At Sineği Fanzin / Sayı:6

Page 1


tek yol Etik ve Ahlak üzerine çok ansiklopedik bilgiler vermekle bu yazının bir ilgisi olmamalı aslında, sadece akademik felsefi deyişlerle dolu anlamsız bir yazı olmaktan uzakta olsun diye ‘basit’ bir anlatışla anlatmaya çalışacağım. Etik’i Ahlak’tan ayırmalı mı, yoksa ikisini bir mi düşünmeli? İkisi aslında çok da “ayrı dünyaların insanları” değiller. Öyle değiller, bundan emin olabiliyorum, çünkü bir etikçi ve bir ahlakçı olmak için ikisini de, kendi içinde öğütmeli insan. Bir Etikçinin, bir Ahlakçıya göre daha “esnek” olabileceğini, daha esnek davranabileceğini düşünüyorum, şuana kadar okuma ve düşünmeme göre. Etik’in daha az kuralcı, daha özgür bir tutumu olması, kelime anlamında bile âşikar. Peki neresi daha özgür? Felsefe dünyasında etikçiler ve ahlakçılar olmak üzere çok keskin bir sınır, bir kesit yok. Keskin bir sınır yok ama, pekala geçişli bir durum var. Kendisini etikçi olma yolunda öğretilerine atan bir filozof pekala katı bir muhafazakar ahlakçı olarak felsefe hayatını noktalayabiliyor.

Ahlakçının işin içinden çıkamadığı durumlar vardır –benim açımdan- bir

evrenselliğe asla varma amacında değildir. Universalistlikten kastım, bir “herkes için herkes” anlayışına kendisini adayamama. Bir “ben-merkezli” veya daha da ötesi “benim-gelenek-göreneklerim-merkezli” bir bakış açısını aşamıyor veya hiç bunu aşma yoluna dahi gitmiyor, bir teşebbüsü dahi olmuyor. Bir etikçi daima bana bir ahlakçıdan daha samimi ve daha içten gelmiştir. Ahlakçının hep bir köşe buçak kaçtığı bir durum var sanki. Hep bir şeylerin üstünü örterek kendini öne çıkarma pahasına karmaşık labirentlere adım atıyor gibi. Kendi koyduğu kuralı eniyi saydığı müddetçe kendisinin altında ezilmeye başlıyor. Şuana kadar gördüğüm iki etikçi bana en duru, en saf ve en pürüssüz etikçi olarak göründüler: Bollnow ve Kenneth Goodpaster. İkisi de gayet “temel” bir etikin düşünürü. Belki ikisi de hatalı, yanlış ve etikleri kabul edilebilir değil, üstüne üstlük, tam bir gelişigüzel etiklere sahipler. Etik-ahlak açısından ister relativist ister universalit düşünün, iki tarafta da gittikçe diğer tarafa yaklaşıyorsunuz. İkisinin bir ortası dahi bulunamıyor. Ya gittikçe “bireyci” bir etik, ya da gittikçe “gelenekselci bir ahlak” kuruyorsunuz. Hangisini savunmaya kalksanız, zıttını haklı buluyor hâle geliyorsunuz. Kant’a her ne kadar “değersiz etikçi” dense de, insan günümüzdeki hâli “değerci olduğu için” değil midir? Değerleri yıkma adına, akılcı davrandı, ama buna da pekala karşı çıkmıyor muyuz? Kant’ın, değerleri, Descartes gözüyle gördüğünü düşünüyorum. Descartes’ın idoller’i yıkmasıdır bu. Kant ta başından defetmek istedi değerleri. Nietzsche de yıkmak


istedi. İstediler. Ama sonunda, dönüp dolaşıp “insan değersiz ne olur?” demedik mi? Kendi yıkmak istediklerimiz, gün gelip, üzerimize yıkılıveriyor, altında kalıyoruz gittikçe. Değerlerin ve her şeyin ötesinde bir akılcı insanı kurmak isteyip, ama saf akılcılığın insan için bir aldatmaca olduğunu kavrıyoruz. “Mantıklı” düşünme adına, kendimizi, bir makina-vari bir eşyaya dönüştürmeye çalışıyoruz. Ne düşünürsek radikalleşiyor, radikalleştikçe bir çıkmaza varıyoruz. 21.yy’ın kapitalist sisteminde ne bir etik ne de bir ahlak arama yoluna gitmeyişimiz ise, kendimize, insan olduğumuzu unutturuyor. Yine bir çıkmazlar silsilesi ile ‘insan’ başbaşa kalıyor. Ama, yine de, insanın düşünmeyi bırakmayışı bir umut vaadediyor. Yine sil baştan. -mertcan kuranoğlu

