Sartre neden haklıydı? Yaşadığımız çevreye,zamana bakıyorum da , acaba nasıl böylesine kendimizi kaybetmiş olduğumuza akıl erdiremiyorum. Neden mi? Çünkü insanlar… Çünkü, onlar ve sınırları olmayan hırsları. Onlar ve peşlerinden sürüklüyor oldukları yığınlar. Kendimi kötü, biraz da gücünü yitirmiş bir süper kahraman olarak hissediyorum. Filozofların -genel olarak- sahip oldukları bir sorun var, bence. Dünyaya radikal bir şekilde bilimsel ve nesnel bakmaya ve bu yönde de eleştirmeye çalışıyorlar. Ama insan ne aklından ibarettir ne de pek nesneldir. Katı şekilde bilimci her görüşe, karşı kendimi çırılçıplak hisseder oldum. İnsanın içine değerleri, duyguları, hisleri katmayan her felsefeciye kendimi yabancı hisseder oldum. Duygudur beni ben yapan. Seni, ondan ayırandır duygular, hisler. İnsan asla salt bir akılcı varlık olmadı ki. İnsan olmadı hiç ki düşünmemiş olsun duygularıyla. Eğer varsa da böyleleri, insanlıklarından arınmışlardır. Kendilerini bir makineye dönüştürmüşlerdir. Ben kendimim, kendimdir beni ‘eşsiz’ yapan. İstemiyorum kendimi hissetmek bir fabrika ürünü. Ben neysem oyum, hissederim. İnsan sadece akılcı olacaksa eğer, kendini yitirmiştir. O artık dönen bir çarkın elemanı olmuştur. Korkarım artık o insandan, tir tir titreyerek korkarım.
Sartre’ı severim. Piposunu, gözlüğünü, düzgün olmayan ayrık gözlerini ise bi’ ayrı severim. Seviyorum, çünkü haklıydı. En basit ve kısa cümlelerle bende bambaşka bir pencere açtı. Diğer pencerelerden olduğu kadar, bir de o pencereden dışarıyı izledim. Her şey daha aydınlıktı. Tepede güneş vardı. Mevsimlerden ilkbahar çiçekler açmıştı. O pencere bana öğretti ki, hayat diye isimlendirilen bu ölümcül sonlu evre hiç te tek-kişilikli bir oyun değildi. Öyle değildi, çünkü, içinde bulunduğumuz karşı çıktığımız ama bir o kadar da elimizden değiştirmek adına bir şey gelmeyen o kadar çok şey var ki. Kendimi kayıp değil, terkedilmiş hissediyorum. Sartre haklıydı. Ve ben o yorumlarken belki de çok alakasız düşünüyorum. Ama onun sarf ettiği sözler tam bir ayaklanmaydı, “hakkımızı istiyoruz,şimdi” demekti belki de bu sözler. Sartre der ki, insanlar arası ilişkiler çift taraflı. Veya herhangi bir ilişki diye adlandıramayacağımız şeyler de bağlantılı. Sartre bu duruma siyasi ve ekonomik açıdan bakıyor en çok. Birisinin yaptığı diğer birisini mutlak suretle ilgilendirir diyor. Sartre burada, insanın 20.yy’da eriyip giden, veya ‘eritilen’ özgürlüğüne ve sınıfsal yaşam standartlarına dikkat çekiyor. Serbest piyasanın insanlara insan değil deyim yerindeyse ‘köle’ olarak bakmasına karşı bir duruştur bu. Kapitalizm burada en-özgürlükçü sınıftır. Çünkü “kimsekimseyi-ilgilendirmez” kuralı altın harflerle zihinlere yerleşmiştir. Bu kısır döngü sistemi içerisinde her insanın kendinden sorumlu olması gereği doğuyor ve diğer herkesi de ona karşı düşman ediyor. Sokakta birisinin en basit bir haksızlığa uğramasına sessiz kalmak gibidir. Belki de , daha somut bir örnek olarak, siyasi görüşleri yüzünden işten çıkartılan birisini düşünün, bu işten çıkarma durumunun pekala
haksız bir durum olduğuna inanıyorsunuz, ama sizin de kapı önüne koyulma ihtimaliniz var. Sırf bu sebeple buna sessiz kalmanız gerektiğini düşünüyorsunuz. Kısaca “başkası
beni ilgilendirmez” diyorsunuz. Sistemin sizden istediği, şey de budur aslında. Çenenizi kapamanızı ve düşük ücretli işinizi devam ettirmenizi isterler.
Sartre bunu istemiyor. Etik ve ahlaki bir yaklaşıma sarılmadığımız vakit, haklı durumda haksızmış gibi davrandığımız vakit, kötülük karşısında suskun olduğumuz vakit, ben insanlıktan ve insancıllıktan şüphe ederim.
veya tamamlayacısı niteliğindedir, örneğin ilk distopya örneği olan Biz, 1984 ve Cesur Yeni Dünya’nın temellerini atmıştır. Biz’deki imgeler, detaylar, karakter yapıları, devlet sistemleri her iki kitabı da temelinden etkilemiştir. Ütopik eserlerde ise ilk eser olan Devlet’ten sonrakilerine baktığımızda, Devlet’ten yola çıkarak, hep bir eşitlikdemokrasi-adalet üçlüsü içinde kurulmuş olan eserleri görürüz. Platon, kitabında özgürlüksınıf-devlet üçlüsüne de büyük bir yer ayırır. Özellikle, sınıf açısından kısaca, üreticiyönetici-koruyucu sınıflarını detaylıca işler. Her üç sınıfa da, günümüzde çok basit ve mantıklı gelmeyen özellikler atfeder. Devlet yapısında ilk fikirlerin bir ütopya örneği hâline gelen Devlet, sonraki yüzyıllarda oluşacak devlet ideolojilerinin de atasıdır diyebiliriz.
-mertcan kuranoğlu
ütopyalarda cümhüriyet (Bu yazı, okulda mantık dersi için hazırladığım felsefi bir konuşmadır.)
Benim konum “Ütopyalarda Cumhuriyet”, ama ben konuyu ütopik eserler ile sınırlı tutmayıp distopik eserlerden de örnekler vererek, karşılaştırmalı şekilde konuşmayı yapmanın daha kapsayacı olacağını düşünüyorum.
Ütopik ve Distopik eserler ne anlatır?
