At Sineği Fanzin / Sayı:8

Page 1



yalancı dilemması Rousseau’ya olan bu derin bağlılığımı daha önce de dile getirmiştim, bir rüya-fantezi eylemine ikimizin de sıkı sıkıya bağlı olduğuna değinirken. “Bir insan bir insana ne derece benzeyebilir?” diye düşünürken Rousseau’nun böylesine, aslen, benim ona böylesine, veya, bu kadar birbirimize benzememize çok şaştım. Sanki onun reenkarne hâli gibiyim. 4 yüzyıl sonrasına atılan, bir çöp yığının ortasına, küçük bir Rousseau gibi. Uzak diyarlardan değil, birkaç bin kilometreden fazlası değil, bir insan parçası gibi. Bir insan ne kadar bilge, ne kadar deli olursa olsun, onun en temeli hep aynı kalıyor, bunu değiştiremiyor-lar. Değiştiremiyor, hiçbir şey. Garip bir his bu azizim. Diğer kitaplarında bir Lord gibi konuşan, gerçekten bilgili birisi, diğer bir kitabında, şehvet duyduğu insan karşısında

öylesine aciz, öylesine savunmasız, dili düğümlenmiş kalıyor ki! Kendimi nasıl da onda buluyorum. Yaşadığı maceraların hepsinden daha da önce geçmiş gibi Le’Hermitage’da yüzlerce kez bulunmuş gibi, oralarda, ormanlık alanda, yeşillikler içinde gezmiş de Anne’ye sarılmış gibi. O tatlar, o hüzünler. O fikirler hep bu kafamdan, hep bu bedenden geçmişçesine bir deneyim yaşarmış gibi. Yüzyıllar öncesine bir anlığına dönüp, hayatımı durdurmaya ramak kalıyor, her şeye. Bir sona. Hep yaşanmış bedenlere, hep deneyimlenmiş hislere, tekrarlanan birer parça gibi. Hiçbir şeyi siz ‘ilk’ yapmıyorsunuz, sadece siz onu ilk yaşıyorsunuz. Siz aşık oluyorsunuz, kaldı ki bu demek değil ki evrende ilk aşık olan siz değilsiniz. Bu sebeple kafanızda bir evren kurma gereğine varıyorsunuz, ihtiyacına.


Varmadıkça çünkü her şeyin pek yavan olduğunun farkındasınız ki, siz bu evrene ne kadar küçük geldiğinizi görerek kendi evreninizi yaratmaya girişiyorsunuz. Çünkü siz busunuz. Bu ve şu. Şu ve o. O ve piç. Siz insanların hayatlarında, sehpada aylarca silinmeyi bekleyen toz tanelerinden daha değerli değilsiniz. Bu derinlik içinde o kadar kısasınız ki! Bu kocamanlık içinde o kadar karınca kılıklısınız ki! Sizden çok şey beklenen o dev yüceliler olmaya çok uzaksınız. Keşke. Bir ölüm. Bir uçurum ki atlamalık. Bir atlama ki ölümlük. Birkaç saniyenin vereceği o muhteşem hissi damarlarım yanarken hissetmek istercesine her gece ölüm duaları ile uyurken sabaha kalkılan o tanrının pis asası ile edilen küfürlerin yaratması beklenen fırtına ile dünyanın yerinden oynamasını beklerken ki iğrenç otobüs durakları ve yağan yağmur! Kahrolsun evden

çıkılan sabahlara, şemsiyesiz. Lanetlensin tüm kalbi güzel olan insanların gönlüğünü kaptırdığı orospu ruhlar! Basitlik içersinde aramayın karmaşılık. Hayat bir komplekslikler labirenti ta ki siz onu çözene kadar, bulmaca. Bir rüya. Yarına her şey ölü uyanmak, bir isteğim. Bir rüyam. Bir fantezim. Bir yüzleşme olmalı ki, rüyalarda görülenler. Yatağı doldurması beklenen ama gelmeyen tüm insanların birer kafalarına yıldırım düşmesini hak etmesi gibi, hayat. Kalpsiz köpekler bekler dilenciyi ardında kuru ekmekle beklerken, kendini. Bir beden. Sahip değil, hak iddia etmek hiç değil, sadece dokunma uğruna bir beden istenmeli şu sınırlı ve AZ hayatta. Ona delicesine saldırmak. Bir ete duyulan istek değil! Bir kalbe. Sevgiye duyulan istek, bir ihtiyaç. Kalbin gıdası, sevgi. Gönlüm istiyor sarılmak, yastıktan başkasını. Kollarım


istiyor kucaklamak, bir beden. Yalanı yaşarken gerçeğin kayboluşu. Hayatın sizi bekleme niyetininin olmayışı. Anne’nin kucağına atlayışı. Ona sarılışı. Sahip olmak değil. Sarılmalık. Onu kucaklamak. Hayat bir şeyleri beklemek için ise, pek hızlı. Yaşanmalı her şey anlık. Hatırlanmalı her şey ömürlük. Çift kişilik yatakta yatan o yalnızları kucaklarım. Gözlerindeki yaşlar akıyor yastığa ,bilirim. Yalnızları sevin, daha çok sevin. Biliniz onların gönüllerindeki boşluğu. Deliği. -mertcan kuranoğlu

yaşanmayan anılar Oluru yoktu, olmadı da zaten. Ne diyordu bir öğretmen atasözü, “Söyle bizde gülelim. “ Pek çok şeyin bambaşka olmasını isterdim. Bende. Bizim büyük çaresizliğimiz. Doğrusu iyi idare etmiştik. Zaman makinesini arayan kimdi? Ben buldum da. Safina'nın gözleriymiş meğer. Zamanı durduran. Sıkı tutun, hız yapalım biraz. Ruh mu? Hastasıyım. Bırakın bu yolu yalnız yürüyeyim. Ve elbet paratoner görevi görür, Birleşince ellerimiz.


Ne diyorduk? Zamansız geldi ayrılıklarım. Duygu hırsızlarına müebbet talebim var Hakim bey! Gökdelenler diyorum, sahiplerine girsin. Öğretmenin kim senin? Yanlış öğretmiş sevmeyi. Kediler, Ne güzel kaykılıyorlar! Kimsesiz bir Lunapark'ta, Dönmedolaba binelim istiyorum. Çiçekleri koparan kim? Susma hakkımı kullanıyorum. Kime diyorum ben? Civcivleri boyamasanıza. -kemal altıner


merhaba tüm ötekilere Soğuk bi koltukta oturuyorum. Yetmiyor kalın giysiler ısıtmaya. Ruhum da ısınmıyor. Ötekiyim ben. Yarım yok. Yarı insan yarı hiç.Dudaklarım yarım diye öpmüyorsun dimi beni? Sus. Sus biliyorum. Kalbim yarım diye sevmiyorsun beni. Ardından kapı çarpma sesi kalır.Gitmen gerekmezdi gerçeği anladım diye. Ben de gidiyorum.