İstediğim Yerdeyim Camları açıyorum ardına kadar,bu sabah içimde tarifi olmayan bir sıkıntı var.Rahat nefes alıp biraz da kendime gelebilmek için evden çıkıyorum. Kapının önünde top oynayan çocuklar, pencereden sohbet eden bir yığın insan. Ahmet amcanın bakkalına sigara almaya gidiyorum yine zam geldi deyip, kızıyor.Zaten bu günlerde herkes bir şeylere kızıyor,öfkeleniyor.Kaçıp gitmek kurtulmak istiyor,kimse mutlu olmuyor ama mutlu görünüyor,kimse kimseyi sevmiyor ama birinin gelip onu ölesiye sevmesini bekliyor.Sigaramı alıp çıkıyorum bakkaldan,parka doğru yürürken liseden beri görmediğim bir arkadaşımla karşılaştım.Tanımamazlığa verip,başımı öne eğip yürümek istedim ama olmadı.'Naber İsmail' dedi. “İyim Ali senden naber?” .Ne kadar başarılı olduğundan,evlenip boşandığından bahsetti.Her zaman söylenen pek de siklenmeyen o sözü de verdi.'Bi ara görüşelim'. O da benim gibi memurdu bu şehirde ama biraz daha yüksek mevki sahibi.Neyse ki fazla uzatmadı.Bir sigara daha çıkardım paketimden,kibritin üzerinde çakmak reklamı kadar komik bir hâlde oturdum bankta.Mükemmel pazar günümü böyle tamamlayıp,her zaman gittiğim lokantada yemek yiyip evime döndüm. Yalnız yaşamak,ailenden uzakta olmak bu yüzden zordu.Devlet kurumu sınavı kazanıp 'hayatım kurtuldu ulan' derken.Boka batmanın binbir türlü hâlindeydim.Ofiste yaş ortalaması 50


bense daha 26 yaşındaydım.Şehir alabildiğine küçük ve boğucuydu.Tanıdık bir sese hasret bir hâlde evde bira içiyordum.Tam o sırada kapı çaldı.Açtım,karşımda yönetici duruyordu,cuma günkü apartman toplantısının haberini verip gitti.O zaman anladım,kapıya doğru yüreğim ağzıma gelerek koştuğum anda.Hatalarımı,ardımda bıraktıklarımı ve çaresizliğimi. ''Hatalar ve insanlar yer değiştirir bazen.Kapın çalar açarsın,kapının ardında olması gereken kişi değildir karşındaki. O dakkadan sonra kim olduğu da önemli değildir zaten çünkü unutursun her şeyi''. Yüzlerce kilometre uzakta bir yerdeydi bana ait olan hayat.O yüzden istifa dilekçemi yazmaya başladım.Onu bile beceremeyip üç deneme sonrası bitirdim.Biramın son yudumunu sigara eşliğinde bitirip,yatak odama gittim.Aylar sonra ilk defa rahat bir uyku çektim.Çünkü ilk defa kendim için doğru olan bir şey yaptı. -mustafa yılmaz korkmaz


Kapkaranlık Bir Anlatı: Kara Film

Her yıkıcı toplumsal olaydan sonra, diğer pek çok şeyle beraber, ortaya yeni sanat akımları da çıkar. İşte kara filmin ya da başka bir deyişle film noir’ın kökenleri de 1929 Dünya Ekonomik Buhranı, 2. Dünya Savaşı, Soğuk Savaş Dönemi gibi kitlesel yıkımlara dayanır ve bu olaylar sinemaya kara film olarak, edebiyata da Alman Romantizmi, Gotik Edebiyat, Black Mask ve Şiirsel Gerçeklik olarak yansımıştır.

