BASKA BA L K A N E D E B İ YA T I - K N J I Ž E V N O ST - L I T E R A T U R E ŞUBAT 2018 - SARAJEVO
SA Y I : 7 F İ YA T: 1 0 T L 5 K M 2 E U R
Dinle! Saraybosna gezegeninin nefes alışını... Abdulah Sidran
-Jean Baudrillard
BAŞKA SARAYBOSNA Limonata filminde Manastırlı Sakıp, “Çukurdaydık o vakit Sarayova'da, siz nasıl dersiniz, Saraybosna'da…” der. Evet biz genelde Saraybosna demeyiz, Sarajevo (Sarayevo) deriz. Dağların ortasında kalmış saray gibi bir ovadır bu şehir. O yüzden Sarajevo demeyi daha uygun buluruz. Kim ne derse desin ne coğrafi konumu ne dağları, ne ovası, ne nehri, ne puslu havası, ne de ormanlarıdır bu şehri güzel yapan. Evet onlar da bir şehri güzel yapan faktörlerden elbet. Ama bu şehri diğer şehirlerden ayıran en büyük farkı, içinde hayalet gibi dolaşan ruhudur. Bu şehre ruh üflenmiştir. Nasıl gelirseniz gelin ister karayoluyla sınırdan, ister Saraybosna Havalimanından giriş yapın bu şehre. Ayağınızı atar atmaz içinize işleyen bir ruh kaplayacak bedeninizi ve o günden itibaren bu şehre bağımlı hale geleceksiniz. Herhangi bir Anadolu veya Avrupa şehrinde görebileceğiniz her şeyi sıkıştırılmış RAR dosyası gibi bu şehirde bulabilirsiniz. Barok mimarili uzun tavanlı Avusturya Macaristan yapıları da gözünüze hoş
gelir, tabana kuvvet çıktığınız tepelerde gördüğünüz eski Osmanlı konakları da... Avlulu evlerde nefes alıp Yugoslavya hatırası komünist yapılarında asansörle 20. kata çıkıp mutfakta bir Boşnak kahvesi içebilirsiniz. Dağlarında yürüyüş yapıp ciğerlerinize bayram ettirebilirsiniz. Bu şehirde sıkılmak pek olası değildir. Her tarafta bir yaşam belirtisi vardır. Konsept kafeleri, eşsiz restoranları, parkları ve sanat alanları ile sizi ziyadesiyle doyurur. Bu kadar güzel korunabilmiş tarihi bir çarşı dünyada sayılı şehirde vardır. İlk başta küçük gelse de günler geçtikçe içinde kaybolursunuz çarşısının. Her gün yeni bir sokağını keşfedip orada nefes almaya başlarsınız. Oradan sıkılırsanız gidebileceğiniz birçok farklı noktası vardır. Eşrafı pek anmak istemese de tarihin en uzun kuşatmasını yaşamıştır bu şehir. Ovanın içinde yer alan sarayı etrafındaki dağlardan kuşatmıştır düşmanları. Sarayova uzun bir süre nefes alamamıştır. Yine de şehrin içinde dolaşan ruh insanlara güç vermiştir. Yaşamlarına aynı şekilde devam etmişlerdir. Sakıp, Sarajevo'ya çukur dese de biz her zaman saray diyeceğiz oraya. Çünkü bu şehrin insanları kendilerine “saraylı” derler...
BASKA EKİP Yayın Yönetmeni Enes Güler
Yazı İşleri A. Furkan Demir
. İÇİNDEKİLER SADRŽAJ CONTENTS
Editör
Bilal Yakup
Redaksiyon - Tashih Nurbanu Akay Kapak Resmi - Cover Painting
Kemal Mehmedovic Drugovi
Hatice Tokuz H. Revaha Zini
Margarita Design Studio Tasarım - Design - Illustration margaritads.com dergibaska@gmail.com twitter.com/baskadergisi facebook.com/baskadergisi balkanedebiyati.com baskadergi.tumblr.com Selami Ali Cad, Eser Çarşısı, No:20 Üsküdar/İstanbul Halaci 10, Sarajevo
DOSYA
sarajevo saraybosna
07 Saraybosna’m-Amina Šiljak Jesenković 09 Başka Öteki Değildir-Enes Güler 11 To Je Grad Saraybosna-Süleyman Gündüz 15 Saraybosna Aslanları (Yuka)-Hakan Albayrak 22 Saraybosna Blues- M.Fatih Kutan 24 Godot Comes To Sarajevo-Susan Sontag 29 Lampijeroviç-Mehmet Berk Yaltırık 33 Bosna Kahvesi’nde-Ziya Dizdareviç 36 Yedi Korku, Tek Aşk-Gülhan Tuba Çelik 38 Sarajevo Taxi-Enes Güler 40 Depths Of Imagination-Halit Revaha Zini 42 Boşnakların 500 Yıllık Günlüğü: Sevdah-Gözde Şeker 44 BH. Sevdalinka Na Filmskom Platnu- Mirza Skenderagić 47 Merhaba Biz Hala Burdayız-Şule Yavuzer 48 Söyleşi: Dino Merlin 52 Balkan Sözlük (Sarajevo Sözlük) 54 Sarajevo Film Festivali-Rabia Leyla Bozkurt 56 Kemal Monteno 60 Zabranjeno Pušenje-Enes Güler 62 Saray’a Tepeden Bakmak-Hatice Tokuz 66 My Sarajevo- Amina Šiljak Jesenković 68 Moje Sarejevo- Amina Šiljak Jesenković 70 Kanlı Elmas-Cihat Gemici 74 Röportaj: Şerif Turgut 80 Saraybosna’nın Eski Renkleri-Atakan Sevgi
07
Saraybosna’m - Amina Šiljak Jesenković English Version ’’My Sarajevo’’ 66 Bosanska Verzija (originalni tekst) ‘‘Moje Sarajevo’’ 68
11 15 22 29 38
To Je Grad Saraybosna - Süleyman Gündüz
Saraybosna Aslanları - Hakan Albayrak
Saraybosna Blues - M. Fatih Kutan
Lampijeroviç - Mehmet Berk Yaltırık
Sarajevo Taxi - Enes Güler
44
BH. Na Filmskom Platnu - Mirza Skenderagić
48
DİNO MERLİN İLE SÖYLEŞİ - Gözde Şeker
52
BALKAN SÖZLÜK (SARAJEVO SÖZLÜK)
76 80
Şerif Turgut Röportajı - Enes Güler
Saraybosna’nın Eski Renkleri - Atakan Sevgi
Amina Šiljak-Jesenković
SARAYBOSNA’M
varsa. Evin şerbeti boyası badanası olur. O zaman kornaya basıyor değil, 'bipliyor' denirdi. 'Ne bipliyoon' diye direksiyon başındaki yaşlıca kadın pencereden seslenirdi. Yolun ortasında duranın kabahatı yok, bir şeye ihtiyacı var demek, bes belli. Acele eder. Kabahat bipleyende. Şimdi bu yerlere yemek servisi filizlendi. Sadece iş yerlerine değil, evlere, eski mahallelere. Millet sefaletten şikayet ediyor, yiyecek birşey bulamamış olmalarından... Eskiden evlerde patatesli 1 2 börek, kalya, klyukuşa ve kuru fasulyeler yapılırdı. Ve bolca şükredilirdi. Her şey için. Sağlık için öncelikle. Belki bu yüzden daha fazla varlıklı olunurmuş. Belki bu yüzden daha çok mutlu olunurmuş. Akşamleyin, sohbetsiz kış akşamları özellikle nadir olurdu, patates fırınlanırdı, İstanbul kabağı dediğimiz bal kabağı fırınlanırdı, evde bir peynir de varsa, turşu, ayvar sosu... Televizyon kapatılıp sohbet edilirdi. Şarkılar söylenirdi. Gerçekten, ne zamandan beri bir ev sohbetinde şarkı söylemedik. Doğrusu, ben şarkı söyleyemem, sesim kulağım yok, fakat dinlemeyi çok severim. Müzik bir anın hadisesi, yani biri bir şey okursa, sana da dokunur. Ne dokunur, seni mahveder, yerle bir eder. SEVDAH. Kayıttan dinlemek aynı değil, yani oracıkta, odada şarkı okuyan kişinin nefesini duymak, dinlemek, hissetmek. Ve şarkıdan canı yakmış kimsenin nefesini. Şarkı üzerine birinin gözünde yaş parladığında. Köşeden bir bağlama veya gitar çıkarıldığında, ve yavaş yavaş... ve yüzlerce defa aile arasında bilinen anegdotların veya fıkraların anlatılıp durduğunda... Ve kahkahadan gözyaşları aktığında. Veya hüzünden. Ve sevdadan. Ve ev kahve kokuyor. Kestane, bal kabağı, fırınlanmış patates kokuyor. Gelen insanlardan, misafirlerden ısınmış ev. Sohbete gelen misafirlere sevinen ev sahiplerinden ısınmış ev.