Ütopik ve Distopik eserler ya gelecek ya geçmiş, ya da belli bir zaman dilimine sahip olmayan zamanlarda geçen, genellikle belli bir bölgeyi içeren yazı metinleridir. En başlı ütopyalardan yola çıkarsak eğer, Platon’un Devlet’i, Campanella’nın Güneş Ülkesi, Thomas More’un Ütopya’sını, Francis Bacon’ın Yeni Atlantisi’ni ve Farabi’nin İdeal Devlet’ini sayabiliriz. Distopya içinse Aldous Huxley’ın Cesur Yeni Dünya’sı, Yevgeni Zamyetin’in Biz’i ve George Orwell’ın 1984’u vardır başlıca. Eserlere genel bir bakış attığımızda, kendi kategorilerindeki eserler birbirinin devamı
Ütopik ve Distopik eserler nasıl bir devlet yapısı çiziyor? Her kitabı detaylıca anlatmak yerine, ortak noktalarından ve farklılıklarından yola çıkarak bir karşılaştırma yapmamız gereklidir bu konuda. Örneğin, Platon sınıf ayrımını en baştan koyarak, belli bir sınıfsal iş bölümünü de beraberinde getirir. Ama Bacon, sınıfsal ayrımdan o kadar da yana olmayan bir bilimsel-devlet yapısı koyuyor ortaya. Kendini bilime adamış bir devleti betimleyen Bacon, basitçe halk ve devlet olarak ikiye ayırıyor. Bacon’ın devleti bir sınıfsal ayrımı ön görmemekle beraber, devletin kendisini halka, halkın kendisini devlet içinde eritiyor, bir bütün hâle getiriyor. Ütopik eserlerin yanında, distopik eserleri ayrıca ele almamız gerekirse, hem Biz’de, hem de Cesur Yeni Dünya’da devlet ile halkın, ne iç içe, ne de ayrık olduğu görülüyor ilk bakışta. İkisinde de en katı
anlamında bir “eşitlik” ilkesi hâkimdir diyebiliyoruz. Ama burada, eşitlikten ne anladığımıza bağlı aslında kastetmek istediğimiz. Distopik eserlerde, eşitlik ilkesi pozitif anlamından çok negatif anlam yüklü oluyor. Bunun olması sebebi ise, her vatandaşın, birey ve kişi değil, toplumun bir elemanı olarak görülmesidir. Toplumdaki her insanın eşit tutulması olayına bir değinmede bulunuluyor distopik eserlerde. Ama eşitlik derken, ütopik eserler bunu daha çok adalethukuk anlamında ele alıyor. Distopyanın tersine bir durum hâkim. Ben buna toplumcubireycilik diyorum. Kişinin hem öz bir iradesi, hem de bir toplumun parçası olduğu düşüncesi, kişinin kendisini oluşturuyor. Kendisini oluşturmakla kalmayıp, toplum ile arasındaki bağı da güçlendiriyor bir yandan, buradaki görüşüm Jean Paul Sartre’ın da üzerinde konuştuğu gibi, her insan bir insana bağlı olması, yani kimse çıkıp “benim yaptığım kimseyi ilgilendirmez” diyemez. Sartre’dan yola çıkarak bir de etik konusunda Max Weber’in sözünü hatırlatabiliriz. Max Weber diyor ki: diğer insanların hayatlarını etkileyebilecek politik ve ekonomik kararlar vermek zorunda olan insanlar, eğer tümüyle akıllarını yitirmemişlerse, yalnız eylemlerinin etik güdülenmelerini değil, aynı zamanda eylemlerinin olası sonuçlarını da tam doğru olarak değerlendirmek zorunda olduklarını göreceklerdir.
Distopik eserlerde daha çok roman anlatımı hakim olduğu için, karakter yapıları daha belirgin, daha canlı ve de daha detaylı oluyor. Yirminci yüzyılın emperyalist kapitalizm modelini ilk defa bir distopya hâlinde yazan Yevgeni Zamyetin’in kitabında aslında ne kadar da insanların devlet tarafından eşitleştirilmiş bir fabrikasyon ürün olduğunu görüyoruz. Devletin her vatandaşının bir diğerinden ne eksik ne de fazla bir hakkı olan devletimizde, insanların o kadar eşit ki, ne
hukuk ne de adalet üzerine bir açıklama görebiliyoruz. Biz kitabını Cesur Yeni Dünya ile ilişkilendirmek adına örnek vermemiz gerekirse, Cesur Yeni Dünya’da, eşitlikten ziyade insan eliyle oluşturulmuş bir sınıfsal ayrımı görebilirsiniz. Ceninlerin DNA’larını değiştirerek, farklı farklı sınıfsal özellikler vererek, aslında, devlet vatandaşlarını hiç te eşit ve etik olmayan bir ayrıma sürüklüyor. Ama burada şöyle bir şey var ki, neredeyse köle diyebileceğimiz sınıf da, en üst katmanda bulunan pek prestijli sınıf ta kendi hâlinden memnun. Her sınıfın, kendi içinde eğitimi, kendi içinde iletişimi, kendi içindeki ilişkilerini göz önünde tuttuğumuzda, aslında devletin en temelde yaptığının kişiyi kendi kalıpları içinde sıkıştırmak olduğunu görüyoruz. Bu sıkıştırma şöyle ki, kişiyi, kendini en son sınırında olduğuna inandırıyor, sanki bir üst sınıfın kendinden üst değil de, eşitmiş gibi bir algı yaratıyor. Demek istediğim şu ki, bir insanın kapasitesi 100 üzerinden 100 ise, o insanı 30 ile sınırlı tutuyor, ve insanı buna inandırmaya çalışıyor, çalışıyor ve başarılı da oluyor. Çünkü önceden dediğim gibi, her sınıfın kendi eğitim süreci var. Kısaca değinmek gerekirse, bebekler doğduğu andan itibaren kendi sınıfına sokuluyor, sesli şekilde eğitim görüyorlar, ve onları, sahip oldukları koşullar ile onları buna ikna ediyorlar en basit şekilde. Her iki türdeki eselerin de bu açılardan devlet ideolojilerine yönelik büyük bir atıfta bulunulduğu açıktır. Ütopyalarda sosyalist bir görüşün, distopyalarda ise kapitalist görüşün ön plana çıktığını görüyoruz. Sistemlere yönelik eleştirilerin distopyalarda daha ağır ve daha sivri dilli olduğunu okurken anlıyoruz.