Kara filmin temel konuları ve özellikleri kabaca şöyledir: loş ışıklı karanlık sokaklar, gizemli ve karanlık adamlar, ölümcül kadınlar, cinayetler, sisli, puslu bir hava, korkunç gölgeler, vahşi suçlar, tekinsiz, korkunç bir atmosfer, flashbackler, dedektifler, hırsızlar, acımasız katiller, tetikçiler, fahişeler, uyuşturucu maddeler, gangsterler, şiddet, cinsellik, şantaj ve şehvet…

Kara film sahne kurguları, karakterleri ve diyalogları açısından her yazarın izlerken keyif alabileceği bir sinema türüdür. Aşağıda sizin için bazı Kara Filmin en temel ve en efsanevi örneklerini seçmeye çalıştım. İyi seyirler ve karanlık günler…

Malta Şahini (Maltese Falcon -1941) Elveda Sevgilim (Murder my Sweet -1944) Çifte Tazminat (Double Indemnity -1944) Penceredeki Kadın (The women in the Window – 1944) Büyük Uyku (The Big Sleep – 1946) Şeytanın Kızı Gilda (Gilda – 1946) Bitmeyen Balayı (Touch of Evil - 1958)

-karaşapka


ÂŞIK-I ZAR

İnsan kendi mektubunu yazamıyor. Ey hüznü tualim ;

Gecenin hücümuna meydan mı okuyayım,

Say ki acıyla kıvranmışım,

Yoksa her şeyi başa mı sarayım?

Hasret çekmişim.

Heryeri isminle kuşatayım?

Hiçbiryere sığmamışım…

Yoksa viranlara mı çatayım?

Say ki çok gitmişim, savrulmuşum…

Haykırıp heryeri ateşe salayım…

Bil ki savrulan her şey çaremdir.

Bir rüyanın ardına saklanayım?

Ve ben bütün çarelerde seni düşündüm.

Yoksa hayallere mahsus mu yaşayayım…

ÇARESİZİM.

Dağıtıp dağıtıp savurayım da,

Çaresizim ki bir ‘ah’ a sığınmışım.

Yoksa günyüzüne mi kavuşayım?

Gönlüm düştü, söylesene sevgili çare nerede?

Umudum bakidir. Baktım bir türküdür almış başını gidiyor. Rüzgar gurbetten fısıldıyor, Bana olanlar bu rüzgar yüzünden… Nefesim rüzgarın gölgesinde, İçimdeki göçebeyi götürüyor! Durdurun! Durdurun! Bu neyin sevdası böyle? Yüzümün hali hangi acının tefsiri? Ey yüreğimin titreyişi, aşkıyla hayrete düşüren, Ey variyetimi güzelleştiren, bu sefil senin ebedi kölen… Halim meydanda değil, vazgeçmek güç değil. Can beden ayrılıyor.

Hamd olsun, derdini çekiyorum. Üzgünüm bu acı bir söz ; gönlüm viran. Sessizliğin hüznünü gecenin hüznü örtmüş. Geceye başımı koydum ; ölüme yatıyorum! Hiçlik canıma işliyor. Sonra buraya geliyorum. Aklım mahşer yeri ve herkes orada ; biliyorum. Şimdi seni çare yaptım, düşe kalka geliyorum. Ey kendine merbut, neredesin… Bütün aydınlıkları arkamda bıraktım, geliyorum. -ömür yeşil


Yazılamamış bir Çingene Ağıdı SOMA İŞÇİLERİNE;