Korkma.Gidiyorum,sadece oraya ya da şuraya.Yanına ilişirim sokak kadınlarının, dertlerini dinlerim sıcak çay karşılığında,sıcak bir gülümseme sonrasında. Size bu kadar der kalkar giderim eve,yatağa yatarım yarımı özlerim. Bulanıyor şehir ışıkları. Bulanıyor midem. Bugün de böyle biter. Kustum ve uyandım. Ve aynı güne merhaba. Merhaba içimde bir yerlerdenkalan insana ve tüm ötekilere. -L’Ermitage Misafiri


bir düşünme tipi ölarak makine Sahip olduğumuz düşüncelerin yapısı çok karmaşık gelebilir, ama bir bina gibi, bir mühendis gibi tuğlaları tek tek kendimizin koyduğunu unutmamalıyız. Yargılarımız, daha ötesi, önyargılarımız burada belirleyicidir, ve daima öyle olacaktır. Ön-yargı kavramı toplumlarda genel olarak hoş karşılanmaz, ya da hoş karşılamaktan ziyade ona sıkı sıkıya tutunurlar. Ya hep ya hiç gibi bir durum söz konusu. ‘Yargı’ üzerine bir sistem kurma yoluna girmek çok zor, ama yine de bu durumu en temel şekilde kendi cümlelerimle tanımlaya çalışıcam. Yargılarımız bir etki-tepki sentezinden doğar. Toplum içinde ‘acaba fazladan 1 lirası olan var mı?’ diye sorduğumuzda, bir kişi çıkıp bize 1 lira veriyorsa, o kişi,

toplum içinde diğer kişilerden daha üstün hâle gelir bizim gözümüzde. O kişiyi daha farklı, daha olumlu, daha bize yakın görürüz. İleriki bir zamanda o kişi ve başka bir kişi arasında karşılaştırma yaparken, bu kişiyi daha üstün görürüz. Bi’ nevi, gözümüzde değeri artar. Çünkü, o kişi bize yardımda bulunmuştur. O kişi bizim ihtiyacımızı karşılamış, ve bir sempati kazanmıştır bizim tarafımızdan. Yargılar bu tip durumlarda ipe sapa gelmez de olabilir. Olamaz mı? Senelerdir tanıdığım birisi benim kafamda çok olumsuz bir profile sahip olabilir. O kişiden ne hayır görmüşümdür ne de onun düzgün bir davranışını. O kişi benim için gayet gereksiz birisidir. O kişinin varlığı bile benim umurumda değildir. O kişi benden bir şey isteyince, ben, yardım etme potansiyeline sahip olsam bile, etmemeyi seçerim. Seçerim çünkü bu bana daha mantıklı gelir. O kişinin işine yaramaktansa boş


bir insan olmayı yeğlerim. O kişiye yardımda bulunmak bana hatta bir eziyet gibi de gelebilir. O kişiye karşı yargım da olumsuzdur. Ve bir kötü olay bulunulan mekanda baş göstermişse, bu olayın sorumlusunu o kişi diye düşünebilirim en başta, hiç bir kanıta veya delile sahip olmadan. O kişi benim gözümde lanetlidir, çirkindir, değersizdir. Ama yargılar her daim olumsuz mudur? Değildir. Ben kafamda bir kavram kurmaya çalışıyorum. Bir türlü doğru tanımalamayı oturtamadım. Mantıksal-tanımlama, mantıksal-önyargı, öncelselönyargı , evresel-önyargı gibi örnekler çoğalttım kafamda. Tanımlamak istediğim şey şu ki; yine üstteki paragrafta olduğu gibi, kötü bir olayın sorumlusunu o kişi diye düşünmem, benim, o kişiye karşı olan ön-yargımın sonucudur. Yani, ben öyle düşünmüşüm ki, o kişi kötü bir olayın sorumlusu olabilir. Peki

ben bu sonuca kısa ve delilsiz şekilde nasıl ulaştım? Yıllardır tanıdığım bir insanın karakterini kafamda kurgulayarak. Biz bunu her daim yapıyoruz. Bilincinde olmasak dahi. Hatta bilimsel bir kanıtı da var, yabancı birisiyle ilk tanışmamızın ilk yedi saniyesi, o kişi hakkında genel bilgi almamız için gereken süredir. O kişinin aşağı yukarı ne olup ne olmadığını ölçmek gibi. Belki çok olumsuz durabilir, ama biz buna engel olamayız. Her insan hakkında bir profil yaratmamızın önüne geçemeyiz. Bir yazıda olsun kitapta olsun. Birisinin ismi geçince veya bir yer ismi, ülke, şehir, kasaba ne dersiniz deyin, bir İSİM geçince onun çağrıştırdığı her şey aklımıza gelir. Bu akla-gelme aşaması şöyledir ki, bilgisayar beyninde her program ön-bellekte değil, arka-bellekte de çalışır. Yani, siz farkında olmasanız bile bilgisayar kullanırken arkaplanda da programlar aktif hâldedir. İşte insan-beyni de buna benzer. Siz bir insan ismi


duyunca suratınızda belki bir ekşime belki de sevinç belirir. Uzun süredir görmediğiniz çok özlediğiniz bir insanın, bulunduğunuz yere geliceğini öğrendiğinizdeki sevinç ve mutluluk. Diğer yanda ise, hiç hazetmediğiniz bir insanın sizin yanınıza geleceğini duyduğunuzdaki somurtkanlık ve omuz silkme. Bir döngü hâlinde beliren şeyler. Birisi hakkındaki yargımız davranışlarımızın anahtarı. Öncelleyecisi. Başlatıcısıdır. Tanımlamak istediğim kavramda buralarda devreye giriyor. Benim, kötü olarak tanıdığım bir insan, bir iyi-eylem yapamaz diye aklımda yer edinmiştir. O insanın iyi-bir-şey yapacağına ihtimal dahi vermem. O insan kötüdür. Kötü bir beklenti içerisindeyimdir .Bir katilin, hayır kurumuna bağış yapmasını mı, yoksa bir ev soymasına mı şaşırırım? Buradaki tezatı çok açık görüyorsunuz diye düşünüyorum. Şaşırma eylemi

beklenmedikliğe işarettir. Ve beklenmediklik ise yargıya düşmanlıktır. Düşmanlık ise kafamızda bir çelişki doğurur. Doğurması ise ters düşeriz. Ters düşme ile şaşırma gerçekleşir. Bunları tabi ki de hiç bir bilime bağlı olmadan açıklıyorum. Kendi deneyimlerim ile. Labarotuvarda bilim adamları bu konuda ne diyor bilmiyorum ama bunu elimden geldiğince felsefe ışığında ele almak benim ödevim. -mertcan kuranoğlu