Felsefenin ütopya ve distopya örneklerindeki yeri nedir? Felsefenin ütopik ve distopik eserlerdeki yeri yadsınamaz derecede büyüktür. Önemi büyüktür çünkü, hayatın aslında bir etki-tepki
döngüsünde döndüğünü gördüğümüz vakit, felsefenin de her şeyde olduğu kadar edebiyatta da etkileri görülür. Benim bahsedeceğim konu tabi ki de, felsefenin edebiyatta ne gibi etkileri olduğu değil. Dediğim gibi, etki-tepki durumlarını felsefi bir bakış açısıyla ele aldığımızda, aslında hayatta ne kadar da zor ve karmaşık görünen şeylerin basitliğini anlayabiliriz. Bu anlamda bir tezatdiyalektiğine benziyor bahsettiğimiz durum. Bir yanda Adam Smith’in kurduğu kapitalizm diğer yanda Marx ve Engels’in temellerini attığı Komünizm gibi. Burada, filozof ve devlet adamı olan Marcus Aurelius’un bir sözünü de aktarırsam eğer, anlatmak istediğim bir netlik kazanabilir. Diyor ki, hayatta doğrular değil, perspektifler vardır. Bu alıntıyı yapıyorum, çünkü, kapitalizm ile komünizm zıtlığını diğer zıtlıklar gibi, açıklamakta daha az zorlanacağım. Perspektiflerden yola çıktığımızda, Adam Smith sermayeye iş veren, Marx ise sermayeye işçi gözüyle bakıyordur. İş verene göre ne kadar az ücretle çalıştırırsa bir işçiyi daha fazla kâr edecektir patron, ama diğer yandan, Marx ise işçinin ne kadar az parası olması gerektiğini mi savunmuştur? Tabi ki de hayır. Ben burada devlet ideolojilerinin bir karşılaştırmasını yapmak niyetinde değilim, sadece felsefenin aslında hayatımızın her alanında olduğu kadar, ütopik ve distopik eserlerdeki varlığını göstermeye çalışıyorum. Önceden dediğim gibi, bu eserlerde sistem eleştirileri ve yorumları ön plandadır. Çünkü, bu eserler en başından bir şeyin ‘örneğini’ vermeye amaçlanmıştır. Yazar kişisi, esere “böyle bir sistem olsa nasıl olurduk?” sorusunu kendisine sorarak yazmaya başladığı için, en ön plandaki konu da devlet sistemi ve yönetimidir. Bu durum distopik eserlerde daha detaylıca işleniyor önceden dediğim gibi, roman havasında bir anlatıma sahip olan eserlerden örnekler verebilirim. Zamyetin’in Biz’inde: ana karakterimiz başka bir karaktere aşık oluyor, ama içinde bulundukları devlet yapısında bu
durum yasaktır. Yani, anayasal bir kanun var ortada. Devletin izni dışında kimse kimseyle ayrıca cinsel ilişkiye dahi giremez. Her şey devletin kontrolündedir. Hatta Biz kitabını daha detaylıca anlatmak istiyorum. Çünkü diğer distopya örneklerinden daha az tanınıyor. Ayrıca karakterlerin içinde bulundukları devlette, evlerde perdelerin kapatılması yasaktır. Evlerde perdeler yok demiyorum, sadece perdelerin kapatılması da devletin izni ile olur. Cesur Yeni Dünya’da ise, önceden dediğim gibi, biyolojik sınıflar vardır. Kitapta bunun üzerinde detaylıca yorum yapılıyor.
Yazarımız Huxley, kendi fikirlerini karakterler arasında güzelce işliyor. Hatta kitapta, kitaptaki devlet sistemine yönelik bir atıfta bile bulunuyor. Kısaca bunu da anlatmak istiyorum, baş karakterimiz bir başka kişiye soruyor ki, biyolojik sınıfları oluşturmamız ne derece doğru, diğer kişi de bu soruyu bir hikaye ile cevaplandırıyor. Karakterin dediğine göre, bu devlet kurulduktan sonra bir başka bir toprak parçasında, bu devletin tam zıttı yönetim biçime sahip bir devlet kuruluyor. Yani ne sınıf var ne de bir şey. Herkesin eşit olduğu üzerine bir devlet. Ülkede devlet başkanı ve meclise kişiler alınırken de, herkes kendisini oraya layık görmüş. Ve bunun sonucunda ülkede bir iç savaş çıkmış. Karakterin bu anlatısındaki atıf, kendilerinin yaşadığı devletin pekala en iyi devlet olduğuna dikkat çekmesidir. Herkesin eşit olması gibi bir düşünceyi çürütmeye yönelik basit ve saçma bir örnek ile cevap vererek, kesin şekilde etik ve âhlaki olmayan sistemin iyi olduğunu söylüyor. Distopyalar içersinde en fazla tanınan olan 1984’dan örnek vermeye gerek var mıdır bilemiyorum. 1984 her iki distopyanın da bir karışımı olan daha detaylı fikirlere sahip bir örnektir. Diğer distopyalara nazaran, aradan geçen zaman dolayısıyla belki de yayılmacı devletlerin politikalarının daha da
kendini belirttiğinden dolayı, 1984 distopyalar içersinde günümüz yaşantımıza en uygun olanıdır. Kitap belki 1949’da yayımlandığında kimsenin hayal bile edemeyeceği imgeler, fikirler ve düşünceler ile doluydu. Ama aradan geçen elli yıldan fazla bir süredir, insan hayatının ne denli 1984 ve diğer distopyalara benzediği ortadadır. Konuşmanın en başında saydığım ütopyaların içersinde en son yazılan kitap 1627 yılında yazılan Yeni Atlantis’tir. Burada vurgulamak istediğim şey şu ki. Geçen yüzyılda ses getiren 3 distopya yazılmasına rağmen, 17.yy’dan beri etki yaratmış bir ütopya örneği yazılmamıştır. Devlet ideolojileri ile ütopik ve distopik örneklerin verilmesinin bağlantısını felsefi bir şekilde özetlemek gerekirse, emperyalizm son bir kaç yüzyıldır dünyamızı mahvetmesine karşılık tokat gibi cevap verilen 3 distopya örneği vardır. Felsefe tarihinde hiç olmadığı kadar özgürlükçü ve hukukçu öğretiler baş göstermiştir. Belki de 17.yy’dan beri bir ütopya örneğinin olmayışı, artık daha iyi olmasını dileyebileceğimiz bir dünyanın olmamasından kaynaklıdır. Konuşmamı, Albert Camus’un Sisifos Söyleni’nden bir alıntı yaparak bitirmek istiyorum. Camus diyor ki, bir insan için para en başta bir araç durumundaydı. Elindeki para ile bir takım şeyleri satın alıyordu. Ve bu şeyler de onu mutlu ediyordu. Daha sonra sahip olduğu para araç değil amaç durumuna geldi. Artık paranın sahipliği ile mutlu olmaya başladı insan.
