bir süre yaşadıktan sonra sabaha karşı dört. sanki güneşi beklermişisiz gibi uyumak için dünyayı aydınlatsın diye. yeni bir gün diyerek, diğer bir 24-saatlik-cehennemi yaşamayı kendimize layık görmek gibi. tabuta konulmaya yirmi dört saat yakın olmak. yakılmaya. arkamızdan ya ağıt yakılacak. ya da bir ağız dolusu küfür edilecek. ya da tamamen umursanmaz bir şekilde ‘iyi bilirdik'lerle uğurlanacağız. ölüm ve yaşam bize kimsenin yakın olamayacağı kadar yakın iki şey iken, ölmeden önce kiralanan mezarlıklar bir anlam ifade edebilir. hangi insan öldükten sonra olmak isteyeceği yeri diri iken seçmek ister? ölü bedenler ile aynı yatakta yatmak gibi. ölü bedenler ile seks, ölü bedenlerin üzerine boşalmak gibi. tüm ölenler toprağın altına gidecekse ne diye yaşarken kuş tüyü yastıklarda yata durduk? ölümü kabullenmeye çalışan kimse olmadığı için yaşam bir cehennemdir. kimse gitmek istemediği için burayı çevirirler cehenneme. -huşu içindeki gündoğumunu görüyor musun? -her gün gördüğüm gibi. her gün göreceğim gibi. sanki hiç yılmayacak gibi. -neyden yılmayacak gibi? güneş doğmaktan neden yılsın? -güneşin doğduğu mu var? o hep aynı yerde, yörüngesinde yani… sadece biz dönüyoruz diye doğuyor oluyor. sanki güneşin seni siklediği var… -doğru. biz kimiz ki güneşin karşısında? azametli bir gezegenin karşısında neyiz biz? değersiz ikişer böceğiz. sülüğüz. -aynen öyle. sen kendini bir de değerli mi sayardın? nedir senin şu koca evrene katkın? işte bu çöpteki döl dolu peçeteler mi… -kendimi evrenin parçası saymam için değerli saymama gerek mi var? sen benim, ben de senin için yaşama sebebi iken hem de. varsın değerli saymasın bizi diğer milyarlarca insan.
varsın yok olsunlar. -geriye ne kalır ki o hâlde? sadece ikimiz mi? -neden olmasın? ölümlerimize kadarki tüm gün doğumlarını izleyeceğimizi düşünürsek… -peki ya gündoğumu bittikten sonra? -akşamüstlerine kadar uyuyacağız. ama artık betonarme binalarda değil. yeşilliklerde uyuyacağız. dünyadaki son iki insana da kimse karışacak değil ya. -ya kışları? üşürüz dışarlarda. -ormana sığınırız. mağaralara. tekrar doğaya dönen son iki kişi olarak… doğada yaşamını sonlandıran iki kişi olarak. -ya ölümümüz? kurtlar ve ayılar da bizi toprağa gömecekler mi? onlar da insanlar gibi bizleri, hayat sonrası tahta kutulara hapsedecekler mi? -doğanın insanlar üzerinde daha merhametli bir planı olmalıdır, sanırım, belki. ölü bedenlerimizi ayılar yiyip, bir kaç gün sonra da sinekler üzerinde gezebilir. sonrası doğanın kendi ellerinde. -bedenlerimizin yenileceği düşüncesi bize acı vermiyorken doğa bizden çok da uzakta olamaz. -tabi ki de uzakta değil. işte bu binaların tam da arkasında. asfalttan, betondan uzak; ağaca ve yeşilliğe yakın bir yaşam. -ölen son iki kişi olmak nasıl bir his bilir misin? -nasıl? -tarihin tozlu sayfalarında hiç yazılmamış olma hissi. tarih sanki bize kadar olan her noktayı yazmış ta, bizi es geçecek gibi. -ölülüğü ile diriliği eş olmak gibi. seviyorum bunu, çünkü bensiz dünyanın -keşke- daha temiz olmasını isterdim. -ne diye öyle dedin? -çünkü biz birer leşiz. hayatta attığımız her adımda soyut birer çamur tabakası bırakır gibi ilerledik de ondan. kalbimiz, doğduğumuz anda toprağa verdik. daha nasıl olmamızı bekliyordun? ölü hissediyorum. aşkı, duyguyu, orgazmı, sevgiyi, sevinci, üzüntüyü, göz yaşını…
-ölüler hissetmez ki. -ya işte şimdi anlamaya başladın…
tanrının cenneti ne de garip. ne de ‘çelişkili'dir yaşamak, şu ölüler arasında, ölüler evi'nde* hissetmeyenler arasında aşkı anlatmak, sevinci duymak, üzüntüyü gidermek. cansızlara aşık olmak! hücreleri kloroplastın yeşilinden değil, doların yeşilinden oluşan şu hayattan nasibini almayanlar arasında yaşamak. her gün hayretler içersinde kalmak aynı şeye defalarca. yaşları gözümüzden silerken içimizde duyduğumuz hınç ve öfkenin birleşimi ile yarın yenik çıkmayacağımız ideası. ah, ne de yaralar şu hayat. patisinin üzerinden araba geçen bir köpek gibiyim. ‘suçum neydi’ dercesine yaşanan yirmi dört saatler kovalar bizi mezarlarımıza. üzerimize toprak ta atarlar mı? atarlar dost elbet atarlar. hayatta az paranoyak olan nelerin döndüğü hakkında fikir ilerletmek isteyendir.** azıcık bir paranoyaklığın kimseye zararı olmaz bu sebeple de. dünyaya öldüren değil, yeşerten. yıkan değil, daha iyisini yapanlar lazım değil mi yoksa? eh, diyeceksin sen de 'kurmak için öncesinde yıkmak gerekir’, sen de haklısındır kendince. ama senin kurduğun şey yıktığından daha kötüyse eğer? onu ne yapacağız? her 'yeni’ bizi ileriye taşıyacak değil ya! demokrasiyi yıkıp şeriatı getirmek gibi bir şey bu. adama demezler mi, sen ne bok yediğini sanıyorsun şimdi? derler tabi. ben de derim. az buz şey değil bu yıkma işi. seni beni aşar bunlar. bunları yapacak adamlar bulunur elbette. önemli olan ayak takımıdır. öyleleri zor bulunur. bir savaş olur. milyonlarca insan ölür. boş yere belki de. genelde boş yere ölünür savaşlarda çünkü. savaşlarda boş yere ölünmediğini savunanlar ya militarist liberallerdir, ya da zekaları kıt olanlardır, her neyse, dediğim gibi bir savaş olur ve milyonlar ölür. bu savaşı da bir toplumun lehine bitti diyelim. bu savaştan tek ekmek yiyecek kişi hep bir kişi olur. savaşın komutanı mesela. ölen,yitip giden nice canlar hatırlanmaz. o
komutan anılır. kendi kanı akmadığı savaş meydanından o galip çıkar milyonlarcası arasından. işte hayat ta böyle dost. sen götünü yırtarsın ama hayat sana 'ŞEHİT’ der. daha da iğrenç bir yalan olamazdı. pislik içindeyiz resmen. iki devlet arasındaki bir kazanç çatışmasında sen canını veriyorsun. bir kere yaşayabilecek olduğun o canı feda ediyorsun. belki 20, 30 yaşında hem de. yaşamadan yaşamından vaz geçen yaşamış olanlar yaşamamış olacak denli kötü bir yaşam'a sahip olan o yaşanmışlıkların devamı gelmeyecek bir daha. daha ne kadar kötü olabilir ki? işte bu kadar kötü olabilir. ellerinle hayatı vermiş bulundun. sevişmeden ölen tüm insanlar için birer dakikalık saygı duruşu lütfen! hayır! savaştan galip çıkan o pis komutanlar için değil! işte, sevgiyi sadece anne memesinde bulabilen o canlar için saygı. yaşamasına izin vermediğiniz tüm o canlar için hem de! insanları öldüren makinelere, cihazlara, silahlara ve her neyse, insanı yaşatan şeylerden daha fazla değer verildiği için bu dünya yerinde sayıyor olmalı. tek sebep te bu olmalı. sebep, dediğim, dolar yeşilli hücrelerdir. dünyadan kökünü kurutmamız gerekenler de bunlardır, ya da onlar ağacın, doğanın yeşilini bu gezegenden kökünü kazıyacak. buna karşı çıkan bir insanın, amip denli zekaya sahip olmayacağı apaçık. dünyaya herkes kendi 'adalet'ini getirmeye çalıştığı için insanlar kan revan içinde ölür ve çocuklar ağlar. asıl nokta insanların hangi tarafta savaşa gireceği. kastettiğim savaş tabi ki de idea evreni bir savaştır. onlar gibi biz kan akıtacak değiliz. yine asıl nokta, onlar masumların, biz ise kötülerin kanını akıtacak olmamız. kana kan ile karşılık ver kanın akıtılmasını onaylamaktan öteye gitmez yine de. sana taş atana taş atmak taş atma eyleminin onaylanmasıdır lakin, taş atmazdın. işte. etme bulma dünyası denir ya, değil. sen ne edersen onu bulmazsın. bazen bazı şeyler de sen etmeden seni bulur. ne de garip cümleler bunlar. sabahın beş kırksekizinde bu
kadar mantık olabiliyor beynimde. sabaha karşı yazılan her cümle bir intihar notudur. öyledir. evet evet öyle. çünkü her sabaha karşı uyuyan kişi intihar isteği duyar bir şekilde. duyuyorum çünkü umutsuzum. böyle mazeret olmamalı, işte oluyor yine de. karşı çıktığım fikirler aklımı ele geçirircesine, savaşım veriyorum. ben bir kafka'yım sabaha karşı 6'da! yaşasın dev böcekler. yaşasın sisifos ve danaus'un kızları***tüm umutsuz ve kederli insanlar tek bir çatı altında birleşecek bir gün. ve ona bir isim koymayacağız. çünkü bir isim bizi etiketlemekten öteye gitmezdi. biz etiketsiz, saf ve melankoli dolu canavarlar olarak mezar taşlarımızı hazırlıyor olacağız toplu bir intihar teşebbüsü öncesinde. ölene kadar mutlu olacağız. çünkü biz istediğimiz şekilde yaşayacağız. biz istediğimiz sebebi ile yaşamış olacağız. böylelerinden oluşur tanrı'nın cenneti!**** *dostoyevski - ölüler evi **william s. burroughs'ın bir söz:Paranoyak İnsan, neler olduğu hakkında bir parça fikre sahip olan insandır. ***danaus'un kızları, bir eleği su ile doldurmaya çalışırlar ****Incil'in son cümlesi
denkgelmişlikler gece dönüyordu evine. kimsesiz gibiydi. sanki bir edime sahip değilmişçesine, değişmişçesine. ‘hayatımda tek kalan, bir anlam ifade eden’ dediği şeyi de yitiren bir insan olduğu için üzgün ve yüzü asıktı. gidecek tek bir yeri vardı, o da evinin sokağının köşesindeki sarhoş sokak satıcılarının takıldığı mekandı. gidip unutana kadar, düşünemeyene kadar içecekti. elinden bu gelirdi. yenilmişti. hayat ile verdiği 30 yıllık savaştan yenik çıkan bir samuray gibi hissediyordu. uzun ve sivri kılıcını kınına geri koymuştu. onursuzdu. onu terk eden kişinin evinden çıkıp doğru mekana daldı. kapıyı açarkenki çıkan o gıcırtı ve gürültüden kimse rahatsız olmamış gibiydi. olan varsa bile kafasını kaldıramayacak kadar ağırlaştırmıştı içki. kalitesiz dandik içki içecekti. şişelerce içmeye hazırdı. cebindeki son para ila sonuna kadar içip terk edişleri unutmaya çalışacaktı. deneyecekti. tüm terk edenler adına ağıt yakacaktı. sessizce. dudaklarının ucunda. küfür edercesine. onları anarak. tüm sevmiş olduğu o sevgilileri düşünecek, henüz onu terk eden kişiyi hatırlayacaktı. anılarını kafasında canlandırmaya hazırdı. çünkü kaçacak bir yer arıyordu. kafasının içinde minik bir hücre yolunu arar gibi, üzerinde 'GÜZEL ANILAR’ yazan yere gidecekti. o yerdeki anıları istiyordu. bir daha göz yaşı damlamasın diye. ağlamak ona zor geliyordu, ağlayamıyordu, ve şuan, barda ağlayacak hâli ise hiç yoktu. barmenle göz göze gelince kelimeler anlam ifade etmezdi. bir bakış ile verdiği siparişi anlatırdı barmene. barmen, iki kuşak öncesi buraya göç iskandinav bir aileye sahipti. bunu nerden biliyordu o bile bilmiyor. ama işte biliyordu. 'GÜZEL ANILAR’ isimli yerin yanında bir de 'GEREKSİZ BİLGİLER’ isimli tabelalı bir yerin olduğunu düşündü. bunu düşünmek onu güldürdü. pezevenkçe bir gülüş attı. gülmek için atılan bir gülüş. komik bir şey olduğundan değil sırf yapması gerektiği için. bir şişe geldi.