Enes bir mesaj gönderiyor. Eh. Enes başka. Benden yazı istiyor. Tekrar derginin Saraybosna sayısını çıkarmak istiyoruz diyor. Baška Dergisi. Eh, Saraybosna da başka. Yazının Bosnaca olmasını tercih ediyor. Bosnaca da başka. Yoğunluktan ne yapacağımı şaşırıyorum. Bin bir iş içinde tıkanmışım. Sanki kocaman bir araba ile dar bir sokakta tıkanmışım. Ne yukarı, ne aşağı, ne ileriye, ne arkaya. Saraybosna'nın daracık sokakları da başka. Burda doğuyorsun, yürümeye başlıyorsun, araba kullanmaya başlıyorsun. Dünyayı geziyorsun. Daha da geniş, daha da büyük, daha da düzenli olanı biliyorsun. Ama bu sokaklar başka. Tarihi şehrin dar ve dolambaçlı sokakları. Stari Grad (Eski Şehir). Küçük, dar, ev ve insalar dolup taşıyor bu sokakları. Avlular, bahçeler ve mezarlıklarla kesilmiş. Tek tük bir dükkan, fırın, manavla. Cami ve iddia bayisi. Bir de kilise. Her şey elin altında olsun. Her şey ayak altında. Yine de arabayla, insan zahmet etmesin. Vakti yok. Kenara duracağın yer yoksa,
Saraybosna'nın daracık sokakları da başka. Burda doğuyorsun, yürümeye başlıyorsun, araba kullanmaya başlıyorsun. Dünyayı geziyorsun. Daha da geniş, daha da büyük, daha da düzenli olanı biliyorsun. Ama bu sokaklar başka.
dörtlüleri yak, atla, levazımları satın al, birine hal hatır sor, arkanda bir sürü araç – bekliyor. Kornaya basan – buna alışmamış. Ya buralı değil, ya taksici, acelesi varmış... Yok ya, takside yolcu varsa, o da acele etmez. Ona göre hava hoş, taksimetresi tıklıyor. En çok eve yemek servisi yapanlar aceleci oluyor. Geçmişte bunlar yoktu, çarşıdan eve yemek getirilirse, sefer taslarında getiriliyordu. Lokantadan, işkembe çorbası. Ve bir yemek. Dolma mesela. Veya ‘Lonac’. ‘Bosanski lonac’. Bosna türlüsü yani. Ev hanımı halsızsa, veya kendi işini halletmek için bir yere gitmişse eğer. Yahut ev alt üst oldu ise. Yani, evin 'şerbetlenmesi'
Bu daracık sokaklardan araba sürerken, hep bir gözün dışarda, bakıyorsun. Tanıdık kimse var mı, götüresin diye. Hah, tam ben de o tarafa gidiyorum dersin. Elektrik direklerine de bakıyorsun. Ölüm ilanları üstlerine yapıştırılmış. Mazaallah, tanıdık bir kimse olmasın. Yıllar ilerledikçe, Saraybosna mezarlıklarına uğurladığımız tanıdık sayısı artıyor. Sana tanıdık gelenler, tanıdığın kişiler. Saraybosnada tanıdık televizyondan tanıdığın biri, tanınmış biri değil. Tanıdık sadece senin bildiğini tanıdığın olur. Tanınmışlar umurunda
1
Patates veya lahana ağırlıklı etsiz sebze yemeği.
2
Un veya patates hamuruyla yapılan, sarımsaklı yoğurtla servis edilen bir hamur işi. Masrafsız bir ana yemeği.
7
değil. Onalar da seni umursamdıkları gibi. Tanıdığın biri olunca, arabanın açık penceresinden 'soruşuyorsun'. 'Soruşmak' (pitati se) Bosnaca kimse ile karşılaştığında hal hatır sormak. Selamlaşmak. Hane ehline selam göndermek. Ve karşıdan aynı soruları almak. Aynı dilekleri. Hepsi bir arada. Sözlerle, mimiklerle. Göz temasıyla. Hepsi bir arada. Mezarlığın yanından geçerken radyonun sesini kısıyorsun. Müzik sesini. Onlara da selam veriyorsun, selamla hızlı bir Fatiha. Çünkü orda da tanıdıkların var. Bir elin direksiyonda. Komşuna el sallamak gibi bir şey. Soruşmak. Diri ve ölülerle. Senin için önemli olanlarla. Saraybosna'nın daracık sokaklarında. İsmen Kriva (Eğri), Okrugla (Yuvarlak), Brdovita (Tepeli veya Yokuşlu)... Brdo Džamija (Tepe Camii). Dolina (Ova). Araba kullanmanın zor, hatta imkansız göründüğü yerlerde. Her şeyin dar, her şeyin kıvrımlı olmasından sinir olduğun yerlerde. Çünkü daha da geniş, daha da büyük, daha da düzenli yerleri gördün. Genişliğin olduğu yerde hal hatır soracağın kimse yok. Mezarlıklar da orda değil, ölümü hatırlatmasın diye. Her şeyin düzenli olduğu yerlerde dükkanlar, çarşılar başka, yaşama yerleri başka, iş merkezleri başka, mezarlıklar başka. Her şeyin düzenli olduğu, caddeleri geniş olduğu yerlerde bakmadan araba sürüyorsun. Orada üzerinde ölüm ilanları bulunan elektrik direkleri de yok. Burada, bu dar sokaklarda her şey var. Senin için önemli her şey. Senin gibi, senin kadar karmaşık. Bizim gibi. Seni azdırmayacak, aç gözlü ve minnetsiz yapmayacak kadar dar. Seni kudurtmayacak kadar. Ölçülü bir şekilde dar. İşte bu yüzden Saraybosna başka.
Burada, bu dar sokaklarda her şey var. Senin için önemli her şey. Senin gibi, senin kadar karmaşık. Bizim gibi. Seni azdırmayacak, aç gözlü ve minnetsiz yapmayacak kadar dar. Seni kudurtmayacak kadar. Ölçülü bir şekilde dar. İşte bu yüzden Saraybosna başka. Yazar/Çevirmenin notu: Yazının aslı Bosnaca'nın Saraybosna ağızıyla yazılmıştır. Talep üzerine. Hedef dilin imkanları ve benimki dil yetisi çerçevesinde Türkçeye çevirildi. Anlaşılmaz, derseniz, zor anlaşılır derseniz, mesele dil değil. Mesele gönül. Mesele duygu. Asıl mesele bu şehrin zor anlaşılır olması. Ve büyük bir aşkla kolay yaşanması.