Benim adım Mehmet Hala nefes alıyorum bir şeyler söylemek istiyorum söyleyemiyorum.Aklımdan masanın öteki ucundaki dosyalara bakmak geçiyor,uzanamıyorum.Susmuy orum ama konuşmuyorum da,içimden kendime telkinlerde bulunuyorum.Saate bakıyorum sonra karşimdaki adama susmuyor herkes onu dinliyor.Bir ara makina aksamlarından konu açılıyor,tam söz alıcam''sana mı kaldı lan siktir et diyorum'' kendi kendime.Toplantı bitiyor bir kaç kişiyle tokalaşıp,güler yüzlü insanlar arasından sıyrılıp eve gidiyorum.

Aksaray dolmuşundan inip eve doğru yürüdüğümde.Biraz bira ve yiyecek bir şeyler almak için ilk gördüğüm markete girdim az bir alışveriş yaptım,bu sikik dünyada neyi tam ve doyasıya

yaptım ki.Hep az,az,az.Ben sürümden kazandım hayatımı zaten,her gün az az ağladım ama her gün,az sigara içtim,az gezdim,az yedim,az içtim.Hiçbir şeyi doyasıya yaşayamadım.Biriktirmek zorunda kaldım her şeyi,bu arada ben Mehmet.Bakılıp da görülmeyen,dokunulup da hissedilmeyen.Dörtyol ağzında dilenen çocuklara dikilen o aşsalağıcı bakışın rahatsızlığını taşıyorum üzerimde.Benim adım Mehmet,beni doğururken ölen sarı saçlı 26 yaşında güzel bir annenin katiliyim.Babamla olan günlerim geliyor aklıma yaklaşık beş biradan sonra,hiç belli etmemeye çalışırdı ama sevdiği kadını öldüren biri olarak bakardı bana orta okulda kravtımı bağlarken.Beni babanneme bıraktığında gitme diye peşinden koşar ondan arakladığım sigaraları içerdim babannnem uyuduğunda,camel softa o zaman başladım zaten.Hala içerim ama bana o günkü tadı asla veremedi bir türlü.


sanı Benim adım Mehmet,siyasi tutuklu bir babanın ilk ve son evladıyım,fazla mesaiden arta kalan günlerimi yaşıyorum.Bana vaat edilen ömrün sonbaharında.Beyaz yakalı bir adama dönüştüğüm her gün için.Benim adım Mehmet,12 yaşından beri yok sayıldığım yerdeyim.Tekdüze bir yaşamın tam ortasındayım.Sizin yok saydığınız her yerdeyim. -mustafa yılmaz korkmaz

“Ne yapıyorsun Çetin?” dedim. Onu öylece halının üzerine uzanmış tavanı seyrederken gördüğümde. Elinde sigarasıyla. Cevap vermedi. Başında dikildim. Sigaranın dumanından rahatsız oluyordum. Kanepeye oturdum, sorumu yineledim. “Çetin, ne yapıyorsun? İyi misin?”

“Gel, otur yanıma. Bir sigara yak ve beraber üzülelim.”

Ne olmuştu? Kimden ne haber gelmişti? Çetin o tavanda neler görüyor, kafasında ne tür ihtimaller cirit atıyordu bilmiyordum. Ailesiyle ilişkisi iyiydi. Öğrenciydik, evde kalıyorduk, maddi sıkıntımız yoktu. Çetin düzenli olarak bir dergide yazıyordu. Genellikle öykü yazardı ama bazı dergilere şiir gönderdiği de olmuştu. Öykülerinin yer aldığı dergiden para bile kazanabiliyordu. Yoksa


dergi mi kapanmıştı? Öykülerini yayınlayacak bir dergiyi her zaman bulabilirdi.

“Seni dinliyorum Çetin” dedim ve sağ dirseğinin yanında duran sigara paketinden bir sigara alıp yaktım. Çetin kayıtsızdı. Anlaşılan her şeyi birkaç kere tekrar etmem gerekecekti. “Anlat Çetin, yanındayım. Dinliyorum.”

Sigarasından derince bir nefes aldı. “Biz çok normal adamlar değiliz.” dedi. Bu söz Çetin’e ait değildi ama kime ait olduğunu da hatırlayamamıştım. Devam etti Çetin. Umarım konuşmasının tamamı alıntılardan oluşmazdı. “Üzülüyorum, üzülüyorum çünkü yaşıyorum Tolga. Hastalıklı bir köpek gibi yaşıyorum. Dünyada kimse kalmamış gibi yaşıyorum. Kaç milyon insan var dünyada Tolga, kaç milyar insan var? Hepsinin yerine acı çekmek nedir tahmin

edebiliyor musun? Hepsinin hüznünü en ücra hücremde hissediyorum Tolga. Buna katlanamıyorum.”

Bu sözler kimindi? Ne tür bir yazarındı veya bu sözlere sahip bir şair olabilir miydi? En kötüsü, bu sözler Çetin’e ait ve hissettiği şeyler olabilir miydi? Beynim karnaval alanına dönmüştü bir anda. Ne düşüneceğimi hatta ne hissedeceğimi bilemedim. “Çetin...” dedim ve sesim sigara dumanına karışarak kayboldu. Belki Çetin’in kulaklarına ulaşmadı bile. O hala tavanı izliyordu.

“Üzülme” dedim. “İnan herkes hak ettiği kadar üzülecek. Sen sadece biraz fazla duygusal davranıyorsun. Sen iyi bir insansın Çetin. İyi insanların dostudur hüzün.” Söylediklerime ben bile inanmıyordum aslında.