Ayhan gelmedi. Sevişecektik. Haftasonu uzun. Yataklarımıza çıplak uzanıp sarılıacaktım ona. İhtiyacım vardı. Çok. Israrımı anlamadı.” Önceden daha serttin şimdi niye bu kadar istiyorsun kız?” dedi. Sustum. “Birine sarılmaya istencimden katlanacaktım sana” diyemedim. Neden Soma'ya gitmediğime kızdım, kızdım sonra birçok şeye, Sosyal Hizmet Uzmanlar Derneği denen o kendinden menkul Cehapeli Dernek başkanına maillerime cevap vermediğine kızdım. Halbuki Gezi'de dernek ofisini beklemek için ne de çok arardı. İğreniyorum. İkiyüzlü olmalarından. Hepsinin. “Telefonda seks yapalım” diyor. S.ktir ulan git dokuzyüzlü hatları ara! Kendilerine güvenlerinden. ikinci el metres yalnızlığı bu benimkisi. O derneğin çağrısıyla değil de kendim kalkıp gitseydim Soma'ya. O kadar kişiyi aradım ki bir haftadır. Erdal'dan başlayayım. Mülteci Kampındaki ekip başkanımız. Kızılay. Hani Türk olanından. Geleyim dedim. İzin almak zor olur. Başhekime çıktım. İyi düşünmüşsün ama yazı gelmeden bir şey yapamayız, bir de sen aday memur... Basın açıklamalarına da gidemedim. Sersem gibiydim Amasya'da. Zeki'ye kaçmak istedim. Onunla basın açıklamalarına gitmek güven veriyordu hep, aday memur olsam da. Biriyle tanıştım sonra. “Maveraünnehir nereye dökülür?” dedi. Çok konuşuyordu,

sıkıldım. Solgun bir halk ayaklanmasının kalbine dedim. Sustum. Erdal tebrik etti beni. Çok duyarlıymışım. Kurtulmuşum. Sağlık Bakanlığı iyi gelecekmiş bana. Doktorlar bizi eziyor Erdal bey, Erdal Mülteci kampında kendisine yavşadığımın farkına varmış olmalı ki sesi seks kokuyordu, titrek ve bir incelip kısalan bir ton. Anladım. Bir gün gelebilirmiş Amasya'ya. Ararmış beni. Erdal seni bunun için aramadım ki, ama gel, gel de senin de sofrana meze olayım, senin de göbeğinin ağırlığını arkamda hissedeyim tiksineyim hemen. Sıra bende diyerek korkutayım seni. Güleyim. Sarılmak nedir bilmeden git duşunu al Erdal, sevgili başkanım iken kalkan resmiyeti duşta iyi temizle. Soma yandı lan! somayandılan. sormayankalmadı. Ne çok özledim bu hafta birilerini. Aramak istedim. Kurtarın cinnetimden beni, Burcu aradı. Mülteci kampımda mutluydum ben aslında diye bir cümle kurdum. Hah! Birgül Oğuz okudum. Beğenmedim. Ukalalık ettim. Hah! Yas tutacak o kadar şeyimiz oldu ki Birgül, i've got a in my mind dedi hep lana bu hafta. Deneyeceğim zor olsa da dedi. Samsun'a kaçtım. Otogarda tanıştığım biri arabasına attı beni. Oral istedi. İğrendim. Yaptım. Mısır satıyordu. Kokuyordu pis. Ölsem ben, Kör Baykuş'a başladım. Yaralar vardır diyor, yaralar. Sadık Hidayetim bu gece. Sadık Hidayet. Lana Del. i just ride. just ride.


Kitap tanıtımları yapacaktım ben bloğuma. Ahmet Büke'nin Buluttan Buluta öyküsündeki Roboski simgesini anlatacaktım.

Germinal'i söylemiyorum bile.

Sonra bir taslak hâlinde bıraktığım hastanede karşılaştığım çingene ağıtlarını yazacaktım. Yazamadım. Başarısız bir imgeyim ben.

İyi bok yedin Türkiye!

Soma Halkı. Yanındayım. Soma. yan. yan.ımda. yım.

hayalleri yaşamak

Kelimelerim bir daha düğüm düğüm olmasın. Bir daha bu kadar kenetlenmeyeyim acıya. Bu ülkenin vicdanı nehirlere, iş makinelerine akmasın. Sinan. uzun konuştuk Hasan bir de. konuşacağım. Özge mail attı. Biliyordum. Hissetti beni. Tuba aramadı. Erkeğiyle yine başı dertte. Şimdi Soma dışında düşünebiliyorsun başka bir şey diyeceğim ona. Konuştuğumuzda. Münevver. Kurul toplantısındaki iğrençliklerden bahsetti. Her yerdeler. biliyorsun dedim. Yeni bir şey değil. Erdem dönmedi daha ruh sağlığı merkezi'ne. Nadide bile kötüydü. Burcu. Kaçtı. Tatile çıktı. Ya ben. ben. ben. Döşeğimde Ölürken'i beğenmemiştim. Faulkner'indi. Haksızlık etmişim sana, neden şimdi başyapıt bir eser dediklerini anladım.