8
Enes Güler
Gece olduğunda herkes farklı bir eve girer. Kimisi tepedeki avlulu, bahçeli evine, kimisi yüksek tavanlı apartman binasına, kimisi 15. kattaki 1+1 dairesine. Kimisi ise villasına veya lüks sitesine. Ama evden çıktıkları anda hepsi aynıdır.
BA S. K. A
Ö T E K. I . DEĞILDIR Eski Saraybosna nasıldı bilmiyorum. Büyük ihtimalle Başçarşı'ya yakın ''eski şehir'' olarak adlandırılan bölümde, tepelerde yer alan mahalleler gibidir diye tahmin ediyorum. Bu mahallelerdeki evler, aslında klasik Türk tipidir. Şehre tepeden bakıldığında Anadolu siluetini sağlayan da bu evlerin çatılarıdır esasında. Bu evlerin kapısından içeri girildiği zaman, insanı önce bir avlu karşılar; eve daha sonra girilir. Ancak dışarıdan bakıldığında bu pek belli olmaz. Güzeldir, hoştur ama Saraybosna eski şehirden ibaret değildir artık. Artık dediğim son bir kaç senede değişen bir şeyden bahsetmiyorum. Bayadır böyle. Bosna, Osmanlı'nın elinden çıktıktan sonra çok şey değişti. Önce Avusturya-Macaristan geldi, bir ara Naziler uğradı daha sonra Sırp Hırvat Sloven Krallığı en sonunda ise Yugoslavya. En çok hangisi bu şehre tesir etti diye soracak olursanız herkesin farklı bir cevabı olacaktır. Saraybosna'da bir çok farklı muhitte yaşadım. Defalarca ev değiştirdim. 9
Komünist Apartmanlarında da kaldım, müstakil evlerde de... Semtler ve mahaller değiştikçe evler de değişti, sosyoloji de. Tavanları yüksek Avusturya-Macaristan binalarında da yattım, Osmanlı Çarşısı’na yakın avlulu evlerde de kaldım. Şehrin gettosu olarak bilinen Ilıca'da da yaşadım, daha merkezi olan ''yeni şehir''in kalbi Grbavica'da da...
Hepsinde hissettiğim ortak bir duygu vardı. Kendimi hiç bir zaman öteki hissetmedim. Bir yabancı olarak arşınladığım sokaklarında kendimi her zaman evimde gibi hissettim. Çevreme baktığımda; etrafımı saran komünist yapıları garip gelse de, insanların bazı davranışları tuhafıma gitse de, kurallar farklı olsa da, hiç bir zaman kaçmak istemedim, hep uyum sağlayan oldum. Mahallenin dilencisine selam veren insanlar gibi zamanla ben de dilenciye selam verdim, halini hatırını sordum. Hiyerarşi neredeyse yoktur bu şehirde. Sınıf ayrımı günlük hayatın akışında gözlenemez. Gizli kapılar ardında neler dönüyor bilemem. Ama söz gelimi bir temizlikçi ile profesör aynı düzlemdedir burada. Kadın bir müşteri taksinin ön koltuğuna oturabilir. Sizin sayenizde ilk defa tanışan başka birileri hemen çok yakın arkadaş olabilirler. Kafelerde, restoranlarda yaşlı grupları toplanır sohbet ederler. Bu şehirde hayat dışarıda akar. Her kafe bir oturma odasıdır.
Sıfır kilometre bir ülkenin 500 yıllık şehridir Sarajevo. Bosna Hersek, Yugoslavya'nın dağılmasından sonra tarihinde ilk defa bağımsız bir ülke olmuştur. Sıfır kilometre bir ülkenin bayrağı bile sıfırdan yapılır. Para birimi, banknotlar, kurumların isimleri... Başkentlerin değiştiği bile görülse de Bosna için tek bir başkent vardır. Sarajevo. Kış olimpiyatlarının yapıldığı Sarajevo. Eski Yugoslavya'nın en otantik şehri. Valter'in müdafaa ettiği, Aliya'nın ve şehitlerin ruhunun hala şehirde dolaştığı yer. Bu yüzden her daim buhur kokar burası.
Osmanlı Mirası da, Sönmeyen Ateş de, komünizm hatırası binalar da, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından inşa edilen kütüphane de önemsizdir. Önemli olan o ruhu hissedip akışına kapılabilmektir. İçinde her şeyi olsa da ruhu olmayan, açık hava müzesi gibi mumyalanmış onlarca şehir vardır. İlk bakışta ağzımız açık izleriz ama içimizden ‘’burada bir şeyler eksik’’ deriz. İnandırmaz bizi. Çok güzeldir Avrupa, Harikadır Amerika, Rüya gibidir Ortadoğu. Ama Saraybosna’nın karakteristik yapısı, farklı ideolojilerin mirasları ve içinde dolaşan o eşsiz ruhla birlikte, bütün şehirlerin arasından sıyrılır. Asla turistik değildir. Burada turist ile yerli halk aynı şeyleri yaşar. Kimse öteki değildir. Herkes başkadır burada. Başka ile ötekinin ayırdını en iyi yapan şehirdir Sarajevo. Gece olduğunda herkes farklı bir eve girer. Kimisi tepedeki avlulu, bahçeli evine, kimisi yüksek tavanlı apartman dairesine, kimisi 24. kattaki 1+1 evine. Kimisi ise villasına veya lüks sitesine. Ama evden çıktıkları anda hepsi aynıdır. Çünkü o ruhun farkında olan herkes birbirini ötekileştirmez, başkalaştırır.
Bu şehir, değişimi ve yıkımı aynı anda yaşamış, modern zamanın en uzun kuşatmasının tam ortasında kalmıştır.
Bir Çin atasözü; ''Tanrı değişim zamanlarında yaşatmasın insanları'' der. Komünizm sonrası dönem her ülke için felakettir. Ortada ne idiği belirsiz bir yapı vardır. Şehirlerde kaos hakimdir. İnsanlar özgürlüğü bir anda abartarak overdoz olurlar. Bu şehir, değişimi ve yıkımı aynı anda yaşamış, modern zamanın en uzun kuşatmasının tam ortasında kalmıştır. Savaşın adrenalinine ilk başta sadece savaş muhabirleri alışkındır. Zamanla halk da bu duruma alışır. Alışamayanlar ise karşı koyanlardır. Her ne olursa olsun bu şehirde nefes almak, savaşmaktır. Şehrin dört bir yanı kuşatılmışken insanlar günlük yaşantılarını devam ettirmişler, savaşlarını yaşayarak vermişler. İşte bu yüzdendir ki bu şehirde hiç bir yerde görülmemiş bir dayanışma ruhu vardır. O ruh şehirde hayalet gibi dolaşır. Tüm bu yaşanmışlıkların şehre kattığı ruh şehitlerin ruhu ile birleşince insanı buraya bağımlı kılar. Artık bir Sarajevo Junky'si olursunuz.
Asla turistik değildir. Burada turist ile yerli halk aynı şeyleri yaşar. Kimse öteki değildir. Herkes başkadır burada. Başka ile ötekinin ayırdını en iyi yapan şehirdir Sarajevo.
10
t o j e g r a d* s a r ay b o s n a * İşte Şehir
Süleyman Gündüz
Bu şehre kaçıncı gelişim bilmiyorum. Hesap da tutmuyorum ya artık. Bu şehre karşı hesapsızım. Sevda ve aşk hesapsızlık değil midir?
duğum nokta şehrin güneybatısına düşmekte. Pusulam ve anlam haritalarım, ilk Türk atlısının da burada durduğunu söylemekte yüreğime (hissi kablel vuku). Endülüslülerin Gırnata’yı terke zorlanmasından 500 yıl sonra (1492-1992), bu şehrin insanları da aynı kaderi yaşamaktaydılar.