kafası uyuşana kadar. üzülmeyene kadar kendisini uyuşturmak istiyordu. mekandaki diğerleri gibi, rezil birisi olana kadar. saç kökleri yağ tutana kadar yıkanmayan yanındaki adam gibi. sağ elinde viski bardağını tutarken sol elini alnına dayamış neredeyse uyuyor gibiydi. burası bir 'UNUTMA MEKANI'ydı sanki. kutsal bir mekan. herkes unutmak isterdi. ya ağlayacaklardı ya da unutmaya çalışacaklardı. çevresine baktı ve içini bir dert yumağı kapladı. sırf unutmak adına değil! acıları unutmak içindi. yaralayan insanlardan hınç almak adına bir unutuştu bu. kimse bilemezdi bunu ondan başka! çünkü bir insanın varoluşunu reddetmek ona bir ceza verişti. işte, bu sadizmi seviyordu. bir insanı reddeceğim, ve içi içini yiyecek onun. işte. bir gülüş daha. ne olmuş hayatında kimse kalmadıysa? yarın yeni bir gündü. yarın da normal bir insan gibi davranacak, işe gidecekti. işte böyleydi. o bunu inkar ediyordu. etmeliydi çünkü intiharı istiyordu. onunla sevişmek istercesine istiyordu. 'bir rüyaydı, kanlı bitti’ yazacaktı intihar mektubuna. kanlı bitecekti. ya kanla ya da sükünetle. yatağının yanındaki sehpanın ikinci çekmecesindeki silahında 2 kurşun vardı. satın aldığından beri 2 kurşun olmuştu. çünkü ölmeyi yeğlerse diye bir gün, 2 kişi aynı anda ölecekti. neden iki mi? birinci kişi sevdiği, diğeri ise kendisi olsun diye. sevdiğini de bu kara, unutulmaya yüz tutulan anılan oluşan dünyada kalmasın diye. terk etmeyesin diye. düşündü. şuan tek kişiydi. kendisini öldürmesi bir anlamsızlık doğururdu. saçma olurdu. bunu reddetti, kafasını salladı sağa sola. kendisiyle tartışıyordu. eski bir portekizli satmıştı ona bu silahı. cezayir'e doğru giden bir eski bir otobüste. kim bilir şuan ne yapıyordur o portekizli. orta yaşlıydı o zamanlar, şuan yaşlanmış olmalı diye düşündü. tek derdi buymuş gibi bunu düşündü. 'son saatlerimi yaşıyor olabilirim ve ben kirli bir portekizliyi düşünüyorum’. dedi, dudakları titredi bunları fısıldarken. sanki bir hayalete fısıdarmış gibi. hayatta bir anlam aramayı
bırakalı çok olmuştu. belki de silahı satın aldığı gündü. işte şöyle öleceğim, kan dolu bir küvette demişti. ya da 70 yaşında yağ bağlamış bir kalp ile, televizyon karşısında uyuya kalmış hâlde ansızın kalp krizinden. ne fark eder? etmezdi. keşke şuan ölseydi. her terk edilmeden önce 'bir sonraki olmaz. olmayacak. neden olsun ki?’ derdi. olurdu ama. tüm sevdikleri onu hayatının bir evresinde istemez olurdu. canı sıkıldı. içki işe yaramıyordu. ölümün tadını ağzında duyar gibi oldu. acı acı bir tat geldi boğazının aşağısıdan. akşam yediği baharatlı yemek olmalıydı. tiksindi. tükürmek istedi. hayata karşı bir mücadeleyi daha kazanmak adına yutkundu. acı sıvı boğazından aşağıya aktı. büyük adam olmuştu artık. bir muharebe kaybedip, küçük bir dövüş kazanmıştı. yılgındı. 'artık sevmeyeceğim’ dedi. söz verir gibiydi. bir cümleden öte kendisine söz verdi. sözünde duracaktı artık,sevmeyerek. insanlara gerek duymayarak. kalktı, cebindeki paraların tümünü bırakıp sessizce ayağını sürte sürte mekandan çıktı. 150 metre ötedeki evine gidecekti. ve tüm gece o muhteşem intihar sahnesini gözünün önüne getirecekti. silahı bir kaç kez çekmeceden çıkarıp , umutsuzca elinde silahın soğukluğunu hissedip silahı geri yerine koyacaktı. soğukluk onu ürpertecekti. ölüm kadar diri, ölüm kadar soğuk olacaktı. buz kesecekti elleri. karşısında iki kurşun vardı. ve kendisi. değersiz sahte kendisi. 'ben öleceğim, cesedimi bir kaç saate bulacaklar, o da sırf silah sesi yüzünden, yoksa neden bulsunlar, sırf ses çıkardım diye, yaramaz birisi oldum diye, yoksa bensiz de dünya döner, insanlar yaşar, nefes alır, ve ölür, dünyaya karbondioksit vererek içine ederek. ve ben ölerek…’ kurtulmak mıydı, kaçmak mı. bilmiyordu. bu soruyu kendisine sormak istemiyordu. korkuyordu. elleri titriyordu. kafası bulanıktı. 'ya yaşarsam, yarın daha az acı çekecekmişim gibi. kandırıyorum kendimi. ne azı , daha çoğunu, misli mislini yaşayacağım, yaşatacaklar. insanlar. onlar.’ GÜZEL ANILAR geldi aklına. ilk okulda ilk defa elini tuttuğu kişi
geldi. dudakları elma gibi olmuştu. gülüşmüşlerdi. sevmişlerdi birbirlerini. sonra başka bir ülkeye taşınmışlardı. ertesi gece, onun elini tuttuğu eline bakmıştı, elini koklamıştı. 'işte tam da burada’ demişti. sevinmişti. bir daha hayat boyu göremediği birisi olmuştu. hayalet olmuştu. yitirmişti. YİTİRMEK. ne de melankoli. ne yitirilir? işte, benim yitirdiklerim. sevdiklerim. terk edildiklerim. katlanıyordu. bu hayatı yaşamıyordu. sadece bir gün daha yaşıyordu. 'değildi bu yaşamak’ derdi. öfkeliydi. tüm memnun insanlara kin kusmak istiyordu. zenginlerden, gülebilen insanlardan, sevişenlerden, hayata sıkı sıkı tutunanlardan. dayanamazdı. 30 yıllık katlanmanın sonucu kan revan içinde bitecekti. silahın soğukluğu onu dindirecekti. acısını dindirecekti en azından. 'emekli bir kadın polisi arayacaktı. “üst katta silah sesi duydum” diyecekti, polisler gelip kapıyı çalacaktı, 2 dakika sonra ise zorla kıracaklardı. ve benim cansız bedenim şurada, iki metre ötelerinde yatıyor olacak. işte mutlu son’ umutsuzdu. gereksiz ve ağırlıktı bu dünyada. tüm terkedenlere inat, o da burayı terk ediyordu. şu dünyayı. şehri, sokağı, kirli apartman dairesini. gidiyordu. uzaklara. işte silah. işte kurşunlar. sağ kulağını üst tarafına dayadı namluyu. artık belirsiz ve alık bakışlarla karşısındaki duvara bakıyordu. ve sol tarafına baktı. yatağı birazdan kan ağlayacaktı. AĞLAYACAKTI. kızıl kızıl. pıhtılaşmış kan gölü. bunun hayalini yaşadı. acısız hissetti. işte sonunda acısız bir an. bunu sevdi. evren onsuz da aynıydı. yaşasın ölüm. kendisinden geriye fazlalık olan bıraktığı tek şey şarjöründe kalan kurşundu.
ümüt yeşerir günün karanlıgında insan olmaya çalışarak yaşadığım şu hayatta, insanın kendisine hayattaki en önemli şeyin ‘onay’ olduğunu empoze etmeye çalışanların insanların varlığını bilmek derimin altında hissedebileceğim en huzur kaçıran ve diğer yandan beni en çok hayata bağlayan şey olduğu sonucuna varabildim. bu sonucun varlığını kabul etmem bile 'onay'ın onay'ını alarak kendimi onay'lamış olmaktan memnun olmanın onay'ını reddedemeyecek bir paradoksa girmiş bulundum. tüm insanların yaşamasını isteyen ama kendisine yemek yetmeyeceği için diğer insanların ölmesini 'uygun’ gören birisinin dilemmasını taşıyorum bu günden tezi yok! sırf insanlarca onay'lanmak adına yaşanan şu yaşamların ardından tek yapılacak şeyin ağlamak olması durumu sinir bozucudur. gereksizdir. ve kızgınlık vericidir. evet kızıyorum, kızmalıyız da. başkalarının seveceği insanlara dönüşmek bizlerin biz olan biz'lik'lerinin diri diri yakılmasıdır. kendim üzerimde bir şey için ben kafa yormuyorken, başkasının bu şey için kafa yoracağını bildiğimden ben de bu kafa yorma işine zorunlu şekilde dahil olduğumu düşünüyorum. ben kendim içim varım ama başkalarının yargılamaları hiç bir zaman son bul(a)mayacağı için ben aynı zamanda başkalarının memnuniyetini tamamlamaya da çalışacağım. bunun farkındalığı bizi öldürür. manevi intiharlar yapılır her gün. her gün uyandığınız zaman ölüme hasret kaldığınızı düşünürsünüz. intihar planları ile orgasm olmak istercesine ölümü canlı iken arzularız, ki, öldüğümüzde canlı iken hissettiğimiz mutluluğu hatırlamayacağız. yani mutluluğumuza kavuşmak adına, mutlu olacağımız düşüncesini yok ediyoruz. tıpkı
geçmişe gidip kendi annemizi öldürmek gibi. ben annemi öldürmüş olursam gelecektekiben, geçmişteki-beni nasıl öldürecek? işte paradokstur bu. tıpkı ölmeyi düşlemek gibi. ben bir ateistim ve ahiret düşüncesini hesaba katmıyorum, çünkü reddediyorum. ölümün, bize getirmiş olacağı hiçlik, bizi bizden alıkoyacak. ve biz biz'liğimizin biz'liklerinden sıyrılmış birer bomboş şeylere dönüşeceğiz. burada ruh'u kastetmiyorum. ruh fikri manevi dinlere ait. ve onlara ait kalması bizim hayrımıza olur. burada kimseyi para babası eril bir tanrıya inandıracak değilim. dediğim gibi, eğer intihar edilecekse, bu, diğer bir dünyadaki hayata yol açmayacağı düşünülerek yapılır. çünkü bu hesaba katılırsa intihar gereksizliğe yol açar. şunu diyorum ki, ben, fiziksel olarak öleceğim. ve sadece ölü bedenim bu dünyada -çürümeye yüz tutmuş bir şekilde- var olacak. ve bir süre sonra bakteriler ve kurtçuklar cesedimi sadece kemik torbası hâline gelene kadar kemirip emecekler (ceset yakılmadıysa). ve ben dünyada olmayacağım. ne de evrende. ben sadece bir bedende var-dım. ve, yok olacağım. insanlar ölümü kucaklamaz pek. ama doğum olayının bir bitişi olacağı kesindir. dolaylı bir kabul edilişlik bu. bu yüzden çocuklara ölüm tanımlanmaz. çocukların ölüme ihtiyacı yoktur, bilmeye. intiharın ana faktörü ahiret hayatının reddidir. çünkü intihar bir kurtuluştur. hayatın kendisinden kurtulmaktır. zaten, intihar eden kişi ahirete inansa intihar etmez çünkü o zaman kurtulmayacağını bilir, yani ahirette yaşayacağını. buradaki tezatı görüyorsunuz. bu şey gibi, bir binada sigara içilmiyor, bir kişi ise bir odadan çıkıp sigara içmek istiyor, ama sigara içmesi için tüm binayı terk etmesi gerekir, yani intihar eden kişi gibi. tüm binayı ( hayatı ) terk edecek ki, sigara içebilsin ( kurtuluşa erebilsin). bu açıklama ile görülür ki intihar gereklidir. nefes almak kadar intihar içimizdedir. mutsuz kişileriz çünkü. mutlu ve hayatımın gerektiği gibi olduğunu düşünsem intiharı istemezdim. intiharı lafın gelişi
'kaçmak’ olarak tanımlayanları da burada reddetmek zorundayım. intiharın yapılışı bir seçimdir. insanlar seçer ve tercih eder. tüm hayatları boyunca. evrilmiş insanlar seçim yapmadı mı? yaptı. güçlü olan bireylerin yanında güçsüzler sığındı. yıl 2015, güçsüzler güçlülerin yanında sığınmak istemiyor mu? evet. bir resturanta gidip, elimizde menu varken seçim yapmadığımızı kim söyleyebilir? en sevdiğimiz yemek menude yoksa bile başka bir yemek yeriz. çünkü seçmeye mahkumuzdur. menunun bir sınırı vardır. ve bizim hayal gücümüz o sınırda sınırlanmıştır. bir yemek yemek değil, seçim yapmaktır resturanta gitmek bu sebeple. A şeyinin B şeyinden iyi olduğunu düşünmek bir seçimdir. hayatı yaşabilirsiniz, ya da yaşamazsınız. yaşamamak daha ağır basabilir, niye basmasın? köle olmak ile köleliliği kabul etmek farklı şeylerdir. otorite altında yaşamak ile, otoriteye boyun eğmek de öyle. otorite varsa ses çıkarmak, gürültü yapmak zorunlu edimdir. otorite varsa ona boyun eğmek pasifliktir. pasif olan insan otoriteye sahip olan(lar) kadar suçludur, rezildir, alçaktır. doğum günleri, törenler, kutlamalar. hepsi çoğul bireyler tarafından gerçekleştirilir. ve diğer tarafta intihar. ölüm. karanlık bir sis tabakasının sabah saat 5te üzerinde durduğu asfalt yolun soğukluğunu taşır. işte bu yalnızlıktır. birey bir tekillik taşır. ama bu bireylik o denli çoğuldur ki. sevinci hissederkenki gözlerden akan gözyaşı sizi dinç kılar. özgürlüğe kapı açılan son an sizi kucaklar. onyıllarca yaşayıp hiç kucaklanmamış gibi güvende hissedersiniz silahın namlusunun ucunda. en sevdiğim renk kırmızı ve siyahtır bu sebeple. kan ve intiharı temsil eder gibi gelir bana. intiharlar öfke ve nefret içerir. sevgisizlik yumağıdır. mutluluğu bulamamıştır kimsede. belki de soyut bir karakterle sevişiyordur her gece kafasında yarattığı. parmaklarının ucuyla sağ tarafındaki insanın yanaklarına dokunmak ister, saçlarını kulağının arkasına atmayı. boynunundan öpücük almayı. gözlerinin içine bakıp hiç
konuşmamak ister pazar sabahı saat 10da. sevişmek ister, yek bir vücud olurcasına kurtulmak ister tüm dertlerinden. ama erişemez. elde edemez. ve tüm bunları ve dahasını sadece hayal gücünde yaşayandır o. o hayatın kaybedenidir. ve şimdi elindeki son tren bileti, karanlık sisli asfalt yolun arkasındaki kasabaya gidecektir. elveda der sağ tarafındaki hayali sevgilisine, elveda.