Çozümlenebilmiş Büdak
Camus’nun dediğine paralel bir yönden kapitalist eleştirisi yapan Chuck Palahniuk ise bu duruma “sahip olduğun şeyler artık sana sahip oluyor” diyor Dövüş Kulübü’nde.
Bir kurumun tabelasında görme ihtimalin de var tabi. Ya da içtiğin meyve suyu ambalajında, sosyal sorumluluk projesinde de rastlayabilirsin. Tüm bunların yanında hiçbir işe de yaramaz. Belki edebiyata konu olur, şiirlerde "-aç"ıyla tam kafiye oluşturur. Ağaç sadece bir varlık, canlı değil, kavramdır. Kavram olmaya sen onu çözümleyebildiğinde başlar.
-mertcan kuranoğlu
Bir kelimeyi var eden şey oluşumunu sağlayan nedendir. Bu bazen bir nesneden doğar, bazen insandan. Ancak bu konuya detaylı değinmeyeceğim, sonuçta bir kelime bilimci değilim öyle değil mi? Çağrışımların havada uyuştuğu, genelde insanın zihninde tek tip görüntü taşıyan bir kelimedir ağaç. Burada size ağacı edebiyatlaştırıp kafanızı karıştırmak istemiyorum. Sadece ağacın ne olduğunu bir an için düşünmeni umuyorum. Yaşamanın bedelini zamanla ödeyen her canlı gibi ağaçlar da yaşlanır. Hisseder. Neyi hisseder deme, senin cevaplarını ben veremem. Basitleştirilmiş haliyle bir ağacı tasvir etmek ne kadar alçakça! Eğer konuşabilselerdi eminim arkamızdan küfrederlerdi. Çünkü bir ağaç, "ağaç" olmaktan çok daha fazla şeyi ifade eder. Bir ağaç bir ev olabilir belki de ortağıyla işbirliği içinde bir katil, bazen bir araç olur işini gördüğün. Bazen seni ısıtan ya da vücudunda tarifi edilemez acılara sebep olan. Bir ağaç.
Ağaç, ağaç, ağaç... Kök gövdeli, heybetli, yeşil yeşil, kupkuru, dev gibi ya da hiç büyümemiş... Aynı anda birçok şey düşünmemden kaynaklanıyor bu kusura bakma sevgili okur. Fazlasıyla kırılgan olmalı ağaç dediğimiz üstad, sonuçta bu da bir kölelik. Irkçılık uzun zamandır devam ediyor keza sömürgecilik de öyle. Biz insanlar "ağaç"ı tüm hatlarıyla sömürüyoruz. Asıl işlerinden alı koyuyoruz. Katlediyoruz. Reklamlarımızda kullanarak prim yapıyoruz. Bir türü yok etmenin en kolay yollarından biri onu hayatta tutan damarlarından birini hiç etmektir. Solumaya muhtaçsın sevgili okur. Şu yaşına kadar binlerce ağaç katlettin sadece canlı olanları değil. İki tarafında ölüm olan fermanı bir balta da sen vurdun, imza attın, satın aldın, yaktın, çöpe attın. Aynı zamanda kendinin katili olmayı başardın. Çünkü ağaç sadece bitki değildir. Zihninde ne kadarsa odur ağaç. En az sen kadar. -LÜGAT
Bir Delinin Serzeniş Notları Sürekli maneviyattan kaçar oldum. Belki de minnet kredim olmayışından. Soruların içinde kaybolur oldum, cevapların arkasında koştuğumu sanarken. Edebiyata boğuldum daha on yedimde...
İçimdeki tufanı anlatmaya kaçar oldum. Kalemi kandırdım beni kağıda ifşa etmesin diye kendi hayatımın gizli katili oldum. Hükümlerini ben verdim, katlini buyurdum umarsızcasına. Gerçeklerden kaçar oldum, limanlarda buldum. "Hoşçakal" dedim giden gemilerin ardından. Eğer sigara içseydim
kanser olurdum akciğer logaritmasından. Sayılardan kaçar oldum asırlarımı gizlesinler diye. Kalabalıktan kaçar oldum, sükunete vuruldum. Planlardan kaçar oldum, prangalar vurulmasın diye.
Hülyaların ortasındaki girdabı ben kurdum. Kepenklere kilit vurdum. Koştum, kaçtım ama hep aynı sokak ortasında buldum kendimi. Sığınmacılar medet umdu zifiri karanlıktan ben huzur buldum. Söylenenleri duymadım kulak astım, büyük bir maceraya yelken açtım. Fırtınalar koptu, mehtap okyanusu boyladı. Sonsuzluğun içinde dev oldum. Dünya'dan kaçtım. Ben oldum. İnsanlığın nefsine en büyük vurgunu ben vurdum.
Ayakkabı bağcığı ile yapılmış intihar sahneleri gördüm, çatal ve bıçakla var olmuş nezaket vârisleri... Her seferinde -hayır- diyen polyannalar tanıdım. Gün ışığından kaçan günebakanlar ortasında saatlerce konuştum kargalarla. Yüzyılların hesabını yaptım. Yine erişemedim sonun noktasına. Kaybedenlerin kazandığı panayırları gezdim. Dünya'nın öbür ucuna gittim bir tıkla. Buda'ya ağlayan keşişlerle tanıştım, yüksek tapınaklarda. Ama yine aynı şehrin aynı sokağında buldum kendimi. Ben kimim sorusuna her solukta farklı cevaplar verdim. Emrah Serbes'in bankta deliren Saffet'iyim. Franz Kafka'nın meçhul davacısı. Var olanla yok olanın sınırı benim işte! Yanan bir binanın tek çıkış noktasıyım. Bu kaçış silsilesinin son arayış çırpıntısı.