İlkin, eski bir atlastan kopartılmış ve üzerinde bu şehrin adı yazılı olan bir haritayla yola çıkmıştım. Yol haritalarına ve pusulalara ihtiyacım yok artık. Bu gereçleri terk edeli yıllar oldu. Sahi, ilk ne zaman gelmiştim? Her şey ne kadar kolay eskiyor. Zaman mı hızla geçmekte, yoksa biz mi yaşlanıyoruz? Kesin olan bir şey var; bu şehre ilk gelişim, son Endülüslünün Gırnata’yı terk ettiği güne rastlamakta.
Vakit gece yarısını geçti. Artık şehre hareket etmeliyim. Geç kalırsam bir gün daha bekleyeceğim. Yolum uzun ve tehlikeli, ben de sabırsızım. Hrasnica, Butmir’den havaalanı pistinden koşarak Dobrinja’ya ulaşıyorum. Oradan hiçbir ışık yakmayan otomobille bir rallici hızıyla Alipaşino Polje, Cengiç Vila, Novo Sarajevo ve Marindvor’dan geçip Kemal Begova’da gideceğim eve ulaşıyorum. Sokaklar, evlerden sızan belli belirsiz mum ışığı huzmelerinin dışında karanlık. Ev sahibi Asaf ve Cana Murteziç’ler beni kapıda karşılıyor. İlk gecenin heyecanından mı yoksa sabaha kadar süren yoğun bombardımandan mı, uyku tutmuyor. Daha sonra öğrendiğime göre bu mahalleye yoğun saldırının yapılma gerekçesi, Başkanlık Sarayı, Polis ve Bosna ordusunun ilk çekirdegini oluşturan TEOBİH’in merkezlerinin yakın olmasıydı.
Zahmetli bir yolculuk sonrası en yüksek tepelerinden birinde durup şehrin dakika dakika karanlığa gömülüşünü seyrettim. Şehrin modern silüeti eskisinin üzerine düşmekteydi. Yıldızlar elle tutulacak kadar yakındı ve gökyüzünde dolunay vardı. İlk Türk atlısı da burada mı durmuştu acaba? Buradan mı bakmıştı Trebeviç dağının eteklerindeki Miljacka ırmağının dar vadisine? Kurulacak yeni medeniyetin ve onun asırlarca merkezi olacak şehrin hayalini kurmuş muydu? Bilinen, ilk Türk atlısının üç beş evin var olduğu rivayet edilen Vrlo Bosna’yı geçip bu güzel şehrin merkezine ulaştığı ve “Ya Allah, Bismillah” diyerek ilk kazmayı vurduğudur. İlk kazma, yeni bir şehrin kuruluşunun veya yeni bir uygarlığın müjdecisiydi. Bulun-
Sabah erken kalkıyoruz. Su, elektrik ve gaz yok. Burada her şey elektrikli veya doğal gazlı sisteme göre ayarlanmış. Cana odun sahasında kahve hazırlıyor. Sobada kahveyi pişirecek olan tahta parçaları da daha çok ev mobilyaları 11
kırılarak elde ediliyor. Kahvaltı öncesi kahve. Boşnaklar uyanır uyanmaz güne kahve içerek başlıyorlar. Kahvaltımız kurumuş ekmek ve biraz peynir. Asaf Bey polis merkezine gidecek ve ben de şehri dolaşacağım. Asaf ’la birlikte evden çıkıyoruz. Koşevo Caddesiyle Marşala Tita Bulvarı'nın kesiştigi noktaya geldiğimizde, son binanın yanında kalabalık bir insan topluluğu bekleşiyor. Meraklanıyor ve bekleşmenin nedenini soruyorum. Asaf bey son binanın üzerine keçe uçlu bir kalemle yazılan bir notu gösteriyor; “Pazi Snajper” (Dikkat keskin nişancı). Bu not, dürbünlü tüfekle uzaklardan atış yapan keskin nişancılara dikkati çekmekte. Kesişme noktasının sol tarafı içinde büyük ağaçların yer aldığı geniş bir park. Parkın içinde oturulacak banklar var. Bankların etrafında da serpiştirilmiş gibi duran aşina olduğumuz Osmanlı dönemine ait mezar taşları. Bekleşme sorunu çözmüyor, karşıya geçmeliyiz. Kalabalığın içinden biri çıkıyor ve yol üzerinde zikzaklar çizerek karşıya ulaşıyor. Ardından bir başkası, ardından bir başkası. Bizlerde aynı yöntemle karşıya geçiyoruz. Bu benim için Saraybosna’ya hoş geldiniz partisiydi. Akşama görüşmek üzere Asaf beyden ayrılıyorum. Hızla Marşala Tita Bulvarını kat ederek Mula Mustafe Başeskija ile Ferhadija Caddelerinin kesişme noktasına ulaşıyorum. Kesişme noktasında, mihraba benzetilen bir anıtın içinde bir olimpiyat çelengi ve kitabesi. 1984 Kış Olimpiyatları bu şehirde yapıldı. Parktaki Osmanlı mezar taşlarından başka, şu ana kadar gördügüm binalar, daha çok Avusturya Macaristan lmparatorluğu yönetimi altında iken Barok mimarisiyle yapılmış. Binaların büyük bir kısmında top ve makineli tüfek mermisi izleri var. Ayrıca kaldırımlarda ve asfalt üzerinde top mermisi izleri bir hayli fazla. Ferhadija Caddesini tercih ediyorum. Bu şehirde hızla hareket etmek gerekir. İlk dini mabet olarak Ortodoks kilisesi ve Katolik katedraline rastlıyorum. Binalarda herhangi bir tahribat yok. Top ve kurşun izleri de. Katedralin az ilerisinde ön bahçesi parktaki mezarlığı hatırlatan Ferhadija Camisinin önündeyim. Bu Saraybosna’da gördügüm ikinci cami. Gece karanlığında da bir caminin (Ali Paşa Camisi) önünden geçmiştim. Ferhadija Camisinin önünden baktığınızda aşina oldugunuz şehir gözlerinizin önünde. Saraybosna’ya gelmeden önce Üsküp’e
uğramıştım. Bu şehirde Üsküp’ten bir hava var, biraz Bursa ve biraz da Edirne’den. Dini mekanların iç içe bulunmasıyla da; Kudüs, İstanbul ve Kahire. Şehrin Başçarşı’ya kadar olan kısmında ise Viyana ve Budapeşte’den. Ivo Andriç, Saraybosna ile ilgili yazdığı To je grad (İşte şehir) makalesinde bu benzetmelerden bahseder. “Şehri ilk ziyaret edenlerin izlenimleri; burayı daha önce gördükleri şeklindedir. Oysa Saraybosna her şehre benzer, ama o hiçbir şehir değildir.” Ferhadija’nın bitiminde tarihi Başçarşı (Başçarşija) başlıyor. Gazi Hüsrev Bey (Begova) Camisi (1530), yanında eski bir saat kulesi, kırmızı kiremitli ahşap dükkânlar ve evler, karşı dağ yamacında kale ve birçok cami görülüyor. Begova Camisinin kubbesinde ve minarede top mermisi delikleri. Gördüğüm dükkânların ve evlerin çatıları ağır bombardıman sonucu yıkık ve çökük halde. Saraçi Sokağını koşar adımlarla dolaşıyorum. Saraçi Sokağı, Ferhadija’nın devamı. İki ayrı dünya; doğu ve batı. Birbirine kuvvetli bir zamkla yapıştırılmış izlenimi veriyor. Ferhadija Caddesinin zemini beton, Saraçi Sokağı ise Arnavut kaldırımı. Sokakta kimsecikler yok. Gazi Hüsrev Bey Camisinin köşesindeki sebilden su içiyorum. Çaprazlama karşıda bir tek dükkân açık. Oradan bir ses gel gel diye bana seslendi. Selam verip içeriye giriyorum. Tanışıyoruz. Burası; Şerif Usta’nın yeri. Yarım yamalak Boşnakçamla anlaşmaya çalışıyorum. “Neden Türkçe konuşmuyoruz?” diyor. Türk olduğumu nereden anladığını soruyorum. “Başçarşıda böyle bir zamanda ancak bir Türk dolaşır“ diyor. “Cesaretten mi, delilikten mi Şerif Usta?“ gülümsüyor. Şerif Usta Makedonyalı ve burada tatlıcılık yapıyor. İkram ettigi tulumba tatlısını yerken, Şerif Usta, savaş ve şehirle ilgili bilgiler veriyor. Dikkatli olmamı tembihliyor. Ve ilave ediyor: “Henüz organize değiliz. Ne olacagını kestirmekte güçlük çekiyoruz. Direniş daha çok milisler tarafından yürütülüyor. Eskinin mafya liderleri şimdi savaşçılar. Ben burada kalacagım, kim giderse gitsin. Bildiğim bir şey varsa o da; ölürüz, ama bu şehri saldırganlara teslim etmeyiz.” Bir şehre karşı kararlılık ve tutku; 12
o şehre aşkı gösterir. Şerif Usta savaş boyunca Saraybosna’da kaldı, halen de orada, tatlıcılığa devam ediyor. (Bugün Şerif Usta vefat etti ve tatlıcı dükkânı kapandı.) Şerif Usta, Begova Camisinin dış köşesinde iki metal borudan akan suyu göstererek, “Bu sudan içenler Saraybosna’ya tekrar gelirler” diyor. Şerif Usta’nın tavsiyesine uyup, sudan kana kana tekrar içiyorum.
