustafa Çelebi has also tic Istanbul streets. remained as a sweet voice in our ears, reminding ancient beauties.
ISTANBUL FLOWERS, FLAVOUR OF ISTANBUL
15
Sokak Tabelalarına Dikkat Aşağıda verilen sokak isimlerinin üzerinde düşünmeden bu bölgeleri dolaşırsak, bu adların verildiği dönemi anlayamayız. Bu nedenle siz önce sokak tabelasını okuyun ve kapayın gözlerinizi. Eski İstanbul’un bu eski tatları dolaşsın zihninizde. Belki bir gün, bir Şukufeci olma ruhunu yakalar ve böylece dönersiniz bu şehrin özüne. Bakırköy-Kartaltepe’de, Limon Çiçeği; Bahçelievler’de, Menekşe; Beşiktaş-Yıldız’da, Çitlenbik; Ihlamur semti, Kokak’ta, Kırcaçiçeği; Bebek’te, Manolya; Vişnezade’de, Serv-i Revan; Beykoz-Paşabahçe’de, Beyaz Erguvan; Beyoğlu-Kalyoncu Kulluğu’nda, Beyaz Yasemin; Kulaksız’da, Dut Dibi; Bülbül’de, Karpuz; Şehit Muhtar’da Leylak Çiçeği; Keçeci Piri’nde, Mine Çiçeği; Asmalı Mescid’de Nergis; Müeyyetzade’de Şebboy; Şehir Muhtar’da Zambak ve Arap Cami’de Zencefil; Eminönü-Alemdar’da, Salkım Söğüt; Süleymaniye’de, Kirazlı Mescid; Sultanahmet’te, Tomurcuk; Fatih-İhsaniye’de, Çiçek Bağı; Melek Hatun’da, Dutlu Bakkal; Koca Mustafa Paşa’da, Kokulu Karanfil; Hoca Üveyz’de, Lavanta; Müftü Ali’de, Şebnem; Seyyid Ömer’de, Yoncalı; Kadıköy-Yenisahra’da, Çiçekli Köşk; Acıbadem’de, Beyaz Karanfil; Acıbadem’de Dağ Çileği; Caferağa’da, Kuzu Kestanesi; Osmanağa’da Misk-i Amber; Göztepe’de Papatyalı; Caferağa’da Sakız Gülü; Osmanağa’da, Mürver Çiçeği; Zühtüpaşa’da, Sarı Lale ve Selvi; Şişli-Mecidiyeköy’de Karanfil Aralığı; Mecidiyeköy’de, Kırmızı Gül, Kirazlı, Mor Sümbül; Şişli-Teşvikiye’de Şakayık; Şişli-Gürsel’de, İğdeli Bahçe; Üsküdar-Selami Ali’de Konca Gül.
Beware of Street Signs In order to understand the epoch, in which these names were given, we should reflect over the street names below, while strolling in these places. Hence, you first read the street sign and close your eyes. Let the flavours of Old Istanbul wander in your mind. Maybe one day, you gain the soul of a gardener and return to the essence of this city. In Bakırköy-Kartaltepe, “Lemon Flower”; in Bahçelievler, “Violet”; In Beşiktaş-Yıldız, “Hackberry”; also “Lime” district, in Kokak, “Wildflower”; in Bebek, “Magnolia”; In Vişnezade, “Ripe Cypress”; In Beykoz-Paşabahçe, “White Cercis”; In Beyoğlu-Kalyoncu Kulluğu, “White Jasmine”; in Kulaksız, “Under Mulberry”; in Bülbül, “Watermelon”; in Şehit Muhtar, “Lilac”; in Keçeci Piri, “Verbena”; in Asmalımescid, “Narcissus”; in Müeyyetzade, “Gillyflower”; in Şehir Muhtar, “Lily” and in Arap Cami, “Ginger”; In Eminönü-Alemdar, “Gallberry”; in Süleymaniye, “Mosque in Cherries”; in Sultanahmet, “Bud”; In Fatih-İhsaniye, “Flower Garden”; in Melek Hatun, “Mulberry Grocery”; in Koca Mustafa Paşa, “Flagrant Carnation”; in Hoca Üveyz, “Lavender”; in Müftü Ali, “Dew”; in Seyyid Ömer, “Clover”; In Kadıköy-Yenisahra, “Flowery Manor”; in Acıbadem, “White Carnation,” “Wild Strawberry”; in Caferağa, “Wild Chestnut”; in Osmanağa, “Amber Musk”; in Göztepe, “Daisies”; in Caferağa, “Gum Rose”; in Osmanağa, “Elderflower”; in Zühtüpaşa, “Yellow Tulip” and “Cypress”; In Şişli-Mecidiyeköy, “Carnation Opening,” “Red Rose,” “Cherry,” “Purple Hyacinth”; in Şişli-Teşvikiye, “Peony”; in Şişli-Gürsel, “Silverberry Garden”; In Scutari-Selami Ali, “Rosebud”.
MAY JUNE JULY 2009
İSTANBUL’DA FASL –I LÂLE
İSTANBUL’DA
FASL–I LÂLE TULIP TIME IN ISTANBUL *Ferda Olbak Mazak Halit Ömer Camcı
16 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
*İktsâdî ve Sosyal Tarih Araştırmacısı / Financial and Social History Researcher
TULIP TIME IN ISTANBUL
17 MAY JUNE JULY 2009
İSTANBUL’DA FASL –I LÂLE Soğanlı Bitkiler Parkı / Yedikule / Bulbous Plants Park / Yedikule
18 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
“Şehriyârâ buldu âlem devletinde i’tidâl Lâlelerle geldi bağa başka bir hüsn ü cemâl Rûz ü şeb kılmakta gülşen lûtf-ı teşrifin hayâl Lâle faslı îyd hengâmı bahar eyyamıdır” NEDİM
“Oh Sultan, all the world is in peace under your reign Another beauty arrived our gardens by tulips therein Tulip garden dreams of day thee come and honour it And of tulip season, feast time and days of spring” NEDİM
Orta Asya’da görülen sert kışların ardından karların altından fışkıran lâle, Türkler için hayat ve bereket ifade eden bir simge halini almış ve baharın müjdecisi olmuştur. Lâle, XI. ve XII. yüzyıllarda Orta Asya’dan Karadeniz kıyılarına ve batıya doğru yayılmıştır. Kafkaslardan Yakındoğu’ya taşınarak bahçeleri bezemiştir. Tarihimizde lâle, bahçelerimizin ve sanat eserlerimizin en güzel ziyneti olarak yerini almıştır. Türkler bahçelerinde lâle yetiştirmişler ve mermerden kumaşa, porselenden gümüşe kadar çeşitli yerlere, bu çok sevdikleri çiçeği nakşetmişlerdir. Anadolu’da lâlenin süsleme ve şiirlerde yer alması Türklerle başlamıştır. Süsleme motifi olarak XII. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmış ve lâleyi şiirlerine konu eden ilk şair ise, Mevlânâ Celâleddin Rûmî olmuştur. Herhalde dünya üzerinde, çiçekleri tarihe geçen, ciltlerle çiçek kitapları bulunan, çiçekçiliği iktisâdî ve sosyal hayatına yansıyan, çiçek sevgisi edebi-
Tulip, after pullulating underneath the snow during rough winters of Central Asia, became a symbol of life, abundance, and also the forerunner of spring for Turks. In 11th and 12th centuries, it spread from Central Asia to Black Sea coasts and west. Tulip arrived Near East from Caucasus, and adorned the gardens since then. Tulip took its place in our history as the most beautiful ornament of gardens and works of art. Turks have been cultivating it in their gardens, and engraving their beloved flower on various places including marble, cloth, porcelain, and even silver. In Anatolia, Turks were the first nation to place tulip into ornaments and poems. It has been used as a decoration motif since 12th century; while Mawlana Jalal ad-Din Rumi became the first poet to treat this flower in his works. It may be hard to find another nation, whose flowers go down into history, who has so voluminous books about flowers, whose floristry has been so much reflected in economical and social life, and love for flowers
TULIP TIME IN ISTANBUL Topkapı'da Laleler / Tulips in Topkapı Palace
19 MAY JUNE JULY 2009
yata ve sanata ilham kaynağı olan başka bir millet zor bulunur. Çiçeklerin bir dili, bir ifâdesi olduğu, renklerine ve çeşitlerine göre duygulara tercüman olduğu bilinir. Ancak çiçeklerin ilk olarak 1600’lü yıllarda İstanbul’da dile gelmeye başladığı pek bilinmez. 1700’lü yıllarda bir müddet İstanbul’da yaşayan İngiliz Lady Montagu arkadaşına yazdığı mektupta; “parmaklarınızı oynatmadan, çiçeklerle tartışabilir, azarlayabilir, dostluk, aşk, nezâket mektupları ve hatta haber bile gönderebilirsiniz” diyerek, çiçek dilinin ne kadar yaygın ve güçlü bir şekilde kullanıldığını ifade etmiştir. Montagu, çiçeklerin anlamlarını öğrenmiş, yazmış ve dönerken İngiltere’ye götürmüştür. Dolayısıyla çiçeklerin fısıltılarını dünyaya duyuran İstanbul olmuştur. Bizde çiçekler bir başka dile gelir. En haşin ve soğuk metali şirinleştiriverir üzerine işlenen çiçekler ve ille de lâle… Kaba bir döşemelik kumaşta açan çiçekler onu sevimli kılar. Halılar, kilimler dokuyanların ya da dokutanların duygularını ifade için envâi çiçek motifleri taşır. Sürahiden yemek tabağına çiçeklerle bezenir porselenler, duvarlarda çiçekler açtırır çiniler, ama çinilerde illâ da lâle! Çiçeklerle ilgili yazma kitaplarda; çiçek yetiştiricisi, yeni bir çeşit tohum sahibi olarak yer alan yüzlerce ismin ne işle uğraştığına baktığımızda, devrin padişahından başlayarak sadrazamlara, vezirlere, kaptan-ı deryalara, şeyhülislâmlara, ulemâya, tarikat şeyhlerine, şairlere, zenaat ehline ve halkın her tabakasından insana kadar uzandığına şahit olmaktayız. Bu bilgiler bize, Osmanlı Türklerinde çiçek sevgisi ve merakının, köylüsünden kentlisine ortak ve yaygın bir tutku olduğunu göstermektedir.
has so much inspired its literature and art. We all know that flowers have a language, an expression and that they reflect emotions according to their colours and species. Few know, however, that the flowers first found their tongue in Istanbul during 17th century. Lady Montagu, an English living in Istanbul in 1700s, said in a letter to her friend that “you can discuss with the flowers, scold them; and send letters of friendship, love, courtesy and even messages with them;” and thus expressed how commonly and strongly the flower language was used. Montagu learnt the meanings of flowers, recorded them, and took these records with her returning back to England. Thus Istanbul became the city which made the whispers of flowers famous in the world. Flowers find their tongue in a different way as far as Turks are concerned. They, especially tulips, adorn everywhere and make even the roughest and coldest metal adorable… Blossoming flowers give sweetness to coarsest drapery. Carpets and rugs have various flower motifs in order to express the emotions of their weavers and orderers. All porcelain articles, from jugs to dishes, are adorned with flowers; flowers, and mostly tulips blossom on Chinaware walls! If we examine the names of hundreds of people in manuscript books about flowers as cultivators and possessors of new buds, it is witnessed that they include persons from a large segment of society; beginning from the Sultan of the time, up to Grand Vizier, viziers, Kaptan Pashas, Sheikhs al-Islam, Islamic scholars, tariqa sheikhs, poets, and handicraftsmen. In the light of this information, we can say that the flower love and interest was a common and popular passion for Ottoman Turks, for countrymen as well as citizens.
İSTANBUL’DA FASL –I LÂLE Farklı zeminlerde laleler / Tulips on various grounds
20 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Tezhib: Ayşe Koç
Ebru: Nurya Çakır
TULIP TIME IN ISTANBUL Ancak gül ve lâle Türk milletinin hayatında ayrı bir yer tutar. HazRose and tulip, however, occupy a distinct place in lifestyle of Turkreti Peygamberin gül ile özdeşleştirilmiş olması, gülün kokusunu ish nation. As Muhammad is identified with rose, and as the scent O’nun terinden aldığı düşüncesi, gülü kutsal kılmıştır. of rose is considered to be originated from his sweat, this flower Lâleye verilen önemin sebebi ise, “lâle” kelimesinin yazılışıyla gained a holy sense. “Allah” kelimesinin yazılışında aynı harflerin kullanılmasıdır. AlTulip is very important, also because the same letters are employed lah, hilâl ve lâle kelimelerinin aynı harflerle yazılması ve ebced for orthography of “Lâle” (Tulip) and “Allah” in Arabian. As the hesabıyla harflerin değeri toplamının altmış altı olması, lâleyi words “Allah,” “Hilâl” (crescent) and “Lâle” are written with same letAllah kelimesini temsil eder hale getirmiş, maddî ve mânevî deters, and as according to abjad system, their total numerical value ğerini arttırmıştır. Bu harflerin hiç biri noktalı olmadığından, ünlü is sixty six, the tulip has become a symbol of the word “Allah,” and lâlezârîler lekeli lâleleri makbul saymamışlardır. Lâleye yüklenen gained both moral and financial importance. As none of these letkudsiyet ve ilâhi anlamdan dolayı lâle yetiştirilmesine aşırı önem ters is dotted, the renowned tulip garden specialists have seen spotverilmiş, cami, çeşme, mezar gibi yerlerin süslenmesinde ve Türk ted tulips unacceptable. Due to sacredness and divine sense attribsüsleme sanatının hemen her dalında, yüzlerce üslupta kullanıluted to tulip, its cultivation became extremely important; and this mıştır. flower has been used in adornment of mosques, fountains, tombs, Lâle tek soğandan, yalnızca bir dal ve tek bir çiçek verdiği için and almost in every discipline of Turkish ornaments in hundreds of Allah’ın birliğini düşündürmüş ve görünüşü tevhid simgesi olan styles. elif harfine benzetilmiştir. Belki bu yüzden, bu As one tulip bulb gives only one branch and one çiçeği yetiştirmiş, yeni şekil ve isimlerle üretmiş flower, it evokes the idea of divine unity, and it olanlar arasında din ãlimleri çoğunluktadır. Ayis likened to letter “Aleph,” which symbolises Herhalde dünya üzerinde, rıca, bu kişiler sadece kendileri lâle yetiştirmekle Tawhid (unity of Allah). That may be the reason çiçekleri tarihe geçen, ciltkalmamış, yetiştirilmesine öncü olmuşlardır. for existence of many religious scholars among lerle çiçek kitapları bulunan, Bir tabip ve aynı zamanda lâle yetiştiricisi olan tulip cultivators, who also reproduced flowers çiçekçiliği iktisâdî ve sosyal Mehmet Aşkî, with new forms and names. Moreover, these hayatına yansıyan, çiçek “Olmasa mazhar eğer ism-i Celâl’e lâle, persons did not content themselves only by culsevgisi edebiyata ve sanata Nâil olmazdı, bu hüsn ile cemâle lâle. tivation of tulip in person, but also pioneered ilham kaynağı olan başka Mazhar-ı ism-i Celâl olmasa âyâ lâle, the practice. bir millet zor bulunur. Bulamaz idi bu kadar rütbe-i vâlâ lâle.” Mehmet Aşkî, who was a physician and a tulip mısralarıyla, lâleye verilen değerin kudsiyetincultivator, explains delicately that the value of It may be hard to find another den kaynaklandığını en güzel şekilde anlatmıştulip is due to its sacredness with the lines benation, whose flowers go tır. low: down into history, who has “Takvîm’ül-Kibar” isimli çiçek kitabında, lâlenin “Had not it possessed letters of God’s name, so voluminous books about ilâhî bir anlam ifade ettiği, bizzat Aziz Mahmud Beauty of tulip would have never got this flowers, whose floristry has Hüdâyî hazretleri’nin ağzından şöyle anlatılmışfame. been so much reflected in ecotır: Had not it possessed letters of God’s name, nomical and social life, and “Lâle kelimesini oluşturan harfler ism-i Celâl Never gained so much honour the tulip may love for flowers has so much harfleri ile karşılaştırılırsa aynı olduğu görülür. have.” inspired its literature and art. Bundan dolayı lâle yetiştirmeye büyük ilgi vardır. Bu çiçeğe dikkatlice bakılırsa Hakk’ın nice In “Takvîm’ül-Kibar” (“Calendar of the Elite”), mânevî sırları müşâhade edilir. Hatta, manevî a book on flowers, the meaning of tulip is nardeğerinin diğer çiçeklerden üstün olduğu o kadar açıktır ki, rağrated by Aziz Mahmud Hüdai in person as follows: bet olunan temiz ve güzel bahçelerle havası güzel topraklarda “If the letters forming the word “Lâle” are compared with the ones açılırlar. Kefere diyârında ve süflî yerlerde çiçek açmadığı gibi of “Celâl” (“Glory”), it will be seen that they are same. Here is the soğanını bile çürütür.” İstanbul’da, yabânî lâle çeşitlerinden seçireason for the deep interest in tulip cultivation. Looking carefully lerek ve melezleme usûlüyle elde edilen ve “Lâle-i Rûmî” (İstanat this flower, numerous spiritual secrets of Allah are revealed. The bul lâlesi veya Osmanlı lâlesi) adı verilen lâlelerin yetiştirilmesine superiority of tulip to all other flowers is so clear that it blossoms in Kânûnî Sultan Süleyman zamanında başlanmıştır. Bu şekilde ilk popular clean and beautiful gardens, and in nice weathered placlâle ıslâhını Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi gerçekleştirmiş ve bu es. Tulip does not blossom in the land of heathens, even its bulb rots lâleye “Nûr-ı Adn” adını vermiştir. Yeni bir tür lâleyi yetiştirebilmek there.” çok büyük sabır ve sebat işidir. Çünkü değişik renk ve özelliklere The cultivation of “Lâle-i Rumi” (Istanbul Tulip or Ottoman Tulip), sahip bir lâlenin elde edilebilmesi için en az on yıl gerekmektedir. which is obtained via selection among wild species and crossİlk İstanbul lâlesi, Yavuz Sultan Selim’in Kırım’ın güneyindeki breeding them, started during the reign of Suleiman the MagnifiKefe’den getirttiği, 300 bin lâle soğanından bazılarının ıslâhıyla cent. The first tulip reclamation is carried out by Sheikh al-Islam yetiştirilmiş olmalıdır. Ebussuud Effendi, and he called this new species “Light of Eden.”
21 MAY JUNE JULY 2009
İSTANBUL’DA FASL –I LÂLE
22 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
İstanbul lâlelerinin biçimleri, bildiğimiz lâlelerden çok farklıdır. İstanbul lâlesinin çiçeği badem biçiminde, berkleri ise hançer şeklinde ve uçları tığ gibi ince ve sivridir. İstanbul lâlesi çeşitleri 1730 yıllarından sonra yavaş yavaş kaybolmuştur. Abdullah Mahmut Efendizâde’nin Şukûfenâme’sinde, Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri’nin işâretiyle İstanbul lâleciliğinin başladığını yazar. Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi’nde bunu şöyle anlatır; “Aziz Mahmud Hüdâyî tekkesinde çileye girmiş ve tekkedekilerin pabuçlarını diken bir derviş vardır. Hüdâyî hazretleri bir gün bu dervişin odasına girdiğinde, birtakım lâle soğanlarıyla meşgul olduğunu görür ve bunları ne yapmak istediğini sorar. Derviş: -Şeyhim, bunlar memleketimin dağlarında yetişmiş hatıralar, bir yere ekeceğim. Bendeniz burada terbiye oldum, bakalım himmetinizle bu soğanlar ne olacak? diye cevap verir. Bu cevap üzerine Hüdâyî hazretleri: -Pabuççu Lâlesi mübârek olsun buyururlar. Netice olarak o soğanlardan yetişen lâleler “Pabuççu Lâlesi” adıyla çiçekçi kayıtlarına geçer. Hüdâyî tekkesinde başlayan lâle merâkı daha sonra bütün İstanbul’u sarar” denilmektedir. Gerçektende lâle yetiştirmek, ıslâh ederek farklı özelliği olan yeni bir lâleye sahip olmak, tohum sahibi olmak, yetiştiren kişiyi toplumda ayrıcalıklı kılar bir hal almıştır. Reşat Ekrem Koçu diğer bir makalesinde, on yedinci asır başlarında Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin, lâle meraklısı bir müridinin tesiriyle lâleye merak sardığını ve şeyhin İstanbul’da saygın ve etkili kişiliğinin, lâleciliği salgın hale getirdiğini ifade eder. Mutasavvıf, şair ve musikîşinas olan Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri, aynı zamanda İstanbul lâlesinin yetiştirilmesine öncü olmuştur. Lâle yetiştirilmesini teşvik ve tavsiye etmiştir, yani İstanbul lâlesi ve lâlecilerinin pîri olmuştur. XIX. yüzyılın başında yaşayan lâlezârî Mehmet Aşkî el yazması eserinde, Ebussuûd Efendi’den 1730 senesine kadar yetiştirilen lâleleri üç devreye ayırmıştır: 1. Mukaddeme-i esmâ-i lâle (İlk lâle isimleri) 2. Esmâ-i lâle der vakt-i Hüdâyî Mahmud Efendi (Hüdâyî zamanındaki lâle isimleri) 3. Hüdâyî Mahmud Efendi hazretlerinin zamanından sonra yâni
Cultivation of a new tulip kind is a work about much patience and tenacity, as it takes ten years at least in order to obtain a tulip with different colour and peculiarity. First Istanbul Tulip must have been cultivated through reclamation of 300 thousands of bulbs brought by Selim the Grim from Feodosiya in southern Crimea. The forms of Istanbul Tulips are very different compared to habitual. Its flower has an almond-like shape; the leaves resemble dagger, while the points are thin and sharp. Istanbul Tulip began to fade away gradually as for 1730s. According to Şukûfenâme (literally, “Bud Book”) of Abdullah Mahmut Efendizâde, tulip cultivation in Istanbul started thanks to the consent of His Excellence Aziz Mahmud Hüdai. Reşat Ekrem Koçu tells the story in his Encyclopaedia of Istanbul as below; “A dervish undergoes to a period of suffering in khanqah of Aziz Mahmud Hüdai; and he stitches the shoes of people in khanqah. One day, when His Excellence Hüdai enters the dervish’s room, sees him about tulip bulbs and asks what he is doing with them. The dervish: - My Sheikh, these are souvenirs grown on mountains of my fatherland, I will plant them somewhere. Me, I am cultured and educated here, we will see what will become of them, through your favour. The Sheikh ordered: - Then they should become Cobbler Tulips” Consequently, the tulips of those bulbs enter the floristry records as “Cobbler Tulip.” It is said that “the tulip interest, which started in Hüdai khanqah, spread all Istanbul in time.” Tulip cultivation, reclamation, and possession of bud or of new species with different peculiarities have indeed provided a privileged place to cultivator in society. In another article, Reşat Ekrem Koçu expresses that Aziz Mahmud Hüdai developed a passion for tulips in the beginning of 17th century, under influence of a tulip lover disciple, and that due to his prestige and potency, tulip cultivation diffused epidemically in Istanbul. Aziz Mahmud Hüdai, who was a Sufi, poet and musician, also pioneered tulip cultivation in Istanbul. He encouraged and advised, and thus became the father of tulip growing in Istanbul. In his manuscript work, Mehmet Aşkî, a cultivator who lived in the
TULIP TIME IN ISTANBUL
Avcı Sultan Mehmed Han hazretlerinin zamanından III. Sultan beginnings of 19th century, divides the tulip growing period in Ahmed Han hazretlerinin vakitlerine kadar bilinen lâlelerin isimthree, starting from Ebussuud Effendi, up to 1730: leri. 1. First tulip names Bu sınıflandırmaya göre, Hüdâyî Mahmud Efendi İstanbul 2. Tulip names during Hüdai Mahmud Effendi era lâleciliğinde bir milâttır. Yani İstanbul lâleleri Hüdâyî Mahmud 3. Tulip names after Hüdai Mahmud Effendi era, that is from the Efendi’den önceki lâleler ve Hüdâyî Mahmud Efendi’den sonraki reign of Hunter Sultan Mehmed Khan, until the age of Sultan lâleler olarak sınıflandırılmıştır. Ahmed III. Lâleler; renklerine, nakışlarına, oyalarına ve yeAccording to this classification, Hüdai Mahmud tiştiricilerine göre; Bais-i Rahmet, Hün-ü Tãb, Effendi is a milestone for tulip cultivation in IsZî Kıymet, Nakş-ı İlâhî, Cevher-i Yektã, Dil beste, tanbul. Hence Istanbul tulips are classified as İstanbul’da, yabânî lâle Cemâl-i Gülşen, Şãh-ı Cihan, Mücevher, Ferabefore and after Hüdai Mahmud Effendi. çeşitlerinden seçilerek ve hengiz, Müstesnã, Şûr-efgen, Zîb-ãver gibi isimTulips are given names such as “Mercy of the melezleme usûlüyle elde lerle isimlendirilmişlerdir. One who Reincarnates the Dead,” “Humiliated,” edilen ve “Lâle-i Rûmî” (İsZamanla lâle ve zerrin çeşitleri çoğalıp, binlerce “the Precious One,” “Divine Embroidery,” “Unique tanbul lâlesi veya Osmanlı olduğunda çiçekçilikle ilgili meseleler de artmış, Substance,” “Lover,” “Beauty of Rosary,” “Shah of lâlesi) adı verilen lâlelerin bunun üzerine meclisler kurulmuştur. Sultan the World,” “Jewel,” “the Relieving One,” “the Exyetiştirilmesine Kânûnî İbrahim zamanında (1615-1648), Sarı Abdullah ceptional,” “Deathful and Infertile,” “Adorning,” Sultan Süleyman zamanınEfendi “Ser Şükûfeciyân-ı Hassâ” – Çiçekçibaşı due to their colours, compositions, embroideries da başlanmıştır. - olarak görevlendirilmiştir. IV. Mehmed (1641and cultivators. 1692) zamanında da “Çiçek Encümen-i Dânişi” As the kinds of tulips and of daffodils increased, The cultivation of “Lâle-i – Çiçek Akademisi – kurulmuştur. Yetiştirilen new problems began to appear; hence certain Rumi” (Istanbul Tulip or Ottoçiçekler bu meclise getirilerek, kusursuz ve mümeetings were arranged. During the reign of man Tulip), which is obtained kemmel bulunan çiçeklere isim verilmiş, ismi, Sultan Ibrahim (1615-1648), Sarı Abdullah Efvia selection among wild speözellikleri ve tohum sahibi listelere kaydedilfendi was assigned as Chief Court Florist. In the cies and crossbreeding them, miştir. Bu listelerden meydana gelen defterler epoch of Mehmed IV (1641-1692), the Flower started during the reign of şükûfenãmeleri oluşturmuştur. Academy was founded. Cultivated flowers were Suleiman the Magnificent. XVII. yüzyıl sonlarına doğru, lâleye karşı olan brought to this foundation, the perfect ones ilginin bir tutkuya dönüşmesi, lâle soğanları were given names; and their names, attributes fiyatlarının aşırı yükselmesine sebep olmuştur. 1726 yılında fiand possessors were recorded. The notebooks consisting of these yatları kontrol edebilmek amacıyla, soğanların fiyatlarını belirlelists formed “Bud Books.” yen bir liste hazırlanmış ve bu fiyatların üzerinde satış yapılması Towards the end of 17th century, tulip interest became a passion, yasaklanmıştır. Hatta, “Mahbub” adlı lâle soğanının fiyatı beş yüz and the bulb prices extremely increased. In 1726, a list was arranged altına kadar çıkmış, ancak lâle çeşitlerine narh konulması üzein order to control bulb prices, and it was forbidden to make sales rine, lâle soğanlarının bin kuruştan fazla fiyatla satılması yasakfor more than the adjusted tag. For example, the price of “Mahlanmıştır. Lâlelere narh konulması ve uygulanması emri İstanbul bub” named tulip bulb boosted up to five hundred gold coins; but Kadısı Kethüdâzâde Mehmet Efendi’ye gönderilen bir Hükm –ü due to officially fixed prices, it was interdicted to sell one bulb for Hümâyun’la bildirilmiştir. more than 1000 Kurus. The legislation and execution of officially Devlet adamlarının lâleye merak duyup ilgilenmeleri XVI. yüzyıfixed price for tulips is notified to Istanbul Qadi (Muslim Judge) lın ortalarına rastlar. Bu tarihlerde değer kazanan lâlenin şöhreti, Kethüdâzâde Mehmet Effendi via an Imperial Decree. yüzyılın sonlarına doğru yabancı sefirlerin bile dikkatini çekmiş The statesmen’s interest for tulip comes at the middle of 16th cen-
23 MAY JUNE JULY 2009
İSTANBUL’DA FASL –I LÂLE Artık Nisan ayı İstanbul için lale zamanı demek / Now, April means tulip time for Istanbul
24 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
ve ülkelerine dönerken yanlarında lâle soğanı götürmüşlerdir. “Lâlezâr- ı Bağ-ı Kadîm” yazarı Mehmet Remzi, lâleye gösterilen ilgi ve îtinanın Lâle Devri’ne mahsus olmayıp çok daha eskilere dayandığını şöyle dile getirir: “ Lâleye pîr-i sabâdan bu nefes şimdi değil, Ezelîdir bu hevâ vü heves şimdi değil.” Lâle, Osmanlı İmparatorluğu’nda, XVI. ve XVII. yüzyıllar arasında süs bitkisi ve süsleme motifi olarak çok büyük bir önem kazanmıştır. Daha sonra bu ilgi doruğa çıkmış ve III. Ahmed zamanına “Lâle Devri” damgasını vurdurmuştur. 1718 ile 1730 yılları arasındaki devir için “Lâle Devri” tabiri, sonradan Yahya Kemâl Beyatlı tarafından söylenip, Ahmet Refik Altınay tarafından kullanılmışsa da, devre yakışan bir isim olarak kalmıştır. Lâle Devri, dönemle özdeşleşen Sâdâbad safâlarından ibâret değildir. Aynı yıllarda binlerce ciltlik kütüphaneler kurulmuş, ilk matbaa açılmış, eğitim kurumları yaptırılmış, itfâiye kurumlaştırılmış, nice âlim ve sanatkâr yetişmiştir. Bu devirde lâle, yalnızca zevk u safâ ve eğlence aracı olmamıştır. Lâleye gösterilen ilgi ve yapılan şenlikler, Sultan III. Ahmed’in On yedinci asır başlarında Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin, lâle meraklısı bir müridinin tesiriyle lâleye merak sardığını ve şeyhin İstanbul’da saygın ve etkili kişiliğinin, lâleciliği salgın hale getirdiğini ifade eder.
tury. The fame of tulip, which was highly appreciated back then, aroused the attention of even foreign ambassadors in late 1500s; and they took bulbs with them returning their countries. Mehmet Remzi, author of “Lâlezâr- ı Bağ-ı Kadîm,” (“Eternal Tulip Garden”) affirms that interest and attention for tulip does not necessarily belong to Tulip Era, and that it dates back to much earlier times: “The breath to tulip, morning wind not recently gave This desire and flavour, all eternal, are not new.” In 16th and 17th centuries, the tulip came into prominence as a decoration plant and ornament motif in Ottoman Empire. This interest gradually culminated and finally, made its mark during the reign of Ahmed III, naming it “Tulip Era.” “Tulip Era” indicates the period between 1718 and 1730. The term was discovered by 20th century poet Yahya Kemâl Beyatlı, and used by Ahmet Refik Altınay. Despite the ages since, it has remained as a term well-defining the epoch. Tulip Era does not only consist of Sadabad Feasts, with which it is often identified. In this period, libraries of thousands volumes were Expresses that Aziz Mahmud Hüdai developed a passion for tulips in the beginning of 17th century, under influence of a tulip lover disciple, and that due to his prestige and potency, tulip cultivation diffused epidemically in Istanbul.
TULIP TIME IN ISTANBUL
25 MAY JUNE JULY 2009
ifadesiyle, “Kudret –i ilâhiyyeyi nazar –ı ibret ile temâşâ için” yani Allah’ın gücünü, dersler alarak, sonuçlar çıkararak seyretmek ve gözlemlemek içindir. “Yüce saltanat şehrimin halkı, şehrin havası ve suyunun güzelliğiyle ve Allah’ın kudretini ders alarak seyretmek için, eski zamanlardan beri çiçekçiliğe rağbet eder. İstanbul lâlesi (Lâle –i Rûmî) terbiyesini de eski zamandan bu yana âdet edinmiştir…” sözleriyle başlayan fermânı, lâleye olan ilginin bir çılgınlık değil, bir tefekkür medeniyeti oluşturduğunu ortaya koyar. Yine şu beyitte de, lâlenin güzelliğinin Allah’ın gücünü ve yüceliğini gösterdiği hoş bir şekilde ifade edilmiştir: “O tarâvet, o letâfet elhâk Lâlezar içre beğim Kudret –i Hakk” Diğer bir beyit aynı vurguyu, bir başka şekilde, dile getirir: “Yoktur bu ab u tab ne mihr ü ne jâlede İzhar ı kudret eylemiş Allah şu lâlede” İstanbul’da doğmuş yerli bir Türk buluşu olan Lâle merakı, daha sonraları nerdeyse tamamen unutulmuş, diğer çiçekler arasında kaybolmuş, değer ve önemini yitirmiştir. Lâle soğanı ilk defa, Kanûnî devrinde Hollanda’ya götürülmüştür. Ancak Hollandalılar, bu işi geliştirerek millî kültür haline getirmişlerdir. Kanûnî devrinde İstanbul’un lâlesi ve leylâkları çok meşhurdur. Yılmaz Öztuna da, lâle, leylâk, sümbül ve tûğ-ı şâhî çiçeklerinin tohumları ilk defa Hollanda’ya ve oradan diğer Avrupa ülkelerine, XVI. yüzyıl ortalarında Kânûnî nezdinde Almanya büyükelçisi olan Baron von Busbecq tarafından götürüldüğünü; lâle soğanının Türkiye’den Hollanda’ya getirilişinin, Hollanda’da her yıl millî
founded; the printing was established for the first time; educational institutions were built; the fire brigade became an institution; and numerous scholars and artists were brought up. Tulip was not merely a pleasure or feast mean during the era. The tulip interest and the festivals developed, according to Sultan Ahmed III, “in order to contemplate and to observe God’s potency, learning from it and drawing an inference.” His decree starting with “People of my sovereign sultanate city give heed to floristry since earliest times, in order to contemplate the beauty of weather and water of the city, and the potency of God, learning from it. Istanbul Tulip has become a discipline since then…” manifests that the tulip interest was not a mania, but a mean of creating a reflective civilization. In this couplet, it is well expressed how beauty of tulip reflects the potency and dignity of God: “Oh, that freshness, delicacy, reflects nothing but Within tulip garden, the omnipotence of God,” Another couplet depicts the same emotion in a different way: “Neither Sun nor dew has brightness of tulip, Seems God wanted to show His power creating it.” Tulip interest, which was a Turkish discovery born in Istanbul, was later almost totally forgotten, lost among other flowers, and deprived of its value and importance. Tulip bulb was taken to Netherlands for the first time during Suleiman the Magnificent era. The Dutch, however, developed this profession and adopted it as their national culture. The tulips and lilacs of Istanbul became renowned under Suleiman
İSTANBUL’DA FASL –I LÂLE İstanbul'da baharlar bir başka güzel / The spring has a unique beauty in Istanbul
26 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
bayram olarak kutlanmakta olduğunu yazmaktadır. Bizde ise bir zamanlar; Sultan’dan Pabuççu’ya kadar uzanan lâle sevdâsı, Yıldırım Bâyezid’e tılsımlı gömleğinin sırtına lâle motifi kondurmuş, Fâtih sultan Mehmed’e kaftanını lâlelerle bezetmiş, Yavuz Sultan Selim’e Kefe’den lâle soğanı ısmarlatmış, Kânûnî Sultan Süleyman’a lâle redifli şiirler yazdırmış, Sultan I. Ahmed’i bizzat lâlezârî yapmış, Avcı Mehmed’e çiçek enstitüsü kurdurmuş ve nihayet Sultan III. Ahmed’i Sâdâbâd’e götürdüğü sırada lâle çeşitleri bini aşmış, ruh ve sanat âleminde lâle zirveye ulaşmıştır. Din âlimleri lâle yetiştirilmesinde öncü olmuşlar ve yetiştirilmesini teşvik etmişlerdir. Lâle-i Rûmî de denilen İstanbul lâlesi özelliğindeki ilk lâleyi Ebussuud Efendi yetiştirmiş, Aziz Mahmud Üsküdârî de onu takip ederek, lâlemize binlerce renk ve biçim kazandırılmasına öncü ve teşvik edici olmuştur. Bunlardan başka, ulemadan birçok kişi çiçekçilik ve özellikle de lâle cinslerini çoğaltmak için çaba göstermişler ve çevrelerini bu işe teşvik etmişlerdir. Ancak daha sonra, bir devre adını vermiş, şiire, edebiyata, süsleme sanatları ve diğer güzel sanatlara konu olmuş, ilham vermiş bir değer olmasına rağmen vefasızlığa uğramıştır. Başlı başına bir kültür oluşturmuş bu nadide çiçek, şaşaalı zamanlarındaki maddî ve mânevî himâyeyi, maalesef daha sonraları bulamamıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar; “Lâlenin zevkteki yeri kayboldu. O artık hiçbir şeyin sembolü değildir. Ne şair onun renginde sevgilisinin yanağının rengini hatırlıyor, ne nakkaş çiniye, mermere yahut parmaklığın iyi dövülmüş madenden dantelâsına onun birlik işaretini, bir ‘lam elif’in
the Magnificent reign. Yılmaz Öztuna tells that the buds of tulip, lilac, hyacinth, “Sultan’s Quill” tulip were firstly taken to Netherlands, and then to other European countries by Baron von Busbecq, the ambassador of Germany in Suleiman era; and that the anniversary of its arrival from Turkey to Holland is celebrated every year by the Dutch as a national festival. As for us, once upon a time, due to tulip love extending from Cobbler to Sultan, a tulip motif was placed on the back of talismanic shirt of Beyazit I, the flower adorned Mehmed the Conqueror’s caftan, Selim the Grim demanded bulbs from Feodosiya, Suleiman the Magnificent wrote rhymed poems on it, Sultan Ahmed I became a tulip garden specialist, Mehmed IV the Hunter founded a flower institute, and finally Sultan Ahmed III went to Sadabad, while the tulip species exceeded 1000, and the tulip reached to its peak in spiritual and artistic world. Religious scholars pioneered tulip cultivation and encouraged the practice. The first Istanbul Tulip was grown by Ebussuud Effendi; Aziz Mahmud Hüdai followed him and became a leading and encouraging figure while our tulip earned thousands of colours and forms. Apart from these, many scholars endeavoured in order to multiply the species of flowers, especially of tulip, and prompted their environment in the same way. In later times, despite once giving its name to an era, becoming the prevailing theme in poesy, literature, ornamental works, and inspiring all of these, the valuable tulip suffered disloyalty. This precious flower, which formed a culture almost on its own, never found back the material and moral protection it used to in its prime.
TULIP TIME IN ISTANBUL bükülüşü ile Allah’tan gayrı her mevcûdun varlığını ortadan Ahmet Hamdi Tanpınar narrates this disloyalty in his striking style: kaldıran sessiz belâgatını geçirmeye çalışıyor; ne de yazı ustası, "Tulip lost its place in pleasure. It no more symbolises anything. The eski lam’ların kavsinden onun şeffaf fanusunu tutuşturuyor. Lâle poet does not recall the colour of his beloved’s cheek looking at it; şimdi zevk dediğimiz terkibin dışında, arkasından tanrısı çekilmiş neither the miniaturist voices the silent declamation that annihiherhangi bir şekil gibi sadece bir çiçek olarak mevcuttur…” derlates existence of all but God with a twisting “aleph” and “lamed,” ken bu vefasızlığı çarpıcı bir üslupla anlatmıştır. marking its sign of unity on chinaware, marble or well-forged metal 1730 yıllarından sonra İstanbul lâlesi çeşitleri kaybolmaya başlalacework of railings; nor the calligraphist conflagrates its transpardığı gibi, birkaç sene öncesine kadar bildiğimiz lâle de az görülür ent bell-jar via the curve of “lamed.” The tulip is now outside the bir çiçekti. Çocukluğumuzun Emirgân’daki lâle bayramları tarihe composition called pleasure, remains merely as a flower, whose karışmış, baharda boy göstermeye çalışan ithal lâleler bile eski God is taken away…" neşesini kaybetmişti. After 1730s, the Istanbul Tulip began to disappear; until quite reHollanda’da bir sanayi, lâle üzerine bir turizm sektörü oluşturan cently, even the ordinary tulip had become a rare flower. Ancient lâlenin, öz topraklarında daha fazla ilgiye ve tanınmaya muhtaç tulip feasts of our childhood in Emirgân were a thing of the past; hale gelmiş olması üzüntü vericidir. Bu hüznü gidermek ancak, even the import tulips striving to show-off in spring had lost their lâlenin, lâle bahçelerinin ve lâlenin nakşedildiği bütün sanat dalformer joy. larının tanıtılması için birkaç yıldır sürdürülen gayretlerin arttırılIt is a sorrow that the tulip, which became part of an industry and ması ile mümkün olabilir. a tourism sector in Netherlands, is in need of more interest and recSon yıllarda göze çarpan İstanbul’u lâlelendirme gayreti ile birlikognition in its native land. We can overcome this sorrow only by inte İstanbul Lâlesi yetiştirme çabaları sonuç vermeye başlamıştır. creasing the recent efforts for reintroducing tulip, tulip gardens and Lâle –i Rûmî, İstanbul’u yeniden süslemeyi ve all art disciplines including this flower. kültür başkenti İstanbul’un sembolü olmayı Thanks to efforts over last years, re-cultivation sürdürecektir. Binlerce renk ve çeşide ulaşması of Istanbul Tulip seems to work. It will once more İstanbul’da doğmuş yerli pek mümkün görünmese bile medeniyetimiadorn the city and remain as symbol of Istanzin önemli bir parçası olan lâlenin topraklarına dönmesi sevindiricidir. Yeniden Lâle Bayramları düzenlenmeli, yeniden lâle bahçeleri oluşturulmalıdır. Tarihimizde bir bahçe kültürü ve medeniyeti oluşturan Haliç kıyılarında, Boğaziçi’nde Osmanlı bahçe geleneğine özgü düzenlemelerle kurulacak bahçelerde lâle yetiştirilmesi ve bu bahçelerde lâle şenlikleri yapılması anlamlı olacaktır. Yazıya, her bahar yeni lâlezarlarda buluşmak dileğiyle, lâlenin rûhunu, itibar ve saltanatını iade için gayret gösterebilecek herkese, zamanımızdan bir şarkı sözüyle seslenerek son verelim: “Ben bir beyaz lâleyim Var sana diyeceğim Tut beni ellerimden Gidersen öleceğim”
bul, European Capital of Culture. Even though it seems unlikely to regain its thousands of colours merakı, daha sonraları and species, it is pleasing to see the tulip, which nerdeyse tamamen unuoccupies a notable place in our civilization, back tulmuş, diğer çiçekler arahome. Tulip Feasts should be arranged again, sında kaybolmuş, değer ve and we must reform tulip gardens. It will be önemini yitirmiştir. meaningful to grow tulips and to arrange tulip festivals in gardens of Golden Horn and Bosporus, which have established a garden culture Tulip interest, which was a and civilization throughout history, in coherence Turkish discovery born in Iswith Ottoman garden tradition. tanbul, was later almost toFinally, we hope to meet again in new tulip gartally forgotten, lost among dens every spring, and give the lyrics of a song of other flowers, and deprived our time, for everyone who can work for restorof its value and importance. ing soul, prestige, and sultanate of tulip: “A white tulip I am Have a word for thee Hold hands of mine I shall die, if you leave.” bir Türk buluşu olan Lâle
Kaynaklar / References: Abdullah Mahmut Efendizâde, Şukûfenâme, Millet Kütüphânesi, A. E. Tby. 167. Ahmet Refik, Eski İstanbul, İletişim Yayınları, Istanbul, 1998. Cevdet Paşa, Tarih, Matbaa-i Âmire, Istanbul. Defter-i Lâlezâr-ı İstanbul, Millet Kütüphânesi, A. E. Tby. 164. Haluk Şehsuvaroğlu, Asırlar Boyunca İstanbul, Cumhuriyet Gazetesi Eki, Date: N/A. Mehmet Remzi, Gonca-i Lâlezâr- ı Bağ-ı Kadîm, Millet Kütüphânesi, A. E. Tby. 157 M. Münir Aktepe, “Damat İbrahim Paşa Devrinde Lâle”, Tarih Dergisi, v. 4, issue 7. Necdet Sakaoğlu, “Lâle” maddesi, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Tarih Vakfı, İstanbul, 1994, v. 5, p. 178.
Nurhan Atasoy, Hasbahçe, Aygaz, Istanbul, 2002. Oktay Aslanapa, Bizde ve Hollanda’da Lâle Devri, Türk Yurdu Dergisi, v. 2, issue 3. Orhan Şâik Gökyay, Divan Edebiyatnda Çiçekler I, Güçlük Nerede? Seçme Makaleler 3, İletişim Yayınları, Istanbul, 2002. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB yayını, Istanbul, 1971. Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, Ahmed Kâmil maddesi, 1958. Reşat Ekrem Koçu, Tarihte Türk Çiçekçiliği, Büyük Doğu Mecmuası, 1943, issue 3. Tabip Mehmet Aşkî, Takvîm’ül-Kibar min Mi’yâr-ül Ezhâr, Millet Kütüphânesi, A. E. Tby. 167. Turan Baytop, Lâle Albümü, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1998. Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi,Faisal Finans Kurumu Yayını, Istanbul, 1986
27 MAY JUNE JULY 2009
III. AHMED YEMİŞ ODASI-SULTAN III. AHMED HASODASI
III. AHMED
YEMİŞ ODASI SULTAN III. AHMED HASODASI
28 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
YEMİŞ ODASI VEYA AHMED-İ SALİS’İN TAAM (YEMEK) ODASI DA DENİLEN YAPI, KİTABESİNE GÖRE BİR “NÜZHET-GÂH” YANİ EĞLENME, DİNLENME YERİ OLARAK YAPILMIŞTIR. KAPISINDAKİ LEVHA BİÇİMİNDEKİ KÜÇÜK KİTABESİNDE DE ARİF’İN TARİH DİZELERİ İLE YAPININ 1705’TE YAPILDIĞI ANLAŞILMAKTADIR.1 Dr. H. Canan Cimilli Halit Ömer Camcı
DINING ROOM
OF AHMED III
(ROYAL ROOM OF SULTAN AHMED III)
Dining Room of Ahmed III is built, according to its epigraph, as “nüzhet-gâh,” a place of entertainment and rest. Lines of Arif on little inscription sign at the door, dates the construction back in 1705.
*Yazar-Topkapı Sarayı / Author-Topkapi Place
DINING ROOM OF AHMED III-ROYAL ROOM OF SULTAN AHMED III Topkapı Sarayı Harem’indeki, I. Ahmed Has Odası ile Hünkâr Sofası’nın şirvanı arasında yer alan Sultan III. Ahmed’in bu küçük odasına, küçük dar bir giriş ile I. Ahmed Has Odası’ndan girilir. Hünkâr Sofası’nın şirvanı altında açılan ikinci bir kapısı da ayna arkasından gizli bir koltuk kapısı gibi işlev görür. Diğer yandan ayna biçimli kapının ise yapıdaki dekorasyonu tamamlayan, görünümü bozmayan bir amaçla yapıldığı da düşünülebilir. Ahşap karkastan yapılmış olmasına rağmen yapının baca tarafının önceden hımış denilen kerpiç üzerine yapılmış bir duvar olduğu düşünülmektedir. Odanın ölçüleri ise on beş metrekaredir. Sultan III. Osman Taşlığı’na bakan altlı üstlü dört penceresi olan yapının basık ve süslemeli tavanının ortasına büyük bir ayna yerleştirilmiştir. Binanın orijinalinde tavandaki ayna sürülerek geriye itildiğinde bu bölümün de orijinalinde kubbeli olduğu görülmüştür. Gülsün Tanyeli’nin Topkapı Sarayı Yıllığındaki makalesinde2 bu kubbelerin içten görünümü de bulunmaktadır. Bu kubbenin varlığı ile Sultan III. Ahmed’in yemek veya yemiş odasının yerinin, I. Ahmet odası ile Hünkâr Sofası arasındaki ileri hizada kalan boşluğun bir kemer ile örtülmesi ve bir çıkma ilave edilmesi neticesinde kazanılmış bir oda olduğu anlaşılır. Odanın duvarlarında ve tavanında görülen aynalar ise Venedik’ten getirilmiş ve sonradan buralara takılmıştır. Tavan eteğini dört taraftan dolanan yazı kuşağında Arapça manzumeler yazılıdır. Pencere tarafında bulunan zarif ocak ise döneminin zevkli süsleme anlayışlarını yansıtır. Ocağın iç kısmında ise deniz ve manzara resmi yapılmıştır.
This small room, which takes place between Royal Room of Ahmed I and mezzanine of Sultan’s Sofa in Harem of Topkapi Palace, has a little, narrow entrance from Royal Room of Ahmed I. A second door, opening under mezzanine of Sultan’s Sofa, functions as a secret service door behind the mirror. On the other hand, this mirror can be considered as a door installed in order to complete the decoration of building, and not to discomfort the view. Despite its wooden frame construction, the chimney side is considered to be a wall, bonded on adobe, which was called as half-timber in the past. The room measures fifteen square meters. The building, which fronts on Sultan Ahmed III Stony Ground and has four windows two above two below, includes a mirror in the middle of depressed and ornamented ceiling. In the original building, when the mirror was slid backwards, you could see the domes in this section too. The article by Gülsün Tanyeli in Topkapi Palace Annual shows the inner looks of mentioned domes. Due to this dome, we find out that the necessary space for dining room of Ahmed III is obtained by covering the gap between Ahmed I room and Sultan’s Sofa with an arch and addition of a coving. The mirrors on walls and ceiling of the room are brought from Venice and installed afterwards. There are Arabian poems written on the cinctures encircling ceiling plinth on four sides. The elegant hearth on window side reflects tasteful decoration conception of the time. There is a sea landscape on the inner side of the hearth.
29 MAY JUNE JULY 2009
III. AHMED YEMİŞ ODASI-SULTAN III. AHMED HASODASI
30 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Bu güzel odanın asıl özelliğini ahşap kaplı duvarlardaki lake tekniğinde işlenmiş natüralist çiçek ve meyve kompozisyonları oluşturmaktadır. Bu çok süslü ve küçük ölçüdeki oda, döneminde çok yaygın olan lak (rugais) denilen Edirnekâri tarzındaki işçilik ile ahşap üzerine altın tezhipli olarak yapılmıştır. Duvar yüzeyleri farklı şekil ve boylarda panolara ayrılmış, bunların içinde de saksı ve kâse içinde çiçek ve yemiş motifleri ile boyanmıştır.
DINING ROOM OF AHMED III-ROYAL ROOM OF SULTAN AHMED III
31 MAY JUNE JULY 2009
The genuine beauty of the room depends on naturalist flower and fruit compositions of lacquer, engraved on wainscots. This highly ornamented little room is built with golden Ottoman illumination on timber, using Edirne style lacquer workmanship, which was quite popular back then. Wall surfaces are divided into panels in different forms and dimensions, and motifs of flowers and fruits in vases and bowls are painted within these.
III. AHMED YEMİŞ ODASI-SULTAN III. AHMED HASODASI
32 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Bu güzel odanın asıl özelliğini ahşap kaplı duvarlardaki lake tekniğinde işlenmiş natüralist çiçek ve meyve kompozisyonları oluşturmaktadır. Bu çok süslü ve küçük ölçüdeki oda, döneminde çok yaygın olan lak (rugais) denilen Edirnekâri tarzındaki işçilik ile ahşap üzerine altın tezhipli olarak yapılmıştır. Duvar yüzeyleri farklı şekil ve boylarda panolara ayrılmış, bunların içinde de saksı ve kâse içinde çiçek ve yemiş motifleri ile boyanmıştır. Sultanın Harem’de yaptırdığı bu odanın ahşap duvarları da baştan aşağı yan yana sıralanan çiçeklerle dolu vazolar ve çeşitli meyveler dolu tabaklarla donatılmıştır. Bu dekorasyon III. Ahmed döneminde (1703-1730) Lale devri yeniliklerinin ilk natüralist örneği olarak önem kazanır. Devrin yeni süsleme zevkini yansıtan bu odada, aynı zamanda ünlü ve yetenekli bir hattat olan Sultan III. Ahmed’in dinlendiğini ve seçkin hat çalışmalarını belki de burada yapmış olabileceğini düşündürecek kadar eşsiz bir odadır. III. Ahmed Yemiş Odası’ndaki ahşap üzerine kullanılan ve tezhiple süslemeli lake işçiliği ise çok özenli bir çalışma ile hazırlanmıştır. Lake işçiliği ile ilgili olarak Celal Esad Arseven’in Sanat Ansiklopedisi’nde tanımlandığı üzere;“tahta üzerine boya ile yapılan tezyini nakışlara Edirne işi denildiğini, hatta duvarların üstüne kabartma lâklı kaplamalar yapıldığı gibi dolap kapılarına da uygulandığını, saatler, sandıklar, çekmeceler, rafların, Edirnekâri denilen boyama tarzının çok eski devirlerden itibaren Türkistan’dan beri görüldüğünü ve on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından sonra ise özellikle Diyarbakır, Bursa, İstanbul ve Edirne gibi şehirlerde daha fazla yapılmış olduğunu” öğreniyoruz. Günümüze hemen hiçbir şey kalmamış olan Sultan III. Ahmed’in çok sevdiği Edirne Sarayı’nda da lake işçilikle yapılmış kapı, dolap kapağı, çekmece, vb. çeşitli eşyalar olduğu da bilinir. Belki de Topkapı Sarayı’nın bir örneği olan bu sarayda da III. Ahmed Yemiş odasının bir benzeri bulunuyordu. Bu dönemde bahçelerden toplanıp, evlere vazolar içinde getirilen çiçeklerle, düğünlerde gelin çeyizi olarak laledanlar ve
Onyedinci yüzyılda Osmanlı’da önce ‘Ser Şükufeciyan-ı Hassa’ diye adlandırılan Çiçekçibaşılık Kurumu, sonra da ‘Çiçek Encümen-i Danişi’ yani Çiçek Akademisi kurulmuştu.
The genuine beauty of the room depends on naturalist flower and fruit compositions of lacquer, engraved on wainscots. This highly ornamented little room is built with golden Ottoman illumination on timber, using Edirne style lacquer workmanship, which was quite popular back then. Wall surfaces are divided into panels in different forms and dimensions, and motifs of flowers and fruits in vases and bowls are painted within these. The wainscots of this room, built in Harem by the order of Sultan, are entirely full of ornaments describing flower vases and fruits bowls laid together. This decoration is notable, as it is the first naturalist example of Tulip Era novelties during Ahmed III reign (1703-1730). The room, which reflects the new ornament style of the epoch, is unique enough to lead us consider that Sultan Ahmed III, who himself was a well-known and gifted calligrapher (“hattat”), rested, and maybe worked on his exclusive calligraphy pieces here. The lacquer workmanship on timber, with illumination ornament, is elaborated very meticulously. In his Encyclopaedia of Art, Celal Esad Arseven defines the lacquer workmanship as follows: “adorning embroideries by the application of dye on timber, are called Edirne style; as relief lacquer boarding is used on the walls, as well as on cupboard shutters, clocks, chests, drawers, shelves; the painting style called Edirnekâri dates back to very early ages, in a region extending until Turkestan; and in the second half of 18th century, it was applied much more especially in cities like Diyarbakir, Bursa, Istanbul and Edirne”. Besides, it is well-known that Edirne Palace, which Sultan Ahmed III loved deeply, had doors, cupboard shutters, drawers and several other furniture of lacquer, though there is nothing left from that building today. Maybe in this Palace, which was similar to Topkapi, there was a dining room like the one of Ahmed III.
During seventeenth century, first ‘Ser Şükufeciyan-ı Hassa,’ literally Imperial Floristry Institution, and then ‘Çiçek Encümen-i Danişi’ aka Flower Academy were founded in Ottoman Empire.
DINING ROOM OF AHMED III-ROYAL ROOM OF SULTAN AHMED III
33 MAY JUNE JULY 2009
değerli vazolar içinde gönderilen çiçeklerin, tabaklar içinde sunulan meyvelerin dönemin süslemelerine de yansıdığını, taş, çini, kumaş, ahşap malzemede bu süslemelerin kullanıldığını görüyoruz. Türklerdeki çiçek sevgisi sanata yansımış, Türk süsleme sanatında klasik dönemde kullanılan “Hatai” motifler ve “Şûküfe tarzı” süsleme Edirnekari motiflerde natüralist bir anlayışta uygulanmıştır. Bu sanatın kaynağı ise doğadır. Doğadaki çiçek sevgisinin örneğini on yedinci yüzyılda Evliya Çelebi’nin Edirne’yi ziyaret ettiğinde, Eski cami içinde cemaat arasında vazolarda çiçekler yerleştirildiğini gördüğünü ve bunun bir gelenek olduğunu anlatırken, on sekizinci yüzyılda da Lady Montagu Edirne’de çiçek yetişmenin büyük bir merak olduğunu mektuplarında anlatmıştır. Lady Montagu Sultan III. Ahmed dönemindeki bir köşkün bahçesini şöyle tanımlar: “Ortada bir çeşme olan genişçe bir odanın etrafı asma yaprakları sarılmış yaldızlı kafeslerle çevrelenmiştir, yasemin ve hanımeli sarmaşıkları bir çeşit yeşil duvar oluşturur.”“sarayın altmış bir bahçesi bulunduğunu, 1660 yılında bahçelerde 5000 bahçıvan bulunduğunu, bunlardan 947 kişinin sarayda görevli olduğunu ve bu sayının 1677 yılında 2000’e çıktığını”3 belirtir. Croix’ın anlattığına göre: “Bahar bayramı lâlelerin açmasıyla başlardı ve bahçelerde fenerler, süsleme ve dekorasyon parçası olarak kullanırlardı. Sultan III. Ahmed kır yaşamını sevdiği için çiçeklere karşı alışılmadık bir tutkusu vardı; hepsinden öte de lâle’yi severdi. Bu sevgisi iktidarında başkentten önemli bir rol oynamıştı. Bu döneme Lale Devri dendi. Onun etkisi Sultan I. Mahmud zamanında da
We see the flowers picked from the gardens and brought home in vases, also the ones given as trousseau in tulip vases, the fruits serviced in bowls. They are all reflected in stone, tile, clothed, timber ornaments of the time. The flower love of Turks was also manifested in art; the “Hatai” motifs and “Gardener style” ornaments were applied on Edirne style motifs in a naturalistic way. The origin of this art is nothing but nature. The love for flowers in nature is exemplified by Evliya Çelebi, as he tells of the flowers in vases he saw in Old Mosque of Edirne, and explains it was a tradition back then, in 17th century. Moreover, in 18th century, Lady Montagu tells in her letters about great interest in flower cultivation in Edirne. Lady Montagu defines the garden of a manor in Sultan Ahmed era as follows: “The wide room, with a fountain in the middle, is encircled by gilded frameworks covered with vine leaves; thus, ivies of jasmine and honeysuckle form a kind of green wall.” It is also indicated that “in 1660, the palace had sixty one gardens and 5000 gardeners, 947 of whom were employees in the palace, and this number increased to 2000 in 1677” . According to Croix, “The spring feast took off when tulips first blossomed, and torches were used in ornament and decoration of gardens. As Sultan Ahmed III loved country life very much, he had an unusual passion for flowers; and loved tulip more than any other. This love played an important part in the capital throughout his reign. The
III. AHMED YEMİŞ ODASI-SULTAN III. AHMED HASODASI
34 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
(1730-1754) sürdü ve “tulipomania” aynı şekilde devam etti. Hollanda ‘da ise bir yüzyıl sonra lale ilgisi başladı” diye bahsetmektedir. On sekizinci yüzyılda Neşatâbat Sarayı bahçeleri, lale tarhları ile bezenmişti. Bu sarayın laleleri meşhur olduğu için yeni lalelerden birçoğuna bu saraya izafetle neşatefza, neşatüfken, neşatbahş gibi isimler verilmişti.4 Asırlar Boyunca İstanbul isimli kitapta anlatıldığına göre ise saray bahçelerinde çiçek yetiştirilmesinin yanı sıra çeşitli meyveler yetiştirildiği, Topkapı Sarayı’nın bahçelerinden “siyah hanım parmağı” ismi verilen bir çeşit üzüm cinsinin de yetiştirildiğini ve bu bahçelerde meyve ağaçlarına yer verildiğini de anlıyoruz. Onyedinci yüzyılda Osmanlı’da önce ‘Ser Şükufeciyan-ı Hassa’ diye adlandırılan Çiçekçibaşılık Kurumu, sonra da ‘Çiçek Encümen-i Danişi’ yani Çiçek Akademisi kurulmuştu. Bu dönemde Edirne’den Mardin’e kadar birçok şehirde lale bahçeleri vardı. Lale merakı öyle yoğundu ki imparatorluk lale fiyatlarına narh denilen bir sınır koymak zorunda kalmıştı. 1725 tarihli lale narhı listesinde en pahalı lale 200 kuruşla Nize-i Rummani’ydi. Osmanlı döneminde laleler renklerine, üzerinde beliren süslemesine, boylarına göre isim alırdı; necmi çemen (çimen yıldızı), mevci elmas (elmas dalgası), lali muzab (erimiş yakut; erimiş dudak), fevvarei nur (nur fıskiyesi), dameni dür (incieteği) vb. isimler bunların bir kaçıdır.
period was called as Tulip Era. Same influence continued during reign of Sultan Mahmud I (1730-1754) and the “tulipomania” remained unchanged. The tulip interest in Netherlands started only a century later.” In eighteenth century, “Neşatabat” Palace gardens were adorned with tulip beds. As its tulips were very famous, numerous new species were given names like “neşatefza,” “neşatüfken,” “neşatbahş” regarding the name of the palace. According to book Asırlar Boyunca İstanbul (“Istanbul for Centuries”), various fruits were cultivated in gardens as well as flowers. For example, a kind of grape called “black lady finger” was also grown in Topkapi Palace gardens, together with fruit trees. During seventeenth century, first ‘Ser Şükufeciyan-ı Hassa,’ literally Imperial Floristry Institution, and then ‘Çiçek Encümen-i Danişi’ aka Flower Academy were founded in Ottoman Empire. In this period, there were tulip gardens in many cities from Edirne to Mardin. The interest in tulip was so dense that the empire had to limit their prices by an official price fixing regulation. According to 1725 dated tulip fixed price list, the most expensive type was Nize-i Rummani, with a tag of 200 Kurus. The tulips in Ottoman Empire were named regarding their colours, ornaments and dimensions; “necmi çimen” (star of grass), “mevci elmas” (diamond
DINING ROOM OF AHMED III-ROYAL ROOM OF SULTAN AHMED III
35 MAY JUNE JULY 2009
Günümüze kadar ulaşamayan bu cins cins lalelerin bazılarını ise Sarayın Harem’inde III. Ahmed Yemiş Odası’nda görebiliyoruz. Vazolar içindeki natüralist çiçek demetleri arasındaki sivri uçlu, tığ yapraklı bu laleler görülmektedir. Alt sırada ise meyve dolu tabaklarda arasında armut, elma görünümlü, üzüm gibi cins cins meyvelerle resmedilmiştir. Süslemelerin her biri birer çerçeve içine alınan yan yana nişler biçiminde ve birer vazo içine yerleştirilmiştir. Bu hali ile odanın her yanında nişler bulunup da sanki içlerinde meyveler ve çiçekli vazolar yerleştirilmiş görüntüsü verilmek istenmektedir. Alttaki düzenlemede ise bazıları uzun sürahi biçimli vazolara yerleştirilmiştir. Desenlerin arasında pencerenin iki yanındaki panolarda ise iri vazolu örneklerden sağdakinde değişik renkli altı sivri uçlu ince ve zarif laleler, sümbüller ve güllerin üzerinde, altın bir vazo içinde yükselir. Birkaç örnekte süslü, dilimli ve şişkin görünümlü vazolar, Çin porseleninden bir kâseye oturtulmuştur. Günümüzde bu Çin porselenlerinin aynı desenlerini veya yakın benzerlerini Topkapı Sarayı’nın mutfaklar bölümüne kayıtlı değerli Çin porselenlerinde de görebilmekteyiz. Bu konu ile ilgili Ayşe Erdoğdu’nun makalesinde5 III. Ahmed Yemiş Odası’nda duvarlardaki lake işçilikle resmedilen bu porselenlerin Osmanlı Saray mutfağında da kullanıldığından bahsedilmektedir. Odada üst sırada bir niş içinde görünümünü veren sütunlu bölümler içerisinde tabaklar içinde hazırlanan meyveler içinde ortaları yarılmış nar tabakları, kayısılar, şeftaliler, ayvalardan, siyah ve
wave), “lali muzab” (molten ruby, molten lip), “fevvarei nur” (sprinkler of light), “dameni dür” (pearl bottom) etc. can be given as examples. Today, it is possible to see some of these non-extant tulips, in Dining Room of Sultan Ahmed III in the Seraglio. These pointed, needle-leaved tulips are seen among naturalist bouquets in vases. In the lower row, they are pictured among dishes full of various fruits such as pear, apple, grape etc. Each ornament is placed into vases as framed, side to side niches. The aim is to give an impression of niches all around the room, with their fruits and flowers in vases. In the composition below, some are placed in tall, jug-like vases. There are panels between the figures, on both sides of the window. The panel on right-hand side has one of big vase examples, in which spiky, slim and elegant six tulips of different colours arise from a golden vase, among hyacinths and roses. In some pictures, the adorned, lobed and turgid vases are mounted in a chinaware bowl. Today we can see the same or similar examples of these among the valuable chinaware articles recorded in kitchens section of Topkapi Palace. Ayşe Erdoğdu affirms that these chinaware articles figured via lacquer workmanship were also used in Ottoman Court Kitchen. On the upper row, within columnar sections which look as if they were in a niche, there is a notable
III. AHMED YEMİŞ ODASI-SULTAN III. AHMED HASODASI
36 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
beyaz üzümlerden, incir, elma, armut, erik tabaklarından zengin bir meyve çeşitliliği dikkati çeker. Topkapı Sarayı Müzesi’nde YY 94 (eski no Y765) 57 yapraklık, toplam 587 çeşit meyve ağacının türünü ve kökenini bildiren, tahminen 1847 yılında yazılmış (Karatay 1961, I, 568-569; Kat. no.1756) olduğu tahmin edilen eserde yer alan meyveler de şöyle sıralanmıştır: “206 cins armud, 98 cins elma, 25 cins ayva, 43 cins şeftali, 13 cins vişne, 31 cins kiraz, 21 cins kayısı, 9 cins nar, 11 cins incir, 11 cins dut, 15 cins muşmula, 59 cins üzüm, 39 cins portakal”ın ismi verilerek Toplam 587 cins meyve ağacı ele alınmış ve bunların her birinin cinsleri, aşağıda örnek olarak verilen armut cinsleri gibi ele alınmıştır. “Armud: Kömürcü İshak Ağa Yalısı’ndan, Beheri üçyüz dirhem, Yeşil kış armudu, İstavroz Sarayı’ndan, Gül Limonu armudu, Sarraf Hoca Artin Yalısı’ndan, Cennet armudu, Topkapı Sarayı’ndan, Gül Fındık Efendi armudu.” Bu kadar zengin bir çeşitliliğe sahip meyvelerin olması, Osmanlı’da geniş bahçeler olduğunu ve cins cins çiçekler ve meyve ağaçlarının yetiştiğini gösterir. Lale Dönemi ayrıca Sa'dâbâd, Vezirbahçesi, Serefâbâd Bag-i Ferah, Emnâbâd, Tersane Bahçesi, Çırağan Bahçesi, Bebek, Beşiktaş’taki köşk ve kasırlarda düzenlenen eğlencelerle tarihe damgasını vurmuştur. Bu dönemde pek çok ünlü şair ve ressam da eserler vermiştir. Lale Devri şair Nedim’in dizelerinde ise çok sıklıkla anlatılır. Sultan III. Ahmed döneminde, sadrazam tarafından görevlendirilen bir yazarın kaleme almış olduğu Tuhfe-i Çerağan isimli bir eserinde (12 yapraklık risale) ise çerağan yani şenlik ışıklandırmasının tarihçesi ve geçmişiyle lale bahçeleri ve şenlikleri anlatılmaktadır. Eserde bu tür eğlencelerinin gece yapılan çerağan törenlerinin eski Çin hakanlarının geleneği olduğunu ve Hanbalıkta bunlar dalları çok olan bir ağaca kandiller asıp, geceyi gündüze çevirirlerdi” demektedir. Çin ressamları da oyuncaklar yaparlardı. Abbasilerden bazılarının da benzeri eğlenceler düzenledikleri bilinir. Sultan III. Ahmed’in
fruit variety including dishes of slit pomegranates, apricots, peaches, quinces, red and white grapes, figs, apples, pears, and plums. 57 paged and YY 94 (formerly Y765) numbered work in Topkapi Palace Museum, probably written in 1847 (Karatay, 1961, I, pp. 568-569; Floor no. 1756), indicates 587 fruit tree species and their origin, and lists the fruits as follows: “206 cultivars of pear, 98 cultivars of apple, 25 cultivars of quince, 43 cultivars of peach, 13 cultivars of sour cherry, 31 cultivars of cherry, 21 cultivars of apricot, 9 cultivars of pomegranate, 11 cultivars of mulberry, 15 cultivars of medlar, 59 cultivars of grape, 39 cultivars of orange.” After naming these, a total of 587 fruit trees is dealt and species of each one is analyzed just as in the example: “Pear: From Kömürcü İshak Ağa Waterside Residence, 300 dirham apiece, Green winter pear from İstavroz Palace, Rose Lemon Pear from Sarraf Hoca Artin Residence, Paradise pear from Topkapi Palace, Gül Fındık Effendi pear.” Such a rich fruit variety proves no doubt the existence of vast gardens, various flowers and fruit trees in Ottoman Empire. Tulip Era already left its mark on history with its carouses in manors and pavilions of Sa'dâbâd, Vezirbahçesi, Serefâbâd Bag-i Ferah, Emnâbâd, Tersane Garden, Çırağan Garden, Bebek, and Beşiktaş. Numerous renowned poets and artists have given works of art during this period. Tulip Era is often depicted in lines of Poet Nedîm. Tuhfe-i Çerağan (Dedication to Illumination in Feasts), which is a 12 paged leaflet committed to paper by an author assigned by Grand Vizier of Sultan Ahmed III, relates history of feast illumination, and tulip gardens and festivals. According to this leaflet, this kind of entertainments and nightly Çerağan ceremonies are a tradition of Chinese khans, and “in Peking, they hung oil-lamps on a multi-branched tree, and thus the night became the
DINING ROOM OF AHMED III-ROYAL ROOM OF SULTAN AHMED III oğulları için yaptırdığı sünnet düğün anlatılırken; “Padişahın tertiplediği veziri azamın fermanı ile çerağan tertiplenirdi. Padişah bütün maiyetle buraya gelmişti. Şenlik yeri lalelerin üzerinde, yukarıdan çok sayıda kandillerle donatılmıştı. Ayrıca kameriyelerde ve çardaklara kandiller asılmıştı, bu arada kendisine kurulan bir yerden padişah çerağan tertibinin tamamlanmasını seyrediyordu Kandiller yandığı zaman bunların verdiği ışık güneşin ışıklarına eşti. Güya gök yere inmiş gibi oldu. Şehzadeler de bunu seyretmekte idi. Yer yer gümüş kafeslerde kanarya denen kuşlar, bülbüller ve sakalar ötüşmekte idi. Bunlarda kafeslerle dallara asılmış idi. Sadrazamın böyle bir gece tertibinden çok hoşlanan padişah Şaban’ın ortasından ramazana kadar mübarek gecelerde kandiller, meşaleler yakılması istedi” diye bahsedilmektedir. Saray bahçelerinde bu dönemlerde şenlikler ve gece düzenlenen eğlenceler anlatılır. Freely’nin kitabında6 anlatıldığına göre; bir Batılı yazar; Sultan III. Ahmed zamanında (1703-1730) İstanbul dışında lale soğanı satmanın ve yurtdışına çok miktarda lale soğanı ihraç etmenin sürgünle cezalandırıldığını Sultan III. Ahmed zamanında nisan ayında akşamları ve genellikle dolunay varken bahar şenlikleri düzenlendiğini, bahçede kurulan raf sıraları üzerine ince renkli camlı lambalarla yanyana dizilmiş lale vazolarının farklı renkteki sıvılarla dolu cam kürelerin arasında rastgele yerleştirilerek çok renkli bir görünüm elde edildiğini, hatta konukların bu renklerle uyumlu giysiler giydiklerini, en yüksekteki raflardaysa kanarya ve ötücü nadir kuşların kafeslerinin yer aldığını, çiçeklerini arasında renkli şekerlemeler saklandığını, saray müzisyenleri müzik çalarken dans gösterileri yapıldığını, eğlencenin sonunda ise Baş Akağa’nın armağanları, hil’atları (Hilat; özel olarak önemli kişilere armağan edilen, kısa kürklü kaftanlardır), mücevher ve
day.” Chinese artists also made some toys. It is well-known that some Abbasids arranged similar entertainments. The circumcision feast organized by Sultan Ahmed III for his sons is narrated as follows: “An illumination feast was arranged due to a decree of Grand Vizier, whom Sultan assigned himself. Sultan had arrived along with all his attendants. The feast area was adorned with lots of oil-lamps hanging over the tulips. Oil-lamps were hung also in arbours and alcoves, while the Sultan, sitting on his seat, was watching the final preparations of the illumination ceremony. When the oillamps were on, their light was equal to Sun’s. It was as if the sky came down on earth. The princes were also contemplating. Canaries, nightingales and goldfinches were singing in silver cages here and there. These cages were also hung on the branches. The Sultan, who was delighted with such an organization of his Grand Vizier, wanted oil-lamps and torches to be lit up during sacred nights from mid-Shaaban until Ramadan.” In those times of year, feasts and entertainment nights were organized in palace gardens. In his book, Freely tells that according to a Western writer, tulip bulb exportation was punished with exile in Istanbul during Sultan Ahmed III period (1703-1730); in the same epoch, spring feasts were arranged during April nights and especially at full moon; tulip vases were aligned side by side on rows of shelves in garden, and were placed randomly between glass spheres full of liquids in different colours, thus a multicolour view was obtained; even the guests wore clothes in concordance with these colours. The uppermost shelves were occupied by cages of canaries and other extraordinary singing birds,
Sultan III. Ahmed döneminde, sadrazam tarafından görevlendirilen bir yazarın kaleme almış olduğu Tuhfe-i Çerağan isimli bir eserinde (12 yapraklık risale) ise çerağan yani şenlik ışıklandırmasının tarihçesi ve geçmişiyle lale bahçeleri ve şenlikleri anlatılmaktadır. Tuhfe-i Çerağan (Dedication to Illumination in Feasts), which is a 12 paged leaflet committed to paper by an author assigned by Grand Vizier of Sultan Ahmed III, relates history of feast illumination, and tulip gardens and festivals.