-LÜGAT
Alıntılar Ya da Başka Bir Açıdan Öneriler * Tanrım, artık bir ateist olduğum için beni bağışla ama Nietzsche'yi okudun mu? Ne kitap! (John Fante – Toza Sor)
* Sırça Fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür. (Virginia Woolf – Sırça Fanus)
* Şu lanet olası güzellik dünyadaki en anlaşılmaz şey. Dünyanın geri kalanının olgunlaşmamış cinsel açlığının müşterisi olma. (Richard Brautigan – Kürtaj: Tarihi Bir Aşk Romanı)
* Tanrım, eğer bir daha şükredersem sana kendimden utanırım. (Knut Hamsun – Açlık)
* Ford ilk kez dünyaya geldiğinde insanların ağızlarını kapatıp susarlarsa öleceklerini sandıklarını düşünüyordu. Dünyada geçirdiği 3 ay sonunda bu görüşü değişti; insanlar sustuklarında düşünmeye başladıkları için hiç susmuyorlardı. (Douglas Adams – Otostopçunun Galaksi Rehberi)
* İnsanın gerçekten hissettiği bir yakınlık duygusu, istediği zaman prize sokacağı yahut çıkaracağı bir elektrik kontağı değildir ve başka birinin kaderiyle ilgilenmek özgürlüğümüzün
bir parçasını da elimizden alır. (Stefan Zweig – Acımak)
* - Neden bu kadar kötümsersin? - Sen neden değilsin? Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlerine bile? Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor. Sonra? Haydi bayanlar, baylar! Bu fırsatı kaçırmayın. Siz de girin, siz de görün. Üç perdelik dram. Birinci kısım: dağlar dümdüz. İkinci kısım: ne çok tepe! Üçüncü kısım: ova batak. Bugünlük bu kadar baylar. İyi geceler. Yarın gene bekleriz. (Yusuf Atılgan – Aylak Adam)
* Yaşam hastaydı artık; daha doğrusu hasta ve dayanılmaz bir şey olmuştu. Ben evrende yaralı bir varlıktım. Yaşam acılı bir yorgunluk durumuna gelince, ölüm sonsuz uykunun sükûnuna götürmeye hazırdı. (Jack london – Martin Eden)
* Şehvet, topuklarımızı kemiren bir orospudur! Ve bu orospudan bir parça et esirgendiğinde bir parça ruh için yalvarmayı çok iyi becerir. (Irvin D. Yalom – Nietzsche Ağladığında)
* Bizi seç. Hayatı seç… Çamaşır makinesi seç, araba seç, bir kanepeye oturup ağzına berbat şeyler tıkıştırarak beyin uyuşturucu ve ruh çökertici aptal televizyon programları seyretmeyi seç. Bir huzur evinde üzerine sıçıp işeyerek çürümeyi, bencil ve kafayı yemiş çocukların için bir utanç kaynağı olmayı seç. Hayatı seç. İyi de, ben hayatı seçmemeyi seçiyorum. (Irvine Welsh – Trainspotting)
* Dünyevi olmayan bir şey vardı dalgalarla ağır ağır salınan denizde. Sanki başka bir gezegenden bir dev varlık gelmiş de yerkürenin üzerine uzanmış gibi. (Ingvar Ambjörnsen – Beyaz Zenciler)
* İnsan sadece vücudunda durmaya dayanamadığı için ölebilir. (William S. Burroughs – Junky)
-KARAŞAPKA
Sırt üstü Yatmak ve 31 "Bir yarışta değilsin çünkü başarısızlık senin kaderin olmuş" diye bir ses duydum yan masadan,çok taşaklı entelektüel bir ses,hissettirmeden kafamı çevirdim onlara doğru,sikiyle göbeği öpüşen bir adam söylemişti bu lafı,hala konuşuyordu kadın dinliyor ben düşünüyorum.Adam söz kendine gelene kadar birasını yudumladı,etrafa baktı,sigarasını yaktı ve hesabı istedi,aslında konuşmak değil yatmak istiyordu masanın diğer tarafında duran kimseyle,kadın güzeldi ama bu onun umrunda değildi.
Ben de son biramı içip çıktım,yaşamayı bilmek,yaşamak,birine kendini kabul ettirmek bu muydu hayat? Birini sikmek ya da en doğal tabirle sevişmek. Eğer öyleyse ben ne yapıyordum; sırt üstü yatmış tavanı izliyordum. Durdum bir süre,gözlerimi kapattım,açtım,uyku tutmadı kalkıp bir sigara yaktım.
Sabah işe giderken,Selin'i bir içki içmeye davet etmek geldi aklıma.Öğle paydosundan sonra yanına doğru yürüdüm etrafı kalabalık diye geri döndüm,en müsait anında yaklaştım ona doğru."Naber Selin"dedim."İyim senden naber?" dedi. İyidi cidden baya iyidi. “İyidir akşam işin yoksa bir şeyler içelim mi?” dedim.Dünyanın en sikik tavrıyla."Çok isterdim ama başka zaman"dedi.Sorun değil deyip masama doğru yürüdüm.Mesai bitimi eve giderken,kendime bira ve sigara aldım gelmezse gelmesin orospu! İçip biraz kendime geldim,zap yaptım ama kesmedi.Gidip biraz daha bira aldım,içtim ve sallana sallana yatağıma geçtim.Yine sırt
üstü yatıyordum ama düne nazaran daha değişik şeyler düşünüyordum,belki Selin'i belki bir başkasını final kime denk gelir bilmiyordum.ilk defa da yapmıyordum bunu ama bu gece Selin'di iyi biliyordum. -mustafa yılmaz korkmaz
hayal bahçesi Somut ne ola ki? 5 his ile algılamak da ne demek? Şu an, bu yazıyı yazıyorken tuttuğum kalem ve defter , bana , her şeyden ama her şeyden daha gerçek geliyor. Bu defter oluyorum. Kendimi bu defter olarak görüveriyorum. Somut olan, hissedilendir. Somutluk size bir yanılsama olarak gelebilir belki de. Aşktır benim somutum. Onu tam burada, tam da içimde hissediyorum. İşte… Onu kendimde var ediyorum, bir savaşım dahi veriyorum. Onu yaşatmak için kendimi kaybediyorum. Görüyor olduğum milyonlarca insandan daha somut çünkü o. Birer, birbirinin kopyası olan basit bir şey değil o. O beni, kendime erdiren şey. Gittikçe büyüyen gelişen, bu şey , kendi içime, bedenime ve idea’ma sığamaz hale geliyor. Ayrı bir varlıkmışçasına kendisini özgür kılmak istiyor. İçindeki bu yırtıcı güç , kendisini salıvermek istiyor. Bir ceylanı yakalama amacında avını uzun süredir izleyen bu vahşi hayvan kendi içini açmak istiyor. Ona ne karşı koyabiliyor, ne de onu durdurabiliyorum, ona engel olmaya elim varmıyor, onu bastırmaya gönlüm dayanmıyor. Onun, herkesçe hayatları boyunca aranan şey olduğunu bildiğimden sanırım, onu sıkıca tuttuğum kollarımdan salık veremiyorum, bir anlığına dahi olsa. Gittikçe ben ona, o da bana bürünüyor,ben kendimi onun içinde var ettikçe, o da bana sığınıyor. Kötü kimselerden kaçarcasına onda buluyorum kendimi , hiç ayak basılmamış bir toprak gibi taze ve diri. Kendimi içinde kaybettiğim bir orman. Etrafımda çiçeklere rastlıyorum her renkten. Onları köklerinden, dallarından koparmaya kıyamıyorum, bilirim ki, kopardığım vakit ölüme yüz tutmaktan başka bir işe yaramayacaklar. En güzel yerlerindeydi çiçekler. Toprağın üstünü bir renk cennetine çevirircesine. Bu kara toprapın üstünü
gökkuşağı misali rengarenk edercesine. Ne de güzeller. Gözlerimi açtığım vakit buluyorum kendimi yatakta. Düşlüyor olduğum bahçeden , ormandan uzaklardayım artık. Kendimi buluyorum. Buket dolusu çiçeğe sarılı halde. İçime çekiyorum kokularını, doluyorlar içime. Buket’ti arıyor olduğum.