geçmiş zaman üzerine düşünüşler spinoza'nın hafıza ve anıların hatırlanması üzerine olan öğretisi şöyledir, bir olay içersindeki A,B,C vb etkenleri birbirine bağlı ise ne zaman aklımıza C gelirse A ve B de gelecektir. daha açık şekilde şöyledir ki, bir araba kazası olduğunu varsayalım. ve bu araba kazası ünlü bir binanın önünde olsun. bundan sonraki hayatımızın kalanında ne zaman o binayı görürsek o kaza aklımıza gelecek, veya herhangi bir kaza gördüğümüzde o bina aklımıza gelecek. aslında bunu böyle anlatınca sanki günlük hayattan çok uzak olduğunu hissediyorsunuz ama öyle değil. veya bunun tamamen beyin ile ilgili olduğunu düşünürsünüz. ama bu illa A ve B etkeni ile olması gerekmez. duygusal durumlar da var. örneğin hayatınızın 30 yılını birisiyle beraber geçirdiğinizi düşünün, ve o kişiyle tanıştığınız ilk gece bir müzik çalıyordu diyelim. işte o müzik sizin peşinizi bir daha bırakmaz. ya da sevdiğiniz bir insanın size bir müzik grubu/müzisyeni tanıtması gibi. o müzik grubu/müzisyeni ne zaman dinleseniz o sevdiğiniz kişi aklınızda olacaktır. birbirinden bağımsız olaylar birbirine bağlanmasaydı zaten ‘anı’ veya 'hatıra’ diye bir kavramı tanımlayamazdık. ben sevdiğim insan ile müzik grubunu ilişkilendirebildiğim takdirde ikisi bir anlam ifade edecekler. somut olarak sevdiğim insan ve müzik grubu var olmak için birbirine ihtiyaç duymuyor olsa bile, bizim o insanı ve müzik grubunu algılayışımız tam tersi yöndedir. çünkü duygusallıktan koptuğumuz vakit bir bilgisayar beynine döneceğimizi kabul ediyoruz. bu sebeple de bir 'beyinle düşünmek’ bir de 'kalple düşünmek’ vardır. bunu reddettiğimiz vakit 'değer'ler yüklenemez hâle gelir. değer her daim
'gelenek,görenek’ demek değildir ayrıca. bir insan benim için diğer 6 milyardan daha değerli olabilir. ya da, o sevdiğim insanın bana deniz kıyısında topladığı rastgele bir taş olabilir. o taşın değer'i vardır. değer'li'dir. o değer paha biçilemeyecek kadar çoktur. kimse bunu yadsıyamaz. çünkü 'manevi değer’(ler)e hepimiz sahibiz. yine ben müzik grubu ile sevdiğimiz insan örneğine dönüyorum. dediğim gibi, müzik grubu ile insanın bir bağlantısı bizde her daim sürecektir. çünkü bu bir hatıradır. bunu şöyle daha belirgin hâle getirebilirim ki, sevgilisinden ayrılan bir insan, hayatında sevgilisi ile ilgili hiç bir şey bırakmamak isteyebilir. fotoğraflarını çöpe atıp, onun hediyelerini yakabilir. fotoğraf ile sevgilisi arasındaki bağı veya hediye eşya ile sevgilisi arasındaki bağı kim göremez ki? bu eşya duygusal bir anlam taşımasa da farketemez. örnek olarak bir masa lambası gibi. bir insan gidip masa lambasını sırf ihtiyaç duyduğu için de alabilir, ama o sevgilisi tarafından alındığı vakit, o masa lambası bir sevgilisinin anısını taşıyor olur. bu bir 'sanal etiket'tir. bunun en garip yönü ise kimse bunları bize öğretmiyor, ya da bildiğimizi bilmiyoruz (farketmiyoruz), sadece böyle gördüğümüz ve böyle hissettiğimizi için böyle davranıyoruz. her yazıyı yazarken müzik dinlediğim gibi bu yazıyı yazarken de dinliyorum ve dinlediğim müzik grubunu bir zamanlar sevdiğim birisi bana öğretmişti. ve o insanın sıcaklığını tam da parmaklarımın ucunda hisseder gibi oluyorum. sırf o insanın bende bir değeri olduğu için. müzik grubunu rastgele bir şekilde kendim keşfetseydim şuan bu hisleri bile hissedemiyor olacaktım. bu duygusallığı göremeyecektim, bir müzik grubunda bile. kalp ve beyin ile düşünmek konusu hakkında doctor who'dan bir benzetme yapabilirim. aslında tam olarak vericeğim örnekte beyin ile düşünmek yok, sadece yapılan edimlerin kalp ile bağlantısı ve acıma duygusu var diyebilirim. ben örneğe geçeyim kısaca, doctor who'da bir
karakter var ve bunlar demirden adamlar. gerçekten isimleri gibi demirdenler. peki bunlar nedir? bunlar fiziksel insan bedenlerinin alınıp, içinden beyin haricinde tüm iç organları sökülüp makine-adam hâline getirilmiş şeyler. bakın dediğim noktaya dikkat edin, sadece beyin bırakılıyor insan bedeninde. bu makine-adamlardan yüzlerce üretip/dönüştürüp dünyayı ele geçirme fikirleri var. ama şurası da garip, bu makineadamların en başında da makine adam var. yani ikinci bir tür yok ortada. neyse şimdi şöyle bağlayayım, bu makinelerde sadece beyin var, yani sadece mantık olarak düşünüyorlar. tamamen sayısal bir zeka gibi, ya da öyle değil, tamamen iyi olan şeyi yapmak gibi. bilirsiniz, gün içersinde biz her zaman iyi olanı ya da bize faydalı olanı yapamayız. 'katlanmamız’ gerekir kimi şeylere, kimi insanlara. burada makine adamların yaptığı şey kendilerine daima faydalı olanı yapmak. ve sadece beyinleri ile düşündükleri için önlerine çıkan her şeyi yıkıp, öldürüp dünyayı ele geçirmeyi planlıyorlar, ve bunun en iyi şey olduğunu söylüyorlar kendi aralarında. kırılma noktası şurası ki, bu makine adamların kimi insan durumuna geri döndürülüyor ve ne kadar canice ve zalimce şeyler yaptığını farkediyorlar, kalbi ile düşünmeye başladığı an her şeyin yanlış olduğunu anlıyorlar ve kendilerinden nefret edicek duruma geliyorlar. makine adamlar için dünyayı ele geçirmeleri onlara faydalı bir şey mi? evet. sonuçta dünyayı ele geçirmek bir pozitif kazanç sağlayabilir. ama sadece beyin ile düşünüldüğü takdirde. hangimiz insanları katletmek ve öldürmek adına dünyayı ele geçirmek isteriz ki? şüphesiz devletler. ki günümüz devletlerinin sahip olduğu askerler sadece öldürmek adına emir aldığına göre hiç de bir bilim-kurgu dizisi olan doctor who gerçeklikten o kadar da uzak değil! sadece bir başka açı ile yaklaşmaları onları tamamen gerçek-dışı yapmaz. farklı açılar abartı da sayılmaz. sadece daha çok göze batar. sanki hayatımızda kimi insanların gerçekten de
makine-adam'a dönüştürüldüğüne inanmalıyız. çünkü kimse bu kadar acımasız davranacak kadar yaralanmış olamaz. kaldı ki yaralanmış olmamız, yaralama hakkımızı doğurur mu? bu soruya hem evet hem de hayır diyebiliyorum çünkü çok zor bir soru. bana kötü davranıldığında 'intikam’ almak istemem benim içimden geliyor. çünkü 'adil’ bir dünyada yaşamak istediğimi duyumsuyorum. ama kötülüğe karşı kötülük ile cevap verilmesi 'iyilik’ doğurmayacağı açıktır. iki yanlış bir doğru etmez. asla. soruma 'hayır’ diyebilseydim yürekten kendimden nefret ederdim çünkü bir yalan olurdu bu. hiç bir zaman kötülüğe karşı yanıtsız kalamayacağımı bildiğim için. beni üzen kişiyi üzmem bir hak değil, ama bir söz vardır ki 'herkes suçluysa kimse suçlu değildir’; hayatın kendi kuralları yoktur çünkü hayat kurallara göre oynamak için çok 'ciddi’ bir oyun olurdu.
gogüs üçları, çemberler, tabütlar bu hayatta, bu satırlarda kurabileceğim en zor cümleler birinci tekil şahısla olanlardır. öznesi ‘ben’ olan her şeyden korkum vardır gibi, sanki tüm okları üstünüze çeken bir gücü varmış gibidir o cümlelerin. yazarlar bu duyguya daha çok aşina. 'ıssız bir gecede sevdiği kadının evine yol almak istiyordu’ cümlesini kaç kişi 'yol almak istiyordum’ olarak yazabilir ki? kaç yazar kitaplarındaki intihar edenlerin aslında kendileri olmalarını istediğini söyleyebilir? insanın en zor görevi kendini bilmesinden yanadır bu. ve çevresinin bildiği kendiliği ile olan farklılığından dolayı. kendi dışımızdaki kişilerin bizi gördüğü bir 'benlik'in yanında bizim kendimizi azıcık tanıyabildiğimiz 'benlik'imiz hiç bir zaman örtüşemez çünkü. bu böyle olmak zorundadır. ve böyle olmasından dolayı da, kendimiz ile insanlar arasına örülen soyut bir Berlin Duvarı vardır. burada sadece 'ben’ ve 'insanlar’ var demiyorum. kendimi bildiğim ben var, insanların bildiği ben, bir de benim tanımadığım ama kişiliğimin bir parçası olan bir ben. insan ne zaman üzeri toz yığını kaplamış bir sandığı açmaya çalışırsa sandığın içindeki ganimeti o zaman görür çünkü. hayatımızda tanıyabileceğimiz en büyük yabancı içimizdeki benlik'te yatar. ondan korkar mıyız? evet. insanların onunla tanışmalarını sevmeyiz. çünkü, insanların tanıdığı benlik'e karşı gelecektir. bir devrim gerçekleştirmek için savaşacaktır. bu yüzden insanlar utangaç olur, sosyal davranışlar sergileyemez. ifade edilemeyen şeylerdir. bu durumlar bizi kendimize kapıyor çünkü diğer insanların bizi hor görmesi muhtemeldir. ve hor görülmek istemediğimiz için kendimizin değersiz kişilermişçesine dünya üzerinden bir önce silinmesini dileriz. ve bu intiharı doğurur.
bu durum takma isim ile yazarlık yapanlarda görülür. kişi, kendi ürettiğinin başkalarınca dalga geçilmesinden korkar. bu korku doğal mıdır? insanların, benimle dalga geçmesinden, benim bir düşüncemle dalga geçmesi bir derece 'korkunç’ olabilir. çünkü bu bir kişisel savunma hâline gelir. artık kişi o sosyal toplum çemberinden dışta tutulmak istemiyordur. insanlar onu o çemberden çıkartmak istiyordur. sadece kendisi olarak var olmak ister. belki de bu yüzden bazı insanlar başka bir şehirde başka bir hayata başlamak isterler. yabancılara, içindeki benlik'i tanıtırlar. ve yabancılar artık o benlik'i ile tanır hâle gelir. önceki tanıdığı kişiler onun içindeki benlik'i tanımamıştır çünkü. ve ilk olarak, içindeki ben'i tanımadıkları için, sonrasından gelen bir benlik'i kabul etmek istemeyeceklerdir. ve bu huzursuzluk verici bir durumdur. sana uygun olmayan bir kıyafet giymek gibi. ayağına sığmayan bir ayakkabı giymektir bu. SEN SEN OLMADIĞIN ZAMAN KİM OLABİLİRSİN Kİ? olamazsın. çemberde dolanan bir karıncadan ibaret olursun. belki de tek bir çember yerine çemberler vardır diye düşünmeliyiz. ne diye, tek bir tane olsun? insanları kategorilendiremez miyiz? bu kategorilendirmenin en azından iyi niyetle yapıldığını düşünürsek. ama bu işlem tamamen soyut ve otoritesiz. bulunulan bir mekanda herkes aynı masada oturacak diye bir şey yok ki. A grubu, B grubu, C grubu vb. Gruplar kadar çemberin olduğunu düşünmemiz gereksiz mi olur? Birisinin birisi ile anlaşması onları çember yapmaz mı? yoksa tek başımıza da çember olabilir miydik? tek başına dünyada yaşamaya benzerdi bu. ama tek başına yaşamaya da karşı değilim. bir insan ölümüne kadar tek olabilir. çemberine uygunları bulamaz, başkalarının çemberine uyum sağlayamaz. insanların bir arkadaştan öte, hayatlarını paylaşmak isteyecekleri bir 'sevgili'lerinin konumu ayrıdır benim gözümde. çoğu zaman, sadece tek bir kişiye karşı söylemek istediklerim, tek bir kişiye karşı
yapmak istediklerim, tek bir kişiye karşı hissetmek istediklerim oluyor. sanki kendimizin olduğu bir dünya gibi. ve bu durum benim için çemberden bir evre öte bir durum. bir insanın şefkatini, sevgisini, aşkını üzerinizde hissetmek, ve bundan öte kimse ile paylaşamayacağı duyguları sizinle paylaşmak istemesi, örneksiz bir durumdur. ama tüm bunları göz önünde bulundurarak, o kişiye karşı içimizdeki ben'i tam olarak yansıtmakta başarılı olabilir miydik? yoksa, insan, hayatta sadece kendisi tarafından anlaşılabilecek fakat yine aynı zamanda anlaşılamayacak bir canlı mıdır? birilerine karşı hissettiğimizi düşündüğümüz tüm o duygular bencilce midir yoksa? karşılıksız olarak sevdiğimiz bir insan ile sevişmeyi hayal ettiğimizde, o insanın bize karşı tek bir hissi dahi yokken, benim bunu düşünmem bencilce midir? sadece kendi düşüncelerimle kafamda kurmuş olduğum o düş, o fantezi yalnız ve yalnız bana kazanç sağlamaz mı? ne kadar karşılıksız seviyor olsak ta, o sevginin ötesini dileriz. arzularız. o kişinin bedeninde bir iz bırakmak, bedenine sahip olmak isteği. buradaki doyurulamaz isteği görmüyor musunuz? önce onu karşılıksız sevmek, sonra ise fiziksel temas isteği, sonra ise onun aşkını elde etme isteği. karşılıksız sevdiğimi düşündüğüm bir insandan, onun aşkını istemem ne denli doğru olabilir? soyut olarak onu elde etme isteğim onu ilgilendirmez mi yoksa? sadece kendi içimde yaşayabileceğim şeyler olabilir bunlar. hatta o kişiyi düşünerek yapılan bir masturbasyon bile dahil. gerçek aşk böyle değil mi yoksa? sırf karşılıklı yapıyor olmamız bunu örtpas edebilir mi? karşılıklı birbirimizin bedeninde gezdirdiğimiz ellerimiz, parmaklarımız, yaptığımız seks, farklı mıdır tek taraflı yaptığımızdan? memnun olmaktan ve memnun edilmekten ibaret değil mi? yani, ya kendimiz olacağız, ya da hiç olmayacağız mı? acı çekmekten daha iyi bir çözüm gibi değil mi? her sabah tekrar tekrar öleceğimize, bir sabah bir seferliğine ölebiliriz.
ve geriye çemberden öte, dikdörtgen bir tabut bırakırız. umursamadığımız insanların hayatlarında yer etmeye çalışarak daha ne kadar bu hayatı yaşamaya çalışmalıyız? korkmadan, utanmadan birinci tekil şahıslı cümleler,satırlar,paragraflar,kitaplar,ansiklope diler,kitaplıklar yazabileceğimiz bir yaşam. tüm bunları ifade ettikten sonra hâlâ parmakuçlarımdaki öznesi ben olan cümleler kuramayacak tereddütü hissettiğimi söylemesem bir yalancı olurdum sanırım.
boşlüklar (3 bölümden oluşan, eksik bırakılmış bir hikaye tarzı yazıdır.) günlerden ‘aynı'ydı. dünün geleceği, yarının ise bir geçmişi. neden 'gün'lerin olduğunu anlamıyordu. sadece 24 saatlik parçalardı bunlar. anlamsızdı. dışarıda yaşadığı bir dünya olmasaydı saat bile takmayacaktı. saat ne diye vardı? hissettiği saat olmalıydı o an. o an sadece 'an'dan ibaret olmalıydı. ama değildi. sabah 7:15 işe gitmek için uyanma saatiydi, 7:43 otobüsüne yetişecekti. ama bunlardan sonra bir şeyi fark etti. 'neden uyuduğum bir saat için alarm yok ki’. bu gereksizdi, bu fikrinden otobüs durağındaki her gün aynı saat olan 7:39'da sigara yakan adama bahsetmişti. 4 dakikada sigarasını içerdi, ve otobüse atlardı. ağzının açıldığı tek an sigaranın dudaklarına değişiydi. 'ne diye uyumak için bir saat olsun ki?’ deyip çakmağını çakmıştı. biliyordu gereksiz konuştuğunu. sadece otobüs durağında tek işi otobüs beklemek olan bir adama böyle bir soru yöneltmesini aptalca buldu. otobüse bindi. en arkadaki boş koltuğa geçti. otobüs neredeyse tamamen boştu. ama köşeleri severdi. insanlar köşelere dikkat etmez. 'kalp krizi geçirsem bile dikkatleri üzerime çekmemin bir anlamı yok, köşede kıvrılıp acı içinde ölebilirim’. cesedi kokmaya başlayıncaya kadar orda bile durabilirdi. ne de olsa hayalet olarak yaşayan birisinin varlığını kimse farkedemezdi. işten geldiğinde sıkıntıdan ölüyor olduğunu gördü. tuz ruhunu ağzına boşaltmadan önce bir saniye durup düşünmek bile israftı onun için. sadece yapmalıydı. yapsa ne değişirdi? 'benim irademi dikkate almayıp bir mezarlığa gömeceklerdi. ben burdan ebedi bir şekilde gitmek isterken hem de…’ hayır, yakılmalıydı bedeni. ve bir ırmağa boşaltılmalıydı külleri. ırmakları severdi. ırmaklar gezgindir. göller ise emeklilerdir. gidecek bir yeri olanları severdi.