Benim annem bir balık! Döşeğimde Ölürken.

-tarık şimşek

Her şeyin sonunun ve her şeyin başının bir hikayesi değil bu. Sizin ne kadar yürekli kişiler olduğunuzu anlatacak olan bir hikaye ise hiç değil, ne zamandır somut kağıda yazı yazmamıştım. Sanal cümleler arasında gidip gelirken kendimi aramayı ihmal etmiştim hâlbu ki. Size kötü ve iyi kahramanlar verip, vicdanınızı dinleticek de değilim. sizi, direkt, o kahraman koltuğuna oturtacak ve kendinizin iyi mi yoksa kötü mü olduğunuzu gösterme – çabasına girmeden- göstereceğim. Çok uzun zaman olmadı içimizdeki insanlık ateşi söneli. Halen ateşim sıcaklığı ellerimi ısıtıyor, ateşin dumanı hâlen tütüyor, “insanlık fazla uzaklara gitmiş olamaz”, lafını ortaya atıp kaybolasım var. Kendi bedenimi sizden saklayacak bir kayboluş değil. Us’umun evreni buluşu ile başlayacak bir kayboluş olacak bu. J.J Rousseau da hayal edermiş. Karşı cinsi düşlermiş. Ne de benzer oldum o’na! Düşlemez miyiz biz de? Kendi kafasında mükemmel sevgiyi yaratırmış, düşlediği kişinin- bedenini inşaa edermiş bir bina gibi… Boynunu, göğüslerini, saçını, yanaklarını, göz kapaklarını, minik


parmaklarını, omzunu, belini, kalçasını ve bacaklarını. Onun eli benim elimin içine geçiyor. Boynuna bir vampir gibi yaklaşıyorum, ısırmak yerine bir öpücükle ıslatıyorum. Saçlarına daldırıyorum burnumu, yüzümü. Kollarım belini sarıyor, istekle, sıcaklıkla, büyük bir arzuyla. Sıkı sıkı, derince nefes alıyor O aslan kollarımın arasındaki bir ceylan gibi. Kollarımı gevşetiyor, bacaklarını, kalçasını okşuyorum, bir diğer elimle de göğsüne dokunuyor, “ ne de yumuşaklar…” diye geçiriyorum içimden. Pamuktan yapılma gibiler. Kollarım ne de güzel bir şey’le dolu. Böylesine huzurlu bir anın hiç bitmemesi dileğiyle, bulutların üzerindeymişçesine, lanet dünyanın kalan tek sevgi dolu yeri, insanlığın zorbalığı ve kötülüğü girmemiş olan bir “balta girmemiş orman” misali bir yerdi burası benim için. Bu yatak! Ne de sevgi dolu. Sevgiden duvarları örülmüş bir savaş kalesi bu. Savaş, evet. Bu yatak dışında kalan nefret ile olan savaş aramızdaki. Biz sevgi’nin askerleriyiz. Tüm iyilikler adına savaşırız. Bu yatak da bizim kalemiz. Derince iç çekişlerine bırakıyorum kendimi, diyorum ki, her insan şöylece sevdiğini kollarında bir anlığına tutsa ve gerçek’i hissetse! Çok şey istiyormuşum gibi geliyor. Ne olurdu herkes şu anı tatsa! Tadabilse! Ve sevginin askerleri, ordusuna katılsa. Yataklarımız ayrı olsa da biliriz biz, tek bir ordunun askerleri olduğumuzu. Tek görmek istediğim şey de bu, hepimizin aslolan şeyin şu bedenlerimizin sıcaklığımı başkalarına duyurmanın mutluluğu içinde yüzmek. Siz hiç mutlu olmak için kredi çeken birisini gördünüz mü? Hayır. Onlar, sadece daha büyük evler, daha hızlı arabalar için para harcarlar. Daha büyük