37 MAY JUNE JULY 2009
III. AHMED YEMİŞ ODASI-SULTAN III. AHMED HASODASI
38 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
paraları dağıttığını anlatır. Haluk Şehsuvaroğlu’nun yayında da; on sekizinci yüzyıldaki bahçelerden bahsedilirken; Haliç ve Boğaz kıyılarını renk renk lale tarhları kaplamış, gündüzleri bu bahçelerde gezilmiş, dolaşılmış, geceleri fanuslarla sırtlarında mumlar yanan kaplumbağalarla aydınlatılan laleler arasında şiir ve musiki sesleri arasına eğlenilmiş olduğunu söyler. Haremdeki yapılar ve odaların boyutları, Topkapı Sarayı’nın yerleşmiş olduğu tepedeki, topografik engellerden dolayı çok büyük yapılamamıştı. Ancak on dokuzuncu yüzyıla kadar, özenle süslenen ve her rahatlığı düşünülen, güzel küçük ayrıntılarla bezenmiş olan küçük odalar dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurmuş olan bu hükümdarlara yetiyordu. Topkapı Sarayı’nın Harem Dairesi’nde padişahların özel yaşamlarına ayrılmış olan bu bölümde de bahçelerin düzenlenmesi, mekânlardaki çeşmelerin bulunması ve su ile birleşen mekânlarda, küçücük mekânları yaşanılacak ferah bir hale dönüştüren ve duvarları çiçek bahçesi haline getiren duvarlardaki çinili, kalem işi ve bazı yerlerdeki mermer süslemelerle yapılmıştır. Fresne-Canaye, bu dönemlerde Harem kadını ve bunun gibi saraylı, asil erkekler ellerinde birer çiçek taşırlar, bu çiçeği bazen koklarlar, bazen başlarına takarlardı. Lâle Devrinin en önemli nakkaşı Levnî’nin elinden çıkan tek figürlerin hemen hepsi ellerinde zarif bir şekilde çiçek tutarken tasvir edilmiştir.
colourful candies were hidden among the flowers; dance shows took place in the accompaniment of court musicians, and at the end of the festival, Chief White Eunuch bestowed gifts, “Hilats” (short, furry kaftans presented peculiarly to notable persons), jewellery and money. In his book, talking about the gardens of 18th century, Haluk Şehsuvaroğlu also says that shores of both Golden Horn and Bosporus were covered with colourful tulip beds, and that people strolled in these gardens in the daytime, while enjoyed themselves at night with poems and music among tulips illuminated by tortoises carrying candles in lamp glasses on their shells. The buildings and rooms in the Seraglio were not too large because of topographical objections on the hill Topkapi Palace was situated. Until nineteenth century, however, these beautifully ornamented, comfortable, little rooms with clever details sufficed the rulers of one of the biggest empires in history. In this section dedicated to private lives of the Sultans in Seraglio of Topkapi Palace, the landscape gardening, the refreshing fountains around, and the hand-carved, sometimes marble ornaments on the walls, which transform the latter to a flower garden, all make this little place very lively, thanks to combination of flowers and water. According to Fresne-Canaye, the women in Seraglio and other noble courtiers used to bear a flower in their hands,
DINING ROOM OF AHMED III-ROYAL ROOM OF SULTAN AHMED III Örneğin elinde güzel bir lâle tutan “Acem Şahı Haznedarı Kıymetli Civanı” figürü Canaye’nin sözlerini doğrular. (TSM H2164, 10a.) Diğer yandan çiçeklerin Osmanlı’da ayrı bir yeri, ayrı bir anlamı vardır. Çiçek taşımanın, çiçek vermenin duygularını açıkça ifade edilmesinin hoş karşılanmadığı bir toplumda sözleri, duyguları ifade etmenin bir aracı olduğu görülür. Bunun gibi çiçek sevgiliyi, Bir çiçeğin sevilen kişiyi ifade ederken, bir çiçeğin kırılması, yitirilenin arkasında boynu bükük kalmayı ifade ettiği gibi, çaresizliği ve inancı ifade eder. Bunun gibi örneğin eski mermer mezar taşları üzerinde de solmuş, boynu bükük çiçeklere, lalelere rastlanır.
sometimes smelled it, and sometimes placed in their hair. Almost all single figures in works of Levnî, the most important miniaturist of Tulip Era, are described holding a flower delicately in their hand. For example, the “Persian Shah, Valuable Young and Handsome Treasurer” figure with a beautiful tulip in his hand (TSM H2164, 10a) verifies the words of Fresne-Canaye. On the other hand, flowers had a different sense and meaning for Ottomans. Bearing and giving flowers were a way of expressing the feelings in a society, where letting the emotions out was not always welcomed. Similarly, flower represented the beloved, while a broken one meant destitution after losing the beloved, and also despair and faith. Hence, on the ancient gravestones, we come across to pale, destitute flowers, especially tulips.
Sonuç olarak Lale döneminin tüm eğlence, zevk, renkli hayatlarının yaşamlarını küçücük bir odada özetleyen ve Sultan III. Ahmed’in Has Odası olan Yemiş Odası’nın küçük boyutlarına rağmen, Cennetin “İrem bağı” gibi tasvir edilen Osmanlı bahçelerinin ve sarayın diğer bahçeleri gibi Harem bahçelerini içindeki mekânlarıyla ve birbirinden güzel harem kadınlarıyla birlikte On dokuzuncu yüzyıla kabir cennet bahçelerine dönüştürmüş olduğu dar, özenle süslenen ve görülmektedir. Bu Yemiş Odası’ndaki kalem her rahatlığı düşünülen, işi süslemelerde dönemin, bahçelerden evlegüzel küçük ayrıntılarla rin, odaların içine getirilip, vazolarla mekâna bezenmiş olan küçük odagüzellik veren ve günün modası haline gelen lar dünyanın en büyük imvazolu natüralist çiçeklerin içinde laleler ayrı paratorluklarından birini kurmuş olan bu hükümbir görünüm ve değer kazanır. darlara yetiyordu.
Consequently, despite its small size, this Dining Room or Royal Room of Ahmed III, which resumes all amusing, pleasant and colourful lives of Tulip Era, has transformed the Seraglio Gardens to Eden, just like other palace gardens, thanks to delicate places and most beautiful Harem women. Among the ornaments of the Dining Room, tulips gain a distinct face and value among all fashionable hand-carved naturalist flowers in vases, brought from gardens into the rooms to add beauty to the place.
III. Ahmed Yemiş Odası’nın girişinin hemen Until nineteenth century, yapının yanındaki I. Ahmed Kitaplığı’nda buhowever, these beautifully A little fountain in Ahmed I Library, which lunan küçük bir çeşmenin varlığı da su sesi ve ornamented, comfortable, is next to the entrance of Dining Room of ferahlığıyla mekânı ferahlatıp, güzelleştirmişlittle rooms with clever deAhmed III, refreshes and beautifies the tir. Avrupa Saraylarında mekânı büyütmek, tails sufficed the rulers of place with gurgles. We can see that mirferahlatmak amacıyla kullanılmış olan aynalaone of the biggest empires rors, which are used also in European Palrın, III. Ahmed Yemiş Odası’nda da tavanda ve in history. aces to enlarge and enliven the rooms, are belirli aralarla duvarlarda kullanılmış olduğu, used on ceiling and walls in a certain order; aynalardaki ışık, renk yansımaları ile duvarlarand that along with light and colour redaki binbir erguvan renklerdeki çiçek ve meyvelerin oluşturduğu Edirne işçiliğinin en güzel flections, the most elite examples of Edirne örneklerinin odayı zevkli bir bahçe içinde küçük bir cennete style, redbud hued flowers and fruits transform the place to çevirdiği görülmektedir. a small paradise. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9.
Abdurrahman Şeref Bey: “Topkapı Saray-ı Hümayunu”, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, (T.O.E.M) 5 - 12, İstanbul, 1326-27 / 1910-11. ATASOY, Nurhan; Hasbahçe: Osmanlı Kültüründe Bahçe ve Çiçek, Mas Matbaacılık, İstanbul, 2002. DEMİRİZ, Yıldız Osmanlı Kitap Sanatında Natüralist üslupta Çiçekler, Acar Matbaacilik, ist. 1986. D’Ohson: Ignatius Moradja, Tableau General de I’Empire Ottoman, Paris 1790, C. III, Harem-i Hümayun, Türkçeye Çev. Ayda Düz, Hayat Tarih Mecmuası İlavesi, İstanbul 1972. ELDEM, Sedat Hakkı: Köşkler ve Kasırlar: A Survey of Turkish Kiosks and Pavilions, C.I-II.,İstanbul, 1969-1973.. ELDEM, Sedat Hakkı - AKOZAN, Feridun: Topkapı Sarayı: Bir Mimari Araştırma, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1982. ERDOĞDU, Ayşe: “Çin Porselenlerinin Osmanlı Günlük Yaşamındaki Yeri”, İstanbul’daki Çin Hazinesi, İstanbul, 2001. S. 102-130. Evliya Çelebi: Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, I-II., Haz. Orhan Şaik, İstanbul 1996. FLACHAT, Jean Claude: Observations sur le Commerce et sur Les Arts d’une
10. 11. 12. 13.
14. 15. 16. 17.
Partie de l’Europe de l’Asie, de l’Afrique et meme des Indes Orientales, (174058), Lion, 1766, C.I.II., İstanbul 1969-1973. Miller, Barnetto: Beyond The Sublime Porte, The Grand Seraglio Of Stanbul, New York, 1970. ŞEHSUVAROĞLU, Haluk: Asırlar Boyunca İstanbul, İstanbul Bahçeleri, İstanbul, basım tarihi yok, s.169 TANYELİ, Gülsün: Topkapı Sarayı Haremi’nin Haliç Cephesindeki Yapılaşmasının Evrimi; Topkapı Sarayı Müzesi, Yıllık-3, İstanbul, 1988, s. 148-180. TOTT, François Baron De:Mémoires Du Baron De Tot Sur Les Turcs Et Les Tartares, C.II., Paris, 1785. Bu kitap daha sonra İngilizce’ye çevrilip yayınlanmıştır. Memoirs of Baron de Tott, IV C. New York, Arno Pres. 1973. (Çalışmada İngilizcesi’nden yararlanılmıştır.) ULUÇAY, Çağatay: Harem II, Ankara, 1985. ÜLKÜCÜ, Mehtap: “Lalenin Edirne Tarihinde Ayrı bir Yeri Vardır.” Selimiye Camii Lale Motifleri, Antik Dekor Dergisi, İstanbul, s. 34-44. http://nedir.antoloji.com/lale/ http:// www.dallog.com/kavramlar/laledevri.htm
39 MAY JUNE JULY 2009
İSTANBULUN KURUMSAL AĞACI ERGUVAN
İSTANBUL’UN KURUMSAL
AĞACI
Asım Fahri Çelik Nurya Çakır
REDBUD TREE: INSTITUTIONAL TREE OF ISTANBUL
40 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
*Yazar / Author
REDBUD TREE: INSTITUTIONAL TREE OF ISTANBUL It is called Redbud tree. Its colour is redbud colour. It means Adı Erguvandır. Rengi de Erguvan. Manası hüzün, utanç, güç scattered (along with sorrow, shame, coyness and entreaty, ve kibir, naz ve niyaz, aşk ve işve, neşe ve de zarafetle tarumar. love and coquetry, joy and delicacy). Has a timeless story. Hikayesi ise yüzyıllar boyu. Mevsimi bahardır, kısadır. Ancak Grows for a short while, in springtime. You come upon only Nisan’da ya da Mayıs’ta rastlarsınız ona. Lütfedip gelirse bir de in April or May. And maybe in late March, if it likes a favour. It Mart’ın sonlarında. Az görünür, çok durmaz. Acelecidir ve de is impatient and coy. Despite appearing but for a while, lots nazlı. Seyrek görünse de ardından çok konuşulur. İstanbullu of words are told behind its back. It’s estimated to be a nazannedilir. Çokça sevmiş olsa da ana yurdu değildir İstanbul. tive of Istanbul. Even though redbud loves Istanbul a lot, this Efsaneler kökenlerini Kenan illerinde bulmuştur erguvanın. city is not its native land. The legends originate the tree from Daha bilimsel kayıtlar ise Akdeniz, Balkanlar ya da Güney AvCanaan lands. According to more scientific records, its homerupa ve Batı Asya diye söylerler anavatanını. Ülkemizde ise land is said to be Mediterranean Region, Balkans, Southern Ege, Güney Anadolu ve Marmara Bölgesi'nde yayıldığını ve Europe, or Western Asia. fakat dünyada en bol ve en güzel haline, hususen eskilerin nehr-i aziz dedikleri Boğazın yamaçlarında rastlandığını herAs for Turkey, redbud spreads over Aegean, Southern Anakes kabul eder. Hele bahar aylarında İstanbul’un eşsiz mavisi tolia and Marmara Regions, but everyone ve yeşiliyle birlikte boğaz sırtlarını kendine agrees that it is mostly and most beautihas rengine büründürmesi vardır ki Evliya fully found on hillsides of Bosporus, which Çelebi’nin dediği gibi vacibüs’seyrdir. was once called the Sacred River. Especially Işık ağacı diye de anılır. Latince ismi Cercis Büyümesi nazlı ve yavaşin springtime, when it clothes blue and Siliquastrum, ailesi Leguminosae ya da Fatır. İlk birkaç sene fazla green crests of Bosporus, the redbud tree bacea, sülalesi ise bizde baklagillere tekabül çiçek açmazsa hoş karşıgains such a genuine colour that in Evliya eden Fabales’tir. Daha yukarılara çıkacak olurlayın, tabiatındandır. Su Çelebi’s words, it becomes a religious oblisak Magnoliopsida sınıfının Magnoliophyta tutan killi toprakları sevgation to contemplate. bölümünde anıldığını görürüz ki, bu da bize, mediği ve sert iklime daİstanbul’a sonradan gelmiş, ve ona çok yakıyanamadığı da söylenir. Ilımlı, bir o kadar da alımlı It is also known as “light tree.” In Latin, redşan bir başka ağaçla; Manolya ağacıyla akraba ve ılıman bir bitkidir. bud tree is called Cercis Siliquastrum, while olduğunu düşündürür. it belongs to Leguminosae or Fabacea famErguvan, vasatını bulursa ve iklimi beğenirse Redbud tree is a plant with ily, and to Fabales order, which corresponds on metreye kadar boy atabilen, (ama genel an average height of ten to legumes. Tracing the classification a bit temayülü dört beş metreye kadar uzamaktır) metres in ideal climate (generally, however, it more, we see that it takes place in Magnotek gövdeli, geniş taçlı ve yaprak döken, çalı grows around four or five liophyta section of Magnoliopsida class; görünümünde bir ağaççık olarak tarif edilir. metres); it is described as thus we think it as a relative of magnolia, Kabukları koyu yeşil, alt yüzeyi mavimsi yeşil a single-stem shrub with which has arrived Istanbul later and which ve pürüzlüdür. Sürgünleri taze iken kızıl kahwide petals; it sheds leaf, and looks like bush. very suits redbud. verengiye çalar. Büyümesi nazlı ve yavaştır. İlk birkaç sene fazla Redbud tree is a plant with an average çiçek açmazsa hoş karşılayın, tabiatındandır. height of ten metres in ideal climate (generally, however, it Su tutan killi toprakları sevmediği ve sert iklime dayanamadıgrows around four or five metres); it is described as a singleğı da söylenir. Ilımlı, bir o kadar da alımlı ve ılıman bir bitkidir. stem shrub with wide petals; it sheds leaf, and looks like bush. Kışın donlardan etkilenir. Ona göre de baharda çiçeklerini ne It has dark green barks with a bluish green and rough soffit. kadar süre sergileyeceğine karar verir. Bununla beraber kuru, The basal shoots are originally brownish scarlet. taze, kireçli, balçıklı topraklarda büyümeyi seven erguvanın onca narinliğine rağmen sıcağa ve soğuğa karşı dayanıklılık It grows fastidiously and slowly. Look on your redbud tree göstererek şaşırttığı da vakidir. Yine de nazik bilin siz onu. Sowith favour if it does not flower too much in first few years, ğuk rüzgarlardan haz etmez. Üşür, zarar görür sonra ve illa ki because this is its nature. It is also said that this plant does bol güneş görmek ister. not like hydrophilic clayey soil, and cannot resist rough cliToprağa bol miktarda azot bağlayan erguvanın yaprakları mate. Redbud is a clement plant, but charming and mild as karşılıklı, basit, dairemsi ve yedi ila on iki santim kadardır. well. It is affected by frost, and according to this affect, deYüzyıllardan beri rengi kendi adı ile anılan çiçekleri enterecides how long to exhibit its flowers in spring. Nevertheless, san bir şekilde küçük salkımlar halinde gövde ve kalın dallait happens that redbud tree, which loves to grow in dry, fresh, rını aniden ve tamamen pütür pütür kaplayarak çıkar. Ondan marl and clayey soil, shows sometimes an unexpected and sonra dibi kalp biçimindeki o meşhur yuvarlak yaprakları gösurprising resistance to heat and chill. But you should better rünür. Tıpkı badem ve erik ağacında olduğu gibi. Tohumları, know it fragile. It does not enjoy cold winds, as it chills and ki bu aynı zamanda meyveleridir, ise yaklaşık dokuz santim
41 MAY JUNE JULY 2009
İSTANBULUN KURUMSAL AĞACI ERGUVAN
42 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
boyunda ve legümen, yani fasulyeye benzeyen kabukların içinde muhafaza edilir. Çiçeklerinin tadı ekşi ve hoştur. Ve evet yenilebilir. Ege ve Akdeniz‘in makiliklerinde, Marmara ve Karadeniz kıyılarında ya da orman açıklıklarında ve yamaçlarda görüldüğü gibi bahçe ve parklarda süs bitkisi olarak da arzı endam eder. Günler çok soğuk olmadıkça her mevsimde siz de dikebilirsiniz. Ya da tohumlamak suretiyle eke de bilirsiniz. O vakit, sabırlı bir yılın sonunda çimlendiğini de göreceksiniz. Bunlar Erguvan hakkındaki kuru gerçekler. Bizi asıl ilgilendiren ise bu güzel olduğu kadar nazlı ve utangaç ağacın, çiçeğinin, isminin ve renginin üzerine anlatılan yüzyıllara yayılmış gizemli hikayelerin derununa aşina olmak. Peki, ne renktir Erguvan? Önce bu müşkülü halledelim. Pembe midir, gül kurusu mu? Yoksa vişne midir, mor mudur? Lila mıdır, şarabi mi? Öyküsündeki gizem, ismine de rengine de bulaşmış bu çiçeğin rengini gelin ehline danışıp öğrenelim. Efendim, erbabı buyurmuş ki: Neredeyse pembe diyeceğiniz gelir erguvana. Ama değildir. Hafifçe, belki biraz gizlice mavimtırak. Her hangi bir mavi de değil ama; çivit mavisi derler bir maviye çalar. Bunlarla yetinmez Erguvan, rengini tanımlayabilmemiz için üç beş renk nüansına daha ihtiyaç hissettirir. Epeyce bir şarabi kırmızı, pek az çivit mavi ve bolca beyaza ihtiyacınız vardır erguvan rengine ulaşabilmeniz için. Ama yine de beyazı, beyaz kadar açık değil, siyaha yaklaşacak kadar asla koyu değil, belki orta-
These are the encyclopaedic information about redbud. Our objective is, however, to find out in depth all mysterious stories about this beautiful, fragile and shy tree, also about its flowers, name, and colours. Well, what colour is the redbud? Let’s deal with this problem first: Is it pink or has the colour of an old rose? Is it maroon or puce? Purple or wine coloured? Let’s learn the colour of this flower, whose story spread its mystery over its name and colour, consulting to a specialist. Thus said the expert: You almost say that redbud is pink. However, it is not. It is a bit, maybe secretly, bluish. But not an ordinary blue; it tinges indigo. Colour of redbud tree does not content itself with this, but requires more nuances to be defined better. You need quite an amount of wine colour, a bit indigo and much white in order to obtain the colour of redbud flower. It is not a regular light white, never close to black, but maybe reminds of a light gray; that is, we can say that a brilliant colour it has. It is obviously impossible to find this colour among primary colours. As for intermediate colours, the dictionaries define it as “bluish pink” rather than giving a proper name. The Persians, however, have found the right word, and called it simply “erguvan.” So, we also should behave this way and not get the question more complicated through long descriptions.
REDBUD TREE: INSTITUTIONAL TREE OF ISTANBUL açık tondaki bir gri kadar ağarmış, elhasıl ışıltılı bir renk desek yeridir Erguvanın rengine. Adına, ana renkler arasında rastlamanız elbette imkansız. Ara renklerde ise gerçek anlamda bir isim vermek yerine daha çok “mavimsi pembe” gibi tanımlar yer alır sözlüklerde. Oysa Acemler en doğrusunu yapmış, bu renge Erguvan deyip çıkmışlar işin içinden. Biz dahi öyle amel etmeli uzun tariflerle daha da çetrefilleştirmemeliyiz meseleyi. İş bu renge boyalarda ulaşmak için ise epey bir uğraşmak gerek. Zira rengi, bu harikulade çiçek yerine Lübnan kıyılarına vuran bir deniz kabuklusundan elde ediliyor. Hani şu biyoloji de ve bulmacalarda adı çokça geçen “engin denizlerde yaşayan bir çeşit yumuşakça” denilen türden. Bir de hikayesi var bunun: soyca asil bir hanım aylak bir sokak köpeğinin dişlerine bulaşmış bu rengi nasıl olmuşsa artık, bir şekilde görür. Der ki yanındaki hizmetçilerine, “ bu renkte bir elbise istiyorum”. Bunun üzerine, köpeği izleyen hizmetkarlar onun bir deniz kabuklusuyla beslendiğini görürler, sonra bu kabuğu ezerek “violet” de denen pembemsi mor rengi icat ederler. Onun için renginin doğal yollarla üretilmesi pek zordur. Bir de altın tozu ve bazı kalay tuzlarının karışımıyla yapay olarak elde edilen mineral formu vardır Erguvan renginin. Her iki halde de nadir ve değerli bir renk olarak addedilir. Biraz bundan biraz da lotus çiçeğinin rengine benzemesinden ötürü olsa gerek, rengi Eski Mısır’da asâletin ve erişilmezliğin sembolüydü. Roma’da da bu manasını genel itibariyle muhafaza ederken, dar anlamda ise asaletin ve yüceliğin en tepesinde bulunan imparatorun ve ailesinin simgesi haline dönüşmüştür. Varlıklı olmanın ve gücün de alameti olan erguvan, İmparatordan arta kalanlarla yetinen zenginlerin ve diğer soyluların da en gözde rengi olmuştur aynı zamanda. Roma’nın müesseselerini ve anlayışını tevarüs eden Erken Bizans’ta da kıymetini muhafaza etmiştir erguvan. Sonra geç Bizans’ta; artık sahip olacakları bir devletleri bile kalmadığı dönemlerde bile bu rengin yegane sahibi olma iddialarından vazgeçmemişlerdir Bizans İmparatorları. Hatta bir ara bu güç ve kibir takıntısı öyle bir noktaya gelmiştir ki, imparatorun dışında herhangi bir kimsenin bu rengi kullanması bile yasaklanmıştır söylenenlere göre. Araplar “arcuvan”, “arguvan” veya “zamzarik”, “hazrik” derken erguvana, Farisiler “ergavan” da karar kılmışlar. Bize de o haliyle geçtikten sonra dönüşerek erguvan olmuş. Bir de yaygın olmasa da “yude” yahut “urdun” veya “Ürdün ağacı” dendiği de olmuştur erguvana. Kutsal kitaplarda da adına rastlarsınız erguvanın. Hz. Harun’a izafeten erguvani kırmızı olarak adı geçer mesela. Aziz Markos’un İncil’deki anlatılarında Romalı askerlerin Hz. İsa’yı çarmıha germeden evvel, valinin sarayına götürerek yalnızca kralların ve imparatorların giyebildiği erguvani bir kıyafet giydirdikleri ve artık istihza etmek için mi yoksa yüceltmek için mi bilinmez, O’nu “Yahudilerin Kralı” olarak selamladıklarından söz edilir. Ve o meşhur renk değiştirme hadisesi. Hıristiyan menakıbın-
43 MAY JUNE JULY 2009
hurts. And in any case, it wants to see the sunlight as much as possible. The leaves of redbud tree, which abundantly fixes nitrogen, are reciprocate, simple, orbiculate and around seven to twelve centimetres. The flowers, whose name is known in Turkish for century with the name of the tree (“Erguvan”), blossom in an unusual way, in form of little bunches which immediately and roughly cover the trunk and thicker branches. Then seem that famous, orbiculate leaves with heart-shaped bottoms; just like the ones on almond and plum trees. The seeds (which are also the fruits of the tree) are about nine centimetres tall and are protected in legume, bean like barks. The flowers taste sour but nice. And yes, they are eatable. Redbud trees show off as a decoration plant in gardens and parks, but you can see them at maquis shrublands in Aegean and Mediterranean Regions, or on coasts, glades and hillsides of Marmara and Black Sea Regions as well. You can also plant it in any season unless the days are too cold. Or you can cultivate via fertilizing. In this case, you will also see the plant germinating towards the end of the year.
İSTANBULUN KURUMSAL AĞACI ERGUVAN İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, İstanbul'lu çocuklarla bir erguvan fidanı dikiyor / Istanbul Metropolitan Municipality Mayor Kadir Topbaş, planting a rosebud with children
44 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
da erguvana dair en yaygın hikaye budur. Denilir ki; Yahuda otuz gümüş karşılığında Hz. İsa’yı Romalılara ihbar eder. Sonra bu ihanetinin altında ezilir ve pişmanlıkla kendini bir ağacın dallarına asar. O ağaç erguvandır işte. Önceleri süt beyaz olan çiçeklerinin rengi de bu ihaneti sindiremediğinden ya da böyle adi bir iş için kendisinin seçilmesinden ötürü utançtan kan kırmızıya başka bir rivayete göre de pembemsi kırmızıya döner. Hatta o zamanlar dümdüz, sülün gibi bir ağaç iken böylesine manevi bir ağırlığın altında kalarak dalları çarpık çurpuk bir ağaç haline dönüştüğü de söylenir. Öykünün başka versiyonlarında çiçeklerinin Hz. İsa`nın gözyaşlarını temsil ettiği de dillendirilen erguvan, böylece utancın ve hicranın rengi ve sembolü haline gelir. Ol sebebten, İngilizler “ Redbud” veya “Judas Tree”, Almanlar Judasbaum, Fransızlar da Arbre de Judée, demişler adına. Ve yine gidip görenlerin söylemesine göre, İsrail'in Judea bölgesinde erguvan ormanlarının bulunması da bu yüzden imiş. Hıristiyan kültüründen çok çok evvel de motif olarak kullanıldığı görülür erguvanın. Örneğin, pagan Yunan mitolojisinde,
Neredeyse pembe diyeceğiniz gelir erguvana. Ama değildir. Hafifçe, belki biraz gizlice mavimtırak. Her hangi bir mavi de değil ama; çivit mavisi derler bir maviye çalar.
Otherwise, we will find ourselves in the usual linguistic paradox, like asking what colour the bronze is, and getting the answer it is bronze. In short, its name is “Erguvan” in Turkish; so is its colour. In order to obtain the mentioned hue in dyes, a notable effort is required; as this hue is not gathered from marvellous redbud itself, but only from a shellfish which comes ashore in Lebanon. It is one of those much told “kind of shellfish living in vast seas” that we often see in biology and crosswords. The colour also has a story: once upon a time, a noble lady somehow notices the colour smudged on teeth of a roaming tyke. She orders to her attendants “a dress in this colour.” Thereupon, the attendants in pursuit see the dog feeding on a shellfish; and after squeezing this shell, they acquire a pinkpurple colour, also called violet. Hence, it is very difficult to obtain the colour by natural means. The redbud colour also has an artificial mineral form gathered via mixing gold dust
You almost say that redbud is pink. However, it is not. It is a bit, maybe secretly, bluish. But not an ordinary blue; it tinges indigo. Colour of redbud tree does not content itself with this, but requires more nuances to be defined better.
REDBUD TREE: INSTITUTIONAL TREE OF ISTANBUL
45 MAY JUNE JULY 2009
Afrodit’in ayağına batan diken nedeniyle akan kanının tanrıçanın çiçeği olarak kabul edilen beyaz gülü bir erguvani kırmızıya boyaması bu babdandır. Ya da Homeros’un “İliada” destanında Hektor’un öldükten sonra kemiklerinin erguvan renkli yumuşak bir örtü ile altından bir tabuta yahut kutuya konularak gömüldüğünü söylemesi de. Osmanlı idrakinde ise lale Allah’ı (c.c.) temsil etmesiyle başköşeye oturur, gül ise remz-i Muhammedi olarak Hz. Peygamberi işaret ederken, bambaşka anlamlarla erguvan bu kutsal manalar manzumesinde de yerini almayı başarır. Övgü şiirlerinde Hz. Ali ile yan yana anılır mesela erguvan. Ve yine daha eskilerde İmam-ı Şafi’nin Hz Hüseyin’in suçsuz yere öldürüldüğünü anlatırken gömleğine bulaşmış olan kanı erguvan suyuna benzettiği söylenir. Utancın sembolü olmaktan bıkınca Filistin’in kavrulmuş topraklarından çıkıp İstanbul dolaylarına yerleşen erguvan, İstanbul’da tanınmaya başlayınca da neşenin, aşkın, coşkunun rengi ve simgesi haline gelir. Baki, başlı başına bir ‘sefahat' der erguvana. O kadar düşkündür ki, sevgilisini erguvani elbiseler içinde düşler şiirlerinde. Tanpınar da, `İklimimizde gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa, o da erguvandır` der onun için. Sadece bu kadar değil. Yusuf Has Hâcip’te de erguvana dair ifadelere rastladığınız gibi Nef’î ‘nin şiirlerinde de görürsünüz. Lamiî Çelebi’de, Fuzulî’de ve nihayet Şeyh Galip’de ve Ahmet Vefik Paşa’da Erguvandan bahisler açıldığı, böylece bir bahar klasiği ve müjdecisi olarak her zaman hürmet gördüğünü ra-
and copper tin salts. In both cases, it is defined as a rare and precious colour. Maybe because of this, or as it resembles the colour of lotus, it was symbol of nobility and inaccessibility in Ancient Egypt. This meaning remained in Ancient Rome too, but in a stricter sense, it became the symbol of emperor and his family, who are at the summit of nobility and augustness. Through the residues of the dynasty, it became the favourite colour of riches and other nobles; hence redbud tree signifies both wealth and power. Redbud is mentioned in sacred books too. For example, it is mentioned as “redbud-like” red referring Aaron. According to Gospel of Mark in New Testament, before crucifying, the Roman soldiers took Jesus to governor’s palace, donned him a redbud coloured garb which only kings and emperors wore, and hailed Him as “King of Jews” in order to humiliate or maybe to laud. Redbud was often used as a theme or a motif long before Christianity. For example, in pagan Greek mythology, the blood shed because of the thorn in Aphrodite’s foot dyed the white rose, which was accepted as the Goddess’ flower, to a “redbud-like” red. Moreover, in Iliad, Homer tells that the corpse of Hector was placed in a coffin or box, after being enveloped in a redbud coloured soft cloth.
İSTANBULUN KURUMSAL AĞACI ERGUVAN Çengelköy sırtları / Çengelköy hillsides
46 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
hatlıkla söyleyebiliriz. Elbette Erguvan deyince, Bursa’yı ve Emir Sultanı da unutmamak gerek. İstanbul’un olduğu kadar Bursa’nın da sembolüdür Erguvan. Sultan Yıldırım Beyazıt'ın damadı ve aynı zamanda danışmanı Anadolu erenlerinden Emir Sultan'ın her yıl erguvanların açma mevsimini, ya da nevruz başlangıcını memleketin dört bir yanına dağılmış müritleriyle, Bursa’da buluşma vesilesi yapmıştır. Evliya Çelebi`nin de `Erguvan Faslı` ‘Erguvan Cemiyeti, Erguvan Bayramı' diye adlandırdığı bu gelenek, 14. yüzyıldan itibaren aralıksız devam etmiş, ancak yirminci yüzyıl ortalarına doğru biraz fasıla verdikten sonra şimdilerde yeniden canlandırılmaya başlamıştır. İşaret ettiği manalara gelecek olursak. Erguvan rengi, evvela aurada derin bir ruhsal bütünlüğe delalet eder ehlinin dediğine göre. Devr-i kadimin kalem ehli ise, renginden ötürü şarap ve dudak ile birlikte anmıştır erguvanı. Bazen de sevgilinin boyu posu serviye benzetilirken yanağının da erguvan ile temsil edildiği görülmüştür. Ve gül gonca iken kırmızı kırmızı açıldığında bu nasıl onun gülüşü ise, erguvan ağacının çiçek-
Baki, başlı başına bir ‘sefahat' der erguvana. O kadar düşkündür ki, sevgilisini erguvani elbiseler içinde düşler şiirlerinde. Tanpınar da, `İklimimizde gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa, o da erguvandır` der onun için.
As for Ottoman intellection, the tulip gains the seat of honour as it represents Allah; the rose points out the Prophet as the symbol of Mohammed; and the redbud tree gains itself a place in these poems of sacred senses via its various meanings. For example, in encomia, it is mentioned along with Ali. Again in earlier times, it is told that Imam Shafi, while narrating gratuitous murder of Husayn ibn Ali, says the blood on Husayn’s shirt had the colour of redbud juice. Talking about redbud, we cannot omit Bursa and Sultan Emir. This tree is symbol of Bursa, as well as of Istanbul. Sultan Emir, who was both son-in-law and consultant of Beyazit I, and also one of the Anatolian saints (“eren”), announced the blossoming time of redbuds as a mean of meeting in Bursa with his disciples all around the country, and the day was called Redbud Feast. The tradition continued ceaselessly since 14th century, and after a little pause around the middle of 20th century, is reanimated today.
Baki calls the rosebud as a “debauch” in itself. He is so addicted with the flower that in poems, he dreams his beloved in rosebud coloured dresses. Tanpınar adds: “If there is a flower deserving a festival on its name within our culture, this must be rosebud.”
*Yazar / Author
REDBUD TREE: INSTITUTIONAL TREE OF ISTANBUL Mayıs'ın ilk haftalarında bir erguvan ağacı / A rosebud tree in early May
47 MAY JUNE JULY 2009
lenmesi de dallarının gözyaşlarını dökmesi gibidir. Birdenbire belirip ve yine birden kaybolan ağacının çiçekleri ile erguvan, insanı tarifsiz melal denizine gark edebilme yetisine de sahiptir. Gelişler ve gidişler, varlık ve yokluk, kavuşmak ve ayrılmak gibi zıtlıkları barındırırken bünyesinde, azıcık öyküsüne aşina ve manasına vakıf olan her ruhun nasiplenebileceği duygu karmaşasına da sokuverir hemencecik. Yine de herkes kendi halince manalar devşirir bu bahiste. Erguvan kimilerine göre hayatın renklerinden birisidir örneğin. Çok güzeldir ve fakat geçicidir. Hayat dolu olsa da fanidir. Gençlik gibi güzeldir bir de. Ve de anımsanan gençlik kadar uzak. Filmin birinde, birisinin söylediği gibi bütün iyi şarkıların yaptığını yapar bize; huzuru ve hüznü beraber sunar. Kimileri için ise sevgiliye benzer, narindir erguvan. Elde etsen bir türlü, etmesen başka bir türlü. Zaten elde tutulması da zordur. Sahip olunamayacak kadar da güzeldir o yüzden. Uzaktan bakılası ve sevilesi, platonik takılası bir güzel. Bağlanırsan fenadır. Vuslatın şevkini, firakın azabı bastırır o zaman. Var olmak ile yok olmak arasında sarkaçlardasındır artık. Erguvan vuslattan dem vururken firkati anımsatandır çünkü. Mevsimi bilinip beklenirken bile apansızın çıkıp gelen ve bir sabah uyandığında habersiz gitmiş olandır. Elhasıl mevsimi gelmiş ve geçmekte belki de Erguvanın. Biz kendisinden bahsetmeye çabalarken o çoktan çekip gitmiş de olabilir. Onun için evecen adımlarla peşine düşmeli en azından son faslına yetişmeli bu şehrayinin. Yoksa, vuslat bir başka bahara kalmış demektir artık.
Redbud flowers appear and disappear in the blink of an eye. That grieves man. It includes some opposition such as existence and evanescence, union and separation. As for its significations, its colour, first of all, signifies a deep spiritual entity of aura, if we are to believe the words of experts. According to many, redbud is one of the colours of life. It is very beautiful but temporary. It is animated, however mortal. Also, it is beautiful like the youth, and as distant as the old, now remembered youth. As said in a film, it does what all good songs do: presents peace and sorrow together. For some, redbud resembles the beloved, so it is fragile. It is hard to decide if to attain is better or worse. It is already hard to retain, as too beautiful to possess. A beauty to look and love from afar, to have a platonic love. Because everything gets harder if you latch on it. Then the pain of separation outdoes the enthusiasm of union. You find yourself in the pendulums between existence and evanescence. Prating union, redbud also reminds us separation. Because it is the one who comes unexpectedly even though its season is known and who leaves without a word one morning.
LALELER VATANINA GERİ DÖNDÜ
LALELER
VATANINA GERİ DÖNDÜ
TULIP IS BACK HOME Şefkat Çelebi*
Halit Ömer Camcı
48 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
*Yazar / Author
TULIP IS BACK HOME
49 MAY JUNE JULY 2009
Lale ortaya çıktığı günden bugüne çılgın bir aşkın temsilcisi oldu hep. Muhteşem Osmanlı medeniyetinde onun apayrı bir yeri vardı. Çok sade olan casein opium’un boynunun hemen tepesindeki inanılmaz güzellikteki taç kısmı... Birçokları fazlasıyla sade fakat bir o kadar da görkemli olan çiçekte oldukça derin anlamlar bulmuşlardı. Bu anlam özellikle İslam dünyasında kimi zaman ‘kutsallık’ düşüncesini de içinde barındırıyordu. Lale isminin ebced hesabıyla karşılığı Allah isminin ebcedi ile aynı değer olan 66 rakamına denk geliyordu. Birçoğunca bu birinci işaretti. Lale’nin tek bir kökten tek bir çiçeğinin çıkması Yaratıcının Birliği’ni (vahidiyet-teklik) sembolize ediyordu. Lale kutsaldı, evet. Bunun sebeplerinden biri bir hikayede şöyle anlatılmıştı; ünlü bir hoca olan Hasan Efendi bir gün vaaz verirken kendisine bir not uzatılmış. Notta, ‘Müslümanların ölünce cennete gidip gitmeyeceklerini, yaşarken kesin bir şekilde bilmelerinin bir yolu var mı?’ diye soruluyormuş. Hasan Efendi vaazını bitirince dinleyenler arasında bir bahçıvanın bulunup bulunmadığını sormuş. Cemaatten biri ayağa kalkıp bahçıvan olduğunu söyleyince parmağıyla onu göstererek demiş ki, ‘İşte bu adam cennete gidecek.’ Cemaat derhal hocanın etrafını sararak nasıl olup da bahçıvanın cennetteki yerinin kesin olduğunu bilmek istemiş. Hasan Efendi ise sadece hadislerden alıntı yapmakta olduğunu söylemiş onlara; nitekim hadislere göre insanlar, bu dünyada en çok hangi işten zevk alıyorsa öldükten sonra da o işi yapacaklarmış hep. Bütün çiçekler cennete ait olduğuna göre de bahçıvanların
As soon as it appeared, tulip became the symbol of a passionated love. This flower always occupied a distinct place in gorgeous Ottoman civilization. Extraordinarily beautiful corolla, just above the pure scape of casein opium... Many people found deep meanings within this quite simple but as much glorious flower. Especially in the Muslim World, this meaning sometimes included even a kind of holiness. According to abjad, the name of “Lâle” (Tulip) corresponded 66, same as the name of Allah. This was accepted as the first sign for many. As one only flower blossomed from its one root, tulip also symbolized Tawhid, the unity of Creator. Tulip was no doubt sacred. One of the reasons for mentioned holiness was narrated in a story: once upon a time, while a renowned imam called Hasan Effendi was preaching in the mosque, a small paper was handed to him. The note was asking ‘if there is a way for the living Muslims to know whether they will go to Heaven or Hell after death.’ After finishing the sermon, Hasan Effendi asked whether there was a gardener among the crowd. As someone stood up and said he was a gardener, the imam fingered at him and said: ‘Look, this guy will go to Heaven.’ The community promptly surrounded the imam and wanted to know how a gardener was destined to go to Heaven. Hasan Effendi told he was merely quoting the Hadith; according to words of Muhammad, after death, people would have the occupation which they love most in life. As all flowers belonged to
LALELER VATANINA GERİ DÖNDÜ İstanbul'da Lale mevsimi / Tulip season in Istanbul
50 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
TULIP IS BACK HOME mekânı cennet olacakmış. Lale yeryüzünde farkedildikten sonra çok sevilen ve uğruna çok şey yapılan nadide bir çiçekti(r). En sade yaşamlarıyla çiftçilerden devlet adamlarına, sanatçılardan sultanlara kadar herkes mevsimi geldiğinde bahçesinde birkaç soğan da olsa lale yetiştirmeyi bir ayrıcalık olarak görüyordu. Laleye sultanların ve kralların yadsınmaz bir ilgisi vardı. Önce İstanbul’da, daha sonra Avrupa’nın muhtelif krallıklarında tüm saray bahçeleri lalelerle süslendi yüzyıllarca. Sarayla birlikte seçkin ailelerin konak ve köşklerinin bahçelerinde en çok tercih edilen çiçek hiç şüphesiz yine laleydi. Türklerde bahçe, küçük bir yeryüzü cenneti olarak tasarlanırdı. Tavus kuşları, bülbüller, binbir renk ve kokuda güller, çeşmeler, muhakkak havuzlar, havuzlarda nergisler, nilüferler.. Ve elbette en mutena köşede, belki de bahçenin tam ortasında lale olurdu. Lale tabiatta yabani bir çiçek olarak ilk Orta Asya'da, hususiyetle de Kırgızistan’da Türkler tarafından keşfedildi. Daha sonra Türk boylarının tarihsel süreçteki hareketliliği ile beraber batıya doğru ilerledi. Osmanlı’nın kuruluş yıllarına ait belgelerde lale desenli bir detaya rastlanmasa da ilk dönem Osmanlı bahçelerinde lale soğanlarının yetiştirildiği tahmin edilmektedir. Lale önce elbiseleri süsledi. Kadın ve erkek kıyafetleri lale desenli yapıldı. Osmanlı sultanlarının mücevherlerle donatılmış kaftanlarına altın ipliklerle laleler işlendi. Kılıçların kabzasına, camilerin mihrabına, kitapların cilt kapaklarına narin, nazenin duruşuyla hep laleler çizildi. Lale daha sonra İznik ve Kütahya çinilerine yansıdı. Toprağın ateşle muaşakasına ortak oldu. Bugün Eminönü’deki Rüstem Paşa ve Kadırga’daki Sokullu Mehmet Paşa Camiileri’nde ateşte açan mavi, kırmızı laleleri görüp zamanda yolculuk yapmak mümkün. Gerçeküstü bu güzelliği başta bu iki cami olmak üzere İstanbul’da ve eski başkentlerdeki önemli camilerde arayıp bulabilirsiniz. Laleden bahsedip Lale Devri’nden bahsetmemek olmaz. 1718-1730 tarihleri arasında İstanbul’da yaşanan ve başrollerini Sultan 3. Ahmet’le Damat İbrahim Paşa’nın oynadığı unutulmaz bir film gibidir Lale Devri. Bir film gibidir çünkü tarihin akışı içinde Osmanlı’ya 12 senelik bir anlayış ve yaşam farklılığı, bir dönüşüm getirmiştir. Bu ‘mutluluk ve eğlence’ devrinde 1000’den fazla lale çeşidi üretilmiş, bir lale soğanının bedeli kimi zaman bir konak fiyatından daha yüksek olabilmiş, lale hakkında şiirler, kitaplar yazılmış, çiniler ateşte açan çiçeklerle donanmış, her taraf lale olmuştur. Lale, bu tek mevsimlik çiçek; sevdalılarına bir kez göz kırpıp
Heaven, the gardeners were destined to go there. Tulip is – was – a precious flower, which man loved most and worked a lot for its sake. From simple farmers to statesmen, from artists to sultans, cultivating at least few bulbs of tulip was a privilege for anybody. Sultans and kings had an undeniable interest in tulip. For centuries, first in Istanbul, then in various kingdoms of Europe, this flower adorned all court gardens. Besides, tulip was the most preferred flower in gardens of halls and mansions of elite families. For Turks, the garden was designed as a kind of earthly paradise. Peacocks, nightingales, colourful and fragrant roses, fountains, certainly pools, narcissuses, and water lilies in them… And of course, at the choicest corner, or maybe just in the middle of the garden, were tulips. Tulip was a wild flower in nature when first discovered in Central Asia, especially in Kyrgyzstan by Turks. Together with movement of Turkish tribes, it gradually proceeded towards the West. Despite the lack of any tulip figured detail in Ottoman documents during the rise of Empire, it is presumed that tulip bulbs were grown even in earliest Ottoman gardens. Tulip first adorned the clothes. The garbs of women and men had such motifs. Tulips were embroidered on gemmed caftans of Ottoman Sultans. Their coy posture was drawn on hilts of swords, mihrabs (niche) of mosques, binders of books. Then it spread over the Iznik and Kütahya potteries; and participated the mutual love between soil and fire. Today, it is possible to have a historical journey, visiting the Rustem Pasha Mosque in Eminonu, and Sokollu Mehmed Pasha Mosque in Kadirga, and seeing blue, red tulips blossoming beneath fire. You can find this extraordinary beauty foremost within these two, but also in important mosques of former capital cities. Talking about tulip, one cannot omit the Tulip Era. Tulip Era is like an unforgettable film, shot in Istanbul between 1718-1730, whose leading actors were Sultan Ahmed III and Damat Ibrahim Pasha. It is like a film, because brought a different conception and life, a kind of transformation to Ottoman Empire for 12 years in history. In that epoch of ‘happiness and feast,’ more than 1000 tulip species were produced; sometimes the price of a bulb exceeded the tag of a mansion; poems and books were written about it, the potteries were ornamented with flowers blossoming in fire, and everywhere became full of tulips. Tulip, this one seasonal flower, is like a beautiful beloved,
51 MAY JUNE JULY 2009
LALELER VATANINA GERİ DÖNDÜ
52 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
sonra sonsuzluğun büyüsüne karışan destansı güzeller gibidir. Belki bu güzellerden olduğu için her yeni lale türüne kendi kadar güzel isimler verilmiştir. Gül-i ruhsar, Dürr-i yekta, Nev-peyda, Asub-i Cihan, Ruy-i mahbub, Saye-i Hüma, Cevher-i Hayat bu inanılmaz güzel isimlerden sadece birkaçı. İsimleriyle, renkleriyle, türleriyle, tek mevsimlik olmasıyla, Kırgızistan dağlarından itibaren Türkleri, daha sonra Avrupalıları kendine hayran, hatta yeri geldiğinde deli eden (tulipomania) bu alımlı çiçek, ruhlarımıza hala tarifi imkansız güzellikler fısıldamakta. Laleler yeni aşıklarını Zeytinburnu Belediyesi sınırları içinde Yedikule Zindanları’nın sur dışı tarafında güzel bir bahçede bekliyor. Büyükşehir Belediyesi’nin yaptırdığı Soğanlı Bitkiler Parkı’nda onlarca lale türü ile birlikte sünbül, nergis gibi soğanla çoğalan başka tür çiçekler de görmek mümkün. İstanbulda sayıları artması gereken ve yüzyılların şehrine yakışır bir park Soğanlı Bitkiler Parkı. Bir cennet bahçesi izlenimi veren park tabiata özlem duyan İstanbullular için şehirde görülmesi gereken adresler listesine şimdiden girmiş durumda. Güzel’e bakmaktan hoşlananlara duyurulur.
who once winks at its lover only to fade in the glamour of eternity. As it is one of these beautiful, probably, each new species was given a name as beautiful as itself. “Rose of Face,” “Unique Pearl,” “Clean Species,” “Earthly Havoc,” “Face of the Beloved,” “Shadow of Godsend,” “Essence of Life” are only a few of these most beautiful names. Thanks to its names, colours, species and seasonal growth, this charming flower, which gained adoration of Turks since the mountains of Kyrgyzstan, and then of Europeans, and even caused tulipomania, still whispers untold beauties in our ears. Tulips now wait their new lovers in a delicate garden on outer rampart side of Seven Towers Castle, within Zeytinburnu Municipal territory. Apart from tulip, you can also see hyacinths, narcissuses, and other bulbous flowers in Bulbous Plants Park, established by Istanbul Metropolitan Municipality. Bulbous Plants Park is worthy of Istanbul, and we must multiply such places. The park, which gives impression of Eden, already penetrated into must-see-lists of Istanbul inhabitants, who crave for beauties of nature. For the attention of beauty lovers…
ZEYTİNBURNU TIBBİ BİTKİLER BAHÇESİ
ZEYTİNBURNU
TIBBi BiTKiLER
BAHÇESİ Türkiye’nin ilk tıbbi bitkiler bahçesi, ekosistemimizin farkına varmak için fırsat sunuyor. Burası eğiten ve eğlendiren bir tabiat parçası.
The first medicinal plant garden of Turkey gives a chance to recognize our ecosystem. It is an educational and amusing natural area.
ZEYTINBURNU MEDICINAL PLANT GARDEN
54 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
14 dönümlük alanda kurulu Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi 2005 yılında açılmıştır. Zeytinburnu Belediyesi ile Merkezefendi Geleneksel Tıp Derneği'nin birlikte yürüttükleri projede ekili ve etiketli tıbbi bitki sayısı 600’ü aşmıştır. Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi, farklı iklim ve coğrafyalarda yetişen bitkileri biraraya getirmektedir. Burada yetiştirilecek bitkilere karar verilirken, etkinlik ve güvenliği araştırılmış ve geleneksel kullanımı yaygın olanlara öncelik tanınmaktadır. Bahçe yerleşiminde, bitkilerin familyaları, özellikleri ve yetişme istekleri dikkate alınmaktadır. Bitkiler 68 ada, kaya bahçesi, sera ve ada dışı alanlarda sergilenmektedir. Ekosistemi gözleme imkânı Kaya bahçesinde, biberiye, dağ mayasılotu, damkoruğu, kekik gibi kayalık alanlarda yetişen tıbbi bitkilerden örnekler sergilenmektedir. Sıcak ve ılıman iklim bitkilerinin yetiştirildiği serada, ülkemizde yetişen muz, limon, portakal, turunç gibi bitkilerin yanısıra, guava, demirhindi, havlıcan, kedibıyığı, mango, neem ağacı, papaya, tatlı patates, sago palmiyesi, tarçın, zencefil, zerdeçal gibi ülkemizde doğal olarak yetişmeyen bitkiler bulunmaktadır. Bahçe her mevsim gezilirse bitkilerin bütün evreleri görülebilir. İlkbaharda, patlamış tomurcukları ve pembe-beyaz çiçeklerle kaplanmış meyve ağaçlarını; yazın, rengarenk çiçekleri ve olgunlaşan meyveleri; sonbaharda, yeşilden sarıya, turuncuya, kahverengiye dönen yaprakları ve bitkilerin tohuma hazırlanışını; kışın, karlar altındaki her dem yeşilleri görmek mümkündür. Bahçenin köpek, kedi, horoz, tavuk, ördek, tavşan, kaplumbağa, arı, kuş ve böceklere ev sahipliği yapması, özellikle çocukların tabiatı bir bütün olarak görmelerini kolaylaştırmak-
Zeytinburnu Medicinal Plant Garden was founded in 2005 and measures an area of 14,000 square meters. The project is carried out due to collaboration of Zeytinburnu Municipality and Merkezefendi Traditional Medicine Association, and the number of present labelled medicinal plant exceeds 600. Zeytinburnu Medicinal Plant Garden brings along the plants originally growing in different climates and geographies. Deciding the plants to be cultivated here, their efficiency and security are searched, and the ones with a more common traditional use are given priority. In terms of formation of the Garden, the families, the attributes and the cultivation requirements are taken into account. The plants are exhibited on 68 islands, rocky gardens, greenhouses and off-island locations. A Chance to Observe the Ecosystem In rocky garden, the examples of medicinal plant growing in rocky areas, such as rosemary, carpetweed, stonecrop and thyme, take place. The greenhouse, where the plants of warm and temperate climate are cultivated, hosts the ones which originally do not grow in Turkey, like guava, tamarind, galangal, orthosiphon, mango, neem tree, papaya, sweet potato, sago palm, cinnamon, ginger, curcuma, along with the ones growing here also like banana, lemon, orange and bitter orange. Visiting the garden in each season, you can observe all the phases of plants. It is possible to see blossoming buds and fruit trees full of pink-white flowers in springtime; colourful flowers and ripening fruits in summer; the leaves turning from green to yellow, orange and brown, and the preparation of plants for seeds in autumn; and ever green plants beneath the snow in winter.
ZEYTINBURNU MEDICINAL PLANT GARDEN Tıbbi Bitkiler Bahşesi'nden farklı çiçek türleri / Various flower species in Medicinal Plants Garden
tadır. Bitki artıkları ve diğer organik atıklar kompost alanında değerlendirilerek doğal gübre haline getirilmekte, suni gübre kullanılmamaktadır. Bitki zararlıları için kimyasal ilaçlar yerine haşerat uzaklaştırıcı bitkiler, bitki özleri, kümes hayvanları ve organik ilaçlar tercih edilmektedir. Adalar damlama, ada dışı alanlar yağmurlama yöntemiyle sulanarak su israfından kaçınılmaktadır. Bahçede ayrıca, kaidesinde 52 haftalık tabiat takvimi olan orijinal bir güneş saati ve bitkilerin dünyasını fotoğraflarla anlatan “Bitkilerin Serüveni” panosu vardır. Herbarium ve laboratuar Bahçede yetiştirilen bitkiler uygun zamanlarda hasat edilmekte, kurutma odasındaki raflara yerleştirilerek kurutulmakta, paketlenip dondurucuda bekletilmekte, etiketlenip drog dolaplarında muhafaza edilmektedir. Ülkemizdeki bitki varlığının sürmesine katkıda bulunmak amacıyla oluşturulan tohum bankasında Bahçedeki bitkilerden elde edilen tohumların yanısıra ülkemizin farklı bölgelerinden temin edilen yerel tohumlar yeralmakta, kişi ve kuruluşlarla tohum alışverişi yapılmaktadır. Bitkiler çiçekli haldeyken toplanmakta, pres yapılarak kurutulmakta, kartonlara yapıştırılmakta, dondurucuda bekletilmekte, etiketlenmekte ve herbarium’da1 muhafaza edilmektedir. Bahçe laboratuarında bitkilerin morfolojileri ve anatomileri incelenmekte, uçucu ve sabit yağ elde edilmekte, tentürdiot, merhem, krem, parfüm, kolonya, sabun yapılmakta, Kamboçya mantarı ve kefir üretilmekte, bitki zararlılarına karşı bitki özleri hazırlanmaktadır. Bir araştırma ve eğitim merkezi Bahçedeki Sağlık Araştırmaları Merkezi, tıbbi girişimlerin etkilerini ortaya koymak; yerel, geleneksel ve doğal sağlık mirasımızı değerlendirmek; insan ve tabiat dengesine duyarlı, erişilebilir, adil bir tıp anlayışı geliştirmek; kütüphanesi, yayınları, seminerleri, atölye çalışmaları ile bir danışma merkezi olmak üzere kurulmuştur. Merkezde fitoterapi (bitkilerle tedavi), aro-
As the garden hosts dogs, cats, hens, cocks, ducks, rabbits, turtles, bees, birds and insects, it becomes easier to see the nature as a whole, especially for kids. Wastes of plant and other organic matters are used in the compost area, so no artificial fertilizer is applied. Pest detractive plants, nectars, fowls and organic drugs are used against the pests, instead of chemicals. The islands are watered by dripping, while the rest is by irrigation sprinkler; thus any wastage is avoided. There is also a sundial with a nature calendar of 52 weeks on its pedestal, and a billboard called “Adventure of Plants” that depicts the world of plants via photos. Herbarium and Laboratory The plants cultivated in the garden are harvested, placed on shelves of drying room and dried, packed and kept in a fridge, before being labelled and put in drug boards. The seed bank, which is founded in order to contribute to existence of plants, includes local seeds of Turkey along with the ones gathered from the Garden itself; and seeds are traded with persons and institutions. Plants are picked while flowered, dried after being pressed, pasted on cardboards, kept in a fridge, labelled and stored in herbarium. Morphologies and anatomies of plants are analyzed in Garden laboratory, essential and fixed oil are obtained; tincture, balm, cream, perfume, cologne and soap are fabricated; Cambodian mushroom and kephir are manufactured; and nectars are elaborated against pests. A Research and Education Centre The Health Researches Centre in the Garden is founded in order to display the effects of medicinal development; to evaluate our local, traditional and natural healthcare heritage; to establish a fair conception of medicine that is sensitive about humannature equilibrium; to serve as an advice centre with its libraries, editions, seminaries and atelier works. In this
55 MAY JUNE JULY 2009
ZEYTİNBURNU TIBBİ BİTKİLER BAHÇESİ Tıbbi Bitkiler Bahşesi'nde yapılan bazı etkinlikler / Several activities held in Medicinal Plants Garden
56 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
materapi (bitki yağlarıyla tedavi), bitkilerin ve beslenmenin kimyası, masajterapi, refleksoloji, doğal bakım konularında “ev tıbbı” seminerleri ve “bitkileri tanıma ve yetiştirme”, “ayın tıbbi bitkisi” konularında atölye çalışmaları düzenlenmekte; sağlık ve çevre konulu belgesel filmler gösterilmektedir. Merkezefendi Geleneksel Tıp Derneği'nin günümüz Türkçesiyle yayınladığı Osmanlı tıp klasiklerini Merkezde bulmak mümkündür. Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi ve Sağlık Araştırmaları Merkezi'nin süreli yayını olan Sağlık Çevre Kültürü isimli dergiye ücretsiz abone olunabilir. Üniversite ve yüksekokul öğrencileri Bahçede staj yapabilmektedir. Bugüne kadar, biyoloji, ziraat mühendisliği, tıbbi ve aromatik bitkiler, bahçe ziraatı, organik tarım, seracılık bölümlerinden 100’e yakın öğrenci staj yapmıştır. Ayrıca her yıl sınırlı sayıda lise öğrencisine, Bahçenin faaliyet alanındaki konularda proje desteği verilmekte, laboratuardan faydalanma imkanı sağlanmaktadır. Çocukların tıbbi bitkileri tanıyıp sevmelerini, tabiata farklı gözle bakmalarını, ekolojik denge için sorumluluk almalarını ve bitkileri kullanarak yaratıcılıklarını geliştirmelerini sağlamak amacıyla KöşeBucakBörtüBöcek Ekoloji Yaz Okulu düzenlenmektedir. KöşeBucakBörtüBöcek isimli çocuk kitabında tıbbi bitkilerin hikâyesi anlatılmıştır. Biyoçeşitliliğin ve kültürel mirasın korunmasına katkı sağlamak amacıyla, Anadolu'da yetişen tıbbi bitkileri ve bunların kullanılışına dair yerel bilgileri derleme gezileri yapılmaktadır. Gelibolu yarımadası, Fethiye Faralya köyü, Isparta, İznik Tacir köyü, Kars Boğatepe köyü, Ödemiş Bozdağ gezi yapılan yerlerden bazılarıdır. Bahçeden fide, kurutulmuş drog, uçucu ve sabit yağ, doğal sabun temin edilebilir. Hergün hava kararana kadar ziyarete açık olan Bahçe, randevuyla gelen gruplara rehber eşliğinde gezdirilmektedir.
Centre, seminaries and applications about phytotherapy, aromatherapy, chemistry of plants and nutrition, massage therapy, reflexology, “home medicine” regarding natural care, and atelier works about “recognition and cultivation of plants,” “medicinal plant of the month” are being held; and also documentaries on health and environment are shown. You can find Ottoman medicine classics published by Merkezefendi Traditional Medicine Association in Turkish. It is possible and free to subscribe the magazine Culture of Health and Environment, a periodical by Zeytinburnu Medicinal Plants Garden and Health Researches Centre. University and college students can intern at the Garden. More than 100 students from departments such as biology, agricultural engineering, medicinal and aromatic plants, garden agriculture, organic farming, and greenhouse cultivation have interned within the complex so far. Moreover, project support is given to a certain number of high school students every year, and they can use the Garden laboratory. “Creepy Crawly Everywhere” Summer School is arranged every summer in order to make children recognize and love medicinal plants, look at nature with a different conception, take responsibility for ecological balance and develop their creativity using plants. In the storybook Creepy Crawly Everywhere, the stories of medicinal plants are told. Some tours are also held for collecting information about plants of Anatolia and their use, in order to contribute to bio-diversity and to protection of cultural heritage. Gallipoli Peninsula, Fethiye-Faralya Village, Isparta, Iznik-Tacir Village, Kars-Boğatepe Village, Ödemiş-Bozdağ are among the destinations. It is possible to obtain seedling, dried drug, essential and fixed oil, and natural soap from the Garden. By a pre-appointment, the Garden, which is open everyday until evening, can be visited in groups along with guides.
www.esrefoglu.com.tr
SİZE ÖZEL BİR OTOMOBİL İÇİN
SİZE ÖZEL ÇÖZÜMLER "3"¬ #",*.* r 4&37ƙ4 r 7& &- "3"¬ "-*. 4"5*.* r 4ƙ(035" )ƙ;.&5-&3ƙ "UBUÛSL PUP TBOBZJ TJUFTJ ** L T N 4PL OP .BTMBL ƙTUBOCVM 5FM 'BLT
LİEBİG KARTLARINDA İSTANBUL İMAJI VE İSTANBUL’UN FETHİ
LİEBİG KARTLARINDA İMAJI VE
İSTANBUL
İSTANBUL’UNFETHİ Yazı ve Koleksiyon / Article Collection: Önder Kaya Fransızca Çeviri: Cem Ülgen
REPRESENTATIONS OF ISTANBUL AND ITS CONQUEST IN LIEBIG TRADING CARDS
58 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
*Yazar / Author
REPRESENTATIONS OF ISTANBUL AND ITS CONQUEST IN LIEBIG TRADING CARDS
59 MAY JUNE JULY 2009
LİEBİG KARTLARINDA İSTANBUL İMAJI VE İSTANBUL’UN FETHİ İstanbul’da Kapalıçarşı/Grand Bazaar
60 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
19. yüzyıl Sanayi Devrimi’nin tüm görkemi ile ete kemiğe büründüğü bir çağdır. Bu dönemde pek çok icat yapılmış, unutulmaz simalar yetişmiştir. Devrin Avrupasına damgasını vuran önemli simalardan biri de bugün koleksiyon dünyasında adına atfedilen kartlarla tanınan Justus von Liebig’dir. 1803’de doğan Liebig, yüksek öğrenimini Fransa’da Sorbon Üniversitesi’nde tamamladı. Özellikle organik kimya, tarım ve konservecilik alanlarında dönemin zirve isimlerinden biri haline gelen Liebig’in adı bugün de Almanya’da Frankfurt yakınlarındaki Giesen şehrinde, bir zamanlar ders verdiği üniversitenin isminde yaşamaktadır. Liebig’in yaşadığı dönemin en önemli problemlerinden bir tanesi, yiyeceklerin taze biçimde saklanması meselesi idi. Bilhassa denizciler ve sefere çıkan ordular için tazeliğini kaybetmeyen gıdalar büyük önem taşıyordu. Leibig’den önce bu konuda bir takım girişimler olmuş ve modern konserveciliğin temelleri atılmıştı. Bununla beraber et konserveleri hacim olarak büyük yer kaplamaktaydı. Liebig, etin içinde konserve yapılırken pek çok lüzumsuz parçanın da yer aldığını ve bu parçaların çıkarılması durumunda daha besleyici bir ürün elde edebileceğini düşündü. Etin neredeyse yüzde 30’u kemik ve üçte biri de sudan oluşuyordu. Bunların çıkarılması sonrasında daha az yer kaplayan ve eskiye oranla fazlasıyla besleyici et konserveleri üretilmeye başlandı. 1856 yılında Londra’da Liebig Et İhracat Şirketi adı ile kurulan firma, bu keşfi ekonomi pazarına soktu. Kurum sonraları bilhassa et suyu ve bulyon üretiminde dünyanın sayılı kuruşlarından biri haline geldi. Şirketin et ihtiyacı büyük ölçüde Güney Amerika’dan temin edildiği için sonuçta şirketin fabrikası da 1865’de Uruguay’a taşındı. Yine hayvancı-
The 19th century was an era when the industrial revolution came to fruition in all its grandeur. Many inventions were made and many unforgettable characters appeared during this time. One of the important names that have left its mark on the Europe of the age and the collectibles world of today is Justus von Liebig, renown for the printing and distribution of trading cards under his name. Liebig was born in 1803 and completed his degree in higher education at the Sorbonne University in France. He became one of the leading figures of the time in organic chemistry, agriculture and canned foods. He is survived today by the university in his name in the town where he previously had taught, Giessen, near Frankfurt, Germany. One of the greatest problems of Liebig’s age was the preservation of food. Especially for seafarers and campaigning armies, keeping food fresh was essential. The foundations of the modern canning industry had been laid before Liebig; however, canned meat at the time took up much space. Liebig thought that there were many unnecessary ingredients put in cans during meat processing and looked for ways to make the product more nutritious by extracting them. Almost 30% of the canned meat was bone, and more than one third was water. Following their extraction, smaller cans with relatively higher nutrition levels began to be manufactured. Thus the Liebig Extract of Meat Company was founded in London in 1856, and the product was introduced into the marketplace. Later, the company became one of the leading names in the production of meat broth and bouillon. As most of its meat came from South America, the company moved their factory to Uruguay in 1865. Facilities were built in Argentina and Australia as well, which
REPRESENTATIONS OF ISTANBUL AND ITS CONQUEST IN LIEBIG TRADING CARDS Sultanahmet Çeşmesi/Sultanahmet fountain
61 MAY JUNE JULY 2009
lık deyince bugün de ilk akla gelen ülkeler arasında yer alan Arjantin ve Avustralya’da da tesisler kuruldu. Şirket, müşterilerine promosyon olarak 1872 yılında ilk Liebig kartlarını dağıtmaya başladı. Son derece özenli ama çoğu zamanda hayali çizimlerle süslü bu kartlar beklenmedik biçimde tüketicilerin ilgisiyle karşılaştı. Başlangıçta Fransızca basılan kartlar gelen yoğun talep üzerine Hollandaca, Fince, İsveççe, Sırpça gibi yerel dillerde de basılıp dağıtılmaya başlandı. Kartların ön yüzünde genellikle firmanın reklamı, tanıtılan ülke, toplum ya da olaylar serisine ait çizimler yer alıyordu. Arka yüzünde ise konu ile ilgili bilgiler veriliyordu. Yalnız bu bilgiler bazen fahiş hataları da içerebiliyordu. Bunun en temel nedeni muhtemelen kartlara olan yoğun ilgi sonrasında üreticilerin ortaya çıkan bilgi açığını layığı ile kapatamamaları olsa gerek. Mesela “Türkiye” serisinde yer alan ve “Bir camiinin içinde” adını taşıyan kartta peçeli kadınlar erkeklerin önünde namaz kılabilmektedir. Burada ressam İslami uygulamalardan çok kartın merkezine “oryantal kadın” figürünü taşımak istediğinden böyle bir durum ortaya çıkmıştır. Caminin zemininde halı olmaması, minberin ters yerde durması, caminin iç mimari tarzının ve bazı kişilerin kıyafetlerinin kuzey Afrika esintileri taşıması dikkat çeken diğer unsurlar. Yine aynı seride yer alan “Sultanahmet çeşmesi” adlı karttaki yapının da ne Topkapı sarayı önündeki ne de Üsküdar’daki III. Ahmed çeşmeleri ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bununla beraber çizer en azından çeşmenin bir parçası olan sebil kısmını asli fonksiyonuna uygun biçimde resmettiği gibi kartın arkasında verdiği bilgiler arasında da “Kur’an Müslümanlar içkiyi yasakladığından Türkler arasında iyi kalitede su ve bunun sunumu son derece
even today are among the important names in the livestock industry. As promotion, the company began distributing to its customers the first Liebig trading cards in 1872. These cards were decorated with meticulously drawn images with mostly imaginary content; nevertheless they became unexpectedly popular with consumers. Printed in French in the beginning, increasing demand led to their printing and distribution in local languages such as Dutch, Finnish, Swedish and Serbian. On front, the cards had the advertisement of the company and drawings illustrating the country, society or events that the series represented. On the back, explanations were given. However, at times the informative content on these cards bore blatant errors. The reason for this was probably due to the fact that the producers were not able to fulfil the rising demand for the cards and provide the necessary accuracy of information at the same time. For example, on the drawing titled “the interior of a mosque” in the series on “Turkey,” veiled women are shown practicing the “namaz” (Muslim ritual prayer-T. N) in front of praying men. This is because the artist is more interested in depicting the “oriental woman” as the focal point of the piece, rather than providing accurate information on Islamic practice. Other similar details are the absence of a rug on the floor of the mosque, the misplaced mimbar (pulpit), the North African influence in the interior decoration of the mosque and the attire of the people therein. Furthermore, the structure depicted on the card titled “the fountain of Sultanahmet” from the same series, bears no resemblance neither to the fountain in front of the Topkapi Palace, nor to any of the fountains in Üsküdar, built during the period of Ahmed the
LİEBİG KARTLARINDA İSTANBUL İMAJI VE İSTANBUL’UN FETHİ Harem
62 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
önemlidir” demek suretiyle son derece tutarlı tespitler de yapmaktadır. Yine Osmanlıları konu alan bir diğer seride Rumeli hisarına “Çanakkale Boğazında Rumelihisarı veya Kilit bahir” kalesi denilmek suretiyle ciddi bir yanlış yapılmıştır. Yugoslav tarihinin anlatıldığı bir diğer seride de I. Murad Kosova savaşında yarı çıplak bir Sırp’a atının üzerinde olduğu halde öldürtülmüştür. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak her şeye rağmen bu dönemde ortaya çıkan bilgi açlığı ve bilinmeyen diyarları merak duygusunu şirket çok iyi bir şekilde kullanarak farklı konuları kapsayan kartlar basma yoluna gitmiştir. Bu kartlar 6, 12 ve 24 resimlik seriler halinde basılıyordu. Hakan Akçaoğlu’nun Albüm adlı dergide çıkan ve kartları tanıtmayı amaç edinen yazısından hareketle firmanın 1973 yılına gelindiğinde 1863 seri kart çıkarttığını ve bu serilerdeki toplam resim adedinin de 12.000’den fazla olduğunu öğreniyoruz. Günümüzde kart müzayedelerinde hala çokça rağbet gören bu kartlar, serilerine göre çok cüzi rakamlardan, çok ciddi meblağlara kadar değişen fiyatlar arasında alıcı bulabiliyor. Ülkemizde tahmin edilebileceği üzere bilhassa Osmanlıyı ve İstanbul’u konu alan seriler iyi fiyatlardan satılıyor.
Son derece özenli ama çoğu zamanda hayali çizimlerle süslü bu kartlar beklenmedik biçimde tüketicilerin ilgisiyle karşılaştı. Başlangıçta Fransızca basılan kartlar gelen yoğun talep üzerine Hollandaca, Fince, İsveççe, Sırpça gibi yerel dillerde de basılıp dağıtılmaya başlandı. These cards were decorated with meticulously drawn images with mostly imaginary content; nevertheless they became unexpectedly popular with consumers. Printed in French in the beginning, increasing demand led to their printing and distribution in local languages such as Dutch, Finnish, Swedish and Serbian.