Doğruldu. Gözlerimi gözlerine dikip onu bu hüzün denizinden sıkıcı yaşam kıyısına çıkarmak için ümitlendim. Başınıza bir felaket geldiğinde, daha önceden razı olmadığınız şeyleri mumla arıyorsunuz. Öyle bir şeydi tam olarak. Bir saniye kadar süren bu bakışmadan Çetin gözlerini kaçırarak kurtuldu. Bir sigara daha yakıp yine halıya sırtüstü uzandı. Ben kanepede iyice öne eğilmiş, nasılsa düşmeden oturuyordum. Ayağım uyuşunca halıya çöküp bağdaş kurdum. Sigaramı sigaramla yaktım. Hayat kitapta durduğu gibi durmuyordu. Verecek teselli cümlem yoktu. Moral düzeltecek afili kelimelerim yoktu. Sadece hüznüne olabildiğince ortak olmaya çalışıyordum. Kafamda kendimle kılıç kalkan oynarken Çetin’in suskunluğa kaçtığını fark edemedim. Kendi kendine konuşur gibi dudakları kımıldıyor, gözleri sabit bir yerde durmuyor, belirli aralıklarla tavanda geometrik

şekiller çiziyordu. Yorgundum, kelimelerim bitmişti. Sırtüstü yanına uzandım. Biraz önceki teselli sözlerimi söylememiş olmayı diledim. Keşke, dedim. Hiçbir şey söylemeden gelip sadece yanına uzansaydım. Tavanı seyretseydik ve sigara içseydik. Kendi iç dünyamıza 86 metreden dalış yapsaydık. Merak dedim, insanın afyonudur.

Tavanı seyrederken Çetin’in yaşamak üzerine söylediği sözleri düşündüm ve onu anladım. Onu hemen ve ne güzel anladım! Evet mümkündü. Bize ait olmayan acıları çekmek mümkündü. Bize ait olmayan duyguları yaşamak mümkündü. Hatta bize ait olmayan gözyaşlarını dökmek bile mümkündü. Duygusal mı davranıyordum? İnsan hüzne yatkın bir yaratık, diye düşündüm. Vücudumuz, ruhumuz, zihnimiz veya bu kafamızın içinde konuşan her neyse hüznün kodlarını ezbere


biliyor. Bazen hiç beklemediğimiz bir anda işleme koyuyor.

Çetin’in acısını şimdi ben de hissediyordum. Hüznün bulaşıcı etkisine kapılmıştım. Savruluyordum. Başım dönmeye başladı. Sallanıyordum. Gözlerimi açtım. Çetin başımda dikiliyordu. Sigara dumanından rahatsız olmuştu. -abdulkadir ince

At Sineği ve Haydar Bir at sineğine mermi sıkıyorum Önümden Haydar geçiyor Bir selam çakıyorum Olduğu yere yığılıyor. Ağlıyor at bu duruma Ben ata ağlıyorum Önümden at sineği geçiyor Zavallı Haydar’ı düzüyor. At bir bana bakıyor Bir Haydar’a Ben at sineğine bakıyorum At sineği Haydar’ı düzüyor. Bir mermi daha sıkıyorum at sineğine Ölü bedeni sallanıyor Haydar’ın At sineği omzuma konuyor Haydar atı düzüyor. At sineği bana bakıyor Ben Haydar’a bakıyorum Ölü Haydar atı düzüyor. Bir mermi sıkıyorum ata At sineği yere yığılıyor Haydar bana bakıyor Ben at sineğini düzüyorum.


süçlü savünması İki mermi sıkılıyor havaya Güneş gözümü yakıyor Haydar telaşla televizyonu kapatıyor Ellerini yıkamasını söylüyorum.

Bir sigara yakıp televizyonu açıyorum İçeri bir at sineği giriyor Ben at sineğine bakıyorum Haydar ellerini yıkıyor. -umut ensarioğlu

Hayatta sayılabilen ve sayılamayan nesnelerin arasında kalan çaresizliklerimiz işte bunlar. Şunlar ve bunlar. Ötekiler ve berikiler. Bizler ve sizler. İnsan sayılabilir. Ekmek de. Sayılırlar. Ama iki insanın bir ekmeği üç kişi ile paylaşmasındaki sıcaklık sayılamaz. İnsanlık, sayılamayacak denli büyüktür. Derindir. İçtendir. Bir elin parmaklarına sığmaz çünkü. Bir hatırlatıcıdır. Bir ısıtıcıdır. Kalbimizin derinliklerinde yanan bir kor gibidir. Azıcık üflenmeye gelmesin, anında sıcaklığını duşa vurur. Vurmaya hazırdır da. Unutulmuş mektupların içindeki burukluk. Parfüm sıkılmış kırmızı rujla öpülmüş onca mektup. HİÇ BİRİ AMA HİÇ BİRİ SAYILAMAYACAK DENLİ BÜYÜKTÜR. Sığmaz sizin cümlelerinize onu hissetmediğinizden ötürü. Hayat bunun için çok kısa. 6 milyon insanı saymak yerine 6


milyon insanın cevheri çıkartılmalıydı içinden. Hayat ters yönde yaşanan bir otoyolda giden sarhoş insan misali ırmaklarda fiziksel aşınmalar ardı ardına akımı yavaşlayan yana aşım yapan menderesler ve ben öteki kıyısındayım bu adanın, zevkime. Zevke düşkünümdür, ona bağlanırım, tutkular anlık yaşanır. Belimde asılı duran incecik bir ip kalınca bir halat olur ve bir insanı kendime sarmak isterim bir savaş esiri alırcasına. Onu kaçırmamak isterim bir çita gibi hissedercesine. Ben isterim ki vücutlar bir, kalpler bir, olsun. Bir olsun ama sayılmayanından! İki insanın yaşadığı arzu ‘bir’ olarak sayılamayacak kadar, büyük. Kafamdaki fanteziler kelimelere dökülemeyecek kadar dolu. Duygulu. Tutkulu. Ateşli. Alev alev yanan bir cehennemde kaynayan sıcak su misali. Sıcak havada derimden akan terimsi fanteziler. Derimi kemirir gibi bana gözlerini

dikmiş olan o, insan. Kendini tutamayan bir hayvan olan ben, ve ben’imki. Sosyalleşmek zor iş, hele ki uyumadan önceki an. An ki kendinizin yargılama anı. Yargıç kendiniz. Tutsak kendiniz. Davacı da kendiniz. Siz her şeysiniz. Siz ve her şey. Sayılamazsınız. Siz ‘bir kişi’ denilemeyecek denli tekilsiniz. Teksiniz. Bir şerefsizsiniz. Pantolununuzun altı kabarmış beyefendim. Lütfen duruşma salonunu terkedin. Ve kişinin kurduğu 5 saniyelik fantezi, sekreterle. Bir şeyi kaybetmediği hâlde arama duruma zevk denmez mi? Ben bir şehvet düşkünü alçağım hakim bey. Lütfen beni azat edin. Söz verebilirim ki bir daha kimseyi kafamda hayal etmeyeceğim. Onlarla kendimi ‘bir’ hissetmeyeceğim. Kendimi kamçılayacağım. Ben, ki göklerdeki alçağın teki, bir daha insan olmamı engelleyen her şeyi sileceğim. Silecek ve sikecek.