Ben de Bürdayım! Beni bıraksanız hemen uçarım. Uçmak ta bir sonsuzluk değil mi? Yalnızlık içkisini bir dikişte içenler bilir, Kanat çırpınmanın özgürlük fısıltılarını.
Sadece çiçeğimsi bir Buket. Ve aşk gelir benim içime oturan somutumsu bir taş olur. Ne derlerse desinler, somuttur aşk. Bunu ne değiştirir? Eğer hissetmiyorsa başkaları, benimdir ben.
Ne zaman tebessüm kahramanım olsa, Kızarım! Yıpranmış satırlar benim babam.
Etmeyiniz rahatsız. Islak yanak ise sırdaş, Tekrar sarılıyorum Buket’e. Geri geliyorum bahçeme. Nasıl bıraktıysam öyle. Somutumdur benim bu bahçe, bu hayal, bu sonsuz rüya, etmez miyim ki ben insanlardan nefret, aşkın somut olmadığını söyleyen? Somutsa somut, gerçekse de benim gerçeğimdir bu. Bir kaptanımdır, azgın denizlerin, batar benim gemim. Sanmayın ki yapmayacağım bir daha gemi! -mertcan kuranoğlu
Söyleyin kim ihanet eder yalnızlığa.
Akan giden zamanla birlikte savurdum. Sessiz çığlıklar attım kambur hayallere, Çiçekli masallarımın bir sonu olmalı, Olmalı ki sonu hayır-lı cevaplara, Hayırlı dememeli iç fısıltılarım... -şeyda avcılargil
Çimento griden savaş boyaları var ve soğuk tenleri kadar donmuş yürekleri...
gelemiyor insanlığın çocuk niyetli huzuruna betondan hapislerdeki yeşil tahtalara yazıyor insan nasıl öldürülür?
kurşun kalem kullanamayan çocuklar büyüyor ve kağıt kokusuna büyülenmeden ölüyor. sistem mezarlıkları bugün çocuk kalbi dolu.
Garip astronomilerdeki kadınlar Melekler de yeryüzüne gelir bazı sabahlar ve bazı akşamlar. Bir temmuz akşamıydı. Ben daha başka biriyken aşık olmuştum bi’ tanesine. Kocaman, güzel gözleri vardı. Ben o temmuzdan beri güzel gözlü kadınlara inanırım. O gözlerde bi’ şeyler vardı. Gördü. İçimdeki çocuğun sevgisini gördü. Melek o sevgiye sığındı. Yeryüzündeki bunca kötü insan ürkütmüştü onu. Biraz olsun soluklanmak için beni seçti. Daha çocuk olan sevgimi seçmişti.
-hiç. -ali topçu
Ben hala düşünürüm. Ne gördü bu sevgide? Ne gördü de bu çocuk sevgiyi hoyrat ve yaralı bir adam olana kadar büyütmek için kanatlarından vazgeçti? Kanatlarından bile vazgeçmişti melek. Çok sonradan anlamıştım bunu. Onu ağlarken duyduğumda. Omzundaki yaraları ilk o zaman keşfetmiştim. Beni büyütmek için kanatlarını geride bırakmıştı. Acı çekmişti. Bir melek benim için acı çekmişti. Aşık olmak için daha iyi bir neden olabilir miydi? -ali topçu
sekiz saat seks saat "peşimi bırakmıyorlar azizim, bırakmıyorlar." hiç çıkmıyorlar ki bıraksınlar peşimi! hep şuralardalar, buralardalar. evet. başımın içinde. içinde ve beynim etini yiyorlar delicesine. hayvancasına. ölesiye. öylesine. bir an onları aklımdan çıkaracak gibi oluyorum, öyle bir his geliyor. geliyor gelmesine de, onları aklımdan çıkarmayı hatırlıyorum ve yine başıma üşüşüyorlar. korkuyorum dost, korkuyorum. sanki şu bok çukurundaki yaşam benim hiç olmamış başkalarına adanmış gibi hissediyorum. ne biliyim. herkes kadar haklıyım kendimce. herkes kadar insanım ‘bence’. insanların inanıyor olduğu tanrı’dan bir medet umduğum yoktur dost. bazen evren sadece çekim kuvveti ve yasalarla işlemiyor gibi geliyor sadece, o kadar. öyle delice paralar kazanıp sefa süreyim demiyorum. gönlümün bir köşesini doldursun bir ‘sevgi’ o kadar. ne eksik ne fazla! hem gönlümün, hem de yatağımın köşesini… takip ediyorlar azizim, kendimi delirtiyorlar. kendi olan kendim’inin kendi’nini bana düşman ediyorlar! hainler, alçaklar! ulan pezevenkler! çok boktan birisi olduğumu bana hatırlatıyorlar. fısıltılar duyuyorum geceleri kulaklarımda. birileri gelip fısıldıyor. bildiğim şeyleri fısıldıyorlar. sağ alt tarafından geceleri ortaya çıkıyorlar, bazen gözümü açıcak kadar gücü kendimde buluyorum, ama sonra götümü sol tarafa çevirip kendimi uyutmaya çalışıyorum. canavalardır bunlar dost, canavalar. kafamın içlerine kadar giriyorlar. bazen ben kendim miyim ona bile şüphe eder oldum. kalbim ile beynimin arasında bir savaş çıkıveriyor o an işte. o an. sevgimin akla yenik düşmesine korkar oldum dost! kendimi kaybetmekten, yitirmekten endişe eder oldum