ırmaklar onun eviydi. geçen senelerde ona birisi ses kayıt cihazı satmıştı. neden aldığını bile hatırlamayarak onu 'gereksizler’ isimli kutunun içine fırlatmıştı. ne önemi vardı kayıtların? ben tam BU ANI yaşıyor iken. evinin bulunduğu sokağın aşağısındaki telefon kulübesi aklına geldi. belki oraya yerleştirirdi. yabancıların seslerini duyardı. yabancıların dertlerini dinlerdi. belki de biraz iyi haberler olurdu. belki de sadece yeni ayrılmış sevgililerin özür dilemelerini dinleyecekti. tuz ruhu ile karşılaştırınca daha 'meşgul edici’ gözüktü gözüne. kaybedecek zamanı yoktu, tüm hayat onundu. her sabah saat sabah 4te yerleştirecek ve, ertesi sabah aynı saatte onu oradan sökecekti. lise hayatında bir arkadaşı vardı, sıkılmışlıktan kendi mezar taşına şekil veriyordu her gün. ve 4 senede bitirmişti taşı. taşı gördüğünde şaşırmıştı. çok 'güzel'di. bir ölü için çok 'harika’ bir şey gibi geldi ona. 'ölmeden ölümü tatmak herhalde mezar taşını hazırlamaya benziyor’ demişti. içinden. sessizce. dudakları dahi kıpırdamadan. ve tekrar içinden 'şimdi geriye sadece intihar etmesi kalıyor’ demişti. ağzından çıkan tek cümle 'ne kadar da yeteneklisin, bir tane de bana yapabilirsin’ demişti. AH! ne de 'hoş’ bir hediye olurdu, bir mezar taşı. hayır, hediyeler kitaplardan, kazaklardan, tshirtlerden oluşurdu. bir mezar taşı 'hediye’ olamazdı. artık mezar taşı görmek istemiyordu. en son mezarlığa gittiğinde kusarak çıkabilmişti. işte ölüler. işte zombiler. işte kemik torbaları taş yığınları arasında kendisini KUTSAL sayan leş bakteri yuvası mezarlık! işte dünyanın en BÜYÜK NARSİST topluluğu! isim-soyisim. doğum tarihi. ölüm tarihi. alt alta sıralanmış en boktan 3 satır. insan hayatı 5 kelime ile bu kadar özetlenebilirdi. 60 yıllık bir hayat işte buna bedeldi. eğer şanslıysanız, mezar taşınız daha büyük olur ve aşağısına büyük fontlar ile 'SEVDİĞİMİZ BABAMIZ’, 'DEĞERLİ ASKERİMİZ’, 'UNUTLMAYACAKSIN’, vs. yazılırdı. bir ölüye yapılan güzellemeler… neden her daim pozitif
ama? bu insanları sevmeyen kimse yok mu? neden 'ŞEREFSİZ’ yazmıyorlar ki kimseye? ölüler her daim 'iyi yanları'yla mı anılmalı yoksa? ah, kara dünya. sisli dünya. ve saat 4. bugün saat 4e kurduğu alarmı ile uyandı. uykusu yarım bölünmüştü. gözlerinden uyku akıyordu. hayatının geri kalanını tanımadığı insanların telefonda yaptığı erotik konuşmaları dinleyerek geçebilirdi. işte bir hayat. ne de dolu dolu yaşanmış bir hayat olurdu. gecenin 4ünde sokaklarda insanlar yok. insanlar ya bu saatte sevişiyor, ya da uyuyor. ya da daha kötü hâldeyseler içki içiyorlardı. koskoca sokakta sadece 2 evde ışık yanıyordu. canı sıkılan insanlar dünya turuna çıkar, gezmeye giderdi, yılbaşı bileti alırdı ikramiye için. ama o yapmazdı bunları. onun canı ölümde bile sıkılırdı. saat 4ü 4 geçiyordu. işi bitmişti. artık bu andan itibaren sadece telefonda konuşan insanları bekleyecekti. günün bu saatinde hiç bir şey yapamazdınız, eğer yatakta sizi bekleyen birisi yoksa. bu saat ölü bir saattir. insanların bedenlerini yatakta ölüm ile dinlendirdiği bir saat. işsiz kişiler bilgisayar başında porno izlerdi, ve sabah 6da yatarlardı. evine döndüğünde 4ü 9 geçiyordu. tekrar yatağa dönse tam uykusunu alabilir miydi? tekrar uyumasa uykusu daha da kötü olacak, gün ortasında uyuklayacaktı. salonda sehpa üzerinde duran tuz ruhuna bir göz attı. salonun ortasında bir mezar taşı gibi çakılı kalmıştı sanki. bakışları salonun penceresinden dışarıya döndü. camı açıp başını camdan çıkardı ve telefon kulübesine baktı. kimse yoktu. demek ki sabahın 4ünde kimse telefonda pişmanlıklarını anlatmıyordu. yarın sabah 4te cihazı almaya gittiğinde ne duymak istediğini bile bilmiyordu. başka kişilerin hayatlarına müdahale ediyor muyum diye sordu kendisine. ne diye bir müdahale olsundu? eğer bir müdahale söz konusu ile, devlet benim hayatımı sikiyordu. mezar taşıma da böyle yazılmalıydı 'DEVLET TARAFINDAN HAYATI SİKİLMİŞTİ’. yatak odasına gidip, çantasından küçük defterini çıkarıp bunu not
aldı. cümleye bir defa daha bakıp, altına parantez içinde 'MEZAR TAŞIMA YAZILMASINI İSTEDİĞİM CÜMLE’ yazdı. yarım dakika kadar baktı ve defteri tekrar çantasına yerleştirdi. 'uykuya dönebilirim belki de. ne de olsa uyanık kalmam bir şeyi değiştirmeyecek, insanlar illa ki telefon kulübesine gelecekti. isterse bir kişi olsun, yine de bu beni meraklandırıyor’.
saat olur 7:15, uyanılır, ölü bedenleri yataktan kaldırma vaktini. o masa alarmının mükemmel bağırışı kulaklarınıza anal seks yapıyormuş gibi gelir. ama buna bir anlam yüklemezsiniz. çünkü sinirlisinizdir. alarm ile uyanan kimse ama kimse mutlu olamaz. doğada alarm yoktur. aslanlar ava çıkmak için alarm kurmaz. filler yapıcakları mevsimlik Afrika yolculuğu için sabaha karşı alarm kurmazlar. lanet alarmlar. eğer ahirete inansaydı, cehennemin alarmlarla dolu olduğu bir yer olduğuna inanırdı. ‘erteleme’ tuşu olmayan alarmlarla dolu bir hayat. kızgın ateşlerle çevrili yerler. ve çalan alarmlar. kulaklarının her sabah uğradığı tecavüz. otobüs durağı saat 7:37, adam gelir, saat 7:39, sigarasını yakar. saat olur 7:43, otobüs gelir, binerler birlikte. iki ayrı beden olan, iki ayrı evrendeymişler gibi. sanki o iki insan paralel evrenlerde var oluyormuş ta, aynı sahneye kopyalanmış gibi. sokakta pervasızca yürürken, koluna 300 liralık minik bir çanta takan ama aynı zamanda son model telefonu ile konuşurken omzuna çarpan o kadın gibi. kimdi o kadın. iğrenç bir kadındı o. başka insanlar bir ay yemek yiyordu o paraya. o ise gereksiz ve zaruri olmayan bir takım sikimdirik eşyalarını koymuştu. hayat işte. hayat belki de, onun size ne verdiğinden değil de, sizin ondan ne çaldığınızdır. 'hayat'ın kendisi adaletsizdi. sağanak yağmur altında satılan fahiş fiyatlı şemsiyeydi, hayatın kendisi. hayat ölümcüldü. ya yaşa ya mezarı boyla. ya öldür ya da öl. ya avlan, ya da avla. vahşi doğanın, insani temeller üzerine kurulu olan düzene HAYAT
deniyordu. metropolitan şehirlerde hayatlar vahşi doğadaki gibi çitaların geyikleri avlamasına benzemiyordu. ama insanlar açtı. ve diğerleri ise toktu. hatta gereğinden fazla yiyecekleri vardı. işte sorun da buradaydı. HAYAT, öyle olmadığı hâlde öyle olduğunun kabul ettirilmesiydi. yalanlardan ibaretti. ve sonluluktan. kötümser olmalıydınız. çünkü hayat böyle işliyor. hiç bir zaman güçsüzün lehine olmazdı çünkü. yaşamak adına öldürmeliydiniz. ya sizin ya da rakibin kanı akacaktı. ve tüm bunlar 'insani hayat şartları’ adı altında öğretiliyordu. yalanlar silsilesiydi bu hayat. adil değildi, acımasızdı. kalpsizdi, yüreksizdi. hayat, gözünüzün yaşına bakmayandı. ve eve dönüş saati. işten çıkmış yorgun bir memurdu. masa başı yorgunluğuydu bu. hareketsizlik yoğunluğu. neredeyse kemikleri bir ölününkü kadar kireç bağlayacaktı eğer biraz daha otursaydı. 'sokaklarda insanlar. bir taraflara gidenler. bir taraflardan gelenler. otobüslere binenler. sevgilisi ile sarmaş dolaş olanlar. öpüşenler. ve binalar. sevişen insanlar. ağlayanlar. ot çekenler. körkütük sarhoş olanlar. yemek yiyenler. ve ben. bu gereksiz hayatın bir kenarındaki, bir köşesindeki ben.’ diye düşündü. iç sesi onu yiyip bitiriyordu. çok önemsiyordu belki de. bu hayatı. fazla 'ciddiye’ alıyorum diye düşünüyor. bu kadar anlam yüklemeye ne gerek var!? insanlar basitçe yaşayıp basitçe ölüyordu. binlerce senedir bu böyleydi. sadece bana mı zor geliyordu yoksa? ben mi sadece, yaşamın kendisine, ve ölüme katlanamıyorum? 'yanlış’ yaşıyorumdur. mümkün. ve sevişecek bir insanım, ne sarhoş olacak içkim ve pişmanlık duyacak bir seçimim vardı. fazla pürüzsüzdüm onlara göre. eve gidip mikrodalgada 10 dakika ısıttığım donmuş yağlı yemeği yiyecektim. ve bir gün daha ölümü beklemiş olacaktım. tatlı ölüm. güzel ölüm. ve dört gözle sabah saat 4'ü bekleyecekti. 24 saatlik bir kayıt, yabancı insanların yabancı yaşamlarından kesitler. kimsenin dikkate almadığı o hayatlar adına bir
parça fikri olacaktı. bir telefon konuşması ile bir şeyler çıkarmaya çalışacaktı günyüzüne. hayır hayır böyle bir şey yapmaya çalışmayacağım, belki biraz. ama tam olarak değil. ben kim oluyorum da birilerinin hayatları adına bir yargıç kesiliyorum? hem ben yargıçsam onlar suçlu konumunda mı? insanların hayatlarına karar vericek kimse yoktur. ama insanlar bu yönde düşünmez, hayatlar vardır saygı gösterilir, hayatlar vardır hor görülmelidir. nokta. bitti. bir katilin hayatını kimse sevmemelidir, topluluktan dışta tutulur, bitti. ünlü bir şarkıcının hayatı gündemde olmalı, peki neden? çok para kazanıyor ve tüm dünya o kişinin kiminle seviştiğini biliyor diye mi? bazen 'medeniyet'ten ne anladığımızı anlamıyorum. ne tür bi’ tanımı olmalı ki bu kelimenin? insanlar binlerce sene öncesinde de birbirlerini öldürdü ve hâlâ öldürüyor. medeniyet ölmüş. mezar taşına da şu yazılmış : DOĞUM TARİHİ: İNSANLIĞIN DOĞUMU, ÖLÜM TARİHİ:İNSANLIĞIN DOĞUMU. AZİZ DOSTUMUZU KAYBETTİK. saat 3:59 , sabaha karşı. bu saatte evden çıkanlar ya içki almaya gidiyorlar ya da hap. ve ben sidik kokan paslanmış telefon kulübesine yerleştirdiğim cihazımı almaya gidiyorum. dünyanın köşesinde kalmış nadir insanlardanımdır belki de. AMAÇSIZ. eve geldim. 4:04. kaseti cihaza takıyorum. ne duymayı beklediğimi bilemiyorum. bir ölüm mektubunun okunması mı? yoksa eski sevgilisinden intikam almak için onun ablasıyla yattığını söyleyen birisi mi? hiç bir şey. hayata karşı olan beklentilerimi ortaokulda yitirmiştim. çünkü hayat size bir şey vermezdi. ve bu durumda ondan bir beklentiniz olmanız ise saçmaydı. işte başlıyorduk. 24 saatlik süre içersindeki garip,yabancı,katil,tecavüzcü potansiyeli taşıyan insanların sigara külü değerindeki hayatları. kayıt başladı. kayıt 24 saatlik olduğu için ileri sarıp, ses geldiği anda durdurarak dinlemek zorundayım ne yazık ki. ileri sarılmış 6 saatten
sonra ses. daha telefonu çevirmeden, kendince bir şeyler söyleyen birisi, bir erkek. telefonu açtığında söyleyeceği cümlelerin üzerinden geçiyor gibi. ilkokul 3.sınıfta sahneye çıkmadan önce söyleyeceği şiiri dudaklarının ucu ile üst üste söyleyen tatlı bir kız çocuğu geliyor aklıma. ama sanırım bu adam o kız kadar tatlı değildir. işte sesi adamın. 'meraba ben dün gece tanıştığın kişi, sokakta denk gelmiştik. hayır hayır bu saçma bir giriş. sanki ben suçluymuşum hissi var bu girişte. ne denmeli ki böyle bir durumda. meraba nasılsın, dün gece tanışmıştık sokakta, telefon numaranı vermiştin, bir kafede oturmuştuk. eh, bir giriş için fena değil belki de. tüm konuşmayı planlamaya çalışırsam anlamı kalmaz hem, ne diyeceğini bile bilmiyorum. elindeki minik kağıttaki numaraları giriyor büyük ihtimalle- , boğazını temizliyor ve yere tükürüyor. -meraba, ben dün gece tanıştığın kişiyim. -evet, arayacağını pek beklemiyordum aslında, ama meraba sana da. -beklemiyor muydun? ne diye? telefon numaranı vermiştin. -telefon numarası vermek bir adettir. her numara vermek 'senden telefon bekliyorum demek’ değildir. -öyle mi? sanırım bu konularda epey bilgisizim. -eh,önemi yok. ne diyecektin? -dün gece güzeldi, en azından benim için sanırım. belki tekrar buluşabilirdik. önümüzdeki bir gün. herhangi günlerden bir gün… -dün geceki kafenin karşı sağındaki bara gel bu gece o hâlde. sanırım bu teklifi önceden hazırlamışsın. -birazını hazırlamış olabilirim. sonuçta benden telefon beklemiyordun, söylediğine göre. kalabalık ettiğimi hissettim. -'kalabalık’ olmasa da, geceleri tanıştığım herkesin böylesine istekli aramasını pek beklemiyordum. kim bekler ki? -ben numaramı versem beklerdim, şüphesiz…