Split, Rijeka ve Zadar limanlarındaki börekçiler de öyle. Oradaki anılardan ayrıca bahsetmeliyim. Bu anıların içinde İsmail Bardhi, Ali Nasuf, Nezir Dinler, Fatih Türegün, Ahmet Halimi ve Adem Husoviç de yer almalıdır. Başka bir yol yazısının konusu da Lubljana’dan Saraybosna’ya olmalı. Begova Camisini geçtiğinizde Sebilin bulunduğu alana gelirsiniz. Sol taraftan yukarıya doğru hareketle Kovaçi yokuşunu tırmanır; şehre yukarıdan bakma şansına erişirsiniz. Camiyi, Katolik Katedralini, Ortodoks Kilisesini ve Sinagog’u bir arada görebilirsiniz. Osmanlıların sıfırdan kurdukları bir şehir burası. İlk yerleşim yeri de Başçarşı’nın yukarısındaki Kovaçi Mahallesi. Buranın nüfusu tamamen Müslüman. Aynca Osmanlılar devrinde bu şehirde Dubrovnikli tacirler Latin mahallesini (Latinluk) ve Endülüs’ten Osmanlı yurduna göç eden Seferad Yahudileri de Cifuthani Mahallelerini kurdular.
Bu şehirde Üsküp’ten bir hava var, biraz Bursa ve biraz da Edirne’den. Dini mekanların iç içe bulunmasıyla da; Kudüs, İstanbul ve Kahire. Şehrin Başçarşıya kadar olan kısmında ise Viyana ve Budapeşte’den de.
Saraybosna’ya karşı tutkum su içişimden mi kaynaklanıyor, yoksa direniş öyküsüne tanıklığım ve içinde yer alışımdan mı bilmiyorum? Bildigim şey, bu şehri ihtiraslı bir aşkla sevdiğim. Balkanlarda nereye giderseniz gidin, tatlıcı ve börekçilerin büyük bir kısmının Kosovalı Arnavut veya Makedonyalı Türk oldugunu görürsünüz. Lubljana (Slovenya) ve Zagreb (Hırvatistan) otogarlarıyla,
XVII. yüzyıl ortasında şehri ziyaret eden Evliya Çelebi, Saraybosna’nın tepedeki küçük kalesi dışında ve akarsuyun (Miljacka) iki tarafında, birçok Türk mahalleleri ile Sırp, Bulgar ve Eflak reayasının ikamet ettiği 10 mahalle ve 2 Yahudi 13
mahallesinde ekserisi çok katlı, üstü kiremit, bazen da tahta örtülü 17 bin kâgir ev ve 1080 dükkân bulunduğunu, sokakların temiz ve kaldırım döşeli oldugunu, kâgir binalı bedestende Venedik ve Dubrovnik’ten (Raguza) gelen her türlü eşyanın satıldığını, çarşının üstü kalın direklerle örtüldüğünü ve şehirde, 77’sinde Cuma namazı kılınan, 177 cami, 180 sibyan mektebi, 47 tekke, 3 kervansaray, 23 han ve 7 imaret mevcut oldugunu kaydeder. Başçarşı’nın bitimi ve Bentbaşı’nın başlangıç noktasındaki eski Şarkiyat Enstitüsü'nün (Milli Kütüphane) yandıgından haberi yok Evliya Çelebi’nin. Ki o Avrupa’nın en büyük yazma eser kütüphanesiydi. Bu ilk değildi Saraybosna için. Bağdat’ta yakılan, Dicle ve Fırat’a dökülen kütüphanelere tanıklığım tarih kitaplarındandır. Ama burada öyle mi? Halen dumanları yükselmekte milli kütüphanenin. Prens Eugene komutasında Avusturya-Macaristan ordusu, Zenta zaferinden bir ay sonra Bosna’daki tüm palankaları (kale) yıkarak 22 Ekim 1697’de Saraybosna’ya kadar gelmiş ve büyük bir vandalizm örneği sergileyerek tüm şehri 120 cami ile birlikte ateşe vermiştir. (24 Ekim 1697). Prens Eugene bu iki günü günlüğünde şöyle anlatmaktadır: “... 23 Ekim’de birlikler şehri yukarıdan gören geniş bir alana yerleştiler. Buradan şehri yagmalamaları için müfrezeleri gönderdim. Türkler en iyi malları emniyet altına almışlardı, fakat buna
ragmen arkalarında yine de çok değerli malları bırakmışlardı. Akşama doğru şehir yanmaya başladı. Şehir oldukça güzel ve çok açıktı; 120 güzel camisi vardı. 24’ünde Saraybosna’dan ayrıldık. Şehir tamamen alevler içindeydi. Şehri yağmalayan müfrezelerimiz, sonra düşman peşine düştü. Pek çok Türkü öldürdükten sonra, geriye birçok ganimet, kadın ve çocuk getirdiler...” Tarih ve kader değişmiyor. Değişen aktörler. Prens Eugene kendi günlügünde yazdıklarıyla tarihe bir vandal olarak geçmiştir. Slobodan Miloşeviç, Radovan Karadziç ve Ratko Mladiç de.
Miljacka, şehri ortadan ikiye bölmektedir. Bir tarafı Obala Kulina Bana, karşısı Obala lsa bega İsakoviça. Nehrin iki kenarında gezintiye çıkar; Bosna Krallıgından Osmanlı İmparatorluğuna veya Bogomillikten İslam’a dinler arası bir serüveni yaşayabilir. Aslında, Saraybosna’da Hz.Adem (AS)’den başlayan insanlık yolculuğunun için de kendinize bir yer bulabilirsiniz.