Third. On the other hand, at least the artist illustrates correctly the public function of the fountain, making the very accurate observation that “as the Qur’an prohibits the use of alcohol, access to high quality water and its presentation are essential to the Turks.” In a different series on the Ottomans, calling the Rumeli fortress “The Roumeli Fortress in The Dardanelles and Kilit Bahir” makes for a grave error. In another series that depicts the history of Yugoslavia, the slaying of Murat I during the battle of Kosovo is drawn with the sultan on horseback, attacked by a Serb with a naked torso. Examples as such are numerous. Nevertheless it is also a fact that the company has made well use of the craving for knowledge of exotic lands and has printed series on a variety of subjects and locations, interesting to the European mind. The picture cards were printed in sets of 6, 12 and 24. From Hakan Akçaoğlu’s article in the periodical Albüm, we learn that the company had printed 1863 series with a total of more than 12000 cards by 1973. The cards, whose prices range from the very cheap to the highly expensive according to the series they belong to, continue to attract buyers at auctions. As expected, the series that depict the Ottoman period or Istan-
REPRESENTATIONS OF ISTANBUL AND ITS CONQUEST IN LIEBIG TRADING CARDS Bu yazıda yine Liebig serilerinden biri olan “İstanbul’un düşübul are sold, here, with quite generous price tags. şü” başlığını taşıyan altı kartın tanıtımını yapmayı amaçlıyo In this article, I wish to present the 6-piece Liebig card rum. Seride dünya tarihinin en önemli vakalarından biri olan set entitled “The Fall of Istanbul.” The series depicts the turningİstanbul’un düşmesi ön plana çıkan safhaları resmedilerek ele point events that mark one of the most important episodes in alınıyor. 6 parça olarak yayınlanan “İstanbul’un düşüşü” adlı world history. Printed in a set of 6 cards, the set is truly interestseri, içerdiği resimler ve bilgiler açısından son derece ilginçtir. ing in terms of pictorial depiction and historical content. First Her şeyden önce kartlarda verilen bilgiler tarihsel gerçeklere of all, much of the historical information provided on the cards büyük ölçüde uygundur. Şehrin de son derece güzel bir betimis accurate. In addition, the city is beautifully depicted. The text lemesi yapılır. Bu anlamda metin bir uzmanın elinden çıkmış seems to have come out of an expert’s pen. The naval battles gibidir. Kuşatma sırasında yapılan deniz savaşları, Fatih ile baduring the siege, the negotiations between Fatih and Basileus sileus (imparator) arasında gerçekleşen müzakereler, Osmanlı and the Janissary band performing at a banquet organized ordusunun fetihten birkaç gün önce müdafilerin psikolojisini solely to demoralize the defending troops a few days before bozmak için ordugahta şenlik tertip edip mehter çaldırmasıthe attack all run parallel to documented historical evidence. na varıncaya kadar pek çok bilgi kaynaklarla paralel bir seyir However, the same can’t be said for the pictures. The Sultan’s izler. Ancak kartlardaki görseller için aynı şeyleri söylemek attire and the soldier’s uniforms in the first card bear no relamümkün değil. İlk kartta gerek padişahın gerekse de topçution to reality. The card shows the cannoneers almost naked. ların giyimlerinin gerçekle en ufak bir ilgisi Moreover, the Rumelihisarı depicted on the yoktur. Gerçi topçuların üzerinde kıyafet de card bears no resemblance to the actual lobulunmamaktadır. Ayrıca Rumelihisarı’nın bucation on the Bosphorus. The Sultan is shown Liebig’in yaşadığı dönemin lunduğu bölgenin de Boğaz’la bir ilgisi yok. to be far older than the young sovereign who en önemli problemlerinBurada resmedilen padişah, 21 yaşını süren was 21 years old at the time. On the third den bir tanesi, yiyeceklerin genç bir hükümdardan çok daha yaşlıdır. 3 card, bearing no relation to any historical taze biçimde saklanması numaralı kartta padişahın yanına hiçbir tarihevidence, a spotted panther is placed next meselesi idi. Bilhassa sel veriyle bağdaşmayacak şekilde benekli bir to the Sultan. Rather than positing the hisdenizciler ve sefere çıkan panter iliştirilivermiştir. Bu çizimlerde adeta torical truth, what seems to be the purpose ordular için tazeliğini kaygerçeklerden ziyade Avrupalıların kafasında is to strengthen the image of the oriental in betmeyen gıdalar büyük var olan şark imajının pekiştirilmesi durumu the European imagination. The transporönem taşıyordu. söz konusudur. 4. karttaki gemilerin karadan tation of ships by land depicted on the 4th yürütülmesi bahsinde ise tarihi yarımada olcard is set against a backdrop of the anOne of the greatest probdukça gerçekçi resmedilmiştir. Resmi çizen kişi cient peninsula quite accurately drawn. The lems of Liebig’s age was İstanbul’u bilen ya da en azından burayı fotoğimpression one gets is that the artist either the preservation of food. raf veya kartpostallardan gören biri izlenimini knew Istanbul, or had at least photographs Especially for seafarers uyandırmaktadır. Buna karşılık 6. kartta, şehre and postcards as model for his illustrations. and campaigning armies, giren Türk ordusu açık biçimde vahşi Moğol On the other hand, the 6th card shows the keeping food fresh was savaşçılarına benzetilmişlerdir. Karşımıza OsTurkish army entering the city, looking like a essential. manlı askeri olarak çekik gözlü, sarkık bıyıklı, band of wild Mongolian warriors. Suddenly, saçları kazıtılmış ve bir tutam saçı tepeden we are faced with a group of slant-eyed men bağlanmış adamlar çıkıverir. Tüm kartlar bowith droopy moustaches and shaved heads yunca Osmanlı askerlerine ait görsellerde aynı yanlışlar tekrarwith only a bundle of hair tied up on top, posing as Ottoman lanır durur. Bu çizimler dönemin Avrupasında varolan “barbar infantry. Similar inaccuracies are repeated over and over on all Türk” imajını perçinler niteliktedir. cards involving the Ottoman military. Undoubtedly, these imŞimdi kartlarımızın arkasını çevirelim ve “Liebig Etsuyu ages serve to reinforce the image of the “barbarian Turk” in the Firması”nın müşterilerine promosyon olarak dağıttığı bu kartEuropean mind at the time. larda fethin adım adım nasıl anlatıldığına bakalım; Let us now turn the cards over and one by one, look at how the Liebig Extract of Meat Company describes the conquest to its İSTANBULUN DÜŞÜŞÜ customers: 1. TÜRKLERİN İSTANBUL KUŞATMASI THE FALL OF ISTANBUL İmparator VIII. Jean Paleolog 31 Aralık 1448’de ölür. Bu zama1. THE SIEGE OF ISTANBUL na kadar Bizans imparatorluğu Türklere karşı son derece cesur Emperor John Palailogos VIII dies on December 31, 1448. Up bir savunma sergilemiştir. Onun zamanında batıdan üst üste to now, the Byzantine Empire had valiantly defended Istanbul gelen iki Haçlı seferinden ilki 1444’de Varna’da ikincisi 1448’de against the Turks. During his reign, the Turks had crushed two Kosova’da Türkler tarafından hezimete uğratılmıştır. VIII. Jean crusades, one in Varna in 1444 and the other in Kosovo in 1448. ölmeden önce üç oğlu arasından kendisine Konstantin’i halef
63 MAY JUNE JULY 2009
LİEBİG KARTLARINDA İSTANBUL İMAJI VE İSTANBUL’UN FETHİ 1. Türklerin İstanbul Kuşatması/Conquest of İstanbul
64 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
olarak seçmiştir. Ancak Sultan tarafından tanındıktan sonra (çünkü o zamanlar Bizans, Osmanlı sultanına tabi idi) 11. Konstantin kendisini bugün Mora yarımadası civarında bulunan Mistra’da imparator ilan ettirmiştir. Yeni imparator buradan da Konstantinopolis’e giriş yapmıştır. Ancak sahip olduğu şehir dini çatışmalar nedeniyle parçalanmıştı. Bu arada diğer iki kardeşinin de Mora hakimiyeti konusunda birbirleri ile didişerek Türkleri yardıma çağırdığını öğrenmiştir. Türkler o sırada (1451’de II. Murad’ın ölümünden beri) Küçük Asya’nın yanı sıra Balkanları da yönetiyorlardı. II. Murat’ın oğlu II. Mehmet, Konstantinopolis konusunda son derece planlı ve azimli bir fetih düşüncesine sahipti. Öncelikle kendi ordusunu düzenledi ve sonrasında Venedik ve Macarlarla diplomatik temaslarda bulunarak anlaşma sağladı. 1452’ye gelindiğinde birkaç ay içerisinde Boğaz’ın en dar yerine Rumelihisarı’nı yaptırdı. Daha sonra da şehir üzerindeki baskısını arttırdı. 10 Kasımda Rumelihisarı tarafından geçmekte olan Venedik’e ait buğday dolu iki gemiyi batırdı. Venedik buna karşı tepki vermek istedi fakat gönderdiği kuvvetler çok geç kaldı. 2. HALİÇ (ALTIBOYNUZ) ZİNCİRİ NİSAN 1453 Kontantinopolis surları Marmara, Boğazlar ve Haliç istikametinde bir üçgen oluşturmaktaydı. Haliç’in uzandığı yer ise Konstantinopolis ile Pera’yı birbirinden ayırıyordu. Pera’da Cenevizliler oturuyorlardı ve savaş öncesinde tarafsızlıklarını ilan etmişlerdi. Kötü hava koşulları geçtikten sonra Türkler şehre doğru yola çıktılar. 2 Nisan 1453’den itibaren imparator Konstantin, Haliç’i uzun bir zincirle kapattı. Bu zincirin hemen arkasında gemiler bulunuyordu. Sonrasında da şehri savunmaya hazırladı. Bizans’ın
Among his three sons, John VIII chose Constantine as heir. However, after recognized by the Sultan (since the Byzantine Empire was vassal to the Ottomans at the time), Constantine XI declared himself emperor at Mistra, near today’s Mora peninsula. From here, the new emperor entered Constantinople. The city at the time was torn apart by religious strife. In addition, he learned that his two brothers had called the Turks for aid due to their squabble over dominion of Mora. At the time (since the death of Murat II in 1451) the Turks ruled both Asia Minor and the Balkans. Mehmet II, son of Murat II, had meticulous plans to conquer Constantinople. He first organized his army and contacted Venice and Hungary to reach an agreement. In 1452, he ordered the Rumelihisarı to be built on the narrowest point of the Bosphorus as support for the siege. On November 10 he sank two Venetian ships carrying wheat. Venice wanted to respond to the attack but the support they sent arrived too late. 2. THE HALİÇ (GOLDEN HORN) CHAIN, APRIL 1453 The ramparts surrounding Constantinople formed a triangle between the Marmara, the Bosphorus and the Golden Horn. The Golden Horn separates Constantinople and Pera. The Genoese were the residents of Pera and had declared their neutrality just before the war. Once the weather conditions were favourable the Turks begin their march towards the city. On April 2, 1453, emperor Constantine sealed off the Golden Horn with a long chain, ships guarding behind. He then proceeded to prepare the city’s defences. The nobles of Byzantium had not only failed to give the necessary aid for the city’s defence,
REPRESENTATIONS OF ISTANBUL AND ITS CONQUEST IN LIEBIG TRADING CARDS 2. Haliç (Altıboynuz) Zinciri / Chain at the Golden Horn
65 MAY JUNE JULY 2009
önde gelenleri, şehir savunması için gereken yardım ve bağışları vermedikleri gibi askerlikle ilgili konularla da gereği gibi ilgilenmediler. Savunmacıların sayısı 10 bin kişi civarında olup zayıf bir kuvvet teşkil ediyorlardı. Bu kuvvetlerin bir bölümü de Cenevizli Jean Justinyani liderliğinde şehir savunmasına iştirak eden yabancılardı. Silah, cephane ve top konusunda Konstantinopolis yetersiz bir durumdaydı. Batıdan söz verilen ve beklenen yardım acaba zamanında gelebilecek miydi? 3. URBAN’IN TOPU NİSAN 1453 Buna karşılık şehri kuşatan ordu çok kalabalık ve coşkuluydu. 10 binden fazla yeniçeri ve 60 bin kadar Anadolu’dan gelen disiplinli piyadenin yanı sıra önemli oranda başıbozuk vardı. Tüm bu kuvvetler kara tarafındaki surlara yaklaşarak dini bir inanç ve yağma heyecanıyla son saldırı anını bekliyorlardı. Bütün Boğaz’ı kontrol altında tutan ve Haliç’e girmeye hazırlanan bir filo da beklemedeydi. Sultan, haklı olarak saldırı öncesinde uzun bir topçu ateşinin surları dövmesini istiyordu. Bu saldırı sonrasında surlar zayıflayacak ve gedikler oluşacaktı. Bu arada istihkam erleri de yürür kulelere çıkarak surlara saldıracaklar, piyade erler de yine bu vasıtayla surlara aktarılacaktı. Türk topçuları cephane ve toplar konusunda son derece hazırlıklı olup ellerinde yüksek kalibreli mermiler vardı. Toplardan bir tanesi (ki o zamana kadar görülenlerin en büyüğü idi) Macar mühendis Urban’a hazırlatılmış ve dökümü üç ay sürmüştü. Bu topun çapı bir metre genişliğindeydi ve mermileri 640 mm. kalibredeydi. Bu topu Edirne’den getirebilmek için 60 öküz kullanıldı. Genel bombardıman 11 Nisan'da başladı ve sekiz gün sürdü.
but were also oblivious to military needs of the city. The defence was made up of a meagre army of 10000. Plus, a portion of these troops consisted of foreigners under the command of the Genoese Jean Justiniani. Constantinople was lacking in weapons, ammunition and cannons. Would the promised aid from the West arrive on time? 3. URBAN’S CANNON, APRIL 1453 On the other hand, the army that besieged the city was great in number and highly enthusiastic. There were more than 10000 Janissaries and 60000 well-trained infantry, along with a significant amount of baschi-bozouks. The troops approached the ramparts on the mainland and awaited anxiously the order for the last offense, fuelled by a religious zeal and the coming pillage. A naval fleet that controlled the whole Bosphorus was also waiting to enter the Golden Horn. With good reason, the Sultan wanted cannon fire to weaken the ramparts before launching the final assault. Sappers would then attack the ramparts on mobile towers, transporting infantrymen onto the walls. The Turkish cannoneers were extremely well prepared and possessed high calibre ammunition. One of the cannons (the largest one to date) was given over to the Hungarian engineer Urban to cast, whose mould took more than 3 months to create. The cannon was 1 meter in diameter and its shells were of 640 mm calibre. 60 oxen pulled the cannon from Edirne. The bombarding began on April 11, and lasted for 8 days. 4. THE STRATEGY OF APRIL 22 On April 18 the Sultan stopped the bombarding and began the
LİEBİG KARTLARINDA İSTANBUL İMAJI VE İSTANBUL’UN FETHİ
66 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
3. Urban’ın Topu / 3. Urban’s Cannon, April 1453
4. 22 Nisan Stratejisi / 4. The Strategy Of April 22
4. 22 NİSAN STRATEJİSİ 18 Nisanda Sultan bombardımanı durdurdu ve ilk saldırıyı başlattı. Ancak geceleyin saldıran piyade erleri surlardan atılan kaynar sular ve ateşle geri püskürtüldüler. 19’unda ise bombardıman tekrardan başladı. Türk filosu, Haliç’e gerili zincire saldırırsa da Hıristiyanlar karşı koymak için ellerinden geleni yaptılar. 20’sinde yine bir deniz savaşı meydana geldi. Türk denizcileri geri püskürtülürken Konstantinopolis’e yeni destek kuvvetleri geldi. II. Mehmet artık Haliç’i elde etme konusunda sabırsızdı ve kuşatmada filosuyla kara ordusunun gücünü birleştirmeyi istemekteydi. İki gün içinde inanılmaz bir fikri hayata geçirdi. Boğaz kıyısından başlayarak Pera üzerinden ilerleyip Haliç’te sonlanan, iyi yağlanmış kazıkların yan yatırılması ile oluşturulan 3 kilometrelik bir pist yaptırdı. Donanmasını da insanlar, öküzler ve atları kullanarak pistten kaydırmak suretiyle Haliç’e indirdi. Bu sürpriz hareket Bizans üzerinde büyük bir moral bozukluğuna neden oldu. İmparatorun barış teklifi, Sultan tarafından kesin bir dille reddedildi. Böylelikle II. Mehmet Haliç’teki zinciri ele geçirememiş olsa da imparatorun, askerlerinin bir bölümünü Haliç kıyısındaki surların savunmasına göndermesine ve diğer bölgelerdeki savunmanın zayıflamasına neden olmuştur.
first assault at night. However, the infantrymen were pushed back by fire and boiling water, poured down onto them from the ramparts. The bombarding began anew on April 19. The Turkish fleet attacked the chain strung between Haliç; they are met with a valiant defence from the Christians. A new naval battle erupted on the 20th and as Turkish sailors are repelled. In the meantime, new troops arrive to Constantinople’s aid. By now, Mehmet II had been getting anxious about capturing Haliç and wanted to unite his ground troops with the besieging fleet. In two days he managed to hatch an incredible plan. He ordered a 3 km long track be built, stretching from the Bosphoros shores to Pera ending in Haliç, made of wellgreased logs resting sideways. Then he slid his naval fleet over these logs into Haliç with the help of men, oxen and horses. This surprise attack greatly demoralized the Byzantine army and the emperor’s call for truce was sharply declined. This way, even though Mehmet II wasn’t able to overtake the chain in Haliç, he was able to weaken the city’s defences by forcing the emperor to divide his army, moving some of his troops to the ramparts on the shores of Haliç.
5. AYASOFYA BARIŞI 28 MAYIS 1453 Bombardıman bir ay daha devam etti. 7, 12 ve 18 Mayıs tarihlerinde ara verildi ki, bu zamanlarda surlara bazı zayıf saldırılar yapılmıştı. Müdafiler her ne kadar sayıca az olsalar da yapılan saldırıları püskürtebilmiş ve gedikleri de ellerinde olan malzemelerle kapatabilmişlerdir. 16’sı ve 21’inde saldırıya uğrayan zincir halen direnmekteydi. 22’sinden itibaren kara tarafından saldırılar gitgide arttı. II. Mehmet müdafilerin savunma gücünün yavaş yavaş çöktüğünün farkındaydı. Öte yandan kendi kuvvetlerinin böylesine uzun ve kanlı bir kuşatma karşısında moral bozukluğuna uğradıklarının da bilincin-
6 parça olarak yayınlanan “İstanbul’un düşüşü” adlı seri, içerdiği resimler ve bilgiler açısından son derece ilginçtir. Her şeyden önce kartlarda verilen bilgiler tarihsel gerçeklere büyük ölçüde uygundur.
5. THE TREATY OF HAGIA SOPHIA, MAY 28 1453 The bombarding continued for one month. There were pauses on May 7, 12 and 18, on which weak attacks were carried out. Although the defenders were low in number, they were able to repel the attacks and had managed to repair the breached walls with the material at hand. The chain was attacked on the 16th and 21st, but was still intact. Starting from the 22nd, attacks from land increased. Mehmet II was aware that his enemies were weakening by the day. However, he was also aware that his own army was becoming increasingly demoralized by the long and bloody siege. On May 23, Constantine XI refused the Sultan’s ultimatum but soon after learned that
Printed in a set of 6 cards, the set is truly interesting in terms of pictorial depiction and historical content. First of all, much of the historical information provided on the cards is accurate.
REPRESENTATIONS OF ISTANBUL AND ITS CONQUEST IN LIEBIG TRADING CARDS 5. Ayasofya Barışı / 5. The Treaty Of Hagia Sophia, May 28 1453
6. İmparatorun Ölümü / 6. The Death Of Basileus, May 29 1453
the expected support from Venice would be arriving late. In deydi. 23 Mayısta XI. Konstantin, Sultan'ın bir ultimatomunu the meantime the Turkish attacks slowed down and a joyful, geri çevirdi, ancak hemen sonra da Venedik’ten beklenen festive atmosphere took over their barracks. Constantine XI desteğin uzun bir zaman sonra gelebileceğini öğrendi. Bu took this to be an indication of the final assault. The fall of arada Türklerin saldırısı yavaşladı ve kamplarında bir bayram Constantinople was at hand; the city put havası ve sevinçli bir hazırlık telaşesi görüldü. aside all the political, social and religious XI. Konstantin bu halin son saldırıya hazırstrife that stirred it up until now. The emlık olduğunu düşünmeye başladı. Bu arada peror, the Orthodox and Latin churches Konstantinopolis’te ölümün yaklaşıyor olmaHer şeye rağmen bu döalong with local authorities and the foreign sı nedeniyle siyasi, dini ve toplumsal çatışmanemde ortaya çıkan bilgi soldiers all came together at the Hagia Solar bir tarafa bırakılmaya başlandı. Böylelikle açlığı ve bilinmeyen diphia, repented and took communion. Later, imparator, Ortodoks kilisesi ve Latin kilisesi yarları merak duygusunu the warriors took their positions for the final ile yerel otoriteler ve ordudaki yabancılar şirket çok iyi bir şekilde battle. hep beraber Ayasofya’da buluşup günah çıkullanarak farklı konuları kartarak Hz. İsa’yı ekmek ve şarapla kutsama kapsayan kartlar basma 6. THE DEATH OF BASILEUS, MAY 29 1453 ayini yaptılar. Sonrasında da savaşçılar son yoluna gitmiştir. çarpışma için yerlerin aldılar. The expected assault began on May 29 at 1:30 in the morning. First, the baschi-bozoNevertheless it is also a 6. BASİLEUS’UN ÖLÜMÜ 29 MAYIS 1453 uks attacked and suffered a crippling defeat fact that the company has 29 Mayısta sabaha karşı 1.30’da beklenen after two hours of battle. During the second made well use of the cravsaldırı başladı. İlk saldıran birlik olan başıbowave of the attack, Anatolian infantrymen ing for knowledge of exotic zuklar iki saatlik bir çarpışma sonucu korkunç marched onwards and positioned themlands and has printed sekayıplar vererek geri çekildiler. Hemen ardınselves among the breached walls. Howries on a variety of subjects dan ikinci dalga yani Anadolulu piyadeler ever, this attack was also repelled. As dawn and locations, interesting ilerledive tehlikeli olacak şekilde surlardaki broke, the Janissaries attacked the weakest to the European mind. gediklere yerleştiler. Ancak sonrasında geri points of the city’s defences. Justiniani, the püskürtüldüler. Şafak sökerken yeniçeriler commanding officer of the foreign troops in savunmanın en zayıf yerlerine saldırdılar. Sonrasında kenthe city, suffered a mortal wound and was forced to retreat ti savunan yabancı askerlerin başında bulunan Justinyani from position while the Turks captured a block of the ramölümcül bir yara aldı ve mevzisini terk etti. O sırada Türkler parts. Constantine XI, furious, took a few knights with him kent surlarında bir yeri alarak buraya yerleştiler. XI. Konstanand charged the Turks, screaming and bellowing in anger. In tin birkaç şövalye toplayıp bağırıp çağırarak gayet öfkeli bir a few hours, his head was brought to the triumphant party, biçimde düşman saflarına saldırdı. Bir kaç saat sonra da zaferi Fatih (the Conqueror). Fatih ordered the carnage to stop and kazanmış olana, yani Fatih’e kesik kafası götürüldü. Fatih kıafter promising his army three days of pillage, he went to the yımları durdurup üç gün boyunca yağmalara izin verdikten Hagia Sophia, which he has turned into a mosque. Thus Consonra camiye çevirdiği Ayasofya’ya gitti. Böylelikle İsa’dan stantinople, founded by Greeks by the name of Byzantium in önce VII. yy.’da Bizans adı ile Yunanlılar tarafından kurulan the 7th century BC, had now after 1000 years had become the Konstantinopolis 1000 yıl sonra doğunun başkenti oluyordu. capital of the East. From here on, the city was to be the OttoBundan sonra şehir yüzyıllarca Osmanlıların başkenti olacakman capital for centuries. In fact, the Turkish name given to tır. Zaten Türklerin kullandığı isim olan İstanbul, “stim bolin”in the city, Istanbul, is nothing more than an adaptation of the değiştirilmiş halinden başka bir şey değildir. Greek phrase “stim bolin.”
67 MAY JUNE JULY 2009
KUZEYDEKİ KARDEŞ ODESSA
KUZEYDEKİ KARDEŞ
68 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
ODESSA
Odessa Belediye Başkanı Gurvits Eduard Yosifoviç'le Söyleşi
SISTER CITY IN THE NORTH
Interview With Odessa Mayor Gurvits Eduard Iosifovich
Halit Ömer Camcı Gurvits Eduard Yosifoviç 30 Ocak 1948’de, Vinnitsa Bölgesinin Mogilev-Podolsk şehrinde doğdu. Yüksek öğrenim gördükten sonra 1971 yılında Leningrad mühendislik ve inşaat enstitüsünden “iletişim hatları mühendisi” olarak mezun oldu. İş hayatına ise öğrenciyken girdi: işçilik, tersane işçiliği ve inşaat ustalığı yapıyordu. 1971–72 yıllarında Sovyet Ordusunun stratejik amaçlı roketli güçler bölümünde askerlik yaptı. Askerden döndükten sonra 1973 ve 1976 yılları arasında Moldova’daki şantiye alanlarında ustabaşı, şantiye mühendisi ve şantiye başmühendisi olarak çalıştı. 1977–87 yılları arasında Odessa’daki çeşitli inşaat çalışmalarından şantiye mühendisliği ve başmühendisliği görevlerinde bulundu. 1987’de SSCB’nin ilk üretim kooperatifi olan “Ecopolis” adlı deneysel, yaratıcı stüdyoyu kurdu ve başkanlığını yaptı. 1990 Mayıs’ında Zhovtnevy Belediye Meclisi Başkanı seçildi; 1991’de ise Odessa Şehri İcra Heyetinin başına geldi. 1994 yılının Nisan ayında Ukrayna Parlamentosu’na (Verkovna Rada) katıldı. Eduard Gurvits aynı yılın Temmuz ayında Odessa şehrinin belediye başkanı seçildi. 1998 yılının Mart ayında, en yakın rakibine yetmiş bin oy gibi büyük bir fark atarak yeniden belediye başkanı oldu. Buna karşın, merkezi yürütme gücünün ve bizzat Devlet Başkanı L. D. Kuchma’nın doğrudan müdahalesiyle, Kirovograd Bölge Mahkemesi seçim sonuçlarını iptal etti ve Eduard Gurvits’in yeni yapılacak seçimlerde aday olmasına izin verilmedi. Aynı yıl içinde, Odessa şehrinin Suvorosky ilçesinden milletvekili seçildi. 2002 senesinde bir kez daha Odessa belediye başkanlığı için harekete geçti. Ancak oy sayımlarındaki sahtecilik sonucu
Gurvits Eduard Iosifovich was born on January 30, 1948 in Mogilev-Podolsk city, Vinnitsa Region. He had got higher education and graduated from the Leningrad engineering and construction institute in 1971 as a “communication lines engineer”. He had started his labor activity while being a student: he was a general worker, a loader, a construction foreman. During 1971-72 he was a Soviet Army soldier at rocket-powered forces of strategic purpose. After discharge from the army in 1973-76 he used to work as foreman, resident engineer and senior resident engineer at construction sites of Moldova. In 1977-87 he worked as a resident engineer, senior resident engineer and head of unified area in various construction organizations of Odessa. In 1987 he established and headed one of the first manufacturing cooperatives in the USSR – an experimental & creative studio “Ecopolis”. In May 1990 he was elected as a chairman of Zhovtnevyy District Council, and in 1991 – of the Executive Committee of Odessa City. In April 1994 he became a member of Verkhovna Rada (Parliament) of Ukraine.In July 1994 Eduard Gurvits was elected as a mayor of the city of Odessa. In March 1998 he was re-elected to the same position leaving his closest competitor far behind by winning extra 70 thousand votes. However, as a result of direct interference of the central executive power and President L. D. Kuchma personally, Kirovograd regional court had cancelled the results of the elections. Eduard Gurvits was not allowed to participate in the new elections as a candidate. In the same year of 1998 Eduard Gurvits was elected as a people’s deputy of Ukraine in Suvorovskyy district of Odessa City. In the year 2002 he ran for position of the mayor of Odessa again. But, as a consequence of falsifications of the ballot results, he
*Yazar / Author
ODESSA - SISTER CITY IN THE NORTH Meşhur Odessa Potemkinskaya merdivenine görüntüler / View on the famous Odessa Potemkinskaya Steps
Odessa'yla İstanbul 1997 yılında kardeşşehir olduklarında protokol metnini dönemin İstanbul Büyük Şehir Belediye başkanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan ve Odessa belediye başkanı Sn. Eduard Gurvits imzalamışlardı. Signing of the twinning agreement between Istanbul and Odessa by Mr. Recep Tayyip Erdogan and Mr. Eduard Gurvits, year 2007"
69 MAY JUNE JULY 2009
ikinci ilan edildi ve bunun üzerine kişisel bir dava açtı. Aynı yıl “Nasha Ukraina” (“Bizim Ukrayna”) partisinden parlamentoya seçildi ve aynı isimli meclis grubunun üyesi oldu. 2005 yılında Odessa’daki Primorsky Bölge Mahkemesi 2002 yılı Odessa belediye başkanlığı seçimi resmî sonuçlarında usulsüzlük yapıldığına karar verdi ve seçimi iptal etti. Bunun üzerine 2005 yılının Nisan ayında Odessa belediye başkanlığına getirildi. Mart 2006’daki olağan yerel seçimleri de kazanan Eduard Gurvits, halen Odessa belediye başkanlığı görevini yürütüyor. 28 Şubat 2007’de A.B.D. Uluslararası Cumhuriyet Enstitüsü tarafından “Demokrasi Kahramanı” unvanıyla ödüllendirildi. Eduard Gurvits üç çocuk sahibi: kızı Eugenia 1975 doğumlu ve Kiev’de yaşıyor; iki oğlundan Stanislav 1983 doğumlu ve İsrail’in Hayfa şehrinde oturuyor, Aleksandr ise 2008 yılında dünyaya geldi ve Odessa’da yaşıyor. Sırasıyla 1996 ve 1999’da dünyaya gelen torunları Masha ile Misha, aileleriyle birlikte Kiev’de yaşıyorlar.
was declared to be the second and therefore he filed a respective action to the court. The same year he was elected to the Parliament by party lists of “Nasha Ukraina” (“Our Ukraine”) bloc and became a member of the Parliament group of the same name. In 2005 Primorskyy District Court of Odessa acknowledged the official results elections of Odessa city mayor of the year 2002 as falsified and cancelled it. Since April 2005 and till the present time Eduard Gurvits is the mayor of the city of Odessa, which was proved by ordinary mayoral elections in March 2006. On the 28th ofFebruary 2007 Eduard Gurvits was awarded with a title of “Hero of democracy” by U.S. International Republican Institute. Eduard Gurvits has three children: daughter – Eugenia born in 1975 and residing in Kiev, son – Stanislav born in 1983 and residing in Haifa (Israel) and son Aleksandr born in 2008 and living in Odessa. His granddaughter Masha born in 1996 and grandson Misha born in 1999 live together with their parents in Kiev.
KUZEYDEKİ KARDEŞ ODESSA
70 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Ukrayna’nın en önemli liman Being one of the most imporkentlerinden biri olarak, tant port cities of Ukraine, Odessa şehri mimarî geçmişihow Odessa manages to preni korumayı ve bunu modern serve its architectural past şehir planlamacılığıyla birleşand combine it with modern tirmeyi nasıl başarıyor? town planning development? Odessa milli kültür, mimari ve Odessa is a unique object of şehir planlaması açısından eşnational culture, architecture siz bir örnek. Görece genç (214 and town planning. In spite of yıllık) olmasına karşın, kentsel the relatively young age (214 çevre çok sayıda ulusal kültüyears) its urban environment rün etkisi altında şekillenmiş. formation was influenced by Ekim 2008 senesinde düzenlenmiş olan İstanbul Kültür Günleri kapsamındaki Tarihi bölgedeki mimarî yapıla"İstanbul hakkında neyi biliyorsun?" yarışmasından sonra, dönemin Kültür İşleri multiple national cultures. A Daire Başkanı Hüseyin Öztürk Bey ve Odessa'da Türkiye Başkonsolosu Sn. Murat unique architectural complex rın önemli bir kısmı ünlü UkrayTamer ödülleri kazanan öğrenciler ile. nalı, İtalyan, Fransız, Hollandalı, of its historical part was creCultural affairs head Mr. Huseyin Ozturk, Consul General of Turkey in Odessa Mr. ated by eminent Ukrainian, Alman, Avusturyalı ve Rus miMurat Tamer and winners of the quiz "What do you know about Istanbul?" held in Italian, French, Dutch, Germarlar tarafından inşa edilmiş. the framework of Days of Istanbul in Odessa in October 2008. Omurgasını Primorsky Bulvaman, Austrian and Russian rıyla Dumskaya, Teatralnaya ve architects. Yekaterininskaya Meydanlarının oluşturduğu tarihi bölge, The core of historical area of the city formed by the complexes 19. yüzyıl sonlarına ve 20. yüzyıl başlarına kadar otantik geof Primorskyy Boulevard, Dumskaya, Teatralnaya and Yekaterilişimini korumuş. Buradaki binaların birçoğu Ukrayna Hüküninskaya Squares has preserved the authentic development of meti tarafından ayrıcalıklı tarihi anıtlar olarak kabul edildi ve the end of XIX and beginning of XX centuries. A major part of the koruma altına alındı. 2001 yılında Ukrayna Bakanlar Kurubuildings here are unique architectural monuments that were lunun kararnamesiyle Odessa şehri Ukrayna tarihî yerleşim put under protection of The State by the Government of Ukraine. yerleri listesine dâhil edildi. 2009’da ise Uluslararası Tarihî In 2001 Odessa was included to the List of historical populated arŞehirler Topluluğu üyesi oldu. eas of Ukraine by a Decree of the Cabinet of Ministers of Ukraine. Son yıllarda Yekaterininskaya Meydanında ve Primorsky In 2009 Odessa became a member of the International League of Bulvarında, bu mekânları UNESCO Dünya Kültürel Mirası Ön Historical Cities. Adaylar Listesine sokabilmek amacıyla, tarihsel görünümü A complex restoration and beautification of the Yekaterininskayeniden inşa ederek kapsamlı restorasyon ve güzelleştirme ya Square with reconstruction of its historical look as well as the çalışmaları yapıldı. Odessa şehrinin tarihî merkezini koruPrimorskyy Boulevard architecture complex were performed durmaktan bahsederken, kendimize edindiğimiz ilk hedef miing the recent years with the purpose of including them into the mari ve sanatsal özgünlüğün korunması, fakat bir yandan UNESCO World Cultural Heritage preliminary Nomination List. da bu çalışmayı yaparken burayı bir müze haline getirmePrimary task that we set for ourselves when talking of preservamek. tion of historical center of Odessa city – is ensuring its further deBinaların bakımına, tamirine ve restorasyonuna dair sorunvelopment with consideration of preserving its architectural and ların çözümü, yerleşimle ve kamu ekonomisinin ıslahıyla artistic originality but not going the limit of making a museum yakından bağlantılı; bunun yanında belediye ekonomisinin out of it. tarihsel turizm, otel işletmeciliği, hizmet sanayisi ve ticaret Solution of the problems related to maintenance, repairs and gibi alanlarında etkin bir gelişme gerekli. restoration of buildings being architectural monuments is closely connected with housing and communal economy reformation Modern şehir planlamasının, tarihi şimdiden yüzyıllara and also requires active development of such spheres of municidayanan bir şehir üzerinde nasıl bir etkisi var? pal economy as historical tourism, hotel business, service indusOdessa bölgesindeki başlıca tarihi ve kültürel anıtların toptries and commerce. landığı yerler, 200 yıllık bir kentsel gelişimin sonucu. Her şeyden önce, şehir merkezi planlama konusunda bir başyaHow did modern town-planning influences the city which hispıt: kent eski Dış Bulvar tarafından çevreleniyor ve 1811 yıtory lasts for hundreds of years already? lındaki planda şehre dâhil görünen banliyöden bu bulvarla Main areas and concentration of history and culture monuments have been formed in the territory of Odessa as a result of 200 ayrılıyor. years of the city development. Central part of the city is first of all Sovyetler Birliği döneminde Odessa’daki endüstriyel alanlar, a masterpiece of town-planning art limited by the former Exterulaşım bölgeleri ve yeni yerleşim yerleri, şehrin tarihi bölümünün dışına inşa ediliyordu. Tarihî merkezin yerine büyük nal Boulevard that surrounded the city and separated it from the
ODESSA - SISTER CITY IN THE NORTH ölçekli bir şehir planlaması öneren projeler ne mutlu ki kâğıt suburbs (within the boundaries of the city plan of 1811). üzerinde kaldılar. Tarihî merkezdeki yerleşimi ve kendine has Development of industrial, transport territories and new residengelişimi kontrol altına almaya yönelik ilk adım1989 yılındaki tial areas during the Soviet period was implementing outside the Odessa genel planıydı ve yirminci yüzyılın son yirmi yılında historical area of Odessa. Separate attempts to introduce largebu bölgenin korunmasını sağladı. scale town-planning projects at the historical center fortunately Odessa şehrinin tarihi gelişimini koruma işinin en önemli remained on paper only.General plan of Odessa of 1989 for the ve en zorlu yanlarından biri, iyi hazırlanmış makul ölçeğin first time provided for measures on protection of historical area korunması. Odessa inşa edildiğinde hem mimaride hem de which allowed preserving the lay-out of the historical center and şehir planlamasında Rus klasisizm akımı egemendi. Klasisizits unique development during the last 20 years of the XX cenmin en temel ilkelerinden biri “altın kesit” ya da başka bir tury. ifadeyle “altın oran”. Günümüzde de, mevcut tarihsel gelişim One of the most important and difficult tasks in the work on bölgesine eklenecek yeni mimari yapıların parametrelerini preservation of Odessa city historical development is preservabelirlerken Odessalı mimarlar aynı klasik ilkeyi kullanıyor. tion of its well-established reasonable scale. Odessa was built “Altın oran” ilkesine göre yerleşim planı şöyle olmalı: bir soduring the times when Russian classicism style was dominating kağın genişliği 1,0 birimse, bir evin saçaklığına kadar olan in architecture and town-planning. One of the main principles yüksekliği 0,62 birim olmalı. Dolayısıyla, örneğin bir cadde of the classicism is the principle of «golden section» or «golden 30 metre genişliğindeyse, inşa edilen duvarproportion». It was suggested by the Odessa ların yüksekliği 18,6 metreyi aşmamalı. architects to use nowadays the same classical Geleneksel tarihi ortamın korunması ilkesi, principle when determining the parameters Odessa milli kültür, mimari ve tarihsel gelişim alanında yeni binalar ya da of new architectural objects that are to be şehir planlaması açısından eşbölgeler tasarlarken de önemli. Örneğin miplaced in the existing historical development. siz bir örnek. Görece genç (214 yıllık) olmasına karşın, kentsel mari yöntemler, unsurlar ve ayrıntılar on doThe basis of the «Golden section» principle of çevre çok sayıda ulusal kültükuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyıl başı Odesthe city’s lay-out structure is that if the width rün etkisi altında şekillenmiş. Tarihi bölgedeki mimarî yasa binalarına benzer nitelikler taşımalı. of the street is taken as 1.0 then the height of pıların önemli bir kısmı ünlü the wall construction of the house up to corUkraynalı, İtalyan, Fransız, HolOdessa ile İstanbul arasında uzun süreli nice should be less than width of the street landalı, Alman, Avusturyalı ve Rus mimarlar tarafından inşa ve güçlü tarihsel bağlara dayanan bir ilişwith application of ratio 0.62. So, for example, edilmiş. ki var. Bugün iki şehir arasındaki diyalog if a street is 30 meters wide, then the height of Odessa is a unique object of nane düzeyde? the wall construction should be not more than tional culture, architecture and town planning. In spite of the relaİstanbul uzun yıllardır Odessa’nın en güve18.6 meters. tively young age (214 years) its urnilir dostlarından biri. Kültürel, ekonomik Principle of preserving traditional nature of ban environment formation was ve sosyal alanda yakın işbirliği içindeyiz. the historical environment is not less imporinfluenced by multiple national cultures. A unique architectural İki şehir de “EUROCITIES” ve “Tarihî Şehirler tant when designing new buildings and quarcomplex of its historical part was Topluluğu” gibi uluslararası organizasyonlaters in the area of historical development, i. e. created by eminent Ukrainian, Italian, French, Dutch, German, ra üye. use of architectural methods, elements and Austrian and Russian architects. Ayrıca Odessa ile İstanbul arasında düzenli details attributable to Odessa buildings of the bir hava ve deniz trafiği mevcut. XIX – beginning of the XX century. İkiz kentlerimizle aramızda sorunsuz işleyen bir konsolosluk kurumu var. Odessa’da Odessa and Istanbul have long standing Türk sanatçıların sergilerinin gerçekleştirilmesi şimdiden and strong historically established relations. What is the level gelenekselleşmiş durumda. Yıllardır Odessa ile İstanbul araof dialogue between the two cities today? sında, Beyoğlu Belediyesinin de katkılarıyla öğrenci değiş Istanbul is one of the most reliable partners of Odessa for many years. tokuşu yapılıyor. Karadeniz Veteran Sporcular Oyunlarına We are in close cooperation in cultural, economic and social fields. iki şehrin takımları da katılıyor. Bunun yanısıra belirtmek isBoth cities are members of international organizations like «EUROCIterim ki, Odessa ile İstanbul arasındaki ilişki yıldan yıla daha TIES» and «The League of Historical Cities». da derinleşip güçleniyor. There is a regular air and ferry communication existing between Odessa and Istanbul. Consular institutions are successfully operatOdessalıların İstanbul hakkındaki fikirleri ve düşünceleing in our twin cities. Art exhibitions of Turkish authors being held in ri nelerdir? Bu görüşler nasıl şekilleniyor? Odessa have already become a tradition. An exchange of school chilKesinlikle söyleyebilirim ki Odessalılar İstanbul’a oldukça dren from Odessa and Istanbul with kind support of Beyoğlu Municiaşina. Birçoğu turist olarak ziyaret etmiş. Bazıları ise işleri pality (Istanbul) is held already for several years. Teams of the cities dolayısıyla İstanbul’la bağlantı içinde. İkiz kent statüsü, birare participating in the Black Sea Games of sports veterans. I would birlerini daha iyi tanıma konusunda şehirlere fazladan bir like to underline that connections between Odessa and Istanbul are
71 MAY JUNE JULY 2009
KUZEYDEKİ KARDEŞ ODESSA sorumluluk verdi. Karşılıklı işbirliği çerçevesinde ortak fuarlar, sergiler ve başka etkinlikler gerçekleştiriyoruz. Geçen yıl Ekim ayında Odessa Belediye Meclisi olarak İstanbul’daki meslektaşlarımızla birlikte “Odessa’da İstanbul günleri” adında bir organizasyon gerçekleştirdik. Bu süre içinde Odessalılar Türk yardım fuarına, Türk filmleri festivaline, aynı zamanda İstanbul konulu bir fotoğraf sergisine katılma imkânı buldu. Bunların yanında “Odessa’da İstanbul günleri” programı öğrenciler arasında İstanbul konulu bilgi yarışması ve Odessa ile İstanbul arasındaki tarihi ve kültürel bağlar hakkında üniversite seminerleri gibi birçok eğitici etkinliğe de ev sahipliği yaptı.
72 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
becoming deeper and stronger each year. What idea, opinion Odessites have of Istanbul? How did it form? I can say with certainty that Odessites are well acquainted with Istanbul. Many of them visited Istanbul as tourists. Some of them are connected with Istanbul by business. Status of twin cities had given out cities another possibility to learn more of each other. In the framework of bilateral cooperation we hold joint fairs, exhibitions and other events. In October of the past year Odessa City Council and our Istanbul colleagues held together «Istanbul days in Odessa». During those days Odessites could visit Turkish charity fair, Turkish film festival, as well as a photo exhibition dedicated to Istanbul. «Istanbul days in Odessa» programme also included many educational events like for example a competition quiz about Istanbul among the school children and university seminars about historic and cultural connections between Odessa and Istanbul.
İstanbul’un ikiz kentiniz olması siz de nasıl bir his uyandırıyor? Bunun sizin için anlamı nedir? Şahsen İstanbul karşı çok büyük bir samimiyet besliyorum. İstanbul’un antikite ve modernite biçimlenmesinin mükemmel bir örneği olduğuna inanıyorum. Ayrıca şehirlerimizin Ukrayna ile Türkiye arasında kilit bir rol oyGeleneksel tarihi ortamın korunması ilkesi, tarihsel namasından son derece gururluyum. İstangelişim alanında yeni binalar bul Odessa’nın ilk ikiz kentlerinden biri ve ya da bölgeler tasarlarken Türk tarafıyla ikiz kent Protokol imzalamaya de önemli. Örneğin mimari giden Odessa heyetinin başında bulunduyöntemler, unsurlar ve ayrıntılar on dokuzuncu yüzyıl ve ğum için kendimi şanslı addediyorum. O sıyirminci yüzyıl başı Odessa rada Türk tarafında ise İstanbul Büyükşehir binalarına benzer nitelikler Belediye Başkanı olarak, mevcut başbakan taşımalı. Sayın Recep Tayyip Erdoğan bulunuyordu.
Principle of preserving traditional nature of the historical environment is not less important when designing new buildings and quarters in the area of historical development, i. e. use of architectural methods, elements and details attributable to Odessa buildings of the XIX – beginning of the XX century.
Sizce Odessa ile İstanbul’un ortak noktaları nelerdir? Şüphesiz ki şehirlerimizin birçok ortak yönü var: Karadeniz, müthiş bir tarih ve uzun zamandır süregelen uluslararası işbirliği geleneği. Ama en önemli olan şey, halkların benzerliği: Odessalılar da tıpkı İstanbullular gibi son derece misafirperver, sıcakkanlı, hoşsohbet, iyimser ve şakacı. Bir de elbette iki büyük ticaret ve liman kenti olarak, Odessa ile İstanbul aynı hedeflerin peşindeler ve benzer sorunlarla karşılaşıyorlar.
İstanbul 2010 yılı “Avrupa Kültür Başkenti” seçildi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bence İstanbul’un Avrupa Komisyonu tarafından 2010 “Avrupa Kültür Başkenti” olarak seçilmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa’ya entegrasyon sürecinde önemli bir basamağı oluşturuyor. Bin yıllık tarihe sahip ve hem Roma, Bizans, Osmanlı İmparatorluklarının merkezi, hem de Hıristiyanlık, Musevilik ve Müslümanlığın kesişme noktası olmuş bir şehir, Avrupa şehirlerine 1985’ten beri verilen bu onur verici unvanı gerçekten hak ediyor. Ayrıca zengin ve çok yönlü kültürel yaşamını Avrupa’ya tanıtma açısından Türkiye için iyi bir fırsat.
What feelings does the twin city of Istanbul rouse within you? What does it mean for you? My personal attitude to Istanbul is the warmest. I believe that Istanbul is a wonderful example of antiquity and modernity embodiment. I am proud that our cities are playing a key role in bilateral relations between Ukraine and Turkey. Istanbul is one of the first twin-cities of Odessa and I was lucky to head the delegation of Odessa in Istanbul during signing of Protocol of twin relations with the Turkish party. From Turkish side it was signed by the Lord Mayor of Istanbul Metropolitan Municipality Mr. Recep Tayyip Erdoğan being now the Prime-Minister of Turkey. What in your opinion Odessa and Turkey have in common?
Without any doubt our cities have a lot in common: Black Sea, great history, long standing traditions of international cooperation. But the most important thing is the similarity of people: Odessites as well as residents of Istanbul are very hospitable, cordial, sociable, optimistic and witty. And of course being two large trading and port cities Odessa and Istanbul are pursuing the same goals and face similar problems. Istanbul was selected as the «European capital of culture» in 2010. What is your opinion about that? In my opinion declaration of Istanbul as the «European capital of culture» in 2010 by European Commission is an important stage in the process of European integration of Turkish Republic. A city with a history of thousand years that used to be an outpost of the Roman, Byzantine and Ottoman Empires as well as the cross-
ODESSA - SISTER CITY IN THE NORTH Odessa’nın dünyadaki yeri nedir? Başka bir deyişle, insanlar Odessa hakkında ne biliyorlar? Tarihi boyunca Odessalılar memleketlerini çok sevdiler ve burayla gurur duydular. Bu anlamda son derece benmerkezci davrandılar ve bir Odessalı için bu kent evrenin merkezi demek oldu. İşte bu yüzden Odessa, dünyada kendi ulusal diasporasına sahip olan belki de tek şehir. Artık bu şehirde yaşamayan Odessalılar dünyada yerleşimin yoğun olduğu kıtalarda, düzinelerce şehirde mevcut ve farklı milliyetlerden insanları birleştiriyorlar. Ve bu arada, Odessa belediyesinin uluslararası işbirliğinden sorumlu bürosunun ismi “Uluslararası ilişkiler, Avrupa entegrasyonu ve Odessa diaspora işleri.” Bu isim aynı zamanda bizim olaya yaklaşımımızı özetliyor. Odessa bugün çok sayıda bileşeni olan bir dünya markası, yine de asıl zenginliği becerikli, cesur, sistemli çalışan ve espritüel halkta yatıyor. Odessa Belediye Meclisi ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasındaki ilişkiler nelerdir? Gelecekte gerçekleştirilecek ortak projeler var mı? Odessa ile İstanbul şehri yetkilileri arasında, 2007 yılının Kasım ayında Odessa Belediye Meclisi ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasında imzalanan ikiz şehirler Protokolüyle birlikte başlayan olumlu bir işbirliği var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi resmi heyetleri, ayrıca bu heyetleri oluşturan belediye başkanlığı bürosu temsilcileri Odessa’ya sık sık iş seyahatleri düzenliyor ve ayrıca Şehir Günündeki kutlamalara katılıyorlar. Odessa Belediye Meclisi şehirdeki Türkiye Başkonsolosluğu ile etkin bir işbirliği içinde bulunuyor. Ekim 2008’de düzenlenen “Odessa’da İstanbul Günleri” etkinliğine dair pek çok olumlu yorum geldi. Yakın gelecekte Odessa’da bir caddeye “İstanbul” adı verilecek. Sorularımızı yanıtladığınız için çok teşekkür ederiz. Bizim aracılığımızla İstanbul sakinlerine söylemek istediğiniz bir şey var mı? Kendim ve tüm Odessalılar adına, güzel İstanbul şehrinin sakinlerine huzur, esenlik ve başarı diliyorum. Ayrıca bütün “1453” dergisi ekibine yaratıcılıklarından ve profesyonelliklerinden dolayı teşekkür ederim.
roads of the Christianity, Judaism and Islam really deserves to bear this honorary title which is being awarded to European cities since 1985. It is a good chance for Turkey to demonstrate its rich and diverse cultural life to Europe. Where is Odessa in the world? In other words, what people know about Odessa? Over a period of its history Odessites always loved their native city and were proud of it. They are absolutely egocentric in this sense - for a real Odessite his city is a center of the Universe. That is why Odessa is probably the only city in the world that has its national Diaspora. Odessa’s expatriate communities are present in dozens of world cities on all habitable continents, uniting people of different nationalities. And by the way, the full name of the unit of Odessa mayor’s office that is responsible for international cooperation is – «Department of international relations, European integration and Odessa’s diaspora affairs» and it is also our know-how. Odessa today is a world-known brand that has multiple components, but yet its main wealth is in its talented, courageous, businesslike and witty people. What are the relations between Odessa City Council and Greater Istanbul Municipality? Are there any future joint projects planned? Odessa has positive cooperation experience with Istanbul city authorities started by Protocol of twin relations between Odessa City Council and Greater Istanbul Municipality in November 1997. Official delegations of Istanbul Metropolitan Municipality and also representatives of mayor’s offices that are forming it are often visiting Odessa on business and also participate in celebrations dedicated to the City’s Day. Odessa City Council is actively cooperating with Consulate General of Turkish Republic in Odessa. There were many positive comments about «Istanbul Days in Odessa» held in October 2008. One of Odessa streets will be named after «Istanbul» in the nearest future. Thank you for the answers. What wishes can I bring to citizens of Istanbul on your behalf? On my behalf and on behalf of all Odessites I would like to wish to residents of beautiful city of Istanbul peace, well-being and prosperity, and to all team of «1453» magazine – creative success and professionalism.
73 MAY JUNE JULY 2009
BİRAZ İSTANBUL İSKENDER PALA A BIT OF ISTANBUL,
BİRAZ LALE, HEM İSTANBUL HEM LALE
Akademisyen kimliğinin hemen yanında, kültür adamlığı, divan edebiyatı ‘bilirkişiliği’, gazeteciliği dışında bir roman yazarı İskender Pala ile Kapı Yayınları’ndan çıkan son romanı Katre-i Matem hakkında kısa bir söyleşi yaptık. Romanın ilginç kurgusunda 66 soruda cinayet diye özetlenebilecek içeriğinde gerçekten etkileyici sorularla karşılaştık. Bulduğunu kaybeden ne hisseder? Bir dakika yüz yıl sürer mi? bu sorulardan sadece ikisi. Diğer sorular ve cevapları için kitaba müracaat etmeniz gerekiyor.
74 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
İskender Pala, kendi yoğunluğu içersinde bir de roman yazmak gibi apayrı bir konsantrasyon gerektiren bir aktiviteye nasıl vakit bulabiliyor? Bütün çalışmalarımı; bir hizmet olarak, bu yapılmalıdır diye gayret olarak yahut bu benden bekleniyor diye heves olarak yapıyorum. Hocalığı yapmak zorunda hissediyorum kendimi çünkü öğrenciler beni bekliyor. Diyelim ki kültür işeriyle ilgilenmek zorundayım çünkü kültür alanında yetişmiş pek az adam olduğunu görüyorum ve kendimi sorumlu hissediyorum. Ama yazı benim için bir keyif. Onu, şu benden bunu bekliyor bu hizmet yapılacak bu yerine getirelecek bu benim sorumluluğumdur diye düşünmeden, sadece ve sadece nefes aldığımı hissedeceğim bir alan olarak görüyorum. Son yıllarda yazının türü benim için daldan dala atlamaya başladı. Önce denemeler sonra hikayeler vb. Ama roman yazmak hakikaten başka. Çünkü çok insana ulaşabiliyorsunuz. Derdinizi daha çok insana anlatabiliyorsunuz. Roman artık sadece eğlendirici bir edebiyat unusuru olmaktan çıktı. Öğretici de bir yanı olduğu ortaya çıktı. Bunu ilk İstanbulda Aşk’ta görümüştüm. Divan şiirini insanlara nasıl öğretebilirim veya onların kaantalerini değiştiribilirim sorunusun cevabını çok olumlu bir şeklide aldım. Dolayısıyla bu tür yazılar yazmak hakikaten çok zevkli oluyor. Bütün günün yorgunluğu içerisinde bile, bütün o koşturmaca arasında bile; kendinize ayıracağınız yarım saat, bir saat, iki saat içerisinde pek ala bir roman ortaya çıkabiliyor. Çünkü ben romanları yazarken önce kurgusunu kafamda bir kaç ay, bir kaç yıl dolaştırıyorum. Zihnimin içerisinde artık herşey yerli yerine oturuyor. Ondan sonra yazı yazma kısmı işin sadece işçilik alanı. O yüzden günün her hangi bir saatinde alınmış bir not. Romana dair bir kaç satır. Şimdi yazdığım şu bölüm, metnin şurasına yerleşecek diye peyderpey perakende notlar. Hepsi bir araya geldiği zaman, bir haftalık bir süreç. Mesela Katre-i Matem’i Amerika’da geçen bir hafta içerisinde bitirdim. Katre-i Matem’de birinci mevzu İstanbul, vurgulayarak söyleyeceğim yine ‘birinci mevzu lale’. İstanbul ve lale yüzyıllarca bir arada anılan isimler. Araya ayrılıklar da girse iki sev-
Halit Ömer Camcı
A BIT OF TULIP;
BOTH ISTANBUL AND TULIP As well as being an academician, a culture man, a “legal expert” on Divan literature, and a journalist, İskender Pala is also a novelist. We have had a short interview with him on his last novel “Drop of Lament,” released by Kapı Publishing House. The eye-catching fiction of the novel, along with its content which can be summarized as “Murder in 66 questions,” we came across to some fascinating questions. “What does a person feel when loses what he has,” “Can one minute last for a century?” are only two of these. You should apply the novel for other questions and their answers. We know that you are already a too much busy person. How can İskender Pala create time for writing a novel – a work which requires special concentration? Whatever I do is about feelings: I think they are a service; I put down my efforts because I believe such things should be done, or that people expect this from me. I feel that I have to go on as a professor as my students are waiting there for me. For example, I have to deal with cultural affairs; because I see there are only a few persons competent on our culture, so I feel a kind of responsibility. But literature is a pure joy for me. I work on literature without estimating the expectations of people or a sense of responsibility; I see it as a space in which I can breath. During recent years, the literary genres have continuously changed for me. First came the essays, and then the stories etc. However, writing a novel is an entirely different work, as you can reach many readers. You can make yourself understood in the eyes of much more people. The novel is no more just a mean of entertainment. Its educative dimension is also discovered. I first realized this change in “Love in Istanbul”. I asked myself how Divan poetry could be taught to people and how I could change their opinions about it; and happily, in the end, we obtained very positive results. Thus, writing such works has a very entertaining aspect for me indeed. Even in all the daily bustle of our lives; if you can create a little time, for example half an hour or one hour every day, you can find the chance to write a novel. Writing novels, firstly I build a structure; and carry it with me in my head for months and even years. In time, everything begins to settle down in my mind. The writing after this is all about working. You mean only typewriting is left. Yes. That’s why, a note taken during the day, a few lines concerning the novel, the position of chapter in the entire work all come together and shorten the process. For example, I completed Drop of Lament in one week while I was in United States.
gilinin buluşması gibi şehir ve çiçek, çiçek ve şehir birbirlerini bulabiliyorlar, kavuşabiliyorlar. Gerçeği ve kültüre yansımışı kayıplara karışan laleyi yeniden parklarda, yol kenarlarında hayatın birçok alanında yeniden görebiliyoruz. Artık ressamların resimlerinde, enfes fotoğraflarda ve nihayet keyifle okunan romanlarda da görür haldeyiz. Özetle soracak olursak İstanbul ve lale İskender Pala için ne anlama geliyor? Katre-i matem’i kurgularken bu anlam size nasıl bir katkıda bulundu? Daha önceki romanım divan edebiyatını insanlara nasıl anlatabilirim sorunusun peşine takılarak yazmıştım. İstan-bul ile lalenin dostlukları çok kadimdir fakat yeniden buluşmaları belirli bir ayrılık sürecinin sonunda oldu. Bu ayrılık da bir hayli sürdü. (250 sene kadar.) İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin lale konusunda gösterdiği hassasiyet ve İstanbul’u lale ile buluştrma gayretine bir katkı olsun diye yahut lale ve İstanbul’un birbirinden ayrılmayacak derecede ikisini birbirinin tamamladığını insanlığa yeniden anlatayım diye bir roman kurguladım. Romanın baş rolunde İstanbul ve lale var. Yani anlatmak istedğiğim iki şey buydu. Anlattığım dönem de İstanbul’un bütün tarih boyunca en güzel olduğu dönem 1729-1930 yılına bağlandığı seneler. Köşkler, yalılar.. Tersanelerle dolu Haliç’in iki tarafı bağlar, bahçeler, bostanlar içinde. Ve o dönemde İstanbul lale ile ünleniyor. İstanbul’a başka ükelerden, ecnebi ülkelerden yolcu taşıyan gemilerin kaptanları yolcularına şunu söylüyor: ‘Gözlerinizi kapatın. Kubbeler ve laleler şehrine geliyoruz. İstanbul’a yaklaşanca gemilerde bunu anons ediyorlar. İstanbul’u bütünleyen öyle bir dönem. Laleler Türk dünyası için çok önemli. Bir kültürel ve medeniyet birikim alanı var. Bu da tasavvufa kadar uzayan lale sembolizminin bizim bütün santalarımıza yansımış olması. Öbür taraftan da; lale Orta Asya’dan çıkıp yolculuğunu yaparken, daha Batı’ya gitmeden, daha Hollanda’ya-Avusturya’ya ulaşmadan İstanbul’da büyümüştü. Tabiri cazise İstanbul’un koynunda emzirilmiş, Sadabatın beşiğinde sallanarak yetişmiştir. Dolayısıyla o nazenin güzel, o çok zarif güzellik; evden kaçan bir kız çocuğu gibi uzunca bir müddet dışarılarda dolaştı. Yeniden İstanbul’a dönmesi muhtemel bir film yoluyla, roman yoluyla olabilir. Bu roman, sokaklarda laleleri gören insanların, oradan kendi kültürlerine ait zenginlikleri devşirebilmek için belli bir bakış açısı oluşturur. Yine aynı insanların lale’yi sadece sokakta açmış bir kaç renkte bir çiçek olarak değil de, kendilerini imbikten geçiren, zarafet veren, kendi medeniyetlerine anlam katan bir zenginlik olarak görürler diye bu romanı yazdım. Yani benim ikinci bir romana ihtiyacım yoktu, ama lalenin ve İstanbul’un anlatılması gerekiyordu. İstanbul İskender Pala için ne ifade ediyor. Ben dünyanın pek çok şehrini gördüm. Bunlar gerek kültürel gerek tarihsel gerek modernite açısından etkileyici şehirlerdi. Ama dünyada iki hayatım olsaydı ikincisini de İstanbul’da yaşardım. Ama dört hayatım olsaydı birincisini Senpetersburg, ikincisini İsfahan’da diğer ikisini yine İstanbul’da yaşamak isterdim. Güzel ve kısa söyleşi için çok teşekkür ederim. Keyifle okunacak yeni kitaplarınızı merakla bekliyor olacağım. Ben teşekkür ederim.
In Drop of Lament, the main theme is Istanbul; and I want to emphasize that the main theme is tulip. Istanbul and the tulip form a couple referred together for centuries. Despite the separations, the city and the flower rejoin just like two lovers. We can see the tulip once again in parks, waysides, after a period of total oblivion in terms of both reality and its cultural reflection. We now observe tulips in the pictures of artist, delightful photographs, and finally in pleasant novels. In short, what do Istanbul and tulip mean for İskender Pala? What kind of a contribution this meaning provided to you fictionalizing Drop of Lament? In my previous novels, my main concern was to narrate the Divan literature to people. The friendship between Istanbul and tulip is quite ancient; their meeting, however, could happen only after a certain period of separation. This separation lasted quite a while (around 250 years). The sensibility shown by Istanbul Metropolitan Municipality on tulip, and the efforts for meeting the tulip once more with this city encouraged me to construct a novel in order to narrate people that this couple completes each other perfectly. The leading protagonists of the novel are Istanbul and tulip. I wanted to tell about these two. The novel passes during the most beautiful period of Istanbul in history: the years between 1729 and 1930. Mansions, waterside residences… The Golden Horn is full of shipyards and surrounded by vineyards and gardens. And in this period, Istanbul is famous for its tulips. The captains of ships which bring foreigners to Istanbul say to passengers: “Close your eyes. We are approaching to the city of domes and tulips.” This is the announcement in ships as they approach Istanbul. It is such an age that completes Istanbul. Tulip is very important for Turkish world. There is a certain cultural and civilized accumulation area: the tulip symbolism extends to Islamic mysticism, and it is reflected in all our arts. On the other hand, during its journey from Central Asia, it grew up in Istanbul before reaching the West, Netherlands and Austria. As the phrase is, it was breastfed in arms of Istanbul, and was rocked in the cradle of Sadabad feasts. This coy, delicate beauty strolled abroad for a long time like an eloping girl. It may return to Istanbul by means of a film or a novel. Such a novel will create a certain point of view for that people can derive the richness of their own culture when they see tulips on streets. Likewise, I wrote this novel to make people see the tulip not only as a colourful flower blossoming in streets, but also as a richness which gives them delicacy, refines them and gives meaning to their civilization. I mean, I did not need a second novel, but the tulip and Istanbul had to be narrated. What does Istanbul mean for İskender Pala? I have been to many cities all around the world. These were impressive cities in terms of culture, history and modernity. However, if I were given a second life, I would live in Istanbul again. But if I had four lives, I’d live the first in Saint-Petersburg, the second in Esfahan, and the last two in Istanbul. Thank you for this nice and short interview. We are looking forward to seeing your new books to read them with joy. You are welcome.
75 MAY JUNE JULY 2009
Kanuni Türbesi
ESKİ KARTPOSTALLARDA OSMANLI PADİŞAH TÜRBELERİ
ESKİ KARTPOSTALLARDA TOMBS OF THE OTTOMAN
OSMANLI PADİŞAHTÜRBELERİ
SULTANS IN OLD POSTCARDS
Y: Önder Kaya Koleksiyon: Önder Kaya-Halil Onur
76 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
*Yazar-Bizans Tarihi Uzmanı / Author-Byzantine Specialist
TOMBS OF THE OTTOMAN SULTANS IN OLD POSTCARDS With its numerous mosques, baths, aqueducts, madrasahs İstanbul, içinde barındırdığı camiler, hamamlar, kemerli su yolları, medreseler, son derece zarif mezar taşları ile adeta bir açık and elegant tombstones, Istanbul is a veritable open air muhava müzesidir. Kente tarihi ve mimari açıdan bu ihtişamı sağlaseum. Among the structures that give the city its architecyan en önemli yapılar arasında Osmanlı padişah türbeleri önemtural and historical lustre, the tombs of the Ottoman Sultans li bir yer tutar. have particular significance. Osmanlı padişahlarının ilk altısı malum olduğu üzere Bursa’da As is well known, the first six sultans of the Ottoman Empire yatmaktadır. Bunlardan I. Murad’ın iç organları rest in Bursa. There is also a shrine dedicatKosova sahrasına gömüldüğünden Bursa’da ed to Murat I there since his internal organs ayrıca bir türbesi bulunmaktadır. Geri kalan 30 were buried in the plains of Kosovo. Apart Osmanlı padişahından 29’u İstanbul’da medOsmanlı padişahlarının ilk from the above, 29 of the 30 Ottoman fundur. Son padişah Mehmet Vahideddin’in altısı malum olduğu üzeSultans are buried in Istanbul. The tomb re Bursa’da yatmaktadır. mezarı ise Şam’da atası Kanuni Sultan Süleyof the last sultan, Mehmet Vahdettin is in Bunlardan I. Murad’ın iç man tarafından inşa ettirilen Tekke Süleyman Damascus, at the cemetery of the Suleiorganları Kosova sahrasına camii haziresindedir. İstanbul’daki padişah gömüldüğünden Bursa’da man mosque, which was built by his forefatürbeleri 2009 yılı başı itibarı ile genel olarak ayrıca bir türbesi bulunther Suleiman the Magnificent. As of 2009, ziyarete açıktır. Ancak halihazırda açık olmayan maktadır. Geri kalan 30 Osall tombs of the Sultans are usually open bazı padişah türbeleri bulunmaktadır ki dileğimanlı padişahından 29’u to visitors. However, there are still tombs İstanbul’da medfundur. miz bunların da en kısa zamanda ziyarete açılwhere admission is not permitted, which malarıdır. As is well known, the first six we hope will change one day. Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni Türk devletinin sultans of the Ottoman EmOne of the precautions that were taken modernizasyonu aşamasında alınan tedbirlerpire rest in Bursa. There is also during the first years of the modernization den biri olarak 1925’de türbeler kapatılmıştır. a shrine dedicated to Murat I period of the Turkish Republic in 1925 was Zaman içinde bakımının yapılmaması, envanthere since his internal organs to shut down all tombs. In time, because were buried in the plains of Koterlerinin kontrol edilmemesi gibi nedenlersovo. Apart from the above, 29 the necessary renovations weren’t carried le bu türbelere vakfedilen maddi ve manevi of the 30 Ottoman Sultans are out and the inventories weren’t revised, the değeri yüksek pek çok eşya çalınmış, satılmış buried in Istanbul. artefacts that give the tombs their spiritual ya da yurt dışına kaçırılmıştır. Türbelerin kapaand material value were mostly stolen, sold tılmasından önce çekilen bazı fotoğraflar ile o off or smuggled out of the country. Thus the photographs devirlerde bastırılan kartpostallar bu yapıların tarihsel süreçteki
Mimarbaşı Sinan Türbesi / Tomb of the Ottoman architect Sinan
77 MAY JUNE JULY 2009
ESKİ KARTPOSTALLARDA OSMANLI PADİŞAH TÜRBELERİ Fatih Camii ve Türbesi / Fatih Mosque an d tomb of Mehmed II.
78 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
görünümlerini anlamamız açısından son derece önemlidir. Bu yazıda gerek kendi koleksiyonumdan ve gerekse de bu yazı için bana kişisel koleksiyonundan istifade imkanı veren sayın Halil Onur Bey’in kartpostallarından hareketle söz konusu türbeler hakkında hem derli toplu bilgi veren bir yazı kaleme almak hem de bu görselleri konuya ilgi duyan okuyucularla paylaşmak amacındayım.
or the printed postcards displayed before the tombs were sealed are essential for us to understand what these structures looked like throughout history. In this article, my aim is to provide the interested reader with informative knowledge along with visuals. The pictures are from my own collection of postcards and those that belong to Mr. Halil Onur’s collection, which he has generously permitted me to use.
FATİH TÜRBESİ Fatih Sultan Mehmet bilindiği üzere Anadolu THE TOMB OF FATIH (THE CONQUEROR) cihetinde tam mevkisi bilinmeyen bir seferin As is known, Fatih Sultan Mehmet passed arifesinde Gebze yakınlarında 3 Mayıs 1481’de away on May 3 1481, on the night before a vefat etmiştir. Cenazesi buradan İstanbul’a military campaign in Anatolia, near Gebze. nakledilen Fatih, Şeyh Ebu’l Vefa’nın kıldırdığı His body was transferred to Istanbul from cenaze namazının ardından banisi olduğu cahere and after the funeral prayer performed minin kıble tarafında, mihrabın önüne denk by the Sheik Ebu’l Vefa, was buried in the gelen bugünkü kabrinin bulunduğu yere gögrounds of the mosque he had had conmülmüştür. Sonradan oğlu II. Bayezid tarafınstructed, in front of the mihrab that is locatdan bu mezarın üzerine türbe yapıldığı bilinied on the side of the building that faces the yor. Lakin türbe tarihsel süreç içinde bilhassa Kiblah. Later, we know that his son Bayezid II doğal afetlerin tesiriyle tekrar tekrar elden gehad a tomb built on this grave. The tomb unçirilmiştir. Bu nedenle II. Bayezid’in yaptırdığı derwent many renovations as nature took its ilk türbenin şekli ne yazık ki çok belirgin değil. Fatih Sultan Mehmed toll over the centuries. Unfortunately for this Türbe en büyük zararı 1766 yılı Kurban bayraMehmed II. reason the initial form of the tomb is more or mının 3. gününde meydana gelen ve İstanbul less unknown. The tomb suffered the worse halkının “küçük kıyamet” diye tanımladığı depdamage on the 3rd day of the Feast of the Sacrifice in the rem sırasında alır. Bu deprem sonrasında Fatih camii de kısmen year 1776 when an earthquake occurred, which was later yıkıldığı gibi eski türbe de harabeye dönmüştü. Türbe kısa bir sürede devrin padişahı III. Mustafa’nın saltanatında yeniden ihya named “the small apocalypse”. Along with most of the Fatih
TOMBS OF THE OTTOMAN SULTANS IN OLD POSTCARDS Bayezid Camii / Bayezid Mosque
79 MAY JUNE JULY 2009
olunmuştur. Türbenin içinde Fatih Sultan Mehmet tek başına yatmaktadır. Türbeyi içten gösteren ilk kartpostalımızda Fatih’in sandukasının gayet süslü bir gümüş şebeke ile çevrili olduğu görülmektedir. Sanduka üzerindeki işlemeli örtüler, açık duran rahleler ve nakışlı duvarlarla Fatih’in türbesi son derece etkileyici bir etki bırakmaktadır. Fatih caminin arka avlusundan çekilen ikinci kartpostalımızdaki fotoğraftan da hem cami mimarisinin dış cephe ayrıntıları hem de sağ alt köşede sultanın türbesi açıkça gözlemlenebilmektedir.
mosque, the tomb was destroyed as well. During the reign of Mustafa III, the tomb was restored. Fatih Sultan Mehmet lies alone in the tomb. On the first postcard that shows the inside of the tomb we see a lavishly decorated lattice surrounding Fatih’s casket. With the embroidered shrouds covering the coffin and the walls, with the open lecterns, Fatih’s tomb leaves a distinct impression on the visitor. The second postcard displays a photo of the mosque taken from the rear courtyard, where we clearly see both the architectural details of the exterior façade and the tomb of the sultan on the lower right corner.
II. BAYEZİD TÜRBESİ II. Bayezid, kapıkullarının da desteğini alan oğlu Şehzade Selim tarafından 1512’de tahtı terk THE TOMB OF BAYEZID II etmeye zorlanmış ve sonrasında da kalan öm In 1512, Sultan Bayezid II was forced to rünü geçirmesi için Dimetoka’ya uğurlanmıştı. relinquish his throne to his son Selim, who Ancak sultan, Çorlu yakınlarında fenalaşarak had gained the support of the Sultan’s hayatını kaybetmiş ve cenazesi de İstanbul’a household troops. On his way to Dimetoka, getirilmiştir. Fatih camiinde kılınan cenaze nawhere he was exiled, he fell ill near Çorlu and mazı sonrasında da kendi adını taşıyan caminin eventually passed away. Later his body was kıble tarafına gömülmüştür. Öldüğünde türbebrought back to Istanbul. After the funeral sinin olmadığını oğlu Selim’in babasının mezarı prayer in the Fatih mosque, he was buried in üzerine bir türbe inşa ettirmesinden anlıyoruz. II. Bayezid’in Cenazesi the mosque carrying his name, in the cemII. Bayezid’in türbesine de tıpkı babası Fatih ve Funeral of Bayezid II. etery grounds facing the Kiblah. We know oğlu Yavuz Selim gibi başka bir gömü yapılmathat initially there was no tomb on his grave mıştır. Zaman içinde onarım da gören türbe since Selim had one built for his father. Just like his father yakın zamanda restore edilerek ziyarete açılmıştır. Bugün hem
ESKİ KARTPOSTALLARDA OSMANLI PADİŞAH TÜRBELERİ Yavuz Selim Camii / Yavuz Selim Mosque
80 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
meydandan hem de Sahaflar çarşısı içinden girilip ziyaret edilebilmektedir. Bayezid camii ve çevresi hakkında birçok kartpostal olmasına rağmen ne yazık ki doğrudan türbe ile ilgili bir kartpostala ulaşamadık. YAVUZ SELİM TÜRBESİ Doğuya yaptığı seferlerde kazandığı başarılarla tanınan Yavuz Sultan Selim, 1520’de batıya yaptığı bir sefer sırasında sırtında çıkan şirpençe çıbanının azması neticesi Çorlu yakınlarında ölmüştür. Fatih camiinde kılınan cenaze namazı sonrasında Mirza bahçesi denilen yere gömülmüştür. Öldükten sonra oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Mimar Acem Ali tarafından başlatılan türbe inşaatı iki yıl kadar sürmüştür. Haliç’e nazır bir tepede bulunan ve sultanın adını taşıyan caminin haziresindeki türbenin çevresi 2009 yılının başı itibariyle yeniden düzenlenmektedir. Yakın zamana kadar Yavuz’un Mısır seferinde giydiği ve ünlü alim İbn Kemal’in atının ayağından sıçrayan çamurla kirlenen kaftan da burada sergilenmekteydi. Yavuz diğer Osmanlı padişahlarına göre nispeten küçük türbesinde tek başına yatmaktadır. Aynı bahçede Tanzimat devri padişahı Sultan Abdülmecit de gömülüdür. Türbenin Abdülmecit’in şehzadeleri için yapıldığı ancak sultanın da öldükten sonra buraya defnedildiği biliniyor. Nitekim bir padişahın defnedilmesi nedeniyle türbenin kalem işleri yeniden elden geçirilmiştir. Abdülmecit burada üç oğlu ile birlikte ebedi uykusuna yatmıştır. Yavuz Selim ya da Sultan Abdülmecit türbesini doğrudan gösteren bir kartpostala ulaşamamakla birlikte Yavuz Selim camisinin ön cepheden çekilen bir fotoğrafının basıldığı kartpostal elimizdedir. Burada hemen ön tarafta yer alan Bizans devrinden kalma açık hava sarnıcının içindeki ahşap evler gayet açık seçilebilmektedir.