televizyonları olsun isterler, daha büyük yatakları. Belki de dünyayı “daha büyük ekranlar”dan görmek yerine, gözümüzü daha dört açıp, dünyayı daha büyük görebilirdik. Hiç bir zaman dolduramayacağımız kocamanımsı yataklar… hiç bir zaman üzerinde sevgi oluşturulmayacak şu yataklar. Tam bir tatminkârlık hırsıyla dolup taşarken biz, pek unutkanızdır. Peki ya daha büyük kalplere ihtiyacımız yok mu? Şelaleden aşağı düşecek gibiyiz. Bir anlığına her şey olacak, ve bir saçmalıklar dolu şu boş ama dopdolu hayatlar biz’e dönüşecek. Boş yürekler bırakıp, ev eşyaları ile doldurduğumuz evlerimiz kalacak biz’den geriye bir tek! Şurada bir koltuk, bir vazo, bir çekmece… kullanılmayı bekleyen, doldurulmayı bekleyen yürekler bomboş. En ufak bir sevgi parçacağından bile yoksun bırakılmış. İşte biz bunlarız. Şu boşluklar, ve diğer taraftaki ağzına kadar dopdoluluklar! İnsan, dünyadaki en duygusal sevecen kalpsizlik ve kötülük timsali. İnsan’ın kişisi gidiyor, onun yerini cebimizdeki araba anahtarı, evimizin anahtarı ve cüzdanımız dolduruyor. Kendimin ben’ini dünyadan silip, pek maddi şeyler bana dönüşüyor. Sahip’liklerim, ben oluyor. Ben onlardan ibaret oluyorum. Kendimi onlarla doldurmak uğruna, gönlüm boş, buruk kalıyor. Okunmayı arzulayan tozlu bir kitaba dönüşüyor. Kendini yitiriyor. Bir anlam ifade etmeyi bırakıyor. Sokaklara terkedilmiş binlerce çocuktan biri oluveriyor. Kendini varetmek istiyor. “Özür dilerim, senin içini dolduramadım, seni terkettim” dercesine, onu kendi yalnızlığına bırakıyoruz.


Kendinizi bu terkeden-insan-kişisi konumunda nereye koyduğunuzdur kim oduğunuz. Tek bir şey dilerim, kendi kalelerinizi kurun. -mertcan kuranoğlu

çifte kavrulmuş insaniyet Herkesin bir kavrayış biçimi var mıdır? Vardır, çünkü hepimiz birer fabrika çıkışlı makine değiliz en nihayetinde. Leibniz buna “her cevherin farklı bir anlayışı/bakışı vardır” diyor. Cevher burada -sanırıminsan,kişi,bireyi ifade ediyor. Herkesin en basit bir şeye karşı bakışı bile aynı olamazken, koskoca dünya ve evrene karşı bakışlarımız ne derece aynı olabilir ki? O kadar farklıyız ki. Belki de değiliz. Ama hepimizde bir kendi-pencere-bakışı var. Herkesin bir yorumu, kendine özel bir bireyselliği var iken, iki insanın birbirini sevebilmesi durumu tam bir aldatmacadır. Zamyatin, iki insanın sevişmesini “bir olmak” diye tanımlıyor. Gerçekten de öyle değil mi ilk bakışta? İki kişide tam bir, birbirini-arzulama-isteği hakim. O anda iki insan için her şeyin dışta kaldığı gerçeğidir. “Bir” olarak, aslında, “diğer kişi ile aynı olmak” mı kastediliyordur? İç içe geçen dişli çarklar gibi midir burda betimlenen şey? İki çarkın birbirini tam olarak tamamlaması. Bir ahenk. Belki de mükemmellik. Aradığımız da budur, asıl, hayatımız boyunca. Harikalılık. Muhteşemlik. Tamlık. Nesnel yönünden çok, öznel yönüne yükleniyoruz belki de, daha fazla. Belki de “bir” olmak, bizi, her gece yatağımızda yakalayan kabustur. Bizi