Osmanlılar devrinde bu şehir bir kültür ve ticaret şehriydi. 37 çeşit malın imalatı ve ticareti yapılırmış. Başçarşı’da birçok sokak ismi, yapılan imalat ve ticaretten gelmekte. Çizmedziluk, Çurçiluk veliki, Çurçiluk mali, Kundurdziluk, Aşçiluk, Abadziluk ve Kazandziluk gibi. Sokakların adları degişmedi. 1992’den beri Saraybosnada degişen, şehrin yalnızca kültür ve ticaret şehri oluşu. Artık Saraybosna umut, direniş ve sevda sembollerini de takabilir. Bilge Kral Alija lzetbegoviç önderliğinde Bosna halkı saldırganlara ve uygar dünyaya karşı destansı bir direniş sergiledi. Bugün Saraybosna barışın ve esenliğin yurdudur. Artık Başçarşı turunuzu bitirerek halen yanık kitap kokusunun yayıldığı Şarkiyat Enstitüsü’nün önünden, İnat Kafe’ye doğru uzanan köprünün üzerinde durursanız; güneşin batışının kızıllığı, Miljacka’ya rengini verir. Hele de dolunaylı bir gecede, ayın Miljacka’nın serin sularındaki raksına doyum olmaz. Miljacka, şehri ortadan ikiye bölmektedir. Bir tarafı Obala Kulina Bana, karşısı Obala lsa bega İsakoviça. Nehrin iki kenarında gezintiye çıkar; Bosna Krallıgından Osmanlı İmparatorluğuna veya Bogomillikten İslam’a dinler arası bir serüveni yaşayabilirsiniz. Aslında, Saraybosna’da Hz. Adem (AS)’den başlayan insanlık yolculuğunun içinde kendinize bir yer bulabilirsiniz. Saraybosna’da sevdalinka (aşk) ve sudbina (kader) hayatın kendisidir.
14
SA R A Y B O S N A A S L A N L A R I (YUKA)
H a k a n A l b ay r a k
Seni yoketmek istiyorlar Fa k a t M i l y a t s k a a k m a y a d e v a m e d i y o r Ne f e s a l d ı ğ ı m ı z m ü d d e t ç e S a r a y b o s n a Kimselere vermeyiz seni Haydin şarkı söyleyelim Ku r t l a r ı n ş a r k ı s ı n ı Bakın cenge koşuyor Yu k a’ n ı n a s k e r l e r i Yuka namıyla maruf Yusuf Prazina, Saraybosna mafyasının en belalı babalarındandı. Fakat şehrin duvarlarını ismini kazdıran ve hakkında şarkılar yazdıran özelliği bu değildi. Yuka, savaşın başladığı günlerde TV kameralarının karşısına geçip, mafya işlerini bıraktığını, bundan böyle Saraybosna’nın fedailigini yapacağını ilan etti. Saraybosna sokaklarından topladığı yüzlerce gençle Sırplar’a kök söktüren Yuka, özellikle Biyelaşnitsa ve İgman cephelerinde Satso’nun Özgür Bosna’nın altına attığı imzadır. Savaşın ilk döneminde Sırpların, Birleşmiş Milletler Koruma Gücü’nün ve Saraybosna’daki savaş kaçkınlarının korkulu rüyası olan Satso, her şeyden evvel, 200 bin kişilik Bosna Hersek Ordusu’nun temel taşı olarak hatırlanma-
lıdır. 'Mobilizasyon’ Satso’dan sorulurdu. Diskoteklerden, kafeteryalardan, sokaklardan gelişigüzel adam toplayıp silah altına alır, Satso olduğu için kimsenin sesi çıkmazdı. Askerlik şubelerinin var olmadığı bir dönemde böylesi karizmatik bir kaba güç hoş gelip safalar getiriyordu tabii. 1993’ün Ekim ayında, düzenli orduya bağlı askerler tarafından kuşatılıp tutuklandıktan hemen sonra, bir cinayete kurban giden Satso’yu kimlerin niçin öldürdüğü hâlâ bilinmiyor. Kimine göre bir polis, katledilen dokuz arkadaşının intikamını almıştı. Kimine göre ise, açıkça Sırplar’dan yana tavır alan BM’ye ait bazı araçları yakmanın bedelini ödemişti Satso. Yani BM ajanları tarafından vurulmuştu. Diğer iki ‘‘mafyatik’’ kahraman, Çelo 15
ve Çelo, askerlik kariyerlerini kellelerini kaybetmeden tamamlayabildiler. Saraybosna müdafaasında hayati yararlıklar gösteren Çelo’lardan bir tanesi; başkanlık sarayının savunmasında sergiledigi olağanüstü performansla ünlenen, ancak “adi suçlu’’ olma özelliğini hep muhafaza eden Çelo, şimdi İtalya’da. Bir Snayper mermisinin açtığı yarasını tedavi ettiriyor. Diğer Çelo, Başçarşı’da Çetnik bayrağı taşıyan bir Sırp’ı öldürmek suretiyle Boşnak direnişinin startını veren ve kısa sürede bu direnişin en etkili komutanlarından biri haline gelen Çelo ise, Saraybosna’da bir kafeterya işletmeye başladı. Düzenli orduyu takmayan başına buyruk komutanları tasfiye operasyonu sırasında (1993 sonları) onun da silahını almışlar elinden.
Gerçek adı Ramiz Delaliç olan bu ikinci Çelo da “çagdaşlarının’’ büyük çoğunluğu gıbi mafya kökenli. Ama onu diğerlerinden ayıran önemli bir nokta var: Ramiz bir tövbekar. Şu günlerde bir Kur’an okulu açmak için uğraşıyor. Allah selamet versin. Duyduğuma göre cepheyi özlüyor, küçük bir birliğe komuta etmeyi düşlüyormuş. Kendisine bir şans daha tanınması halinde oyunu düzenli ordunun kurallarına göre oynayacakmış. Doğru olan da bu. Çünkü romantikler için kabulü ne kadar güç olursa olsun, Saraybosna’da çeteler dönemi kapandı artık. Savaşın ilk günlerinde adı sıkça anılan Yeşil Bereliler çetesinin lideri Emin Şıvrakiç de kabul ediyor bunu. Yalnız, perdeyi kapatmadan önce bir ricası var: ''Lütfen Yuka’yı ve digerlerini, serüvenlerinin nasıl noktalandığına bakmadan, bu şehrin kurtarılmasında geçen hizmetleriyle hatırlayın.'' Savaşın başlarında, Sırp bombardımanının en yoğun olduğu günlerde dehşet içinde bodrumlarına sığınan Saraybosnalılar, özellikle de kadınlar ve çocuklar, o cehennem ortamındaki korkularını bir anda umuda dönüştüren şu müthiş radyo anonsunu isteseler de unutamazlar zaten: “Ben Yuka. Görevimin başındayım. Hepiniz emniyettesiniz...”
Ye n i Ş a f a k , Ni s a n 1 9 9 5
Illustrasyon: Berin Tuzlić
16
Abdulah Sidran
NE MOŽE SE ŽIVJETI U SARAJEVU Ne može se živjeti u Sarajevu. U Sarajevu kad živiš, previše vremena potrošiš. Dok tamo, dok ovamo – pro e jutro. Dok ovo, dok ono – ode dan. Jeste, doduše, sve to – bude me u ljudima. I bude, uglavnom, lijepa priča. Al od priče se ne živi. Dan je dan, posao je posao, a vrijeme je – kažu – novac. Bilo-nebilo, da u to ne ulazimo, istina jest: teško je živjeti u Sarajevu. Tri koraka napraviš – sedamdeset ljudi golim okom vidiš. Da se sa svakim izgrliš, da se s ponekim rukuješ, da samo dvojicu dobro pogledaš, trebalo bi - tri života da imaš. Zato – kako god okreneš – nije moguće živjeti u Sarajevu. Od dobra – boli glava. Trebalo bi, odmah, na visokom svjetskom nivou, napraviti potpuno novo Sarajevo, u kom bi bilo moguće živjeti. Kada ga, ako Bog dadne, naprave – neka mu ista ostane geografija. neka ista ostane i ta Miljacka, lijepa, a ni potok ni rijeka, neka brda ostanu ista. Neka pomru, ali neka se ne promijene – svi ti ljudi što po Sarajevu žive. Jer u njemu, nije moguće živjeti. Život je kratak za Sarajevo.