Fatih and his son Yavuz Selim, no other structure was added. In time the tomb was renovated; recently it was restored and opened to visitors. Today one can see the tomb by entering through the courtyard or through the second-hand booksellers market. Although there are many postcards depicting the Bayezid mosque and its surroundings, we weren’t able to locate one that shows the tomb directly. THE TOMB OF YAVUZ SELIM Renown for the triumphant campaigns he led to the East, Yavuz Sultan Selim died by an inflammation of an anthrax wound in 1520 near Çorlu, while he was leading a westward campaign. He was buried in the area called the garden of Mirza after the funeral prayer in the Fatih mosque. The construction of his tomb was commissioned by Suleiman the Magnificent to Mirza Ali the Persian and lasted two years. It is located on the area that surrounds the Bayezid mosque on a hill overlooking the Golden Horn. As of 2009, renovation has begun. Until recently, the caftan Yavuz wore during his campaign to Egypt, upon which can be seen the mud stain caused by the horse of the great scholar Ibn Kamal, was also displayed in the tomb. Compared to other Sultans’, in his relatively smaller tomb Yavuz rests alone. In the same garden lies buried the Sultan Abdulmecit of the Tanzimat (Reformation) period. We know that the tomb was built for the sultan’s sons however he also lies there. Upon the burial of a sultan, the handwork on the tomb was elaborated upon. In it, Abdulmecit rests eternal along with his three sons.
TOMBS OF THE OTTOMAN SULTANS IN OLD POSTCARDS Süleymaniye Camii ve Kanuni Türbesi / Süleymaniye Mosque and the tomb of Süleyman the Magnificient
81
KANUNİ TÜRBESİ Kanuni Sultan Süleyman bilindiği üzere 1566 yılında Zigetvar seferi esnasında ölmüş ve iç organları çıkarılıp vücudu tahnit edildikten 82 gün sonra bedeni, kendi adı ile anılan abidevi caminin kıble tarafına getirilerek defnedilmiştir. Öldüğü sırada türbesi hazır değildi. Türbe Mimar Sinan’ın gözetiminde 1568’de tamamlanacaktır. Kanuni’nin, türbedeki yalnızlığı sadece 10 yıl sürecektir. Biricik kızı Mihrimah sultan ilginçtir ki Şehzade camii haziresindeki türbesinde yatan eşi Sadrazam Rüstem Paşa yerine babasının yanı başını ebedi istirahati için seçecektir. İki asır kadar sonra Kanuni’nin adaşı II. Süleyman, türbeyi hem kendisi hem de annesi Dilaşûb ve eşi Rabia Sultan için tercih edecektir. Kardeşi II. Ahmet de burada gömülüdür. Dolayısyla iki asır kadar sonra türbenin 3 Osmanlı padişahını ağırladığı görülür. Burada Süleymaniye haziresinin cami girişinin ön cephesinden çekilen ve hazirenin genel görünümü yansıtan bir kartpostalla birlikte, muhtemelen bugünkü İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinin arka kısmından çekilen ve cami ile birlikte türbeyi de yansıtan bir görseli yayınlıyoruz. II. SELİM TÜRBESİ II. Selim türbesi Ayasofya içinde ilk inşa olunan padişah türbesidir. Yapı, Ayasofyadaki sultan türbeleri içinde Topkapı sarayına en yakını olup ileriki yıllarda hemen bitişiğine III. Murat ve III. Mehmet adına iki türbe daha inşa olunacaktır. Bundan önce İstanbul’da hüküm süren dört Osmanlı padişahı kendi adlarına inşa ettirdikleri ya da evlatları tarafından inşa olunan camilerin avlusundaki türbelerine gömülmüşlerdir. Ancak II. Selim’in inşa ettirdiği selatin camisi, bilindiği üzere İstanbul’da olmayıp Edirne’dedir. Bu nedenle sultan II. Selim’in cenazesi
Although we haven’t been able to recover any postcards that directly show the tomb of Yavuz Selim or Abdülmecit, we do possess a postcard with a photo of its facade. The photo shows clearly the wooden houses in the Byzantine open-air cistern, situated right in front of the tomb. THE TOMB OF KANUNI Kanuni Sultan Suleiman died during the campaign of Szigetvar in 1566. 82 days after his internal organs were removed and his body embalmed, he was laid to rest in the direction of the Kiblah, in the grounds of the monumental mosque in his name. The construction of his tomb was not complete when he passed away. It was to be completed in 1569 by Sinan the Architect. Suleiman’s solitude in his tomb lasted for 10 years. Interestingly, his only daughter Mihrimah chose to be buried by her father rather than her husband the Grand Vizier Rüstem Paşa. Later, Suleiman II also chose the same tomb to be buried in, along with his mother Dilaşub and his wife Rabia. His brother Ahmet II also rests here. Thus over the course of two centuries three Ottoman Sultans were buried here. We are reprinting here a postcard that shows the entrance to the mosque and a general view of the surrounding area. The other picture shows both the mosque and the tomb, and was probably taken from the backyard of the Istanbul University Faculty of Political Science. THE TOMB OF SELIM II The tomb of Selim II is the first tomb to be built in the Hagia Sophia. Among all the other tombs in the mosque, this struc-
MAY JUNE JULY 2009
ESKİ KARTPOSTALLARDA OSMANLI PADİŞAH TÜRBELERİ Ayasofya Camii ve Türbeler / Hagia Sophia and the tombs
82 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
için İstanbul’da herhangi bir padişaha hasredilmeyen en büyük ibadetgah olan Ayasofya münasip görülmüştür. II. Selim 1574 yılının son günlerinde öldükten sonra kendisi için tahsis edilen alana gömülmüş, ancak türbesinin yapımı oğlu III. Murat zamanında gerçekleşmiştir. Mimar Sinan yapısı olan sekizgen türbede toplam 44 sanduka mevcuttur. Sultanın sandukası cesameti ve ihtişamı ile diğerlerinden ayrılır. Sandukasının sağında ulu şehzadesi Murat’ı doğuran ve tarihi romanlara da konu olan hanımı Nurbanu sultan yatar. Solundaysa kızları Gevher Mülk Sultanla, Sokollu Mehmet paşanın eşi olan Esmahan sultanın sandukaları bulunmaktadır. Ayak ucunda yer alan sandukalar ise diğer kızları ile bir kısmı III. Murat’ın tahta çıkması nedeniyle boğdurulan şehzadelerinin mezarlarıdır. Ayrıca türbede III. Mehmet’in küçük yaşta ölen şehzadeleri de gömülüdür. Yayınladığımız kartpostalda Ayasofya’nın kıble tarafında yer alan üç büyük türbeyi görmek mümkündür. Topkapı sarayına en yakın olan II. Selim, ortadaki III. Murat ve diğer uçtaki de III. Mehmet’e ait türbelerdir.
İstanbul, içinde barındırdığı camiler, hamamlar, kemerli su yolları, medreseler, son derece zarif mezar taşları ile adeta bir açık hava müzesidir. With its numerous mosques, baths, aqueducts, madrasahs and elegant tombstones, Istanbul is a veritable open air museum.
III. MURAT TÜRBESİ Babası II. Selim gibi saltanatı müddetince İstanbul’da kalan III. Murat da kendi adını taşıyan camisini İstanbul’da değil Manisa’da yaptırmıştı. O da öldükten sonra gömüleceği mekan olarak Ayasofya’yı seçmişti. 1595’de öldüğünde türbesi yapılmamıştı. Bu nedenle babası II. Selim’in türbesinin yamacına gömüldü. Bazı kaynaklar, ilk
ture is the one located closest to the Topkapı Palace. In later years two other tombs, one for Murat III and one for Mehmet III, were built. The four reigning sultans before him had their tomb in the mosques in their name, which were either built by them or their sons. However, the Selatin mosque that Selim II had built is in Edirne, not Istanbul. Therefore the Sultan Selim II became the first to be consecrated in the Hagia Sophia, the supreme place of worship in the city. Selim II passed away during the final days of the year 1574 and was buried in the grounds reserved for him. His tomb was completed during the reign of his son Murat III. The octagonal tomb, built by Sinan the Architect hosts 44 caskets. The sultans’ casket is distinctly different than the rest in magnificence and size. On his right lies his lady Nurbanu, whose name passes frequently in historical fiction and who gave birth to his son Murat. On his left lie their daughters Gevher Mülk and Esmahan; the latter was also the wife of Sokollo Mehmet Paşa. The caskets situated at his feet belong to his other daughters and his younger brothers, who were strangled when Selim II acceded the throne. The tomb also hosts Mehmet III’s sons who all had untimely deaths. In the postcard we’ve reprinted we see the three large tombs situated in the direction of the Kiblah around the Hagia Sophia. The closest tomb to the Topkapı Palace belongs to Selim II, the middle one to Murat III and the last one to Mehmet III. THE TOMB OF MURAT III Like his father Selim II, Murat III had the mosque in his name built in Manisa instead of Istanbul. He also chose Hagia Sophia to be his burial place. When he died in 1595, his tomb
TOMBS OF THE OTTOMAN SULTANS IN OLD POSTCARDS III. Murad Türbesi / The tomb of Murad III.
83 MAY JUNE JULY 2009
önce babasının türbesine gömüldüğünü ancak sonradan inşahadn’t been completed, so he was buried beside his father’s. atı biten kendi türbesine nakledildiğini söylerler. Mimar Sinan Some sources state that he was first buried in his father’s türbe inşası öncesinde ölmüş olduğundan yapı, onun öğrencisi tomb and once his own was completed, his body was transMimar Davut Ağa tarafından sultanın ölümünden yaklaşık 4 yıl ferred. As Sinan the Architect died while the tomb was unsonra tamamlanmıştır. İçinde 54 sanduka barındıran türbe, Ayader construction, his student Davut Aga the Architect had sofya türbeleri içinde en kalabalık olanıdır. Bunun temel nedento complete the structure, which lasted for four years. The lerinden biri, sultanın Osmanlı padişahları içinde en çok çocuk tomb is the most crowded one in the Hagia Sophia, hosting sahibi olan kişi olmasıdır. Nitekim III. Mehmet tahta çıktığında 54 caskets in total. One of the reasons for Fatih kanunnamesi mucibince 19 kardeşini this is that among all Ottoman Sultans, Muboğdurmuştur. Talihsiz şehzadeler babalarının rat III is the one that had the most children. ayak ucuna gömülmüşlerdir. Türbede, sultaIn fact, when Mehmet II acceded the throne, nın sağında torunu I. Ahmet’in oğlu şehzade he had 19 of his brothers killed in accordance Kâsım gömülüdür. Kendisi IV. Murat tarafından with the ordinance of Fatih. The unfortunate taht için tehdit unsuru teşkil ettiği gerekçesiyle princes lie at the feet of their father. On his idam ettirilmiş, böylelikle Osmanlı hanedanınright lies Kasım, the son of Ahmet I, who is da padişah dışında tek erkek olarak şehzade İbthe grandchild of Murad III. Murat IV had rahim kalmıştır. Solunda ise tıpkı kayınvalidesi had him executed as he considered Kasım a Nurbanu sultan gibi romanlara konu olan eşi threat to his reign. Consequently there was Safiye sultan yatar. Oğlu III. Mehmet zamanınonly one male heir left in the Ottoman famda İstanbul’da çıkan veba salgını sırasında haily, Ibrahim. On his left lies his wife Safiye, yatını kaybeden kızları da burada gömülüdür. another lady whose name arises frequently Türbe bilhassa çinileri ile meşhurdur. Ancak bu in historical fiction like his mother-in-law çinilerin bir kısmı, tıpkı II. Selim türbesindeki Nurbanu. Their daughter, who died of the bazı çiniler gibi Osmanlıların son zamanlarında black plague during the reign of their son Sultan III. Murad yurt dışına kaçırılmıştır. Türbenin içini gösteren Mehmet III, also lies in the tomb. The tomb is kartpostalda bu çiniler gayet açık biçimde separticularly famous for its ceramic tiles, which for the most çilebilmektedir. part were smuggled out of the country in the last days of the Ottomans like the ones in the tomb of Selim II. The postcard III. MEHMET TÜRBESİ Ayasofya’dan Topkapı sarayına geçiş yolundaki dönemeçte yer depicting the tombs’ interior shows clearly the rich ceramic
ESKİ KARTPOSTALLARDA OSMANLI PADİŞAH TÜRBELERİ Sultanahmet Camii ve Türbesi / The Blue Mosque and the Mausoleum Inside
84 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
alan sebilin hemen yanındaki türbe III. Mehmet’e ait olan ve burada inşa olunan son türbedir. Belki de bu konumundan yani dönemeçte bulunmasından dolayı söz konusu yapının İstanbul’un ilk şehremini Cemil (Topuzlu) Paşa tarafından yıktırılmasının gündeme geldiği söylenir. Mimarı Dalgıç Ahmet Ağa olan yapı, III. Mehmet’in oğlu I. Ahmet tarafından inşa ettirilmiştir. 9 yıl saltanat süren III. Mehmet 1603’de ölmüş ve babası III. Murat’ın türbesinin hemen yanına defnolunmuştur. Kendi türbesi ise oğlu I. Ahmet’in emriyle 5 yıl içinde tamamlanmıştır. Türbede I. Ahmet’in annesi Handan Sultan’ın yanı sıra III. Mehmet’in şehzadeleri, kızları ve bir de kız kardeşi gömülüdür. Toplam sanduka sayısı 14’dür. Türbe II. Selim ve III. Murat türbelerine göre hem daha mütevazı hem de içinde barındırdığı sanduka açısından daha tenhadır.
work. THE TOMB OF MEHMET III The tomb located on the bend that connects the Topkapı Palace with the Hagia Sophia right by the public fountain belongs to Mehmet III and is the last to be built in this area. Perhaps because of its awkward location, it is rumoured that Cemil (Topuzlu) Paşa, Istanbul’s first mayor, considered to demolish it. Ahmet I, his son, ordered Ahmet Ağa the Diver to construct the tomb. Mehmet III’s reign lasted 9 years; he died in 1603 and was laid to rest right beside the tomb of his father Murat III. His own tomb was completed in 5 years under the orders of his son Ahmet I. The tomb also hosts Ahmet I’s mother Handan, the heirs of Mehmet III, his daughters and one sister. The total number of caskets is 14. The tomb is much more modest then the ones of Selim II and Murat III, and hosts less caskets.
SULTANAHMET TÜRBESİ Bizans’ın hipodrom meydanı üzerine inşa olunan Sultan Ahmet Cami'si, hemen önünde yer alan türbede Duraklama devrinin en önemli üç simasını barındırır. Sedefçi Mehmet Ağa’nın eseTHE TOMB OF SULTANAHMET ri olan bu türbede, caminin banisi I. Ahmet ile Sultan IV. Murad The Blue Mosque (Sultanahmet mosque) is çocukları II. Osman nam-ı diğer Genç Osman ve built on the square where the Byzantine hippodrome used 4. Murat yatarlar. I. Ahmet, 27 yaşında ciğerlerinde çıkan ve muhto stand. The tomb right in front of it hosts three important temelen tüberküloz olduğu tahmin edilen bir hastalıktan dolayı characters from the stagnation period of the Ottoman Emgenç yaşta ölecektir. Kendisinden sonra tahta kardeşi I. Mustafa pire. Sedefçi Mehmet Ağa built the tomb. In it lies Ahmet I, çıkmışsa da akıl sağlığı ile ilgili yaşadığı problemlerden dolayı whose name the mosque is given after, his son Osman II, tahttan indirilerek yerine II. Osman geçirilecektir. Osman’ın akıotherwise known as Osman the Young and Murat IV. Ahmet beti ise ortadan kaldırmaya çalıştığı Yeniçeri ocağının elinde son I died at the tender age of 27 due to an illness affecting his vermek olacaktır. Osman, hayattayken babasının mezarı üzeri-
TOMBS OF THE OTTOMAN SULTANS IN OLD POSTCARDS Sultanahmet Türbesi İç Görünümü / Inner view of Sultanahmet Tomb
85
ne gayet gösterişli bir türbe inşa ettirmişti. Türbede dönemin en nadide çinileri kullanılmış, sedef işçiliğine yer verilmiş ve bol ışık alması için de tavandan tabana üç sıra pencere yaptırılmıştır. Genç sultan aynı zamanda kendi mezarını da inşa ettirdiğinin farkında mıdır bilinmez ama o da boğulduktan sonra babasının yamacına defnedilecektir. Tahta geçen ve Bağdat ile Revan fatihi olarak bilinen kardeşi 4. Murat da henüz 30’larını sürdüğü çok genç bir yaşta ölünce, yine babasının türbesine gömülecektir. Hemen belirtelim ki türbede Sultan Osman ve Murat’ın boğdurdukları kardeşleri de gömülüdür. Murat ve İbrahim’in anneleri olan Kösem Valide Sultan da İbrahim’in oğlu Sultan Mehmet’e tahakküm etmeye kalkınca gelini Hatice Turhan Sultan’la giriştiği nüfuz mücadelesinde canından olacak ve kocasının yanı başındaki yerini alacaktır. Yazımızda türbenin hem içten hem de dışarıdan çekilmiş kartpostal şeklindeki iki görselini yayınlıyoruz. Dıştan çekilen kartpostalda Hipodrom ya da Osmanlılar zamanındaki adıyla At meydanını ve Sultanahmet caminin ihtişamını görmek mümkündür. Bunun dışında bugün park olarak kullanılan alanın da Osmanlının son dönemlerine evlerle meskun olduğu görülüyor. Türbe içinden çekilen fotoğrafta ise türbenin zengin çini işlemeleri seçilebiliyor.
lungs, most probably tuberculosis. After his death, Mustafa I acceded to throne but due to his mental problems Osman II replaced him. Osman II ended up dying in the hands of the Janissaries, whom he had tried to remove from the military. While he was alive though, Osman had quite an ostentatious tomb built for his father.
AYASOFYA’DA SULTAN I. MUSTAFA VE İBRAHİM TÜRBELERİ Ayasofya camiinde bulunan türbelerin içinde en ilginç olanı belki de Sultan I. Mustafa ve İbrahim’in gömülü olduğu mekandır. Burası Bizans döneminde yetişkinlerin ve çocukların vaftiz edildikleri bir mekandı. Hatta eski kroniklerde bu yapının içinde Hz. İsa’nın Şeria nehrinde, Vaftizci Yahya tarafından gerçekleştirilen vaftiz töreninin resmedildiği belirtilir. Şehir, Osmanlılar tarafın-
We reprint here two postcards that show both the interior and the exterior of the tomb. On the card that shows the exterior, we see the hippodrome, or the horse square as the ottomans called it, and a magnificent view of the Blue Mosque. Note how the area used as a park today was at the time occupied by houses. In the photo of the interior, the elaborate ceramic work is clearly visible.
The best ceramic work of the time and generous quantities of mother-of-pearl were used; three rows of windows from floor to ceiling provide the tomb with sunlight. We don’t know if Osman II was aware that he was building his own tomb along with his father’s, nevertheless, he himself was buried at the foot of his father after his death. Murat IV, renown as the conqueror of Baghdad and Revan, acceded the throne following Osman, but he also died at a young age, in his 30s and was buried in his father’s tomb. We also have to add the strangled brothers of Osman and Murat who rest in the tomb as well. Murat and Ibrahim’s mother Kösem Valide Sultan also lies in the tomb She had tried to exert her influence on Ibrahim’s son Sultan Mehmet, and consequently was executed by the order of her bride, Hatice Turhan,.
MAY JUNE JULY 2009
ESKİ KARTPOSTALLARDA OSMANLI PADİŞAH TÜRBELERİ
86 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
dan fethedilince söz konusu vaftizhane Ayasofya’nın aydınlatılTHE TOMBS OF MUSTAFA I AND IBRAHIM IN THE HAGIA ması için gerekli yağların depo edildiği bir Yağhane durumuna SOPHIA geldi. 1639 yılına kadar da bu şekilde kullanıldı. Ayasofya vaftizAmong all the tombs in the Hagia Sophia, the ones for Mushanesi, bu tarihte I. Mustafa’nın ölmesiyle ilginç bir gelişmeye tafa I and Ibrahim are perhaps the most fascinating. This sahne oldu. I. Mustafa, 1617 yılında I. Ahmet’in ölümü ile tahta space is where adults and children were baptized during çıkmış, ancak cinnet alametleri gösterdiği için kısa bir süre sonthe Byzantine era. In fact old chronicles mention a relief dera tahttan indirilerek yerine yeğeni II. Osman nam-ı diğer Genç picting the baptismal of Jesus Christ by John the Baptist in Osman geçirilmişti. Onun dört yıl süren saltanatı sonrasında the Jordan River. Once the city was conquered by the OttoYedikule’de kapıkullarınca boğularak öldürülmesiyle yeniden mans, the baptistery was turned into an oil mill, where all tahta çıkan I. Mustafa’nın bu seferki padişahlığı bir yıldan fazla the oil necessary to light up the Hagia Sophia were stored. sürdüyse de 1623’de yeniden tahttan indirildi. Ölüm tarihi olan Until 1639, it was used in this way, however when Mustafa I 1639 yılına kadar da gözetim altında tutuldu. died at this date, the area underwent an important change. I. Mustafa’nın bu tarihte ölmesiyle nereye gömüleceği sorunu Mustafa I had acceded to the throne after the death of Ahbaş gösterdi. I. Ahmet’e kadar ilk 14 padişahı kendilerine ait türmet I but once he started showing signs of mental imbalbelerde medfundu. Ancak I. Ahmet’in oğlu II. Osman öldüğünde ance, he was replaced by his nephew Osman II, a.k.a Osman onun adına yeni bir türbe yapılmayarak babası I. Ahmet’in Sultathe Young. His reign lasted 4 years and nahmet camii önündeki türbesine defnedilmiş, ended with his assassination by the palace böylelikle de bir gelenek bozulmuştu. Gerek guards in Yedikule. Mustafa I was returned tahta geçen bir oğlu olmadığı ve gerekse de to the throne but after a little more than a Bizans’ın hipodrom meydanı saltanat devrinin cinnet halinden dolayı tam year, he was brought down once again in üzerine inşa olunan Sultan bir terör devresi olması nedeniyle çevresinde Ahmet camisi, hemen önün1623. He was held under surveillance until saygın bir etki de yaratamadığı için Mustafa’nın de yer alan türbede Durakhis death in 1639. naaşının nereye gömüleceği mesele oldu. Devlama devrinin en önemli üç Once Mustafa I died, where he was to be simasını barındırır. Sedefçi rin en önemli görgü tanıklarından Evliya Çelebi Mehmet Ağa’nın eseri olan buried became a problem. Up until Ahmet “tüm sultan türbelerinin dolu olması nedebu türbede, caminin banisi I. I, all 14 sultans were laid to rest in their own niyle” naaşın 17 saat kadar bekletildiğini ifade Ahmet ile çocukları II. Osman tombs. However when Ahmet I’s son Osman nam-ı diğer Genç Osman ve eder. Osmanlı padişah türbeleri üzerine yaptığı 4. Murat yatarlar. II died, instead of having a tomb built in his çalışmalarla tanınan Hakkı Önkal ise bu tespiname, he was buried in his father’s tomb in tin bahaneden başka bir şey olmadığını, zira The Blue Mosque (Sultanahmet mosque) is built on the Ayasofya’da III. Murat türbesinde yaklaşık 50 Sultanahmet, thus breaking the tradition. square where the Byzantine sanduka bulunduğunu, Mustafa’nın babası III. Mustafa didn’t have an heir for the throne hippodrome used to stand. Mehmet’in türbesinin ise neredeyse III. Murat’ın besides, his mental instability caused his The tomb right in front of it hosts three important charactürbe odası büyüklüğünde olup sadece 14 sanreign to be a tumultuous period of terror, ters from the stagnation peduka içerdiğini vurgular. Şu halde I. Mustafa’nın thus the lack of respect for him made his riod of the Ottoman Empire. Sedefçi Mehmet Ağa built the babasının yanıbaşına gömülmemesi için hiçbir burial an even graver issue. Evliya Çelebi, tomb. neden yoktur. Kaldı ki I. Mustafa’nın kardeşi I. one of the most important witnesses of the Ahmet’in türbesine de ilerleyen yıllarda IV. Muperiod, recounts how his corpse was kept rat ve Kösem Sultan gibi şahısların gömülecek waiting for 17 hours until a proper burial olması da bu iddiayı çürütür niteliktedir. Bunda place was found. On the other hand Hakkı Önkal, renown da muhtemelen daha önce belirttiğimiz iki nedenin yani padişafor his studies on the tombs of the Ottoman sultans, states hın mecnunluğu ile ona türbe inşa ettirecek bir oğlunun olmayıthat this is no more than an excuse since in the tomb of Muşı etken olarak ileri sürülebilir. rat III in Hagia Sophia there are almost 50 caskets and that I. Mustafa’nın gömülü olduğu bu türbeye yaklaşık 10 yıl sonra bir the tomb of Mustafa’s father Mehmet III is almost as big as Osmanlı padişahı daha gömülür. Mustafa’nın yeğeni Sultan İbraMurat III’s and has only 14 caskets. Therefore there is no reahim 1649 tarihinde önce tahttan indirilir ve 10 gün kadar sonra son why Mustafa couldn’t be buried next to his father. The da Cellat Kara Ali tarafından boğulur. Sıkıntılı geçen şehzadelik fact that Murat IV and Kösem sultana were both buried in döneminde bir takım sinir buhranları geçiren Sultan İbrahim, the tomb of Mustafa I’s brother Ahmet I, also corroborates tahta çıktıktan sonra da Osmanlı hanedanının tek erkeği olduğu Çelebi’s observation. The two reasons we have stated before, için tez elden çocuk sahibi olmasını temin için bir sefahat ortathat the sultan was mentally deranged and the fact that he mına sürüklenmiştir. Buna ilaveten yaşanan doğal afetler ve alıhad no heir to build him a tomb, seem to be most likely. nan yenilgiler, devlet işleriyle hakkettiği gibi ilgilenmeyen padiAnother Ottoman sultan joined Mustafa I’s tomb 10 years şaha mâl edilerek tahttan indirilmiş ve yerine çocuk yaştaki oğlu later. Mustafa’s nephew Ibrahim was dethroned in 1649 and IV. Mehmet çıkarılmıştır. İşte Sultan İbrahim de idam edildikten
TOMBS OF THE OTTOMAN SULTANS IN OLD POSTCARDS Yeni Camii / New Mosque
87 MAY JUNE JULY 2009
sonra kendisi gibi pek makbul sayılmayan I. Mustafa’nın yanı başına defnedildmiştir. Türbede iki padişah dışında I. Ahmet, IV. Murat, Sultan İbrahim, IV. Mehmet ve II. Ahmet’in şehzade ve kızları gömülüdür. Yapının ne yazık ki herhangi bir kartpostalına rastlayamadık. YENİCAMİ ARKASINDA HATİCE TURHAN SULTAN TÜRBESİ Turhan Valide Sultan Osmanlı tarihindeki en güçlü kadınlardan biridir. Kayınvalidesi Kösem Sultan’la saray içinde giriştiği nüfuz mücadelesini kazanmış, oğlu 4. Mehmet’in saltanatının en kritik devresinde de Köprülü Mehmet Paşayı sadarete getirerek devleti büyük bir bunalım eşiğinden kurtarmıştır. Hayatta iken avucunda tuttuğu bu iktidar gücü adeta ölümünden sonra türbesine de yansımıştır. Zira türbe bir validenin adı ile anılmasına rağmen içinde Osmanlı padişahı bulunduran tek türbe konumundadır. Üstelik bu türbe bünyesinde barındırdığı 5 padişahla da diğer pek çok hanedan türbesinden ayrılır. Hatice Turhan Sultan tarafından inşası başlatılan Yenicami külliyesi 1663 veya bir rivayete göre de 1665’de Mimar Mustafa Ağa nezaretinde tamamlatmıştır. Turhan sultan, camiye ilave olarak çarşı, sebil, türbe ve çeşme de inşa ettirerek Eminönü’nün en muhteşem külliyesine imza atmıştır. Zamanla yapıya farklı padişahlar tarafından eklemeler de yapılacaktır. Turhan Valide 1683’de ölünce bu türbeye gömülür. Onu 5 yıl sonra ölen oğlu IV. Mehmet takip edecektir. Sonrasında Lale devrinin meşhur padişahı III. Ahmed, döneminde Karlofça anlaşması imza edilen II. Mustafa da buraya defnedilir. Ama herhalde türbenin en ilginç konukları I. Mahmut ile III. Osman olsa gerek. I. Mahmut sağlığında Nuruosmaniye Cami'nin yapımını başlatmış ancak bitimini göremeden ölmüştür. Caminin arkasında yer alan
was executed by Kara Ali the Executioner 10 days later. Ibrahim also displayed mental problems when he was a prince and once he had acceded to the throne as he was the only male heir to the dynasty, he quickly entered a life of debauchery in order to secure him a male child as heir. Moreover, natural disasters and military defeats of the time were attributed to his disinterest in governmental issues, thus he was replaced with his son Mehmet IV, who was only a child at the time. Once Ibrahim was executed, he was buried next to Mustafa I, who was no less notorious than him. Along with the two sultans, the tomb also hosts Ahmet I, Murat IV, Ibrahim, Mehmet IV and the sons and daughters of Ahmet II. Unfortunately, we couldn’t locate any postcards for this structure. THE TOMB OF HATICE SULTANA BEHIND YENİCAMİ The sultana Turhan Valide was one of the most powerful women in Ottoman history. After winning the battle Hatice Turhan Sultan türbefor authority in the palace si bir validenin adı ile anılmabetween her and her mothersına rağmen içinde Osmanlı in-law Kösem Sultana, she appadişahı bulunduran tek pointed Köprülü Mehmet Paşa türbe konumundadır. as grand vizier at a critical point in the reign of his son Her s is the only one that Mehmet IV, thereby saving hos ts Ottoman sultans, the government from a great nam ed after a woman. depression. The power she possessed during her life is
ESKİ KARTPOSTALLARDA OSMANLI PADİŞAH TÜRBELERİ Sultan IV. (Avcı) Mehmed / Sultan Mehmed IV the Hunter
88 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
türbede gömülmeyi arzulayan padişahın bu isteğinin hilafına kardeşi III. Osman ağabeyini Turhan Valide Türbesine defnettirir. Muhtemelen Nuruosmaniye’deki türbeye kendisi gömülmeyi tasarlıyordu. En azından kendi sağlığında iken vefat eden annesi Şehsuvar sultanı buraya defnettirmişti. Ancak kendisinden sonra tahta çıkan III. Mustafa da talihin garip bir cilvesi olarak III. Osman’ı buraya değil, ağabeyi III. Mustafa’ya uygun gördüğü Turhan Valide türbesine gömdürecektir. Turhan valide türbesine ek bir bina olarak inşa olunan Cedid Havatin türbesinde ise Jön Türklerin büyük umutlarla tahta çıkardıkları ancak kısa bir süre sonra sinir buhranları geçirdiği için hâl etmek zorunda kaldıkları V. Murat yatmaktadır. Türbelerin bulunduğu alanı doğrudan gösteren bir kartpostala erişememekle beraber Yenicami’nin arka kısmını gösteren bir kartpostalı burada yayınlıyoruz. Görseldeki en çekici husus ise herhalde türbenin bulunduğu yere tesadüf eden alandaki sık ağaçlıklı alan olsa gerek. III. MUSTAFA TÜRBESİ Osmanlı padişahları içinde III. Mustafa en talihsiz olanlardan biri olarak bilinir. Zira kendi adına inşa ettirdiği 3 önemli cami de başka isimlerle meşhur olmuştur. Onun emriyle inşa olunan Kadıköy’deki cami, sahilde olması nedeniyle “İskele”, Üsküdar’a hakim bir mevkide inşa ettirdiği cami, “Ayazma” ve son olarak Aksaray civarında yaptırttığı cami de bölgede yaşayan bir velinin adı olan “Laleli” camii diye anılmıştır. Nitekim kendisi de bu son abidevi külliyenin ön cephesine Osmanlı tarihinin en güzide mimarlarından Mehmet Tahir Ağa’ya inşa ettirdiği türbesinde
reflected on her tomb as well. Hers is the only one that hosts Ottoman sultans, named after a woman. Moreover, among other tombs of the dynasty hers hosts 5 sultans. The construction of the Kulliyah of Yenicami began during Hatice Turhan sultana’s life and was completed under the supervision of Mustafa Aga the Architect in 1663 or, as one rumour has it, in 1665. Turhan Sultana is famous for having had built the greatest kulliyah in Eminönü with a marketplace, public fountain and tomb alongside the mosque. Later, various sultans also had additional buildings built. Upon her death in 1683, Turhan Valide Sultana was buried in this tomb. Her son Mehmet IV joined her 5 years later. Ahmet III, the famous sultan of the Tulip Era and Mustafa II, during whose reign the Treaty of Karlofça was signed, are both buried here. However, the most interesting residents of this tomb have to be Mahmut I and Osman III. Mahmut I had ordered the Nurosmaniye mosque to be built in his life, but died before its completion. Contrary to the sultan’s desire to be buried in the tomb behind the mosque, his brother Osman III entombed him in the tomb of Turhan Valide. He was probably planning to have himself buried in the tomb of Nurosmaniye. At least he was able to put to rest his mother Şehsuvar sultana. However, in an irony of fate, his heir Mustafa III had him buried not where he wished but in the tomb of Turhan Valide. In the Cedid Havatin tomb built adjacent to the tomb of Turhan Valide lies Murat V, who was given the throne by the Young Turks with great expectations, but after he began to show signs of mental instability, he was quickly dethroned. Although we weren’t able to locate a postcard that shows the tombs directly, we reprint one that shows the backyard of Yenicami. Probably the most alluring aspect of the photo is the trees that show up on the tomb’s location. THE TOMB OF MUSTAFA III Mustafa III is renown for being among the most unlucky of all Ottoman sultans. The three mosques he had built in his name today are all famous under other names. The mosque in Kadıköy is today called “İskele” (wharf ) due to its location on the shore, the one overlooking Üsküdar is called “Ayazma” and lastly, the one he had built in Aksaray is named “Laleli” after a patron that lived in the region. He rests along with his son Selim III in the tomb located at the facade of the kulliyah of this last mosque, built by one of the best Ottoman architects, Mehmet Tahir Ağa. Other residents include his son Mehmet and his 5 daughters. The tomb had recently been undergoing restoration. Once it is opened to visitors, the most attractive element will be the rare İznik ceramic work dating back to the 16th century and was originally transferred from the palace in Üsküdar. The coral red that decorates the ceramic is still unsurpassed, thus the tomb holds
TOMBS OF THE OTTOMAN SULTANS IN OLD POSTCARDS Laleli Camii / Laleli Mosque
89 MAY JUNE JULY 2009
oğlu III. Selim’le birlikte uyumaktadır. Türbede Sultanın Mehmet adındaki bir şehzadesinin yanı sıra, 5’de kızı yatmaktadır. Türbe yakın zamanda restore edilmekteydi. Ziyarete açıldığı takdirde ziyaretçilerin en çok ilgisini çekecek şeylerin başında bir dönem içinde barındırdığı 16. yüzyıldan kalma nadir İznik çinileri gelecektir. Söz konusu çiniler Üsküdar sarayından alınarak bu türbeye nakledilmişlerdi. Mercan kırmızısı rengindeki bu çinilerin renk tonu halen tutturulabilmiş değil, yani türbe İznik çini ustaları ile birlikte sır olup giden bir formülü içinde barındırıyor. Türbede tıpkı I. Abdülhamit türbesinde olduğu gibi bir de kadem-i şerif yani Hz. Muhammed’in kutsal ayak izi bulunmaktaydı. Türbenin kartpostalına ulaşamamakla birlikte sayfalarımızda Laleli camii’nin bir görünümünü yayınlıyoruz. Ne yazık ki bu kartpostalda türbenin yer aldığı duvar gözükmemekte ancak cami duvarına bitişik ve muhtemelen camiye gelir getirmesi için inşa olunan vakıf dükkanlar seçilebilmektedir. SULTAN I. ABDÜLHAMİT VE HAMİDİYE TÜRBESİ Sultan I. Abdülhamit, bugün Bahçekapı’da kendisi tarafından inşa olunan 4. Vakıf hanının tam karşısına düşen türbesinde yatmaktadır. Sultan, 1789’da devam etmekte olan Osmanlı-Rus savaşı sırasında kendisine okunan bir haberin etkisi ile fenalaşmış ve kısa bir süre sonra da beyin kanaması veya felçten dolayı hayatını kaybetmiştir. Kaynaklarda anlattığına göre ölümüne sebep olan hadise Rusların Özi kalesine girmesi ve buradaki Müslüman ahaliyi katletmesidir. Sultan'ın 7 Nisan 1789 Salı günü ölmesinin hemen akabinde şehzade Selim’e biat edilmiş ve cenazesi de aynı zamanda yeğeni olan III. Selim’in emriyle vasiyeti üzerine
a secret formula of the colouring that vanished along with the İznik ceramic masters. As in the tomb of Abdülhamit I, this tomb also has a footprint of the Prophet Muhammad (kadem-i şerif ). Although we haven’t located a postcard of the tomb, we enclose a view of the Laleli mosque. Unfortunately the wall where the tomb is situated is not visible, shops that collect charity for the maintenance of the mosque built adjacent to the wall are clearly seen. THE TOMB OF ABDULHAMIT I AND THE HAMIDIYE TOMB Abdulhamit I today lies in the tomb in his name in Bahçekapı, right across the 4. Foundation Caravanserai, which he also had built. The sultan fell ill after hearing the disappointing news about the war between the Ottomans and the Russians in 1789, and consequently died of either a stroke or apoplexy. According to sources, the lethal news he received was that the Russians had taken over the castle of Özi and had massacred all Muslims. After the sultan’s death on Tuesday April 7 1789, his son Selim was declared sultan and his body was laid to rest in his tombs, by the orders of his nephew Selim III. While Selim III fulfilled his uncle’s will his cousin Mustafa IV, who took the throne after the rebellion of Kabakçı Mustafa, had Selim III strangled upon hearing that Alemdar Mustafa Paşa was approaching from Rusçuk to Istanbul, and had the unfortunate sultan buried in the tomb of his father, Mustafa
ESKİ KARTPOSTALLARDA OSMANLI PADİŞAH TÜRBELERİ Sultan I. Abdulhamid Türbesi / Sultan Abdulhamid I Mausoleum
90 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
türbesine defnedilmiştir. III. Selim amcasının vasiyetini yerine getirirken, Kabakçı Mustafa isyanı sonrasında tahtından olduğu vakit yerine geçen kuzeni IV. Mustafa, Alemdar Mustafa Paşanın Rusçuk’tan harekete geçerek kendisini hâl etmek üzere İstanbul önlerine gelmesi üzerine III. Selim’i boğdurtacak ve talihsiz sultan az önce bahsettiğimiz babası III. Mustafa’nın Laleli’deki türbesine gömülecektir. Buna rağmen IV. Mustafa iktidarını koruyamayarak tahtı II. Mahmut’a devretmek zorunda kalacaktır. 1808’in sonlarına doğru “Alemdar vakası” sonrasında isyancı yeniçerilerin saraya yürümesi üzerine de III. Selim’in akıbetine uğrayarak padişah II. Mahmut tarafından boğdurulacaktır. O da kuzeni gibi babasının yanına gömülecektir. Türbe bugün de “kadem-i şerif” yani Hz. Muhammed’in ayak izi örneklerinden birini barındırdığı için sıklıkla ziyaret edilmektedir. Yazımızda türbenin muhtemelen son 50 yılda çekilmiş bir fotoğrafını kullandık. Bu fotoğrafta türbe önünden geçen tramvay da ayrıca dikkat çekici. DİVANYOLU VE II. MAHMUT TÜRBESİ İstanbulluların tramvay yolu üzerinde kalması nedeniyle en çok gördükleri hanedan türbesi II. Mahmut’a ait olandır. Esasen söz konusu türbe aynı zamanda son dönem Osmanlı tarihinin en önemli simalarını da içinde barındırır. Bu nedenle türbenin çok değişik kartpostalları basılmıştır. Türbenin temelleri II. Mahmut’un 28 Haziran 1839’da ölümüyle atılır. Tahta geçen Sultan Abdülmecit, babasının cenazesini Divanyolunda bulunan Esma Sultan Sarayı'nın bahçesine defnettirmiştir. Ebniye-i has-
III. However, Mustafa IV could not keep the throne and ceded it to Mahmut II. Towards the end of 1808, after the “Case of Alemdar,” Mustafa IV met the same fate as Selim III; Mahmut II ordered his execution as the rebellious janissaries approached the palace. Like his cousin, he was also entombed alongside his father. Today, the tomb is frequently visited because of the footprint of the Prophet Muhammad. We have enclosed here a picture of the tomb that was probably taken sometime in the last 50 years. It is interesting to note to tram passing by the tomb. DİVANYOLU AND THE TOMB OF MAHMUT II The tomb Istanbulites see the most is the one for Mahmut II as it is situated along the tramway. The said tomb also hosts some of the most important characters of the final years of the Ottoman Empire, hence the many postcards of the tomb. The foundations of the tomb were laid on June 28 1839, upon the death of Mahmut II. The new sultan Abdulmecit, had his father entombed in the garden of the Esma Sultan Palace, near Divanyolu. Abdülhalim Efendi, director of the institution responsible for the architecture belonging to the dynasty (ebniye-i hassa) was given the responsibility to have a tomb built on his grave. The construction lasted about a year and was finally completed in October 12 1840. The tomb also hosts Abdulaziz, whose death remains controversial and Abdulhamit II who, after living in exile in Salonika was brought back during the Balkan wars, given the Beyler-
TOMBS OF THE OTTOMAN SULTANS IN OLD POSTCARDS II. Mahmud Türbesi / Sultan Mahmud II Mausoleum
91 MAY JUNE JULY 2009
sa müdürü bulunan Abdülhalim Efendi de bu mezarın üzerine bir türbe inşası ile görevlendirilmiştir. Bir yıldan biraz daha uzun süren bir süreç sonrasında türbe 12 Ekim 1840’da bitirilmiştir. Türbede ilerleyen yıllarda tartışmalı ölümü ile tanınan sultan Abdülaziz ve uzun süre Selanik’te sürgün yaşadıktan sonra Balkan savaşlarının akabinde İstanbul’a getirilerek kendisine Beylerbeyi sarayı tahsis edilen ve burada zatürreden ölen II. Abdülhamit de yatmaktadır. Türbenin içinde ayrıca söz konusu padişahların eşleri, şehzadeleri ve kızlarından da bazıları gömülüdür. Türbenin dışı da en az içi kadar ilgi çekicidir. 19. 20. yy Türk siyasi, idari, edebi, fikri hayatının pek çok önemli siması burada gömülüdür. Avluda gömülü olan bazı önemli şahıslar arasında kemikleri Serez’den buraya nakledilen Şeyh Bedreddin, Türk milliyetçiliğinin babası olarak kabul edilen Ziya Gökalp, İttihat Terakki’nin önde gelen yöneticilerinden olup İtalya’da suiakaste maruz kalan Sait Halim Paşa, değerli gazetecimiz Agâh Efendi ve kıymetli münevver Muallim Naci gibi şahıslar son uykularına çekilmişlerdir. EYÜP’TE SULTAN REŞAT TÜRBESİ 1909’daki ihtilalin hemen ardından tahta çıkan V. Mehmet Reşat, tüm saltanatı boyunca İttihatçıların kontrolünde hareket etmek durumunda kalmıştır. Esasen II. Abdülhamit gibi aktif bir padişahın ardından İttihatçıların Mevlevi tarikatına mensup, nezaket ve halim selimliği ile tanınan, bir anlamıyla bu dünya için değil de daha çok ahiret için yaşayan bir şehzadeyi padişahlık makamına getirmelerinde şaşılası bir durum yoktur. Sultan Reşat, I. Dünya savaşının son demlerinde vefat etmiştir. Kendisinden önceki Os-
beyi palace to stay in, and died there from pneumonia. The wives, sons and some of their daughters of the said sultans are also buried in the tomb. The exterior of the tomb is just as interesting as the interior. Many of the important personalities from the Turkish political, administrative, literary and philosophical life of the 19th and 20th centuries are also buried here. Some of the people who rest in the tomb are Sheikh Bedreddin, whose bones were brought here from Serez, Ziya Gökalp, considered the father of Turkish Nationalism, Sait Halim Paşa, an important director of İttihat Terakki assassinated in Italy, the esteemed journalist Agah Efendi and the intellectual Muallim Naci. THE TOMB OF SULTAN REŞAT IN EYÜP Having acceded to throne after the insurrection in 1909, Mehmet Reşat V was under the influence of İttihat Terakki throughout his reign. Actually it is no surprise that the İttihat Terakki party, after the active reign of Abdulhamit II, chose an heir belonging to the Mevlevi order, a person who was known for his kindness and docility, having chosen the glory in the afterlife over his mortal life. Sultan Reşat died at the final days of the 1st World War. When we consider how all Ottoman sultans are buried in the city area enclosed by the city ramparts, Reşat, the last sultan to be buried in Istanbul, presents an exception. Contrary to his forefathers and in line with his dervish-like character he chose Eyip Sultan as his eternal resting place. In his memoir, Head Chamberlain Lütfi
ESKİ KARTPOSTALLARDA OSMANLI PADİŞAH TÜRBELERİ Eyüp Sahilinde Sultan Reşat Türbesi / Sultan Mehmed V Reshad Mausoleum on Eyüp Shore
92 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
manlı sultanlarının türbeleri sur içinde yer almasına rağmen, İstanbul’a gömülen son padişah olan Sultan Reşat bu açıdan bir istisna teşkil eder. Atalarının tercihinin tersine, dervişmeşreb yapısına da uygun olarak Eyüp Sultan’ı ebedi istirahatgahı olarak tercih edecektir. Başmabeyincisi Lütfi Bey anılarında Sultanın çocuk ve su sesinden pek hazzettiğini bundan dolayı da mezarının Eyüp Sultan kıyısında ve çocuk cıvıltıları arasında olması yönünde direktifler verdiğini kaydeder. Nitekim bugün de Sultan'ın türbesinin hemen yanında Ebusuud İlköğretim Okulu yer alır. Türbe, Türk mimarisinde ulusalcı akımın en önemli simalarından biri olan Mimar Kemaleddin Bey’in eseridir. Bu nedenle de yapının kubbesi daha çok Orta Asya Türk mimarisini hatırlatır niteliktedir. Türbede üç sanduka olup kendisi başkadın efendisi Kamres Hanım ve 1913’de ölen oğlu Necmeddin Efendi ile birlikte uyumaktadır. Eyüp kıyısından da görülebilen Türbenin avlusunda ise Sultan Reşat’ın soyundan gelen hanedan üyeleriyle birlikte sağlığında kendisine hizmet eden bazı görevliler yatmaktadır. Kartpostalda da görüldüğü üzere türbe eskiden Haliç kıyısında iken sonradan sahil yolunun yapılması ile daha içeride kalır olmuştur. Eyüp’ün Haliç kıyısına hakim olan ve Eyüp Sultan türbesine çıkan güzergahın başındaki en göz alıcı eserlerden biri olarak günümüze kadar gelmiştir. BİBLİYOGRAFYA Ayvansarayî Hüseyin Efendi; Hadîkatü’l Cevami (Hazırlayan: Ahmed Nezih Galitekin), İstanbul 2001. Semavi Eyice; “Ayasofya Vaftizhanesi (Sultan I. Mustafa ve Sultan İbrahim’in türbesi olan yapı), VIII. Atatürk Konferansı, Ankara 1983, s. 139-162. İbrahim Hakkı Konyalı; “Sultan Ahmed, Sultan Ahmed Türbesi ve Kıymetli Sorguçları”, Önasya, IV. Cilt, sayı: 47, 1969, s. 11-12.
Bey recounts how the sultan gave directives concerning his burial place to be built near the sea and among the voices of children as the sounds of water and children were the two things that pleased him the most. Thus today, the Eyüp high school stands right next to his tomb. The structure was built by Architect Kemalletin Bey, who is considered to be one of the most important artists of the nationalist school in Turkish Architecture. Therefore the dome of the tomb takes after elements found in Middle Asian Turkish architecture. The tomb consists of three caskets in which him, his wife Kamres Hanım and his son Necmeddin Efendi who passed away in 1913 rest in eternal peace. In the courtyard of the tomb, members of the dynasty of Reşat’s bloodline and some officers who served him are also buried. The tomb can be seen from the Eyüp shore. As is seen on the postcard, the tomb used to be on the Haliç coast but after the coastal road was built, it ended up some distance inland. To this day, it has been one of the most attractive structures marking the beginning of the pathway up to the tomb of Eyüp Sultan and stands overlooking the Haliç coast. Hakkı Önkal; Osmanlı Hanedan Türbeleri, Ankara 1992 Hakkı Önkal; “Türbeleriyle de Dışlanan Üç Osmanlı Sultanı”, Geçmişten Günümüze Mezarlık kültürü ve İnsan Hayatına Etkileri Sempozyumu, İstanbul 1999, s. 83-87. Bedi N. Şehsuvaroğlu; “Osmanlı Padişahlarını akıbetleri ve ölüm sebepleri hakkında tıp tarihi bakımından bir inceleme”, V. Türk Tarih Kongresi, Ankara 1956, s. 392-410.
AYASOFYA PADİŞAH TÜRBELERİ SULTAN II. SELİM’İN TÜRBESİ
AYASOFYA PADİŞAH TÜRBELERİ SULTAN II. SELİM’İN TÜRBESİ
SULTAN MAUSOLEUMS IN HAGIA SOPHIA MAUSOLEUM OF SULTAN SELIM II Mustafa Akkaya
Zeynep Azize Su
94 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
*Ayasofya Müzesi Müdürü / Director of Hagia Sophia Museum
SULTAN MAUSOLEUMS IN HAGIA SOPHIA MAUSOLEUM OF SULTAN SELIM II Türbenin Kitabesi / Epitaph of mausoleum
95
Devrinde (Ser Mimaran-ı Cihan) diye anılan Mimar Sinan Selimiye Camii harikasından sonra İstanbul Türbelerinin en güzeli olan II. Selim Türbesi’ni inşa ettirmiştir. II. Selim’in Türbesi ünlü Türk mimarı Mimar Sinan‘ın hayatında yaptığı 18 türbeden biridir.1 Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu olan II. Selim’in Türbesi hakkında ünlü Sanat Tarihçisi Azade AKAR “İstanbul Türbeleri arasında bir anket yapılsa ve bunların arasından en güzelini seçmek icabetse, biz reyimizi hiç şüphe etmeden II. Selim Türbesi’ne verirdik” demiştir.2 Sultan II. Selim sağlığında Ayasofya’ya iki minare daha yapılmasını ve ölümünden sonra da Ayasofya’da yapılacak türbesine gömülmesini istemiştir. Nitekim II Selim’in “Ayasofya’yı ihya edip eser-ül has edinmek” gibi bir sözü olduğu da bilinmektedir. Padişahın vasiyetini (oğlu) Sultan III. Murat (1574–1595) babasının ölümünden (1574) üç yıl sonra (1577) yerine getirmiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu olan ve Sarı Selim lakabıyla tanınan II. Selim’in türbesinin iç düzenlemesi babası (Kanuni)’nin türbesi ile benzerlik göstermektedir. II. Selim’in ölüm tarihi gibi ölüm sebebi de kesin olarak bilinmemekte ve bu hususlarda değişik rivayetler bulunmaktadır. Ölüm tarihi 3 Aralık ile 15 Aralık arasında değişen muhtelif tarihlerde gösterilmektedir. Hamamda düşmesi veya Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu olan II. Selim’in Türbesi hakkında ünlü Sanat Tarihçisi Azade AKAR “İstanbul Türbeleri arasında bir anket yapılsa ve bunların arasından en güzelini seçmek icabetse, biz reyimizi hiç şüphe etmeden II. Selim Türbesi’ne verirdik” demiştir.
Sinan, who was known as the Master Builder of the World (Ser Mimaran-ı Cihan) in his day, built the most beautiful mausoleum in Istanbul, after completing his masterpiece Selimiye Mosque. Mausoleum of Sultan Selim II is one of eighteen mausoleums built by the renowned Turkish architect throughout his life.1 Art historian Azade AKAR famously said about the Mausoleum of Selim II: “Had there been an inquiry about mausoleums in Istanbul asking to choose the best among all, our vote would have gone doubtlessly to Mausoleum of Selim II.”2 In his lifetime, Sultan Selim II ordered two more minarets to be erected on Hagia Sophia and to be buried in a mausoleum built in the courtyard of this shrine. Besides, it is well known that Selim II had a saying: “Rejuvenation of Hagia Sophia is a genuine work.” The Sultan’s will was accomplished by his son Sultan Murad III (1574-1595), three years after his death, in 1577. The mausoleum of Selim II, who was son of Suleiman the Magnificent and known as Blond Selim, bears resemblances to his father’s. Neither date nor cause of his death is known exactly, and there exists various rumours about. His date of death is estimated between 3 and 15 December 1574. Some rumours relate that he slipped and fell in the Turkish bath, while some others claim his swear to give up alcohol was the reason. Body of Selim II was kept in the “ice house” within Topkapi Palace
Art historian Azade AKAR famously said about the Mausoleum of Selim II: “Had there been an inquiry about mausoleums in Istanbul asking to choose the best among all, our vote would have gone doubtlessly to Mausoleum of Selim II.”
MAY JUNE JULY 2009
AYASOFYA PADİŞAH TÜRBELERİ SULTAN II. SELİM’İN TÜRBESİ
96 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Türbeden hat örnekleri / Calligraphies in mausoleum müptela olduğu içkiye tövbe until his son Murad III, who was edip bir daha içmemesi, in Manisa at the time, came ölümüne sebep olan rivato Istanbul and acceded to the throne. About a week yetlerdendir. Manisa’da after the arrival of Murad bulunan oğlu (III. Murad) III, the corpse was sepulcİstanbul’a gelip tahta çıhred in the mausoleum in kıncaya kadar cesedi, Topconstruction, along with bodies kapı Sarayı’ndaki “buzhane” of five princes, who were killed by the new Sultan for the sake de bekletilmiş ve yaklaşık bir hafta sonra, inşa edilmekte of throne. 3 olan türbesine, tahta varis olmaları sebebiyle öldürülen 3 beş şehzadesiyle birlikte defnedilmiştir. Mother-of-pearl inlaid panels of the door, whose depressed Basık kemeri gibi söveleri de geçme tarzında örülü kapının, arch is also knitted mated like its jambs, is an elite example of sedef kakmalı kapakları ahşap işçiliğinin seçkin bir örneğicompetent carpentry. The doorposts of panels are ornamented dir. Kündekari tarzında ve geometrik ağla bezeli kapakların by joining style and covered with geometrical webs; and have serenlerine sedefler yerleştirilmiştir.4 Girişin iki yanında yer inlaid mother-of-pearls on them.4 The white grounded niches alan, ince silmelerle dikdörtgen çerçeve içine alınmış paof the panels, which take place on both sides of entrance and noların beyaz zeminli nişleri, kırmızı, yeşil, mavi şakayıklar are framed by thin, rectangular mouldings, and also red, greyaprak ve çiçeklerle doldurulmuş, ortadaki lacivert zeminli en, blue peonies, are full of leaves and flowers, while dark blue beyzi madalyon bahar dallarıyla süslenmiştir. Köşeliklerde grounded elliptical medallion in the middle is adorned with 5 ise kırmızı zemin üzerinde Çin bulutları görülür. sprigs. As for corner beads, there are “Chinese cloud” motifs on Dışı tamamen mermer kaplı olan yapı sekiz köşelidir. Köa red ground.5 şelerden dördü geniş, dördü dar tutularak binaya ayrı bir The building with a totally marble siding is octagonal. By keözellik verilmiştir. Ön cephedeki revak kısmı geniş saçakeping four sides wide and four narrower, the sepulchre gains larla muhteşem bir manzara arzetmektedir. Revakın ön a peculiar view. The portico at façade offers a wonderful view
Ayasofya minaresinden türbeler / Mausoleums as seen from minaret of Hagia Sofia
SULTAN MAUSOLEUMS IN HAGIA SOPHIA MAUSOLEUM OF SULTAN SELIM II cephesindeki mermer kitabelerin üzerine altın yaldızla ayetler yazılmıştır. Giriş kapısının iki yanına beyaz zemin üzerine mor, kırmızı, yeşil, mavi çiçek ve dallarla çini panolar yerleştirilmiştir. Bu panolardan sol taraftaki çini pano aslının taklididir. Şöyle ki: Sultan II. Selim Türbesi girişinin solunda bulunan çini panonun İstanbul’da dişçilik yapan eski eser koleksiyoncusu Albert Sorlin Dorigny tarafından 1895 yılında restore ettirilmek üzere Fransa’ya götürdüğü, orijinalini Louvre Müzesi’ne satıp taklidini yaptırdığı, sahte olanı getirerek boş olan yerine yerleştirdiği bilinmektedir. Bu panoyu Fransa’ya götüren Dorigny 20. Yüzyılın başına kadar İstanbul’da dişçilik yapmış tarihi eserlere düşkünlüğü ile tanınmıştır. Başta Sultan II. Abdulhamit olmak üzere devlet ileri gelenleriyle tanışıklığı (iyi ilişkileri) sayesinde önemli bir nüfuz sahibi olmuş ve bu nüfuzunu kullanarak istediği yerlere rahatça girip çıkmıştır. Padişah II. Selim Türbesi girişinin solunda (doğusunda) yer alan çini panonun yurt dışına nasıl kaçırıldığı konusunda bugüne kadar çok farklı iddialar öne sürülmüştür. Bu konu-
Türbe kapısının kubbe süslemesi / Dome ornament of mausoleum door
thanks to its wide eaves. Gilded Koran verses are inscribed on the marble panels at façade of portico. Tiled panels with purple, red, green, blue flowers and branches on a white ground are placed both sides of the entrance door. The panel on left-hand side is an imitation of the original, and its story is as follows: It is well known that in 1895, the panel on left-hand side of Sultan Selim II Mausoleum entrance is taken to France by a dentist and relic collector in Istanbul called Albert Sorlin DORIGNY for restoration, and that he sold the original to Louvre Museum, before having an imitation made and placing this latter instead. DORIGNY, who has taken the panel to France, was a dentist in Istanbul until the beginnings of 20th century, and well known for his indulgence about historical artefacts. Thanks to his acquaintance and good relations with the notable persons of the day, first and foremost Sultan Hamid II, he acquired an important influence and penetrated anywhere he liked using this potency. There are several arguments about smuggling of tiled panel on the left (east) of Sultan Selim II Mausoleum. The most extensive
97 MAY JUNE JULY 2009
AYASOFYA PADİŞAH TÜRBELERİ SULTAN II. SELİM’İN TÜRBESİ Türbeden çini örnekleri / Tiles of mausoleum
98 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
da en geniş araştırma Zaman gazetesi tarafından yapılmış ve 14 Temmuz 2003 tarihli nüshasında yayımlanmıştır. Bu araştırmaya göre Louvre Müzesi’nin “Arts of Islam” bölümünde 3919/2–265 envanter numarası ile sergilenen panonun altında “Ayasofya Müzesi’nin haziresinde bulunan Sultan II. Selim Türbesi’nin çinileri” açıklaması yer almaktadır. Türbenin giriş kapısını çevreleyen kornişler ve kemer tezyinatı firuze zemin üzerine çiçekli nefis çinilerle bezenmiştir. Kapının üstünde altın yaldızlı “Bismillahirrahmanirrrahim” yazılıdır. Tarih kitabesinin yer aldığı çini pano da türbenin önemli özelliklilerinden birini taşımaktadır. Bu kitabe üzerinde siyah-beyaz renklerle ve sülüs hatla şu açıklama yazılıdır : Rıhlet etti Hazret-i Sultan Selim Ona rahmet ede Rab-ül alemin
Türbenin içi gönüllere ferahlık veren bir genişlik ve güzelliktedir. Duvarlardaki çiniler zihinlerden ölümün bütün karanlık ve kasvetli düşüncelerini alıp götürmektedir.
research on the subject was carried out by Turkish newspaper Zaman and published in its 14 July 2003 issue. According to this study, under the panel exhibited in Arts of Islam section of Louvre Museum with inventory number 3919/2-265, there is an explanation marking that the tiles belong to Sultan Selim II Mausoleum in the “Fenced Tomb” of Hagia Sophia Museum. Cornices and arch ornaments framing the entrance door consist of brilliant floral tiles on turquoise ground. There is a gilded “Bismillahirrahmanirrahim” inscription above the door. The tiled panel on which the epitaph date takes place is another special peculiarity of the mausoleum. On this epitaph the following lines are written in black and white Thuluth calligraphy: Passed away His Excellence Sultan Selim God of universe may rest soul of him Passed away the shah with his angelic crew God’s mercy may rest on all of us His paradise-like mausoleum was built
Interior has a relieving width and beauty. Tiles on the walls lead away all the dark and gloomy ideas about death.
SULTAN MAUSOLEUMS IN HAGIA SOPHIA MAUSOLEUM OF SULTAN SELIM II Geçti evlad-ı kirameyle o şah Rahmet-üllahi aleyhim ecmain Yaptılar türbeyi cennet misal Dense layık firdevsi kasrı berrin Hatif-i kudsi dedi tarihini Türbe-i - Sultan Selim-i pak-i din (985) 6
Türbe içi görüntüsü
Türbenin içi gönüllere ferahlık veren bir genişlik ve güzelliktedir. Duvarlardaki çiniler zihinlerden ölümün bütün karanlık ve kasvetli düşüncelerini alıp götürmektedir.7 İki kubbeli olan Türbenin iç kubbesini içeride sekiz büyük sütun tutmaktadır. Dış kubbe duvarlara dayandırılmıştır. Türbenin pencereleri cephelere göre değişmektedir. İki kubbe arasındaki gezinti yeri 2.20 m. genişlikte, kubbenin yerden yüksekliği ise 15.70 m.’dir. Bina içeriden dört köşe görünüşlüdür. Bu köşelerden her birine yarım kubbe yerleştirilmiştir. Türbenin ışık dizaynı çok güzel tasarlanmış olup, üç cephede üç kat pencere sırası bulunmaktadır. Pencerelerin aralarına oyma (sedef kakma) kapaklı dolaplar bulunmaktadır. Daha fazla aydınlık olması için kubbe üzerine de pencereler açılmıştır. Türbede büyüklü küçüklü 42 sanduka yer almaktadır. Girişin karşında Osmanlı tahtında 8 yıl 2 ay 19 gün saltanat sürmüş Sultan II. Selim yatmaktadır. Padişahın bir yanında oğlu III. Murat’ın annesi olan ve 1585 yılında ölen Nurbanu Sultan diğer yanındaki ilk mezarda kızı ve Piyale Paşa’nın eşi Hacer Güherhan Sultan, onun yanında diğer kızı Sokullu Mehmet Paşa’nın (daha sonra da) Kalaylı Koz Ali Paşa’nın eşi olan İsmihan Sultan yatmaktadır. Kapıdan girişe göre soldaki iki sandukadan biri yine II. Selim’in kızlarından ve Siyavuş Paşa’nın eşi Fatma Sultan’a aittir. III. Murat’ın kardeşleri Süleyman, Osman, Cihangir, Mustafa, Abdullah ve III. Murad’ın oğulları ve kızları da bu türbede gömülüdür.8 Sultan II. Selim’in Türbesi XVI. yüzyıl Osmanlı türbe mimarisini yansıtması bakımından da oldukça ilginç bir yapıdır. Burada dönemin tüm mimari özellikleriyle teknikleri bir arada uygulanmıştır.
(1) Ayasofya Müzesi Yıllığı, No: 6 İstanbul - 1965 (2) Azade AKAR, Ayasofya Manzumesinden Türk Motifleri, Tercüman Gazetesi, 1967 (3) İ. Hami Danışmend, Kronoloji. II, S.420–421 (4) İ. Hami Danışmend, Kronoloji. III, S.2
Can say it was only just Eden Sacred secret angel told the history Of Mausoleum of faithful Sultan Selim (985) 6 Interior has a relieving width and beauty. Tiles on the walls lead away all the dark and gloomy ideas about death.7 The inner dome of mausoleum is supported by eight big pillars inside, while the outer one leans on walls. The dimensions of windows differ according to façades. Esplanade between two domes is 2.20 m. wide, while the dome is 15.70 m. high. The building is quadrangular from inside. On each of these corners is a semi-dome. Insight light of the mausoleum is beautifully arranged; there are three window rows on three façades. Between the windows are situated cupboards with carved (mother-of-pearl inlaid) shutters. Windows are also added on the dome in order to provide more light. There are 42 sarcophagi of different dimensions in the mausoleum. In face of the entrance lies the body of Sultan Selim II, who reigned for 8 years 2 months 19 days on Ottoman throne. At one side of the Sultan lies his wife and mother of Murad III Sultana Nurbanu, who died in 1585, while on the other side next to him lies his daughter, wife of Piyale Pasha, Sultana Hacer Güherhan; and near this latter is his another daughter Sultana Ismihan, who was wife of Sokollu Mehmed Pasha and (later) of Kalaylı Koz Ali Pasha. On the left-hand side after entrance, one of two sarcophagi belongs to another daughter of the Sultan, Sultana Fatma, who was the wife of Siyavoush Pasha. Five brothers, Suleiman, Osman, Cihangir, Mustafa, Abdullah and also sons and daughters of Murad III are sepulchred in this mausoleum.8 Sultan Selim II Mausoleum is quite a notable building, as it reflects Ottoman mausoleum architecture in 16th century. All architectural peculiarities and techniques of the day are used together within it.
(5) Gönül ÖNEY, Türk Çini Sanatı, S.101 (6) H.Şehsuvaroğlu, Asırlar Boyunca İstanbul, S. 150 (7) H.Şehsuvaroğlu, Asırlar Boyunca İstanbul, S. 151 (8) Ayasofya Müzeleri Rehberi, sayfa 60,61 Ankara–1983
99 MAY JUNE JULY 2009
İSTANBUL'DA ŞAİR MEZARLARI
100 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
İSTANBUL’DA ŞAİR MEZARLARI
GRAVESTONES OF POETS IN ISTANBUL CEMETERIES Nedret İşli
Necdet İşli
*Yazar / Author
GRAVESTONES OF POETS IN ISTANBUL CEMETERIES İstanbul, kurulduğu günden beri pek çok şiire esin kaynağı olmuştur. Bizans’lı Moiro’dan, Yahya Kemal’e kadar dünyanın en usta şairleri, binlerce yıldır bu şehir için dünyanın en güzel mısralarını söylemektedir. İstanbul’un başkentliğini yaptığı Osmanlı İmparatorluğu’nun en kudretli sultanları, aynı zamanda devirlerinin önemli şairleridir. Birçok Batılı şair, bu şehri ziyaret imkânı bulamadığı halde, İstanbul’la ilgili hayali şiirler yazmıştır. Şiirin şehre vurduğu damgaya rağmen, İstanbul’da yaşamış ve ölmüş şairler hakkındaki bilgimiz pek azdır. Bununla birlikte tanınmış yazarlarımızdan Nedret İşli, İstanbul’da bulunan şair mezarları hakkında kapsamlı bir araştırma yapmıştır. 1453 dergisi bu sayısında, Nedret İşli’nin bu değerli çalışmasından bir seçkiyi sizlerle paylaşmaktadır.
Istanbul has inspired many poems since its foundation. The greatest poets and poetesses of the world, including names like Byzantine Moiro and Turkish Yahya Kemal, have voiced the most beautiful lines for this city for thousands of years. Most puissant Ottoman Emperors, whose capital was Istanbul, were also important poets of their day. Many western poets wrote about Istanbul in spite of never getting the chance to visit this city. Despite the mark left by poems on the city, we have only little information about the poets who lived and died in Istanbul. Nevertheless, Nedret İşli, who is one of our well-known writers, executed a detailed research about poet tombs in Istanbul. In this issue, 1453 magazine shares a compilation from the above-mentioned valuable work by İşli.
İstanbul mezarlıklarında şair kabirlerine toplu bir yerde rastlamak mümkün değildir. Yani meydana gelmiş bir şairler sofası sözkonusu değildir. Her şair hayatında oturduğu semtin civarındaki büyük mezarlığa veya o semtin ibadethanesinin haziresine ya da aile sofasına gömülmüştür. Mimari şekil ve kitabedeki ifade özelliği açısından da şairlerin kendilerine has bir mezartaşı stili yoktur. İstanbul mezarlıklarında incelediğimiz kadarıyla şair olan kimselerin taşları diğer mezartaşlarından farklı bir şekilde değildir. Şair mezartaşlarında bir ayrıcalık söz konusu olmadığı gibi bazı kişilerin kitabelerinden, şairliklerini de anlamamız mümkün olamamaktadır. Bazı şairlerimizin mezartaşlarında şair olduklarına, edebiyat ile uğraştıklarına dair hiç bir kayıt yoktur. Bu gibi kimselerin mezartaşlarında hayatlarında ulaştıkları veya elde ettikleri mevkileri yazılıdır. İstanbul mezarlıklarında büyük ve meşhur şairlerin mezartaşları bir iki istisna dışında, o kişilerin edebi kudretleriyle ölçülmeyecek kadar gösterişten uzak, ihmale uğramış, basit kitabeler şeklindedir. Bakî, Nedim, Nâbî gibi dünyaca meşhur şairlerimizin taşları senelerce ihmal edilmiş, bakımsız bir durumdadır. Hele günümüzde insanlarımızın yeni kabir açmak uğrunda yaptıkları tahribat dolayısıyla pek çok kabir; tabib, müftü, hattat, asker ayırımı gözetilmeksizin kırılmakta ve bu tahribden şairlerimiz de paylarını almaktadırlar. Osmanlı şairlerinin mezar taşları hakkında tezkirelerimizde pek fazla bilgi bulunmaz. Genellikle bir tezkirede yer alan ölüm tarihi doğru veya yanlış olduğuna bakılmaksızın diğer tezkirelerde tekrarlanmıştır. Bu yüzden tezkirelerdeki ölüm tarihleri genellikle birbirini tekrarlar. Bazı tezkireler ise şairler hayatta iken yazıldığı için ölümleri ve kabirleri hakkında bilgi bulunmaz. Bu gibi tezkirelerden sonraki tezkireler ise vefat tarihini yanlış olarak bildirmektedirler. Biyografi kitaplarımızın az oluşu sebebiyle şairliğini kitabesinden öğrendiğimiz kimseler de vardır. Bu kişiler hakkında tezkirelerde bir kayda rastlanılmamaktadır. Mezarlık tahribatının güçlü oluşu, kitaberlerde şairlerin bu özelliklerinin belirtilmeyişi, mezarlıkların çok geniş alanlara yayılması gibi sebeplerden dolayı, İstanbul'daki şair mezarlarının bir kısmı bilinmemektedir.Temennimiz, İstanbul mezarlıklarında kırılmadan duran kabirlerin korunması ve tesbit edilen mezarlara yeni şair taşlarının eklenmesidir.
You cannot come across to collective poet tombs in Istanbul cemeteries. That is to say, there is not a common graveyard belonging to poets. Each poet has been buried at a grand cemetery around his district, a sepulchre of the temple in neighbourhood, or at the familial sepulchre. As for architectural form and expressions on epitaph, we cannot talk about a genuine gravestone style. Gravestones of poets are not clearly distinct from others as far as Istanbul cemeteries are concerned. Just as any distinction is out of question in gravestones of poets, it is not possible neither to decide one’s poesy through epitaph. Epitaphs of certain poets bear no record regarding their works on poetry or literature. On the epitaphs of such persons are written the titles they earned throughout their lives. Gravestones of great and renowned poets in Istanbul cemeteries are far from reflecting literal competence of these names: except few, all are modest, disregarded, and very simple. Gravestones of worldwide known poets such as Bakî, Nedim, Nâbî have been neglected for years, and are unkempt. Moreover, because of destructions in order to make room for new tombs, many gravestones of physicians, muftis, calligraphers and soldiers are collapsed without any attention, and our poets also have their share from this depredation. Our subjective records on life and works of Divan poets do not include much information about gravestones of Ottoman poets. Dates of birth and death on a certain document are often repeated in other records without any search of truth. Thus, dates of death on these records are generally the same. Some records, however, do not give any information about death or grave of the poet, as they are written in his lifetime. The ones following these records give dates of death, but they are mostly wrong. Due to our traditional rarity of biographies, there are certain persons whose occupation we can learn only via epitaph. There are no indications about such poets in the records called “tezkire”. Due to strong depredation of graves, lack of personal information about poets on epitaphs, and widespread cemeteries, a notable part of poet gravestones in Istanbul are unknown. We hope that the still extant graves in Istanbul cemeteries are preserved, and that new found gravestones of other poets are added to the present ones.
101 MAY JUNE JULY 2009
İSTANBUL'DA ŞAİR MEZARLARI Bâkî
Bâkî
102 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009 "İntikâl eyledi Bâkî bu fenâ dünyâdan, Fenâya verdi cismi kaldı Bâkî ismi ‘alem'de, Vay göçdi şu‘ârâ-yı selefin Bâkîsi, Oku rûh-ı Bâkî içün Fâtiha, ‘Bâkî departed from this sinister world, He left his body in mortal world; only his name remained here, O, passed away Bâkî, the master of poets, Pray a Fâtiha for his soul.’