Hayır, tabi ki de bu sözlerim birer palavra. İşte sekreterin güzel ve dolgun göğüsleri. Nefis kalçası. Bedenimi emmesini istediğim o dudakları. O güzel parmakları. Vücudunda gezdirmek istediğim benim parmaklarım ile muhteşem bir ikili olacaklar hakim bey. Olabilirler. Olabililerdi. Olabiliridik. Bir olabilirdik. Dünyayı unutabilirdik. Unutabilirdik. Ben kendimi bir daha sevilmiş hissedebilirdim. Ama bu yalanı kendime söyledikçe kendime kızıyor, kendime olan tüm güvenim sarsılıp gidiyor. Yalan değil bu söylediklerim hakim bey. Ben bir şerefsizim. Beni eğer esirlikten bırakırsanız, kendimi kendimden kaçırmış olurum. Kontrol bir daha geri gelmemek üzere elimden kaçar. Bir kırbaç. Kendime söylediğim şu yalanlar. Ben insan sevemiyorum. Sevdiğini hisseden birisiyim sadece. Umarım beni anlarsınız. Halbu ki çok çabalamıştım. Kendimi bir bedene ait

hissetmeye o kadar çabaladım ki. Başarılı olamadım hakim bey. Hayatta sadece bir kalbe, iki memeye, ve bir kalçaya ait olmayı o kadar diledim ki. Diğer kalplerin memelerin ve kalçaların varlığı beni benden aldı. Diğer kalpleri de istedim. Diğerlerini de. Diğer kalçaları da okşamak uğruna ait olmayı dilediklerimi bıraktım. Pişmanlıklar ardı ardına sıralandı bu derede. Suyu denize ulaşamayan gölün acı tadı beni yakıyor. Kendimi parçalarcasına bu duyguyu bastaramayan bir sefilim hakim bey. Kimse benim kalbime sahip olmak istemedi ama hakim bey. Kendimi hep bir gezgin gibi hisseder oldum. Bir yerin yerlisi olmak istedim. İstediğim tüm şey buydu! Şimdi ise konar göçer bir orta asya türk’ü gibiyim. Bunu kendime yakıştıramıyorum. Birbirimizi istediğimiz kalçalar, kalpler olalım istedim, bir insanla. Bu beden istenilmek için pek çirkindi en başından beri bildiğim kadarıyla. Ve kimse


beni istemedikçe ben diğerlerine daha da düşkün hâle geldim. Tüm arzumla buna tutuldum. Ve bir suçluyum hakim bey. Suçumu itiraf ediyorum. -mertcan kuranoğlu

hayallerin ğerekliliği Rüyalara anlam veremiyorum bazen. Hiç olmamış şeylerin olmaya (var olmaya) çabalamaları gibi. Hayalini kurduğum insanla rüyamda birlikte olmak, misal. Rüyamda birlikteyiz. Gerçekte ise bir o kadar ayrıyız. Ayrılarız. Ayrı dünyaların insanlarıyız. Öyle bir duruma varıyor ki, rüyalarımı gerçekler, gerçekleri ise birer rüya olarak yaşamak istiyorum. Rüyalar benim sekizer saatlik kaçamaklarım. Oralarda sanki gerçeklerin süslenmiş versiyonlarını yaşıyormuşum gibi geliyor. Tüm gerçekliğimi bir uçurumdan atmak istercesine bir rüya yaşamak. Tüm gerçekliğimi bir yatak odasında geçirmek. İstediğim şeyler basit. Rüyalar. Rüyalar ve fanteziler. Ve onları dolduran insanlar ve düşünceler. Bir yaratıcı gibi onları sıkı sıkı avucumda tutmak istiyorum.


Tanrı böyle isterdi, olsaydı. Ah tanrı. Acımasız ne nârin tanrı. Bir kaç sefer rüyada olduğumu fark etmiştim. Birisinde, aynı insandan iki tane vardı. Ve sanki kendime fısıldıyormuşum gibi ‘ama,olamaz,bir rüya mı olmalı?’ diye düşünmüştüm. Ya içgüdüsel ya da gerçek. Ya da bu da bir rüyanın parçasıydı. Rüyada kendime oyun oynamıştım belki de. Kendi beynim bana oyun oynamıştı, olabilir. Ya da kendi beynimi yenecek kadar zekidim. HAHA! İşte. Her şeye sahip olabildiğim rüyayı neden bırakıp acımasız ve fakir bir gerçekliğe döneyim ki? Belki de tek isteğimin bir insan olmasından kaynaklanıyor. Ama bir şeyin yaratıcısı olduğum vakit her şeyi de bana göre yaratmış olmaz mıydım? Olurdum, herhalde. Kendi yarattığım evrenimde sevdiğim insanı da bana sevdirirdim. Beni severdi. Ama bir rüya-tabanı içinde severdi. Gerçekte ise nefret edercesine

benden uzak kalıyor. Rüyada istemiyorum bu vakit bir yalanı yaşamayı. Hayır. Buna dayanamam. Bunun bilincinde yaşayamam. İmkanı dahi yok! Yok! İnsan kendisine yalan söyleyemez de ondan. Kendi içi ve vicdanı ile yüzyüze de gelemez, ondan… her gece koyduğumda başımı yastığa, edemem düşünmeden ‘gerçek’i. Kafamdan atmak isterim, kafamı koparmak istercesine unutmak. Beynimi formatlamak isterim adeta. Bir robot olmak isterdim. Kötü anları unutmak adına. Kendimi unutmak adına. Kendimi kendime unutturmak adına. Kendinim iyi bir insan olduğuna inandırırdım kendime. Mutlu olurdum,belki de. Yaşamak için, muhtemelce. Hayatımın kötü kısımlarını keserdim. Daima iyileri bırakırdım. Çünkü buna mecbur olurdum. Unutmak bir ilaç mı yoksa bir uyuşturucu mu, ince bir çizgide bir cambaz gibi gidip gelirdim. Tek dert ettiğim şey aşağıya düşmemek olurdu dengemi kaybedip ipten.