çamura benzer insanlar ile dolu kaldırımlarda onlara çarpmamak için kendimi duvara çarptığımı gördüğümde. leş gibi kokuyorlar dost. birinin bizi arındırması gerekiyor! şu kollar, şu bacaklar, şu tırnaklar. leş gibi kirli. bu sevgiler, bu düşünceler. hepsi kirlenmiş vaziyette. ülkenin üstüne deterjan döksen az bile kalır. kendimi kaldırımlarda bulduğum anda hep bir yanımda elini tutabilecek olduğum birisini arıyordum. arıyor-dum, çünkü arayamıyorum artık, belki de. ellerimi ceplerime sokuyorum öyle yürüyorum. sırf insanlar elimi tutacak birisinin olmadığını sansın diye. insan olsa da tutmazdım belki, diye, bir algı yaratma çabasına giriyorum, etrafımda kimse yok iken. onların yokluğu bile bana bir yük bindiriyor azizim. onları yakamdan silkemiyorum. ama onlar benim beynimi acımadan sikiyorlar. evet. her gece uyurken, yatağımın boş kenarında yatan birisi var gibi geliyor, ve ona sarılıyorum, o da bana sarılıyor, öpüşüyoruz oracıkta. onun göğüslerine başımı koyuveriyorum, o kafasını saçlarıma daldırıyor, çırılçıplak yatıyoruz, üşüyorum diyor sonra bana, ben de, seni sarıveririm ki, diyorum ve yorganı üstümüze çekiyorum, oracıkta ‘sevgi’ yapıyoruz. tabi bunlar hep onlar yüzünden. aklımı başımdan alıyorlar dost. fantezilere daldırıveriyorum kendimi, gerçeklerin kötülüklerinden ve acımasızlıklarından kaçarcasına. fanteziler ve rüyalar daha gerçek geliyor bir vakit sonra. kendimi part-time rüya alemi gezgini gibi hissediyorum. rüyalarımda ‘gerçek evren’ bir yalana dönüşüveriyor. ben oluyorum. ben ölüyorum. ben ‘ben’ oluyorum. ben ‘ben’i öldürüyorum. günde sahip olduğum sekiz saatlik bu yolculuklarla tutunuyorum belki de. beni hayatta tutan bir insanın aşkı değil de, belki, benim, herhangi birisine duymuş olmak istediğim bağlanma isteğinin sevişme isteği ile iç içe geçmiş hâlinin bir karmaşası.
bazen sadece çok -şey- mi istediğimi soruyorum kendime, ama kimden. bir şey isteniyorsa, birisinden - bir şeyden istenir. bir şey isteyebileceğim bir ‘yaratıcı’ bile yok benim için. bu soru da böylesine cevapsız kalıyor. bir sır gibi. ben dönüyorum rüyalarıma sonra. bir oluyoruz onunla. bir oluyoruz yatağımda. -mertcan kuranoğlu
benim tanrım senin tanrını dover Tanrı – Kötü(lük) – Olmayış Herhangi bir konuyu çok gerekmedikçe ikinci defa ele almam aslında, ama Tanrı (idesi) hakkında bir revize edilmiş bir yazı da bulunsun. Tanrı’yı bir gerçeklikten ziyade bir ide olarak ele aldığımı unutmayınız, zaten bu şekilde almamın sebebi gerçeklik ile bir ilgisinin mutlak vaziyette var olmayışıdır.
1.Aptallar tanrıya sahiptir Töz’ü tanrı, veya Tanrı’yı töz olarak açıklamak herhalde bir felsefeci geleneği, bir çokları arasında. Töz’e veya Tanrı’ya varma adına bir diğerinden diğerinin yolunu açmak karmaşıklar içersinde bir kısa yol değil, bir kaçış gibi geliyor bana. Bir silip-atma işlemi var sanki, görünmeyen. Ben bu kadar ne pratik ve basmaklıp ve de ‘zeki’ olabiliyorum, müsadenizle. Her şey bir şeyden, bir şeyden her şey çıkıyor demek tamamen bir aptallıktır. “Senin inanmadığın, varlığını reddettiğin bir tanrı var, bir yaratıcı, en büyük en güçlüsü o, ama sen inanmıyorsun tabi, işte o yarattı bu dünyayı falan, evren filan, tabi bunlar benim
umurumda değil, tanrı var ama orasına karışma sen yine de, bak tanrı kitap bile yollamış, onu da mı reddediyorsun”, paragrafı tipik bir dindarın cümleleridir. İlk olarak, her dinin kendi ilahı var ise, ve her ilah her şeyi yaratmış ise, bir diğer din, diğer dini de reddediyorsa, ortada bir doğruluk dahi yoktur. Demem o ki, her din kendi dogmalarını (doğru demiyorum, dogma diyorum, çünkü doğrular değişkendir, dogmalar ise kalıcıdır, dinamik değildir) yaratıyor ise, ve bunlar da diğer dogmaları reddedici/çürütücü durumda ise, hangi din bir diğerinden ne kadar üstündür? Veya soruyu size şöyle sormalıyım, bir dinin tanrısı bir başka (pekala hayali) tanrıdan ne kadar üstündür? Bu nasıl bir delilik, nasıl bir akıl almazlıktır bunu ‘mantık’ çerçevesinde açıklayacak birisini (özellikle bir dindarı) göremiyorum. Her dinin kendine özgü bir de mucizeleri var. Birisi denizi yarıyor, diğeri ayı, diğeri de belki uçuyordur. Kimse, insan aklına uygun veya bilime dayalı bir peygamber/tanrının adamını görmemiş bile. Her birisi sanki çizgifilm çıkmış gibi yeteneklere sahip, sadece 0-3 yaş arası bir çocuğu inandırabilecek bir inandırılıcağa sahipler, inanan kişilerin zeka seviyeleri de bir hayli belli. Bir tanrının adamı olarak, denizi yarmak da neyin nesi? Bir tanrının adamı var ise, (ki olmadı), o adam kalkıp da “tanrı bana bunları öğretti, ben de size öğreteceğim” hiç mi dememiştir? Bir takım üç beş asalak adamın, kendi mağaralarında vakit öldürürken şizofrenik sesler seslenmiş olan bu adamlar, gidip de nasıl “tanrı bana bunları söyledi ben de yazıverdim” diyebilir, bu da ayrı bir beyinsizliktir.