Kitabenin bulunduğu yer: Bâkî'nin mezarı, Edirnekapısı'nda Münzevi kışla caddesinin başında Lâli-zâde Çeşmesi ve Namazgahı'nın bulunduğu yerin yanındadır. Bâki Efendi divan şiirinin en büyük üstadlarından biridir. İstanbul'da doğmuştur. İlmiye sınıfına intisab edip müderris ve kadılıklarda bulundu. Birçok kereler Anadolu kazaskerliği yaptı ve 1006'da üçüncü defa Rumeli kazaskeri oldu. İlmiyye sınıfının en yüksek derecesi olan şeyhülislamlığa ulaşamadan 1008'de öldü. Hemen her devirde şöhreti sebebiyle mezarı ziyaret edilen bir şair olmasına mezar yerinin herkesce bilinmesi ve görülmesine rağmen, diğer büyük şahsiyetlerin kabirlerinde olduğu gibi ihmâle uğramış ve günümüze Bâkî'ye yakışmayacak bir durumda intikal etmiştir. Hüseyin Ayvansarayî, ünlü eserinde Bâkî'nin bânisi olduğu mescidi anlatırken mezarı hakkında da şu bilgileri verir: “...merkadi Edirnekapısı haricinde Lâli Efendi Çeşmesi kurbinde idüği malûm-ı ehl-i zerafetdir. Seng-i mezarında olan tarih Hadî-i Bağdâdî'ninkidir, 'Bâkî Efendi gitdi ‘ukbâya bin sekizde.:1008 ...” Bursalı Mehmet Tahir ise Osmanlı Müellifleri isimli ünlü ese-
1. Hüve‘l-Hallakü'l-Bâki 2. ‘Ulemâdan ve Sultân-ı şu‘ârâdan merhûm 3. ve magfûr ‘Abdü‘l-Bâki Efendi'nin 4. rûhıyçün sene 1062 Fâtiha 1. God is the Creator and the eternal 2. Pray a Fâtiha for the soul of the late 3. Scholar and great poet Abdü’l-Bâki Effendi buried here 4. Death: 1062
BÂKÎ Location of the Epitaph: Tomb of Bâkî is situated nearby Lâlizâde Fountain and Namazgâh at the corner of Münzevi Kışla Street in Edirnekapı. Bâki Effendi was one of the greatest names of divan poetry. He was born in Istanbul; studied at a theology school, and was assigned as professor and later as Muslim judge (Qadi). He took charge as military judge (Kazasker) of Anatolia for several times, before his third post in Roumeli in 1006. He passed away in 1008, hence could not obtain the title “Sheikh-al Islam,” highest degree of theology rank, in his lifetime. Tomb of Bâkî has been visited in all ages thanks to his recognition. Moreover, it is well known and seen by everyone. However, the tomb has been neglected just like the sepulchres of other great persons’ and has now reverted to an unworthy condition. In his famous work, Hüseyin Ayvansarayî talks about the council Bâkî founded, and gives the following information about the poet’s tomb: “...he is a graceful master; and it is well known that his tomb is
GRAVESTONES OF POETS IN ISTANBUL CEMETERIES rinde, Bâkî'nin ölümünden sonra çeşitli divan şairlerinin ölüm tarihini belirtmek üzere düşürdükleri tarihleri sıralamakta ve mezar taşı hakkında şu bilgileri vermektedir: "İntikâl eyledi Bâkî bu fenâ dünyâdan, Fenâya verdi cismi kaldı Bâkî ismi ‘alem'de, Vay göçdi şu‘ârâ-yı selefin Bâkîsi, Oku rûh-ı Bâkî içün Fâtiha, mısralarının natuk olduğu (1008) tarihinde olub medfeni İstanbul'da Edirnekapusu haricinde Eyub'e giden caddenin sol cihetinde yol kenarındadır. Seng-i mezarında muharrer ibare, 'Ulemâdan Sultân-ı şu‘ârâdan merhûm ve mağfûr ‘Abdü‘l–Bâkî Efendi'nin rûhıyçün Fâtiha" Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere kabri ve mezartaşı herkezce bilinen Bâkî'nin ilk kitabesi ya sonradan kırılmış yada zamanında hiç dikilmemiştir. Günümüzde Bâkî Efendinin mezarında duran ve yan sayfada fotoğraflarını verdiklerimiz kitabelerin birincisi (Kitabe: A) Bâkî'nin ölümünden 54 yıl sonra yazılmıştır. İkinci kitabe (Kitabe: B) ise birincinin son yıllarda yenilenmesi sonucunde ortaya çıkmıştır. "Hadikât-ül Cevâmi" ve "Osmânlı Müellifleri" gibi temel kaynakların bahsettikleri ilk taş herhalde kırılmış ve yok olmuştur. Bâkî'nin şânına layık bir mezartaşının olmayışı İbrahim Hakkı Konyalı'nın dikkatini çekmiş ve “Bâkiye Mezar İsteriz ” başlıklı bir makale neşretmiştir. Bu yazısında Konyalı şu bilgileri vermektedir: “Şair Bâkî'nin mezarını yalnız adaşı bir fani aramış ve cesedini onun kabrine koydurmuş ve baş taşına da şöyle bir kitabe kazdırmıştır: 'Tokat Sancağı / muhasebeciliğinden / mütekaid Abdulbâki / Efendinin kabridir ruhuna fatiha / fi senet-i 1331 rebiül âhir.' Bâkinin perişan ifadeli taşındaki tarih rakkamlarını düzeltmek için birisi rakkammı kazıyarak yerine kurşunla başka bir rakkam dökmek istemiş. Fakat becerememiştir. On üç sene evvel bir gazetede Bakinin mezarının ve mezar taşının yüzler kızartan halini yazmış, ilgililerin dikkat nazarlarını çekmiştim. O vakıt Bayezid'deki İnkılâp Kütüphanesinin okuma salonunda İstanbul'un eski eser sevenleri büyük bir toplantı yapmışlardı. Vali Lütfü Kırdar, Şehir Mütehassısı Prost ve daha bir çok kimseler davet edilmişti. Beni de çağırmışlardı. Bu toplantıda Şair Bakiye layık bir mezar yaptırılması ve eski mezar kitabesinin Arap harfleriyle taşına kazdırılması ittifakla kabul edilmişti. Bu karar ne oldu bilmem, bildiğim bir şey varsa şairin mezarının ve taşının daha feci hale gelmiş olduğudur.” Konyalı bu makalesini 1950'li yıllarda yazıyordu. Bu tarihin üzerinden çok seneler geçmesine rağmen Bâkî'nin mezarı ve mezartaşı maalesef onarılamadı. Hatta o senelerde mezartaşları ile uğraşıp, onları tesbit edip,kitabelerini ortaya çıkarıp, onları koruyan ve bunu bir ilim bir meslek haline getiren insanlar da o mezarlar arasındaki yerlerini aldılar. Bâkî'nin taşı maalesef hala perişan, bakımsız ve şânına layık değildir.
situated near the Lâli Effendi Fountain outside Edirnekapı. The date of death on headstone belongs to Hadî-i Bağdâdî, and it is written: 'Bâkî Effendi passed away to the next world in one thousand and eight: 1008...” In his famous “Ottoman Writers,” Bursalı Mehmet Tahir enlists the estimated dates of death of various divan poets, and says the following about the gravestone: "‘Bâkî departed from this sinister world, He left his body in mortal world; only his name remained here, O, passed away Bâkî, the master of poets, Pray a Fâtiha for his soul.’ Bâkî died in the year (1008) these lines were written, and his tomb is at the roadside, on left of the street to Eyüp, just outside Edirnekapı. The epitaph on his gravestone indicates: ‘Pray a Fâtiha for the soul of Abdü’l-Bâkî Effendi, the deceased wise man and poet whose sins are to be forgiven.’" As is seen above, the original epitaph of Bâkî, whose tomb and gravestone are well known by everyone, was broken later or maybe had never been erected. Today, there are two epitaphs estimated to belong to Bâkî Effendi’s gravestone, and you can see them in photographs on next page. The first one (Epitaph A) was written 54 years after his death, while the second one (Epitaph B) appeared only after the restoration of the previous in recent years. The original stone, which is mentioned in chief reference books such as "The Mosques Book" and "Ottoman Writers," was probably broken and disappeared. The lack of a gravestone worthy of Bâkî’s name attracted attention of İbrahim Hakkı Konyalı, and he published an article called “We want a Tomb for Bâkî.” In this article, Konyalı says: “Only a namesake of Bâkî looked for the tomb; this man made his own corpse buried in sepulchre of Bâkî, and had such an epi-
103 MAY JUNE JULY 2009
İSTANBUL'DA ŞAİR MEZARLARI Hakanî Mehmed Efendi
taph carved on his headstone: 'This is the tomb of / Abdulbâki Effendi / retired accountant of / Tokat district / Died in Rabi’ulAkhir, 1331.' In order to correct the numbers dating Bâkî’s ruinous headstone, someone tried to engrave the original numbers and to fill the space with lead. However, he was unsuccessful. Thirteen years before, I wrote about the disgraceful condition of Bâkî’s tomb in a newspaper in order to arouse attention of authorities and the related. Back then, a great conference was arranged by the relic lovers of Istanbul, at the reading hall of İnkılâp Library, Beyazıt. The governor Lütfü Kırdar, Urban Specialist Prost and some other notable persons were among the guests. I was invited too. At this meeting, there was a common agreement about building a tomb worthy of Bâkî, and carving the original epitaph in Arabic alphabet into the new headstone.
104
I don’t know what happened to that decision; the only thing I
MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
know is that the tomb and gravestone of the poet have become 1. Hüve‘l-Bâki 2. Hilye-i Hâkâni nâzımı 3. Meşhûr şâ‘ir
even worse.”
4. Hâkânî Muhammed Beg 5. Rûhıyçün Fâtiha 6. Sene 1015 1. God is the eternal 2. Pray a Fatiha for the soul of 3. Author of Hilye-i Hâkâni 4. The renowned poet 5. Hâkânî Muhammed Beg 6. Death: 1015
Kitabenin bulunduğu yer: Kitabe Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii'nde Hazirenin girişinde bulunmaktadır. Hayatı hakkındaki bilgilerin karışıklığı mezar taşına da yansıyan Hâkâni Mehmed, “Hilye-i Hakani” isimli Peygamberi anlatan eseri ile meşhurdur. Tezkire-i Rızâ isimli eserde Hâkâni Mehmed hakkında şu bilgilere rastlanmaktadır: “Merhum Ayas Paşa ahfadından Mehmed Ağa’dır. Mirmirân olub hilye-i Resul-i Aleyhivesellemi nazm etmişdir. Müretteb divanı vardır. Bin on beş'de İstanbulda fevt oldı.” Dönemin şairlerinden Faiz'in “Hâkânî Beg ‘ukbâyâ göçdü” mısraı Hâkâni Mehmed'in vefatına düşürülmüş bir tarihdir. Ayvansarayi Hüseyin, ünlü eserinde Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii'ni anlatırken Hâkâni Mehmed'in kabrinden şöyle bahsetmekte ve vefat tarihini vermektedir: “İçinde Hilye sahibi Hâkâni Mehmed Beg medfundur ki Güzelce Rüstem Paşa'nın kerime zâdesi ve Sadr-ı azam Ayas Paşa'nın dahi akrabasıdır. İltifât-ı bekâ 1015 tarihinde vefât eylemişdir. Seng-i mezarında hatt yokdur.” Mezartaşına önce "hilye-i Hâkâni hazretlerinin ruhı içün" diye yanlış bir kitabe konulmuş bu taş daha sonra değiştirilerek bizim fotoğrafını verdiğimiz kitabe konulmuştur. Hâkâni Mehmed'in divanı basılmamıştır. İstanbul Kütüphanelerinde dört nüshası vardır. Hâkâni Mehmed'in “Hilye-i Hâkâni” isimli eseri ise değişik şekillerde İstanbul'da dört kez basılmıştır. Hâkâni Mehmed'in taşı günümüzde sağlam ve korunmalı olarak ayakta durmaktadır.
Konyalı wrote this article in 1950s. Despite all the time passed since then, neither the tomb nor the headstone could be repaired. Moreover the people, who detected the gravestones after several researches and adopted this work as a profession, have also taken their places among the deceased. Unfortunately, Bâkî’s gravestone is still in a miserable and neglected condition, and far from being worthy to the name of the poet. HAKANİ MEHMED 1015 (=1606) Location of the Epitaph: The epitaph is situated at the entrance of the mausoleum section at Mihrimah Sultan Mosque in Edirnekapı. The confusion regarding the knowledge about life of Hâkâni Mehmed remains unchanged as far as his headstone is concerned. Hâkâni Mehmed is famous for his work “Hilye-i Hakani” in which he describes the Prophet. In the book “Biographies by Rızâ,” the following information can be found about Hâkâni Mehmed: “He is Mehmed Ağa, one of the grandchildren of the Late Ayas Pasha. He was a Mirmirân, and put the peculiarities of God’s Messenger down on paper. He has a compiled divan. Hâkâni Mehmed passed away in Istanbul in 1015.” Faiz, one of the poets of the time, has written the line “Hâkâni
GRAVESTONES OF POETS IN ISTANBUL CEMETERIES Nâbi
Beg departed to the next world,” and this indication is considered to determine the poet’s date of death. In his famous work, Ayvansarayi Hüseyin mentions mausoleum of Hâkâni Mehmed as below and gives his date of death, while describing Mihrimah Sultan Mosque in Edirnekapı: “The Prophet Description writer Hâkâni Mehmed Beg is buried inside. He is the son of Güzelce Rüstem Pasha’s daughter, and also the relative of Grand Vizier Ayas Pasha. He passed away to eternal grace in 1015. There is no calligraphy on his gravestone.” Firstly, the epitaph "for the soul of his excellence Hilye-i Hâkâni” was written on his tomb, but it was wrong and changed later with the one we give in the photograph. The divan of Hâkâni Mehmed has never been imprinted. There are four samples of it in Istanbul Libraries. “Hilye-i Hâkâni” of
105
Hâkâni Mehmed was published in Istanbul for four times in dif-
MAY JUNE JULY 2009
ferent forms. His gravestone is robust today and stands in protection.
NÂBİ 1124 (=1712) 1. Çûn rûh-ı kemîn Nâbî der lü'ce-i nûr âmed. 2. Ez tengi-i ten vârest der dâr-ı sürûr âmed 3. Tahkîk şinâsân–ı ma‘nâ-yı bi hûd-û gayb 4. Güsûna Nâbî tarih yaz behuzûr âmed 5. Merhûm Nâbî Efendi rûhıycün el–Fâtiha 6. sene 1124
1. He says: the little soul is created by the light from nothing. 2. It escapes form the tiny body, thus happy in the new land 3. Searching the lost meaning of this feast 4. Nâbî wrote history of his peaceful existence 5. Pray a Fâtiha for the soul of late Nâbi Effendi 6. Death: 1124 Kitabenin bulunduğu yer: Karacaahmet Mezarlığı Miskinler Tekkesi civarı. Divan şiirinin büyük üstadlarından sayılan Nâbi hakkında yazılmış eserler pek çoktur. Bu eserlerin en önemlilerinden birisi A. Sırrı Levend’in isimli çalışmasıdır. Bu eserde Nâbi’nin hayatı ve eserleri üzerinde durulduktan sonra mezarı hakkında da bilgi verilir ve mezartaşı fotoğrafı yayınlanmıştır. Tezkirelerde ve diğer kayaklarda Nâbi’nin vefatı hakkında bir tereddüt yoktur. Çünkü mezar taşında kazılı olan tarihi Nâbi’nin kendisinin ölmeden birkaç gün önce söylediği Sâfâyi Tezkiresi’nde belirtilmektedir: “1124 târihinde ol bebgaa-yi nâtıka-i irfânın tuti–î rûh-ı revânı kafes-i tenden pervaz itmekle, fevtinden birkaç gün mukkad-
Location of the Epitaph: It is situated around Miskinler Tekke in Karacaahmet Cemetery. There are numerous works on life of Nâbi, probably the greatest master of Divan Poetry. One of the most notable among these books is the famous “On Nâbi” by Agah Sırrı Levend. In this piece, there are chapters about life and works of Nâbi, and some information about his tomb are given, as well as the photograph of his headstone. There is no hesitation about date of death of Nâbi in neither biography books nor other references, as it is indicated in the Biographies by Sâfâyi that, Nâbi predicted the date carved on his headstone days before his death: “Besides escaping from the cage called body in 1124, this eloquent wise bird famously predicted the death moment some days beforehand.” The photograph of Nâbi’s headstone was first published by
İSTANBUL'DA ŞAİR MEZARLARI dem kendi bu tarihi didigü meşhurdur.” Nâbi’nin Mezartaşı fotoğrafı ilk defa Sadettin Nüzhet [Ergun] tarafından yayınlanmıştır. Daha sonra, Agah Sırrı Levend yukarıda bahsedilen eserinde mezartaşı resmini verir. İsmail Hakkı Behçetî'nin "Merakid-i Mutebere-i Üsküdar" isimli eserinde de aynı kitabe kaydedilmiştir. Yukarıda verilen kitabe, Nâbi'nin ilk olarak Bulak'da basılan divan’ında da kayıtlıdır. Mezartaşındaki kitabe taşçılar tarafından yanlış olarak kazılmıştır. Basılı divanda verilen metin en doğru metindir. Şairin mezartaşı günümüzde bakımlı olarak yerinde durmaktadır.
Sadettin Nüzhet [Ergun]. Then, in his above-mentioned book,
Seyyid Vehbi
SEYYİD VEHBİ
Agah Sırrı Levend gives the gravestone photographs. The same epitaph is recorded also in "Tombs of the Honourable in Üsküdar" by İsmail Hakkı Behçetî. The epitaph given above is also recorded in Nâbi’s divan which was firstly printed in Bulaq. Nevertheless, it has been carved wrongly by the stonecutters. The text given in the printed divan is the original and true one. Today, the headstone of the poet stands in a well-kept condition.
1149 (=1736) 1. God is the live and the eternal 2. Oh who could make this world his eternal abode? 3. My father, the possessor of many, but an educated wise man 4. His name is Hüseyn, on the way of Âlî, and has the pseudonym
106
Vehbî
MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
5. While he was one of the big names of the district 6. Left the darkness of the world, experienced mortality 7. His tomb shall be full of divine light 8. What a grace! This man of Prophet’s descent 9. Went on pilgrimage with all his wisdom 10. The date came out of Münifâ’s mouth along with lamentations 11. My father returned and made Paradise his abode 12. Pray a Fâtiha for his soul 13. Death: 1149 1. Hüve’l-Hayyü’l-Bâki 2. Ah kim itdi ‘adem mülkini âhir mesken 3. Pederim mâlik-i mülk-i hüner û fazl û suhan 4. O Hüseyn-ism[ü] ‘Âlî–sîret [ü] Vehbî–mahlas 5. Zübde-i zümre-i eşrâf-ı mevâlîden iken 6. Terk idüp zulmet-i dünyâyı fenâsın bildi 7. Nûr-ı rahmetle ola kabri ilâhî rûşen 8. Ne sa‘âdetdîr ilâhî bu ki ol âl-i resûl 9. Gitdi âgâh bekâ mülkine geldi Hacdan 10. Çıkdı “bir” âh île târihi Münifâ dilden 11. Geldi Hacdan pederim itdi na‘îmi mesken 12. el–Fâtiha 13. sene 1149
Location of the Epitaph: It is well-kept at the mausoleum section
1. God is the live and the eternal 2. Oh who could make this world his eternal abode? 3. My father, the possessor of many, but an educated wise man 4. His name is Hüseyn, on the way of Âlî, and has the pseudonym Vehbî 5. While he was one of the big names of the district 6. Left the darkness of the world, experienced mortality 7. His tomb shall be full of divine light 8. What a grace! This man of Prophet’s descent 9. Went on pilgrimage with all his wisdom 10. The date came out of Münifâ’s mouth along with lamentations 11. My father returned and made Paradise his abode 12. Pray a Fâtiha for his soul 13. Death: 1149
erature. Vehbi was born in Istanbul, and his original name is
Kitabenin bulunduğu yer: Cerrahpaşa - Hobyar, Cambaziye Mescidi haziresinde sağlam bir şekilde durmaktadır. Divan Edebiyatının en önemli şahsiyetlerindendir. İstanbul'da doğmuştur. Asıl ismi Hüseyin'dir. Medrese tahsili görmüş, müderris ve kadı olarak çeşitli devlet hizmetlerinde bulunmuştur. Kadılıkta Haleb mevleviyetine ulaşan Vehbi, Hacca gidip gelmiş ve Bursalı Mehmet Tahir'in eserinde belirtiği gibi, “Ah Vehbi-i hünerpişe cihandan gitdi mısra‘ının natık olduğu (1149) tarihinde İstanbul’da vefat" etmiştir. Fatin kendi tezki-
Mecca on pilgrimage, and as indicated in the work of Bursalı
of Cambaziye Masjid in Hobyar, Cerrahpaşa. Seyyid Vehbi is one of the greatest personalities in Divan LitHüseyin. He studied at theology school (Madrasah), and was in some official duties as professor and Muslim judge. Vehbi, who obtained Haleb mevlevi title in his Muslim judge post, went to Mehmet Tahir, “He passed away in Istanbul when the line ‘the competent Vehbi left the world’ was written.” Fatin talks about Seyyid Vehbi in his own biography book as below: “He migrated to the eternal realm in the year of one hundred forty nine. He is buried at mausoleum section of the masjid called Canbaziye around Cerrahpaşa Mosque in Istanbul.”
GRAVESTONES OF POETS IN ISTANBUL CEMETERIES resinde Seyyid Vehbi'den şöyle bahseder: “Bin yüz kırk dokuz sâlinde dâr-ı bekâya rıhlet eylemiştir. Dersaadet’de Cerrahpaşa camii-i şerifi civarında vaki‘ Canbaziye nâm mescid-i şerif hatiresinde medfundur.” Tezkire-i Sâlim’de Seyyid Vehbi'den “Esna-i tahrir-i tezkirede musulla-i sahnda olan Hüsrev Kethüda medresesine bast-ı kaliçe-i ifade-i tam ve vast-ı medaris-i tarik olan sahn-ı semandan birine aguşa-yı bazu-yı sevk ü garam eylediler” şeklinde bahsedilmektedir. Beliğ tezkiresinde Seyyid Vehbi'nin hayatı hakkında bilgi yoktur. Sadece şiirlerinden örnekler verilmektedir. Seyyid Vehbi'nin mezartaşı Cambaziye Camii haziresinde, Keçecizâde İzzet Molla aile sofasının hemen arkasında bakımlı durumdadır. Kitabedeki şiir, oğlu şair Münif’indir.(Ölümü 1153 (1740) Seyyid Vehbi'nin Divanı ve Sûrnâmesi vardır, ikisi de basılmıştır. Fıtnat Hanım
In his biography book, Sâlim writes “While the biography was being written, at the sofa of Hüsrev Kethüda Madrasah in the dark, he reached his target within the powerful bosom of eight sofas between two schools, after getting on a rug.” There is no information about life of Seyyid Vehbi in this comprehensive record except some quotations of his poems. His gravestone is situated at mausoleum section in Cambaziye Mosque, just behind the familial sofa of Keçeci-zâde İzzet Molla; and is well-kept. The poem in epitaph belongs to his son Münif (Date of Death: 1153 (1740). Seyyid Vehbi has written a Divan and a Sûrnâme, and both have been published. FITNAT HANIM. 1194 (=1780) 107
1. God is the eternal 2. Pray a Fatiha for the soul of 3. The deceased and buried, blessed 4. Zübeyde Fıtnat Hanım: 5. The generous daughter of the late 6. Sheik-al Islam Mehemmed Esad Effendi, 7. And the nightingale of the innocent rosary, 8. And the bird of the honourable sugarcane fields 9. Death: 1194 Location of the Epitaph: The epitaph is situated in the cemetery behind the Hazret-i Hâlid Mausoleum in Eyüp Sultan. Fıtnat Hanım, who was one of the renowned poetesses of eighteenth century, was member of a family from Alanya. Her family was famous for growing five Sheikhs-al Islam. Her father is Ebu 1. Hüve'l-Bâki 2. Sâbıkâ Şeyhü'l-İslâm Mehemmed Es‘ad 3. Efendi merhûmun kerime-i mükerremesi 4. bülbül-i gülistân-ı ‘ismet 5. ve tûtî-i şekeristân-ı ‘iffet 6. merhûme ve magfûrun lehâ Şerife 7. Zübeyde Fıtnat Hanım 8. rûhıyiçün el-Fâtiha 9. sene 1194 1. God is the eternal 2. Pray a Fatiha for the soul of 3. The deceased and buried, blessed 4. Zübeyde Fıtnat Hanım: 5. The generous daughter of the late 6. Sheik-al Islam Mehemmed Esad Effendi, 7. And the nightingale of the innocent rosary, 8. And the bird of the honourable sugarcane fields 9. Death: 1194
Kitabenin bulunduğu yer: Eyüp Sultan, Hazret-i Hâlid Türbesi arkasındaki mezarlıkta bulunmaktadır. Onsekizinci yüzyılın tanınmış kadın şairlerinden olan Fıtnat Hanım, beş tane şeyhülislam yetiştiren ve aslen Alanya'lı olan bir aileye mensuptur. Babası Ebu İshak İsmail Efendi'dir (öl.1137). Kardeşi bu çalışmamızda mezartaşı kitabesini verdiğimiz Mehmed Şerif Efendi'dir. Hayatı hakkında pek bilgi bulunamayan Zübeyde Fıtnat için Hacı Zihni Efendi şu bilgileri vermektedir:
İshak İsmail Effendi (Death: 1137). Mehmed Şerif Effendi, whose epitaph we give in this article, was her brother. We do not have much information about the life of Zübeyde Fıtnat, but Hacı Zihni Effendi tells about her the following: “Her name was Zübeyde, and she was the wife of Dervish Effendi, who was a member of the theology school before Abdulhamid’s reign. As Dervish Effendi was as competent as Fıtnat Hanım concerning education, he took charge as Roumeli military judge and the head dervish of his neighbourhood, during the reign of Sultan Selim III Khan. Fıtnat Hanım earned her recognition during the reign of Eğerci Ragıp Pasha. She survived, however, the
MAY JUNE JULY 2009
İSTANBUL'DA ŞAİR MEZARLARI
108 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
“İsmi Zübeyde olup kendisi devr-i Abdülhamid-i evvel ilmiyyesinden Derviş Efendi'nin halilesi idi. Bu Derviş Efendi Fıtnat Hanım gibi eshab-ı hüner ve maarifden olmadığı cülusu Sultan Selim Han-ı salis’de Rumeli kazaskeri ve Nakib-ü'l Eşraf bulunmuştur. Fıtnat Hanım egerçi Ragıp Paşa devrinde kesb-i şöhret edenlerdendir. Ancak evail-i devr-i Abdü'l Hamid-i Haniye dahi yetişmiştir. Divanında Sultan Mahmud Han-ı evvel Hazretlerine Bahariyyesi ve Lâleli Cami-i Şerifi binası ile Ragıp Paşa'nın sadaretine tarihi olduğu gibi Hamidiyye İmaretine dahi tarih vardır.”
early Abdül Hamid era. In her divan, along with a eulogium for
Süreyyâ Bey ise Zübeyde Fıtnat Hanım hakkında “Ebu İshakzâde Said Efendi'nin kerimesi ve sudurdan Derviş Efendi'nin hâlilesidir. 1194'de irtihâl eylemiştir. Kitabet ve inşâ ve şiir ü imlâda mümtazü'l -emâsil olup matbû divanı vardır. Ragıp Paşa ve Haşmet ile mutayebeleri" olduğunu belirtmektedir. Bursalı Mehmet Tahir ise Zübeyde Fıtnat Hanım ile ilgili olarak aşağıdaki bilgileri vermektedir: “Kitabiyat ve Terâcim-i Ahval mütehassısı İsmet Efendi merhûmdan naklen, [mezarının] Hazret-i Eyub türbe-i şerifesi arkasındaki sırtta olduğu, Eyublü ekseri zevatın da simaen nakillerine göre Feshane'ye giden caddenin sağındaki elyevm harap bir türbede olduğu mervidir. Bir ihtimale göre de ailesi kabristanı demek olan Çarşamba'da İsmail Ağa Cami-i Şerifi kabristanında olduğu muhtemel ise de taharriyatta seng-i mezarına delâlet edecek birşey görülmemiştir.” Davud Fatin de Zübeyde Fıtnat Hanım'ın babasının, kardeşinin, kocasının isim ve mansıblarını saydıktan sonra, şair Zübeyde Fıtnat Hanım hakkında şu bilgileri vermektedir: “Fetanet-i asliyye ve tabiat-ı şiiriyye icab ve iktizası üzre arayiş-i hacle ki ilm û kemâl ve ol vechile arz-ı cemâl-i şiir iderek güzarında ruz û leyal iken bin iki yüz doksan dört sâli hilâlinde rûh–ı şerifi âzim-i karibgah-ı cenâb–ı Rabb-ı müteâl olmuşdur.”
and had an imprinted divan. She had good relations with Ragıp
Sultan Mahmud I Khan and informing dates of Lâleli Mosque’s building and the viziership of Ragıp Pasha, she also gave the construction date of Hamidiyye Poorhouse.” On the other hand, Süreyyâ Bey talks about Zübeyde Fıtnat Hanım as below: “She is the daughter of Ebu İshak-zâde Said Effendi, and wife of Dervish Effendi. She passed away in 1194. She had a true competence about literary composition and poetry, Pasha and Haşmet." Bursalı Mehmet Tahir gives the following information about Zübeyde Fıtnat Hanım: “As we recite the late literature and translation expert İsmet Effendi, her tomb is on hillside behind the holy Mausoleum of Hazret-i Eyub. In the same way, according to other specialists, the tomb is currently estimated to be in a ruinous mausoleum on right side of the street leading to Feshane. Apart from that, it is possible that her body is situated at her family sepulchre, in cemetery of İsmail Ağa Mosque in Çarşamba. Nevertheless, we have no proof to support this final assertion.” As for Davud Fatin, after enlisting the names and titles of the father, brother and husband of Zübeyde Fıtnat Hanım, he gives the following acquaintance: “As a true wise lady and a master of poetic nature and writing poems, she was working night and day on her works when passed away towards the Great God for eternal rest in the year of twelve ninety four.”
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Fıtnat Hanımın vefat tarihinde bir sorun çıkmamaktadır. Fakat mezarının yeri bilhassa 1940'lı 1950'li yıllarda çok tartışılan bir konu olmuştur. Bu konuda tarih sahasında önemli otoriteler tartışmışlardır. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ile İbrahim Hakkı Konyalı arasında o zamanın popüler tarih dergilerinde başlayan bu polemik epey uzun sürmüştür. Önceleri yanlışlıkla Fitnat Hanım'ın türbesi sanılarak onarılan türbeyi tenkid şeklinde başlayan tartışma, Konyalı'nın hırçınlığı sebebiyle büyümüş hatta siyasi yorumlara bile yol açmıştır. Bu konuda en detaylı ve en son makale ise son dönemde Bilgin Turnalı tarafından yayınlanmıştır. Bu makale özünde bütün bu yayınların bir biblioğrafyası niteliğinde ve aynı zamanda çok geniş kapsamlı bir çalışmadır. Fıtnat Hanımın mezarı bizim yanda kitabesini ve fotoğrafını verdiğimiz Eyub'de Türbenin hemen arkasında olan kabirdir. Fıtnat Hanımın divanından başka eserleri olup olmadığını bilmiyoruz. Fıtnat Hanımın Divanı üç defa basılmıştır.
As is seen from the expressions above, there is no confusion concerning the date of Fıtnat Hanım’s death. The location of her tomb, however, became a much discussed issue especially in 1940s and 1950s; and notable history experts argued about the question. The polemic between İsmail Hakkı Uzunçarşılı and İbrahim Hakkı Konyalı started in the popular history magazines of the day and lasted for a long time. The discussion firstly began about the restoration of the wrong mausoleum, as it did not belong to Fitnat Hanım. Later, the dispute grew gradually because of the Konyalı’s acrimony, and even gave way to certain political comments. The most detailed article on the matter has recently been published by Bilgin Turnalı. This article is essentially a kind of bibliography for all these publications, but also a very exten-
GRAVESTONES OF POETS IN ISTANBUL CEMETERIES Enderunî ‘Osmân Vâsıf (1240-1825) sive research. Fıtnat Hanım’s tomb is the one just behind the mausoleum in Eyüp and you can find the epitaph and photograph on next page. We do not know if she had written any works other than divan. As for her divan, it was published for three times.
ENDERUNÎ ‘OSMÂN VÂSIF. 1240 (=1825) 1. God is the eternal 2. As soon as Mir Vâsıf learnt his death 3. He felt burned as all friends 4. It is easy for such a one to reach the abode of God 5. I mean, it means nothing if He destroys all the world 6. The dervish-natured man was always an enemy of fame in-
109
deed
MAY JUNE JULY 2009
7. If this was the only, no objection for collapse of body 8. But the fate separated us from two jewels in one day 9. Which one shall we lament for until the doomsday? 10. Look! The sorrowful rosary burst into fire 11. How much it hates the vicious land 1. Hüve’l-Bâki 2. Mir Vâsıf dem-i fevtinden olunca âgâh 3. Yakdı âsârını da cân-ı ehibbâ gibi âh 4. ‘Azm-i dîvân-ı Hudâ eyleyene âsândır 5. Ya‘ni mecmû‘a degil eylese dünyâ-yı tebâh 6. Düşmen-i şöhret imiş elhak o derviş-nihâd 7. Bu kadar olsa olur mahv-ı vücud eyvallâh 8. İki cevherden ayırdı bizi bir günde felek 9. Diyelim haşre kadar kangı birine eyvâh 10. Bak sana gülşen-i efkârını kıldı sûzân 11. Eylemiş bag-ı fenâdan ne kadar istikrâh 12. Enderûn’dan anı etmişdi çerag-ı hâsı 13. Hevacegân zümresine mülhak idüp şâhenşâh 14. Şu‘arâ mâtem idüb yazdı mücevher târih 15. Rûh-ı ‘Osmân’a ide Vâsıfı terfik ilâh 16. Rûhıyçün el-Fâtiha 17. sene 1240 fi 15 N 1. God is the eternal 2. As soon as MirVâsıf learnt his death 3. He felt burned as all friends 4. It is easy for such a one to reach the abode of God 5. I mean, it means nothing if He destroys all the world 6. The dervish-natured man was always an enemy of fame indeed 7. If this was the only, no objection for collapse of body 8. But the fate separated us from two jewels in one day 9. Which one shall we lament for until the doomsday? 10. Look! The sorrowful rosary burst into fire 11. How much it hates the vicious land 12. He became the greatest candle in the Imperial School 13. And was entitled as hodja by hand of Sultan of Sultans 14. He lamented poems, wrote a jewel-like history 15. Shall the God take the soul of Osmân Vâsıf near Him 16. Pray a Fâtiha for the soul of him 17. Death: 15th April 1240
Kitabenin bulunduğu yer: Üsküdar, Karacaahmet Mezarlığının Miskinler Tekkesi ile Şehitlik arasındaki mezarlığın caddeye bakan kısmında bulunmaktadır. Enderunî 'Osmân Vasıf ünlü bir Divan şairidir. Hayatı hakkında bilgilerimiz sınırlıdır. Mehmed Süreyyâ Bey, Enderunî 'Osmân Vasıf hakkında şu biyografik bilgileri vermektedir: “Bostancıbaşı Arnavud Halil Paşa’nın akrabasından olmağla Enderûn-ı Hümayûn’a girüp 1230 rebiü‘lahirinde peşkir ağası, ba‘de anahtarağası olup, 1232 rebiü‘l ahirinde kiler kethüdası olarak, 1234 recebinde mütekaid olup, ba‘de hevacelik rütbesi verilmiştir. 1240’da vefat ile Miskinler’de medfûndur. Edib, şa‘ir idi.” Bursalı Mehmet Tahir Bey ise Enderunî 'Osmân Vasıf hakkında şu bilgileri vermektedir:
12. He became the greatest candle in the Imperial School 13. And was entitled as hodja by hand of Sultan of Sultans 14. He lamented poems, wrote a jewel-like history 15. Shall the God take the soul of Osmân Vâsıf near Him 16. Pray a Fâtiha for the soul of him 17. Death: 15th April 1240 Location of the Epitaph: It is situated on street side of the graveyard between Miskinler Tekke and War Graves in Karacaahmet Cemetery, Üsküdar. Enderunî 'Osmân Vasıf is a famous divan poet. Nevertheless, our knowledge on his life is quite limited. Mehmed Süreyyâ Bey gives the following biographical information: “As a relative of Head Gardener Albanian Halil Pasha, he entered the court school. He became towel headman in the month of Rabi’al-Akhir in 1230, then the lock headman. In the month of Rabi’al-Akhir in 1232, he became the cellar chamberlain, before retiring on Rajab 1234. He was entitled as Hodja afterwards. He died in 1240, and was buried in Miskinler Tekke. He was a literary man and a poet.”
İSTANBUL'DA ŞAİR MEZARLARI Bursalı Mehmet Tahir Bey tells the following about Enderunî 'Osmân Vasıf: “He was a relative of Albanian (Halil Pasha), and became a teacher at imperial school before retiring. He departed from this ephemeral world in Eyüp, 1240, and is buried in the dervish content in face of Zâl Pasha Mosque. He has a printed and compiled divan. Even though Ottoman Records give the place of his tomb as Miskinler Tekke in Üsküdar, this information is not true.” In the Biography by Fatin, the following are said about Enderunî 'Osmân Vasıf: “He passed to eternal world in 1240, during seclusion in his residence. The mentioned person had an imprinted divan of very best poems.” There is no information about the tomb of Enderunî 'Osmân Vasıf in Fatin’s Biography. In the same way, Bursalı Mehmet Tahir Bey has informed us wrongly about the location of grave.
110
The best and truest information about Enderunî Vâsıf’s tomb is
MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
notified by Mehmet Süreyyâ Bey. In later times, the photograph of the headstone and Turkish translation of the epitaph were published by Sadettin Nüzhet [Ergun]. “Arnavud (Halil Paşa) nın akrabasından olup Enderûn-ı Hümayûn’da perverşiyab olarak muahheren tekaüd edilmiş. (1240) tarihinde İstanbul’da alem-i fâniye veda‘ iderek (Eyub) de (Zâl Paşa) cami‘i mukabilindeki dergâha defn olmuşdur. Matbu ve müretteb divanı vardır. Sicill-i Osmâni’de Üsküdar’da Miskinler’de medfun oldugu muharer ise de mevsuk degildir.” Fatin, tezkiresinde ise Enderunî 'Osmân Vasıf için, “Hanesinde gûşegîr-i ikamet iken bin iki yüz kırk tarihinde dâr-ı bekâ’ya rıhlet eylemişdir. Mumaileyhin matbu‘ bir kıt‘a divan-ı eş‘arı” olduğunu bildirmektedir. Fatin Tezkire’sinde Enderunî 'Osmân Vasıf’ın mezarı hakkında bilgi yoktur. Aynı şekilde, Bursalı Mehmet Tahir Bey Enderunî 'Osmân Vasıf’ın gömüldüğü yer konusunda bu kez yanlış bilgi vermiştir. Enderunî Vâsıf‘ın mezarı hakkında en iyi ve doğru bilgiyi veren Mehmet Süreyyâ Bey‘dir. Daha sonraları ise mezartaşının fotoğrafını ve kitabesinin çeviri yazısı Sadettin Nüzhet [Ergun] tarafından yayınlanmıştır. 1950’li yıllara kadar başında “Katibî” adı verilen serpuş bulunan Enderunî Vâsıf’ın taşı son yıllardaki mezar taşı tahribi ve kıyımından nasibini alarak mezarcıların balyoz darbeleri(!) sonucu kavuksuz kalmıştır. Günümüzde yeni mezarların arasına sıkışık bir vaziyette ve her an tahrip edilmeye müsait bir durumdadır. Kitabedeki manzume, Keçeci-zâde İzzet Molla’ya aittir. Son yıllarda yayımlanan “Merâkid-i Mutebere-i Üsküdar” isimli eserde de kitabenin istinsahı yayınlanmıştır . Enderunî Osmân Vâsıf’ın divanı İstanbul’da iki defa ve Mısır-Bulâk’da bir defa olarak toplam üç kez basılmıştır.
The headstone, which had a cap called “Katibî” until 1950s, had its share from the gravestone massacre and has no more cap because of sledge-hammer (!) blows. Today, it is among dense new graves, and unfortunately very available for any depredation. The poem on epitaph belongs to Keçeci-zâde İzzet Molla. In the recently published “Tombs of the Honourable in Üsküdar,” a copy of this epitaph has been released. Enderunî Osmân Vâsıf’s divan has been published for three times, once in Istanbul and twice in Bulaq, Egypt. KEÇECİ-ZÂDE İZZET MOLLA. 1245 (=1829) 1. Behâr Efkâr, Hüsn-ü Aşk, Mihnet-i Keşan 2. In the year twelve forty four due to Islamic Calendar 3. One year after being exiled to Sivas 4. Reached at the eternal abode there 5. The remains of well-known poet 6. The late Keçeci-zâde Mehemmed ‘İzzet Monlâ, 7. Has been brought to Istanbul 8. In thirteen thirty five 9. And entrusted to grace of God.
GRAVESTONES OF POETS IN ISTANBUL CEMETERIES Keçeci-Zâde İzzet Molla Location of the Epitaph: It is situated in familial sofa of Keçecizâde, at the mausoleums section of Cambaziye Masjid in Hobyar, Cerrahpaşa. Keçeci-zâde İzzet Molla, who is accepted as one of the greatest poets of his day, was born in Istanbul. Due to his father’s death, he studied in economic distress, but became a professor in the end. Later, Keçeci-zâde İzzet Molla was taken under protection by Halet Effendi (death 1238/1822), and assigned as an inspector in Bursa in 1224 (1809). After becoming Galata Muslim Judge in 1236 (1820), he was exiled to Keşan in 1238 (1822) following the dismissal and murder of Halet Effendi. Keçeci-zâde İzzet Molla was forgiven in 1239 (1826) and returned to Istanbul. In 1242 (1826), he was entitled as inspector of pilgrimage cities, Mecca and Medina. Later, after participation to
111
assembly which took the decision of war against Russia, he was
MAY JUNE JULY 2009
accused for preparing a report opposing the war declaration by the Ottoman Empire, and thus was exiled to Sivas in 1244. He died in 1245 (1829) in Sivas, nine months after being exiled. He is buried in Şemsi-i Sivasî cemetery in Sivas. Talking about Keçeci-zâde İzzet Molla, Süreyyâ Bey indicates: “In 1. Behâr Efkâr, Hüsn-Ü Aşk, Mihnet-İ Keşan 2. Bin İki Yüz Kırk Dört Sene-İ Hicriyyesinde 3. Sivas’a İclâ Olunub Bir Sene Sonra 4. Orada ‘Âzim-İ Semt-İ Âhiret Olan 5. Şâ‘İr-İ Sahib-Şöhret Keçeci-Zâde 6. Mehemmed ‘İzzet Monlâ Merhûmun Bin Üç Yüz 7. Otuz Beş Senesinde İstanbul’a 8. Nakl Olunan Bakiyye-İ ‘İzâmı Burada 9. Vedi‘A-İ Hâk-İ Magfiret Kılınmışdır. 1. Behâr Efkâr, Hüsn-ü Aşk, Mihnet-i Keşan 2. In the year twelve forty four due to Islamic Calendar 3. One year after being exiled to Sivas 4. Reached at the eternal abode there 5. The remains of well-known poet 6. The late Keçeci-zâde Mehemmed ‘İzzet Monlâ, 7. Has been brought to Istanbul 8. In thirteen thirty five 9. And entrusted to grace of God.
Kitabenin bulunduğu yer: Cerrahpaşa-Hobyar’da, Cambaziye Mescidi haziresinde, Keçeci-zâdeler aile sofâsında.bulunmaktadır.
1244, he had to leave his home and settle in Sivas. He died accidentally in 1245. He was an adept, wise, talkative and graceful poet.” İbnülemin Mahmut Kemal İnal, who gives extensive information about life and works of Keçeci-zâde, writes the following about his death: “Had the Sultan wanted to ‘poison or execute’ Molla, he’d have done this immediately in anger, not nine months afterwards. The expression “accidentally” by Süreyyâ Bey, and the broken cap stone on his tomb are estimated to be signs of a death sen-
Yaşadığı devrin büyük şairlerinden sayılan Keçeci-zâde İzzet Molla İstanbul’da doğmuştur. Babasının ölümü üzerine maddi sıkıntılar çekerek okumuş ve müderris olmuştur. Daha sonra, Halet Efendinin (ölümü 1238/1822) himayesine giren Keçecizâde İzzet Molla, 1224 (1809) yılında Bursa’ya müfettiş tayin edilmiştir. 1236 (1820) yılında Galata Kadı’lığına yükseltildikten olduktan sonra, 1238 (1822) yılında Halet Efendi’nin azli ve öldürülmesi hadiselerinden sonra Keşan’a sürülmüştür. 1239 (1826) yılında affedilen Keçeci-zâde İzzet Molla, İstanbul’a geri dönmüştür. 1242 (1826) yılında Haremeyn müfettiş’liğine yükseltilir. Daha sonra, Rusya ile yapılan savaş kararının alınmasını sağlayan mecliste bulunduktan sonra savaşa girmenin Osmanlı Devleti aleyhine olacağı hakkında lâyihâ hazırladığı gerekçesiyle 1244’de Sivas’a sürüldü. Sür-
tence according to some, but this claim is based on no record. As Molla – just like his son Fuad Pasha and his grandchildren – suffered from cardiac disease, the ‘sudden’ death seems to be the most likely of the rumours. Once upon a time, I went to Harput with my brother. On the way back, we spent one day and night in Sivas. We looked for İzzet Molla’s tomb and found it. The cap on headstone was broken, and it was lying aside. We placed the cap on the head of pillar. There was no epitaph on the latter. And I wrote the following couplet in italic with a pencil: The competent renowned poet
İSTANBUL'DA ŞAİR MEZARLARI
112 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
günden dokuz ay sonra 1245 (1829)’de Sivas’ta ölmüştür. Sivas’ta Şemsi-i Sivasî mezarlığında gömülüdür. Süreyyâ Bey, Keçeci-zâde İzzet Molla hakkında, “1244’de Sivas’da ikamete memur oldu. 1245’de kazaen vefat eyledi. Şair, mahir, alim, natuk, zarif idi” diye bahsetmektedir. Keçecizâde’nin hayatı ve eserleri hakkında çok geniş bilgiler veren İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Keçeci-zâde’nin ölüm hadisesi hakkında şunları yazmaktadır: “Padişah Molla’yı “tesmim ve idam” etmek isteseydi Sivas’a gönderdikten dokuz ay sonra değil gadab ettiği dakikada yapacağını yapardı. Süreyyâ Beyin “Kazaen” kaydını koyması ve mezartaşındaki kavuğun kırık bulunmasının bazılarınca idamına işaret ad edilmesi de bir senede müstenid değildir. Molla’da - oğlu Fuad Paşa ve torunları gibi - kalb illetine mübtelâ olduğundan “Fücaeten” vefat etmesi, rivayetlerin en doğrusu olsa gerektir. Bir zeman kardeşimle Harput’a gitmiştik. Dönüşte Sivas’ta bir gün bir gece kaldık. İzzet Molla’nın kabrini aradık bulduk. Mezar sütunun başındaki kavuk kırılmış, bir kenarda duruyordu. Kavuğu sütunun başına koyduk. Sütunda kitabe yoktu. Kurşun kalem ve ta’lik ile: Şairi mahiri sahib şöhret Keçeci-zâde Muhammed İzzet beytini yazdım. Bu beyit oğlu Fuad Paşa tarafından yaptırılan ve Mihnet Keşan’a rabt edilen resminin altında yazılıdır. Kabristanın yerine park yapılmasını Sivas valilerinden Muammer Bey tensib ettiğinden Molla merhumun kemiklerini torunu Reşad Bey İstanbul’a getirtti. Avret Pazarı’nda Canbaziye mahallesinde Mustafa Bey mescidinin havlısındaki kabristanda babasının yanında defn ettirdi.” Torunu Reşad Fuad Bey ise dedesi için yazdığı ve Keçecizâde’nin hayatını anlatan makalede ise mezartaşı meselesi hakkında şu bilgileri verir: “Sivas’da bir asırdan beri medfun bulunduğu kabristan mahallinin park haline ifrağı ve ahiren vali bulunan Muammer Bey tarafından tasavvur ve tensib edilmesinden dolayı atamın oradan çıkarılarak ebediyyen mensi ve mühmel kalacak surette bir mahalle defn edilmek üzere olduğu geçenlerde istihbar olunması üzerine bâkıyye-i izâmı mahalli isti‘naf müdde-i umumisi akraba-i aciziden Asaf Bey’in himmetiyle mahsus bir sanduka vaz olunarak İstanbul’a getirilmiş ve Avret Pazarı’nda Canbaziye mahallesinde kain Mustafa bey mescidi havlısındaki kabristanda “Keçeci-zâde” hatiresine pederi nezdinde defn ile vedia-i rahmet-i rahman kılınmıştır.” Şeyhülislam Ârif Hikmet Beyin “İzzet-i şaire de kıydı cihân” mısraı vefatına düşürülmüş bir tarihdir. Yukarıdaki alıntılarda Canbaziye Mescidi, Mustafa Bey mescidi gibi isimlerle bahsi geçen mescidin esas ismi Cambaziye Mescidi'dir. Banisi ise Canbaz Mustafa Ağa'dır. İstanbul'da Kocamustafapaşa ve Cerrahpaşa olmak iki semtte mescidi vardır. Cerrahpaşa'daki mescidin haziresinde Keçeci-zâde'lerin aile sofası dışında mezartaşı fotoğrafını çalışmamızda verdiğimiz Seyyid Vehbi'de bulunmaktadır. Keçeci-zâde'lerin aile sofa-
Keçeci-zâde Muhammed İzzet This couplet is originally written under his portrait, which was painted due to order of his son Fuad Pasha, and is attributed to Mihnet Keşan. As Sivas governor Muammer Bey appropriated the construction of a parking area instead of the cemetery, Reşad Bey, the grandson of Molla, brought the remains of his grandfather to Istanbul. He had the body buried in the cemetery on the yard of Mustafa Bey Masjid at Canbaziye neighbourhood, Avret Pazarı.” The above-mentioned grandson, Reşad Fuad Bey gives the following information about his grandfather’s tomb in his article on life of Keçeci-zâde: “As his tomb in Sivas, where he was buried for a century, has been given for the construction of a parking area by the governor Muammer Bey, and as I was recently informed that my ancestor would be buried somewhere else, and his tomb would be forgotten and neglected; we had a coffin by the help of Asaf Bey, one of our relatives; the remains of this blessed man were brought to Istanbul and presented to grace of God after being buried alongside his father’s tomb at Keçeci-zâde mausoleum section in the cemetery yard of Mustafa Bey Masjid in Canbaziye neighbourhood, Avret Pazarı.” The date on the tomb is deducted from the following line by Sheikh-al Islam Ârif Hikmet Bey: “The world did not have mercy even on the poet İzzet.” The Masjid, which is mentioned as Canbaziye Masjid or Mustafa Bey Masjid, is originally called Cambaziye. It is built by the order of Canbaz Mustafa Ağa. The latter has two masjids built in Istanbul, one apiece in Kocamustafapaşa and Cerrahpaşa. At mausoleum section of masjid in Cerrahpaşa, along with the familial sofa of Keçeci-zâde, there is also Seyyid Vehbi's tomb of which we give the photographs. The familial sofa of Keçecizâde is very well-kept and spectacular. Apart from İzzet Molla, his father Salih Effendi, Ataullah Effendi and Kâzım Bey are also buried in this section. In front of the mentioned familial sofa, there is a fountain built by the order of Keçeci-zâde Kâzım Bey. The epigraph on the fountain is written by calligrapher Vahdetî, and is a real masterpiece. So far, eight versions of Keçeci-zâde divan have been determined in libraries of Istanbul. Besides, it is published in Bulaq and Istanbul, under names of “Divan-ı İzzet” and “Divançe-i İzzet nâ-
GRAVESTONES OF POETS IN ISTANBUL CEMETERIES sı çok bakımlı ve gösterişlidir. Sofada İzzet Molla’dan başka Keçeci-zâde ailesinden babası Salih Efendi, Ataullah Efendi, Kâzım Bey gömülüdürler. Bahis konusu aile sofasının önünde Keçeci-zâde Kâzım Bey'in yaptırdığı bir çeşme vardır. Kitabesi hattat Vahdetî tarafından yazılan bu çeşme gerçekten bir sanat şaheseridir. Keçeci-zâde’nin divanının İstanbul Kütüphanelerinde sekiz ayrı yazma nüshası tesbit edilmiştir. Ayrıca “Divan-ı İzzet” ve “Divançe-i İzzet nâdide güftâr benâm-ı Hazân Âsâr” isimleri ile Bulak ve İstanbul'da basılmıştır. Diğer eserleri “Gülşen-i Aşk” 1265 (1849) yılında İstanbul'da ve “Mihnet-i Keşan” 1269 (1852) yılında İstanbul'da basılmıştır. Şeref Hanım 1277 (=1861)
dide güftâr benâm-ı Hazân Âsâr” respectively. His other works, “Gülşen-i Aşk” and “Mihnet-i Keşan” were published in Istanbul, in 1265 (1849) and 1269 (1852) respectively. ŞEREF HANIM 1277 (=1861) 1. Glory on God 2. The daughter of the deceased Nebil Beg, 3. And granddaughter of 4. The late, former glorious Nâili Pasha 5. Mevlevî Şeref Hanım, the renowned poetess. 6. God shall protect her Location of the Epitaph: It is situated in the cemetery of Yenikapı Mevlevi Convent.
113
Şeref Hanım is one of our notable poetesses. She is a member of
MAY JUNE JULY 2009
Mevlevi order and daughter of poet Mehmed Nebil Bey, from the family of Sheikh-al Islam Aşir Effendi. As her date of death is not indicated on epitaph, it can be guessed only through her divan and some other references. In his famous biographies book, Davud Fatin gives the following information about Şeref Hanım: “As a relative of the former Sheikh-al Islam Aşir Effendi, and a member of the late Nebil Bey’s family, she escaped her body in the year of twelve twenty four, and she prepared and made contribution to many poetic works following her father.” In his booklet for Ottoman poetesses, Hacı Bey-zâde Ahmed Muhtar Bey gives only little biographical information about her 1. Hû 2. Sâdr-I Esbak El-Merhûm Nâili Paşa 3. Ahfâdından Merhûm Nebil Beg 4. Kerimesi Şaire-İ Meşhûre 5. El-Mevlevî Şeref Hanım 6. Gaferallahulehâ 1. Glory on God 2. The daughter of the deceased Nebil Beg, 3. And granddaughter of 4. The late, former glorious Nâili Pasha 5. Mevlevî Şeref Hanım, the renowned poetess. 6. God shall protect her
Kitabenin bulunduğu yer: Yenikapı Mevlevihânesi hâmuşanında bulunmaktadır. Mevlevi tarikatına mensub hanım şairlerimizden olan Şeref Hanım, Şeyhülislâm Aşir Efendi’nin ailesinden şâir Mehmed Nebil Bey’in kızıdır. Mezartaşı kitabesinde vefat tarihinin olmayışı dolayısıyla ölüm tarihi ancak divanından ve diğer kaynaklardan tesbit edilebilmektedir. Davud Fatin, ünlü tezkiresinde Fıtnat Hanım için şu bilgileri verir: “Şeyhülislâm-ı esbak Aşir Efendi merhumun akrabasından atiü’l tercüme Nebil Bey merhûmun sulbünden bin iki yüz yirmi dört senesi hilâlinde ziynet efza-yı ‘alem vücud olup pe-
life, and narrates the birth year of Şeref Hanım as below: “She was Şeref Hanım, the daughter of late Nebil Bey from Sheikh-al Islam Aşir Effendi’s descent, and was born in 1242 according to Islamic Calendar.” Bursalı Mehmet Tahir Bey indicates that “she passed away in 1264 and was buried in Çınaraltı at Yenikapı Mevlevi Convent.” However, the given date is wrong. On the front side of Mevlevi Content Cemetery in Yenikapı, there is a couplet written by Şeref Hanım’s nephew Nebil Bey: “Oh, my aunt, the competent poetess, She lit a fire and placed it into my burning bosom
İSTANBUL'DA ŞAİR MEZARLARI Recai-Zâde Mahmud Ekrem 1329 (=1913)
114 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
deri merhûmun eserinde bulunarak haylice eş‘ar-ı latife tanzimine himmet eylemişdir.” Hacı Bey-zâde Ahmed Muhtar Bey, Osmanlı şair hanımları için hazırlamış olduğu küçük risâlesinde ise Şeref Hanım için verdiği biyografik kısa bilgiden başka bir şey söylemez ve şairin doğum yılını şöyle anlatır “Şeyhü’l–İslâm Aşir Efendi neslinden Nebil Bey merhûmun kerimesi Şeref Hanım olup 1242 sene-i hicriyesinde tevellüd etmişdir” Şeref Hanım için Bursalı Mehmet Tahir Bey ise “1264 tarihinde irtihâl ederek Yenikapı Mevlevihânesi’nde Çınâraltına defn” edildiğini yazmaktadır. Bu vefat tarihi yanlıştır. Eskiden Şeref Hanım’ın mezar taşının bulunduğu Yenikapı Mevlevihânesi mezarlığının ön kısmında üzerinde Şeref Hanım’ın yeğeni Nebil Bey’in söylediği, “Şâire ve mâhire halam idi gitti ah Yakdı bir ateş kodu sine-i sûzânıma” beytini havi bir kitabenin varlığı Ahmed Remzi Dede [Akyürek]’nin ifadesine dayanarak bildirilmektedir. Bu taşın 1941 senesinde yerinde olmadığı bir başka eserde ifade edilmektedir. Kitabesinin transkripsiyonunu ve fotoğrafını verdiğimiz taş ise ilk olarak 1941 yılında yayınlanmıştır. Ancak yanda fotoğrafı görülen bu taş da günümüzde kaybolmuştur. Şeref Hanım’ın Divan’ı İstanbul’da iki kez basılmıştır. Yazma nüshası ise İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’nde T.2808 numaradadır. Recai-Zâde Mahmud Ekrem 1329 (=1913)
The existence of an epitaph with the couplet above is indicated leaning on expressions by Ahmed Remzi Dede [Akyürek]. In another work, it is expressed that the headstone was no more in its original place in 1941. The headstone of which we give the epitaph transcription and photograph is first published in 1941. However, this photographed stone is also lost today. Divan of Şeref Hanım is published twice in Istanbul. The manuscript can be found in Central Library of Istanbul University at T.2808, along with a copy.
RECAİ-ZÂDE MAHMUD EKREM 1329 (=1913) Epitaph A Kitabe A 1. Allah 2. Hey’et-i A‘yân a‘zasından 3. esbak Ma‘arif–i‘Umûmiyye Nâzırı 4. Recâ’î-zâde Mahmud Ekrem 5. Beyin kabridir. 6. bi hürmeti’l-Fâtiha 7. Tevellüdü irtihâli 1263 1329 1 Mart 18 Kânunevvel Kitabe B 1. Nejâdım derdi aglardı 2. Figânı rûhı daglardı 3. Süyûl-i eşki çaglardı 4. Bugün vasliyle hürremdir. Epitaph A - 1. Allah 2. This is the tomb of 3. The member of assembly, 4. and the former Minister of Education, 5. Recâ’î-zâde Mahmud Ekrem Bey. 6. Pray a Fâtiha for his soul 7. Birth Death 1263 1329 1st March 18th December Epitaph B- 1. Dear Nejâd said his word and wept 2. His laments were heart-wrenching 3. The streams flew in a sour way 4. Today, he is happy with his beloved.
Kitabenin bulunduğu yer: Göksu mezarlığında bulunmaktadır. Ünlü şair ve romancımız Recai-zâde Mahmud Ekrem Bey hakkında yazılmış eser pek çoktur. Vefat tarihi ise 31 ocak 1913 olarak kayıtlara geçmiştir. Buna rağmen mezartaşı kitabesi ve fotoğrafı ilk kez çalışmamızda yayınlanmaktadır. İbnülemin Mahmud Kemal Bey ünlü edibimiz Recai-zâde
1. Allah 2. This is the tomb of 3. The member of assembly, 4. and the former Minister of Education, 5. Recâ’î-zâde Mahmud Ekrem Bey. 6. Pray a Fâtiha for his soul 7. Birth
Death
1263
1329
1st March
18th December
GRAVESTONES OF POETS IN ISTANBUL CEMETERIES Mahmud Ekrem Bey’in vefatı için şunları yazar: “1332 Rebiülevvelin ondördüncü Cumaertesi gecesi [18 Kanunisani 1329] Şişli’deki hanesinde vefat etdi.Naşı ertesi gün Ayasofya Camiine nakl ile cenaze namazı eda ve cemmi gafir ile Sirkeci iskelesine isâl edildi .Vapurla Anadolu Hisarına götürülüp Küçük su kabristanında oğlu Nijad yanına defn oldu.” Günümüzde Recai-zâde Mahmud Ekrem Bey’in mezarı, oğlu Nijad’ın mezarının yanında, sağlam bir şekilde durmaktadır. Her ikisinin de mezartaşları mimari açıdan klasik mezartaşı formundan çok uzaktır. Neo-Klasik üslüpta hazırlanmış taşlardır. Emin Hâki 1339 (=1920)
Epitaph B 1. Dear Nejâd said his word and wept 2. His laments were heart-wrenching 3. The streams flew in a sour way 4. Today, he is happy with his beloved. Location of the Epitaph: It is situated at Göksu Cemetery. There are numerous works on our famous poet and novelist Recai-zâde Mahmud Ekrem Bey. His date of death is recorded as 31 January 1913. The epitaph and photograph of the headstone, however, are published for the first time here. Mahmud Kemal Bey narrates the death our famous literary man as below: “He passed away on Saturday, fourteenth night of Rabi’ al-
115
Awwal in 1332 [18 January 1329], at his residence in Şişli. The
MAY JUNE JULY 2009
following day, his body was transferred to Sirkeci port after the funeral prayer at Hagia Sophia Mosque in front of a huge crowd. He was taken to Anatolian Castle by a boat, and buried next to his son Nijad at Küçüksu Cemetery.” Today, the tomb of Recai-zâde Mahmud Ekrem Bey is situated next to his son’s, and is well kept. The gravestones of both are far from classical headstone architecture; and they are built in neo-classical style. EMİN HÂKİ 1. Rûhunu nûr-ı Muhammed Mustafa olsun emin 2. Rahmetin envâr-ı tâbâniyle rûşen eyledi 3. Ref‘-i yed ettim semâya söyledim târihini 4. Rûh-ı Hâkî ‘alem–i eflâki mesken eyledi 5. Güzide-i şu‘ara-yı Mevleviyyeden ve Defter-i Hâkânî 6. kalemi hulefâsından Emin Hâkî 7. Beyin hücre-i ma‘neviyyesidir 8. sene 1339 4 Receb perşenbe 1. His soul shall be secure along with light of Muhammed Mustafa 2. Your innate grace enlightened him 3. I turned to sky and begged for him 4. Your Heavens became the abode of his soul 5. This is the spiritual cell of 6. The distinguished Mevlevi poet and Defter-i Hâkâni, 7. And the literary successor Emin Hâkî Bey 8. Death: Thursday, 4th Rajab 1339
1339 (=1920) 1. His soul shall be secure along with light of Muhammed Mustafa 2. Your innate grace enlightened him 3. I turned to sky and begged for him
Kitabenin bulunduğu yer: Üsküdar, Karacaahmet İnadiye
4. Your Heavens became the abode of his soul
Tekkesi karşısında bulunmaktadır.
5. This is the spiritual cell of
Verem hastalığından dolayı pek genç yaşta ölen Emin Hâkî
6. The distinguished Mevlevi poet and Defter-i Hâkâni,
Mevlevi tarikatına mensub bir şairdir. Eserleri küçük risâleler
7. And the literary successor Emin Hâkî Bey
şeklinde basılan Emin Hâkî'nin şiirleri bir araya toplanmamış-
8. Death: Thursday, 4th Rajab 1339
tır. Mezartaşındaki tarih Üsküdar’lı Tal‘at'ındır. Mezarı yol kenarında sağlam bir şekilde durmaktadır. İbnülemin Mahmud Kemal Bey “1339 senesi Receb'inin 23'üncü gecesi Üsküdar'daki hanesinde vefat eyledi” demektedir.
Location of the Epitaph: It is situated in face of İnadiye Tekke in Karacaahmet Cemetery, Üsküdar. Emin Hâkî, who died at a very early age due to tuberculosis, is a
İSTANBUL'DA ŞAİR MEZARLARI Ali Emiri 1342 (=1924)
poet, and belongs to Mevlevi order. His poems were published as booklets, and have never been compiled in a book. The date of death on his epitaph belongs to Üsküdarlı Tal‘at. His tomb remains robust at the wayside. İbnülemin Mahmud Kemal Bey says that “he died in 23rd Rajab 1339, in his residence in Üsküdar.” ‘ALİ EMİRİ 1342 (=1924) 1. God is the eternal 2. He was founder of the National Library in Fatih, 3. One of the excellent Muslim poets, 4. The most creditable and honourable. 5. Here is the eternal residence of 6. Alî Emîrî Effendi from Diyarbakır 7. Pray a Fâtiha for his soul
116 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
8. Birth
Death
1274
1342
Diyarbakir 1. Hüve'l-Bâkî 2. Fâtih'te Millet Kütüphânesi müessisi 3. efâzıl-ı İslâm'dan ve şu‘ârâ-yı 4. zevî 'l-ihtirâmdan fahrü 'l-üdebâ 5. Diyârbekirli ‘Alî Emîrî Efendi 6. merhûmun karargâh-ı ebedîsidir 7. el-Fâtiha 8. Tevellüdü Vefâtı 9. sene 1274 sene 1342 10.Hâmid-i ‘Amidî
Diyarbakir
Location of the Epitaph: It is situated at mausoleum section of Fatih Mosque. The calligrapher of Ali Emîrî's epitaph is Hâmid [Aytaç]. Ali Emîrî
Kitabenin bulunduğu yer: Fatih Camisi haziresinde durmaktadır. Ali Emîrî'nin mezar taşı kitabesinin hattatı Hâmid [Aytaç]'tır, vefat tarihi [23 Ocak] 1924'tür. “Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi” ve “Türk Meşhurları Ansiklopedisi” gibi temel kaynaklarda hayat hikâyesi anlatılan Ali Emîrî'nin maalesef mezar kitâbesi verilmediği gibi, mezarının nerede olduğu dahi belirtilmemiştir. Pek çok eseri olduğu gibi şiirleri dahi kendi vakf etdiği kütüphanededir. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. 26.
Bâkî'nin hayatı hakkında bkz: Sadettin Nüzhet Ergun,Türk Şairleri, İstanbul, 1944. Cilt I, s. 1697. Ayrıca, İstanbul KütüphaneleriTürkçeYazma Divanlar Kataloğu, İstanbul, MEB yayını, 1947. Cilt I, s. 189. Hafız Hüseyin Ayvansarayî, a.g.e., Cilt I, s. 61. Mehmed Tahir (Bursalı), a.g.e., Cilt II, s. 99. İbrahim Hakkı Konyalı, "Baki'ye mezar isteriz," Tarih Hazinesi, İstanbul, Sayı 15, 1951. s. 500. Hâkâni Mehmed'in hayatı hakkında bkz.: Faik Reşad, Eslâf, İstanbul, 1311 - 1312 (1893-1894). Cilt II, s. 12. Ayrıca, Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmani yahut Tezkire-i Meşahir-i Osmaniye, İstanbul, 1308-1315 (1890-1897). Cilt II, s. 386 Rıza, Tezkire-i Rıza, İstanbul, 1316 (1898). s. 33 Hafız Hüseyin Ayvansarayî, a.g.e., Cilt I, s. 24. İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu, İstanbul, MEB yayını, 1947. Cilt II, s. 230. Seyfettin Özege, a.g.e., Cilt II, s. 577. İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu, İstanbul, MEB yayını, 1947. Cilt II, s. 405 Rıza, Tezkire-i Rıza, İstanbul, 1316 (1898). s. 63 Mirzazâde Sâlim, Tezkire-i Salim, İstanbul, 1315 (1897). s. 239 Mehmed Süreyya, a.g.e., Cilt III, s. 252 Abdülbaki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmiler, İstanbul, 1931. s. 132 İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu, a.g.e., s. 405 Agah Sırrı Levend, Nâbi'nin Surnamesi, İstanbul, 1944. s. 72 a.g.e. Sadettin Nüzhet [Ergun], Mezar Kitabeleri, İstanbul, 1934. s. 11 İsmail Hakkı Behçetî, Merakid-i Mutebere-i Üsküdar, yayına hazırlayan Bedii N. Şehsuvaroğlu, İstanbul, TTOK yayını, 1976. s. 36 Divan-ı Nabi, Bulak, 1257 (1841). s. 139 Mehmed Tahir (Bursalı), Osmanlı Müellifleri, İstanbul, 1333 - 1342 (1915 - 1924). Cilt II s. 234 Davud Fatin, Hatimetü’l eş’ar, İstanbul,1271 (1845). s. 443 Mirzazâde Sâlim, Tezkire-i Salim, İstanbul, 1315 (1897). s. 712 İsmail Beliğ, Nuhbetü'l - Âsâr li-Zeyli Zübdeti'l-eş'ar, yayına hazırlayan Abdülkerim Abdülkadiroğlu, Ankara, Gazi Üniversitesi yayını, 1985. s. 672 Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmani yahut Tezkire-i Meşahir-i Osmaniye, İstanbul, 1308-1315 (1890-1897). Cilt IV, s. 618 Mehmed Zihni, Meşâhir ü‘n-Nisâ, İstanbul, 1294 (1878). Cilt I. s. 141
died on 23rd January 1924. Unfortunately the epitaph of Ali Emîrî, whose life story is narrated in fundamental sources as “Turkish Philology Encyclopaedia” and “Turkish Celebrities Encyclopaedia,” is not given, and even the location of his tomb is not indicated. As well as many other works, his poems are also in the library founded by him.
27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. 38. 39. 40. 41. 42. 43. 44. 45. 46. 47. 48. 49. 50. 51. 52. 53.
Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmani yahut Tezkire-i Meşahir-i Osmaniye, İstanbul, 1308-1315 (1890-1897). Cilt IV, s. 24 Mehmed Tahir (Bursalı), Osmanlı Müellifleri, İstanbul, 1333 - 1342 (1915 - 1924). Cilt III. s. 309 Davud Fatin, Hatimetü’l eş’ar, İstanbul,1271 (1845). s. 331 Bilgin Turnalı, "Şair Fıtnat Hanımın Mezarı," Arkeoloji ve Sanat, İstanbul, 1980. Sayı 8-9. s. 39 Seyfettin Özege, Eski harflerle basılmış Türkçe eserler Kataloğu, İstanbul, 1973. Cilt I, s. 287 Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmani yahut Tezkire-i Meşahir-i Osmaniye, İstanbul, 1308-1315 (1890-1897). Cilt IV, s. 600 Mehmed Tahir (Bursalı), Osmanlı Müellifleri, İstanbul, 1333 - 1342 (1915 - 1924). Cilt II. s. 484 Davud Fatin, Hatimetü’l eş’ar, İstanbul,1271 (1845). s. 433 Sadettin Nüzhet [Ergun], Mezar Kitabeleri, İstanbul, 1932. s. 14 İsmail Hakkı Behçetî, Merakid-i Mutebere-i Üsküdar, yayına hazırlayan Bedii N. Şehsuvaroğlu, İstanbul, TTOK yayını, 1976. s. 34 Seyfettin Özege, a.g.e., Cilt I, s. 287 Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmani yahut Tezkire-i Meşahir-i Osmaniye, İstanbul, 1308-1315 (1890-1897). Cilt III, s. 458 İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul, M.E.B.yayını,1969.2.baskı. cilt.I, s. 746 Reşad Fuad,“Keçeci-zâde İzzet Molla”, Târih-i Osmânî Encümeni Mecmuası, İstanbul, 1332 (1917).No:41,s.293 a.g.e. Reşad Ekrem Koçu,“Cambaziye Mescidi”, İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul,1964. cilt.6, s.3367 İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu, İstanbul, MEB yayını, 1969. Cilt IV, s. 980 Seyfettin Özege, Eski harflerle basılmış Türkçe eserler Kataloğu, İstanbul, 1973. Cilt I, s. 290 Davud Fatin, Hatimetü’l eş’ar, İstanbul,1271 (1845). s. 214 Ahmed Muhtar,(Hacı Bey-zâde), Şair Hanımlarımız, İstanbul, 1311 (1893). s. 19 Mehmed Tahir (Bursalı), Osmanlı Müellifleri, İstanbul, 1333 - 1342 (1915 - 1924). Cilt II. s. 206 İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu, İstanbul, MEB yayını, 1969. Cilt IV, s. 1051 Hamdi Nazım Ertek, Şair Şeref (Hanım), İstanbul,Şehremini Halkevi yayını,1941. s. 2 Seyfettin Özege, Eski harflerle basılmış Türkçe eserler Kataloğu, İstanbul, 1973. Cilt I, s. 295 İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul, M.E.B.yayını, 1969. 2. baskı. cilt.I, s. 274 İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul, M.E.B.yayını, 1969. 2. baskı. cilt.I, s. 523 İbrahim Alaeddin Gövsa, Türk Meşhurları Ansiklopedisi, İstanbul, [1946]. s. 35.;Türk.Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul,Dergah yayını, 1977. Cilt. I. s. 58. ;İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul, M.E.B.yayını, 1969. 2. baskı. cilt.I, s. 299
İSTANBUL ULUSLARARASI ŞİİR FESTİVALİ HAKKINDA ADNAN ÖZER’LE SÖYLEŞİ
İstanbul Uluslararası Şiir Festivali Hakkında Adnan Özer’le Söyleşi
Interview With Adnan Özer On International İstanbul Poetry Festival
Ropörtaj / Interview: Şefkat Çelebi
118 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
J RTA J O P INTERVIEW WITH ADNAN ÖZER ON İSTANBUL POETRY FESTIVAL RÖ PORTA RÖ ORTAJ Şiir gibi naif bir alanda bir festival yapmak (özellikle How did it occur to you to organize a festival in a naïve branch RÖP ORTAJ herkesin şair olduğu bir ülkede) nereden aklınıza geldi. like poetry, especially in a country where everyone pretends toRÖP TAJ R O İstanbul Uluslararası Şiir Festivalinin oluşum hikayesini be a poet? Could you please tell us the story of Istanbul Interna- RÖP özetler misiniz? Şiir öyle bir sanat ki, halkların sanatı. Anonim bir sanat. Bireyler yazsa da bu sanat anonim bir sanat. Halklar kilim dokumuş, çanak çömlek yapmış, türkü söylemiş, bir de şiir yazmış. Öyle bir yönü var; insanoğlunun başlangıcında dile olan güvenişine dayanıyor. O çokluk oradan geliyor. Sözlü döneme ait de bir sanat. Malzemesi basit. Kelimelerden oluşuyor. Dil eylemi ama bir yönüyle de sanat. Artık bugün günümüzde tamamen bireyin sıkıntıları üzerinden varoluşsal boyutu çok artmış durumda. Yani eski o folklorik boyutu yok artık. Şairler var olmak isterler ama disipline de gelmezler. Bu projenin şairlerden çıkmış olması dikkate değer. Bizim kuşak sorumlulukları olan bir kuşak. Bu anlamda belki de son kuşak. Çünkü baktığımızda dergi çıkardıklarını görüyoruz. Şiir için yapmadıklarını bırakmamışlar. Ama festival yapmak akıllarına gelmemiş nedense. Öyle bir gelenek oluşmamış. Şiir festivali ülkemizde olmasa da Avrupa’da oldukça eski bir zamana tarihleniyor. Yani dünyaya baktığımızda çok da yeni bir şey değil. Kaynağını eski şiir şölenlerinden alıyor. Şölen deyince yerlilik bakımından bakmak lazım, bizim tarihimizde şölenler var çünkü. Öyle Avrupa’da var biz de yapalım diye bir şey değil. Şimdiki yapılan şey, şölen özelliğinin yanısıra biraz turistik, biraz akademik, daha çok da kent etkinliği. Yani İstanbul’un kent kültürünü tamamlamak için bir şiir festivali olması lazım. On beş yıldır bunu söylüyorduk. Sinema festivali var, caz festivali, müzik ve tiyatro festivalleri.. Hepsi var. Halbuki bizim milli sanatımız, şiirin festivali yoktu. Daha önce bir forum yapılmış. Poesium adıyla. Bu bir yıl sürdü. Bir daha olmadı ve o bizim içimizde ukde kaldı. Başta benim için bir dert oldu. Fırsatını bulduğumda birtakım şeyler yaparak bu eksikliği gidermeye çalıştım. Çatalca’da üç sene üst üste ‘Balkan Şiir Festivali’ örgütledim. Ataol Behramoğlu ile beraber. 99’da Taşkent- Lima’ya Şiir Hattı diye 19 yabancı şairin katılımıyla İstanbul’da bir proje yaptık. Tuğrul Tanyol vardı, Metin Celal vardı, Alper Çeker vardı. Daha sonra 2006’da Beyoğlu Belediyesi ile birlikte bir festival gerçekleştirdik. Beyoğlu bir şiir festivali kazandı. Semt festivalinden bütün İstanbul için gerçekten uluslararası bir nitelikte, içinde müziği de, eğlence yönü de olan, üniversite çalışmaları da bulunan, dünya standardında bir festival yapalım dedik. Bunu Kültür A.Ş. Genel Müdürü Nevzat Bayhan’a teklif ettik. Nevzat Bey de sağolsun bunu benimsedi. Halen de en büyük destekçisi Kültür A.Ş.’dir bu festivalin. İstanbul Şiir Hatları Vapuru diye bir organizasyon yaptık. İnsanlara vapurlarla boğazı gezdirip şiir okuduk. Bu da unutulmaz işlerdendir.
tional Poetry Festival? Poetry is such an art that it belongs to peoples. It is an anonymous art. Even though individuals create it, the poetry remains anonymous. People of yore have woven rugs, practiced pottery, sung their folk songs and written poems. So, in this sense, it’s based on the confidence of man in language. This is where its plurality emerges from. Poetry also belongs to verbal ages. The material is quite simple, as it consists of nothing but words. It is an activity in language, but also an art in another aspect. Today, the poetry has a much more existential sense, due to the boredoms of individual. We no more come across to folkloric sense as before. Poets want to exist but cannot accept discipline. That is why, it is important that this project is a work of poets. Our generation has always had certain responsibilities. Maybe it is the last generation with a dense feeling of responsibility. As we look, we can see the periodicals they have released. They have done all they can for poetry. Organizing a festival, however, has never come to mind. There has been no such tradition. Poetry festivals date back to very early ages in Europe, though unknown in Turkey. I mean, the idea is not that new as far as world is concerned. It originates from ancient poetry banquets. But talking about banquets, we must have a more local apprehension, as our ancestors already had a lot of them. It will be nonsense only to imitate Europe. The present organization is a touristic, academic and urban activity as well as being poetic. That is to say, we need a poetry festival in order to complete urban culture in Istanbul. We’ve been defending this argument for fifteen years. We have festivals of cinema, jazz, music and theatre. We have all. The poetry, our national art, however, did not have a festival. In the past, a forum was organized under name of Poesium. It lasted only one year, was never arranged again and became a kind of wound in us. It became a burden especially for me. Whenever I got the chance, I tried to make up this loss with other activities. I organized Balkan Poetry Festival in Çatalca for 3 years in a row. We worked together with Ataol Behramoğlu. In 1999, we organized a project called Tashkent-Lima Poem Line with participation of 19 foreign poets. Tuğrul Tanyol, Metin Celal, and Alper Çeker were also with us. Then, in 2006, we ran another festival in collaboration with Beyoğlu Municipality. Thus Beyoğlu earned a poetry festival. We wanted to take it to international level, without contenting ourselves with a district festival. It would be about whole Istanbul, and contain music, entertainment, and academic researches. We shared the idea with Kültür A.Ş. General Manager Nevzat Bayhan. Happily, Mr. Bayhan adopted our proposition. Kültür A.Ş. is still the biggest supporter of the festival. Besides, we had another organization called Istanbul Poem Line Ferry. People wandered the Bosporus aboard and we read them poems. It was another unforgettable achievement. Today, the civilization level is about all citizens. The global com-
119 MAY JUNE JULY 2009
İSTANBUL ULUSLARARASI ŞİİR FESTİVALİ HAKKINDA ADNAN ÖZER’LE SÖYLEŞİ
120 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Medeniyet çizgisi artık hep birlikte oluşturulan bir şey. İletişim dünyada had safhada. Ama Kopenhag’ta yapılan şiir festivali ile İstanbul’da yapılan şiir festivali aynı olacak diye bir şart yok. Öyle olmaması da gerekir. Ama Kopenhag şehrine baktığımızda nüfusuyla, tarihi ile orada böyle bir festival kırk senedir oluyor. Burada daha yeni başladı. Bu pek kabul edilebilir bir durum değil. Şiiri çok seviyoruz, herkes seviyor. Ama bir festival organize edemiyoruz. Hele hele caz festivali varken şiirle ilgili böyle bir gündemin olmaması çok garip. Çünkü bizim atalarımız caz yapmadı. Şiir yazdılar. Bizim sanatımız olmadığı halde caz festivali varsa, şiir festivali de pek tabii olmalıdır. Şiir festivali temsili bir olaydır. Akademik bir hareket değildir. Yani eğlence tarafı da vardır. Burada okunan şiirlerin edebi, akademik değerlendirilmesi yapılmaz. Adı üzerinde bir festival. Yan kollara da ayrılabilir. Fotoğraf sergisi, resim sergisi, yerine göre müzik dinletileri olabilir. Bunlar bir festivali bütünleyen şeylerdir. Sonuçta uluslararası standartta bir kent etkinliği yerleştirelim istiyoruz. Hadise budur. Hangi ülkelerden şairler gelecek? Bir ülke sınırlaması yok. İmkanlara da göre şekillenebiliyor. Bürokrasi yüzünden geç davetler yaptığımızda uzak yerlerden insanların gelememesi sorunları ile karşılaşabiliyoruz. Ne kadar önceden planlarsanız o kadar çok uzak yerlerden şair getirebilirsiniz. Coğrafi olarak çok geniş gözükmese de Arjantin gibi yerlerden, Balkan coğrafyasından şairler davet ediyoruz. Bir standart ve ayrım yok. Dünyanın her yerinden
munication is on the rise more than ever. There is no rule, however, to organize completely similar poetry festivals in, for example, Copenhagen and Istanbul. In fact, they shouldn’t be the same. As for Copenhagen, this populated, historical city has been arranging such a festival for forty years. Here, however, we’ve just recently started. This I cannot see acceptable. We all love poetry; everybody. But we cannot organize a festival. It’s really interesting that no one thought of a poetry festival, while we already have a jazz festival. Our ancestors never made jazz. They wrote poems. If we have a jazz festival even though it’s far from being our national art, we must no doubt have one for poetry. Poetry festival is a significant activity. It is not an academic movement; and has an entertainment dimension. There is no need for literal or academic evaluation or criticism of the poems read here. As the name implies, it’s a festival. We can divide it into sub-branches. There can be photograph exhibitions, painting exhibitions and concerts according to conditions. All these elements complement a festival. After all, our aim is to install an urban activity at international level. That is the case. From which countries do the poets participate? There is no country restriction. It may take form depending on conditions. In case our invitations are too late, some of our guests from far countries cannot come because of bureaucratic objections. You have to plan this as soon as possible, thus you can invite poets from wherever you like. Even though our list does not that widespread geographically, we invite poets from Argentine or Balkans. There is neither a standard nor a distinction. We have guests from all around the world. There is no separation as aca-
INTERVIEW WITH ADNAN ÖZER ON İSTANBUL POETRY FESTIVAL şairler davet ediyoruz. Akademik ya da popüler şairler diye ölçüler koymadan, kimliği şair olanları ilk etapta davet etmeye gayret ediyoruz. Romanları da var ama şiir de yazıyorsa onu esas olarak görmüyoruz. Şiiri diğer sanatlardaki yeteneklerinden önde olanları davet etmek istiyoruz.
demic or popular poets; firstly, we try to invite the persons with a poet identity. If he/she is originally a novel writer, but also writes poems, we do not prefer him/her at first. We want to invite people whose ability in poetry is much higher than in other arts.
Şairleri seçen ekip kimlerden oluşuyor? Biz bu işe Dündar Hızal’ın da ön ayak olması ile Nevzat Bayhan Bey’in destekleri ile başladık. Doğan Hızlan’ın onursal başkanlığında Tuğrul Tanyol, ben ve Metin Celal’den oluşan bir ekip var. Bu yıl 2010 grubu ile çalışacağımız için ekip biraz daha genişledi. Ahmet Kot, Fatih Andı, Ömer Erdem, Ali Ural gibi isimlerin de büyük katkıları olacak.
There is a team to choose the attendants. Whom does this team consist of? We started this project thanks to support by Mr. Nevzat Bayhan. Dündar Hızal has always been a pioneer too. Our team consists of Tuğrul Tanyol, me and Metin Celal, under honorary presidency of Doğan Hızlan. This year, as we’re working with the 2010 team, we have a wider crew. Ahmet Kot, Fatih Andı, Ömer Erdem, and Ali Ural will also have a great contribution.
Katılımcılar arasında kimler var acaba? Yerli yabancı birçok katılımcı olacak. Listemizde çok değerli şairler var. Zaman sorunundan dolayı gelemeyenler oluyor. İspanya’dan Francisco Brines ve Luis Garcia Montero, Makedonya’dan Mateja Matevski, ki Balkanların yaşayan en önemli isimlerinden biri olan bu şair İstanbul doğumludur, 7 yaşına değin Tünel’de yaşamıştır, Filistin’den Mourid Barghouti, Güney Afrika’dan Breyten Breytenbach, Danimarkadan Niels Hav, Bosna’dan Zilhad Kijucanin gibi şairler aramızda olacak. Festivalimizin bir özelliği olarak da her yıl “Konuk Ülke” tema’sı işliyoruz. Bu yıl “Çağdaş Şiiri ile Romanya” konusu işlenecek. Davet buna uygun yapıldı. Romanya Kültür Merkezi ile işbirliği halinde oradan 4 davetlimiz olacak. Adela Greceanu, Doia Ioanid, Gabriel Chifu adlı şairlerin yanısıra eleştirmen Bogdan Cretu İstanbul’da olacaklar. Bogdan Cretu Çağdaş Romanya Şiiri konulu bir bildiri sunacak. Türkiye’den de çok kıymetli şairlerimiz festivalin katılımcısı olacaklar. Dilimizin yaşayan değerli temsilcileri beni bağışlasınlar burada tek tek isimlerini saymaktan mutluluk duyacağımı belirtmek isterim. Lakin söyleşimizin sınırlarını aşar. Her kuşaktan ve çeşitli eğilimlerden şairler yer alacak. Davetimizde buna dikkat ettiğimiz görülecektir.
Who are there among attendants? There’ll be many participators from Turkey and abroad. We have very precious names on our list. There are some who cannot participate because of schedule problems. We have Francisco Brines and Luis Garcia Montero from Spain. Besides, Macedonian Mateja Matevski will be with us. Matevski was born in Istanbul, lived in Tünel until the age of 7, and is one of the most important Balkan poets today. We will also have other poets such as Palestinian Mourid Barghouti, South African Breyten Breytenbach, Danish Niels Hav, and Bosnian Zilhad Kijucanin. Traditionally, each year we work on a “Guest Country” theme. This year’s theme will be “Romania with its Contemporary Poetry.” Our invitations are in coherence with this title. We have 4 guests from Romania, thanks to our collaboration with Romanian Cultural Centre. The poets Adela Greceanu, Doia Ioanid, Gabriel Chifu, and the critic Bogdan Cretu will be in Istanbul. Bogdan Cretu will present a declaration on Contemporary Romanian Poetry. Very valuable Turkish poets will also participate to the festival. I hope the valuable representatives of our language will forgive me, as an effort to name them all will exceed the limits of this interview. But we are very happy to be together with all of them. Poets from any generation and various trends will take their place. You will better see our attention about variety when the festival begins.
Ne gibi etkinlikler olucak ve hangi semtlerde yapılacak? Etkinlikler başta tarihi, sosyal mekanlar olmak üzere çok çeşitli yerlerde gerçekleştirilecek. Üniversiteler ve kitabevleri de var bunların içerisinde. Şiir okumaları, sohbetler, müzik dinletileri renkli bir yelpazede gerçekleşecek. Sultanahmet, Beyoğlu, Bostancı, Üsküdar, Fenerbahçe... Zamanla İstanbul’un her semtine yayılmasını istiyoruz. Unutmadan yan disiplinleri de ekleyeyim, diğer sanatlar yani. İşte, tiyatro var; büyük usta Müşfik Kenter “Bir Garip Orhan Veli”yi sergileyecek. Ve sinema sanatı; Zebra Şiir Filimleri Festivali yer alacak. Festival içinde festival yani...
What kind of activities will we see, and which districts will host them? Activities will be executed in various venues, first and foremost historical and social places. Universities and bookstores are also included. Reading poems, conversations, and concerts will be carried out in a colourful spectrum: Sultanahmet, Beyoğlu, Bostancı, Üsküdar, Fenerbahçe... We hope it will spread all Istanbul in time. By the way, I should add the other disciplines; the other arts I mean. For example, we will have theatrical activities. The great master Müşvik Kenter will perform “A Poor Orhan Veli.” As for cinema, we will have Zebra Poetry Films Festival. Festival in festival, I mean...
Güzel söyleşi için teşekkür ederim. Ben teşekkür ederim.
Thank you for this nice interview. You’re welcome.
121 MAY JUNE JULY 2009
İSTANBUL SOKAKLARINDA ÇINLAYAN SEDA: SEYYAR SATICILAR
İSTANBUL SOKAKLARINDA ÇINLAYAN SEDA:
SEYYAR SATICILAR THE FAMİLİAR VOİCES ECHOİNG İN ISTANBUL STREETS: PEDDLERS Yusuf Çağlar Kartpostal Koleksiyonu: Yusuf Çağlar
122 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
*Yazar / Author
THE FAMİLİAR VOİCES ECHOİNG İN ISTANBUL STREETS: PEDDLERS
123
İstanbul’un yüzyıl evvelini hayal ettiğimizde zihnimizde beliren ilk şey sokaklarda akan insan sesleri olacaktır hiç şüphesiz. ‘Bir rüyadan arta kalmanın’ verdiği büyüyle o sesler bizi sonsuzluğun hemen kenarına çekecektir. Yaşadığımız yer yaşadığımız zamandan çok uzakta ama aslında aynı yer olarak sokaklara yansır. O sokaklarda karşılaştığımız ilk kişi (de) mutlaka bir seyyar satıcı olacaktır. Geçmiş yüzyıla (hatta yüzyıllara) kulak verdiğimizde (mümkünse göz gezdirdiğimizde) bakın kimlerle karşılaşıyoruz: Seyyar muhallebici, Salepçi, Elmacı, Ciğerci, Bozacı, Simitçi, Börekçi, Arzuhalci, Kahveci, Dondurmacı, Helvacı, Meyveci, Sebzeci, Sucu, Şerbetçi, Şekerci, Elekçi, Süpürgeci, Ayakkabıcı, Misvak satıcısı, Leblebici, Berber, Çömlekçi, Çiçekçi, Yazmacı, Tesbihçi, Kokucu, Mendilci, Gazozcu, Kavurmacı, Tatlıcı, Bozacı, Salepçi, Sandviççi, Sütçü, Yoğurtçu, Kokoreççi, Turşucu, midyeci ve daha birçok ihtiyaca hizmet vermek gayretinde olan seyyar satıcıları yüz yıl önce olduğu gibi bugün de; sokak başlarında, çarşı kenarlarında, istasyonlarda, cami avlularında, büyük caddelerde, insanların kalabalık olduğu mahallerde, büyük yapıların civarlarında, ziyaretgâhların kıyılarında, spor ve eğlence mekânlarında görmemiz mümkündür. Bir zamanlar İstanbul’un sayısız sebze ve meyve bahçeleri, ipek böceklerinin sükûn bulduğu dutlukları, kuzuların nazlıca gezindiği çimenleri, birbirinden güzel gülistanları ve rengarenk ağaç manzaraları olduğunu hatırlayınız. İşte bu kadim zamanlarda Payitaht günlük kuru gıda, meyve, sebze ve et ihtiyacını pek âlâ kendi imkânları içinde karşılayabiliyor, esnaflar bütün çabayı şehrin bir ucundan bir ucuna serpiştirilmiş güllerin, bostanların, zerzevatın salimen mahalle sakinlerine ulaştırılması için veriyormuş. Padişahın emri, tüccarların gayreti, halkın teşebbüsüyle kurulmuş
The first thing that appears in our minds upon dreaming the Istanbul of a century ago is undoubtedly human voices flowing in the streets. Those voices tend to drag us right toward the edge of infinity through the magic of knowing that those voices are now only the remainders of a gigantic dream that was once a reality. The place we live in is very distant from the time we live in, but we sometimes get to relive those moribund moments of the past on the barrows of peddlers who we still come across in the streets of some centuriesold Istanbul neighborhoods. Here are some of the peddlers whose cries we can hear when we lend our ears to the previous century (even centuries): Seller of milk desserts, seller of salep* drink, apple seller, liver seller, boza** seller, sesame bagel seller, pastry seller, petition writer, coffee seller, ice-cream seller, halva seller, fruit seller, vegetable seller, water seller, sherbet seller, candy seller, sieve seller, broom seller, shoe seller, siwak [stick toothbrush] seller, roasted chickpea seller, mobile barber, pot seller, flower seller, seller of headscarves made from Yemeni fabric, seller of rosary beads, fragrance seller, handkerchief seller ,[sugary] soda water seller, seller of braised lamb meat cubes, dessert seller, sandwich seller, milk seller, yoghurt seller, seller of grilled sheep’s intestines, pickle seller… It’s still possible – but not as often as in the past though - to see these peddlers on street corners, near shopping malls, at stations, in mosque yards, in big streets, around tombs, and basically in all places frequented by a large number of people. *a drink made from the roots of orchid prepared in hot milk with cinnamon ** thick and slightly fermented millet drink Please remember that Istanbul, once upon a time, had innumerous vegetable gardens and orchards, tranquil mulberry groves where silk worms could be heard, huge meadows with flocks of peaceful and playful lambs, rose gardens each more beautiful than one
MAY JUNE JULY 2009
İSTANBUL SOKAKLARINDA ÇINLAYAN SEDA: SEYYAR SATICILAR
124 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
çarşılar, mahalle içlerine açılan dükkânlar bir yana; çoğu zaman günlük tüketilen yiyecek-içecek türlerinin seyyar satıcılar marifetiyle sokaklara, evlerin kapılarına kadar ulaştırıldığı da vakidir. Bakınız Musahipzade Celâl ‘Eski İstanbul Yaşayışı’ namındaki eserinde ‘Çarşılar’ bahsinde esnafların rağbet ettiği mesleklerle ilgili çok keyifli bilgiler aktarıyor bizlere. Sahaflar, Simkeşhane, Örücüler, İğciler, Sandal Bedesteni, Kalpakçılar, Kürkçüler, Yağlıkçılar, Gaytancılar ve düğmeciler, Fermeciler, Zenneciler, Mengeneciler, Mercan Terlikleri, Kuyumcular, Mahfazacılar, Sorguççular, Yazmacılar, Misk yağcılar, Okçular, Marputçular, Ketenciler, Kılıççılar, Dökmeciler ve kantarcılar, Kutucular, Tesbihçiler, İmameciler, Tütün tablaları ve takatukalar, Tarakçılar, Kaşıkçılar, Kuru yemişçiler, Meyvehoş, Nalburlar, Urgancılar, Çömlekçiler, SimitçilerÇörekçiler-Börekçiler-Poğaçacılar, Gözlemeciler, Paçacılar, Taşçılar, Pul şişe yapan sırçacılar, Eyüp oyuncakçıları, Mumhane, Kürekçiler, Makaracılar, Yelkenciler, Lüleciler gibi meslekleri anlatarak geçmiş zaman çarşıları/esnafı hakkında sahih ipuçlarıyla donatıyor zihnimizi… İşte bu bahsi geçen meslekler arasından, özellikle seyyar satıcıların rağbet ettiği birkaç mesleğe daha yakından bakabiliriz: Yazmacılar: Beyaz mermerşahi ve tülbend üzerine tahta kalıplara resmedilen çiçekleri basmak suretiyle işledikleri yorgan, yastık, bohça, seccade, yazma mendil, kadınların başlarına bağladıkları tülbend yemeniler satarlardı. (…) Kök boyalardan yapılan renkleri kumaş üzerine basılan örneklere fırça ile işlerlerdi. (…) Öyle
another, and strikingly colorful scenes of many kinds of trees. In those days, the then capital of the empire was very well capable of meeting its population’s daily need for dry food items, fruit, vegetables and meat, with all artisans in the food sector mustering all their efforts for the daily transportation of all such perishable products from one end of the city to the other. It is known that almost all perishable food used to be delivered to neighborhoods – a door to door delivery it was - by means of barrow boys despite the existence of all the shopping centers in the main arteries of the city and all the stores in the neighborhoods all of which had been founded upon imperial commands and through the endeavors of merchants and personal initiatives of the people. Famous Turkish playwright Musahipzade Celal, in his work named “Istanbul Life in Old Times,” conveys, in the duly-named chapter of “Shops,” a lot of pleasant information on the vocations held in high esteem by artisans. Among the professions he mentions in the chapter are second-hand book sellers, manuscript experts, goldsmiths, weavers, needle and crochet-needle makers, calpac and furcoat makers, oilcup makers, button makers, makers of woman toiletries, hinge makers, musk makers, arrow makers, trinket malls, slipper makers, linen makers, sword makers, founders, jewellers, aigrette makers, hand-painted kerchief makers, bascule makers, box makers, rosary bead makers, tobacco box makers and tobacca sellers, comb makers, spoon makers, dried nuts and fruits sellers, hardwaremen, rope makers and sellers, bottle makers, toy makers and sellers, candle makers, oar makers, spool makers, sail makers, and meerschaum makers. By telling us how these artisans used to work, he embellishes our mind with precise clues, thereby helping us to draw an accurate picture of what the bazaars and artisans of the past were like.
THE FAMİLİAR VOİCES ECHOİNG İN ISTANBUL STREETS: PEDDLERS
125 MAY JUNE JULY 2009
ince işlenmişleri vardı ki renklerin ahengi ve üzerindeki çiçekler görenlere zevk verirdi. Kadınlar bu zarif ince Kandilli yazması yemenilerin kenarlarını, yemenideki çiçeklerin örneği oyalarla süslerlerdi. Bu yazmaların deniz kıyılarında yıkanıp sıra sıra iplere renk renk asılması, denizden esen rüzgârda efildemesi görenleri hayran bırakırdı. Misk Yağcılar: Eski zamanın ıtriyatçıları (parfümeri) her çiçekten yağlar çıkarır, fildişinden fındık büyüklüğünde vidalı kutucuklar içinde karanfil, gül, tarçın, misk, tefarik ve daha bunlar gibi kokular satarlardı. (…) Fincancılar yokuşundan Beyazıt’a çıkılacak yerde, Mısır çarşısında ve diğer semtlerde yakın vakte kadar misk yağcı dükkânları olduğu gibi aktarlarda da bulunurdu. Dökmeciler ve kantarcılar: Süleymaniye camiinin alt başında ve Tahtakale’nin ötesinde bir Dökmeci çarşısı vardı. Bunlar dökme tunçtan, pirinçten ve daha bazı madeni halitalardan yaptıkları, bugün antika sayılacak kadar azalmış olan, altın gibi pırıl pırıl sarı pirinç mangallar, sahanlar, tepsiler, su kupaları, maşrapalar, tunç havanlar, kantarlar, el terazileri, bal mumu şamdanları, mum Bir zamanlar İstanbul’un sayısız sebze ve meyve bahçeleri, ipek böceklerinin sükûn bulduğu dutlukları, kuzuların nazlıca gezindiği çimenleri, birbirinden güzel gülistanları ve rengarenk ağaç manzaraları olduğunu hatırlayınız.
Having provided the reader with a short list of artisans of the past, we can now delve into a number of jobs particularly favored by ordinary people at the time, before mass production wiped them out by making everything available at a higher quality and lower price: Hand-painted Cloth Makers: These kinds of cloths would include quilts, pillows, cushions, prayer rugs, handkerchiefs and cheesecloth embellished through wooden stamps that would be used to print flower pictures on them. After printing the colorless flower pictures on the cloth, they would color them with madders using very thin brushes. Some of them were such elegantly adorned that the combination of the flowery shapes and the colors would please whoever looked. Women sometimes adorned the edges of these cloths, mostly worn as headscarf, by weaving delicate flowery patterns with a thin thread. When these muslins were hanged by the seashore for drying, they would harmoniously swing in the cool sea breeze, thereby forming a captivating view. Musk and Flower Oil Makers: The fragrance makers of the old days would extract oil from every fragrant flower and keep the oil in almost nut-size screw-cap boxes made of ivory. Some most preferred fragrances included daffodils, jonquils, roses, musk and cinnamon.
Please remember that Istanbul, once upon a time, had innumerous vegetable gardens and orchards, tranquil mulberry groves where silk worms could be heard, huge meadows with flocks of peaceful and playful lambs, rose gardens each more beautiful than one another, and strikingly colorful scenes of many kinds of trees
İSTANBUL SOKAKLARINDA ÇINLAYAN SEDA: SEYYAR SATICILAR
126 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
makasları, buhurdan ve güllapdanlar, küp ve kavanoz kapakları, hamam ve sebil tasları, kubbe ve minare âlemleri, kapı kilit ve halkaları yaparlardı. Kutucular: Kantarcılar çarşısının yanı başında kutucular çarşısı vardı. Burada uzun saplı fırın kürekleri, yemek tablaları, satıcıların başlarında gezdirdikleri helvacı, yufkacı, lokmacı tablaları, helvaşeker-tatlı konulan tekerlek kutular, aktar dükkânlarını dolduran
There were many musk and flower oil shops at a spot called Fincancılar where the hill to Beyazıt began, in the Egyptian Bazaar and some other nearby quarters. It was also possible to find flower oil and musk in spice shops. Founders and Bascule makers: There was a founders’ bazaar near the Süleymaniye Mosque and one near the famous Tahtakale quarter. They used to make gold-bright brass braziers, two-handle shallow frying pans, trays, water cups, dippers, bronze mortars with pestles,
THE FAMİLİAR VOİCES ECHOİNG İN ISTANBUL STREETS: PEDDLERS
127 MAY JUNE JULY 2009
ilaç kutuları, börekçi, gözlemeci, pidecilerin boyunlarına taktıkları içi ateşli ve üzerleri camlı kapaklı davul büyüklüğündeki kutular yapılır ve satılırdı. Tesbihçiler: Tesbihçiler ve imameciler, Uzunçarşının en yüksek sanatkârları idi. Gergedan boynuzundan, mercandan, akikten, yeşimden, yüzsüründen, sedeften, üzeri elmas gibi façatalı neceften, yıldız taşından, pelesenk, gül, kuka, öd ağaçlarından siyah ve sarı kehribardan, anberden, sandal ağacından, Hindistan’ın ve dünyanın en nadir türlü türlü ağaçlarından yaptıkları tesbihleri öyle sanatla işlerlerdi ki zenginler bu elmaslı, altın kamçılı tesbihleri ellerinde taşıdıkça bir gurur duyarlardı… Kuru yemişçiler: Yemi iskelesinin başında, yakın bir vakte kadar yalnız kuruyemiş satan yüze yakın dükkân, üstü kapalı bir çarşı halinde duruyordu. Anadolu’nun, Suriye’nin Rumeli’nin ne kadar kuruyemişi varsa hepsi bu çarşıda satılırdı… Meyvehoş: İstanbul civarında, bütün Marmara havzasında yeti-
İstanbul civarında, bütün Marmara havzasında yetişen taze meyveler, mevsiminde Meyvehoş’un (meyve hali) gümrüğüne getirilir ve esnafa satılarak şehre dağıtılırdı.
bascules, hand scales, beeswax candleholders, snuffers, brass rose water dispensers, lids for glass and earthenware jars, brass bowls to use in public baths and at fountains, brass crescents and stars on top of minarets and domes, locks and doorknockers most of which have become antiques now. Box Makers: Right adjacent to the bazaar of bascule makers was the bazaar of box makers. Here they used to make long baker’s peels, large and shallow trays used by many peddlers to carry their products on their heads, wheel-shaped boxes for sweets and candies such as halva, medication boxes for spice shops and chemists, and the famous drum-size boxes with glass lids for selling all kinds of sweet and salty pastry. Rosary Bead Makers and Sellers: The rosary bead makers used to be considered the loftiest group of artisans amongst all. They used to – a few remaining of them still do – carve very elegant rosary beads out of rhinoceros horn, coral, cornelian stone, jadestone, jet stone with silver inlays, mother of pearl, pebble stone, aventurine, sunstone, Brazilian rosewood, rosewood, coca-bola wood, paradise wood, black and yellow amber, sandalwood and of many rare woods that
Near the Yemiş [food] Dock were hundreds of shops that sold dry fruit in a closed bazaar until some decades ago. All the dry fruit imported from all parts of Anatolia, Syria and the Thrace could be found there.
İSTANBUL SOKAKLARINDA ÇINLAYAN SEDA: SEYYAR SATICILAR
128 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
şen taze meyveler, mevsiminde Meyvehoş’un (meyve hali) gümrüğüne getirilir ve esnafa satılarak şehre dağıtılırdı. Simitçiler, Çörekçiler, Börekçiler, Poğaçacılar: En meşhurları Çakmakçılar, Hasanpaşa, Galata, Beylerbeyi fırınları idi. Çakmakçılar’ın kazan yağlı böreği, Hasanpaşa fırınının poğaçası ve çörekleri, Galata’da Karaköy fırınının lokması, tereyağıyla yapılmış bol peynirli ve bol kıymalı nefis börekleri, kuru poğaçaları, saray lokmaları ve sade şekerleri börekleri satılırdı. Beylerbeyi’nin susamlı simitleri pek nefisti. Eyüp Oyuncakçıları: Eyüp Sultan türbesine giden cadde üzerinde, eski zamandan beri bir oyuncakçı çarşısı vardı. Şimdi yalnızca bir dükkân kalmıştır. (Buradaki oyuncaklardan muazzam bir sepet içine oyuncaklar istifleyen seyyar satıcıların sokak sokak dolaştığı zamanlar olmuştur. Y.Ç.)” (1) İstanbul’un seyyar satıcıları için yazılan çizilen pek çok eserin çeşitli kaygılar ve ölçüsüz hamasetlerle sayısız yanlışı içinde barındıran yorumları ve akla hayale sığmaz hikâyeleri bile geçen yüzyıl içinde bizleri popüler tarih nokta-i nazarından pek çok gereksiz teferruatlarla meşgul etmiştir. Sahaflarda her zaman tesadüf eyleyebileceğiniz Resimli Ay tarzı mevkutelerden, Şevket Rado’nun hazırladığı haftalık mecmuala-
grow in India and some other parts of the world. They would work such minutest patterns into the beads with such artisanship that some wealthy men would take pride in showing off their string of beads inlaid with silver and even diamond. Dry Fruit Sellers: Near the Yemiş [food] Dock were hundreds of shops that sold dry fruit in a closed bazaar until some decades ago. All the dry fruit imported from all parts of Anatolia, Syria and the Thrace could be found there. Wholesale Fruit Market: All the fresh fruit grown all over the Marmara Basin used to be brought to this market and reach the end customers after being sold to shop owners and barrow boys. All Kinds of Pastry Makers: The best pastries were found in the bakers called Çakmakçılar, Hasanpaşa, Galata and Beylerbeyi, which had been named after the quarters they were situated in. For instance, Çakmacılar was famous for its oily börek; Hasanpaşa for its pastry with cheese and meat filling, and buns; Galata for its yeast fritters cooked in delicious thick syrup, butter pastries generously filled with minced spicy meat and candies. Beylerbeyi had the most delicious sesame bagels. Toy Makers and Sellers of Eyüp Sultan: There was a huge toy bazaar in the street leading to the famous Eyüp Sultan Mosque and Tomb. Now there is only one left there. In the past, some street peddlers wo-
THE FAMİLİAR VOİCES ECHOİNG İN ISTANBUL STREETS: PEDDLERS
129 MAY JUNE JULY 2009
ra kadar hızlıca yapılacak bir tarama sonunda; sokak sokak dolaşıp simitlerini, zerzevatını, leblebisini, ciğerlerini, süpürgesini, kaymağını, yoğurdunu, kahvesini, bozasını satmak için ortalığı velveleye veren satıcıların ne büyük bir edebiyatın, ne ulaşılmaz bir esnaflığın peşinde olduğunu görebilirsiniz!.. Ya sokaklarda sıralanmış berberler, zengin olmak sevdasıyla gezinen ayakkabı boyacıları, bacaların kurumlarını bir çırpıda temizleyip atan mahir ustalar, mevsim meyvelerini sepet sepet gezdiren satıcılar… Onların da yüzyıl önce olduğu gibi derdi, çabası bugünkü sokak satıcılarından, mahalle içlerindeki ufak tefek dükkânlarda olan biten telaşlardan farklı değildir. Dün olduğu gibi bugün de satıcıların maişet çabasıyla alıp satmaya uğraştıkları her bir eşyanın, yiyeceğin, sakatatın, giysinin, süs eşyalarının, ev araçlarının, çocuk eğlencesi oyuncakların alındıkları yerlere, satıldıkları mahallere göre bitmek bilmez hikâyeleri vardır. Sokak satıcıları için yazılan makalelerin, süslü püslü dizi yazılarının bol resimli kitapların birçoğu Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde uzun uzun anlattığı meslekler, çarşılar ve satıcılarla ilgili bölümlerden veya benzeri seyahatnamelerin sayfalarından hayali çoğaltmalarla nakledilir. Bir de saray fotoğrafçısı namıyla II. Abdülhamid zamanında hizmet veren Abdullah Freres’in arşivini de alarak Osmanlı gündelik hayatını belgeleyen Sebah&Joaillier’in pek meşhur serilerinden biri
uld span all the nearby streets with their huge baskets overflowing with various kinds of toys. A great many works written on Istanbul’s peddlers with different aims in mind and with a large amount of commentary laden with an excessive amount of heroism in addition to all kinds of implausible stories fabricated about them kept us tied up in the last century with a lot of unnecessary details the purging of which has taken a lot of time and effort. Going over some periodicals of the time such as Resimli Ay or the weekly magazines put out by the late famous Turkish poet of Thracian origin Şevket Rado will show you how the peddlers selling their products at the highest of their voice have already become immortal parts of history and literature. What about all the mobile barbers sometimes lined up at certain spots, shoepolishers, chimney sweepers and peddlers who had many of the seasonable fruits in their baskets? Their troubles and worries were no different than those shared by the merchants of today; that is, earning an honest and decent living. Everything bought and sold by merchants to earn a living from foodstuff to cloths, from all kinds of furniture to decoration materials, and from household items to toys – as was the case in the past – have countless tales inherent in them mostly depending on the places
İSTANBUL SOKAKLARINDA ÇINLAYAN SEDA: SEYYAR SATICILAR
130 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
de sokak satıcılarının keyfe keder pozlarıyla mühim müzayedelerde arz-ı endam eden fotoğraflarıdır. Bu fotoğrafların görsel cazibesine ve Çelebi hazretlerinin o pek meşhur hikâyeci üslubunun keyifli satırlarına kapılan gözü açık orta sınıf koleksiyonerlerin teşvikiyle kelli felli kurumlar bile ciddi eserler yayımlamak vaatleriyle şaşırtılmıştır. Yoksa nereden akla gelirdi ki İstanbul’un her köşesinde karşımıza çıkan ve Abdullah Biraderlerin, Sebah&Joaillier’in meşhur ettiği seyyar satıcıların ‘Osmanlı Esnafı’ iddiasıyla karşımıza çıkacağı. Elbette bu iddianın da kendince bir izahını vermek mümkün gözüküyordu bu aceleci yayıncılar nezdinde: “Osmanlı Devleti’nde esnaf sözcüğünün sanatçılardan zanaatkârlara kadar uzanan çok geniş bir kapsamı vardı. Üreten, hizmet veren, emeğiyle geçinen, ürününü satan herkes esnaf kapsamına girerdi.” Bu bahsin çok su götüreceği açıktır. İstanbul yüzlerce yıldır sokaklarda satıcıların gezdiği, seyyar satıcıların alıcısı bulunan her malı satmak, her hizmete koşmak için can attığı taştan topraktan bir şehir olmak özelliğini asla yitirmemiştir. Bakmayınız siz, sayısız hesapsız bir şekilde her işlek cadde kenarına kurulan marketlerin, semt pazarlarının, meşhur mağazaların her ihtiyacı karşılamak iddiasına. Elbette bu nevzuhur mekânlar, kış mevsimlerinin gece
Muhallebiciden ciğerciye, fare kapancısından lağamcıya, pek çok esnaf malını yanında gezdirerek kapıdan kapıya satış yapardı. Sabahtan gece yarılarına kadar kaldırımları arşınlayan bu satıcı ordusunun arasında en renklileri keten helvacıları, turşucular ve bohçacılardı.
they used to be bought and sold. Many of the articles, overly gaudy article series and disturbingly colorful books written about street peddlers are full of accounts fabricated based on the facts conveyed in the Travelogues of famous Ottoman Turkish traveler Evliya Çelebi in chapters on vocations, bazaars and peddlers, or, at best, they are exaggerated by adding imaginary details. Most of such works - be they articles or books - benefited from the archives of the famous photography firm of [J.Pascal] Sebah & [Policarpe] Joaillier, who captured and documented the daily life in the late Ottoman era, particularly through buying the archives of another renowned pair of photographers of the time, Abdullah Freres, namely the Abdullah Brothers. Sebah&Joaillier became the official photographer of the sultan of the time Abdulhamid II, and at his command took photos all over his empire. Some of their street shots still make appearances at some of the most prestigious auctions today with a touch of reality conveyed in well-organized compositions supported by careful lighting, effective posing, attractive models and the excellent print quality compared to the conditions of the day. Unfortunately, some voracious and cunning middle-class collectors, whose appetite was whetted by the visual attraction of these shots and by the absorbing story-telling of Evliya Çelebi, hoodwinked some major publishing houses into publishing works where the honest, o many peddlers from pudding sellers to liver sellers, from mousetrap sellers to sewermen, would make a door-to-door sell. Undoubtedly, the most pleasant and, so to say, the most “colorful” of them in speech were the halva, pickle and bundle sellers.
THE FAMİLİAR VOİCES ECHOİNG İN ISTANBUL STREETS: PEDDLERS
131 MAY JUNE JULY 2009
karanlığında yükselen “Bozaaaaaaaaacı, boooooozaaaaa!” nidalarındaki sımsıcak buğuyu bile henüz yakalayamamışlardır. Kim bilir belki de bir gün mahalle bekçileri yeniden mahallerine ansızın döner de, sokaklarımızdan gelip geçen ve pek aşina görülen satıcıların makamdan makama geçen nidaları tekrar çınlatıveririr ortalığı: “Bal akıyor bal!”, “Ussskımrııııı….”, Yanıyooooo! Yanıyoooo!” Bu mütevazı dilekten sonra bir de 70’li yılların sonunda çocukluk günlerinin seyyar satıcılarını bizlere keyifli bir sohbet havasında aktaran bir yazarımıza kulak vererek bu yazıya son vermek bahtiyarlığına erelim: (2) Muhallebiciden ciğerciye, fare kapancısından lağamcıya, pek çok esnaf malını yanında gezdirerek kapıdan kapıya satış yapardı. Sabahtan gece yarılarına kadar kaldırımları arşınlayan bu satıcı ordusunun arasında en renklileri keten helvacıları, turşucular ve bohçacılardı. (…) Gece sobanın ağzını kapatıp, tam yatmaya hazırlanırken dışarıdan bir ses yükselirdi… Şiirli ve müzikli: - “Ustaaaaaa yapar… Çırak sataaar… Satamazsa dayaaaak atar… Geeeeevrecik!..” Mısırbuğdaycı… Sıcak sıcak… Kız koş, kalaylı tepsiye yüz dirhem koydur… İki de mâni söylesin. (Ketenhelva gibi, Chikago sergisinde mısırı ilk patlatan Türk Ubeydullah Efendi! Mısırbuğday gibi, ketenhelvası başta Amerika olmak üzere dünyada inanılmaz bir ilgi görüyor… Y.Ç.)
hard-working, selfless, elegant and skilled Ottoman artisans were portrayed as several poorly clad street peddlers whose “art” involved nothing more than treading streets and shouting. We wouldn’t expect to see these peddlers - made famous by Sebah&Joaillier - rising to prominence as “Ottoman artisans”; the hasty, indifferent and materialistic publishing houses that have catered to the tainting of the real image of Ottoman artisanship probably thought that it was possible to explain and justify their distortion of this image by saying, “In the Ottoman State, the word ‘artisan’ used to cover a wide range of working people from artists to handicraftsmen. Everyone that produced, served, earned a living through manual labor and sold would be included in the class of artisans.” This is a very open question. For centuries, Istanbul has never ceased to be a place where street peddlers have spanned every single street and craved to sell anything likely to appeal to people. The countless number of supermarkets, open bazaars or famous shopping malls still can’t seem to provide the warmth and sincerity of a boza seller whose cries used to pierce through a winter night: “The boza seller has come! Booozaaaaaaaaaa!” Maybe someday we return to those good old days with our nightwatchmen patrolling the neighborhoods and with all the long-gone peddlers returned and shouting, “Honey is flowing from my pastries! Mackerels! Bagels are burning!” After this humble supplication, let’s now begin the end of this article by sharing with you some excerpts from a friendly conversation in the end of the 1970s with a famous writer who then told us about
İSTANBUL SOKAKLARINDA ÇINLAYAN SEDA: SEYYAR SATICILAR
132 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
(…) the street peddlers of his childhood: (2) Bugün Paris şekercilerinin bile beceremediği nefis bir nuga… So many peddlers from pudding sellers to liver sellers, from mousetKozhelvası… Cevizlisi ve fındıklısı ile… Ve fındıklı kâğıt helvası… rap sellers to sewermen, would make a door-to-door sell. UndoubTV dili ile sahiden de: Nefffisssss! tedly, the most pleasant and, so to say, the most “colorful” of them in (…) speech were the halva, pickle and bundle sellers. Malını müzik ve mânilerle satan eski İstanbul satıcılarından biri de macuncu idi… Macun tepsisi başında yürürdü artist macuncu… When the night put out the fire in the stove and just when the family Çünkü yürürken iki eli de çaldığı klarnette veya zurna da olur idi. members were about to go to bed, a reverberating voice would cry Mahalleye neşe sala sala gelip, macun tepsisini başından indirirdi. outside: (…) “The master makes it and the apprentice sells it! If he can’t, he gets -“Aman vermez… Zaman vermez… Hemen gelir gelmeeeeez. beaten up by the master! So hot and crispy! Oh girl, run and get your Carppp yakalar. Aman Vermez Avni markaları bunlar…” Kim ola tray and have your mother put 100 dirhem* on the tray, and remind ki?.. Ne satıyor adam?.. Aman Vermez Avni, Peyami Safa’nın yani her to say two folk quatrains!” was the usual cry of a ketenhelva [a Server Bedii’nin meşhur romanı… Fakat ne münasebet?.. Gecekind of sesame oil halva] seller. nin bu saatinde fare kapanını kim alır… (Tabii ki *one dirhem is comparable to one cent ahşap evlerin huzursuz sakinleri, gece uykuları Scrumptious Turkish nougat which even Parisibölünmesin diye…Y. Ç.) an confectioners cannot make! With walnut or nut flavor… And nutty wafer... Truly delicious! (…) Dün olduğu gibi bugün de SeyOne of the peddlers of the past who sold his yar satıcılar, Ahmet Rasim’in - “Derya kuzuları!.. Derya kuzuları!..” eski bir zaman hikâyesinden products by singing folk quatrains with catchy Aynen yoğurtçu veya saka gibi omuzluklu bir kaçmış gibi sesleri eğip bümelodies was the macun [a gum-like candy] adam… Çağırın derya kuzusunu… Kes evladım kerek makamlar uydurmaya, seller. He would carry his big tray on his head şehrimizin sokaklarını şenleniki derya kuzusu… Adam bir tahta üstünde ve while playing his clarinet or shrill pipe. His impdirmek ve birazcık olsun hatınaralar atarak balıkları yarar, temizlerdi… raları canlandırmak için kafirovisations on his instrument would be heard yeli sözler sıralamaya devam Sonra Taksim civarlarında Sakatatçının sesi yanfrom streets away, and when he came to the ediyorlar… kılanırdı satır aralarında: street, he would take down his tray and place it - “Çerveeeeeelo!.. Çerveeeeeelo!..” on the portable tripod he brought with himself. What is he selling? Fresh fish… He is just like the yoghurt or sherbet He would immediately enliven the street with Turşucunun, Pekmezcinin ardı sıra mahallenin seller; he has two big bags hanging his presence. en kibar satıcısı görünürdü uzaktan: Seyyar Mufrom both ends of a hobo. Amidst (…) his continuous high-pitched cries, hallebici… “It shows no mercy! It gives no respite! The mohe would cut and clean the fish he Dutun, armudun, kabak çekirdeğinin, karpuzun, sold on his portable bench. ment it comes, it catches it! This is the brand of palamudun, kestanenin, salebin resmî geçidi Then would be heard the voice Merciless Avni!” What is this man selling? He is of the offal seller in Taksim: “I got sürerdi mevsimden mevsime. Dün olduğu gibi selling mousetraps! Who on earth would be fresh tripe and trotters! I got cervelbugün de Seyyar satıcılar, Ahmet Rasim’in eski interested in buying a mousetrap in the dead lo [brain in Italian] and all kinds of offal meat!” bir zaman hikâyesinden kaçmış gibi sesleri eğip of the night? Of course the residents of wooden houses - which constituted the major part of the bükerek makamlar uydurmaya, şehrimizin soresidential areas in those days - gladly would! kaklarını şenlendirmek ve birazcık olsun hatıra(…) ları canlandırmak için kafiyeli sözler sıralamaya “Ocean lambs are these, ocean lambs!” devam ediyorlar… What is he selling? Fresh fish… He is just like the yoghurt or sher-“Gadaaaaaaaa… Yif!..” bet seller; he has two big bags hanging from both ends of a hobo. -“Kuş.. lo… ku… mu… Riva… ni…” Amidst his continuous high-pitched cries, he would cut and clean -“(Ciyak ciyak) Kalaycııııııııı….” the fish he sold on his portable bench. -“Eski lastikler alayıııııım..” Then would be heard the voice of the offal seller in Taksim: “I got fresh tripe and trotters! I got cervello [brain in Italian] and all kinds -“(Bariton) Venedik sepetleri var… Çamaşıra sepeeeeeeet!” of offal meat!” -“(Yılışık yılışık) Bici bici… Muhallebici…” After the pickle and molasses sellers played their parts in the street -“(Primadonna) Biiiilluuuuuur bardaklar, hoşaf kâseleri var…” life, the most elegant and polite peddlers of all would appear in sight: -“Sıcak börek, taze börek…” the pudding seller… The procession of peddlers would unceasingly (1)–“Çarşılar”, Musahipzade Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, Beşyüzüncontinue from one season to the next, mostly in accordance with the cü Yıl İstanbul Serisi:1, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1946, sayfa: 144. products peculiar to particular seasons and climates. (2)– “Çocukluğumun O Eski Seyyar Satıcıları”, Hikmet Feridun Es, If you are willing to see a real peddler, you can still find them in some Yıllarboyu Tarih, Aralık 1979, sayı: 12, sayfa: 27. old quarters of Istanbul where they can take you decades back with the way they market their products. It’s also a good way to remem(1)– “Çarşılar”, Musahipzade Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, Beşyüzüncü Yıl İstanbul ber and cherish our memories of the old Istanbul. Serisi:1, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1946, sayfa: 144. (2)– “Çocukluğumun O Eski Seyyar Satıcıları”, Hikmet Feridun Es, Yıllarboyu Tarih, Aralık 1979, sayı: 12, sayfa: 27.
HİKMET BARUTÇUGİL’LE SÖYLEŞİ
SUYA YANSIYAN
134 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
iSTANBUL
HİKMET BARUTÇUGİL, İSTANBUL VE EBRU THE LOVE BETWEEN WATER AND ISTANBUL,
OR ISTANBUL IN MARBLING BASIN Halit Ömer Camcı* Ebrular / Paper Marblings: Hikmet Barutçugil
Hikmet Barutçugil, kaybolmaya yüz tutmuş harikulade bir sanatı geçmiş yüzyıldan alıp gelecek yüzyıla bağlayan önemli halkalardan biri. Üsküdar İhsaniye’de İstanbul’un en güzel manzarasına bakan bir yerde Ebristan isimli bir atölyesi var. Bu atölyede Ebru’yu geleceğe taşıyacak yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Barutçugil’le ebru ve İstanbul hakkında konuştuk. Keyif alarak okuyacağınız söyleşiye Usta’nın enfes ebruları eşlik edecek. Hikmet Barutçugil has become one of the most important rings in the chain, taking a discipline that began to fade today to next generations. He has an atelier called Ebristan in İhsaniye, Üsküdar, overlooking at the most beautiful Istanbul landscape. He has grown hundreds of students here, and they will carry Paper Marbling to future. We talked with Barutçugil on Paper Marbling and Istanbul. The exquisite works of the master will accompany our pleasant interview. *Yazar - Fotoğrafçı / Author-Photographer
INTERVIEW WITH HIKMET BARUTCUGIL
J RTA J O P RÖ PORTA RÖ ORTAJ RÖP ORTAJ RÖP ORTAJ RÖP
135 MAY JUNE JULY 2009
Hikmet Bey’in Ebru serüveni ile başlamak istiyorum. Nasıl başladınız? Hepimizce malum tarafları var ama sizden yeniden dinlemek istiyoruz. Evet. Bazen insanlardan duyuyoruz. İşte,‘çocukluğumdan beri şu olmak istiyorum, benim idealim buydu’ şeklinde. Böyle bir şey olmadı benim hayatımda. Sanat eğitimim bile bir tesadüf sonucu oldu. Tabi tesadüf.. Onu biz diyoruz. Ama gerçekte tesadüfün olmadığına da inanıyoruz. Herşey bir programın gereği olarak hayata geçiyor. Sanat eğitimime başladığım zaman bir hoca ile tanıştık. Merhum Prof. Emin Barın’la. Kendisi hattatdı. Latin alfabesi hattatı olduğu kadar Arap alfabesinde de çok iyi bir hattatdı. Eski ustalardan feyz almış değerli bir hocamızdı. O bize eski sanatlara olan ilgisizlikten tatlı tatlı şikayet ederdi. Bu kadar birikmiş kültür mirası var, gençler hiç bu sanatlara heves etmiyor, efendim işte sanatlar başkalarının eline kalıyor, başkalarının eline geçiyor diye. Sonra onun bu tatlı tespitleri ile hat sanatı ile ilgilenmek istedim. Beni Süleymaniye Kütüphanesi’ne gönderdi; orada eski hat örneklerine doya doya bakıp gözüm doysun diye. O hatları incelerken altlarında, zeminlerinde, pervazlarında bu boyalı kağıdı, ebruları gördüm. Bana bir sihirli güzellik gibi geldi. Daha evvel pek farkına varamadığım bir güzellik. Onun üzerine o an işte ‘ebru aşkı’ düştü gönlüme. O gün bugündür bu sanatı kendi kendime öğrenmeye çalışıyorum. Tabi aradan 35 sene geçti. Bu 1973’te olan bir olay. Bugüne geldiğimizde aradan uzun yıllar geçti. O zamanki duygularımla şimdiki duygular tabi çok farklı. O zaman bu sanatlarla ilgilenen nadir kişiler vardı. Bu nadir kişiler geçmişi şükür ki korumuşlar, az daha onlar da kopuyormuş yoksa.
I’d like to start with Ebru (Paper Marbling) story in your life. How did Hikmet Barutçugil started paper marbling? There are parts we all know very well, but would like to hear once more from the first person. Sure. Sometimes we hear people talking like “I want to be this or that,” or “it was my ideal.” No such thing happened for me. Even my artistic education was mere coincidence. Of course only we call it coincidence… In fact we don’t believe in coincidences. Everything in life happens due to a program. At the beginning of my education, I met a teacher, the late Prof. Emin Barın. He was a calligrapher, and he was competent in Arabic alphabet calligraphy as well is in Latin alphabet. He was a precious teacher inspired by ancient masters. He suavely complained us about the lack of interest in traditional art disciplines, saying “we have such an accumulation of cultural heritage, youth is not interested in these arts at all, they are thus in hands of others, they become foreigners’” etc. Under the influence of these agreeable detections, I wanted to start on calligraphy. He sent me to Süleymaniye Library for that I contemplate ancient calligraphy samples as much as I want and obtain a satisfaction. Observing calligraphy works, I saw these colourful marbled papers. They seemed to me as a magic beauty which I hadn’t noticed before. That moment my passion for Ebru started. Since then, I am trying to learn this discipline on my own. Well, it was 1973 then, so it has been 35 years. A lot of time passed, and my emotions and views are much different today than they were.
HİKMET BARUTÇUGİL’LE SÖYLEŞİ
136 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Efendim, o zamanlar bu sanatla ilgilenenlerin adı gerici, bağnaz, There were only a few people working on paper marbling back yobaz gibi başlıklarla anılıyordu. Bu sanatlar daha evvel yapılmış, then. Happily those rare people preserved the past, as all conbitmiş, ölmüş, kaybolmuş, hiçbir değeri olmayan sanatlarmış gibi nection would be broken off without them. bize anlatılır, gösterilirdi. Fakat güzelliğin devri, çağı olmaz. Güzel herzaman güzeldir. Sonra, güzellikleri belli kalıplar içine sıkıştırmak Back then, the interest in Ebru was considered as an attitude da bence hatalı. Güzellik gelişir, değiştirilir değil mi? of reactionary, bigot, and puritan people. According to what Allah’a Hamd olsun, ilhamları, bu sanatın farklı boyutları ortaya çıktı. we were told, these arts were practised once upon a time in Aslında benim başladığım, heves ettiğim yıllarda bu sanat öğretilen history, then finished, died, got lost, and had no more value. The beauty is, however, timeless. The beautiful is always -sanat demek de yanlış oluyor aslında, zanaat demek daha doğru beautiful. Besides, I don’t think it is right to bir tabir- belli kalıplar içine sokulmuş çok nadir limit the beauty in a certain, determined kişiler tarafından bilinen ve icra edilen bir şeymiş mould. The beauty evolves and transforms, gibi, bir dalmış gibi geliyordu. Fakat tabi, akadedoesn’t it? mide öğrenci olmanın verdiği avantajlar oldu. Bu gördüğümüz hüsnü kaRenk bilgisi, malzeme bilgisi, estetik bilgisi bunlabul bize bunu kesin olarak Thanks to God, various dimensions of this art rın tesirleri ile hiç bir hoca bulamamak, birinden öğretiyor ki, biz dünyaya; appeared later. In my first years, to tell the öğrenememek önceleri bana bir dezavantaj gibi yöresel, kendi kültürümüzgeliyordu fakat geçen bunca zaman içinde görtruth, this art – or it should rather be called as a dük ki bu meğerse büyük bir lütufmuş, büyük bir handicraft, a more accurate expression – was den bir şeyler götürmek duavantajmış aslında. thought to be a branch taught and practised rumundayız. Allah’a Hamd Olsun, o eski ustalar nasıl yaptı diye only by very rare persons in a certain mould. ararken bu sefer daha evvel yapılmamış tarzda But of course there were some advantages The sight of Ebru, especially şeyler ortaya çıktı. Bildiğim şey su ve boya. Öd’ü for me as an academy student. That is to say, colour, material and aesthetical knowledge. bile aradan geçen kaç sene sonra farkettim. to watch its practice creates In the light of all this information, I finally noSonra anlaşıldı ki bu bir zanaat ama bu zanaat a charming influence and ticed that lack of a teacher, which seemed as içinde belli bir tasarım belli bir düşünce belli bir people narrate this experia disadvantage in the beginning, was a great yeni fikir oluşturularak farklı bir mecraence as an unforgettable grace and advantage in fact. memory. Thanks to God, during the researches about the styles of former masters, brand-new styles were born. The only things I know are water and dye. I even noticed the gall many years later. Then it was realized that Ebru was a handicraft. But this artisanship created a certain design and opinion, thus entered into another domain, art… The handicraft means to reproduce certain things again and again in the same way through simple skills. Art, however, has to include a design, a novelty, and an opinion. You have to dwell upon an artistic theme or style. If my objective is merely to imitate a certain master, it won’t be an artistic work. Your piece should have something particular to us. But conceptions about art are all very much confused nowadays. Even the fashion models claim they are artists, though this is not the case. For example, even a virtuoso is not an artist according to me. As an oud player, you may perform perfectly with your instrument. When you ask his or her profession, they say “I am an oud artist.” When you ask what he or she has done so far; they say “I played the works of Dede Efendi with my oud in a ceremony.” So, you are not an artist. You are the performer, craftsman of composer. The creator is Dede Efendi. Even composers in a certain ‘maqam’ (modal structure) are not called artist in classical
INTERVIEW WITH HIKMET BARUTCUGIL ya yani zanaatten çıkıp sanata.... Çünkü zanaat belli şeylerin basit becerilerle benzerlerini, aynısını, tekrarını yapmak anlamına geliyor. Ama sanat olması için, içinde bir tasarım olacak, bir yenilik olacak, bir düşünce olacak. Oturup kafa patlatılacak. Ahmet-Mehmet ustam böyle yaptı diye ben de öyle yaparsam onun adı sanat olmuyor. Bize özgü bir şey olacak. Hatta bu sanat işi çok karıştı. Şimdi mankenler bile sanatçıyız demeye başladılar. Öyle olmuyor. Mesela bir müzisyen bile bir sanatçı olmuyor. Çok iyi icra ettiği enstruman olsa, diyelim ki bir udi.. İşte soruyorsun ‘Naparsın?’ diye. ‘Ben ud sanatçısıyım.’‘Peki naptın?’ ‘Ben Dede Efendi’nin acemaşiran ayininde ud çaldım.’ E şimdi sen onun sanatçısı değilsin. Sen, Dede Efendi’nin icracısısın, zanaatçısısın. Onu yapan Dede Efendi. Hat’ta da öyle. Hatta, belli makamlar içinde beste yapanlar bile sanatçı olmuyor. Bu tariflere göre ‘Ben de işte bestekarım, sanatçıyım.’ Peki n’aptın? ‘Nihavend makamında bir eser besteledim.’ Yok. Nihavend diye bir kalıp var sen şimdi onun içinde çeşitleme yapmışsın. Onun dışına çıkmamışsın. Aynen yazı gibi. Yazıda; Sülüs, Nesir, Rika, Talik gibi tarzlar var. Onların kuralları var. İşte, Elif’in boyu 7 nokta boyu olacak. Vav’ın açısı bu olacak, görüntüsü bu olacak. Onun dışında yaptığın zaman o karakteri bozmuş oluyorsun. O karakter için yeni bir istif yapmak bile sanat olmuyor. Onun bir çeşitlemesi oluyor. Tevenni deniyor buna. Sen ne zamanki yeni bir yazı karakteri ortaya koyarsan daha evvel yapılmamış, yani daha evvel sülüs yoktu sonradan geldi. Hz. Peygamber (sav) zamanında Kufi’ye benzer bir yazı çeşidi vardı. Ondan daha sonra bir sürü yazı çeşidi geldi. Mesela bir makam içinde beste yaptığın zaman o da tevenni oluyor. Ama yani bir 3. Selim gibi yeni bir makam ortaya koyarsan işte gidersin sanatçıyım diye elini öptürürsün. Özet olarak, ben eski ebruyu ararken yeni ebru ortaya çıktı... Sizin ebrularınızda alışılagelen ebruların dışında, ebru üzerine resimler de görmeye başladık. Bu resimler içerisinde de İstanbul ağırlıklı çok güzel manzaralarla, (kaybettiğimiz İstanbul’u sanki sizin tablolarda yeniden bulmuşuz gibi bir durumla) karşılaştık. İstanbul’un bilinmesi Hikmet Barutçugil için ne ifade ediyor? Ayrıca İstanbul, bir ebru deseni olarak ya da ebruya bir zemin olarak ne ifade ediyor? Evet. İstanbul tabi çok mühim bir şehir. Hz. Peygamber’in müjdesine mazhar olmuş bir şe-
Turkish music. According to these descriptions, when somebody says “I am a composer, so an artist,” you ask “What did you create?” and he answers that he composed a piece in Nihavand maqam; we will not agree about his art. He has only carried out a variation in a certain mould called Nihavand. He was never out of the limits. All the same in calligraphy: there are certain styles as Thuluth, Nesir, Riq’a, and Ta’lik. Each one has distinct rules. For example, Aleph should be 7 points high. Waw should have this angle and that figure. When you are out of the norms, you violate the font. To create a new collection for a certain character is not an art either; but only a variation we call “tevenni.” A composition in a determined maqam is also a “tevenni.” If you manifest a brand-new typeface never done before, like Thuluth, which was invented later; or as the Kufic-like writing style in the age of Prophet, this we call art. Likewise, if you exhibit a new maqam as Selim III did, you then become a prestigious artist. In summary, while I was looking for the old Ebru, a new one sprang… In your recent works, we come across to pictures unusual in traditional Ebru art. In these pictures we encounter very beautiful landscapes, especially of Istanbul (and a feeling as we rediscovered the lost Istanbul). What does recognition of Istanbul mean for you? Besides, what does Istanbul mean as an Ebru figure or ground? Istanbul is no doubt a very important city. First of all, it is a city conquest of which was heralded in words of our Prophet. Moreover, world cities have some features identified with certain art disciplines. Their characters are recalled via certain arts. We all know these, we know the West, but unfortunately we are unaware of ourselves. For example Paris is the capital of painting, Rome is the capital of sculpture, Wien is the capital of classical music, and Barcelona is the capital of flamenco. All these cities are identified with arts. You see, Istanbul is the capital of Calligraphy and Ebru. We have an old saying: “Koran was revealed in Mecca, read in Cairo, and written in Istanbul.” Even today, world’s best calligraphers are from Istanbul, even though we no more use Arabic alphabet. It is because we have very healthy roots genetically. Culture is like a tree. As much healthy its
137 APRIL MAY JUNE 2009
HİKMET BARUTÇUGİL’LE SÖYLEŞİ
138 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
hir. Bu birincisi. İkinci olarak; dünya şehirlerinin bazı sanatlarla özdeşleşmiş özellikleri vardır. Sanatlarla anılan karakterleri vardır. Bu mevzularda, batıyı biliyoruz da kendimizi bilmiyoruz malesef. Mesala, resim sanatının başkenti Paris, işte heykel sanatının başkenti Roma, klasik müziğin başkenti Viyana, Flemenko’nun başkenti Barselona. Bunlar hep sanatlarla özdeşleşmiş şehirler. İşte, İstanbul’da Hat ve Ebru sanatının başkenti. Derler ya ‘Kur’an-ı Kerim Mekke’de nazil oldu, Kahire’de okundu ve İstanbul’da yazıldı.’ Bu gün bile o alfabeyi kullanmamamıza rağmen dünyanın en iyi hattatları hala İstanbul’dan çıkıyor. Çünkü genetik olarak kökümüz çok sağlam. Kültür bir ağaç gibi. Kökü ne kadar sağlam olursa bir ağacın o kadar güzel sağlıklı meyve verir, yaprakları güzel olur. Ama sen kökünü kestikten sonra ‘Aa, bu ağaç niye meyve vermiyor ki?’ diyemezsin. Onun beslenmesi lazım. Ebru da öyle. Orta Asya’dan geliyor Türk Kağıdı adıyla. 17. yy. başında Avrupa’ya gidiyor. 300 seneye yakın orda Türk Kağıdı olarak anılıyor ve merkezi de İstanbul. Böyle bir genel dünya tarihi içinde Ebru’ya baktığımız zaman İstanbul’un yine bu sanatın başkenti olduğunu görüyoruz. En büyük ustalar burda yetişti, hala da öyle.. Bugün dünyanın her yerinde ebru yapılıyor ama geçen şu 20-25 sene içinde ebruya ilgi oldukça arttı. Ki, ona ne diyelim? Ebru’nun bir rönesansı diyelim. İstanbul’daki rönesansı diyelim.. Kendi tarinde de mi rönesans? Tabi, kendi tarinde de rönesans. Onu da nazarı itabere alırsak yine İstanbul, ebru sanatının en iyi şekilde icra edildiği bir şehir olarak geliyor.
root, so it gives beautiful and healthy fruits, and bears beautiful leaves. But you can’t ask why it does not fruit if you root it out. It needs to be nourished. So does paper marbling. It originates from Central Asia under the name of Turkish Paper. It arrives in Europe in the early 17th century. Europeans call it with the same name for about 300 years, and see Istanbul as its centre. As we look at marbled paper in general world history, we see that Istanbul was always the capital of this discipline. Greatest masters have grown here, and it is the same today… Now Ebru is practised all over the world, but there is an interest impact in last 20-25 years. We can call it as “Ebru Renaissance,” Ebru Renaissance in Istanbul… Is it a renaissance also in history of Istanbul? Exactly. If we take it into account, Istanbul is a city where paper marbling is performed best. Besides, God bestowed a very fine favour to us, giving the chance to live in a district like Salacak, Scutari. This place has the most spectacular view in the world. I have been to more than 50 countries, but have never seen a panorama as beautiful as the historical peninsula. You cannot see in another place, surrounded on three sides by water, a history of thousands of years in such a view. And the sun sets behind this view, which is another
INTERVIEW WITH HIKMET BARUTCUGIL
139 MAY JUNE JULY 2009
Bir de, Cenab-ı Allah bize çok güzel bir lutufda bulundu. ÜsküdarSalacak gibi bir yerde yaşama imkanı verdi. Burası dünyanın en güzel manzarasını gören bir yer. 50’den fazla ülkeye gittim ama bu tarihi yarımada kadar güzel manzara dünyanın hiç bir yerinde yok. 3 tarafı denizlerle çevrili binlerce senelik tarihi bir anda gördüğünüz başka bir manzara yok. Gün batımı da o manzaranın arkasından oluyor. O da büyük bir nimet. Farsça’da ebruya ‘Ebri’ derler. Bulutumsu, bulut gibi. Özellikle akşam güneş batış saatlerinde bulutların o bir ebrulu görüntüsü ve İstanbul silüeti işte bu Ebristanbul projesinin çıkmasındaki ilham kaynağı oldu. Bunu da tabi ordan başladık ama daha sonra İstanbul’un diğer önemli mekanlarına, önemli abidelerine aksettirdik ve halihazırda bu proje devam ediyor. Çok da keyifli, harika işler çıkartmışsınız tebrik ederim. Hikmet Barutçugil’in ebru hayatının bundan sonraki kısmında neler göreceğiz, neler var hayal ettiğiniz, planladığınız? Şimdi, Allah’a Hamd olsun daha önce hayal etmeyi bile hayal edemeyeceğim düzeylere geldim. Ebru sanatı, yani 35 sene evvelki halimle, hadi 35 değil 20-25 sene evvelki halimle bugünkü ebrunun geldiği noktayı düşünürsek çok ciddi bir merhale katetti. Bunun için Allah’a Hamd ediyoruz her zaman. Bu açıdan da kendimi, görevini yapmış addediyorum. Bu sanatı sevdirdiğim geniş bir kitle oldu. Bu kitle gittikçe büyüyor. Sanat o kitaba (ya da Hat’ta) zemin olan kağıt boyamanın çok dışına çıktı. Zanaat sanata geldi. Yani insanlar birşeyler hayal edip üstüne resim yapıyorlar. Bunların fikirleri oluştu geçen zaman içinde ve çok iyi yerlere geldik. Yapmak istediğim tabi çok büyük projeler var. Bunlardan bir tanesi
grace. In Persian, paper marbling is called “Ebri”: it means cloudlike. Especially in hours of sunset, that Ebru-like view of clouds and the silhouette of Istanbul are breathtaking. All these inspired the “Ebristanbul” project. We started from the historical peninsula, but of course later spread it over other notable places and monuments of the city; and today the project continues. I must congratulate you for such pleasant, marvellous works. From now on, what will we see in Ebru career of Hikmet Barutçugil? What are your dreams and plans? At the moment, I’ve reached where I couldn’t ever dream of. Paper marbling has gradually developed in last 35, at least 20-25 years and now reached at a great level compared to the past. That is why we ceaselessly thank God. As for me, I think I did my part too. I introduced this art to masses. They loved it and they are expanding. Ebru is now far from being only a ground painting in a book, or under calligraphy. The craft became an art. I mean people dream something and picture it on marbled paper. In time, such ideas came into minds and the level is much higher now. Of course there are great projects I am planning. The most notable is Ebru Museum, and we continue working about it. Functions of paper marbling extend gradually. We hope that projects about this subject will make debut in near future…
HİKMET BARUTÇUGİL’LE SÖYLEŞİ
140 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
de Ebru Müzesi. Onunla ilgili çalışmalarımız devam ediyor. Ebru’nun fonksiyonları gittikçe genişliyor. Bu konularla ilgili projeler önümüzdeki dönemlerde görücüye çıkacak inşaallah.. Biz Hikmet Barutçugil’i bir İstanbul vatandaşı olarak tanıyoruz ama aslında gezgin de bir ruhu var. Her yerde sergilerinizi görüyoruz. Dünyanın her tarafında; Tunus’da, Amerika’da, İngiltere’de v.s. Dünyanın ebruya yaklaşımı nasıl? Dünyayı bu mevzuda nasıl görüyorsunuz? İnsanların ilgisinden tutun da bu bize ait olan bir sanatın bizim aynı zamanda referansımız olması hakkında ne düşünüyorsunuz? Şimdi, şu cümleyi son günlerde çok sık kullanıyorum. Türkiye, uluslararası olmak istiyor. İyi, güzel, hoş da uluslararası olmanın ilk ve temel kaidesi önce ulusal olmak. Bizim ulusal olmadan uluslararası olma şansımız yok. Artık globalleşen dünya insanı biraz sıkıntı yaratmaya başladı kültür-sanat açısından. Yani Hindistan’a gidip de blue jean ve t-shirtle dolaşan insaları görmek hiç kimseye cazip gelmiyor. Efendim, Kahire’ye gidip de McDonald’s’tan yemek yemek... Artık bunlar tuhaf gelmeye başladı. İnsanlar yerel zevklere muhtaç olduklarını anlamaya başladılar. Bu da işte geleneksel zanaatların, sanatların önemini ortaya çıkarıyor. O da son derece önemli bir hale geldi. Yalnız Türkiye’de değil; bu, dünyanın her yerinde böyle olmaya başladı. Bu açıdan biz de kendi kültür mirasımıza sahip çıkıp onu geliştirmeliyiz. Aynısını yaparsak, o da insanları bir müddet sonra sıkıyor. Her öğünde aynı yemek yemek gibi birşey oluyor.