-sarhoşken tanıştığım herkesle ilişkim sarhoşluktan ibarettir genelde, bir istina yapıp buluşalım o zaman dediğim yerde. -istisna. evet, olur, iyi günler. -sana da. ve ses kesilir. o adamın artık bir dış sesi yerine iç sesi vardı. ve ne yazık ki ses kayıt cihazı iç seslerin konuşmalarını kaydetmiyordu. iç sesin bağırışlarını, hatta haykırış ve çığlıklarını bile. iç sesler… açılış olarak belki de fena değildi. beklediğim değildi, fazla 'basit'ti. fazla gündelik bir konuşmaydı. ne bir ihtiras, ne bir aldatma, ne de bir adrenalin patlaması, ne de dram vardı. kadının ondan telefon beklemediğini söylemesi bir dram parçası olabilir miydi? ufacık bir parça olabilirdi. sonuç olarak ikisi de memnun olmayarak bitirmişlerdi konuşmayı. muhtemelen bu gece ikisi de o bara gitmeyecekti. gidilmeyi gerektiren bir durum yoktu ortada. sarhoşken tanışılanlar sarhoş hâlleriyle kalırdı çünkü… ses kaydı ileri sarılır. ikinci kayıt. bir kadın sesi. kendinden emin, belki biraz tereddütlü şekilde numaraları çevirdiği anlaşılıyor. ilk ses karşı taraftan geliyor,bir erkek. -efendim. -numaranızı gazetedeki ilandan gördüm. -evet, ne konuşmak istediniz? -ilanda diyordu ki, her şey için arayın. -ilan yanıltıcı değil, her şey için arayabileceğiniz birisiyimdir çünkü. -ama bu 'her şey’ çok kapsamlı olmuyor mu? böbrek ameliyatı hakkında bilginiz var mı? ya da hollanda'nın yüzölçümü hakkında? -ilanda yazan 'her şey’, telefonda kendilerini tatmin etmek isteyen kadınların bildiği gizli bir söz'dür. ve hayır, hollanda'nın yüzölçümü veya boktan böbrek ameliyatları ile ilgilenmiyorum. -demek öyle. telefonu açmışken 'uzmanlık alanınızdan’ bahsedin o hâlde. kayıdı durdurdu. o telefonda tatmin edilen bir kadının nefesini duymak istemiyordu 10 dakika boyunca. belki de ileri sarabilirdi. ya da
dinleyebilirdi. bu konuşmayı dinleyince önceki konuşmanın ne kadar da ilgi çekici olduğunu gördü. bir tarafın diğer tarafı istemediği bir ilişki kesinlikle daha ilgi çekiciydi. kayıdı 5 dakika ileri sarıyor. tam 5 dakika ileri… -… ve arkanızda sizi duvara dayamışken boynunuzdan aldığım öpücük. - (zevkten dolayı duyulan inlemeler) -sonra ise parmaklarımla oynadığım… kayıt tekrar duruyor. bunun bir kaçışı yoktu. bir sonraki kayıta geçmeliydi, kim bilir daha ne kadar uzayıp gidiyordu bu tatmin etmeceler. sadece kadının zevk aldığı ise ortadaydı. yoksa erkek te pantolonunu indirip yatağa uzanmış kendisini mi tatmin ediyordu? günde kaç kadına aynı cümleleri kuruyordu? belki de, bir defteri vardır. tek tek her repliği yazıyordur. neden olmasın? her kadına farklı cümle kurmak zor olacaktı. yerlerini değiştirip her birine sırası ile okuyor olabilirdi. neden adamın adresini alıp evine gitmiyordu da böyle çile çekiyorlardı? her şey daha basit ve daha az 'cümle’ içerirdi. on dakika daha ileri sardı, konuşmaları sonlamıştı. artık iki yabancının daha hayatından çıktığını hissetti damarlarında, hayatları hakkında 10 dakikalık bilgi edindiği yabancılar. tiksinti duymuştu belki de, günlük hayatında hangi kadınlar ve erkekler acaba böyle şeylerle kendini tatmin ediyordu? otobüsteki suratsız insanlar, süper market sıralarındaki ifadesiz yüzler, sigara molası verildiği andaki o kederli ve dertli insanlar, hastane koridorlarındaki yakınlarının ameliyathaneden ölü çıkmaması için dua eden dindar insanarın gözlerindeki yaşlar. hepsi aynıydı. bu insanlar ve diğerleri. ama o, kendisinde ne umut ne de inanç bulabiliyordu. kimseye ve hiçbir şeye karşı. 'vakit öldürme’ deyiminin mecazi olmayan anlamıydı o. bu dünyada yaşadığını hissetmek için yalnız başına olmaması gerektiğini fark etmişti lisede. herkesin sevgilisi vardı, arkadaşlarının, sınıf arkadaşlarının. buluşuyorlardı bir yerlerde. o ise 'benim ne işim olur ya, siz takılın’ derdi. başından savmazdı, sadece kendisini
acındırmanın önemi yoktu. kendisini cinsel tabanda tanımlayamıyordu. sadece bir insana gerek duyardı sarılmak için. her şeyin seksten ibaret olmadığını anlatmaya çalışmıştı lise arkadaşlarına. çok fazla anlam yüklüyorlardı, penis uzunluğa, göğüs büyüklüğüne, kalçaya. arkadaşları ona, sevgilisi olması için önce 'erkek’ olması gerektiğini söylemişti. kimse pasif, çelimsiz, vasat bir erkekle sevgili olmazdı onlara göre. o kendisini erkek olarak değil insan olarak görmüştü. onlara dudaklarının açarak değil ama içinden konuşarak cevap vermişti, 'önce bir insan, sonra ise yine bir insanım, bir erkek değil’. ağzından çıkan cümle 'evet belki de öyle'ydi. utanması için sebep vardı. yok diyemezdi. kendisine yalan söylemeyi sevmezdi, söylese bile hem gerçeği hem yalanı kendisi biliyor olurdu. içini bir kurt kemirirdi hep böyle yaptığı zamanlarda. lise hayatı geçirdiği en boktan 4 seneyi doldurmuştu. mezuniyet balosu çıkışında sevişmişti arkadaşları. o ise bir taksiye atlayıp erkenden eve gelmişti. ve “işte 18 senelik bir boşluk, tam da buramda [kalbini işaret ediyor], ve 18 senelik bir doluluk, işte tam da burada [kafasının içini işaret ediyor]” hayatını, onu sevebilecek bir insan bulabilmek için geçirmişti. şans ona gülmemiş miydi? en sonunda verdiği karar, onun sevilebilir bir canlı olmadığıydı. kimse her böceği sevmezdi. uğur böceği, hamam böceğinden kat kat tatlıdır, belki de uğur böceği zehirli bir hayvandır. ama kimse uğur böceğini görünce korkmaz, kaçmaz, ama bir hamam böceği, dehşet saçar. belki de uğur böceği şeytani, ama hamam böceği bir melekti. dış görünüşlere anlam yüklenmesi sadece insanlara yönelik değildi. o, bir hamam böceğiydi. bir gün Samsa'ya dönüşeceğini sanmıştı. yaşamı bomboktu. onun dışında herkes birer uğur böceğiymişçesine.
ertesi güne uyandı. gece uyanıp saat 4te kayıt cihazını yerleştirmeyi unutmuştu. aslında
üzülmedi de bunu yapamadığı için, insanların hayatlarında bir ‘parazit'mişçesine yaşadığını farketti o an. insanların hayatlarını çalan, izinsiz giren bir avcıymış gibi gördü kendisi tuvalette dişlerini fırçalarken ayna karşısında. durdu ve düşündü. diş macunu ve köpükler çenesinden aşağıya damlıyordu. ve en sinir olduğu şey tshirtüne diş macunu damlamasaydı, ama aldırmadı buna. sadece bir mezartaşı gibi dik durdu aynaya bakarken. sanki kilometrelerce uzağa bakıyormuş gibiydi, dağlara ya da okyanuslara. aynada kendisini görmeye dayanamazdı. bu dünya için çok 'çirkin’ olduğunu düşünürdü, belki de kimsenin ona ilgi göstermemesi bu yüzdendi. o dünya için çok sıradandı. bir sümüktü bu dünyada yalnızca. haftasonuydu, yapıcak hiç bir işi yoktu. koskoca bir 24 saat boşluğu duydu içinde. sokaklara çıkabilirdi, belki şehir dışına bir yolculuk. belki bir kafede oturup birileri ile sosyalleşen normal organizmaların çıkardığı sesleri dinlerdi kulakları ile. bu hayat için çok 'yabancı'ydı o. nasıl yaşayacağını bile bilemeyen acınası bir canlıydı. bu yüzden olmalıydı ilkokulda kimsenin onu beden eğitimi dersinde kendi takımda istemeyişi, bu yaşam için çok yorgundu, çok düşmanı vardı, fakat çok da güçsüzdü. bir uçurumdan salı verse kendisini ve yere hızlıca çakılmayı beklerken geçen saniyeler içersinde o çok sevmiş olduğu lisedeki kızı düşünürdü muhtemelen. sınıfta uyurken saçlarını bir kere koklamayı bile denemişti. sadece denemekle kalmıştı, koklasaydı ne olurdu? hiç. o sadece kimsenin fark edemeyeceği bir hayaletti diğer insanların gözünde. bir kafeye vardı. 4 kişilik masada tek kişi oturuyordu. sosyal otoriteye boyun eğmediğini gösteriyordu. kimsenin umurunda değildi. belki de insanlar onun varlığının farkında olmazdı da masaya yanlışıkla başka 3 kişi de otururdu. 'bu dünyadaki tüm yaşantım bir hata, birer yanlışlıklar ve tesadüflük silsilesi değilse, başka bir açıklaması olamazdı’. sağ
arka çarprazında 30lu yaşlarda görünen takım elbiseli iki adam vardı. muhtemelen bankacı, ya da muhasebeci, ya da herhangi boktan bir masa-başı-mesleği olan birileriydi. aralarında geçebilecek en ilginç konuşma borsanın ne denli hızlı düştüğü ve hükümetin bu konu hakkında bir açıklamasının neden olmadığı hakkında olabilirdi diye düşündü. kısa bir nefes alıp kahvesinden bir yudum aldı. önünde sol tarafta iki kadın vardı. birisi daha genç, diğeri daha yaşlıcaydı. genç olan üniversite yaşlarındaydı. saçıyla oynuyordu sohbet ederken diğeriyle. diğeri ise annesi olamayacak kadar gençti, muhtemelen akrabası ya da bir tanıdığıydı. genç kızın koyuca kahverengi saçları vardı. diğerinin ise daha açık renkliydi. sokağa doğru bakarken onları dinlemeye koyuldu. genç kız annesinin hastalığından bahsediyordu, yürümekte zorlandığını söylüyordu. bundan bahsettiğine göre diğer kadın akrabası olmalıydı diye düşündü. belki bir aile bireyi. -şuan hastaneye yatmayı istemiyor. kendisini evde yeterli gördüğünü söylüyor. -ama ya ciddi bir durum varsa ortada? -zorla götüremem ki onu. dizlerinin sürekli kasıldığından bahsediyor. ama hastaneleri sevmiyor, iğneleri, ameliyathaneleri, ve beyaz kıyafetli çok ciddi davranışlı hemşireleri. -eh, hastane fobisi vardır belki de. o da kardeşim gibi, ilaç kokusunu duyunca kusuyordur belki de. kardeşimi bir gün eczaneye, ağrı kesici almaya yollamıştım, ve eczaneden beni aradılar, gittiğimde her yer kusmuktu. o kadar kusmuğu bir arada hayatım boyunca görmemiştim. ve evet, mide bulantım olmasını isteseydim sanırım bu konuşmayı dinlemek isterdim. gerçekten çok 'kusmuk’ bir diyalogtu. herhalde, anonim kişilerin telefon konuşmalarını dinliyor olsaydım şuan bu kadar tiksindirici bir konuşma duyucağımı tahmin edemezdim. telefon konuşmalarında aksiyon dolu, değişik bir şeyler arıyorum sadece. bir seri katilin son konuşması yani bir 'günah-
çıkarma-seansı’ gibi, intihar edicek bir kişinin platonik sevdiği kişiye anlatmak istediği her şeyi anlatması gibi, yıllardır birisine kin duyan birisinin tüm içini o kişiye boşaltması gibi. hayatta 'acı’ istemeyen insan olamaz. herkes acı ister. kimse durağanlığı sevemez. bunu biliyorum. sekste dahi her daim 'durağanlık’ duymak istemediğini insanların biliyoruz. insanlar 'sert’ istiyor, kontrolün onlarda olmadığını bilmelerini istiyorlar, savaşmak için varız insanlar olarak. konunun ne olduğunun önemi yok. birisi sert ise, siz daha sert olmalısınız. başka kaçısı olamaz. bir köpek sizi sokaktan sokağa kovalarken, çıkmaz yola girdiğinizi fark ettiğiniz anda yapmanız gereken en akıllıca şeyin köpekle savaşmak olduğunu bilirsiniz. eğer 'gerçekten’ düşmanlara sahip değilseniz, hayali 'düşmanlar’ yaratırsınız. damarlarınızdaki pompalanan kan ile ölene dahi savaşmayı dilersiniz. savaşın olmadığı bir hayat, durağan bir ateşkes antlaşmasına dönüşürdü. yarına sağ çıkmak için öldürmeli. ya da öldürülmeli. kafeden kalkma zamanı gelmişti. yolda aylak bir şekilde dolaşma zamanıydı. evine giden yolun tam zıt sokağına doğru saptı, yol nereye kadar giderse gidecekti belki de. bir ırmak olup akacaktı, sokaklar bir ırmağın kolları, kendisi ise bu ırmağın içindeki bir damla sudan ibaretti. sokaklar dünün aynısı, geçen senenin de aynısıydı, eşi benzeriydi. nefret edeceği veya nötr duygular besleyeceği onlarca yüzlerce yürüyen leşlerle doluydu. kendisinden iğreniyordu aslında, bu kin, bu nefret, bu içinden gelen pislik… onu yiyip bitiriyordu. bu sebeple de çok sık gözleri yaşarırdı. ağlamadan edemezdi. tüm insanları kardeşi gibi görmeyi dilerdi. keşke öyle de olsa! ama değildi. onlar kardeşi olamazdı, sadece onlara verebileceği etiket 'düşman’ olabilirdi. o, insanları sevmişti geçmişinde, o insanlar ve diğerleri ise onu sevmemişti. mutsuz bir son. insanlara karşı önyargılı, ya da başka bir deyişle 'önceden-belirlenmiş-yüküm’ ile doluydu. bunda bir sorun görmüyordu.