O an gülerdi tüm seyirciler bana, bana ve yeteneksizliğime. Çünkü bilirdi onlar, işin tüm kabıliyet gerektiren kısmının ‘denge’de tutmak olduğunu. Kendini ve hayallerinin ve gerçekler arasındaki çizgiyi, ipin üzerinde. İşte, ben o zaman bir mağlup olurdum, seyirciler karşısında. O an gülünüldüm güçsüzlüğüme. Kendimi buna bağımlı yapardım. İnsanlar gülerdi, ben yine kötü anları silerdim beynimden. Hiç yaşanmamış bir hayatı tekrarlardım ertesi gün, kalkınca sabah, boktan yatağımdan ve yastıktan. Kafam bulanık olur kalkınca, ayrılırım çünkü hayallerimden. Geride bırakırım fantezilerimi. Kafamı koymuş olduğum göğüslerinden uyanırım, yatakta yalnız ve boş. Anılar eksik ve parça parça. Kırıklı bir fay hattıymışçasına tektonik depremler meydana gelir, yatağımda. Ege bölgesindeki bir deprem bölgesidir, aklım. Fantezilerim çalkantılı, hissederim kendimi alabora olmuş gemi.

Bir robot olsaydım, silerdim kendimi. Varlığımı ve ben’i. Bu beden bu ben’e dayanamayacak derecede, güçsüz. Ben olmazdım, kendim. Eğer seçmeseydim, kendim olmayı. Haykırmak isterim, ağzım düğümlenmişken. Susmak isterim, çığlık atarken. Vicdan temiz. Gönül fahişe. Kalbimde olmadı hiç, kalıcı. Hepsi oldu, geçici. Kendimi kötü hissetmem. Ama hayat değil beni yıldıran. İnsanlar. İnsanlar ve sevgisizlikleri. İstiyorum ki başımı koyabileceğim bir insan. Olmadı ki hiç. O sebeple seviyorum, yastıkları. Soru sormazlar. Başımı koyarım onlara, ve anlarlar. Beni, sararlar. Sararım, onları. Anlamsız virgülleri, sevmem. İroniyi, severim. Seviyorum sarılmayı. Kalçalarına ve göğüslerini ellemeyi. Saçlarını ise koklamayı. Solumayı seviyorum, boynunu. Fısıldıyorum, kulağına. Uyanıyorum uykumdan. Ve sabah saat 6:49. Gidilecek,


okula. Dolu olmuş olan nefret işgüzarları. Yatağım bir hapishane değil, bir ütopya. Seviyorum düşlemeyi. Tek kurtuluşumdur o. Şimdi ise yataktan çıkma vakti. Vakit geldi gardiyan! -mertcan kuranoğlu

Kısaca etik, ahlak ve siyasette insan Ne evrenin merkezidir, ne başı ne de sonudur o. Sadece bu sonsuz uzayda bir kırıntı kadar değersiz bir yaşayış sürendir o, insan. İnsanın sayısız defa bilim adamları, filozoflar ve din adamları tarafından ele alınışı üzerine, hâlen genel-geçer bir yorum yapamadığımız ortadadır. Binlerce yıldır dünyada olan bir hayvan üzerine yorumlarımız bu kadar kesin ve radikal iken, insanın üzerine her kişinin kendi yorumunun olması, hayatın bir ironisi olsa gerek. Elimizde felsefi-insanın çok geriye dönük bir geçmişi yok, felsefi-insan’dan kastım Antik Yunan zamanıdır, felsefenin bi’ nevi doğuşu. İnsanı felsefe içerisinde ele almak uçsuz bucaksız bir konudur, diğer felsefi konular gibi. İnsan, üzerine en çok öğreti


geliştirilendir felsefede. İnsan her şeyin ölçüsü mü, her şeyin sorumlusu mu yoksa her şeyden elini eteğini çeken bir var olan mıdır? İnsanın Antik Yunan’dan günümüze kadarki –felsefetarihine göz attığımızda, sayısız defa felsefe tarihinde kutuplaşmaların, ayrılıkların olduğu görülür. Genelde ‘birleşmeler’ görülmez, akımları göz önünde bulundurmazsak. İnsanın, bir gelişme değil ‘düzleşme’den ibaret olduğunu söyleyen J. P. Sartre’ı haklı buluyorum bu noktada. İnsan geliş(e)mez. Bir taştır. Kocaman ağır bir taş. Yerinden oynatmanızın mümkünatı dahi yoktur. İnsanın kendini değiştirmek yerine ‘düzleştirdiği’ açıktır. O eskiden ne ise o’dur. Belki daha düz. Belki daha da yontulmuştur. Sokrat’ın tanrı-tanımazlık sebebiyle öldürülmesi düşünülünce, içinde yaşadığımız 21.yy’ın pek de geçmişten farklı

olmadığı âşikardır, insan açısından. İnsanın felsefi açıdan ele alınabileceği bir çok uzantıdan birinden başlayalım. En başta etik ve ahlak konuları. Etik ve ahlakın çok kesin çizgiler ile çizilemeyeceği felsefi tarihince görülmüştür. İnsanların değerlerini yıkma yoluna giden Nietzsche, insanın tam bir saltbaştan-yaratımlı olmasını diliyordu. İnsanın, özgürlükçü, salık-verilmiş bir kuş olmasını diliyordu. O, insanın, geçmişten sorumlu tutulmamasını istiyordu. İnsan, kendi istenci olduğu sürece mi insandır, yoksa nefes aldığı sürece mi, işte bunu tartışmalıyız oturup. İnsan, kendisini baştan aşağı, geçmişin onun üstüne yüklediği sorumluluk ve değerler ile yaratıyorsa, burada bir sorun arz eder, etmeli de. İnsan, her ne zaman, kendi süzgeci ile düşünemiyor ise, orada ne ahlak ne de etik konuşulabilir, kaldı ki, özgürlük ve istenç kavramlarının adı dâhi geçemez