We know Hikmet Barutçugil as an Istanbul citizen; however you have also an explorer’s spirit. Your exhibitions are seen in various venues all around the world; Tunisia, United States, England etc. are among many. How is the global approach on Ebru? What does the world feel about it? How is the interest? And what do you think of Ebru, as a mean of reference for our country? Well, there is a sentence I voice very often recently: Turkey wants to become international. In order to have an international value, however, the first rule is to be national. We have no chance of being international unless we care about our national values. Due to globalism, the world suffers certain problems regarding culture and art. For example, you visit India and see people with blue jeans and t-shirts; this is not that charming for anyone. Or you go to Cairo and eat at McDonalds’… All these began to seem bizarre. Man realized the need of local flavours. So the importance of traditional handicrafts and arts reappeared. All these became quite important again. We can say the same not only for Turkey, but for the entire world. Hence we should protect our cultural heritage and develop it. Repetition bores man. It looks like eating the same things in breakfast, lunch and dinner. Our objective should be to develop and update this heritage; and strengthen it via new vaccinations and seedlings without harming the roots. In connection with my occupation and by means of Ministries
INTERVIEW WITH HIKMET BARUTCUGIL Bunu geliştirmek, güncelleştirmek ama köklerini de bozmadan o kültür ağacına yeni aşılar, yeni fideler yaparak daha gür hale getirmek durumundayız. Mesleğim dolayısıyla gerek Kültür Bakanlığı’nın gerekse Dış İşleri Bakanlığı’nın vasıtasıyla çok sayıda uluslararası festival, sergi, seminer ve toplantılara katılma fırsatı buldum. Orda gördük ki: Türkiye’nin -bunu söylemek çok ağır geliyor ama- aşşağılık kompleksi var kültür-sanat alanında. Sanki batılıların sanatını taklit etmek, onlarmış gibi olmak, öyle gibi görünmek, çok yüceltici birşey. Bu çok büyük bir hata. Viyana’ya klasik müzik ile, New Orleans’a caz müzik ile, Amerika’ya modern bale ile gitmenin hiç bir cazibesi yok. Ne kadar iyi yaparsak yapalım onların gözünde bir taklitçiden öteye gidemiyoruz. Ve bize bi’ şekilde acıyarak bakıyorlar. ‘Ya yazık, hiç yapacak bir şeyleri kalmamış, bizim sanatımızı, bizim kültürümüzü taklit ediyorlar.’ diye düşünüyorlar. Yani düşünün, bir Japon gelmiş Karadeniz’de horon tepiyor. Adamın bir kere görüntüsü uymuyor. Düşünün, bir Finlandiyalı gelmiş sıra gecelerinde gazel okuyor. Adam o çiğ köfteyi, acılı köfteyi yememiş ki. Gırtlağı bile müsait değil onu söylemeye.. İşte biz de aynı şekilde gidip orda komik hale düşüyoruz. Bizim bu sanatlarımız o açıdan çok büyük ilgi görüyor. Hiç görmedikleri, bilmedikleri birşeyle karşılaşıyorlar. Eski ustalar, sanatlarını icra ederken hiç kimseyi yanlarına yaklaştırmamayı tercih etmişler. Biz onun tam aksini yapıyoruz. Biz paylaşmak istiyoruz. Görsünler ki yayılsın.. Yani basite indirgemek gibi algılanıyor ama işin aslı öyle değil. Onun görüntüsü özellikle Ebru sanatının uygulamasını seyretmek insanlarda büyüleyici bir etki oluşturuyor ve unutulmaz anılarla anılıyor. Her zaman anlatacak bir şeyleri oluyor. ‘Sihir gibi birşeydi.’ diyorlar. ‘Boyalar suyun üzerinde yüzdü ve hop birden kağıda çıktı.’ Bu gördüğümüz hüsnü kabul bize bunu kesin olarak öğretiyor ki, biz dünyaya; yöresel, kendi kültürümüzden bir şeyler götürmek durumundayız. Eğer götürmezsek bizi dışlayacaklar yakında. Unesco’nun kültür mirasına sahip çıkma konusunda ülkelere verdiği değerlendirme puanları var. Mesela Afganistan’da Buda heykelini yıktılar diye Afganistan, Unesco tarafından kara listeye alındı. Aynı şeylerin Türkiye’nin başına gelmesi de bence yakındır. Ama çok şükür ki ben gelecek nesillerden çok ümitliyim. Bizim de üzerimize düşen vazifeyi yaptığımıza inanıyorum. İnşaallah bundan sonra, daha bize ait, özümüze ait şeyler yaşayıp, yaşatırız. Yaşamayan, kimseye yaşatamaz çünkü.. Sizin ebrularınızda İstanbul suya yansımış. Siz, kendi yaptığınzı işi tek bir cümle ile özetleseniz ne derdiniz? Su; yaşamın, hayatın olmazsa olmaz tek maddesi. Hatta bir ayette; ‘Herşeyin sudan yaratıldığını bilmezler mi, görmezler mi’ denilmektedir. Bu sanatın sudan çıkması, bu sanatın İstanbul gibi mücevher bir şehrin suya yansıması tabi bizim için de çok onur verici güzel bir şey. Allah’a Hamd ediyoruz böyle güzel bir şeyi bize nasip ettiği için... Güzel söyleşi için teşekkür ediyoruz hocam. Ben de teşekkür ederim.
of Culture and of Foreign Affairs, I had the chance of attending numerous international festivals, exhibitions, symposiums and conferences. I observed that Turkey – it is hard to tell, though – suffers inferiority complex as far as culture and art are concerned. Turks behave as if it were a glorification to imitate the western arts, to pretend as we were the same, to look like them. That is a huge mistake. Nobody will be attracted if we try to take them classical music in Wien, jazz in New Orleans or modern ballet in United States. It doesn’t matter how good we are at these disciplines, as we remain as nothing but imitators in their eyes. And they look at us with a kind of pity. They think, “Alas, there is nothing left to do for them, so they imitate our culture.” Think of a Japanese man in Black Sea region performing “horon,” the local folk dance. First of all, his looks do not fit here. Or think of a Finnish singing our traditional odes in a sira night. He has not even eaten “raw meatball,” or those devilled meatballs. His throat is not suitable to such a singing style. That is how we make ourselves look funny and derisory in foreign countries. In this respect, our arts attract much attention, as foreigners meet something they have neither seen nor known before. Ancient masters have preferred keeping everyone distant while performing their occupation. We are doing just the opposite. We want to share. They must see, so it will spread… It is perceived as popularization; in fact this is not the case. The sight of Ebru, especially to watch its practice creates a charming influence and people narrate this experience as an unforgettable memory. Thus they have always something to tell. They say, “It was something like magic.” “The dyes floated on water surface and up!, they appeared on the paper.” This kind reception teaches us clearly that we are in position of sharing our local culture with the world. If not, we will soon be excluded. UNESCO gives points to each country regarding their protection level of cultural heritage. For example, Afghanistan is relegated to blacklist of UNESCO, as the Buddha statue was demolished. In my opinion, Turkey is not far from living the same negative events. Happily, however, I am hopeful about future generations. I also think we have done our part. From now on, I hope we live in a more genuine way, and so protect our own values. One who does not live, cannot animate anything… In your marbled paper works, Istanbul is reflected in water. What would you say if you were to summarise your efforts in one sentence? Water is the only matter without which life can’t go on. A verse of Koran says: “Don’t they know or see that everything is created of water?” This art is born out of water; Istanbul, a jewel like city is reflected in water; all these are very honorary for us. Glory to God for granting us such a beauty… Thank you for this nice interview. You are welcome, and I am also the one to thank.
141 MAY JUNE JULY 2009
Zeynep Atbaş
MEHMED SİYAH KALEM MEHMED SİYAH QALEM Topkapı Sarayı Müzesi’nde H.2153 ve H.2160 numaralı iki albümde korunan bir grup resim günümüzde Mehmed Siyah Kalem adıyla tanınmaktadır. Bu resimler özgün konuları, malzeme ve teknikleri, kendilerine özgü üsluplarıyla İslâm resim sanatı tarihi içinde farklı bir yer edinmiş ve bir çok araştırmacının ilgisini çekmiş, çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Araştırmaların ortak yönü albümlerin nerede, hangi tarihte hazırlandığı, Mehmed Siyah Kalem’e atfedilen resimlerin kimin tarafından, ne amaçla yapıldığının saptanmasına yönelik olduğu görülmektedir.
142 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
A group of pictures, kept in two albums numbered H.2153 and H.2160 in Topkapi Palace Museum, are known today under the name of Mehmed Siyah Qalem. Thanks to their authentic themes, materials, technique and style, these pictures have gained a distinct place in Islamic drawing art and have become subjects of various studies, arousing interest of several researchers. All the researches are commonly intended to find out where, when, by who and through which objective these pictures, attributed to Mehmed Siyah Kalem, were created.
*Yazar - Topkapı Sarayı / Author - Topkapi Place
143 MAY JUNE JULY 2009
Su İçen At ve İki Göçebe, Mehmed Siyah Kalem atıflı, 14. yy. Orta Asya, TSM, H. 2153, 113a Horse Drinking Water and Two Nomads, later attributed to Muhammad Siyah Qalam, Fourteenth century, Central Asia, TSM, H. 2153, 113a
MEHMED SİYAH KALEM
144 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Yolculuk Eden Dervişler, Mehmed Siyah Kalem atıflı, 14. yy. Orta Asya, TSM, H. 2153, 55a Travelling Dervishes, later attributed to Muhammad Siyah Qalam, Fourteenth century, Central Asia, TSM, H. 2153, 55a Topkapı Sarayı Müzesi’nde H.2153 ve H.2160 numaralı iki albümde korunan bir grup resim günümüzde Mehmed Siyah Kalem adıyla tanınmaktadır. Bu resimler özgün konuları, malzeme ve teknikleri, kendilerine özgü üsluplarıyla İslâm resim sanatı tarihi içinde farklı bir yer edinmiş ve bir çok araştırmacının ilgisini çekmiş, çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Araştırmaların ortak yönü albümlerin nerede, hangi tarihte hazırlandığı, Mehmed Siyah Kalem’e atfedilen resimlerin kimin tarafından, ne amaçla yapıldığının saptanmasına yönelik olduğu görülmektedir. İslâm resim sanatında el yazma resimlemeciliğinden ayrı bir tür olarak gelişmiş olan kalem-i siyahi üslubu, tekniği, yapılış amaçları ve kullanım biçimiyle özgün bir yere sahiptir. Genellikle bir metne bağlı olmayan, kağıt üzerine yapılmış bu bağımsız resimler, fırçayla yapılmış mürekkep resimleridir. Ana malzemenin siyah mürekkep olduğu kalem-i siyahi resimlerde
Bu resimler özgün konuları, malzeme ve teknikleri, kendilerine özgü üsluplarıyla İslâm resim sanatı tarihi içinde farklı bir yer edinmiş ve bir çok araştırmacının ilgisini çekmiş, çeşitli çalışmalar yapılmıştır.
A group of pictures, kept in two albums numbered H.2153 and H.2160 in Topkapi Palace Museum, are known today under the name of Mehmed Siyah Qalem. Thanks to their authentic themes, materials, technique and style, these pictures have gained a distinct place in Islamic drawing art and have become subjects of various studies, arousing interest of several researchers. All the researches are commonly intended to find out where, when, by who and through which objective these pictures, attributed to Mehmed Siyah Kalem, were created. “Kalem-i siyahi” (literally “Black Pen,” but “Black Ink” is more close to real sense) style, which has developed as a distinct discipline in Islamic art apart from manuscript illustrations, has an authentic place due to its technique, objectives and place of use. These independent pictures, drawn on paper usually unattached to any text, are drawings of ink by brushes. In “Blank Ink” pictures, it is possible to see also here and there some red, blue, green and gilt tones.
Thanks to their authentic themes, materials, technique and style, these pictures have gained a distinct place in Islamic drawing art and have become subjects of various studies, arousing interest of several researchers.
MEHMED SİYAH QALEM kimi zaman, kırmızı, mavi, yeşil ve altın yaldızın tonlarının da kullanıldığı görülür. 11.-12. yüzyıldan itibaren İran’da ve Anadolu’da bilinen kalem-i siyahi tekniği daha çok portre olarak ve tomar halinde ya da cilbent içinde korunan tek parça resim örneklerinde kullanılmıştır. Moğol istilası ile birlikte ise yeni konular ve üsluplarla gelişmiş ve dönemin egemen resim türü olmuştur. Kaynaklara göre bu dalın en eski sanatçıları 14. yüzyıldandır. Ahmed Musa ve öğrencileri Emir Devletyar ile Mevlâna Veliyullah kalem-i siyahi de başarılı sanatçılardır.1 Kaynaklarda, Ahmed Musa’nın bir diğer öğrencisi Şemseddin’in bu tarzda resim yaptığına değinilmemişse de, öğrencisi Abdülhay’la ilgili bilgilerden bu dalın ünlü sanatçılarından olduğu düşünülmektedir.2 15. yüzyılda ise Timuri Sultanı Ebu Said dönemi sanatçısı Mansur’un oğlu Şah Muzaffer’in kalem-i siyahi de usta olduğunu görüyoruz.3 Günümüze özellikle saray albümleri içerisinde ulaşan çalışmalardan, kalem-i siyahi üslubunun İslâm sanatına 14. yüzyıl başlarından itibaren girdiği ve 14. ve 15. yüzyıllarda çok önemsendiği anlaşılmaktadır. Mehmed Siyah Kalem Resimlerinin Yer Aldığı Albümler Nerede Hazırlanmıştır? Albümlerle ilgili çalışmalar 1925’lerden sonra başlamış, çeşitli araştırmacılar tarafından nerede hazırlandıkları konusunda değişik görüşler ortaya atılmıştır: H.2153 no.lu albümün İran’dan İstanbul’a getirilen sanatçılarca yapıldığı;4 içinde Fatih portrelerinin ve Avrupa kökenli gravürlerin bulunması nedeniyle H.2153 no.lu albüme Fatih Albümü adının verilmesi5 ve albümlerin Fatih’le bağlantılı olduğunun belirtilmesi;6 albümdeki Avrupa kökenli gravürlerin Fatih döneminde saraya girmekle birlikte, bu baskıların ve Fatih devrinde yapılan resimlerin daha sonraki bir düzenleme de albüme girdiği ve albümün Çaldıran zaferinden sonra saraya geldiği;7 albümde Fatih portrelerinin oluşunun eserlerin İstanbul’a Fatih döneminde getirildiğine işaret olamayacağı, Fatih’in Akkoyunlu sarayından ganimet aldığına ve sanatçıların İstanbul’a götürüldüklerine dair hiçbir kayda rastlanmadığı;8 resimlerden birinde görülen Şeyhî’nin Yakubî mahlaslı imzasından hareketle albümlerin Tebriz’de Sultan Yakup için yapıldığı;9 Yakubî mahlasının albümün Akkoyunlu Yakup Bey tarafından bir araya getirildiğini ileri sürmek için sağlam bir temel teşkil edemeyeceği;10 albümlerin Yakup Bey için yapıldığını ve saraya Çaldıran seferi ganimeti ya da Timur’un torunlarından Bediuzzaman’la gelmiş olabileceği;11 albümlerin Celairiler tarafından başlatılan, Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenleri tarafından zenginleştirilen Tebriz saray nakkaşhanesinde bulunan eserleri bir araya getirdiği.12 Mehmed Siyah Kalem Resimlerinin Üslubu ve Tarihlendirilmesi Albümdeki kimi hayvan tasvirlerinin 15. yüzyıl Timurlu-İran üslubunda olduğu diğer resimlerinde İran’dan İstanbul’a getirilen sanatçılarca yapıldığı;13 Mehmed Siyah Kalem resimlerinin sanatçının doğa görüşü nedeniyle Fatih devrine bağlanabile-
145 MAY JUNE JULY 2009
Since the 11th and 12th centuries, Black Ink style has been used rather for portraits or one-piece picture examples kept as rolls or in cardboard bindings in Iran and Anatolia. After Mongolian invasion, it evolved with new themes and styles, and became dominant picture genre of era. According to our information, oldest artists of this discipline lived in 14th century. Ahmed Musa and his disciples Emir Devletyar and Mevlâna Veliyullah were among successful Black Ink artists. Even though the references do not mention the name of another disciple of Ahmed Musa, Şemseddin, as a performer of the discipline, this latter is also considered to be among famous performers, along with his tutee Abdülhay. As for 15th century, we see Shah Muzaffer, son of Mansur, also an artist during Timurid Sultan Ebu Said’s reign, as a Black Ink master. Through the works that are still extant especially within Court albums, we discover that Black
MEHMED SİYAH KALEM
Göçebe Aile, Mehmed Siyah Kalem atıflı, 14. yy. Orta Asya, TSM, H. 2153, 23b Nomad Family, later attributed to Muhammad Siyah Qalam, Fourteenth century, Central Asia, TSM, H. 2153, 23b
146 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
ceği ve sanatçının İstanbul’da çalışmış olabileceği;14 Uygurlu sanatçıların resimlerin bazılarını Herat’ta yaptıklarını ve Fatih zamanında İstanbul’a gelirken beraberlerinde getirdiklerini ve büyük kısmını da İstanbul’da yaptıkları;15 resimlerin İstanbul’da yapıldığına işaret edecek bir delil olmadığı, bu orijinal üslubun sahibi olan sanatçı Osmanlı sarayında eser vermiş ve takdir görmüş olsaydı onu takip eden başka sanatçılarında bulunması gerektiğini, oysa hiçbir Osmanlı eserinde bu üslubun devamı olmadığını16 öne süren araştırmalar yapılmıştır. Resimlerin Orta Asya kökenli olduğu konusunda ise birçok araştırmacının hemfikir olduğu görülür: Moğol istilası ile doğu İran’lı nakkaşların Moğol hakimiyetinde ve 15. yüzyıl Tebriz Türkmenlerinin idaresinde çalışarak resimleri hazırladıkları;17 albümdeki resimlerin 14.-16. yüzyıllara ait olduğu, kimi resimlerin Maveraünnehir merkezlerinde yapıldığı; resimlerin
11.-12. yüzyıldan itibaren İran’da ve Anadolu’da bilinen kalem-i siyahi tekniği daha çok portre olarak ve tomar halinde ya da cilbent içinde korunan tek parça resim örneklerinde kullanılmıştır.
Ink style penetrated into Islamic Art as from the beginnings of 14th century, and that it is considered quite important during 14th and 15th centuries. Where were the Albums prepared? The studies about albums of Mehmed Siyah Qalem pictures started around 1925, and several opinions were argued regarding their place of elaboration. According to these: Album H.2153 was created by artists brought to Istanbul from Iran; as portraits of Mehmed the Conqueror and gravures of European origin take place in H.2153, it should be called as The Conqueror’s Album and the album has a connection with Mehmed the Conqueror; even though the gravures of European origin entered into album during the Conqueror’s reign, these editions and pictures of the Conqueror era joined the album by a later arrangement, and it was brought to palace only after Victory of Chaldiran; the existence of the Conqueror’s portraits in the album cannot be a sufficient trace in order to think they were brought to Istanbul during his reign, and there is no record found so far about neither the Conqueror’s capture of the works from Ak Koyunlu Palace, nor the conduction of artists to Istanbul; in one of the pictures, Şeyhî used a signature with pseudonym Yakubî, thus albums were elaborated in Tabriz in honour of Sultan Yakub; pseudonym Yakubî does not constitute a satisfactory basis in order to claim Yakub Bey as gleaner; the albums were elaborated in honor of Yakub Bey, and they may have come to the palace as a trophy of Chaldiran Victory or by Bediuzzaman, one of Tamerlane’s grandchildren; albums gathered together the works in Tabriz palace picture atelier founded first by Jalayirids, and then enriched by Kara Koyunlu and Ak Koyunlu Turkmens.
Style and History of Mehmed Siyah Qalem Pictures Several studies propose numerous claims: Certain animal figures in the album belong to Timurid-Persian style, while the others are drawn by artists brought from Iran to Istanbul; Mehmed Siyah Qalem pictures can be assigned to Mehmed the Conqueror’s epoch because of the nature conception of the artist, and this latter may have worked in Istanbul; Uighur artists finished some of the pictures in Herat, brought them along to Istanbul in Mehmed II era, but drew most of them in Istanbul; there is no witness to prove that the pictures were drawn in Istanbul, and had the artist, who is the master of this original style, given his works in Ottoman palace and been appreciated, there would have been some other on leave of him, however there is no continuation of this style in any Ottoman work of art .
Since the 11th and 12th centuries, Black Ink style has been used rather for portraits or one-piece picture examples kept as rolls or in cardboard bindings in Iran and Anatolia.
MEHMED SİYAH QALEM Türkistan veya Maveraünnehir’e bağlanarak 14.-15. yüzyıllara tarihlenebileceği;18 resimlerin 1425-50 civarında Türkistan’da yapıldıkları;19 resimlerin Timurlu devri 15. yüzyılın başlarında Herat veya Semerkant’da yapıldığı;20 resimlerin halk edebiyatının, belki de sözlü edebiyatın kahramanlarıyla ilişkili olabileceği ve Asya’nın doğu ve batısındaki hakim beğenileri yansıttığı;21 konuların Orta Asya steplerindeki göçebe yaşamı yansıttığı;22 resimlerin bir bölümünün Maveraünnehir ve Herat’ta 15. yüzyılda yapılmış olabileceği ve Orta Asya kökenli oldukları;23 resimlerin Timur devrinde Çin veya Doğu’daki Moğol temalarının İslâmileşmiş örnekleri olarak yapıldıkları24; resimlerin Uygur gelenekli olarak Türkistan’da yapıldıkları, çoğunun Semerkant’taki bir saray veya dergâh atölyelerinin ürünü olabileceği, 14. yüzyılın sonu ile 15. yüzyıl sonuna tarihlenebilecekleri belirtilmiştir.25 Resimlerdeki Mehmed Siyah Kalem İmzaları ve Sanatçılar Resimlerdeki “Mehmed Siyah Kalem’in işidir” anlamındaki atıflar, araştırmacıları bu sanatçının kimliğini irdelemeye yöneltmiş, ancak sanatçının kimliği konusu açıklığa kavuşturulamamış, genellikle imzaların sonradan atıldığı kabul edilmiştir: resimlerdeki imzaların bir çoğunun şüpheli olduğu26; Siyah Kalem’in Nevâi ve Hondemir’in bahsettiği Muhammed Nakkaş adlı ressam olabileceği;27 resimlerin Uygurlu sanatçılarca yapıldığı;28 albümlerdeki heyecan uyandıran vahşi karakterdeki resimlerin, çok güzel bir desen ve yaratma gücü gösteren büyük bir sanatçının eseri olduğu;29 imzaların Mehmed Siyah Kalem adlı bir sanatçının adını verdiği;30 resimlerin Türk kökenli sanatçıların eserleri olduğu;31 imzalar genellikle üstad sıfatını taşıdığından sanatçının belirli bir düzeyin üstünde olması gerektiği;32 imzalarda bir bütünlük olmadığı, kimi kötü yazılı imzaların Sultan I. Ahmed tarafından atılmış olabileceği, bunların bir kısmının kesik olmasının resimler albüme konmadan önce imzaların atıldığını gösterdiği H.2153 no.lu albümün 104 no.lu yaprağındaki talik yazılı “Meşk-i Üstad Muhammed Siyah Kalem” yazısının orijinal olduğu ve Mehmed Siyah Kalem’in üslubu olabileceği;33 imzaların farklı yazı karakteri içerdiği, atıldığı yerlerin ve kullanılan kelimelerin çeşitlilik gösterdiği, dolayısıyla imzaların sonradan atıldığı ve bazı ibarelerinde de not olduğu, bu imzaya sahip resimlerin farklı üsluplarda oluşunun imzanın birden fazla sanatçıyı temsil ettiğini gösterdiği, kesin olanın Mehmed Siyah Kalem adlı bir sanatçının varlığı ve bazı eserler verdiği, kimlikleri tespit edilememişse de, sanatçılar arasında kollektif çalışmaları işaret eden bağlar olduğu, eski kaynaklarda bu isme rastlanmadığından sanatçının/ların Herat ve Tebriz’de çalışmadıkları.34
Many researchers seem to agree about the Central Asian origin of the pictures: After the Mongolian invasion, the pictures were elaborated by East Iranian painters first under Mongolian domination, and later, in 15th century, under Turkmens of Tabriz; pictures in the album belong to a period between 14th and 16th century, some of them are created in centrums of Transoxiana; relying on Turkestan or Transoxiana, the pictures can be dated to 14th to 15th century; pictures were drawn around 1425-50 in Turkestan; or during Timurid era, in the beginning of 15th in Herat or Samarkand; they can be related with protagonists of folk-literature or oral literature, besides they reflect the prevailing trends in Eastern and Western Asia; their themes mirror the nomadic life at Central Asia steppes; a certain part of the pictures may have been drawn in Transoxiana and Herat during 15th century, and they are of Central Asian origin; the pictures are drawn as Islamized examples of Mongolian themes in China or East during Timurid epoch; the pictures were drawn in Turkestan in accordance with Uighur traditions; most of them can be products of a court or dervish convent atelier in Samarkand, and they can be dated either to ends of 14th or to beginning of 15th century. Mehmed Siyah Qalem Signatures in Pictures, and the Artist On pictures, the ascriptions “belongs to Muhammad Siyah Qalem” have led researchers to examine the identity of the artist. However, his identity has not been clarified, and finally it is widely accepted that the signatures were appended at a later time, leaning on some arguments as below: Many of the signatures on pictures are doubtful; Siyah Qalem can be the artist called Mehmed, whom Navoi and Hondemir mention; pictures are works of Uighur artists; in the album, the pictures having an exciting, wild nature are the pieces of a great artist with a wonderful figuring ability and creativity; the signatures give the name of an artist called Mehmed Siyah Qalem; pictures belong to artists of Turkish origin; as the signatures usually bear a “master” adjective, the artist must be of a certain calibre; there is not a coherence in signatures, some bad ones can be appended by Sultan Ahmed I; several of them are cut, so it means the signatures were appended before the pictures were put in the album; “Work of Master Muhammad Siyah Qalem” note in Thuluth writing in page 104 of album no. H.2153 is original and can be a characteristic of Mehmed Siyah Qalem; signatures contain different typefaces, their places and words vary, so they were appended later; there are some notes too on several inscriptions; the pictures with these signatures are in different styles, that’s why, the signatory belongs to more than one artist, the only certain thing is the presence of one called Mehmed Siyah Qalem who also gave some works of art; even though their identities are not deter-
147 MAY JUNE JULY 2009
MEHMED SİYAH KALEM Resimlerin Gruplandırılması ve Yapılış Amaçları Resimler bugüne kadar yapılmış araştırmalarda ayrı gruplar halinde incelenmiş; ancak asıl sorun bu eserlerin gruplandırılmasında ortaya çıkmış, kimi zaman tematik, kimi zamanda üsluplarına göre sınıflandırılmışlardır: insan grupları ile demonları tasvir eden resimler etnik özelliklerine göre ayrılmış35; resimlerdeki figürleri göçebeler, dervişler, şamanlar ve devler36; güncel yaşam, demonlar ve siyah kalem çevresinden resimler;37 konular, tipler, üsluplar;38 malzeme ve teknik özellikleri ile temalarına göre gruplamalar39 yapılmıştır.
148 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
mined yet, there is a connection such as collective works between artists; as the name is not seen in older sources, the artist(s) did not work in Herat or Tabriz.
Classification and Objectives of the Pictures In the studies so far, the pictures are analyzed in different groups. The real problem, however, has been their classification, and they were classified once according to themes and then regarding styles: the pictures describing communities and demons are grouped in respect of ethnical attributes; the figures are grouped as migrants, dervishes, shamans and giants, demons and pictures about Black Ink environment; also according to themes, types, styles, materials, Mehmed Siyah Kalem resimlerinin en önemli yanlarından technical attributes and themes. biri metinsiz olmalarıdır. Bu nedenle resimlerin neyi tasvir etOne of the most important peculiarities of Mehmed Siyah Qalem’s tiklerini anlamak güçtür. Bu konularla ilgili görüşler şöyledir: pictures is their lack of any text. Hence it is difficult to conceive what resimlerin sözlü metinler için yapılan rulolardan kesilerek al40 they describe. The propositions about this subject are as follows: bümlere yapıştırıldığı; Siyah Kalem isimli sanatçı ile bahşîler the pictures were cut off from rolls elaborated for verbal texts and ve bazı dervişler arasındaki ilişki nedeniyle resimlerde derviş41 only then pasted to albums; due to the relation lerin tasvir edildiği; Timur’un torunlarından between Siyah Qalem and bakshies and several Bediuzzaman’ın kalenderî olduğu, Yavuz Suldervishes, these latter are described in pictures; tan Selim’i Çaldıran zaferinden sonra Tebriz’e Tamerlane’s grandson Bediuzzaman is from Kalgirerken bir grup kalenderî ile karşıladığı, doResimlerdeki “Mehmed enderi sect, he welcomed Selim the Grim with a layısıyla tarikatla ilgili resimlerin onunla ilgili Siyah Kalem’in işidir” anlagroup of Kalenderis while the Sultan entered olabileceği, Orta Asya toplumlarında var olan mındaki atıflar, araştırmaTabriz, thus the pictures about the sect can be Şamanist inançların müslümanlıktaki izleriyle, cıları bu sanatçının kimliğini irdelemeye yöneltmiş, drawn regarding him; also the pictures are rebatınî tarikatlardaki inançlarla bağlantılı olancak sanatçının kimliği lated to shamanist influences of Central Asian dukları, Yesevilikle ilişkili olarak kalenderî derkonusu açıklığa kavuştucommunities on Islam and in esoteric sects; the vişlerinin resmedildiği ve saray atölyelerinden rulamamış, genellikle imzaların sonradan atıldığı dervishes are pictured in relation to Yasaviyya çok tarikat veya tekkelerde yapıldıkları, rulo kabul edilmiştir: order; the drawings are elaborated in tariqas resim tarzının Çin ve Uygur resim sanatında and khanqahs rather than in court ateliers; önemli yer tuttuğu, resimlerdeki Uygur etkiOn pictures, the ascriptions rolled picture styles take an important place in leri nedeniylede ruloların Türkistan’da devam “belongstoMuhammadSiyah 42 Qalem” have led researchers Chinese and Uighur picture art; due to Uighur eden Uygur geleneklerine bağlı olduğu. to examine the identity of the influences in pictures, the rolls are connected to artist. However, his identity Uighur traditions still extant in Turkestan. Araştırmalardan Çıkarılabilecek Sonuçlar has not been clarified, and fiAlbümlerin başlangıçta kimi araştırmacılarca nally it is widely accepted that the signatures were appendProbable Conclusions of Researches Fatih devri ile ilişkilendirilmesi görüşü, daha ed at a later time, leaning on The opinion, which at first associated the albums sonra yapılan çalışmalarda sağlam belgelerle some arguments as below: with Mehmed the Conqueror’s era, has been exçürütülmüştür. Bu konu da bugün geçerli olan actly confuted by subsequent studies. According görüş albümlerin Akkoyunlu Sultanı Yakup to prevailing view of our day, the albums were Bey için Tebriz’de derlendiği ve Yavuz Sultan compiled in Tabriz in honour of Ak Koyunlu Sultan Yakub Bey, and Selim’in Çaldıran zaferi sonrasında İstanbul’a geldiğidir. Çoğunwere brought to Istanbul after Chaldiran Victory of Selim I. “Work da gelişigüzel ve sonradan yazıldığı açıkça belli olan “Kar-ı Üsof Master Muhammad Siyah Qalem” inscriptions, most of which tad Muhammed Siyah Kalem” ibareleri, bu resimlerin Mehmed are written casually and subsequently without a doubt, led to atSiyah Kalem’e atfedilmesine ya da onun adıyla ünlenmesine tribution of the pictures to Mehmed Siyah Qalem, or at least made yol açmıştır. İmzaların orijinal olmayışı, sonradan atılmış olması them famous with this name. The signatures are not original, thus sanatçının lakabı olarak kullanılan siyah kalem nitelemesinin Siyah Qalem adjective has become important as the pseudonym önem kazanmasına neden olmuştur. Bu resimler kalem-i siyahi of artist. Despite their Black Ink style, these pictures are far from beüslubunda yapılmış olmakla birlikte, bu üslubun tipik özelliklerini yansıtmazlar. Taslağın özensiz çizildiği, renklendirme ve biing stereotypes of the discipline. Outline drawing is imprecise, and çimlendirmelerin kalın bir fırça ile yapıldığı görülür. Bu nedenle both colorization and figuration are carried out by thick brushes. Mehmed Siyah Kalem’e atfedilen resimler bilinen kalem-i siyahi Hence, the pictures assigned to Mehmed Siyah Kalem should be örneklerinden ayrı bir yere konulmalıdır. Ancak araştırmaların distinguished from usual Black Ink samples. The only exact result da sonucunda kesin olan Mehmed Siyah Kalem adlı bir sanatof researches is that an artist called Mehmed Siyah Qalem really
MEHMED SİYAH QALEM Kamp Yeri, Mehmed Siyah Kalem atıflı, 14. yy. Orta Asya, TSM, H. 2153, 8b Campsite, later attributed to Muhammad Siyah Qalam, Fourteenth century, Central Asia, TSM, H. 2153, 8b
149
çının varlığı, bu türde eserler verdiği ve kimi resimlere de onun üslubunda olduğuna dair notlar düşüldüğüdür. Resimlerin tarihlendirilmesi ve üslubu konusunda daha çok kabul gören görüşler 15. yüzyıl Semerkant veya Herat ile Türkmen Tebriz sarayları ve Türk kökenli sanatçılarca yapıldıklarıdır. Resimlerin malzeme ve teknik özellikleri incelendiğinde ahersiz kağıtların menşeinin Çin’in batısı ve Doğu Türkistan olduğu anlaşılmıştır. Onarım görmüş bir örnekteki kağıtta incelenmiş; bunun da Çin kağıdı olduğu ve bir Çin bitkisinin gövde liflerinden yapıldığı anlaşılmıştır. Kağıdın Orta Asya kökenli olması, resimlerin o bölgede yapıldığını göstermemekle birlikte bu tür resim geleneğinin kökeni hakkında fikir verir. Kullanılan mürekkep ve boya sınırlıdır, metal objelerde gümüş ve altın yaldız kullanılmıştır. Sanatçının fırçası kıvrak ama kalındır. Resimlerde zemin belirtilmemiş, mekan duygusu verilmemiş, konuyla ilgili olarak doğa elemanları kullanılmıştır. Figürlerin bastıkları oturdukları yer belirtilmemiştir, ancak güçlü vücut betimlemeleriyle, mekan belirsizliği yok edilmiş, abartılı vücut ve giysi çizimleriyle figürlere hacim kazandırılmıştır. Resimlerdeki en dikkat çeken unsurlardan biri yüzlerdeki ifadeciliktir. Daha çok erişkin ve yaşlı erkekler resmedilmiştir. Giysilerde genel olarak Maveraünnehir ve Orta Asya’daki çeşitli kültürlerin etkisi görülür. Yuvarlak yüzlü, basık burunlu, kıllı ve kalın kaşlı, büyük ağızlı, güneşten kavrulmuş derili ve genellikle koyu renk gözlü figürler Çinlilerin Uygur tanımına uymaktadır. Ayrıca resimlerde Hintli veya Kuzey Afrikalı olduğu düşünülen siyahi fi-
existed, gave works of art in this discipline and that there are notes in numerous works, hinting they belong to him. According to more commonly accepted views on dates and styles of the pictures, they were drawn by artists of Turkish origin in 15th century, in Samarkand or Herat. After the examination of materials and techniques in use, it is clarified that the papers without “ahar” (a mixture of starch and albumin applied on the paper as polish) originated from Western China and Eastern Turkestan. Another paper from a mended sample is also examined; and consequently, we can say that this one too is a Chinese paper and made of fibres of a Chinese plant’s trunk. The Central Asian origin of paper does not necessarily mean that pictures belong to that region; nevertheless, it gives an idea about the origin of the mentioned drawing tradition. The ink and paint in use are limited; silvering and gilding is applied on metal objects. The brush of artist is brisk but thick. The time is not determined; no sense of place is given; only the natural elements are used, however, about the theme. It is not determined where the figures step or sit on, the ambiguity of space is tried to overcome via precise body descriptions, and figures are given volume through exaggerated body and clothing drawings. One of the most eye-catching elements in the pictures is the effort of giving an expression on the faces. Mainly, adult and old men are pictured. Their clothes are usually under influence of various cultures in Transoxiana and Central Asia. Round faced, pug-nosed, hairy, thick browed, big mouthed, sunburnt and usually dark eyed figures are in coherence with how Chinese define the Uighur. On the other hand, the presence of black
MAY JUNE JULY 2009
MEHMED SİYAH KALEM Demonların Dansı, Mehmed Siyah Kalem atıflı, 14. yy. Orta Asya,TSM, H. 2153, 64b Dance of the Demons, later attributed to Muhammad Siyah Qalam, Fourteenth century, Central Asia,TSM, H. 2153, 64b
150 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
gürlerin de olması, Siyah Kalem resimlerindeki insanların çeşitli etnik grupların yaşadığı Orta Asya bölgesini vurgular.43 Metni olmayan ve rulo olarak hazırlanan bu resimlerin zamanla kesilerek bu albüme yapıştırıldıkları anlaşılmıştır. Resimlerin çok yıpranmış olmaları da çok kullanılmış olduklarını göstermektedir. Resimlerin sözlü halk hikayelerini yansıttığı ve gezgin halk ozanları ile öykü anlatıcıları tarafından bu resimlerin hikayelerini görselleştirmek üzere kullanıldıkları düşünülmüştür.44 Resim eşliğindeki hikaye anlatımı Hindistan kaynaklı olup buradan Orta Asya’ya geçtiği ve Uygurlarda resimler eşliğinde sunulan metinler olduğu belirlenmiştir.45 Sonuç olarak bu resimler İslâm inancından farklı olarak, çeşitli tarikat ya da dergahlarda içinde yaşatılan bir inancın veya halk hikayelerinin parçaları olmalıdır. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23.
W.M. Thackston, A Century of Princes. Sources on Timurid History and Art, Cambridge 1989, s. 345. E. Kühnel, Persische Miniaturmalerei, Berlin 1959, s. 66-67 W.M. Thackston, a.g.e., s. 361. G. Migeon, Manuel d’art Musulman, Paris 1927, 147, 152, 218. Tahsin Öz,“Türk Minyatür Kaynaklarına Bir Bakış”, İlahiyat Fakültesi Dergisi, l., İstanbul 1952, s. 32. M.Ş. İpşiroğlu-S. Eyüboğlu, Fatih Albümüne Bir Bakış, İstanbul 1954, s. 8. Julian Raby,“Mehmed ll Fatih and the Fatih Album”, lslamic Art, l, New York 1981, s. 42-49. Beyhan Karamağaralı, Muhammed Siyah Kalem’e Atfedilen Minyatürler, Ankara 1984, s. 14-15. A. Sakisian, La Miniature Persane, Paris 1927, s. 16-17. Ivan Stchoukine, “Notes sur les Peintures du Serail de Stamboul”, Journal Asiatuque, vol.226, İstanbul 1935, s. 117-40. Zeki Velidi Togan,“Topkapı Sarayı’nda Dört Cönk”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1952, s. 73-74. Basil Gray, La Peinture Persane, Geneve 1961, s. 101-104. G. Migeon, a.g.e., s. 142, 152, 218. M.Ş. İpşiroğlu-S. Eyüboğlu, a.g.e., s. 61-63. Oktay Aslanapa,“Türkische Miniaturmalerei am Hofe des Eroberers in İstanbul”, Ars Orientalis, l, 1954, pp. 77. B. Karamağaralı, a.g.e.,, s. 14-15. A. Sakisian, a.g.e., s. 16-17. Mazhar Şevket İpşiroğlu, Saray Alben, Wiesbaden 1964, s. VIII; Painting and Culture of the Mongols, London 1967, s. 69-85; Das Bild im İslam, Wien-München 1971; s. 64. Richard Ettinghausen,“Some Painting in Four lstanbul Albums”, Ars Orients, I, 1954, s.101-102. Ernst Grube,“Herat, Tebriz, lstanbul, The Developmend of a Pictoural Style”, Oriental Studies Paintings from lslamic, Oxford 1969, s.85-105. E. Diez, “Bozkır’ın Ressamları”, Milletlerarası 1.Türk Sanatları Kongresi, Ankara 19-24 Ekim 1959, Ankara 1962, s. 141-142. E. Kühnel, Persische Miniaturmalerei, Berlin 1959, s. 11. B. Gray, a.g.e., s. 101-104; A.A. Ivanov,“Some Observations on the Miniatures of Muhammed Siyah Qalem”, lslamic Art, l, New York 1981, s. 67; William Watson, “Chinese Style in the Paintings of the lstanbul Albums, lslamic
figures, which are considered as Indians or North Africans, emphasizes that Siyah Qalem pictures belong to Central Asia, the region where various ethnic groups live. These rolled pictures without text are no doubt cut and pasted in album in time. As they are well-worn, we can say that they are over used. Pictures are thought to reflect folktales and were used by minstrels and storytellers for visualization of their stories. Storytelling in company with pictures is an Indian tradition, and it diffused to Central Asia from here. The Uighur also had texts presented together with pictures. As a result, these pictures should be pieces of a faith or of folktales kept alive in various religious orders or convents, differently from Islamic faith.
24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. 38. 39. 40. 41. 42. 43. 44. 45.
Art, l, New York 1981, s. 69-76. Claus Haase,“On The Attribution of Some Paintings in H.2153 to the Time of Timur”, lslamic Art, l, New York 1981, s. 50-55. B. Karamağaralı, a.g.e., s. 73-74. I. Stchoukine, a.g.e., s. 117-40. Z.V. Togan, a.g.m., s. 80-85. O. Aslanapa, a.g.m., pp. 77. H.Edhem - G. Migeon,“Les Collctions du Vieux Serai Stambul”, Syria, lX, 1930, s. 95. Max Loehr,“The Chinese Elements in the lstanbul Miniatures”, Ars Orientalis, l, 1954, s. 88. E. Kühnel,“XV. ve XVl. Yüzyıllarda Minyatür Sanatında Türk Üslubu”, Milletlerarası l.Türk Sanatları Kongresi, Ankara 19-24 Ekim 1959, Ankara 1961, s. 277. B.W. Robinson,“Siyah Qalem”, lslamic Art, l, New York 1981, s. 62. Zeren Tanındı, “Some Problems of Two lstanbul Albums, H.2153 and H.2160”,lslamic Art, l, New York 1981, s. 38-39. B. Karamağaralı, a.g.e., s. 13-14, 68-69, 74. R. Ettinghausen, a.g.m., s.101-102. Ernst Grube,“The Problem of the lstanbul Album Paintings, lslamic Art, l, New York 1981, s. 1-16. Mazhar Şevket İpşiroğlu, Bozkır Rüzgarı, İstanbul 1985, s. 36-40. B. Karamağaralı, a.g.e., s. 68. Filiz Çağman, “Glimpes into the Fourteenth-Century Turkic World of Central Asia: The Paintings of Muhammad Siyah Qalam”, Turks A Journey of A Thousand Years 600-1600, ed. D.J. Roxburgh, London 2005, pp. 151-153. B. Karamağaralı, a.g.e., s. 74; M.Ş. İpşiroğlu, a.g.e., s. 10 Emel Esin,“The Turkish Baksî and the Painter Muhammed Siyah Kalem”, Acta Orientalis, XXXII, 1970, s. 81-119. B. Karamağaralı, a.g.e., s. 15, 69-70, 74. F. Çağman, a.g.m., s. 151-156. Metin And, “İslâm Ülkelerinde Gösterim Niteliğinde Hikaye Anlatımı”, Tarih ve Toplum, sayı:24, İstanbul 1985, s. 9-15. F. Çağman, a.g.m., s. 153.
SİYAH KALEM’İN SİYAH KELÂM’I
SİYAH
KALEM’İN KELÂM’I…
DARK
EPIPHANIES OF SIYAH KALEM…
Cahit Irmak Recrowned by Cem Yavuz
152 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Çürümüş; kemik tozları itina bilmez, kavramların ağırlığını umursamayan ateşle, suyla, rüzgarla savrulmuş sultanların kutsal/ denî çukurunda boğulmuyor modernler.
Ahdi taze alnın dipsiz/derinliksiz uzamı… Anlama büründürmeyi, tanımlamayı, sözün atlas libâsını gereksiz/geçersiz kılan hayâl âlemi… Berzahı geçerken hayret ve meraka takılmanın kendiliğindenliği… Birazdan belirecek şekiller; az sonra unutulacak sâkinler… Her şey silinip lataayyün âlem denen gölgeye hakim olsa da, biri hep uyarıyor… Bu timsâli Demon diye çağırıyor belirsizlik şekilleri; kötücül… Karanlık, kıllarla kaplı, kat kat kabuk bağlamış derinin kıvrımlarında ertelenmiş/atlatılmış nite günah okunaklı izler bırakıyor. Demon daha çok, hatırlatıyor!.. Dişler arasında biriken azar azar, çığlık çığlığa.. soruyor: “ya mâsum insanlarınki ne olacak yapışır gibi denize bakarkenki gözleri kuş gibi para sayarkenki elleri kaygı gibi tırnak arasında takma burunlar avuçlarına düşünce”
Moderns are not drowned in the sacral/abject pit of sultans decayed and whose bone ashes scattered by unrigorous aqua, wind and fire; reckless of all conceptual burdens.
Unfathomable Abyssos of the freshly covenanted forehead … Mundus Imaginalis which voids meaning and depiction; the satin apparel of remark… Primordiality of stunning maze and wonder while contemplating the Isthmus… Then will emerge the replicas; the residents will lapse into obscurity soon… Even though all withers away and the absolute non-manifestation shall have a dominion over shadows reputed as cosmos; the one perpetually warns… The hollow shapes of ambiguity ‘Demon’ call this icon; malignant… So much sins ignored leave legible traces in the folds of pitch-black, bristly, escharred hide. Rather evokes Demon!.. Which piles up piece by piece among the teeth, queries with a piercing shriek: “what’s it all with the innocent ones’ as if glued their eyes while gazing at the sea flippers whilst counting the quasibirdmoney such as angst underneath the nails what if the bogus noses fall into their palms”
*Yazar / Author
DARK EPIPHANIES OF SIYAH KALEM Belki mâsumiyet usûlsüz bir imâ.. çünkü kana karışmayan bir şarkı eşliğinde dans ederken topukları/pençeleri yere vurup dişlerimiz çarpa çarpıla gülebiliyoruz… Oysa ölüm az önce hepimizin önünde soldurdu bir trobar çiçeğini!.. Ağzı biraz kısa, biraz uzun azı boşluğunda Akheron peyda ediyor. Daha çok çağırıyor!.. Çürümüş; kemik tozları itina bilmez, kavramların ağırlığını umursamayan ateşle, suyla, rüzgarla savrulmuş sultanların kutsal/denî çukurunda boğulmuyor modernler. İlkeller çarmıhın çivilerinde anlaşamıyor; çerçevenin ölçülerinde!.. Rüzgar hiç değişmedi oysa… Su ilişgisiz, değimsiz, bütün adlandırmalardan habersiz aka dururken, ateş yakmaya devam ediyor diri gömüleni de, dört çiviye de, çarmıhı da!.. Peki gerçek ne? Bahşi Uygur’un, Heratlı Nakkaş’ın, Üstad Muhammed Siyahkalem’in, temsilin gerçeği; Demon’un uyardığı? An içinde dondurulamayan? Duyunun parçalanıp yeniden deneyimlenerek kurgulanması? Görünende görünmeyen; görünmeyende görü? “… Gerçekliğin dışında, ardında, ötesinde ondan çok daha mükemmel bambaşka âlemler vardır. Ki burası, ruhların ikametgâhıdır. Ve ruhlar için zaman, mekân yoktur. Mesafe ve süre söz konusu değildir. Ruh sonsuzdadır ve sonsuz olmayan bir zaman ve mekânın ne olduğunu bilmez. Öylesine yakın görünürler.. halbuki fiziksel olanla aralarında bir uçurum uzanır. Orada her şey sesli, şeffaf ve hareketlidir. Her şey bir başka şeyde var olabilir ve sonsuz derinliklerde sınırsızca gezinir… Ve ancak görü sayesinde, yüksek seyir yerlerinde tinsel bilgi tecrübe edilebilir…” Gözlerine eğilenler, görebilirlerse.. ürküyorlar… … Ömrü emen taşbakışlarıyla tiksinmenin gövde bulduğu kesif bir sıcaklık yayılıyor nefeslerinden.. hepsi bir uğru, hepsi ıssız bir yok oluş kuyruğu yılan biçiminde.. keskin bir çığlık bırakıyorlar düşerken parçalanmış rahimlerden.. içerde cinler ve cankırıkları kalıyor ve irin ve kahkaha sağanağı içerde… Çünkü unutuş, kör simya var döllerinde tamuya düşkün, yıkmak yıkmak için uğraşırlar inceliği, incelik şu korkulası dua, soğuracak devingen bir pıhtı olan uzuvlarını can veren can alan yatağa!.. Sevgili, hakikatli, merhametli insan yüzümüz yalağuz Demon; son ağacın kıyısındaki biricik ruh; güzelliğin arka bahçesindeki soluk soluk… … İki soru imi boynuzu varlığa kıvrılan işaret parmağıyla, sözünü tazeleyecek olana tüzeden ezeli bir misâl getiriyor: “bir şey kalmayacak yarın her şey geçince dilin almadığını taşıyan ağızlar kabarıp kabarıp söylenmemiş harfler aslında keremle göğe çekilince”
Probably the innocence is nothing but a malapropos allusion; forasmuch as we can keep on laughing by chattering the teeth, tapping the heels and the claws when we jive with a lilt never passed through the blood… Whereas the death has just faded a trobar bloom to wilt in the presence of us all!.. Somewhat angustus and groove, within the grinder hiatus of its mouth, Acheron comes out. Rather it calls!.. Moderns are not drowned in the sacral/abject pit of sultans decayed and whose bone ashes scattered by unrigorous aqua, wind and fire; reckless of all conceptual burdens. And primitives ain’t able to accord either on the cross nails or on the frame gauge!.. Yet wind had never changed at all… When aqua ceaselessly flows unbound, unaware of the euphemism; fire incinerates both the buried alive and the crucifix!.. Then what’s the truth? The truth of Bahşi Uygur, Muralist of Herat, Master Muhammed Siyahkalem and of the representation; what Demon referred to? What cannot be frozen in a moment? Fragmentation and reconstruction of sense through an experience?.. Latentvision-in-visible? “… Beyond reality, there lies a non-pareil realm in which the spirits reside. To them, there’s neither time nor space. As well distance and duration are all out of the question. The spirit is in the infinite and not acquainted with finite time and space… Seem so close.. yet an abyss extends between them and the corporeal. Therein all is sonorous, diaphonous and mobile. Everything may exist in anything else and promenades within the utmost depths of the infinite. And only through the vision, spiritual lore of the the supreme sight shall be immanented…” Shall they shudder indeed when probing into the eyes of their own… …An abysmal glow radiates out of their breaths in which the abhorrance aroused by petrified regards absorbing the existance.. all a marauder, a forlorn annihilation with an anguineous tail.. leave behind a screech while falling off the shredded uterus.. inside jinns and psyche pieces, guffaw burst and ichor inside… As there exists an oblivion, a cursed alchemy in their semens devotee of abaddon; raze, do they endeavor to raze the grace, grace quod lurid orison will soak their clotted limbs up into the Almighty bed!.. Oh beloved, faithful, merciful human face of ours; noble spirit at the edge of the last tree; Thou desolate Demon.. the waning breath in the backyard of beauty… … With two antlers of query and the forefinger wriggled into essence, it points out an epitome of poetic justice to whom refresh the covenant: “nothing will remain tomorrow when the mouths burdening what the tongue hadn’t consented swell up swell up swell up so the intrinsic letters unaspired ascend to the empyrean with mercy and all cometh to an end”
153 MAY JUNE JULY 2009
ABDULLAH KİĞILI’YLA SÖYLEŞİ
154 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
ABDULLAH
KİĞILI İLE
İş Dünyası, Kültür Hayatımız ve İstanbul Hakkında
With Abdullah Kiğılı About Business, Cultural Life And İstanbul
Ben şu ana kadar birçok ülke, başkentler gördüm.. Ama görsel olarak İstanbul kadar tatmin edicisi ile karşılaşmadım.. I have been to a lot of countries and cities, but have never seen one as visually satisfactory as Istanbul..
Kerem Değer Kiğılı Arşivi
J RTA J O P INTERVIEW WITH ABDULLAH KIGILI RÖ PORTA RÖ ORTAJ Sizin ağzınızdan Abdullah Kiğılı’yı tanıyabilir miyiz? Could you please tell us Abdullah Kiğılı? RÖP ORTAJ 1961 senesinde, lise son sınıf öğrencisi iken babamın In 1961, as a senior year student in high school, I began work-RÖP TAJ R O Sultanhamam’daki kumaş dükkanında çalışmaya başlamışing in linen drapery of my father… RÖP tım.. O zamandan bugüne, tam 48 yıldır değişmeyen ve taviz vermediğim değerlerim olmuştur.. Örneğin; ticari hayatımda sadece bildiğim işi yapmışımdır.. Macera aramamışımdır.. Bir insan başarılı olmak istiyorsa, mutlaka bildiği işi yapmalıdır.. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen, halen aktif olarak çalıştığım markamda ilk günkü kadar işime heyecan duyuyorum.. Belirli prensiplerim vardır.. Bu prensiplerin dışına ben çıkmam, çıkılmasına da müsaade etmem.. Elbette başarı için çok çalışmak gerekli.. Ama zamanımın tamamını da sürekli çalışarak geçirmiyorum.. Bir şirketi yönetebilmek için önce bireysel zaman yönetiminizi iyi yapabiliyor olmanız gerek.. Ben sabahın erken saatlerinde işime başlarım.. Genellikle öğlen saatlerine kadar tamamlar ve sonrasında sosyal hayatıma devam ederim.. Etrafımdaki insanlar, gerek iş hayatımdaki gerek özel hayatımdaki dostlarım, benim kendilerine hep pozitif enerji verdiklerimi dile getirirler.. Genellikle sabırlı bir insanımdır.. Hayat felsefem doğruluk üzerine kuruludur.. Manevi olarak haz aldığım inançlarım, değerlerim var.. Şu an Kiğılı Giyim Tic.AŞ.’de 1500’e yakın insan çalışmakta.. Beni mutlu eden şey, para kazanmaktan ziyade, ülke ekonomisine katkı sağladığım bu istihdamı daha da çoğaltabilmek.. Ülkemizin köklü ve ünlü markalarından biri olan Kiğılı Giyim’in kuruluş serüvenini, geldiği noktayı ve hedeflerini okuyucularımızla paylaşabilir misiniz? Kiğılı'nın hikayesi, 1938'de ilk olarak Malatya'da başlamıştır.. Rahmetli babam, Süleyman Kiğılı tarafından kurulan bu ilk Kiğılı kumaş mağazası, 1952 senesinde İstanbul Sultanhamam'a taşınarak ticari faaliyetini sürdürmeye devam etmiştir.. 1965 senesinde, Türkiye'de hazır giyim diye bir sektör yokken, KİĞILI olarak ilk kez gömlek imalatına başlamıştık.. Gömlek imalatını, önce pantolon sonra takım elbise ve palto takip etti... 1969 yılında, Beyoğlu İstiklal Caddesinde KİĞILI'nın şimdiki mağazası açıldı.. 1975 senesinde, KİĞILI' nın Toptan Satış Ağını kurdum ve Türkiye'nin 45 vilayetinde, 500'e yakın bayii ile çalıştım.. Bu Toptan Satış Organizasyonu 1975 ve 1994 yıllarını kapsamıştır.. 1980 senesinde İstanbul Yenibosna'da Kiğılı konfeksiyon fabrikasını kurarak, Almanya’dan teknik eğitmenler getirdim İstanbul’un kültürel anlamda birçok zenginliği bir arada barındırdığını görebiliriz. Birçok kültürü yaşatan, bu farklı kültürlerin güzelliğini de, zorluğunu da sahiplenmiş bir şehir.. Ben şu ana kadar bir çok ülke, başkentler gördüm..
Since then, I have acquired some values which have remained all the same for 48 years without any concession… For example, throughout my business life, I have only been in businesses I know best… I have never looked for an adventure… If you aim to succeed in anything, you should carry on the business you know best; that is a must… During active work in my own brand, despite all the time passed, I still feel an excitement as if it were my first day. I have certain principles. Neither I leave them, nor allow anyone to violate against these principles. Hard work is no doubt necessary for success. However I don’t spend all my time at work. In order to manage a company, you should first and foremost manage your individual time well enough. I start working early in the morning, often complete my work until noon and then return back to my public life. The people around me, my friends both in business and private life, always voice that I give them a positive energy. Generally, I am a patient person. My philosophy of life is based on honesty. I have certain faith and values, and they give me the moral pleasure… At present, around 1500 people are working for Kiğılı Giyim Tic. A.Ş. My happiness is not based on earning more and more, but on this employment, through which we contribute to national economy. Kiğılı Giyim is one of the long-established and most famous brands in Turkey. Could you please share with us the foundation story, present position and future objectives? The story of Kiğılı dates back to 1938, in Malatya. This first Kiğılı draper, which was founded by my late father, was moved to Sultanhamam, Istanbul in 1952, in order to sustain its commercial activities. In 1965, when there was no confection sector in Turkey yet, we manufactured our first shirts under KİĞILI brand. Then followed the manufacture of trousers, suits, and overcoats… In 1969, the present KİĞILI store was established on İstiklal Avenue. In 1975, I founded the KİĞILI Wholesale Network and worked with around 500 dealers from 45 cities of Turkey. This Wholesale Organisation continued between 1974 and 1975. In 1980, after founding Kiğılı confection factory in Yenibosna, Istanbul, we assigned some technical instructors from Germany and brought them here. In one year’s time, we had all the system built. We see Istanbul housing much cultural richness together. Istanbul is a city hosting many cultures, and it appropriates both advantages and disadvantages of these differences.
155 MAY JUNE JULY 2009
ABDULLAH KİĞILI’YLA SÖYLEŞİ In 1982-83, thanks to export promotion by then Prime Minister Turgut Özal, we executed contract manufacturing for leading brands of the world during 10 years, from 1984 up to 1994. Since then, thanks to serious investments in Anatolia, we render service via 145 stores in Turkey. One of our objectives is to increase the store number in Turkic Republics and East Block countries. We possess shops in Georgia, Azerbaijan and Turkmenistan for the moment, and will soon set up another in Cairo. Are there any attempts or activities of your companies regarding culture and art? We’ve had several sponsorships concerning cultural and artistic activities. Where do you see Turkey as far as culture and art are concerned? Do you think the expected level is reached? For centuries, Turkey has been a development site of cultures and civilizations. According to me, we still have a weakness regarding the exposition of our culture and values. Looking at some other examples, certain countries, whose cultural values are by no means equal to ours, are quite ahead of us concerning recognition and presentation.
156 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
ve 1 yıl gibi bir süreçte tüm sistemi kurmuştum.. 1982-83 yıllarında, Başbakan Turgut Özal'ın ihracatı teşvik etmesi ile, 1984'den 1994'e kadar, tam 10 yıl boyunca dünyanın çeşitli önemli markalarına 'fason üretim' hizmeti verdik.. O yıllardan bugünlere Anadolu ya ciddi yatırımlar yaparak, ülkemizde 145 mağaza ile hizmet vermekteyiz.. Hedeflerimiz arasında Türk-i Cumhuriyetlerinde ve doğu bloku ülkelerinde mağaza sayımızı arttırmak var.. Şu an Gürcistan, Azerbaycan ve Türkmenistan’da mağazalarımız mevcut.. Çok yakın bir zamanda Mısır’da (Kahire’de) mağaza açıyoruz.. Şirketlerinizin kültür ve sanat adına girişimleri veya faaliyetleri var mı? Kültür ve Sanat adına bazı sponsorluk faaliyetlerimiz olmuştur.. Kültür ve Sanat’da Türkiye’yi nerede görüyorsunuz, sizce istenilen seviyeye ulaşıldı mı? Türkiye tarihler boyu kültürün ve medeniyetin geliştiği yer olmuştur. Kültür ve değerlerimizin anlatımında hala zayıf olduğumuzu düşünüyorum. Örneklere baktığımızda kültürel değerleri bizden zayıf olan ülkeler bilinirlikte ve tanıtımda bizden çok daha öndeler.
You have been in charge as administrator in various sports branches. Shall we estimate sports, just like culture and art, as a mean to express ourselves better internationally? Sport is a universal phenomenon. And no doubt, it is a domain that brings notable advertisement about a country. In just the same way as cultural and artistic activities, sport is a very important phenomenon as a recognition mean and also a reminder. There is obviously a huge gap between the sensitivity of our citizens regarding Culture-Art and Sport. As a former administrator of two sport clubs in Istanbul, why do you think sports, and especially football, has such a pivotal role for us? As a sports branch, football is pivotal all over the world. In the past, ladies did not enjoy watching it that much; lately, however, there is a serious increase in their number too. A little boy meets the ball as soon as he stands up, and begins to play with it. And then due to games in streets, Astroturf matches, the games of favourite team, you suddenly realize that football has become a part of your life. In short, with all those colours, TV broadcasts and players, we can say that football is just in the centre of social life. What do you think about designation of Istanbul as European Capital of Culture 2010? We see Istanbul housing much cultural richness together. Is-
INTERVIEW WITH ABDULLAH KIGILI Takip ettiğimiz kadarıyla pek çok farklı spor branşında yöneticilik düzeyinde çalışmalarınız oldu. Spor’u, kültür-sanat gibi kendimizi dünyaya ifade etme araçlarından biri olarak görebilir miyiz? Spor evrensel bir olay.. Elbette ülkelerin çok ciddi reklamlarının da söz konusu olduğu bir alan.. Tıpkı kültürel sanatsal etkinlikler gibi bilinirlik ve hatırlatmak da çok önemli bir olgudur. Ülke insanımızın Kültür-Sanat’a olan duyarlılığı ile Spor’a olan ilgisi arasında uçurumlar olduğu ortada. İstanbul’daki iki spor klubünün yöneticiliğini yapmış biri olarak; sizce spor, hatta bunu daha da özelleştirirsek futbol, niye bukadar merkezde bizler için? Futbol bir spor dalı olarak dünya genelinde merkezde.. Eskiden Kadınlar pek zevk almazlardı izlemekten, ama son zamanlarda kadın taraftarlarda da ciddi bir artış söz konusu.. Erkek çocuğu ayaklanıp, oynamaya başladığı zaman topla tanışır.. Ve derken sokak maçları, halı saha maçları tuttuğu takımın maçları derken bir de bakmışsınız ki hayatınızın bir parçası olmuş futbol.. Kısacası; Renkleri, TV yayınları ve futbolcusu ile sosyal yaşamda tam merkezde diyebiliriz. İstanbul’un 2010 Kültür Başkenti seçilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? İstanbul’un kültürel anlamda birçok zenginliği bir arada barındırdığını görebiliriz. Birçok kültürü yaşatan, bu farklı kültürlerin güzelliğini de, zorluğunu da sahiplenmiş bir şehir.. Ben şu ana kadar bir çok ülke, başkentler gördüm.. Ama görsel olarak İstanbul kadar tatmin edicisi ile karşılaşmadım.. Dünyanın 4. büyük kilisesi sayılan Ayasofya medeniyetlerin birleştiği önemli bir mekan olarak karşımızdadır. İstanbul’un 2010 Kültür Başkenti seçilmesi hak ettiği bir ünvan… İstanbul’un 2010 yılında yaşacağı kültürel hareketlilik her sektöre artı yönde etki edecek gibi. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? İstanbul’ un Kültür başkenti olması ziyaretçi sayısını arttıracağından perakende sektöründe hareketin artacağı görüşündeyim. Önemli bir işadamı olarak içinde bulunduğumuz ekonomik kriz sizi, daha önceki yıllardan farklı olarak ne gibi önlemler almaya zorladı. Bu krizi nasıl yönetiyorsunuz?
Türkiye tarihler boyu kültürün ve medeniyetin geliştiği yer olmuştur. Kültür ve değerlerimizin anlatımında hala zayıf olduğumuzu düşünüyorum. Örneklere baktığımızda kültürel değerleri bizden zayıf olan ülkeler bilinirlikte ve tanıtımda bizden çok daha öndeler.
157 MAY JUNE JULY 2009
tanbul is a city hosting many cultures, and it appropriates both advantages and disadvantages of these differences. I have been to a lot of countries and cities, but have never seen one as visually satisfactory as Istanbul. Hagia Sophia, which is the fourth biggest church in the world, is just before our eyes as an important meeting place of civilizations. European Capital of Culture 2010 is a title Istanbul already deserved… The potential cultural dynamism in 2010 seems to have a positive effect on every sector. What is your point of view about the subject? As the visitor number will boost due to European Capital of Culture title, I think that the dynamism in retail sector will increase. You are an important businessman. What precautions the present economical crisis has imposed on you, differently For centuries, Turkey has been a development site of cultures and civilizations. According to me, we still have a weakness regarding the exposition of our culture and values. Looking at some other examples, certain countries, whose cultural values are by no means equal to ours, are quite ahead of us concerning recognition and presentation.
ABDULLAH KİĞILI’YLA SÖYLEŞİ
158 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Bildiğiniz üzere ülkemiz, adına kriz denilen bu zor zamanlara pek de yabancı sayılmaz.. Ama bu kriz öncekilere benzemiyor.. Örneğin 2001 krizini Türkiye kendi içinde yaşamıştı.. Şimdiyse bütün dünya yaşıyor.. Bütün dünya ülkeleri etkileniyor. Sadece kendi ülkemizde yaşanan bir kriz olsaydı bu durum, reçetesini söyleyebilirdik.. Çünkü 50 yıl boyunca içerideki krizi çözebilecek bağışıklığa sahibiz.. Dışarıdan ve derinden gelen bu finansal kriz reel sektörleri de vuruyor haliyle.. Biz bu zamanda, alınabilecek önlemleri almaya elbette özen gösteriyoruz..Tüm ticari hayatım boyunca borçlanarak iş yapmamaya dikkat etmişimdir.. Allah’tan ne devlete ne de bankalara borcum bulunmamakta.. Gerisi de artık işinizin teknik kısmındaki ustalığınıza ve bir burun farkı da olsa rakiplerinizin önünde olabilmenizle doğru orantılı.. Kiğılı kalitesini en az kar marjıyla müşterimize sunmak ilkesindeyiz.
from previous years? How do you manage the crisis? As you know very well, Turkey is not really unfamiliar to such difficult times. This one, however, does not resemble any other before… For example, the crisis in 2001 was only suffered in Turkey. But now it spreads all over the world. Each country is affected. Had it occurred only in our country, we could have advised a possible formula; as we became immune to national crisis during last 50 years. This both national and international financial crisis, though, affects real sector too. In such a period, we obviously pay attention to carry out necessary precautions. Throughout my business life, I have always tried to work without borrowing. Happily, I have no debt to the state or banks. The rest is all about your capability on the job and being ahead of your rivals at least by a little margin. Our principle is to present Kiğılı quality to customers with least profit margin.
Sizce, ekonomik kriz kültürel faaliyetleri ne kadar etkiledi veya etkileyecek? Kriz dönemlerinde öncelikle acil direk yaşam odaklı harcamalar ön planda değerlendirilir. Harcamaların kısıtlandığı bu zamanlarda kültürel faaliyetlere harcama yapmak çok cazip gözükmektedir, ancak bu yatırımlar ertelenebilir.
How did the economical crisis affect the cultural activities, and what are your thoughts about the upcoming days? In crisis periods, the expenses are focused on immediate, daily life based requirements. It seems quite desirable to spend on cultural activities in these times, when the expenditure is restricted. However these investments can be postponed for a while.
İstanbul’un bugününü değerlendirip, hayalinizdeki İstanbul’u bizlerle paylaşır mısınız? İstanbul’u doğal bir harika olarak tanımlayabiliriz. Kıtaların birleştiği Boğaz ve 7 tepenin birbirine olan ahengi; trafik, seskirliliği ile gölgeleniyor. Trafik sıkıntısının olmadığı, yasadışı olayların yaşanmadığı, ekonomik açıdan canlı ve güçlü, insanların mutlu ve sağlıklı yaşadığı bir kent olmasını diliyorum. Son soru; Eski bir Fenerbahçe’li yönetici ve halihazırda iyi bir Fenerbahçe’li olmanız hasebiyle bu soru size sorulması elzem sorulardan biri olacak neyazık ki... “Ne olacak bu Fener’in hali?” Her sezon gelenektir, bu sezon Fenerbahçe şampiyon olur denir. Türkiye’ de şu anda en çok Lig Şampiyonu olmuş bir takım olarak sezonu şampiyonlukla kapatmak zor görünüyor. Ancak Fenerbahçenin büyük bir takım olduğunu unutmayalım, her an sürpriz olabilir.
Could you please evaluate the present Istanbul and share with us Istanbul of your dreams? Istanbul can be defined as a natural wonder. The harmony of Bosporus, meeting place of two continents, and seven hills is overshadowed because of traffic jam and noise pollution. I dream of an Istanbul without traffic jam and illegal events; I hope it will become a city lively and powerful in terms of economy, with happy and healthy inhabitants. A final question: as you are a former club director and still a good supporter, we unfortunately have to ask you the inevitable: “How shall Fenerbahçe recover?” Every year, Fenerbahçe are traditionally declared as champions. Even though Fener is the team with most Turkish league titles, it seems unlikely for us to win it this year. However, let’s not forget that Fenerbahçe are a great team, and that any surprise is possible.
159 APRIL MAY JUNE 2009
100 YIL ÖNCEKİ ÎLK MUSİKİ CEMİYETLERİMİZ VE MISIR'A UZANAN TÜRK MUSİKİSİ
100 YIL ÖNCEKİ ÎLK MUSİKİ CEMİYETLERİMİZ VE MISIR'A UZANAN TÜRK MUSİKİSİ
FIRST TURKISH MUSICAL SOCIETIES AND MUSICIAN SOLDIERS IN EGYPT Yazı ve görsel arşiv / Words and Visual Archive: Ethem Ruhi Üngör
Geçtiğimiz yüzyılın yani 20. yüzyılın başlarında (ilk çeyreğin-
During the first quarter of 20th century, Istanbul was the cen-
de) ve biraz öncesinde Türk musikisinin her şeyi ile; beste,
tre of Turkish music regarding all aspects such as composi-
icra, çalgı yapımı gibi yönlerden en yaygın ve gelişmiş yeri
tion, performance and instrument manufacturing. Only few
İstanbuldur. Bu, 1900 ile 1925 yılları arasında olan faaliyet-
documents, however, are still extant today among all these
lerden günümüze pek az belge ulaşabilmiştir. Bunlara kısaca
between 1900 and 1925. In terms of districts, Şehzadebaşı,
baktığımızda semt olarak; Başlıca Şehzadebaşı olmak üzere,
Göksu Boğaziçi and around, Çırçır Suyu, Hünkâr Suyu, Tereyağı
Göksu Boğaziçi ve civarı, Çırçır suyu, Hünkâr suyu, Tereyağı mesiresi, Kozyatağı mesiresi, Kadıköyünde Mama mesiresi vs. gibi yerler görülür. Bunlar genellikle piyasa tavrı musiki gösterileridir. Bu yerlerde profesyonel ekipler olduğu gibi amatör grupların ve musiki 160 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
cemiyetlerinin faaliyetleri bilinmektedir. Bunlar arasında özellikle o zamanın İstanbul Musiki Cemiyetlerinin faaliyetleri toplu olarak bir yazıda ele alınmamıştır. Türk musikîsi literatüründe bu konu ilk defa ele alınmaktadır. Bunları kronolojik olarak ve elde mevcut kısa bilgilerle şöyle değerlendirebiliriz: 1 - DAR-ÜL MUSİKİ-İ 0SMAN Î (1906-1908) (Beyazıt Koska'da)
Resort, Kozyatağı Resort, and Mama Resort of Kadiköy etc. are notable about Turkish music. These were usually venues for popular music genres. In such places, along with professional bands, it is well known that amateur groups and musical societies performed several activities. The mentioned musical societies of Istanbul have never been dealt particularly in an article so far. So we can say that it is discussed for the very first time in Turkish music literature. Leaning on the little present information, we can evaluate them chronologically as follows: 1 - DAR-ÜL MUSİKİ-İ OSMANÎ (1906-1908) (In Koska, Beyazıt) Founders: Tambour Player and Composer Hacı Kira-
Kurucular: Tanburî, Bestekâr Hacı Kirami Ef. , Leon
mi Effendi, Leon Hancıyan, Kaşıyarık Hüsamettin
Hancıyan, Kaşıyarık Hüsamettin Bey, Kanuni Hacı
Bey, Kanuni (Zither Player) Hacı Arif Bey, Hafız
Arif Bey, Hafız İsmail, Hafız Aşir, Kâtip Selâhattin. Daha sonra Muallim İsmail Hakkı Bey yönetiminde.
İsmail, Hafız Aşir, Kâtip Selâhattin. Later under guidance of teacher İsmail Hakkı Bey.
1914’de kapanmış, sonradan tekrar 1910'da hendese mual-
Closed in 1914, and re-established in 1910 by geometry teach-
limi Kâzım Bey tarafından açılmıştır.
er Kâzım Bey.
2 - DAR-ÜL ELHAN (1912- .....)
2 - DAR-ÜL ELHAN (1912- .....)
(Beyazıt'da)
(In Beyazıt)
Cumhuriyet öncesi yani Osmanlı döneminin son zamanla-
It is the only still extant (!) official musical school. After being
rında kurularak çeşitli aşamalardan geçtikten sonra hâlen
established in pre-Republican era, late Ottoman Empire, Dar-
yaşayan(!) ilk ve tek resmî müzik okulu. İlk kuruluşunda Ev-
ül Elhan has passed certain phases. The school, which was
kaf Nazırı Ziya Paşa başkanlığında bir musiki encümeni ta-
at first administrated by a musical council under Minister of
rafından yönetilen okulun amacı; Türk ve Batı musikilerini,
Foundations Ziya Pasha, aimed to cultivate male and female
tarihi, nazariyat (teori) ve ameliyat (icra) yönleriyle öğreten
students to teach Turkish and western music historically, theo-
erkek ve kadın öğrenciler yetiştirmekti.
retically, and regarding performance.
Dar ül Elhan'ın İlk 10 yılında pek parlak bir eğitim ve öğretim
In first 10 years, Dar-ül Elhan could not execute a bright educa-
verildiği görülememiştir.
tion organization.
1923’de yeni bîr program ve düzenle bestekâr Musa Süreyya
In 1923, with a new program and organization, the educa-
Bey yönetiminde şu ekiple her iki branşta eğitim başlamıştır:
tion restarted in both branches under guidance of composer Musa Süreyya Bey, together with the team below: Turkish Mu-
*Müzik Tarihçisi / Historian Of Music
FIRST TURKISH MUSICAL SOCIETIES AND MUSICIAN SOLDIERS IN EGYPT Mısır'daki Seydülbeşir Türk Subayları esirler kampı - 2 Ağustos 1916 / Turkish officers at prison camp in Sa’idi Bashir, Egypt – 2nd August 1916
161 MAY JUNE JULY 2009
Türk Musikisi: Rauf Yekta Bey, Ahmet Irsoy, İsmail Hakkı
sic: Rauf Yekta Bey, Ahmet Irsoy, İsmail Hakkı Bey, Mesut Cemil,
Bey, Mesut Cemil, Feize Engin, Reşat Erer, Dürrü Turan, Se-
Feize Engin, Reşat Erer, Dürrü Turan, Sedat Öztoprak.
dat Öztoprak.
Western Music: Cemal Reşit Rey, Zeki Üngör, Edgar Manas, Veli Kanık, Mesut Cemil, Ekrem Besim Tektaş, Seyfettin Asal.