yakalar ve bırakmaz. Bir takım hatırlama gibidir. Bir olmak isteği yatarken bizde, kabus gelip onu uyandırır. Bizi üzer, en basit tanımlamasıyla. Hayatında duygu aramayanlar pek güçlü gelir bizlere. Veya korkutucu. Duygusuz nasıl olunur insan? Vahşi ortamdaki bir hayvandan farkımız kalamaz diye düşünürüm, duygusuz. Bizi, her olumsuzluğa karşı, hayatta tutan şey gibi gelir bana, duygu. Bir öpücük, bir sarılma, belki de bir “bir olma”. Hepimiz arıyoruz o’nu. Onu ve bedenini. Gece karanlığında dudaklarını arıyoruz bir öpücük kondurma adına. Bunları gerçekten yaşayan insanlar var. Kimileri ise hayallerinde hayal kurarak kendini avutuyor. İkinci durum, kendini avutmadan ziyade, bir “bekleme”dir. Bir olunacak kişiyi bulabildiği zaman, hayalleri gerçeğe dönüşecektir. Bu kadar basit mi peki, hayır, hiç te değil. Bir çark olarak, bir diğer çarkı aramaya koyulmak ile başlanmalı belki de. Nihai amaç mıdır bu? Belki de değil. Ama hep bir amaç hâlini taşıyor, taşıyacaktır da. Sevgi, şefkat hepimizin aradığı şeyler. Kendimizi kandırmaya mâhâl vermeyelim. Bunlara ihtiyacı olmayanlar daha mı güçlü peki? Bunu az önce de sormuştum. Güçlülükten ziyade bir eksiktir benim bakış açıma göre. Hayatımız bile sevgi ile başladığı düşünülürse, anne karnında, daha ne diye sevgisiz yaşamaya çalışmalıyız ki? Ona yenik düşmekten mi korkuyoruz yoksa? Sevgiye yenik düşülür mü? Ona yenik düşüldüğü an, yatağa “düşülen” ana tekabül eder. Peki, neyden korkuyorlar ki bu kişiler? Sevgi kalınca bir halattır, sen ile hayat arasındaki bağı devam ettiren. Pek modern hayatlarımızda sevgiye vakit ayıramıyor, sevgisiz, suratımız asık


geçiştiriyoruz kısacık hayatlarımızı. Buna değer mi? Kendimizi köpekleştiren bankalara para akıtmak adına çalışırken, sevgi tohumlarımızı sulamadığımız için yüreğimizde kuruyup gidiyorlar. İnsani her şeyimizi kaybediyor, fabrikasyon ürünler olmaktan kaçamıyor, biz, BİR OLAMADAN, ölüp gidiyoruz. Toprakta çürümeyi, daha yaşarken düşünüyoruz. Yerin altına girmeden daha, kendimiz, içimiz ile çürüyüp gidiyoruz. Sonra, gerçekten toprağa girecek iken, geriye bakınca, bir geçmişin olmadığını görüyoruz. Yaşanmaya değmeyen bir geçmiş yaşadığımız gerçeği yüzümüze vuruluyor. İçimizde yeşerememiş her insancıllığın kurumuşluğunu göz ardı ederek, diğerlerinin otomasyonluğuna bürünüyoruz. Ölülerin yaşamasıdır bu, ölülerin ve kalpsizlerin dünyası burası. Kuruyemişçiye gidip, 250 gram leblebi, az da “insanlık” diye bir sipariş vermek istiyoruz hepimiz. -mertcan kuranoğlu

biz olamayanlar Bir gün, zamanın tersten akmaya başlayabileceğine inanıyorum. Zaman tepe taklak olacak ve Sokrat dünyanın sonunda olacak, başında olmak yerine. Belki de çok anlam yüklüyoruzdur zamana. Zaman nedir ki? Dakikalar, saniyeler, kümelenmiş anlardan ibarettir o. Zamanın akmıyor, bizim kayıyor olduğumuzdur asıl gerçek. Şimdiki zamanın olmadığını, her anın bir şimdiki zamandan ibaret olduğunu gördüğünüz zaman bana hak vereceksiniz. Zaman, geçmiş ile gelecek arasında yaşanmaz. Geçmişte de yaşanır, gelecek te