çünkü bir 'geleceğe’ sahip değildi. muhtemelen -eğer intihar etmez ise o güne kadar- , 30 yıl sonra evinin salonunda demsiz çay içerken üstünde diz battaniyesi var iken kendisi ile satranç oynarken kalp krizi sonucu ölecekti. bu çok açıktı. tek bir hata bile olamazdı bu ölüm 'senaryosu'nda.
robinson crüsoe’a dair sevmek istenilen ve sevilmek istenilen saatler gece yarılarına denk gelir hep. karanlığın getirdiği durgunluk ve hüzün yağmuru yağarmışçasına göklerden, evimizin içlerine doğru. insanlar sıcak evlere, sıcak yataklara kavuşabilir. ama kimse bir insanın ‘sıcak'lığını aramayacak değildir. bunlar yeterli değil. olamazlar da. yalnızlık ile baş başa kalındığında herkesin söylemek ve hissetmek istedikleri olur. bazen, çok şeye mi ihtiyaç duyuyoruz diye düşünüyorum. çok mu detaycıyız? ya da hiç isteklerimiz bitmez mi de mutlu olamayız? bir sebebi olmalı. milyonlarca insanın ortakta paylaştığı bir sebep olmalı. derin ve üzgün sokaklarda evlerine yürüyen , göz yaşları yanağının üzerinden boşanan o insanların bir sebebi olmalı, bu insanların bu şekilde yaşamalarının bir nedeni belki de. kimse yatsıyamaz bir tenin kokusunu içine çekmek istediğini. ne kadar, bu hayat hakkında öğrensek te, ne kadar hissebilsek te, ne kadar çok afili kelime öğrenebilsek te, bir sarılmanın duygusuyla bunların hiç birinin önem arz etmediğini, dünyanın boşluğunu ve hafifliğini aynı anda da tonlarca ağırlığı altında ezildiğimizi görürüz. hiç bir şey anlam ifade etmediği zamandır bu. koskocaman bu hiçlik ve keder arasında nefessiz kaldığımızı görürüz. ve bahsetmek istediğim konu, robinson crusoe. robinson crusoe, dünyanın geri kalanı dışında, tamamen kendine ait bir hayatın da var olabileceğinin bir örneğidir. bu hayatı ilginç kılan şey, dünyanın kendisinde yaşayan bir insanın, daha sonradan bu duruma düşmesidir. doğumundan beri dünyanın geri kalanı ile iletişime geçmeseydi bu, onu ilginç kılmazdı. robinson crusoe'da etik ve ahlakın izleri var. çünkü kanunların son bulduğu yerde ahlak 'kural koyucu’ olmaya başlar. herhangi bir yönetimi bulunmayan bir adaya düşen
robinson, artık, normal hayatındaki gibi kanunların olmadığını, ve artık 'vahşi hayat'ın kurallarının geçerli olmaya başladığını bilir. adada kendisinden başka olan tüm hayvanlar hem bu kurallara dahil, hem de dahil değildir aynı zamanda. neden hem dahil ve değildir ki? çünkü, hayatımızda, insan-insan ilişkisi hâkimdir. ve bu kısaca kanun, ve etik'e bağlıdır. ama, bu insan-hayvan ilişkisinde, öncelikle etik, sonra da kanuna bağlıdır. tüm devletlerin kanunlarında 'insan’ ağırlığı vardır. ağırlık derken, insanın lehine anlamında değil. kimse sadece, hayvanlar üzerine bir kanun hazırlamaya girişmez. örnek olarak, bir insanın parasını çalmamanız kanunlarca yasaklanmıştır. ama kanunlarda, sokak köpeklerinin mamasını çalmayın yazmaz. bu bir ahlaki konudur. ve düşündüğünüzde, aslında iki eylemin de 'hırsızlık’ olduğunu görürsünüz. ama bu durumu kanunda eşit düzeyde kılmayan şey, insan-insan temelli olmayışıdır. sanki tüm doğruların insandan beklendiği gibi bir izlenim yaratırlar. bir kaç insanı bir laboratuvara hapsedip onlar üzerine test yapamıyorsunuz, ama hayvanlar üzerinde yapabiliyorsunuz. iki farklı canlının ne diye hayatlarını eşit düzeyde tutmadığımız merak konusu. robinson'un düştüğü adaya dönücek olursak, adanın artık bir vahşi ortam olduğunu robinson anlıyor. robinson, bundan sonraki hayatının artık sadece bedensel güç, otorite üzerine kurulu olacağını yavaş yavaş anlıyordu. bu durum sadece adadaki hayvanlara ve doğaya karşı değil, aynı zamanda adaya gelebilmesi muhtemel olan insanlara karşıdaydı. adaya gelen vahşiler (vahşiler derken, modern insan hayatını bilmeyen, gelişmemiş insanlar) de onu korkutuyordu. çünkü, onlar ile kendisi arasında belirli bir sınır görüyordu. bir seviye farkı. vahşiler getirdikleri/kaçırdıkları/savaş esiri olan diğer insanları pişirip yiyorlardı. ve robinson'a bu en başta ters geldi, ama daha sonra, onların bunu kasti, yani ahlaki olmayan bir şey
saymadıklarını anladı. %100 hak vermedi onlara, ama yine de, onların bu tarzda yaşadığını, ve onları yargılamakta çok aceleci olduğunu fark etti. hikayenin devamında, bu düşüncesini çok sürdüremedi, o modern hayatı yaşayan bir İngilizdi ne de olsa. robinson'un, gördüğüm en büyük dilemması, kendisinin sürekli keçi, geyik gibi hayvanları yemesi, ama insanların yendiğini görünce bu durumu çok anormal sayıp, o vahşileri kınamasaydı, bu kınama kimi zaman nefrete dönüşüyor, ve vahşilere saldırıp öldürüyor. bir örnek vericek olursak, vahşiler bir seferinde yemek için yanlarında bir vahşi ve İspanyol kıyafetli bir adamı getiriyorlar. robinson onları uzaktan dürbünü ile izlerken, elleri ve ayakları bağlı olan esir vahşiyi görüyor, içinde onu kurtarmak adına insani bir duygu uyanmıyor ama, ve sonra İspanyol kıyafetli adamın da esir olduğunu görünce onu çok ahlaki bir şekilde kurtarmak üzere silahına sarılıyor ve vahşilere saldırıyor. bu örnek hakkında bir kaç tezim var. birincisi, robinson'un o adamı kurtarma sebebi, kendisinden, yani, gelişmiş bir insan topluluğundan gelen birisi olmasıydı. ve onu kurtarırsa belki adadan birlikte kaçabilirlerdi. ikincisi, esir olan vahşi adamı kurtarmak için bir çabası olmadı, çünkü, eğer o vahşi de kendisini yakalasaydı, onu yerdi. yani, kısaca, kendisine potansiyel bir tehlike olan o vahşi için canını feda etmesi gereksizdi. ikinci örnek daha mantıklı çünkü modern hayat tarzımızda da, bize zararı dokunmuş - dokunabilmesi muhtemel kimse adına , elimizi taşın altına sokmayız. çünkü dürtülerimiz bunu gösterir. ve ayrıca robinson'un adada yaşadığı vahşi hayat, onun insan-severliğini kurutup, daha çok benmerkezli bir hayat sürmeye zorluyor. kitabın devamında, yani adadan kurtulmasının ardından, daha fazla ben'li bir düşünce oluşturduğu apaçık. robinson'un adaya düşmesine sebep olan şey gemi ile okyanusta yol alırlerken şiddetli fırtınaların ve dalgaların olması, gemi karaya vurmadan, herkesin suya atlaması üzerine tek
kurtulan insan olan robinson, kendine geldikten sonra geminin paramparça olmadığını ve gemiden, hayatta kalmasını sağlayacak şeyleri alabileceğini görür ve bunun tanrı'nın bir işareti olduğunu yorar. gemide, işine yaramayacak tek şeyin para olduğunu görür. kilolarca parası vardır, ve tek bir işe yaramaz. para keselerinin yanında durduğu bir kaç çuval pirincin ise hayati değeri vardır. hayatta değerli şeylerin olmadığının, sadece zamana göre değerli şeylerin olduğu kanıtı. robinson, kıyafetlerinin giderek yıprandığını gördüğünde, bir kaç çift ayakkabı ve kıyafet için tüm parasını verebileceğini söylüyor içinden hep. bir insanın dahi yaşamadığı bir adada, dış dünya ile iletişimi olmayan birisi için para, sadece bir taştan ibarettir. robinson adadan kurtulurken, yıllarca beklemiş olan altınları da yanına alır, ve gerçek hayatta, ne kadar da zengin olduğunu görür. adada geçirdiği 20 küsür yıllık hayatında taştan değersiz olan altınları, şimdi onu modern hayatta varlıklı kılmıştı. cisimlere, nesnelere, insanlara biçilen şeylerin ne kadar değişken olduğu, robinson'un geçirdiği hayatın içindedir aslında. hayat, otobanda giden bir arabadan ziyade, okyanusta yelkenlerini açmış rotasız giden bir gemiydi.
dünyanın tüm meydanları kanla boyanır bazı insanlar hiç yaşamamışçasına, hiç nefes almamışçasına, kuş gibi hiç geri dönmeyecekmişçesine göç ederler. derin bir boşluk, kapkaranlık bir deliğimsi halkaya düşerlermiş gibi gelir bize. yaşarken, kaybedecek hiç bir şeyimiz yok ayaklarımızdaki zincirlerden başka, devlet'e bağlı olan. vericeğimiz nefesten başka yitiriceğimiz tek bir parça yok. hâlbu ki güzel insanlardık. ‘iyi'ydik. 'güzel'dik te. savaşa karşı BARIŞ'tı bizim cevabımız kimilerine. hepimiz barış'ın kuşlarıydık, cennete yitirircesine birbirimizi kaybettik. paylaştığımız sevincimizde hüzünler patlardı, göz yaşları akardı, kuru yanaklarımızdan. BU'nlara katlanamayız, MEYDAN'larda bağırırcasına, haykırıcasına savaşmazsak, ne anlamı kalır, taşıdığımız kemik torbası olan ölü cesetlerimizden. kimilerinin yitirecekleri, ellerinden alınacak şeyleri varmış gibi gelir onlara, KANLI vicdanları… rahat değiliz, huzurlu değiliz, öfkeliyiz, içimden tek gelicek şey boğazım patlarcasına bağırmak olsa dahi direnilecektir kimilerine, bağzılarına. MEYDAN'lara verirdik, çarpışmada yitirdiklerimizin ismini, tarih bizi 'ölenler’ olarak yazıyordu, onları ise 'katledenler’ olarak. hiç bir katilin ismi, çocukların kumdan kale yaptıkları parkın adı olamayacak. hiç bir yaratık kanlı elleriyle yüzünü örterken rahat uyuyamayacak mezarında. her şeyin bir rüya olarak bitmesini dilerdim, yıllardır yaşanılanların birer 'kötü bir rüya’ olarak biteceği bir gün gelir belki derdim. bazen insan anlamadığı soruya çok yanlış bir cevap verir ya, işte sanırım bu düşüncem de öyle oldu.
digerleri -dostoyevski'nin ‘ÖTEKİ’ kitabına güneş batıyor ufukta, güneşin üzüntülü ışıkları sokak boyunca çarpışıyorlar, yansıyorlar, pencerelerden, sokak lambasına, ve sonra tekrar kaldırımlara. su birinkitisi sanki içinde sarı bir lav akıyormuşçasına, arnavut kaldırımlarından kıvrıla kıvrıla süzülüyor, tüm boşlukları doldurucasına. patlarcasına. hükmedercesine. her yeri ıslatana kadar. kendi toprağını işaretleyen bir ilkel insanmışçasına sahipleniyor. sanki ertesi gün güneş tekrar o ıslaklığı, nemi kurutmayacakmış gibi savaş veriyor. kavga ediyor kendisince. ama onun için bunun bir önemi yok. sadece o anlığına da olsa kral olmak istiyor. amaç ne denli uzun sürdüğü değildi ki. sadece hak etmekti gayesi. düşmanı olmayan bir savaşa girişmişti su birinkitisi. karanlıklar içinde kimseyi görmeden kılıç sallamak gibi. bir düşman, bir ezeli rakip var ise bile, tanımlayamadığınız sürece, salladığınız kılıcın ne AMACI olabilirdi? su akıyor, ayakkabımın ucuna geliyor. o gelmeden adım atıyorum, ayakkabımın altından geçiyor. yolunu buluyor, su akıyor, keşfediyor kaldırımı uçsuz bucaksız bir çölmüşçesine. dünyayı hakimiyeti altına alırmışçasına. su birikintisine dönüşmek istedim. bir anlığına da olsa. yarın, güneş tarafından buharlaşacağımı bilsem de. her gün ezilmektense, bir gün ezilirdim. eğer gözünüzün göremediği bir düşman seziyorsanız, büyük ihtimal kendinizsinizdir düşman. insanın sahip olabileceği en sadık ve aynı zamanda en kurnaz düşman. insan ne kendini yitirebilir ne de elde edebilir. insan kendisine göre nötr'dür. bu vücut, bu eller, bu karakter, bu mizaç, bu gözler. sanki ne benimmiş ne de başkasınınmış gibi gelir. sahiplenemem. bu beden başka bir hayat'ta, başka birisine bahşedilicekmiş gibi gelir. ben
sadece bu gemide bir yolcuyum, ne kaptanıyım, ne de sahibiyim geminin. insanın neden kendi iç sesiyle konuşabildiğini düşünür müsünüz? belki de, o sesi dinleyen birisi vardır diye. neden olmasın? insan, iç sesiyle konuştuğunun farkında olduğu zaman, bir deliden farksızdır. delidir, ne de öyle demek istemeseniz de. ne diye iç sesimiz var? ne diye kendimizle konuşma dürtümüz olmalı ki? iç sesle konuşmak, kendinizden başka kimsenin anlayamayacağı bir dil yaratır. bu dil manevidir. kelimeler değil, herhangi bir dil de değil. sadece, bir idea havuzu. hayatınız boyunca yaşadığınız her anı hem görsel, hem de düşünsel, hem de sezgisel şekilde paylaşabildiğiniz bir dil bu. kendi kendime bir hissi anlatmam kolaydır, ama benden başka birisine anlatmam çok ama çok zordur. birisine bir yemeğin tadının anlatmanız nasıl kolay olabilir ki? ya da bir rengi? ya da dudak dudağa öpüşmenin verdiği ıslaklığın hazzını? kelimeler sadece kelimedir. kelimeler de sadece birer yansıtmadır. bir şeyi tanımlamaktan, betimlemekten yoksundurlar, eğer söylediklerimi farkederseniz. insanın, kendisindenki içi'nden başka kimseyi gerçekten tanıyamacağı bir açık kanıttır buna. ben ne denli birisiyle her şeyimi paylaşmak istesem de olmaz. kimse kendisini birisine açamaz, tamamen. istediğinizi deyin, ama 50 yıl evli kalan iki insan bile birbirini tanımamaya başlıyorsa bir evreden sonra, siz, birisini ne kadar tanıyabileceğinizi düşünün. ben kendimi tamamen açamam, ve karşıdaki kişiyi ise tamamen tanımaya çalışamam. kimse kendisini, karşıdaki birisine, kendisinin tanıdığı gibi tanımasını istemez. çünkü içimizde, iyi kısımdan başka kötü kısım da var. kötü kısımdan kastım 'suç’ değil. ama manevi, ruhsal birer kalıntılar.ben ne kadar birisi ile sözlü ve bedensel şekilde kendimi paylaşsam bile, bu hiç bir zaman demek değildir ki, o kişiyi içimdeki kişi ile tanıştırıcam. çünkü bunlar, sınırı belli olmayan soyut konular. uyumadan önce kendinizle konuştuğunuz
şeyler vardır. ve bu şeyler tamamen saçma gelse bile, daha sonradan düşündüğünüzde, o an için gerçekten mantıklı şeylerdir. çünkü bir değeri vardır, ve bu şeyleri başka bir insana söyleme gereği duymasanız da, onlar sizden birer parçadır, içinizdeki şey bunları dinler, ve size, siz olarak cevap verir. kendi kafanızda iki kişilik bir diyalog kurduğunuzda olan şey bu değil de nedir? kendi fikrinize zıt fikir ileri sürdüğünüzde olan şey budur. insanın içindeki kendisi ile barışması veya kavga etmesi birbirine çok yakın noktalardır. insan kendisine düşman kesilebilir her an. ve her an ölümüne arkadaşmışçasına dost olabilir. bazen insan kendisine anlam veremez, sanki kendisini kaybediyormuş gibi, sanki içinde yaşadığı bedenden kovuluyormuş gibi. bir şeyin kontrolünü mental olarak yitiriyormuş gibi. acı olan nokta şu ki, siz ne denli korkarsanız, o da o denli güçlenir. sanki gerçekten bir noktadan sonra dünyadan soyut olarak silinecekmişsiniz gibi gelir. artık yaşamıyorsunuz, sadece eylemler gerçekleştiriyormuşsunuz gibi. siz de artık onlardan biri oluyormuşsunuz gibi. gerçekten herkesin birer birey değil, sadece kalabalık bir yığın olduğunu düşündüğünüz andan sonraki yaşantınız, bir savaşa dönüşecektir, veya dönüşmüştür. çünkü farkında olmak, bir nesne gerektirir. ve bu nesne sizi rahat bırakmaz, huzursuz eder. siz uyurken başınızda bekleyen bir hayalet olduğunu düşündüyseniz hiç belki anlarsınız beni. görünmeyen canavarlar sizin aklınızı okuyormuş gibi gelir. ve aklınızı okudukları için düşündüğünüz şeyi düşünmemeye çalışırsınız ama bunu düşünmek te, düşünmeyi devam ettirir. dipsiz bir kuyuda sürekli düşmek gibi. artık düşmenin normalleşmesi gibi. her gün yataktan ölerek kalkarsanız artık gerçekten ölü bir yaşantıya sahip olmak gibi. hiç duygusal anlar yaşamayan birisinin duygularının sindirilmesi gibi. artık hiç göz yaşı akıtmayacakmış gibi gelir. bazı insanları tanıyıp, bu insanların nasıl
bugüne kadar yaşadığını sorguladığınız andaki düşünceleriniz gibi. böyle bir insanın dünyada nefes almasının gereksizliğini düşünmeye benzer bu. aynı şeyi, kendiniz üzerinde uyguladığınızda iyi sonuçlara varmadığınız zaman bir şeyi farketmeniz gibi. ben neyim. bir hayalet mi. insanların gece başında bekliyor diye korktuğu bir hayalet mi. yoksa her gün otobüs durağında karşılaşılan o hayattan bezmiş somurtkan insan mıyım. herkesin, hayatından silmek istediği ve kimsenin hayatında bir önemi olmayan o amaçsız ve önemini yitirmiş kişi miyim.