böyle bir ortamda. “Köleler, yaptıkları işlerden sorumlu tutulamaz.” der bir filozof. Az önce, insanın, içinde bulunduğu durum da buydu. Nietzsche’ye benzer örnek olarak Descartes’ın idolleri reddetmesini verebiliriz. Kişi, kendini kuramıyor, bir birey hâline gelemiyor ise, bu bir lekedir. Felsefe tarihinde etik ve ahlak üzerine şunları da eklemeliyiz: Evrensel bir Etik’e varmaya çalışanlar (Universalistler) ile evrensel bir etiğin imkansız oluşunu iddia edenler (Relativistler) arasındaki ‘kavga’ Antik Yunan’da başlamıştır. SokratPlaton-Aristo ve Sofistler arasında. Herkesin dahil olabildiği, herkesi kapsayan bir Etik belki de çok ütopik bir düşünce olarak görülebilir. Ama Etik’i, günümüzde Ahlak kavramına çok yakın ve kimi zaman da denk kullandığımız için, bu konuları iyice görebilmek için irdelememiz gerekiyor. Etik, uygulanış tarzında Ahlak’tan daha

evrensel aslında. Etik’in yoruma daha açık, Ahlak’a nazaran daha az-dogmatik olduğu görülüyor. Ahlak’ın ise daha kapalı, daha kuralcı, kuralcılıktan öte, değiştirilemez olduğu ortadadır. Belli başlı Etik ve Ahlak öğretilerini eleştirel bir dille inceleyecek olursak, insana salt bir nesnel veya öznel bakış açısı atfeden öğretilerin filozoflarının çok büyük bir yanılgı içersinde olduğunu söyleyeceğim. Kant, Ödev Etiği’nde, insanı değersiz, yüksüz, tam bir salt mantıkmakinesine dönüştürmüştür. İnsanın her daim mantıklı davranmasını, nesnel tutumlu olmasını, değersiz, duygusuz, arındırılmış olmasını öğretiliyor. İnsan bu anlamda nasıl bir yaşantı içersinde olabilir ki? İnsanın duygularını, hislerini elimizden aldığımız vakit, onun bir bilgisayar beyninden ne farkı kalabilir? İnsanı her daim kitaplarda basmakalıp şekilde tanımlarken ‘insan düşünen bir varlıktır’ denmiyor mu? Düşünme yetisine sahip ise,


onu, duygularından ayırmamalıyız, mahrum bırakmamalıyız. Bıraktığımız vakit, insan makineleşme sürecinde, distopik bir kalıba girecektir. İnsanın bir diğer yönü olan: siyaset. Devlet yönetimi konusu yüzyıllardır tartışıla gelen bir diğer konu. Antik Yunan’da demokrasinin temelleri atıldığı görülür. Günümüzde ise, genelgeçer kabul edilen ideal biçimidir de demokrasi. Devlet yönetim biçimlerinin isminden çok ‘yeterli uygulanışları’ ilgilendirir felsefeyi. Bir çok siyasi görüşün olduğunu görüyoruz, insanın birbirine zıt fikirlerinin oluşu, Etik ve Ahlak konularının dışında Siyaset’te de kendini belli ediyor. Yönetim biçimlerini tek tek ele almak yerine, felsefenin ve insanın bu yönetimlerdeki yerine bakıcağız. 21.yy’ın en popüler yönetim biçimi hâline gelen ‘demokrasi’, kimilerince bir ütopya, kimisine göre bir kaçış, aldanıştır,

kimileri için ise ideal yönetim biçimidir. Biz, insanı, bireyden öte toplum olarak düşündüğümüz vakit, ve insanın bu sistemin bir parçası olduğunu kabul ettiğimiz zaman, insanı ne devletten koparabiliriz, ne de onu dışta bırakabiliriz. Demokrasiden önce diyeceklerimiz var ki, ideal sistem olarak tanımlyabileceğimiz bir yönetim biçimi, herkesi içine alması gereken bir sistem olmalı ve bu sistem kötü ellere emanet edilmemelidir yoksa bu bir sadece aldanış olur bir yalandan ibaret olur. İnsanın belli başlı devlet sistemleri arasındaki monarşi, oligarşi, demokrasikonumunu önce belirlemeliyiz. İnsanın bir birey olarak öne çıkmasını istiyoruz. İstemeliyiz çünkü, diğer türlü olduğu vakit, insanlar birlikteliği bir ‘toplum’u değil ‘yığın’ı ön görür. Tarihteki en yakın örnek 1939-1946 Almanya’sıdır. Biz, insanı, bir birey, bir eşsiz-düşünür olarak öne çıkarmak istediğimiz vakit, onun varlığını yok sayamayız.


Buradaki felsefi düşünce şudur ki, kendi söz hakkını tanımayan bir sistemin içerisindeki ‘insan’ımız, aslında çiftlikteki büyükbaş hayvandan farksız kalacaktır. Hayvan sahibi ne kadar hayvanın söz hakkını tanıyor ise, devlet de insanın söz hakkını o denli tanıyacaktır. Toplum yığınlaşırsa, o sistemin işlenişinden şüphe edilmelidir bu bağlamda. 21.yy’ın en büyük yanılgısı ise burada başlıyor. Kendisini ‘demokratik’ olarak tanımlayan her devletin aslında bir ‘yanılgı’ ile yönetiliyor oluşunun sebebi, insanların söz hakkının olmamasına yol açıyor. Demokrasinin en büyük avantajının ‘seçim’ olması, insanları tuzağa düşürüyor. Demokrasinin diğer tüm ilkeleri ört pas edilerek. DemokratikKrallık kuruluyor. İşte burada insan’ımız yücelmeli, sesini çıkarmalıdır. Bunun için insan’ımızın ne denli eğitimli ve ne denli düşünmeye yatkın olduğu söz konusudur. Felsefenin de yeri tam buradadır. Düşün(e)meyen bir

insanın artık yaşama nedenini pekala kaybetmiş, pekala yığınlaşmış, pekala moronlaşmış olduğu açıktır. -mertcan kuranoğlu


ifade edişler

kutsal’ınızdan. Bir şeyden de eksik olmayın. Lanet olasıca.

“bana özgürlüğümü vermeyiniz bayım, onu ben almasını bilirim hakkıyla.”

Siz ki tanrı’nın sözünü üstlenen ‘kesim’, siz ki ‘hoşgörünün’ sembolü. Siz ki… siz ki tanrının orospuları!