pekala. Sizin kafanızı ne yöne çevirdiğinize bağlı kısaca… Sanki gözlerimle görmüşüm gibi Antik Yunan’ı hayal ediyor, Sokrat’ın oradan oraya gezintilerini görüyorum. Ama, gariptir ki, 10 saniye önceki hâlimi göremiyorum. Benim zamanımdır bu. Kim, kendine ait zamana sahip değil ki zaten? Geçmiş, zamandan ibaret değil, sizin kafanızdan ibarettir. Nedir mi bu şimdi? Siz, kendinize yakın tuttukça bir şey, sizin adınıza geçmemiştir. Siz bir şeyi bırakıp gitmesine izin vermediğiniz müddetçe o hâlâ şimdiki zamana aittir. Ben demiyorum ki, insanlar olarak pek kafası bozuk kişileriz. Öyle değil miyiz, kısmen belki. Ama zamanın saniyelerden, yıllardan ibaret olmadığını bilmenizi istiyorum. Siz bunu farketmiş te olabilirsiniz, ama anlamdıramamışsınızdır, büyük ihtimal.Kim zamanı nesnel yaşıyor ki? Hiç kimse. Herkesi kendinedir zamanı. Zaman bazı geceler geçmez. Akmaz. Çakılıp kalır taş gibi. İçinize oturur. Bazense, ırmak gibi akar gider. Şelale olu verir, tutamayıverirseniz onu. Sokrat “tanrı karşıtlığı” adına idam edildi. Sonra giriverdik pek Karanlık Orta Çağ’a. Sonra geçtik gittik, pek modernize olmuş hayatlara tutunduk. Sonra bi’ baktık yine tanrı adına insan öldürmeye bağlanmışız iki elle. Zaman, yuvarlıktır. Varıcağınız yer sadece, dönüp durup, bir diğer başı olacaktır. Bu zamanın yönünü birazcık saptırabilseydik, rayından çıkacak, ve her şey, bir daha olduğu gibi olamayacaktı. Ne yazıktır başaramadığımızı tahmin ediyorum. Ne derler bilirsiniz, dilimizde TÜY KALMADI. Kalmaz tabi. Cahile değil, yobaza laf anlatmaktan tüy kalmadı, kalmaz da. Kendini kabullenmeyen insan dik başlılığı gittikçe yayılıyor. Herkes çok


kesin. Kesin ve emin. Benim asıl derdim tanrıyla değil. Dinlerle. Dinler size, tanrıya bir şey adamanızı öğretilemiyor mu? Evet. Peki, sen diyorsun ki şimdi, gerçeği kanıtlanamayan birileri dini bir kutsal kitap gibi bir şey yazmışlar, kimler yazdık orası bile safsata, “tanrı böyle yönetmemizi istemiş” diyiveriyorsun. Birincisi, sen kimsin, ikincisi, tanrıdan sanane? Tanrı pekala böyle buyuruveriyor (?) ise, kendisin yeryüzüne gelsin, kendisi yönetsin, daha iyi yönetmesini becerebiliyorsa. Ah aptallık. Ah kara cahiliyet beni yıldırıyor… Dilimde tüy bitti mi? Bitecek. Senin yaratıcın her şeyi biliyorsa, neden senin kutsal saydığın kitapta, evren, dünya adına ufacık bir bilgi kırıntısı dahi yok? Tanrı yoksa suyun iki hidrojen bir de oksijen atomundan oluştuğunu bilmiyor mu? Aaa. Çok üzüldüm tanrın adına. Tanrın senin neye benziyor biliyor musun? Söyleyeyim. Bir fabrika hayal et. Fabrikatör ise bir adam. Bu adam gece gündüz

çalışıyor kendi işini kuruyor. Sonra bir de bunun bir oğlu var, hiç bir halttan anlamayan. Sonra fabrikatör vefat ediyor ve bu oğlu başa geçiyor. Senin tanrın da budur işte. Bir şeyin “baş”ı ama kimse demiyor ki, bu baş, neyden anlıyor? Tanrın, pek gibi kutsal kitabını, adaletsizlik, saçmalık, beyinsizlik ile değil, bilim ile doldurabilseymiş, inanabilirdim. Ama şimdi, senin kafan bunları alamayacak derecede örümcek ağı kaplamış ise, bilemiyeceğim doğrusu. Sen yine de bi’ dene. Kendinden olmayanı öldürmeye odaklı birisisin sonuçta, kutsal şeyinde hoşgörü nâmına ne yazıyor, niye yazıyor onu da anlamıyorum dost. -mertcan kuranoğlu



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.