bunlara olumlu bir cevap verdiğim an, kendiminden korkuyorum. ne diye korkmayayım, fazlalığım ben buralarda. bir film sahnesinde, kalabalık yaratan birisi gibiyim. fütursuz, nedensiz, delilsiz, kanaatsiz,boşluğum ben. insanların içinde bazen fırtınalar kopar, yüreklerinde dağlar çarpışır, depremler olur, tsunamiler karayı yıkarcasına parçalar, tozu dumana katar, kalpleri dev dalgalar gibi hızlı ve adrenalin dolu şekilde atar vücudunu yırtıcakmışçasına. ve kimse bunu önemsemez. böyle insanları tanımaz kimse. ve o insanlar, geceleri, sevilmeyi bekleyen meleklermişçesine yaşlar akıtırlar göz pınarlarından. kimsenin istemediği fazlalık insanlardan biri olduğunu düşünmüştür kendisini hayatı boyunca. istenilmeyen insan olmaya alışmıştır artık. onun, kimse tarafından sevilmeyeceği düşüncesine alışması acıdır, bir hakedilmemiş cezadır. insanın, kalbini birleştirmek istediği kişiden uzak geçirdiği her gece, kendisine yüzyıllarmış
gibi gelir. insan dünyada şan, şöhret, ün olmadan da yaşar, ama sevgisiz asla. geceler, gündüzün sevincini boğar kendi dipsiz puslu çukurunda, geceler yalnızların ve sevişenlerin krallığına aittir. geceler nankördür, ağlayanların haykırışları duyulmaz, sanki bir şekilde boş sokaklar o çığlıkları emermiş, kendisinde eritirmiş gibi gelir. insan kişisi, sanki her daim mutlu olmaya programlanmış gibi tam da. ve buna rağmen, tüm engellere, yılgınmışlıklara, ezeli yeryüzündeki cehennemin sisli varoluşuna rağmen, insanı, yarın'ı yaşamaya iten tek şey taşıdığı, yitip gitmeyecek olan umuttur. her gecenin sonu gündüze varmaz mı.
karanlıklar altında ünütülanlar dün gece battaniyetimin altında uyumaya çalışırken, yanımda duran yastığın ne denli soğuk olduğunu gördüm, onu kollarımın arasına alıp battaniyenin içersine getirdim. bir kaç dakika sonra vücut sıcaklığım kadar sıcak oldu, kollarımla sıkıca tutup bastırdım kendime doğru. bir insanmışçasına sevdim. sanki bir insanla yer değişseler o kadar içten olmayacakmış gibi geldi. sanki bir insan olsa onun yerinde, o da beni kollarıyla sarınca tüm büyüsü kaçıcakmış gibi geldi anın. diğer kişinin kollarıyla, parmaklarının ucuyla beni sarıp sarmalaması düşüncesi bile benim gözlerimi yaşartmaya yetti, gece yarısından 2 saat sonra, soğuk bir gecede, battaniyenin altında. benden başka nefes alan bir canlının varlığını hissetmek bile beni ürkütmeye yetti. buna kendimi layık görmeme kızdım. çok absürd bir fikir bu. dünyada iki tip insan vardır çünkü. birincisi, benim olduğum kesim, sevdiği veya sevebileceği bir insan ideasını kafasında yaratıp onunla birlikteymiş gibi kendisini mutlu eder, onu, eğer gerçek olsaydı, nasıl öpüceğini, onun yanaklarını elinin tersi ile nasıl yumuşak şekilde dokunacağını, boynundan nasıl kuru dudakları ile öpeceğini, belinden tutup kendi vücuduna çekince, kendisinin ile o kişinin nasıl yek bir vücut olacağını hayal eder. ve diğer grup ise, bunları yaşar. sanırım bir insan canlısı olarak, sürekli hayal edip, gerçekte başarısız olmak gibi bir paradoks girmeye hapsedildim. teoride muhteşem olup, pratikte devrimi beceremeyen bir sosyalist gibi hissediyorum. elimde bir malzeme dahi yok belki pratikte başarılı olabileceğim. sadece hissetmek istediğim şeyleri düşlemek beni nasıl sonuca ulaştırmasını bekleyebilirim ki. ah ne de akılsızım. yıllardır, birisinin bana acıyıp sevgi
göstermesini beklediğimi kendime itiraf edemiyorum. kendime bu konuda karşıyım, ve aynı zamanda aynı fikirdeyim de. daha da önemlisi, bir insanı sevmek bile ayrı bir konu, düşündüğüm konunun dışında. ben sadece bir insanı ‘nasıl’ sevebileceğimi hayal ediyorken, bu hayal içersindeki diğer kişiyi hiç düşlemiyorum bile. kim olmasını istediğime karar verirsem, bunun adı aşk olmaktan çıkmaz mı? sonuçta, sevişmek eylemi aşk ile yapılır. sanırım öyledir. birinci kategorideki insanlar bu tür tuzak sorularda başarılı değildir. KUSURA BAKMAYIN KİMSE BİZİ SEVMEDİĞİ İÇİN. ve dediğim gibi, benim, birisini hayal etmem çok tanrı-vari bir durumdur, mümkünatı var. öncelikle kafamda pratiği oturtmak bile gereksiz. nasılsa sevişirken hangi insan gerçekten bir PLAN yapar? bu cümle komik. şuan bunları yazıyor olmak bile acınası. atlas'ın kardeşi olabilirim ya da onun soyundan gelebilirim. ben dünya yerine, insanların acılarını omzunda taşıyan bir yaratığım. kimse, kendine sormaya cesaret edemez; eğer ben olmasaydım, ne değişirdi insanların hayatında? beni tanıyan insanların hayatında? ben, yani ben, ben olarak olmamış olsaydım ne farklılık yaratırdım? yaratmazdık belki de. ne denli gereksiz olduğumuzu, ne denli sevgisiz, ne denli kinci olduğumuzu görmüyor musunuz? biz sanki, geceleri binaların yarattığı karanlık altında yürüyen insanlarız. zombiyiz. ölü bedenleriz. duyguları tadamamış bir insanız. dudaklarımız, başkasının ıslaklığı ile ıslanmadı diyedir, vücudumuzda hiç duymamışıszdır başkasının dokunuşunu. başkasının koklayışını, başkasının kokusunu derin derin çekmemişizdir içimize dolu dolu. yattığımız yatak bir insandan fazlasıyla dolmamıştır hiç belki. tüm bu satırlar, şu ana kadar yazabildiğim yazılar içersinde, paragraflar içersinde belki de en çok benden anılar taşıyandır. kimseyi kandırmaya gerek yok çünkü. biz buyuz, biz, verebileceğimiz tek şey sevgimiz olan ama sevilmeyen insanlarız. biz gülmekten çok
ağlayanlarız. yaşamaktan çok hayal edenleriz. hayalciyiz biz. çünkü yaşamamıza izin verilmemiştir bazı şeyler. yaşatılmamıştır bize. yasaklanmıştır bize, başkalarınca. sonsuzca. elimizden alınmıştır. başkasının tenine sürememiştir elimizi, o kalp atışımızı kendimizden başka kimse duymamıştır. yastıklar olmuştur en yakın dostumuz, arkadaşımız, sevgidaşımız. her gece bizi yatakta bekleyen tek varlık o olmuşçasına. bu satırlar parmaklar ile yazılıp, göz yaşları ile süslenmiştir belki. bu gece uyuyacağız o yalnız uykunuza dalmadan önce, başkalarının hayatında yer edinememişliğinizi düşünürsünüz, ne önemi var. kimse bizim hayatımızda yer edinememişken… hayatta, bir rakam olsak sıfır olurduk. tüm birinci kategori insanları olarak. sıfır bize etkisiz eleman diye öğretildi toplama işleminde. eh, DAHA NE KADAR DOĞRU ANLATILABİLİRDİ. DAHA NE KADAR 'GÜZEL’ VE TUTARLI BİR TANIMIMIZ YAPILABİLİRDİ Kİ. ve en ama en kötüsü ne biliyor musunuz? bu gece bu satırları birileri okuyacak, ve uyuyacak. ve yaırn uyandığında boktan hayatının boktan bir gününün boktan bir sabahını geçirecek, boktan insanların boktanlıklarıyla ilgili boktan yorumlar yapacak içersinden. boktan bir marketten boktan bir yemek alıp boktan şekilde bok yiyeceğiz. ama bu satırların da önemi yok, bir anlam dahi ifade etmez. çünkü iki gün sonrasında bu paragraf ta çürüyüp gidecek, tarihin karanlığında. ve hiç bir şey olmamış gibi, hiç yaralanmamışız gibi yaşam'a devam edeceğiz. yaralı, yorgun, bezgin, tükenmiş, üzgün, öfkeli bir ruh hâliyle. ama kimse bize acımayacak. kimse sevmeyecek bizi. biz tanrının kayıp çocuklarıyız. cehennemin karanlık sokaklarında karanlıklarda gezen hayaletleriz, iblisleriz. şeytanın üvey evlatları olarak bu gece de uyuyacağız. sevişmeyeceğiz. sevilmeyeceğiz. her şey nasılsa öyle devam edecek.
tükenmişliklerimiz, güçsüzlüğümüz karşı koyamayacak hiç bir şeye. biz hiçiz, bizler, etkisiz eleman, insanların hayatlarındaki sıfırız. karanlık yağardı bize ıssız sokaklarda yağmur taneleri yerine.