2.Beyin yoksunu Dindarlar Dogmaların akla uygun olmadığı aşikardır. Bir kural koyuculuk, katı bir şekilde, hiç bir yerde olamayacak denli katıdır dinde. Bilimde bile bir kural koyuculuktan bahsedilemez.
Sadece böyle-olduğu-için-böyle olarak açıklanabilir bilimler. Kafası normal olarak çalışan bir insanın safsatalara inanma olasılığı var mıdır acaba? Deniyor ki, tanrı bunları iki bin yıl önce söyledi, siz de böyle yaşayıverin. Şimdi asıl çelişki şu ki, tanrı 2000 yıl önce bizimle iletişim kurabiliyor da, neden günümüzde pek sessiz sakin oluyor? Şimdi yoksa gökten adam indiremiyor da mı bizimle konuşamıyor? Evrende bir yerde hayali bir cismin tüm her şeyi yarattığını, insanlara nasıl yaşaması gerektiğini söyleyip, kendi kavuğuna çekilip uyuyan bir şeyin varlığına inanmayı ben insan olarak mantıklı veya akıllıca bulmuyorum.
3.Bir pezevenk türü olarak:tanrı
Her dinin kendi tanrılarını yarattığı belli, her biri kendince bir deli hastanesine sahip, bir diğer deyişle. İbadethanelerin en başta gelen, en gerizekalı insan barındıran binalar olduğu kanaatindeyim. O kadar aklı çalışmayan insanı bir arada herhalde bir deli hastanesinde bile bulamazsınız. İkinci yer ise, siyasi parti mitingleridir, ikisi de neredeyse aynı derecede ahmak insan barındırıyor. Böyle delice bir aura oluşturabilecek başka bir şey aklıma gelmiyor, nedense. Bahsetmek istediğim bir şey de şu ki: herkesin kendi tanrısına inanıp, diğerlerini reddetmesi ile, benim bir ateist olup, hepsini reddetmem arasında ne tür bir fark var da, ben bu kadar ‘dışta’ hissediyorum kendimi? Şöyle bir müstehcen bir örnek vermem gerekirse, karşınızda 10 çıplak adam var, hepsi erekte hâlde, ve siz ise diyorsunuz ki, hiç birisinin sikini ağzıma almak istemiyorum, yanınızdaki ise, birisininkini ağzıma almak istiyorum diyor, diğer 9ununkini almıyor ağzına. O sadece 9 tanesini reddediyorken, ben 10unu da reddediyorum, kendisi benden daha mı ‘iyi’ oluyor, yoksa? Böyle bir örnek
vermek istemezdim, ama, din’i kelime anlamında açıklayabilecek en iyi bu örnek gibi geldi. Benim hiç bir tanrıya inanmam ile, sadece birisine inanmak arasındaki farkı anlamıyorum. Bir de şöyle bir durum var ki, her dinin kendisini dogmalar ile kurmuş duvarları arasında, bir diğer dinden korunduğu görülüyor, diğer dinleri hep kötü,pis,’kendinden olmayan’ olarak gören bu güzel-toleranslı-pek güzel ahlaklık(!) pezevenk işi dinlerimiz kendilerini sevecen olarak tanımlarken, bir diğer dinin mutlak suretle düşman olarak görmesinin yanında, kendisinin en doğru olduğundan pekala emin vaziyette, bir tanrı aşkına bir diğerinin canına kıyabilmek ‘iman’ıyla, kendisinin tanrı yolunda insanları öldürmesi ‘hayali’ bir tanrının ‘emri’ymişçesine, insanlığı mahvetmek ve yoketmek daha da kötüsü manipule edip, faşistçe ve ırkçı şekilde fişleyerek, tanrıya ibadet ettiğini sanıyor. İşte böyle bir dogmatik, onun yanında, bir vahşetçiliği kendine ödev edinmişçesine bir yapıya sahip olan güzel dinlerimizi insanlar pek seviyor, benimsiyor, yetmiyormuş gibi, kendinden olmayana pekala düşman kesiliyor, kesilmekle kalmıyor, kesiyor bile.
4.Tanrı kötüyü kapsamazsa kim kapsar?
Dindarlara ağzımla değil, başka bir yerimle gülmemin bir başka sebebi daha var, bu konuyu daha önceden de işlemiştim, felsefe tarihinden bildiğim kadarı ile, orta-çağ’ın pek kötü, dincil bir çağ olduğunu biliyorum, sizler de bilirsiniz. Bu çağın yaşanması aslında bir olumlu yanı da ortaya çıkarmış. Radikal dinciliğin getirdiği uç noktalar, bir fanatiklik derecesinde bağnazca bağlılık gösteriyor ki bize, dindarlar bir konuda verecek cevap bulamıyorlar bizlere, düşünen mantıklı insanlara… Birinci bölümde değindiğim töz
konusuna tekrar bir geri dönüş yapıyorum, töz’ün her şeyi kapsadığı bilgisi veya tanımı, ortaçağ’da aslında bir fikir-çatışmasına yol açıyor. Ortaçağ’da aslında töz kavramı pek bilinmiyor, ama dinci felsefecilerin öğretilerinde töz anlamına gelecek düşünceler vardır. Her şeyin tanrıdan geldiğinin düşünülmesi ile felsefeciler diyor ki “peki ya kötülük?”, bazı moronlar “tanrıdan kötü gelmez ki, insanlar yaratmıştır onu” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Ama işin aslı o değil ulan öküz! Her şey diyorken, kötü’yü de içine almış oluyorlar, ama sonra, kötü’yü insan’a yıkıyorlar. İnsan tanrıdan değil midir de, tanrı kötü’yü kapsamıyor? İnsan da tanrıdan ise –ki öyle kabul ediyorlar- o hâlde kötü de tanrıdandır. Ama onlar diyor ki “tanrı iyidir, iyiliktir, siz düşünmeyin öyle, insandır kötü olan, kötülük barındıran,işinize bakın siz.” Bunların pekala dogmatik, katı kuralcı, ipe sapa gelmez fikir ve ideoloji ve doğrultusundaki amaçlarına her daim muhalif olacağım apaçıktır. Böyleleri her daim düşünmeyen-kesim’i sevecektir, neden o kesimi sevdikleri ise pek açıktır… -mertcan kuranoğlu