17
Abdulah Sidran
Çeviren: Enes Güler
SARAYBOSNA’DA YAŞAYAMAZSIN Saraybosna’da yaşayamassın Saraybosna’da yaşarken, çok zaman harcarsın Oradayken, buradayken- gündüz geçer Oydu, buydu derken, gitmiş olur Evet, gerçekten de tüm bu olanlar- insanlar arasındadır Ve çoğunlukla güzel hikayeler barındırır. Ama hikayelerde yaşanmaz Gün gündür, iş iştir. Ve zaman paradır - yani öyle derler Ne olursa olsun içine giremessin, gerçek şu ki; Saraybosna’da yaşamak zordur. Üç adım atarsınÇıplak gözle yetmiş insan görebilirsin. Herkesle sarılıp bazılarıyla tokalaşırsın, yalnız ikisi iyi gibi gözükür, Keşke burada üç yaşam hakkın olsaydı. İşte bu yüzden- nereye dönersen dön- Saraybosna’da yaşamak mümkün değildir. İyilikten- baş ağrır. Hemen şimdi Şu an, en üst seviyede Yeni model bir Saraybosna yapalım, insanların yaşayabileceği. Tanrı lütfederse, yapabilirsin Ama aynı konumunda kalsın, aynı şekilde Milyatska olsun Güzel, akarsular, nehirler Ve tepeler aynı şekilde kalsın. 1
Bırak kırılsın ama değişmesine izin vermeSaraybosna’da yaşayan tüm bu insanların. Çünkü içindeyken, yaşaması imkansızdır. Saraybosna’da hayat kısadır.
1
Saraybosna şehrinin içinden geçen en büyük nehir.
18
Emad Ali Katari
Çeviren: Ervanur Erdoğan
PARDON SARAYBOSNA Zaptedilmiş bir çağda Saltıkçı bir çağda Yazının ciddiyeti olur mu Ki ben, kurutabilir miyim Dul bir gözde gözyaşını Mescitler için müezzin gönderebilir miyim Zambak senesinde Yeniden döndürebilir miyim Gençliğinin bahar dönemine Toz bulutu örtüyor berekteli yüzünü Ani bir bomba gibi patlıyor öksüzevine Garezli ateşten bir fırtına Yiyor iffetli ağaçlarını Peronda kan var. Harap bir evden kaçıyor Şu insan kuyrukları Nereye devam edeceksin Önün mermi vızırtısı Arkan mermi vızırtısı O sarışın çocuk nefes nefese Nereye aktı ki kanı böyle! Nasıl çıkartılacak enkazdan Seslenirken, ''ANNE'' diye Cennetin işlevi nedir Valide allak bullakken, Ancak şunu söyleyebilir Ey sen, moğol çağından kalma zaman.
Çevirmen notu: Emad Ali Katari'nin, Srebrenitsa katliamı yıllarında yayınlanan, ''Pardon Saraybosna'' adlı şiirinin ilk bölümü Arapça aslından çevrilmiştir.
19
BELGRAD ISMI NEREDEN GELIYOR?
Tarihte bir çok kez yıkılıp yeniden kurulan şehir, her defasında yeni isimler almıştır: Singidunum, Singidon, Alba Greka, Beli grad, Beograd, Belgrad.
Kako je Beograd dobio ime?
Sırplar yedinci yüzyılda şehirde yaşamaya başlarlar ve onu beyaz şehir olarak adlandırırlar. Bu isim Bizans İmparatoru 5. Leo(813-820) tarafından Bizans yıllıklarında geçmektedir. Böylece bu isim Bizanslılar tarafından Belagradon ve Belegradon olarak kullanılmış.
Gezgin ve yazar Jan Naruda, Belgrad için;, “Ne mükemmel konuma sahip bir şehir; dudaklarında soğuk Sava’nın ve muhteşem Tuna’nın suları akıyor” demiştir.
Şehrin bugünkü orjinal ismi olan Beograd ise ilk olarak sekizinci Papa John’un Bulgar Prensi Borise gönderdiği yazılı dökümanda belirtilmiş. Mükemmel konumu sebebiyle Belgrad tarih boyunca çeşitli işgallere uğramış. Slavların gelişinden önce Hunlar, Sarmatlar, Ostrogotlar ve Avarlar Belgrad’ı ilhak etmişler. Sınır kalesi Bulgarlar, Sırplar ve Macarlar arasında el değiştirip durmuş. Türkler ise 15. Yüzyılda tamamen feth etmişler.
20
Singidunum, Singidon, Alba Greka, Beli grad, Belgrad, različito su kroz istoriju nazivali jedan od najstarijih gradova u Evropi, Beograd... „A kako divan položaj ima taj grad! Baš na ušću velikih reka, hladne Save i velelepnog Dunava." - češki putopisac Jan Neruda (1834 - 1891)... Srbi ga naseljavaju u sedmom veku i nazivaju ga Belim gradom. Ime kao takvo je pomenuto u vizantijskim analima cara Lava V Jermenina (813 - 820) zajedno sa nazivima Singidon i Alba Greka. Tako su ga zvali Vizantijci, a još su koristili i imena Belagradon i Belegradon. Prvi put se slovenski naziv Beograd pominje u pisanom dokumentu 16. aprila 878. godine i to u pismu pape Jovana VIII bugarskom knezu Borisu. Beograd je zbog dobrog geografskog položaja vekovima bio grad u kome su se smenjivali razni osvajači. Pre dolaska Slovena osvajali su ga Huni, Saramati, Ostrogoti i Avari. Kao pogranična tvrđava bio je na smenu u bugarskim, srpskim i mađarskim rukama. Turci su ga osvojili u 15 veku.
Kemal Mehmedovic
Yahya Kemal Beyatlı
Izabarao i preveo/ Çeviren: Adnan Mulabdić
NAPJEVI SNIJEGA
KAR MÛSİKÎLERİ
Varšava 1927
Varşova 1927
To je skladba noći od godina tisuć dulja. To tisuć godina valjd' trajan zvuk je pahuljā.
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu. Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.
Kano molitve bolno sred manastira pusta, Bez prestanka i zborno iz na stotine usta,
Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı, Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı,
Orguljā se melodija ori iz dubine... Prem ćutjeh bol Slavena, ne osjetih miline.
Bir ergânun ahengi yayılmakta derinden… Duydumsa da zevk almadım İslâv kederinden.
Daleko mi je um od ovoga grada, časa, Tanburi Cemil Bey se sa stare ploče glasa.
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta, Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plâkta.
Ja odjednom blažen što u zanosu mi čula, Duša puna najsuštijeg zvuka Istanbula.
Birdenbire mes’ûdum işitmek hevesiyle, Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle.
Odmakoše, pomislih, mrak i pahulje b'jele, U Zatonu sam u snu svom najzad noći c'jele!
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık, Uykumda bütün bir gece Körfezdeyim artık!..
21
saraybosna blues M. Fatih Kutan
Ne vakit aklıma düşse Saraybosna, bu düşüncemin kenarına şarkılar değer mutlaka. Leyla Jusic’in sesi önce belli belirsiz hafif, vakit ilerledikçe etkileyici bir koku gibi kuşatır Saraybosna hayallerini. Hiç yoluna düşülmemiş, yakın gelecekte de yol görünmeyen şehrim. Hamuru onun toprağından karılmış biri kadar yakın olma isteğimin kaçınılmaz sonucu olsa gerek, onun sakinlerinin ona seslendiği gibi söylüyorum hep adını: Sarajevo. Yıldız Ramazanoğlu’nun Zilha’sını Saraybosna’da farz etmiştim, öyküde bir şehir belirteci olmamasının da verdiği cesaretle. “Nehre baka baka gözlerimizi dinlendireceğiz ne güzel” cümlesini de bu şehrin güzelliğine yorduğumdan, Saraybosna’yı biraz daha derine yerleştirmiştim hemen.