anlamsızlılık çepeçevre metrelerce betonlarla örülmüş bir oda. sanki terkedilmiş ölüme çaresizce arasına giren milyonlarcası ile olan duvar belki de soyuttur somuttan ziyade kendisiyle arasında hissettiği kalınca bir duvardan fazlasıdır belki de kendisini başka bir gezegenden hissedermiş gibi bir uzaylımışçasına değil bu beton duvarlar beni gezegen ile ayıran kendimi diğerlerinden ölülerden ve cesetlerden ve dinleyen kulaklardan konuşan ağızlardan ve pekala düşünmeyen beyinlerden köklerden topraktan ağaçlardan benden ötesinden benden en zoruydu bu duvarlar ile kendimi izole edebilmişken dünyadan kendimi edememiştim kendimi kendimden izole peşimi bırakmayan bir kabus gibiydi kendim içimden atamadığım atmaya yeltenemediğim yeltensem ise pekala atamayacağım ;kendim kendimi ayırabilmişken; kendimden noktalı virgüllerle kendime koyamadım mesafe üç;yüz;altmış;derecelik;bir;parkurda;koşarmışç asına;kendimden;kaçmaya;çalışsam;da;varıcağ ım;yer;başladığım;yer;olacaktı ve bu bir gerçekten öte
bir doğru'ydu insan örebilir mi kendisi ile arasına betondan duvarlar kendi ile arasına çekebilir mi hiç dikenli teller bir mülteciymişçesine bir kimsesiz biriymişçesine göç eden yüreğim varır mı kimsesiz ülkelere benden kaçtıktan sonra benden göç ettikten sonra benden umudunu kestikten sonra sonra sonrası korkutur beni kendimden korkan da ben kendime ihtiyacı olan da ben var olabilme adına belki de beni yok eden kendimdi insanın içindeki kendisi en açık sözlü düşman ve dosttur en yakın sıcakkanlı düşmanınız en ketum ve kara gözlü dostunuz sanki bu dünyada sahip olabileceğim ve olamayacağım tek şey iç imiz de ki kendimiz kim kendi iç sesini dinleyince kendisinin konuşmadığını kendi ses tonu değil başka bir ses tonunun kendi içinde yankıladığını fark ederse o insan deliye döner kendisinin bir deli ile yaşadığını fark eder ama buradaki deli içimizdeki mi yoksa kendi kendimiz mi buna karar veremeyiz biz iki rol üstlenen bir tiyatro oyununda iki rolü de oynamaya
çalışan amatör bir oyuncuyuz işte bu yüzden fark edemeyiz delinin kim olduğunua delinin kim olmadığına ve bundan da derini acaba gerçekten kendimizden başka bir kendimizin de var olduğunu sorgulamaktan ve sorgulamamaktan korktuğumuz için biz, insanlar yaşayabileceğimiz en büyük kalleşliği ve en büyük fedakarlığı kendimize yaşatırız kendimiz yaşatırız noktalı virgüller birer dalga misali ’;’ vuruyor gönlümün kıyılarına parçalıyormuşçasına bedenimi ele geçiriyormuşçasına aklımı kaybediyormuşçasına kendi toprağımı feth ediyormuşçasına toprağımı ve de feth ediliyormuşçasına aynı anda iki rol üstlenen bir tiyatro oyuncusu iki rol üstlenen bir deli bir akıllı üç yüz altmış derecelik parkurda kimin peşinden koştuğumu ve kimin benim peşimden koştuğunu anlamak ve kabullenmek zor iş çünkü hem delinin hem de akıllının aynı tam da aynı kişi olduğunu benimsemeniz bu düşünceyi kabullenmekle yaşamanız zor iş betonlar örün çimentolar dökün kendinizde dünya arasına ancak içiniz ile kendiniz arasına koyamazsınız sınır
sınır koyulan an beden nefes almayı bırakır son bulur ve yanıldığınızı öğrenirsiniz ölürken bir bedende iki karakterle yaşadığınızı idrak edersiniz çok geçtir vakit telafi etmek adına gelmiştir vakit gitmek adına
çaresizleşmişçesi ne gök yarılırcasına çarpardı şimşekler ıssız ve sessiz sokaklara. korkuturdu kedileri, kaldırımlarda kıvrılıp uyuyan. kuyrukları diken gibi dikilirdi korkudan. gece yarısında dünyada sessizliği bölen tek şeyin gök gürültüleri olmasını dinlerdi herkes. kimseden çıt çıkmazdı. sanki ilahi bir güçmüşçesine dinlerlerdi gökten gelen ulu sesi. bir boyun eğiş baş gösterirdi insanlar arasına. üstün güce karşı ne kadar aciz kaldıklarını görürlerdi birbirlerine bakıp. yarın sabah gün doğmayacasına kendilerini salık verirlerdi tanrıya. kurban edercesine kendilerini bir bir, merdivenleri çıkarlardı gök tanrı'ya. hayret edilirdi şimşeklerin muazzam gösterisine. sanki tanrılar savaşıyorlarmış gibi gelirdi onlara. tanrıların kızgınlığı cennet'e sığmayıp yer yüzünü savaş alanına çeviriyorlarmış gibi gelirdi onlara. tanrılar KIZGIN. tanrılar kin dolu. yerin üstünü altını yerlebir edercesine öfkelerini savururlardı, bu güçsüz ve mazlum insanların toprağında. tir tir titrerlerdi yıldırımlardan. sanki bir tanesi onlara denk gelip öldürecekmiş gibi gelirdi onlara. ellerini havaya kaldırıp alınlarını toprağa değdirirlerdi. tanrılara boyun eğmelerini simgelelerdi. kendini adarlardı gök'e. dua ederlerdi tanrıların öfkesi dinsin diye. yarın sabaha sağ çıkmak adına. herkesin damarlarındaki sıcak kan buz keserdi bu gecelerde. dişleri birbirine çarparcasına soğuk rüzgarlar eserdi sokaklarda. sokakların birinden bir müzik sesi gelirdi. bir inkârcı. bir düzenbaz. kimdi bu gelen tanrılara karşı bu görkemli savaş sahnesinde? köyün bitimindeki ırak evden gelirdi müzik tınıları. kimsenin dinlemediği şarkılar çalardı. herkesin adını sanını unuttuğu şarkılardı. köyde sadece kendisinin dinlediğini, herkesin ise elini eteğini çektiğini iddia ederdi. bir
günahkar sayardı diğer insanlar onu. hepsi itaat ederdi tanrılar huzurunda. onu suçlarlardı, tanrıları kızdırmak ile. onların nefretini üzerlerine çektiklerini söylerlerdi ona karşı. her şeyin sorumlusunun onun olduğunu söylerlerdi. şimşeklerden korkmayan tek kişi oydu. herkes dua ederdi tanrıların gazabına uğramamak adına. o ise müzik sesini sonuna kadar açardı ve uzanıp gök gürültüsünün, göğü yarmasını dinlerdi. ortalık ürperirdi. ağaçlar birbirine sarılırdı dallarıyla, yüzlerini örterlerdi, taşlar mağaraya sığınırdı, yağmurun getirdiği çamurlarla kendilerini örterlerdi kaldırım taşları, evlerin bacalarını yıkarlardı kendilerini yıldırımlardan kaçmak, kurtarmak adına, evlerin kapıları sağlamlaştırılırdı, yıkılmamak adına. insanlar örterdi yüzlerini bu savaşa tanık olmamak adına. düşünürlerdi, tanrı huzuruna çıktıklarında bildikleri her şeyi anlatmak zorunda kalıcaklarını. görmeyip duymayıp bilmemek isterlerdi. kaçarlardı. koşarlardı kilometrelerce zihinlerinde, kendi dar kafalarının içinde, fındık büyüklüğünde beyinlerinde kendilerinden kaçarlardı. güçlülerin savaşında, ölmemek için en çok dua edenler her daim zayıflar olur. zayıflar ölür. zayıflar öldürülür. en büyük şan ve şöhreti ise güçlüler alırdı. on yıllarca savaştan sağ salim çıkan güçlüler. ulu tanrıların savaşında tanrılar ölmezdi. öldürülmezlerdi. tüm o insanlar isterlerdi tanrıların, onların canını almasını savaş geceleri. o geceler bitmek bilmezdi. güneş doğmak istemezdi sanki o köyün üzerinde. o köyün tanrılar tarafından lanetlenmiş olduğundan korkarlardı. tanrıların getirdiği karanlığı, aydınlatmaktan korkardı güneş, utanırdı, tanrılara karşı geliyor diye tereddüt etmeden edemezdi. kendisinin de bu köye hapsedileceğinden korkardı. tanrılar da onun üzerine nefretlerini yağdıracağından korkardı. umudun simgesi olan kendisi bile derin bir kedere tutulurdu. umut yerini dipsiz derin ve
sonu olmayan bir ecele bırakırdı. yarın kim getirirdi onlara aydınlık, eğer o olmasaydı, kim çıkardı ışığa, eğer o olmasaydı. derin bir acıya bırakırdı yerini, o olmasaydı, her şey. kazananın olmadığı bir savaş. kaybedenin olmadığı bir savaş. ölürdü masumlar oluk oluk kan içinde. hiç bir şey olmamışçasına ‘yarın'ı yaşardı insancıklar. şimşekler… dinlenmeyi bekleyen şarkılar…
olüm güzel ve mutlu insanların işi değildir kelimelerle oynamak. mutlular kelimelerin muhteşem ahengini anlamaktan o kadar uzak ki. onların bilemeyeceği, onların girmesine izin verilmeyeceği bir ülke toprağı gibidir, ‘kelimeler’. onların acısını çektikleri bir insandan yoksundur. onlar bizim zıttımızdır. mutluların hayatımızda yeri dahi yoktur. onlar, göz yaşları ile ıslatılan, kanlar akıtılan satırların anlamını anlamaktan uzaktırlar. harfler heceleri, heceler kelimeleri doğuruken çekilen doğum sancılarından YOKSUNDURLAR. uzaktırlar. her şeye olduğu gibi, bizden uzaklar. bizden, bizim dertlerimiz ve dinmeyen kederlerimizin kendi kanında boğduğu sancılarımız. her gece gelen, kapımızı çalan, beynimizi rahat bırakmayan düş sancıları. insanların bizde bıraktığı yaralar. kabuk bağlamasına izin verilmeyen yaralar. yaralar sardı bedenlerimiz. olmadı belki gökkuşağı gibi hayallerimiz, düşlerimiz. olmadı belki bizim nefesini duyduğumuz birisi. olmadı belki yüzümüzde sebebsiz beliren o tebessümü. yanaklarımızın o nedensiz sırıtışını. herkesin bir arada yaşayamacağı besbelliydi, bir görünmez sınır vardı elbette ki. insanların gece yarısından sonra kafasında davul sesleri çalan o sızıları duymazlardı bazıları. sızıların sebebleriydi onlar. birer ‘sebep'tiler. bazılarının içinde kanayan ırmaklar gibi yüreklerinde o acılar. kan kusmaktan yorulmuş, solgun, dudakları ısırmaktan yaralarla dolu olan o insan gelir aklıma. sanki tüm hayatım boyunca biliyormuşum gibi gelir o insanı, hiç tanışmamışken hem de. sanki bizi bağlayan bir bağlantılar varmış gibi gelir. o insan sanki, o insanın taşıdığı yükler, benim yüreğimdeymiş gibi gelir. karanlık sokaklarda yürürdü o insan, üzerine çökerdi gecenin sisi, bacası tüten sobalı evlerin sokaklarında, üzerini örterdi sis, yaşamı
boyunca arka sıralarda saklanan birisiydi belki de. ilkokulda nefret etmiştir sınıftaki herkes ondan, lise boyunca arkadaşsız kalmıştır, hayatta bir kenara itilmeye alışmıştır belki. ALIŞMIŞTIR. yabancıların acısını taşımak istedim yüreğimde. onların acı-daş'ı olmak istedim. insanların içinde taşıdığı pasparlak bir siyahlık var. onların taşıdığı çok gürültülü bir sessizlik var. onların taşıdığı çok hafif tonlarca ağırlıkları var yüreklerinde. ifadesiz yüzlerinde çok güzel gülüşleri var. kelimelerle arkadaş olan bir insanın, yazmaya en korktuğu cümle birinci tekil şahısla başlayandır. kelimelerden de korkar bir yandan. sanki, bir anlığına, düşmanıymış gibi gelir kelimeler ona. ebedi birer hasım gibi. tüm harfler, paragraflar bir araya gelip, ciğerimi sökeceklermiş gibi gelir. sanki hepsi gerçekten yaşanıyormuş gibi gelir. göz gözü görmeyen bir güneşin altında beni öldüreceklermiş gibi gelir, beni boğacaklarmış gibi. sanki onlara ömrüm boyunca acı çektirmişim gibi gelir. onları kendi himayeme almışım gibi. onlar sanki birer hapishane tutuklusuymuş gibi. mahkum gibi. sonra gördüm ki, asıl ödümü patlatan şey kelimeler değil, sadece gözleriyle bu kelimeleri okuyan insanlar. kelimeler zararsızdılar. insanlardı onlara anlam yükleyen, beni öldürecekmiş gibi gelen. benden öç alacakmış gibi gelen. bu yüzden kuramadım birinci tekil şahıslı cümle. başlayamadım cümleye ,‘ben’ ile. diyemedim 'ben’, dedim hep 'onlar’, sanki suçlarmış gibi, sanki yargılarmış gibi. bir yargıçtım belki de. kelimelerin krallığında bir hükümdardım. insanların yüreklerinde birer köleydim. ayak bileğine zincir bağlanan biriydim. yara bere içinde kalmış bir mahkumdum. güneşi görmemiş ama dünyası rengarenk birisi gibiydim. karanlık duvarlarda çiçek açıyordu, parmaklıkların ardında dağlar görünüyordu. yaylalar, yeşillikler, ormanlar, papatyalar. her şey en güzeliydi, düş kurarken. her şey en kötüsüydü, yaşarken gerçeğini bu
kara ruhlu dünyanın kirli, leş, dipsiz çamurlu çukurunda sebebsiz yere beklerken intihar etmeyi günden güne ertelerken HER ŞEYİ, BİRER BİRER KAYIYORDU YILDIZLAR, KİMSE DÜŞÜNMEMİŞ YILDIZLARIN İNTİHAR ETTİĞİN, KAPKARANLIKLAR İÇİNDE PARILTAN DÜNYAMIZI, MİNİK YILDIZLARDI, ÖLEN, GÖÇEN, VEFAT EDEN, GÜZEL YILDIZLAR. ve, biz. iNSANLAR, HER GEÇEN GÜN, ÖLMÜYORMUŞ GİBİ, sanki YAŞIYORMUŞ gibi, SANKİ HİÇ DİLEMEMİŞ GİBİ Ölmeyi, sanki hiç arzulamamıŞ GİBİ ÖLME İSTEĞİYLE. hepimiZ SANKİ BEKLİYORUZ ÖLÜMÜ, hükümdarımızın kılıcından, hepimiz dertlerimizin bir gün GERÇEKTEN son bulacağına öyleSİNE İNANIYORUZ ki, bu ilüzyonun bizi daha da dar duvarlar ardına hapsettiğini GÖRMÜYORUZ. görmek te istemiyoruz. biz YALANLARI yaşamak istiyoruz, GERÇEKLERİ değil. insanların, bizim için üzülmelerini bekliyoruz. onların 'bu da geçicek, üzülme’ diyecek ağızlarına bakıyoruz. onların bizim için utançlarını istiyoruz acı acı. sanki kin güdercesine, sanki acı çekmeyen herkesin bizim için can vermesini istermiş gibi. kelimeler dökülüyor parmaklardan, sanki bir daha alınmayacak gibi, geri. geri döner mi hiç kurşun, çıktığında silahın namlusundan? hiç ikinci bir şansa yer var mıdır ölümün ötesinde? her şey ne kadar sahte olabilir ki, silahın namlusu ağızımıza dayanmışken, ve tükürüklerimiz silahın şarjörünü ıslatırken, her şey birer gökkuşağı olmaz mıydı? her şeyin son bulacağı o saliselik andan sonrası ne olurdu? insan evladı, ölmediği her gün kendisinden nefret eder. küfreder kendisine. bir gün daha yaşadı diye. bir gün daha. 24 saat daha BU PİS VE REZİL DÜNYAYA katlandı diye. kendisine sanki madalya takılmasını beklermiş gibi pis pis sırıtır. bu dünyanın bokluğuna bok katarcasına bir köpek sürüsü gibi yaşar, lağım kokulu mağarasında. bir gün buluşacak her insan ölümün son nefesinde. ölümün onun canını almasına dua
edecek. kurtuluşa erecek belki de kendince. ama intihar bir ilaç değil, ilaçların yan etkisi olur, baş ağrısı yaparlar, karın ağrısına sebep olurlar, intihar her şeyin ötesinde bir 'çözüm’. intihar hepimizin aşık olduğu o harika varlık. kelimeleri seven insanların dostu, can yoldaşı, en yakın sırdaşı. tanrıya, daha güzel bir hayat için dua etmeyi bırakın, aradığınız kurtuluş sadece ve sadece bir silah namlusu. ve her şeyin devamı, son hızla giden bir trenin raydan çıkması kadar bulanık.