Siz bana bakmayın, ben konuşurum, boş konuşurum, boş atarım dolu çıkar. Siz benim dertlerime serzenişlerde bulunmayın. Laflarım çok boş gelir. İpi ucu birbirini tutmaz. Uçar gider sözlerim. Benim sözlerimden en çok payını alır din ve toplum, bilirsiniz bayım. Benden öğrenecek değilsiniz tabi ki de dini. Siz yalayıp yutmuşsunuz baksanıza kutsal’ınızı. Neyse, size laf mı yetiştirmeye geldim? Hey hat! Bağırıyorum, evet, avazım çıktığı kadar. Bu günlerde öldürülmemek adına sokak ortasında bağırıyorlar kadınlar. Bağırıyorlar ki insanlık duysun bu çığlıkları kapalı kapılar ardındaki erkek’ler. Siz benim devrik cümlelerimde bir anlam aramayınız. Siz bilirsiniz tanrı’nın her bir cümlesini o

Deli ediyorlar azizim böyleleri. Bir bokmuşçasına yer ediniyorlar kafamda. Ne de usanmaz arlanmazlar. Ne de yerin-dibine-giresiceler. Şaşırıveriyorum doğrusu böylelerine. Düşünsene, pek güzel, asalak tanrı’sı bu adama dünyayı yönetme adına öğütler vermiş. HA HA! Evet, ben de gülüyorum doğrusu bunlara. Tanrı yönetmesini bilmiyor da bunlara görev vermiş miş de vermiş. Yok canım olur mu öyle şey? Bir de tanrı’sı adına insan katlediyor. Tanrı’sı böyle istiyormuş. Tanrı’sı ne de aciz ki kendisi adına insan bile öldürme gücüne sahip değil, köpekler tutmuş kendilerine bunu yapması adına tembel piç kurusu.


Benim laflarıma kulak vermeyin. Konuşur konuşur giderim ben. Böyleleri ki savunucusu dünyanın, bilmiyolar ki mahvedicileri dünyanın. Benim insan sevmeme bile karşılar bunlar azizim. Benim, bir insana sevgimi, aşkımı göstermeme bile izin vermeyen bu sürtük tanrı’nın tutsak köpekleri. Akılları yarım gramdan fazla olmayan bu din-dar kahpelere afili bir cevap vermek bize düşmüştür. Biz vermeyeceğiz de kimler verecek cevap? Sapkın diyorlar bizlere. İnsan sevdiğimiz için. Kendileri gibi insanların başlarını kesip meydanlarda sergilemeyiz, sevişiriz, öpüşürüz, diye ‘sapkın’ derler bizlere. Kendilerinden değiliz diye biz ‘öteki’leriz. Vardıkları fanatizm altında eziliyorlar bu aşağılıklar. Başkasının özgürlüğünü kısıtlamayı bir hak sayıyor bu reziller. Seviyor olduğum gözlerine batıyor. Tanrı’nın hoşgörü sözlerini hiçe sayıyorlar iddia ettikleri ondan gelmiş olan

bir takım anlamsız safsata ki gelen bir dağ kovuğunda deli bir şizofrenik hareketleri olan ki ismi kimin olan ‘muhammed’, kim evlenmiş olan, genç kızlarla, iddia eden ‘hoşgörüyü,saygıyı’ kendi kurduğu terör ‘din’inde, ele geçiren dünyayı, uçuruma sürükleyen kitleleri, ki, varmış olan fanatizmin doruklarına ve ‘hoşgörü’den ziyade olan bir örgüt: ‘ayrımcılık’. Hayır. Bunlara cevap vermeyi bırakmayacağım. Seveceğim gönlümce onların saydığı ‘sapkın’. İddia ettikleri kişiler ki dedikleri ‘tanrının nefret ettikleri, hastalıklı’. Ben tek birisinin adamıyım: benim. Benim’in duygularının. Ben duygusalım azizim. Duygu’sal. Duy’gusal. Duy’sal. Şuralarımda hissediyorum bazen sevgiyi, sevdiğime karşı hissettiğim. Devrik cümleler deviriyor rayları trenlerin. Varamıyor trenler gidecekleri yerlere yapıyorlar kaza. Dev’rilen trenler. Ve raylar.


Çok basit bir dileğim olmuştu halbu ki. Sevmek. Ama onlar bunu bile elimden aldı. Yerinden söktüler ‘kalb’imi. Hissedemez oldum kendimi daha fazla insan. Sızladı içim, insansızlıkla. Kaybettim duygu’larımı. Yitiri verdim, ben’imi. Beni parçaladılar, parça’lara. Daha fazla yol yürüyemez oldum. Kaldırımlar dar geldi. Çok doluydular. Her tarafı insan içinde insansızlıkla. İnsansızlıklarla dolu insanlar ve insanların kaybettiği insanlılık onlara birer lekeydi. LEKEDİR bu dostlarım. Kendime çektiğim şu sınır ile insansızlık arasındaki leke. Simsiyah bir leke. Kendimi ele veriyorum. Sınırı geçiyorum. Onlardan birisi oluyorum. Bir dindar oluyorum. Tanrı’ları adına insanları öldürüp kadınlara tecavüz ediyorum. Bacaklarını gövdelerinden ayırıp bir cami havlusunda gösteriş yapıyorum. Sakalları uzatıp hac’a gidiyorum. Tavaf yaparken ben ters dönüyorum

insanların yaptığına karşı. Onlar hacı olurken ben aforoz ediliyorum. Tanrı benim diğer insanlarla aynı yöne dönmemi istiyormuş meğer. Tanrı’nın sıçtığı yerde gül bitermiş. Tanrı hepimizin beynine sıçıyor çünkü. Ve tanrı, ki, kim, yasaklıyorsa hemcinsimi sevmemi, bana sıçıyor. Görüyorum onu bir yerlerden. Ne kini, öfkesi vardı da beni, alıykoydu, sevmekten, insanları? Tanrı pekala kötü biri olmalı. Ama sonra bıraktım ona ve siktiriboktan sürtükçe yalanlarına o pezevenkin. Sonralarda anladım aslında onun bir ‘gösteri’ olduğunu. Ne de güzel inandırdılar, hey hat. Bir sonlu-sonsuz bu. Hiç bir zaman sona er(e)meyen fani bir şey(ler). İçine doğduğumuz bu dünyanın bir yanılgısı, algı çakışmazlığı. -mertcan kuranoğlu



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.