Batı Musikisi: Cemal Reşit Rey, Zeki Üngör, Edgar Manas,
In this era, Dar-ül EIhan started publication of musical works
Veli Kanık, Mesut Cemil, Ekrem Besim Tektaş, Seyfettin Asal.
along with education, and published precious notes of Turkish
Dar ül EIhan bu yönetimde eğitim ve öğretimle birlikte mu-
Classical Music, as well as the periodical called "Dar-ül Elhan
siki yayınlarına da başlamış olup "Dar ül Elhan Mecmuası"
Mecmuası." These editions are completely based on mnemonic
dışında çok değerli klâsik Türk musikisi notaları da yayınlanmıştır. Bu yayınlarda tamamen Zekâi Dedezade Hafız Ahmet Îrsoy'un hafıza zenginliği ve kudretinden yararlanılmıştır. Bu sebepten Hafız Ahmet Efendi'nin Türk musikisine hizmeti, onu heykeli dikilecek adam mertebesine yükseltmiş ise de bugün bu durum hâlâ takdir edilememiştir. Fakat maalesef 1927’de Türk musikisi bölümü kapatılma talihsizliğine uğramıştır. Ve Dar ül Elhan sadece batı musikisi eğitimine bırakılmış ve Maarif Nezaretinden İstanbul Belediyesine devredilerek adı da "İstanbul Belediye Konservatuarı" na çevrilmiştir. Ancak H. Sadettin Arel'in İstanbul Belediyesi Konservatuarı yönetimine getirilmesi ile hem Türk musikisi bölümü hem de Batı Musikisi bölümü bir düzen içinde eğitime başlayabilmiştir.1 Batı musikisinde İstanbul Şehir Orkestrası ile Şef Cemal Reşit Rey, Türk musikisinde de Konservatuar İcra Heyeti olarak
richness and puissance of Zekâi Dedezade Hafız Ahmet Îrsoy. That is why; the wisdom of Hafız Ahmet Effendi makes him someone to have his statue erected thanks to his contribution to Turkish music. Even today, however, he is underrated. Unfortunately, the Turkish music department had to be closed in 1927. Dar-ül Elhan continued to function only as a school of Western Music; Ministry of Education handed it over to Istanbul Municipality and its name became "Istanbul Municipal Conservatory." Departments of both Turkish and Western Music could restart education only after assignment of H. Sadettin Arel as Conservatory director.1 Concerts of Western Music by Istanbul State Orchestra and conductor Cemal Reşit Rey, and performances of Turkish music under conductors of Conservatory Performance Council such as Ali Rıza Şengel, Mesut Cemil, Refik Fersan, M.Nurettin
100 YIL ÖNCEKİ ÎLK MUSİKİ CEMİYETLERİMİZ VE MISIR'A UZANAN TÜRK MUSİKİSİ Dar üt Talim-i Musiki Heyeti / Darüt Talim Ensemble şefler: Ali Rıza Şengel, Mesut Cemil,
Selçuk, Kemal Gürses in various eras
Refik Fersan, M. Nurettin Selçuk, Ke-
were highly appreciated.
mal Gürses'lerin değişik dönemlerde-
In later times, however, during presi-
ki konserleri büyük takdir görmüştür.
dency of some previous mayors, the
Fakat daha sonraları, bir kaç beledi-
Conservatory was made over to Istan-
ye başkanı öncesi Konservatuar İs-
bul University, and today we can see it
tanbul Üniversitesine devredilmiş ve
regressing gradually in all aspects.
her geçen gün her hususta gerilediği büyük bîr acı içinde görülmektedir.
3 - DAR ÜT TÂLİM-î MUSİKİ (19121935)
3 - DAR ÜT TÂLİM-î MUSİKİ (1912-
(In Vezneciler, Direklerarası)
1935) (Vezneciler, Direklerarası) Kurucular: Bahrî Kopuz ve arkadaşları olarak neyzen ihsan, Kemani Reşat Erer, Kanunî âmâ Hazım, Hanende Arap Cemal, Tanburi Ahmet Bey, Udi Haşim Bey, Hanende Sıtkı Bey. 162 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Sonradan Santuri Zühdü Bardakoğlu, Santurî Nebile Hanım, Kanunî Ferit Alnar, Naime Sipahi, Celal Tokses, Hamîd Dikses, Zeki Çağlarman, Cevdat Çağla, Memduh İmre, Safiye Ayla. Bu cemiyette H. Sadettin Arel nazariyat ve Dr. Suphi Ezgi de meşk dersleri vermişlerdir. 4 - ANADOLU MUSİKİ CEMİYETİ (1913) (Ankara) 5 - BAR ÜL FEYZ-Î MUSİKİ (1914-1917,18)
Founders: Bahrî Kopuz and his mates Ney Player İhsan, Violinist Reşat Erer, Kanunî Blind Hazım, Singer Arap Cemal, Tambour Player Ahmet Bey, Oud Player Haşim Bey, Singer Sıtkı Bey. Later directors: Dulcimer Player Zühdü Bardakoğlu, Santurî Nebile Hanım, Ka¬nunî Ferit Alnar, Naime Sipahi, Celal Tokses, Hamîd Dikses, Zeki Çağlarman, Cevdat Çağla, Memduh İmre, Safiye Ayla. In this institution, H. Sadettin Arel and Dr. Suphi Ezgi have given theoretical and practice courses respectively. 4 - ANADOLU MUSİKİ CEMİYETİ (1913) (Ankara)
(Kadıköy, Mahfiruz Sultan Konağı) 2
5 - BAR ÜL FEYZ-Î MUSİKİ (1914-1917,18)
sonra
(Mahfiruz Sultan Mansion, Kadıköy) 2
(Kadıköy, Şamil Paşa Konağında) 3
later
Kurucular: Hanende Üsküdarlı Ethem Nuri Bey, Udi Bestekâr
(Şamil Pasha Mansion, Kadiköy) 3
Sami Bey, Lavtacı Müzikali Tahsin Bey, Sinekemani Nuri Duy-
Founders: Singer Ethem Nuri Bey of Üsküdar, Oud Player and
guer, Neyzen Cemil Bey, Kemani Naim Bey vs.
Composer Sami Bey, Lutist Müzikali Tahsin Bey, Violist Nuri
Münir Nurettin Selçuk henüz 13-14 yaşlarında iken ilk defa
Duyguer, Neyzen Cemil Bey, Violinist Naim Bey etc.
bu cemiyette musikiye başlamıştır.
Münir Nurettin Selçuk began his musical education in this so-
Kadıköyünde kurulan bu cemiyet ikinci yılında, Kadıköy'de
ciety at the age of 13-14.
ve Üsküdarda olmak üzere şöyle ikiye ayrılmıştır.
The society, which was originally founded in Kadıköy, was divided in two branches two years after establishment:
6 - TÜRK MUSİKİ OCAĞI (1917-1918) Âli Rifat Çağatay bir kısım üye ile bu cemiyette bir yıl kadar
6 - TÜRK MUSİKİ OCAĞI (1917-1918)
çalıştıktan sonra ünlü Şark Musiki Cemiyeti’ni kurmuştur.4
Âli Rifat Çağatay worked in this society with a group of mem-
7- ÜSKÜDAR DAR ÜL FEYZ-İ MUSİKİ CEMİYETİ (1918) Atâ Bey de aynı cemiyet arkadaşlarından Türkmenzade Osman Bey ve Sakallı Nuri Bey ile bu cemiyeti kurmuş5 ve Cumhuriyetten sonra Üsküdar Musiki Cemiyeti adı ile bazı aralıklarla bir kaç defa faaliyet gösterdikten sonra 1945'de yeniden Kemani Emin Ongan yönetiminde Üsküdar alç Musiki Derneği (Üsküdar Musiki Cemiyeti) adı ile faaliyete geçirilerek bir konservatuar hüviyetinde hâlen devam
bers for around one year, before founding the renowned Eastern Musical Society.4 7- ÜSKÜDAR DAR ÜL FEYZ-İ MUSİKİ CEMİYETİ (1918) Atâ Bey has founded the society5 with his mates Türkmenzade Osman Bey and Sakallı Nuri Bey. After the foundation of Turkish Republic, it has been active several times under name of Üsküdar Musical Society. Later, in 1945, the society restarted
FIRST TURKISH MUSICAL SOCIETIES AND MUSICIAN SOLDIERS IN EGYPT etmektedir.6
operating under same name and is still present as a conser-
Bu uzun faaliyeti ile bu cemiyet Türk musikisi öğretim ve
vatory.6 As it has made its mark in lots of precious services
eğitiminde en önde gelen çok değerli hizmetler vermiş
corcening Turkish music education, it is not enough in fact to
olup onu bir makale arasında değerlendirmek mümkün ola-
mention this society only shortly in such an article. (For further
maz. (Baha fazla bilgi için Bkz. : “Türk Musikisi Hizmetinde
information, see: “Türk Musikisi Hizmetinde 50 Yıl.1967”)
50 Yıl.1967” 8 - GÜLŞEN-İ MUSİKİ MEKTEBİ (1918-1927 ?) 8 - GÜLŞEN-İ MUSİKİ MEKTEBİ (1918-1927 ?) (Cerrahpaşa'da) Abdülkadir Töre tarafından 1918'de Cerrahpaşa Camii Sokak No. 8’de kurulmuştur.
7
9 - MAKRIKÖY MUSİKÎ (1919?) Leon Hancıyan tarafından Bakırköyünde kurulmuştur. 10 - EYÜP MUSİKÎ (1920?) Ali Riza Şengel ve Mustafa Sunar tarafından Eyüpsultanda kurulmuştur. 11 - TERAKKÎ-İ MUSİKİ CEMİYETİ (1922-1926) Ali Rıza Şengel tarafından kurulmuştur. Üyeleri: Neyzen İhsan Bey, Udi Fahri Kopuz, Kemani Cevdet Çağla, Kanuni Ferid Alnar, Hanendeler: Arap Cemal, Hafız Memduh, Celâl Tokses, Zeki Çağlarman. 12 - İSTANBUL MUSİKİ BİRLİĞİ (1932)
(In Cerrahpaşa) It was founded in 1918 by Abdülkadir Töre at Cerrahpaşa Camii Street No. 8.7 9 - MAKRIKÖY MUSİKÎ (1919 ?) It was founded by Leon Hancıyan in Bakırköy. 10 - EYÜP MUSİKÎ (1920 ?) It was established by Ali Riza Şengel and Mustafa Sunar in Eyüpsultan.
163
11 - TERAKKÎ-İ MUSİKİ CEMİYET 1(1922-1926)
MAY JUNE JULY 2009
It was founded by Ali Rıza Şengel. Members: Ney Player İhsan Bey, Oud Player Fahri Kopuz, Violinist Cevdet Çağla, Kanuni Ferid Alnar, Singers: Arap Cemal, Hafız Memduh, Celâl Tokses, Zeki Çağlarman.
(Beyazıt Tabanca Sokağı)
12 - İSTANBUL MUSİKİ BİRLİĞİ (1932)
Mildan Niyazi Ayomak tarafından kurulmuştur.
(Tabanca Street, Beyazıt)
Yukarıda 12 bölümde görüleceği veçhile bizde musiki cemi-
It was founded by Mildan Niyazi Ayomak.
yetçiliği Osmanlı devrinin son asrında meydana gelmiştir.
As seen in 12 sections above, our musical society organizations
Böylece 1906'dan itibaren 20. yy.'ın ilk çeyreğinde cemiyet-
have taken place in final century of Ottoman Empire. Thus,
çilik çalışmaları Türk musikisine Osmanlı devrinin geride
the studies and educations on Turkish music somehow omit-
kalan 500 yıllık zamanında yapılamayan hizmetler 20.yy.’ın
ted during 500 years of the Empire were executed during the
ilk çeyreğinde yapılmıştır. Bütün bu cemiyetlerin halen iki
first quarter of 20th century. Two of these societies continue
tanesi faaliyetlerine devam etmektedir : sonradan "İstanbul
their activities today: Dar-ül Elhan, which later became "Istan-
Belediye Konservatuarı ve İstanbul konservatuarı adını al-
bul Municipal Conservatory” or “Istanbul Conservatory;” and
mış olan "Dar ül Elhan" ve diğeri "Üsküdar Musiki Cemiye-
“Üsküdar Musical Society.”
ti". Bu cemiyet çalışmaları arasındaki toplu icra sadece yurt
Collective performances by these societies have always re-
içine münhasır kalmış olup hiç birinin yurt dışında faaliyet
mained national, and they did never get into act abroad.
gösterdiği görülmemiştir. I.Dünva savaşı sırasında Mısır Ka-
During the Suez Offensive in World War I, the officers of Otto-
nal savaşında İngilizlere esir düşen Osmanlı Kıt'asının zabi-
man troop, who were captured by the English, learnt Turkish
tanı (Türk subayları) esaret müddeti içinde kendi aralarında tam üç sene hem musiki öğrenmemişler hem de konserler vermişlerdir. Bu topluluk içinde Mülâzım (Teğmen) olarak bulanan babam Halit Üngör (1893-1948) den esaretteki musiki çalışmalarının ancak bir kısmını öğrenmiştim. Ne yazık kî o zamanlar Türk musikisi eğitimim öncesine rastladığı için yeterli ve etraflı belgileri almak gereğini düşünmekten bir haberdim. Babam bu esaret talihsizliğine uğrayıncaya kadar
music between them and even gave concerts in the course of 3 years of captivity. I could learn only a small part of these works from my late father Halit Üngor (1893-1948) 8, who was a lieutenant among the captures. Unfortunately, as I had no musical education back then, I was unaware of the necessity of gathering satisfactory and detailed information from him.I can summarize the adventure as follows: After participating
100 YIL ÖNCEKİ ÎLK MUSİKİ CEMİYETLERİMİZ VE MISIR'A UZANAN TÜRK MUSİKİSİ şöyle bir serüven yaşamıştır. Bunu özet olarak şöyle anlata-
Balkan War in 1912, he took place in Battle of Gallipoli in 1915,
bilirim. 1912’de Balkan savaşına katıldıktan sonra 1915'de
and earned a ghazi medal of honour. After this, he joined the
kıtası île birlikte Çanakkale savaşına katılarak madalyalı gazi
Suez Offensive with his troops and was captured by the Eng-
olarak oradan yine kıtası ile birlikte Süveyş Kanal harekâtına
lish. The English divided the captures in two as officers and pri-
katılmış ve İngilizlere esir düşmüştür. İngilizler esir aldıkla-
vates, and placed them into barracks in Sa’idi Bashir Desert.
rı Osmanlı kıtasını zabıtan ve erat olarak ikiye ayırmışlar ve
Thus, we see that the first ever Turkish musical society abroad
Seydibeşîr kum çölünde barakalara yerleştirmişlerdir. Böyle-
was established by Turkish soldiers in Egypt during late Otto-
ce görülüyor ki yurt dışındaki ilk Türk musikisi topluluğu Os-
man Empire era.
manlının son zamanlarında Türk askerlerince Mısır'da kurulmuştur. Yukarıda 12 bölümde görüleceği veçhile bizde musiki cemiyetçiliği Osmanlı devrinin son asrında meydana gelmiştir. Böylece 1906’dan itibaren 20. yy.’ın ilk çeyreğinde cemiyetçilik çalışmaları Türk musikisine Osmanlı devrini'n geride kalan 500 yıllık zamanında yapılamayan hizmetler 20.yy.'ın ilk çeyreğinde yapılmıştır. Bütün bu cemiyetlerin halen iki tanesi faaliyetlerine devam etmektedir: Sonradan "İstanbul Beledi164 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
ye Konservatuarı ve tstanbul konservatuarı adını almış olan "Dar ül Elhan" ve diğeri "Üsküdar Musiki Cemiyeti". Bu cemiyet çalışmaları arasındaki toplu icra sadece yurt içine münhasır kalmış olup hiç birinin yurt dışında faaliyet gösterdiği görülmemiştir. 1. Dünya savaşı sırasında Mısır Kanal savaşında İngilizlere esir düşen Osmanlı Kıt'ası’nın zabitanı (Türk subayları) esaret müddeti içinde kendi aralarında tam üç sene hem musiki öğrenmişler hem de konserler vermişlerdir. Bu toplu-
As seen in Chapter 12 above, our musical society organizations have emerged during last century of Ottoman Empire. So, thanks to these society works starting in 1906, the musical services which were neglected throughout 500 years of Ottoman Empire have been carried out during first quarter of 20th century. Only two of these societies are still extant today: “Dar-ul Elhan” which later became “Istanbul Municipal Conservatory” and “Istanbul Conservatory,” and “Üsküdar Musical Society”. The collective performances by these societies have always remained national, and none of them is seen performing abroad. Turkish officers of Ottoman troops were captured by the English during the Suez Offensive in World War I; and during 3 years of captivity, they learnt Turkish classical music between
luk içinde Mülâzım (Teğmen) olarak bulanan babam Halit
themselves and gave some concerts. My father Halit Üngör
Üngör’den(1893-1948)8 esaretteki musiki çalışmalarının
(1893-1948) 8 was in this group of captives as a lieutenant, but
ancak bir kısmını öğrenmiştim. Ne yazik ki o zamanlar Türk
I could only gather little information from him. Unfortunately,
musikisi eğitimim öncesine rastladığı için yeterli ve etraflı bel-
I was not educated yet in terms of Turkish classical music, so I
gileri almak gereğini düşünmekten bihaberdim.
was unaware of the necessity of obtaining sufficient and de-
Babam bu esaret talihsizliğine uğrayıncaya kadar şöyle bir
tailed information from such a person.
serüven yaşamıştır. Bunu özet olarak şöyle anlatabilirim.
I can summarize the life story of my father before this captiv-
1912’de Balkan savaşma katıldıktan sonra 1915’de kıtası ile
ity misfortune as follows: After participating Balkan War in
birlikte Çanakkale savaşına katılarak madalyalı gazi olarak
1912, he took place in Battle of Gallipoli in 1915, and earned a
oradan yine kıtası ile birlikte Süveyş Kanal harekâtına katılmış
ghazi medal of honour. After this, he joined the Suez Offensive
ve İngilizlere esir düşmüştür. İngilizler esir aldıkları Osmanlı
with his troops and was captured by the English. The English
kıtasını zabıtan ve erat olarak ikiye ayırmışlar ve Seydibeşir
divided the captures in two as officers and privates, and placed
kum çölünde barakalara yerleştirmişlerdir.
them into barracks in Sa’idi Bashir Desert.
Böylece görülüyor ki yurt dışındaki ilk Türk musikisi toplulu-
Thus, we see that the first ever Turkish musical society abroad
ğu Osmanlı’nın son zamanlarında Türk. askerlerince Mısır'da
was established by Turkish soldiers in Egypt during late Otto-
kurulmuştur 1. 2. 3. 4. 5.
Bu satırların yazarı da bu konservatuara 1949 yılında girerek 1955 yılında mezun olmuştur. (Not: Dünya çapındaki sopranomuz Leyla Günçer (1922-2008) de bu Konservatuardan mezundur. Kadıköy, Nazif Bey sokağı no. 17 Bu bina sonradan ilk mektep olarak kullanılmış olup halen harabe halindedir. Aynı semtte (Söğütlü çeşme) ve ahşap büyük bir konak olan bu bina tren köprüsünün kıyısında idi. Bağdat caddesine giden büyük yol yapıldığında yıkılmıştır. Geniş bilgi için Bkz.: "Musiki Mecmuası" Nis. 1968, No:233,235,237,238. Bina olarak Üsküdar, Doğancılardan önceki durakta Uezaevi karşısında ahşap büyük bir
man Empire era.
6. 7. 8.
binada kurulmuş 30 yıl kadar öncesi harabiyetten yıkılmış ve yerini beton apartmanlar almıştır. Fotoğrafı mezkû cemiyetin 50.yıl kitapçığı S.13'de. Bu satırların yazarı bu cemiyete 1945'de dahil olarak meşk etmiş ve sonradan Kanun ile konserlerinde yer almış ve 1952'de buradan ayrılarak H,S,Ârel'in kurduğu "ileri Türk Musikisi Konservatuarı" na katılmıştır. Geniş bilgi için Bkz.: "Musiki Mecmuası" Ar.l985, No, 411 Fotoğrafta No:l6, yere oturarak Mandolin çalan babam bu esaret müddeti içinde yani 22 yaşından 25 yaşına kadar 3 sene Türk musikisinde Ud ve Batı musikisi olarak da Mandolin öğrenmiştir.
FIRST TURKISH MUSICAL SOCIETIES AND MUSICIAN SOLDIERS IN EGYPT
165 APRIL MAY JUNE 2009
KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP Çağları aşan İslam Klasiği: MUKADDİME İbn Haldun / Klasik Yayınları İbn Haldun’un tarih ve topluma ilişkin çağları aşan ve çığır açıcı nitelikteki kapsamlı açıklamalarını içeren Mukaddime, erken bir dönemde Osmanlı muhitinde yankı buldu ve kitabın 18. yüzyılda Şeyhülislam Pirizade Mehmed Sahib tarafından başlanan tercümesi 19. yüzyılda Ahmed Cevdet Paşa tarafından tamamlandı. Mütercimler, bu önemli klasik eseri Arapçadan Türkçeye çevirmekle kalmamış, ek bilgi, eleştiri ve hataların düzeltilmesi gibi pek çok katkıda bulunarak, Osmanlı derinliğini ve bakış açısını yansıtan dikkate değer bir Mukaddime yorumu ortaya koymuşlardır. Yıllar süren titiz bir ekip çalışmasıyla hiçbir ilave ve sadeleştirme yapılmaksızın Klasik Yayınlarınca hazırlanan eser, İslam medeniyet birikiminin farklı zaman ve coğrafyalarda nasıl yoğrularak geliştirildiğini gösteren güzel bir örnek olarak, Osmanlıca neşrinin 150. yılında nihayet okurlarıyla buluşuyor.
Ibn Khaldun’s timeless Muqaddimah, which contains path-breaking extensive explanations concerning history and society, made a tremendous impact in Ottoman milieu in a relatively early era, and its translation in 18th century by Sheikh al-Islam Pirizade Mehmed Sahib was completed in 19th century by Ahmed Cevdet Pasha. Interpreters did not content themselves by translation of this important classical piece from Arabian to Turkish, but also displayed a notable Muqaddimah interpretation by means of several personal contributions such as additional information, comments and correction. The work is elaborated by Klasik Publishing House thanks to a scrupulous teamwork for years without any addition or simplification, and finally meets the readers in 150th anniversary of its Ottoman Turkish publication, as a valuable example about evolution and development of Islamic civilization accumulation in various ages and geographies.
UYGARLIĞI DEĞİŞTİREN 100 KEDİ SAM STALL / YKY
166
ÇANAKKALE’DE TÜRKLERLE BERABER Hans Kannengiesser
MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Timaş Yayınevi Çanakkale Savaşı’nda 9. Tümen Komutanı olarak Kirte, Kayaltepe ve Conkbayırı’nda ve Eylül 1915’ten sonra 16. Kolordu Komutanı olarak Anafartalar’da görev alan, işgale direnen Türk askerlerinin kahramanlığını sıkça anan Kannengiesser, Almanya’ya döndükten sonra hatıralarını kaleme almıştır. Çanakkale’de 7 Ağustos 1915’te, düşmanın açtığı makineli tüfek ateşiyle göğsünden vurulan Albay Hans Kannengiesser’in kitabı, Liman Von Sanders Paşa’nın önsözüyle tarih severlerle buluşuyor. Kannengiesser, who was 9th Division Commander in Kirte, Kayaltepe and Conkbayırı, and was assigned as 16th Corps Commander in Anafartalar in September 1915, has often mentioned the heroic deeds of Turkish soldiers and committed his memoirs to paper after returning to Germany. The book of Colonel Hans Kannengiesser, who was shot by an enemy machine gun on 7th August 1915 in Çanakkale, meets history lovers with the preface of General Liman Von Sanders.
Tek bir kedinin uygarlığı değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini düşünüyorsanız, koca bir canlı türünü tek başına yok eden Tibbles’ı duymamışsınız demektir. Ya da Pakistan ile ABD arasında diplomatik bir tartışmayı tetikleyen Ahmedabad adlı kedi yavrusunu. Ya da bir tutam tüyüyle bir katilin yakalanmasını sağlayan Kartopu adlı Kanada kedisini. Bunlar, “uygarlığı değiştiren 100 kedi”den yalnızca üçü. Elinizdeki kitap, bilim, tarih ve sanata ve daha birçok alana katkıda bulunan kedilere selam duruyor. Büyük edebiyat yapıtlarına esin kaynağı olanlardan tutun da, polise telefon ederek sahibinin hayatını kurtaranlara kadar, kedilerin zekâsını ve cesaretini gözler önüne seren birçok örnek var bu kitapta. Bütün bu kedicikler tarihi az çok değiştirdiler. Bunu umursamamaları, hatta yaptıklarının farkında bile olmamaları, çok daha basit bir işi becerince yaygara koparan insanlara örnek olmalı. 100 CATS WHO CHANGED CIVILIZATION Alberto Manguel / YKY Unless you believe that a single cat can afford to change the civilization, you must have never heard of Tibbles, who wiped out an entire species, neither the kitten named Ahmedabad that triggered a diplomatic dispute between Pakistan and USA, nor Canadian cat Snowball who contributed to arrest of a killer by its a handful of feather. These above are only three of “100 Cats Who Changed the Civilization.” Sam Stall hails the cats which have widely contributed to science, history, art, and to many other domains. You will find numerous examples about intelligence and courage of cats, the ones who became an inspiration for great literary works, also the pets who saved their owners calling the police. All these kitties changed history more or less. Their indifference, almost obliviousness about this fact and their achievements should set an example for human beings who clamour accomplishing something of little importance.
HAVANA’DA TÜRK TUTKUSU ERNESTO GOMEZ ABASCAL / Everest Yayınları Küba Büyükelçisi Sayın Ernesto Gómez Abascal’ın tarihi gerçeklere dayanarak kaleme aldığı Havana’da Türk Tutkusu 1898 romanı, geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları tarafından yayınlandı. Sultan II. Abdülhamit’in 1898’de bir memurunu Küba’ya, çeşitli incelemeler yapması göndermesini konu alan roman, içeriği itibariyle bir ilk. Görevlendirilen Yaver Ahmet Paşa’nın oraya gitme amacı, Küba’nın İspanya’ya karşı verdiği mücadelenin, o günlerde karmaşa halindeki bir başka ada olan Girit’teki mücadeleyle benzerliklerini saptamaktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’dan Havana’ya uzanan bu yolculuğunda Yaver Ahmet Paşa, hem birbirinden çok uzaktaki iki farklı ülkeyi izliyor, hem de aşkın ve inancın dünyanın bütün coğrafyalarında nasıl aynı şekilde yaşandığına tanıklık ediyor. Havana’da Türk Tutkusu 1898, tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış önemli ve ilginç bir olayın konu alındığı, su gibi akan bir roman… ETurkish Passion in Habana 1898 by Cuba ambassador Ernesto Gómez Abascal is based on historical facts and has been recently released by Everest Publishing House. The novel is about an officer sent to Cuba by Sultan Abdulhamid II in 1898, in order to execute several observations; thus a first in terms of its theme. The objective of Yaver Ahmet Pasha’s journey is to detect the similarities of Cuba’s struggle against Spain with the one in Crete, which was another island in confusion back then. In his journey from Istanbul to Habana, Yaver Ahmet Pasha observes two different and very distant countries, and also witnesses how love and faith are lived exactly in the same way all around the world. Turkish Passion in Habana 1898 is a fluent novel revealing an important and interesting event lost in history…
BOOK BOOK BOOK BOOK BOOK BOOKBOOK BOOK BOOK TÜRK İSLAM ESERLERİ MÜZESİ Seracettin Şahin / Kaynak Yayınları
OSMANLIDA KADIN Aslı Sancar
Kaynak Yayınları
Kitap,osmanlı kadını hakkında 19. yüzyıldan itibaren oluşmuş olumsuz görüşleri inceliyor ve değişik vesilelerle Osmanlı coğrafyasında uzun süreler yaşamış olan Lady Montague, Julia Pardoe ve Lucy Garnett gibi Batılıların yazdıklarından yola çıkarak olumsuz görüşlerin ne kadar gerçekdışı olduğunu ortaya koyuyor.Önyargılı, oryantalist bakış açısına sahip olanlar Osmanlı kadınını pasif, zayıf, sadece bir zevk aracı olarak tasvir ederken bu eserde Osmanlı kadınının oryantalist bakışın aksine aktif, güçlü ve toplumda çok önemli bir yere sahip olduğu bizzat batılı yazarların eserlerinden yapılan alıntılarla anlatılıyor.Osmanlı kadınının yaşadığı haremin kadınların rahatça yaşadığı ve misafirlerini ağırladıkları, ailece güzel saatler geçirilen bir yer olduğu gerçeğine de bu eserle dikkat çekiliyor. Aslı Sancar, Osmanlı kadınının toplum ve aile içinde çok itibarlı bir statüye sahip olmasının yanı sıra, zarafet ve estetik yönüyle kendi tabiatına ait değerleri en üst seviyede temsil ettiğinin altını çiziyor.
OTTOMAN WOMEN The book analyzes the negative opinions about women in Ottoman Empire since the 19th century; and manifests the unreality of such views, reciting the writings of several Western women like Lady Montague, Julia Pardoe and Lucy Garnett, who lived in Ottoman realm for a long time due to various reasons. While the prejudicial and orientalist views describe Ottoman women as passive and weak means of pleasure, this book reveals the active, strong character of Ottoman women, and their notable place in the society. Thus “Ottoman Women” oppose the orientalist point of view via quotations from the works of western authoresses. Besides, the research puts down another reality on paper. According to this extensive study, the Ottoman Harem was a place where they lived in peace, entertained their guests and spent time happily in a familiar sense. Along with the creditable status of Ottoman women in society and family, Aslı Sancar also underlines the fact that they represented the values of their own nature in the best possible way, in terms of elegance and aesthetics.
Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Türk ve İslam sanatı eserlerini kapsayan ilk Türk müzesidir ve aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nde açılan son müze olma özelliğini taşır. Türk ve İslam Eserleri Müzesi koleksiyonları, her şeyden önce İslam tarihinin en önemli dini yapılarından toplandığı için büyük bir çeşitlilik göstermektedir. İslam sanatının, Emevilerden Osmanlı Dönemine uzanan görkemli yapıtlarını, inanılmaz bir zenginlikte barındıran koleksiyon, ayrıca bu eserlerin vakıf kayıtları nedeniyle de eşsiz bir belge değeri taşımaktadır. Kitapta; Türk İslam Eserleri Müzesi’nin dünyada bir benzeri olmayan zengin koleksiyonunda yer alan Emevi, Abbasi, Fatımi, Büyük Selçuklu, Zengi, Eyyubi, Kuzey Afrika ve İspanya Müslüman Devletleri, Artuklu, Anadolu Selçukluları, Anadolu Beylikleri, Memluk, İlhanlı, Timurlu, Türkmen, Karakoyunlu, Akkoyunlu, Osmanlı, Safevi, Kaçar Dönemi ve Anadolu etnografyasına ait eserler kronolojik olarak incelenmiş ve dönemlerdeki önemli olaylar anlaşılır bir dille açık olarak yazılmıştır. İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde Müze Müdürü olarak görev yapan, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde çok sayıda kazı ve araştırmalarda bulunan ve bu çalışmaları kitap veya makale şeklinde yayınlanan Yazar Seracettin Şahin , 2007 yılında, Polonya Cumhurbaşkanı tarafından verilen Üstün Başarı Liyakat Madalyası ( Devlet Nişanı) ödülünü almıştır. Türk ve İslam sanatının muhteşem örnekleriyle bezenmiş kaliteli baskısıyla, göze ve gönüllere de hitap eden, özenli ve özverili bir çalışmanın ürünü, ”Türk ve İslam Eserleri Müzesi -Emevilerden Osmanlılara 13 Asırlık İhtişam- ” kültürel amaçlı yayınları desteklemeyi bir gelenek haline getiren, Kaynak Yayınlarından çıktı.
THE MUSEUM OF TURKISH AND ISLAMIC ARTS Thirteen Centuries of Glory from the Umayyads to the Ottomans Seracettin Şahin / Kaynak Yayınları
This museum was the last to be opened in the Ottoman period and it is the first Turkish Museum to include works of various Turkish and Islamic arts together. The collections in the Museum of Turkish and Islamic Arts are significant in various respects. Above all, there is great variety in the exhibits collected from religious structures important in Islamic history. From the early Islamic period to the twentieth century, there are works of different periods and areas, including from the Umayyads, the Abbasids, North Africa, Andalusia, the Fatimids, the Seljuks, the Ayyubids, the Ilhanids, the Mamluks, the Timurids, and the Safavids, as well as different Caucasian countries and princedoms, and the Ottomans. The incredibly rich collection has great documentary value thanks to the records identifying where most of the items came from. Items have been chronologically analyzed and important events of the respective periods have been narrated. The author of this album, Seracettin Şahin, is currently the director of the Museum of Turkish
MUHAFAZAKÂRLIĞIN İKİ YÜZÜ FIRAT MOLLAER / Dergah Yayınları Muhafazakârlar, kendilerini daha çok kültüreletik bir alanda tanımlasalar bile, muhafazakârlık iki yüze sahip bir ideoloji olarak tarihselleşmiştir. Tarihsel koşullara göre gizlice geçiştirilen ya da kimi zaman cüretkâr bir biçimde açığa vurulan sosyoekonomik bir yüzü daima varolmuştur. Bu yönüyle modern kapitalist uygarlıkla kategorik açıdan çelişkili olmak bir yana dursun, kapitalist dünya sisteminin bir destekçisi olagelmiştir. Bu refakat işlevi, muhafazakârlığı evrenselontolojik bir tutum ya da mizaç olarak tanımlama tercihlerini geçersiz kılacak bir tarihselliğe ve ideolojik yapılanmaya ışık tutmaktadır. Dolayısıyla, muhafazakârlığın ideolojik kökenlerini araştırmaya koyulmak, günümüzdeki makro iktidar yapılarının işleyiş mantığını ve Türkiye’deki nisbeten farklı tezahür biçimlerini de kavramak yönünde atılmış bir adım olacaktır.
and Islamic Arts. Throughout his career, Şahin has joined many research and excavations, and his work has been published as papers and books. Şahin was presented with a congratulatory medal by the president of Poland in 2007. Released by Blue Dome Press (Kaynak Publishing Group) in a quality binding, this album generously presents hundreds of images, addressing the pleasure of eyes and hearts.
TWO FACES OF CONSERVATISM FIRAT MOLLAER / Dergah Publishing Even though conservatives define themselves in a more cultural-ethical sense, the conservatism has found its place in history as a double-faced ideology. It has always had a socio-economical dimension which is slid over or courageously shown off regarding historical circumstances. In this context, it is not conflicting with the capitalist civilization categorically; on the contrary, it has become a supporter of capitalist world order. This accompaniment function enlightens a historicity and ideological settlement which will invalidate the preferences of defining conservatism as a universal ontological attitude or mood. Accordingly, an effort to find out the ideological origins of conservatism will be a huge step in order to conceive the operation logic of macro government structures and the relatively different appearance forms in Turkey.
167 MAY JUNE JULY 2009
KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP TARİHYAZIMI Ernst Breisach YKY
168 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Çanakkale Savaşı’nda 9. Tümen Komutanı olarak Kirte, Kayaltepe ve Conkbayırı’nda ve Eylül 1915’ten sonra 16. Kolordu Komutanı olarak Anafartalar’da görev alan, işgale direnen Türk askerlerinin kahramanlığını sıkça anan Kannengiesser, Almanya’ya döndükten sonra hatıralarını kaleme almıştır. Çanakkale’de 7 Ağustos 1915’te, düşmanın açtığı makineli tüfek ateşiyle göğsünden vurulan Albay Hans Kannengiesser’in kitabı, Liman Von Sanders Paşa’nın önsözüyle tarih severlerle buluşuyor.
Kannengiesser, who was 9th Division Commander in Kirte, Kayaltepe and Conkbayırı, and was assigned as 16th Corps Commander in Anafartalar in September 1915, has often mentioned the heroic deeds of Turkish soldiers and committed his memoirs to paper after returning to Germany. The book of Colonel Hans Kannengiesser, who was shot by an enemy machine gun on 7th August 1915 in Çanakkale, meets history lovers with the preface of General Liman Von Sanders.
BÜYÜK PİRAMİTLER BİR EFSANENİN GÜNLÜĞÜ Jean-Pierre Corteggiani / YKY
THE GREAT PYRAMİDS JOURNAL OF A LEGEND Jean-Pierre Corteggiani / YKY
Uygarlıklar, dinler, sanatçılar, müzik, spor ve önemli olaylar temalarında, her biri alanındaki eksikleri tamamlayan, bilgiye ulaşmada öncülük eden, birbirinden keyifli 33 Genel Kültür kitabına bir yenisi daha eklendi: Büyük Piramitler… Jean-Pierre Corteggiani, tutkulu bir tarihyazıcı kimliğiyle çeşitli çağların tanıklıklarıyla bilimsel gerçekleri karşı karşıya getiriyor, efsaneden gerçeğe, Büyük Piramitler’in yeniden keşfinin bitmemiş öyküsünü anlatıyor. Özenli basımıyla bilgiyi başucuna getiren dizi, özellikle gençler için önemli bir kaynak...
YKY adds a new one to 33 enjoyable General Culture books, which play a complementary role and pioneer information availability about themes such as civilizations, religions, artists, music, sports and notable events: The Great Pyramids… A passionate history writer, Jean-Pierre Corteggiani brings witnesses of various ages and scientific facts face to face, and voices the unfinished story of rediscovering The Great Pyramids. The series, which bring information within reach of hand by a meticulous publication, are an important reference especially for youth...
OSMANLI DENİZGÜCÜ PALMIRA BRUMMETT / Timaş Yayınları Bu kitap 16. yüzyıl tarihinin yeniden değerlendirilmesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa, Avrupa-Asya ve dünya tarihine daha fazla dahil edilmesini öneriyor. Eserde Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu’daki yayılması evrensel egemenlik iddiaları, Doğu Akdeniz’de güç elde etmeye yönelik politikalar ve Doğu ticaretinin kontrolünü ele geçirme mücadelesi bağlamında inceleniyor. Bu yeniden kavramlaştırmanın amaçları, Osmanlı Devleti’ni bir başrol oyuncusu olarak görmek, Keşifler Çağı temasında öne çıkarılmamış cephelere dikkat çekmek ve Avrupa-Asya dünyasındaki ilişkiler anlayışını fark söyleminin oluşturduğu sınırların ötesine taşımaktır. Kitabın odak noktaları ticaret ve siyasettir; Osmanlı İmparatorluğu’nun biricik, etkisiz ve diğerlerinden uzak bir devlet olduğu görüşünü desteklemektense akademik tartışmalar ile ortaçağ sonundaki ve erken modern dönemdeki devletlerle ilgili mukayeseli analizlerde Osmanlı Devleti’nin ve Osmanlı seçkinlerinin ticarette bilinçli hareket ettikleri görüşünün yer almasına imkân tanımaktadır. “Bu kitabın dikkate değer bütün tespitleri arasında bana göre belki en önemli olanı, daha çok Avrupalılar için “Coğrafi Keşifler Çağı” olması gereken 16. yüzyıl başlarında Doğu Akdeniz Havzasında yürütülen üstünlük mücadelesinde artık etkinliğini kaybetmiş Memlükler’le sahneye yeni çıkan Safeviler’in, kendileri gibi Türk ve Müslüman olan Osmanlılara karşı savaşırken bölgede söz sahibi olmak isteyen Venedik ve Portekiz’le işbirliği yapmalarına dikkat çekmesi yanında, yeniden şekillenen Akdeniz Dünyasındaki Osmanlı egemenliğinin Kızıldeniz’e taşınma teşebbüslerinde, bölgedeki uluslararası siyasetin ve siyasi dengelerin değişmesinde ve şimdiye kadar pek dikkat edilmeyen Osmanlı iç ve dış ticaretinin etkin konuma gelmesinde Osmanlı Denizgücünün rolüne işaret etmesidir.”
OTTOMAN NAVAL FORCE PALMIRA BRUMMETT / Timaş Yayınları This book claims that Ottoman Empire should be more involved within the review of 16th century in the history of Europe, Europe-Asia and the world. Ottoman Naval Force treats expansion of Ottoman Empire in East, universal domination claims, policies in order to obtain power in East Mediterranean, and the struggle to acquire the control of Eastern trade. The objective of this re-conceptualisation is to see Ottoman Empire as a leading actor, to attract attention on the fronts omitted in Age of Discovery theme, and to take the conception of relations in European-Asian world beyond the limits created by discourses of difference. The book focuses on trade and politics. Instead of accepting Ottoman Empire as a unique, ineffectual and isolated state, it defends the conscious trade policy of Ottomans reciting academic discussions and comparative analyses about late Middle Age and early Modern Age states. “Among all valuable determinations of this work, there are certain most notable ones to me: The beginning of 16th century was called as Age of Discovery especially regarding Europeans. However the book reveals that Mamluks, who had lost their power in superiority struggle around East Mediterranean Basin, and new emerging Safavids were in collaboration with thenstrong Venetians and Portuguese against Ottoman Empire, despite the Turkish and Muslim identity of the latter. Moreover, it points out the so-far neglected role of Ottoman Naval Force concerning the attempts of taking Ottoman domination in Mediterranean World to Red Sea, the change of international political balances, and the forgotten efficiency of Ottoman domestic and foreign trade.”
BOOK BOOK BOOK BOOK BOOK BOOKBOOK BOOK BOOK
TATARCIK Halide Edib Adivar
Can Yayınları Kaş uçları kalkarak, gözler süzülerek, dudaklar bükülerek her yeni şeyin aşağılık, her köhneliğin kibarlık olduğunu size söyleyen bu adamların şuurlarının arkasında yeni şeylere karşı gizli olduğu kadar kudretli bir meyil vardır. Bu meyil, doğrusunu söylemeli daha çok kadınlardadır. İstanbul’a nadir inseler de mutlak arkalarında moda bir manto, başlarında yeni bir şapka görülür. İskarpinlerinin ökçesi birer karış, tırnakları kıpkızıldır. Halide Edib Adıvar, Cumhuriyet’le birlikte hızlanan modernleşmeyi, bunun yarattığı dönüşümü anlatan romanlarında özellikle kadın kahramanları öne çıkarmıştı. Sinekli Bakkal ve Zeyno’nun Oğlu romanlarının devamı niteliğindeki Tatarcık, bir balıkçının kızı olan Lâle’nin toplum hayatında yükselişini konu edinen bir roman. Uzun bir zamandan beri yeni baskısı aranan Tatarcık’ın ilgiyle okunacağına inanıyoruz. LITTLE TATAR HalideEdibAdivar/CanPublishingHouse Behind the minds of men who, frowning, ogling and curling their lips, claim that any new thing is abjectness and any outdatedness is delicacy, takes place a powerful but secret inclination about novelties. This inclination, to tell the truth, is mostly within women. Although they seldom come to Istanbul, you can see those wearing fashionable cloaks and trendiest hats. The heels of their shoes are a hand span high, and their nails are scarlet. In her novels, which are about modernization accelerated by Republic, and the transformation as a result of this modernization, Halide Edib Adıvar put forward especially heroines. Little Tatar, which forms a kind of trilogy along with “Sinekli Bakkal” and “Zeyno’nun Oğlu,” tells how Lâle, a fisherman’s daughter, rises in social life. We hope this much awaited re-edition of Little Tatar will be read curiously.
AYNALI GÖL ERNESFERDA İZBUDAK AKINCI / EVEREST YAYINLARI 2005 yılında Orhan Kemal Öykü Ödülü alan Aynalı Göl, okuyucuyu her öyküsünde yeni bir “durum”un derinlerine götüren bir çalışma. Yaşamın alt metinlerini okumayı deneyen bu öykülerinde Ferda İzbudak Akıncı yaşamın ince ve kırılgan ayrıntılarını kullanarak uzun hikayelerin kısa öykülerini kuruyor. Çağdaş öykücülüğümüzün başarılı isimlerinden olan Akıncı’nın Everest Yayınları tarafından yayımlanan Aynalı Göl isimli öykü kitabı, Türkçe öykünün serüvenini merak eden tüm okurların ilgisini hak eden bir çalışma.
THE MIRROR LAKE FERDA İZBUDAK AKINCI / EVEREST PUBLISHING HOUSE The Mirror Lake, which won the Orhan Kemal Story Prize in 2005, is a piece taking the reader into depths of new “situation” in each story. Ferda İzbudak Akıncı tries to explore the subtexts of life in these stories; and constructs the shorter stories of longer narratives using the small and fragile details of life. The Mirror Lake by Akıncı, who is one of our successful contemporary story writers, is released by Everest Publishing House, and deserves the attention of all readers interested in the journey of Turkish story writing.
BİR DELİLER EVİNİN YALAN YANLIŞ ANLATILAN KISA TARİHİ Can Yayınları / Ayfer Tunç Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, inanılmaz bir hızda seyreden, durmadan kendini çoğaltarak gelişen bir roman. Mekân ve zaman sınırı tanımayan, bir ucu 19. yüzyılda, bir ucu günümüzde, yazınsal bir Türkiye panoraması. Şaşırtıcı bir öykünün bittiğinin sanıldığı yerde, okuru olmadık bir öyküyle yeniden afallatan bir “insan manzaraları” kitabı. Bir Mâniniz Yoksa Annemler Size Gelecek adlı kült kitabın yazarı Ayfer Tunç, bu kez, Karadeniz’in küçük bir kentinde denize sırtını dönmüş bir akıl hastanesinden yola çıkarak, akıllara durgunluk veren kişilerin yaşam zincirlerinden müthiş eğlenceli bir roman örüyor. Yalan Yanlış, yaklaşık yüz yıllık bir kesitte, siyasal ve toplumsal dönüm noktalarının insanların yaşamlarında bıraktığı izleri sürüyor. Yalan Yanlış’ı soluk soluğa okurken, Türkiye’nin bütün hallerini yaşayacak, belki de insanlığın ortak hikâyesiyle yüz yüze geleceksiniz.
THE VERY ERRONEOUSLY NARRATED SHORT HISTORY OF A MADHOUSE Can Yayınları / Ayfer Tunç The Very Erroneously Narrated Short History of a Madhouse is a novel advancing at an incredible speed, and in which the narrative proceeds multiplying itself ceaselessly. It is a literal panorama of Turkey with no limits of space or time, taking off from 19th century until today. The novel is a striking compilation of “human landscapes,” and it surprises the reader with a brand-new story at the most unexpected moment, just before the end of previous one. In The Very Erroneously Narrated Short History of a Madhouse, Ayfer Tunç, who is also the writer of the cult book “My Parents Will Visit You If You Aren’t Occupied,” departs from an isolated asylum in Black Sea region, and weaves a perfectly joyous novel, connecting life chains of mind-blowing people. The novel traces back the effects of political and social turning points on human life during a period of one hundred years. During the breathless reading, you will experience all states of mind of Turkish, and maybefacethecommonstoryofmankind.
Dersaadet’ ten Haremeyn’e Surre-i Hümayun Yusuf ÇAĞLAR – Salih GÜLEN / Yitik Hazine Yayınları Çok değil doksan yıl evvel bu topraklardan mukaddes beldelere doğru son surre alayı yola çıkmıştı ve o gün bugündür bir daha surre alayı bu coğrafyada görülmez oldu… Medine’ye ulaşan surrenin üzerinden tam tamına doksan bir yıl geçti, Şam’a kadar gidip de geri dönen alayın üzerinden de doksan yıl. Bir insan ömrü için belki uzun, ama milletlerin hafızaları için kısa zamanlar… Bu sürelerde unutulan surrelerin doksan yıl sonra bir nebze olsun hatırlanması hafızanın geri kazanılması için bir kitap hazırlandı: Dersaadet’ten Haremeyn’e Surre-i Hümayun. İstanbul’dan Mekke’ye uzanan bu gönül köprüsünü yeni baştan kurmak mümkün müdür bilinmez. Ama o yılları yeniden yaşamak, alayların heyecanına duymak sanırız Surre-i Hümayun kitabı ile mümkün. Osmanlı Hac kervanlarını ve Mukaddes Beldelere giden Surreleri alanlarında uzman on farklı akademisyen, tarihçi ve sanat tarihçisi kaleme aldı. Eser bu haliyle Surre konusunda yapılmış ilk kapsamlı eser özelliğini taşıyor.
Only ninety years ago, a Fund Troop departed from here to sacred lands, and since then, no Surre (Fund for Poor Muslims during pilgrimage period) Troop has been seen on this geography… Each troop arrived at Medina and Damascus ninety one and ninety years ago, respectively. These may be long durations for human life, but are quite short for a nation’s memory… A book is prepared in order to remind those Surre forgotten in time, and to restore them in our memory: Imperial Funds from Istanbul to Mecca and Medina. We cannot know if it is possible to rebuild this cordial bridge from Istanbul to Mecca. But we think that you can live those years anew, and feel the excitement of the troops with this book. Ten historians, academicians and art historians narrate the Ottoman pilgrimage caravans and the fund troops entering sacred towns. Thus, it is the first ever extensive book about the Surre.
169 MAY JUNE JULY 2009
KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP BATILI GEZGİNLERİN GÖZÜYLE İSTANBUL KÜLTÜR A.Ş. Bu kitap, İstanbul’un ihtişamlı günlerini bir kez daha hatırlatmak dışında, şehrin yeniden o günlerin eşiğinde olduğu ana fikrinden de hareket ediyor. Bugün İstanbul, renklerin bir arada yaşadığı, dünyanın muhtelif mutfaklarının aynı sokakta yer aldığı bir dünya şehri. Batılı gezginlerin geçmiş yüzyıllara ait İstanbul izlenimleri, Sefa Kaplan’ın günümüze ait yorumları eşliğinde bu kitapta okuyucu ile buluşuyor.
TULIP TIME IN ISTANBUL KÜLTÜR A.Ş. The tulip, which gave its name to an era, is one of the most important symbols of Istanbul. The tulip civilization appeared in hands of poems, muralists, paper marbling and tile masters; and it is revived today in Istanbul. “Tulip Time in Istanbul” narrates the unique tulip culture of Istanbul regarding aesthetical aspect.
İSTANBUL’DA LALE ZAMANI KÜLTÜR A.Ş. 170
TÜRK KİTAP MEDENİYETİ
MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Bir devre adını veren Lale, İstanbul’un en önemli simgelerindendir. Şairlerin, nakkaşların, ebruzenlerin, çini ustalarının elinde ortaya çıkan lale medeniyeti, bugün İstanbul’da yeniden dirilmektedir. İstanbul’da Lale Zamanı adlı eser, İstanbul’a özgü eşsiz lale kültürünü estetik yönüyle konu almaktadır.
MUSTAFA ESAT DÜZGÜNMAN VE EBRU KÜLTÜR A.Ş.
Geçmişte kitap ciltlerinde ve hat levhalarında bir süsleme aracı olarak kullanılan ebru, günümüzde ustaların elinde başlı başına bir sanat eseri haline gelmiştir. Bu kitap, kökleri Üsküdar Özbekler Tekkesi Şeyhi Sadık Efendiye kadar uzanan bir ebru tarzının son temsilcisi olan Mustafa Esat Düzgünman’ın eserlerinden örnekleri ve sanatçı hakkında kapsamlı bir araştırmayı içermektedir.
KÜLTÜR A.Ş. Türkler ve Çinliler Miladi VIII. yüzyılda baskı tekniği kullanarak kitap çoğaltmışlardır. Çinliler Çincenin karakteri gereği sayfaları yekpare kalıp olarak dökmüşler, buna karşılık Türkler döktükleri harflerle raylar üzerinde bir tür dizgi tekniği kullanarak kitap basmışlardır. Türk Kitap Medeniyeti, Türklerin kitapla olan macerasına ışık tutan bilimsel araştırmalardan, alanında uzman kişilerle yapılan söyleşilerden oluşan kaynak niteliğinde bu eser İngilizce ve Türkçe olarak yayımlanmıştır. TURKISH BOOK CIVILIZATION Turks and Chinese ran off books using the printing technique in 8th century AD. Due to the characters of Chinese alphabet, they cast pages as one-piece moulds, while Turks printed books using a kind of typesetting created by the rails of letters. Book Civilization of Turks consists of the scientific researches enlightening the adventure of Turks with books, the interview with the experts. It is a real reference source and published both in English and Turkish.
MUSTAFA ESAT DÜZGÜNMAN AND EBRU TULIP TIME
KÜLTÜR A.Ş.
LIGHT OF THE EAST
TIn the past, Ebru (Paper Marbling) was used as
KÜLTÜR A.Ş.
a decoration motive on binders and calligraphy
Tulip has been the symbol of elegance and holi-
boards. Today, however, it became an indepen-
ness in imperial palaces. Tulip Time – Light of the
dent art discipline in hands of masters.
East tells the incredible story of how this charm-
This book contains the samples of the works
ing flower conquered the world and of the en-
and a comprehensive research about the life of
tire struggle for its sake during centuries. The
Mustafa Esat Düzgünman, who is the last repre-
documentary is prepared by Kültür A.Ş. in DVD
sentative of an Ebru style extending to Üsküdar
format with 5 language options.
Özbekler Tekke Sheikh Sadık Effendi.
KÜLTÜR SANAT KÜLTÜR SANAT CULTURE-ARTS CULTURE-ARTS Afrika geleneksel müziklerini ve kora çalgısını tüm dünyaya sevdirenGrammy ödüllü TOUMANI DIABETE 22 Mayıs'ta CEMAL REŞİT REY'de!
Grammy Award Winner Kora Virtuoso TOUMANI DIABETE is at CEMAL REŞİT REY on May 22nd!
Batı Afrika’ya özgü “kora” çalgısını tüm dünyaya tanıtan Mory Kante'den sonra bu enstrümanı ve kora müziklerini tüm dünyaya sevdiren Toumani Diabete İstanbul’a geliyor. Koranın dünyanın en bilinen enstrümanlarına rakip olabileceğini gösteren virtüöz ve yaratıcı sanatçı, 22 Mayıs'ta ilk kez Türk izleyicisiyle buluşuyor.
It was Mory Kante who introduced West Africa based instrument “kora”. Toumani Diabete, however, managed to make it popular all around the world. The creative virtuoso, who proved that kora could become a rival for all well-known instruments, will meet Turkish audience for the first time on May 22nd.
Düet çalışmasını “In the Heart of the Moon” ile “En İyi Geleneksel Müzik Albümü” kategorisinde Grammy sahibi olan sanatçı, kora müziğini orkestrası Symmetric Orkestra ile New York’un dünyaca ünlü Carnegie Hall gibi gösteri merkezlerinden, Glastonbury, Nice Caz Festivali ve Montreal Caz Festivali gibi ünlü festivallere taşıyor.
Diabete won the Grammy Award for Best Traditional World Music Album with the album “In the Heart of the Moon,” and keeps performing with his orchestra based on Kora at many renowned venues and festivals like Carnegie Hall in New York, Glastonbury Music Festival, Nice Jazz Festival and Montreal Jazz Festival.
Son çalışması “The Mande Variations" ile yine Grammy adayları arasına girmeyi başaran sanatçı, 22 Mayıs tarihinde geleneksel Afrika müziklerini ve hem ritm saz, hem vurmalı, hem de solo bir enstrüman olarak kullanmayı keşfettiği korayı olağanüstü ekibi ile birlikte İstanbul’a getiriyor.
The performer, who once more became a Grammy nominee with his last album “The Mande Variations," comes to Istanbul on May 22nd, along with his extraordinary orchestra and Kora, which he discovered to play also as a percussion, rhythmic and solo instrument.
Flamenko'nun Kraliçesi Maria Pages Flamenko Cumhuriyeti'ni 13 Mayıs'ta CEMAL REŞİT REY'e taşıyor!
“Queen of Flamenco” Maria Pages takes Flamenco Republic to CEMAL REŞİT REY on May 13th!
Flamenko'nun en güçlü kadın figürlerin-
Maria Pages is one of the strongest female
den biri olan Maria Pages, 2001 yılında
figures of Flamenco. The premiere of her
prömiyerini Manhattan'ın ünlü Symphony
Flamenco Republic was performed at fa-
Sanat Merkezi'nde gerçekleştirdiği Flamen-
mous Symphony Art Centre, Manhattan in
ko Cumhuriyeti gösterisi ile 13 Mayıs'ta
2001, and she will put down the same show
İstanbul'a geliyor.
on stage in Istanbul on May 13th.
Maria Pages, 1990 yılında kurduğu dans top-
With the dance group she founded in 1990,
luluğu ile Amerika'dan Fransa'ya,Mısır'dan
Maria Pages goes on her world tour conta-
Rusya'ya,Meksika'dan İngiltere'ye dünya
ining countries like United States, France,
turnesine devam ediyor.
Egypt, Russia, Mexico and England.
Maria Pages Flamenko Cumhuriyeti gösteri-
In Flamenco Republic show, Maria Pages fo-
sinde flamenko kurallarıyla yönetilen hayali
unds an imaginary country governed due to
bir ülke kuruyor. Mutluluktan şiddete, hü-
flamenco rules. Maria Pages, who will make
zünden hicive, komediden aşka flamenko-
us feel the flamenco soul in 7 chapters inc-
yu bizlere 7 bölümde yaşatacak Maria Pages
luding happiness and violence, sorrow and
13 Mayıs'ta ilk kez Türkiye'de!
irony, comedy and love, comes to Istanbul for the very first time on May 13th!
171 MAY JUNE JULY 2009
KÜLTÜR SANAT KÜLTÜR SANAT CULTURE-ARTS CULTURE-ARTS “Enki Bilal in Istanbul”Sermet Çifter Salonu 28 March YKY Sermet Çifter Hall 2 May
2009
2009
“Enki Bilal İstanbul’da” 28 Mart YKY Sermet Çifter Salonu 2 Mayıs
Çizgi romanı yeniden zirveye çıkaran, eserleri dünya çapında bir üne sahip olan Fransız sanatçı Enki Bilal, Yapı Kredi Sermet Çifter Salonu’na konuk oluyor. “Enki Bilal İstanbul’da”adlı sergide; gerek çizgi roman albümleri, gerekse filmleriyle her zaman gündemde kalan sanatçının orijinal eserleri Türkiye’de ilk kez sergilenecek. Sergide, orijinal eserlerin yanı sıra Murat Cem Şerbetci Koleksiyonu’na ait imzalı-sayılı serigraf ve litograf baskılar, afişler, heykel ve saat tasarımları, posta pulları ve kartpostallar gibi eserler yer alacak. Bu eserler arasında çok nadir bulunan Horus heykelciği ve Hyperion saati de bulunuyor. Yılın en çarpıcı sergilerinden biri olan “Enki Bilal İstanbul’da”, 28 Mart – 2 Mayıs 2009 tarihleri arasında ziyaret edilebilir. Sergiye özel bir afiş de tasarlayan Enki Bilal, hayranlarıyla 28 Mart Cumartesi günü saat 14.00’da “Enki Bilal’in Sanatı ve Dünyası” başlıklı söyleşide buluşacak. Sanatçının Murat Cem Şerbetci ile katılacağı söyleşi, Sermet Çifter Salonu’nda gerçekleştirilecek.
172 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
The worldwide French artist Enki Bilal, who retook the comic strips to top, will be the guest of Yapı Kredi Sermet Çifter Hall. In the exhibition “Enki Bilal in Istanbul,” the original works of Bilal, who has never lacked neither recognition nor popularity via his comic book albums and movies, are exhibited for the first time in Turkey. Along with original works of Enki Bilal, the signed-numbered serigraphic and lithographic editions, banners, statue and clock designs, post marks and postcards belonging to Murat Cem Şerbetci Collection will also take place in the exhibition. We will also have the chance to see the very rare Horus statuette and Hyperion clock among the pieces. It is possible to visit this one of the most striking exhibitions of the year, “Enki Bilal in Istanbul,” between 28 March and 2 May 2009. Enki Bilal, who also prepared a special banner for the exhibition, will meet his followers on Saturday, 28 March at 14:00 in the causerie “Art and World of Enki Bilal.” Murat Cem Şerbetci will accompany the causerie to take place at Sermet Çifter Hall.
Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi’nin yeni sergisi saatler konusuna odaklanıyor. Müzedeki etnografya ve teknoloji sergi dizilerinin bir devamı olarak tasarlanan “Zamanın Görünen Yüzü: Saatler” sergisi, 13 Mart – 28 Haziran 2009 tarihleri arasında ziyaret edilebilecek. Türkiye’nin önemli müze ve özel koleksiyonlarındaki eserlerden derlenerek hazırlanan sergi; insanoğlunun günü, saat dilimlerine ayıran matematiksel sistemi ve bunu hesaplayan “obje”yi bulmasından 1950’li yıllara kadar geçen tarihi süreci anlatıyor. Bu tarihi süreç içinde saatler; işlevsellikleri, mekanik kurguları, dönemlerinin tarihi atmosferi göz önünde bulundurularak ve haklarında ayrıntılı bilgiler verilerek sergileniyor. Güneş saati, kum saati, silindirik saatler, kule saatleri, gemici saatleri, camii ve meydan saatleri ele alınan eserlerden bazıları. Sergide, Mustafa Şemi, Mehmet Şükrü, Ahmet Eflaki Dede, Derviş Yahya ve Şeyh Dede gibi eski Türk saat ustalarının yaptığı ve çok azı günümüze ulaşabilmiş saatler yitip giden ustalarıyla anılıyor. Bu nadide saatler, Dolmabahçe Sarayı saat uzmanı Şule Gürbüz ile saat ustası Recep Gürgen’in değerlendirmeleriyle sergileniyor. Sergide ayrıca, Mustafa Kemal Atatürk’ün saatinin yanı sıra ülkemizin tarihe geçmiş ünlü sanayici ve iş adamlarının saatleri sergilenecek. Vehbi Koç ve Sakıp Sabancı’nın saatleri bunlar arasında…
13 March 28 June
2009
13 Mart 28 Haziran
2009
ZAMANIN GÖRÜNEN YÜZÜ: SAATLER Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi
CLOCKS: THE APPERENT FACE OF TIME Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Museum
The new exhibition in Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Museum focuses on the clocks. “Clocks: The Apparent Face of Time,” which is designed as an addition to ethnographical and technological exhibition series in the museum, can be visited between 13 March and 28 June 2009. The pieces are derived from notable museums and private collections of Turkey; and the exhibition manifests the period since the invention of clock, the mathematical system to measure time, up to 1950s. Clocks of all these historical periods are introduced regarding their functioning, mechanical formation, and historical atmosphere of their day, along with additional information. Sundial, sandglass, tower clock, mariner’s clock, mosque and place clocks are all present. Moreover, few still extant works by renowned Turkish clockmakers such as Mustafa Şemi, Mehmet Şükrü, Ahmet Eflaki Dede, Derviş Yahya and Şeyh Dede are commemorated along with these deceased masters. These precious clocks are presented under guidance of Şule Gürbüz, clock expert of Dolmabahçe Palace, and the master clockmaker Recep Gürgen. Apart from these, the clocks and watches of Mustafa Kemal Ataturk are exhibited along with the ones belonging to famous deceased businessmen of our country like Vehbi Koc and Sakıp Sabancı…
KÜLTÜR SANATKÜLTÜR SANAT CULTURE-ARTS CULTURE-ARTS TAMARA STEFANOVİCH KONSERİ Tarih:16 Nisan 2009 • Yer:MKM Attila İlhan Salonu Tamara Stefanovich solo ve duo resitalliyle İstanbul'lulara konser verecek. Küçük yaşlardan itibaren kazandığı uluslararası yarışmalarla olduğu kadar, henüz 19 yaşındayken tamamladığı doktorası ile de dikkat çeken bir müzisyen olan Tamara Stefanovich, Eugene Istomin, Radu Lupu, Pierre Boulez, Georg Crumb ve György Kurtag gibi büyük ustalarla çalıştı. Stefanovich, 2003 yılından bu yana ünlü piyanist Pierre-Laurent Aimard ile çağdaş repertuar ağırlıklı olmak üzere birlikte çalışıyor. İkili, birlikte solo ve duo resitaller veriyorlar. Tamara Stefanovich'in son dönem programında Cleveland Orchestra, London Symphony Orchestra, Philharmonia, St. Paul Chamber Orchestra ve Camerata Salzburg ile birlikte Pierre Boulez, Peter Eötvös, Jonathan Nott, Esa-Pekka Salonen ve Etienne Siebens gibi şefllerin batonu altında performanslar var. Yine bu dönem projeleri arasında Messiaen'ın Oiseaux Exotiques / Royal Festival Hall, Londra ve Bartok'un İki Piyano için Konçertosu /Barbican Hall, Londra; Mozart'ın İki piyano için Konçertosu ve Jaohannes Maria Staud'un yeni eserinin dünya prömiyeri / Mozarteum Salzburg kayda değer. KAF DAĞI’NIN ARDINDAN ANADOLU’YA “ÇERKESLER”
Tarih: 4 Nisan 2009 Saat: 20.00
Çerkeslerin kültürü, bir dans gösterisi eşliğinde İş Sanat Sahnesi’ne taşınıyor. Gürsel Koçak tarafından hazırlanan ve 4 Nisan Cumartesi günü sahnelenecek gösteri, nisan ayının unutulmaz performanslarından biri olmaya aday… Yorumcu ve yönetici olarak Geleneksel Türk Müziği alanında uzun yıllar yurtiçi ve yurtdışında birçok başarılı projeye imza atan Gürsel Koçak, nisan ayında ilginç bir projeyle İş Sanat’ta. Çerkeslerin kültürlerini farklı boyutlarıyla ele alan bu projeyi Koçak şöyle anlatıyor: “İnsan ırkının 300 bin yıl önce ortaya çıkardığı bir ülke… Masallar diyarı, düşler, mutluluklar coğrafyası… Aynı Kaf Dağı’nın güzelliği ve erişilmezliği gibi her şeyin en zor ve en güzel olanını seçmiş Çerkesler... Binlerce yıldır toplumların, uygarlıkların gelip geçtiği kavimler kapısı: Kafkasya… Çerkeslerde doğdukları andan itibaren her şey bir tören niteliğindedir. “Habze” adını verdikleri, toplumsal yaşamı düzenleyen kuralların tümü, örf adet hukuku, gelenek ve göreneklerdir yaşam... Kadın-erkek ayrımının olmadığı bir kültürdür. Cesaret, zarafet, misafirperverlik, savaşçılık ve dayanışma Çerkes halkının en belirgin özellikleridir. Tüm bu duygularını müzikleri ve halk danslarında en ince detayları ile sergilerler. 4 Nisan akşamı Çerkesslerin Anadolu’ya ayak bastıktan sonraki kültürel yaşamları, doğumdan ölüme kadar olan törenleri anlatım ve görüntüler eşliğinde danslarla birlikte İş Sanat’ta sergilenecek.”
TAMARA STEFANOVİCH CONCERT Date: 16 April 2009 • Venue: MKM Attila İlhan Hall Tamara Stefanovich will put down a recital of solo and duo performances in Istanbul. Tamara Stefanovich, who has been an eye catching musician thanks to her success in international competitions since early youth and completing her doctorate study at the age of 19, has worked along real masters such as Eugene Istomin, Radu Lupu, Pierre Boulez, Georg Crumb and György Kurtag. Since 2003, Stefanovich has been working together with renowned pianist Pierre-Laurent Aimard mostly on contemporary repertoire. The couple gives solo and duo recitals. Tamara Stefanovich has recently been involved in performances with Cleveland Orchestra, London Symphony Orchestra, Philharmonia, St. Paul Chamber Orchestra and Camerata Salzburg, under conductors such as Pierre Boulez, Peter Eötvös, Jonathan Nott, Esa-Pekka Salonen and Etienne Siebens. Other notable programs among these are Messiaen’s Oiseaux Exotiques at Royal Festival Hall, London; Bartok’s Concerto for Two Pianos at Barbican Hall, London; Mozart’s Concerto for Two Pianos and world premier of the new piece by Jaohannes Maria Staud at Mozarteum Salzburg. Date: 4 April 2009 Time: 20.00
CIRCASSIANS FROM THE MOUNT KAF TO ANATOLIA
The Circassian culture is brought to İş Sanat Stage via a dance show. The show, which was prepared by Gürsel Koçak and will be enacted on Saturday, 4 April, is a candidate for being one of unforgettable performances of April… For years, Gürsel Koçak has gone from strength to strength as a performer and administrator in Traditional Turkish Music both in Turkey and abroad. In April he is in İş Sanat with an interesting project. Here are words of Koçak about the project which treats the Circassian culture through various aspects: “Circassia is a land mankind first revealed 300 thousand years ago… It is a land of tales, a realm of dreams and happiness… Circassians chose the hardest and the most beautiful among all, as if they were imitating the beautiful and unreachable Mount Kaf... Caucasia also is the land of tribes where civilizations have passed along for thousands of years… “As for Circassians, everything has an air of rite since their birth. All the rules (“Habze”) to regulate the social life, traditions and customs form their life... This culture contains no sexual discrimination. Courage, elegance, hospitality, combativeness and solidarity are the most notable peculiarities of Circassians. They display all these emotions and attributes in depth via their songs and folk dances. On the evening of 4th April, the cultural life of Circassians after coming to Anatolia, and their ceremonies from birth to death will be exposed together with narrations and imagery at İş Sanat.”
173 MAY JUNE JULY 2009
MÜZİK MÜZİK MÜZİK MÜZİKMÜZİKMÜZİK MÜZİK MÜZİK MÜZİK Funda Arar Zamanın Eli
174 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009
Funda Arar Zamanın Eli
Bugüne kadar yaptığı 6 albümle müzikseverlerin gönlünde taht kuran Funda Arar “Zamanın Eli” isimli yenialbümünü tamamladı. Yepyeni şarkılarıyla dinleyenlerin karşısına çıkmaya hazırlanan Funda Arar’ın müzik direktörlüğü kendisi gibi müzisyen olan eşi Febyo Taşel üstlendi. Toplam 13 şarkının bulunduğu albümde söz ve müziği sanatçıya ait olan 2 şarkı bulunuyor. Yorumcu kimliğinin yanı sıra söz ve besteleriyle de göreceğimiz Funda Arar bir şarkının müziğini de eşi Febyo Taşel’le birlikte yaptı. Albümde Burcu Tatlıses Günay Çoban Saro Secikyan Selahattin Sarıkaya Müfide İnselel gibi önemli söz yazarı ve bestecilerin yanı sıra Hürriyet Gazetesi Kelebek Yazarı Onur Baştürk’e ait bir şarkı da bulunuyor. ZAMANIN ELİ adlı albümün ilk klibi sözü Burcu Tatlıses’e müziği Febyo Taşel’e ait olan “Senden Öğrendim” adlı şarkıya çekilecek. Sanatçı yeni albümü ile ilgili şunları söyledi; “Uzun bir süredir bu albüm için stüdyodaydık. Çok keyifli bir albüm olduğunu düşünüyorum. Bu albümde dinleyiciler farklı soundlarla beraber klasik Funda Arar ve yepyeni Funda Arar’ı birlikte görebilecekler. Umarım hazırlarken benim aldığım keyfi onlarda dinlerken alırlar...”
Already owning a seat in hearts of music lovers thanks to her 6 albums so far, Funda Arar completed her new album “Zamanın Eli” (“Hand of Time”). Funda Arar is prepared to hail her fans with brand new songs in this album, in which the musical director is another musician, her husband Febyo Taşel. There are 13 tracks in the album, and lyrics and tunes of two songs belong to the songstress herself. Funda Arar, whom we will see as a songwriter and composer as well as a vocalist, composed one of the songs together with Febyo Taşel. As well as notable songwriters and composers like Burcu Tatlıses, Günay Çoban, Saro Secikyan, Selahattin Sarıkaya, Müfide İnselel, one of the songs belong to Onur Baştürk, writer in Hürriyet’s supplement Kelebek. The first video clip of the album will be shot for the song “Senden Öğrendim” (“You taught me”), and its lyrics and tune belong to Burcu Tatlıses and Febyo Taşel respectively. About “Zamanın Eli,” Funda Arar says: “We’ve been in studio for a long time working on this album. I think it is very pleasant. In this album, people will listen to the old and new Funda Arar simultaneously thanks to different sounds. I hope they will enjoy it as much as I did during preparations...” Anatolian Folk Songs from Seven Regions for Seven Hills
KIRAÇ / GARBİYELİ Türkülerin en yalın halini kendi üslubu ve gitarı ile yorumlayan Kıraç, “Garbiyeli” adını verdiği bu albümü için özenle seçtiği ve yorumlamaktan haz duyduğu halk şarkılarını, Anadolu ezgilerini, bir araya getirdi. “Garbiyeli”, Kıraç’ın doğduğu şehir Kahramanmaraş’ta sıcak yaz akşamları öncesi esen rüzgâra verilen ad. Sanatçı türküleri de bu serin rüzgârın verdiği huzur gibi, dingin ve samimiyetle söylüyor. 11 türkünün yer aldığı bu albüm ile Kıraç, Karacaoğlanları, Pir Sultan Abdalları, Aşık Veyselleri, Ruhi Suları, Aşık Mahsuni Şerifleri ve değerli bir çok halk şairi ile adı kayıtlı olmayan nice ozanı selamlıyor. Anadolu’nun kıraç topraklarına bozlaklar, ağıtlar ve türkülerle ses veriyor. İNCESAZ 6
Kıraç, who comments the simplest form of folk songs with his own style and guitar, has brought together the songs and Anatolian melodies he chose meticulously and most loves singing in his album “Garbiyeli.” “Garbiyeli”is the name given to the wind which blows before hot summer evenings in Kahramanmaraş, fatherland of Kıraç. Just like the peace this refreshing wind gives, he chants the songs calmly and cordially. In this album of 11 folk songs, Kıraç hails many minstrels such as Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Aşık Veysel, Ruhi Su, Aşık Mahsuni Şerif and many other precious ones, as well as unknown bards. He animates the waste lands of Anatolia via bozlaks, coronaches and other folk songs.
İncesaz müziğini üretirken yüzyıllardır tartışılan “doğu – batı sentezi” parantezine sıkışıp kalmadı. Kendi müzikal ifadesi için doğru bulduğu evrensel müzik dilinin çoğu unsurunu kullanarak sözünü olabilecek en özgür biçimde söylemeyi seçti. İncesaz’ın “6 – Kalbimdeki Deniz” albümü 14 eserden oluşuyor. Albümde Neveser Kökdeş, Muhlis Sabahattin Ezgi ve Sadi Işılay’ın birer şarkısının yanı sıra, Murat Aydemir’in bir saz eseri ve Cengiz Onural’ın saz eserleri ve şarkıları yer alıyor. Şarkıların solistleri, “4 – Mazi Kalbimde” albümünün de solistliğini yapan Dilek Türkan ve “Oya – Bora” ikilisinden tanıdığımız Bora Ebeoğlu.
The “İncesaz” band never restricted themselves within the long-discussed “east-west synthesis” in their musical works. Instead, they chose to express their ideas in the freest way, using most elements of the universal musical language they found for their own musical expression. The album “6 – Kalbimdeki Deniz” (“Sea in my Heart”) consists of 14 tracks. In the album, along with songs one apiece by Neveser Kökdeş, Muhlis Sabahattin Ezgi and Sadi Işılay, Murat Aydemir has an instrumental work. Cengiz Onural also contributed with instrumental pieces and other songs. The soloists are Dilek Turkan, who was also the soloist in the album “4 – Mazi Kalbimde,” (“Missing the Past”) and Bora Ebeoğlu, whom we know from “Oya – Bora” duo.
DÜŞLER ŞEHRİ • OSMAN TURHAN • CITY OF DREAMS
176 MAYIS HAZİRAN TEMMUZ 2009