22
Bu düşlerin, düşüncelerin, hayallerin ve milyonlarca insanın rüyalarının üzerine bir karanlık örten savaş yıllarından geçti Bosna. Saraybosna Blues’ta (çev. Ay Başman – Sina Baydur, Pupa Y., 143 s., Ocak 2009) savaşın bir pazar günü başladığından gayet emin Semezdin Mehmedinoviç. Her pazar futbol oynadıkları arkadaşlarından birinin yokluğunu fark etmiştir ama pek de önemsememiştir açıkçası. Maçtan sonra eve doğru yol alırlarken bir grup “kafaya çorap geçirmiş” adam yollarını keser. O gün maça gelmeyen “bizim takımdan” dediği Sljuka’yı bu grup içinde fark etmesinin doğurduğu sorulara cevap bulamayacaktır, tıpkı o kafası çoraplı adama sorduğu “Sljuka, sen misin?” sorusuna bir cevap alamadığı gibi. Soruların cevapsız hâliyle de her şey ortadadır ne de olsa. Mehmedinoviç, savaştan önce edebiyat ortamlarında bulunan, çocuklar için şiirler yazan, lirik bir üslup kullanan Radovan Karadziç hakkında dikkate değer notlar sunuyor kitabında. 2008’in Temmuz ayında yakalanan ve 1992-1995 yılları arasında Bosna’da işlenen katliamlarla ilgili olarak aralarında soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarının da bulunduğu on bir ayrı suçlamanın onundan 24 Mart 2016’da mahkûmiyet giyen Karadziç için “Miloseviç’in nasyonalist-stalinist projesi için aradığı mükemmel çömez” diyor yazar. Bu yorumunun hemen ardından, Karadziç’teki değişimi şöyle anlatıyor: “Yüz ifadesi vahşileşmişti, bir zamanlar tanıdığım insanın yerine bir başkası gelmişti. Alçakgönüllü tavırları, bir ölünün bedeninden ayrılan
ruh gibi uçup gitmişti.” Karadziç’in yalanlarını televizyonda dinleyince kütüphanesindeki Karadziç’in çocuk şiirleri kitabı Mucizeler Olur Mucizeler Olmaz’ı yırtmasına oğlu Harun engel olur: “Oğlum bu kitabın yazarını tanıyordu ve böyle bir adamın ona zarar verebileceğini kabul etmiyordu.” Karadziç’in savaş öncesinde bir psikiyatr ve şair oluşu, hepimiz için aşılması güç yüksek bir duvar sanırım, hem de Karadziç’in, “acımak yok, haydi gidelim / şehirdeki soysuzu gebertelim” mısralarının savaş kampanyasında slogan olarak kullanıldığını düşünürsek.
Hajra’nın -ne de olsa bir gün lazım olacak diyehediye ettiği sabun ve havlu “ölü bir adam” olma düşüncesine alışmasını kolaylaştırır Savaşın şiddetlenerek devam etmesi insanların zaman ve yaşam algılarını altüst etmektedir, sağlıklı bir hâlin dışına çıkılmaktadır gün be gün: “Saldırılar önümüzdeki aylarda da sürecek olursa, çoğu kişi Wilson Yolu’nda tepsine düşen kestaneleri el bombalarından daha ağırmış gibi hissedecek.” Kuşatma altında ve her gün bombalanan bir şehir, caddeler boş ama aksatmadan işine giden bir gassal vardır mesela: Hajra. Tüm kurumları felç olmuşken gasilhânesinin mesaisi aksamayan bir şehir tasviri, dramı ve acıyı en saf hâliyle anlatabiliyor. Bu minval üzre savaş devam ederken yazarın da fazlasıyla rahatsız olduğu bir durum vardır: Hâlâ, “Neden bunlar başımıza geldi?” diye
23
soran “entellektüeller”. “Aptallar, anlamıyorlar ki cevabı: Çünkü! Sadece çünkü. Ve bu nedenle artık herhangi bir soru sormak için çok geç.” Bazı müslüman sanatçıların şehri işgale gelen Çetnikleri getiren konvoylarla Belgrad’a kaçmalarını aşağılık duygusuna bağlıyor ve aynı sebeple birçok müslümanın çocuklarına Ortodoks isimleri verdiklerini belirtiyor yazar. 1995 Şubat’ına kadar bu kitabı oluşturan notları tutar Mehmedinoviç. İnsanlardan ve milletlerden bir beklentisi kalmamıştır artık, Hajra’nın -ne de olsa bir gün lazım olacak diye- hediye ettiği sabun ve havlu “ölü bir adam” olma düşüncesine alışmasını kolaylaştırır, kitapların şarapnelleri tutma özelliğini de öğrenmişlerdir mesela, sığınakların bütün duvar boşluklarını kitaplarla kapatmışlardır ve “şehir, artık askerî harita misali dümdüz” olmuştur. Tüm bunların yanında kuşatma altındayken sinema festivali düzenlenebilen bir şehirden bahsediyoruz. Kitabın sonunda yer alan söyleşide yazar Sırplar ve Boşnaklar arasındaki yaşama bakış farkını net olarak gösteren bir örnekten bahsediyor: “O sıralar olan biten her şeyin en hakiki temsilcisi No Smoking adlı müzik grubuydu. Grup sonraki senelerde, biri Saraybosna’da diğeri de Belgrad’da olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Savaşın sonunda No Smoking’in Saraybosna kolu aşk şarkıları CD’si çıkarırken, Belgrad kolu savaş şarkıları CD’siyle öne çıkmıştı. Belli ki onlar için savaş henüz bitmemişti.” Savaş bitti ve Saraybosna yaşıyor.
Godot Comes to Sarajevo *
Susan Sontag
I went to Sarajevo in mid-July to stage a production of Waiting for Godot not so much because I’d always wanted to direct Beckett’s play (although I had), as because it gave me a practical reason to return to Sarajevo and stay for a month or more. I had spent two weeks there in April, and had come to care intensely about the battered city and what it stands for; some of its citizens had become friends. But I couldn’t again be just a witness: that is, meet and visit, tremble with fear, feel brave, feel depressed, have heart-breaking conversations, grow ever more indignant, lose weight. If I went back, it would be to pitch in and do something. No longer can a writer consider that the imperative task is to bring the news to the outside world. The news is out. Plenty of excellent foreign journalists (most of them in favor of intervention, as am I) have been reporting the lies and the slaughter since the beginning of the siege, while the decision of the western European powers and the United States not to intervene remains firm, thereby giving the victory to Serb fascism. I was not under the illusion that going to Sarajevo to direct a play would make me useful in the way I could be if I were a doctor or a water systems engineer. It would be a small contribution. But it was the only one of the three things I do—write, make films, and direct in the theater—which yields something that would exist only in Sarajevo, that would be made and consumed there.
back past UN patrols and under Serb gunfire into the freezing, besieged city. Pasovic invited me to see his Grad (“City”)—a collage, with music, of declamations, partly drawn from texts by Constantine Cavafy, Zbigniew Herbert, and Sylvia Plath, using a dozen actors—which he had put together in eight days. Now he was preparing a far more ambitious production, Euripides’ Alcestis, after which one of his students (Pasovic teaches at the still-functioning Academy of Drama) would be directing Sophocles’ Ajax. Realizing suddenly that I was talking to a producer as well as to a director, I asked Pasovic if he would be interested in my coming back in a few months to direct a play. “Of course,” he said. Before I could add, “Then let me think for a while about what I might want to do," he went on, "What play will you do?" And bravado, following the impulsiveness of my proposal, suggested to me in an instant what I might not have seen had I taken longer to reflect: there was one obvious play for me to direct. Beckett's play, written over forty years ago, seems written for, and about, Sarajevo.
Among the people I’d met in April was a young Sarajevo-born theater director, Haris Pasovic, who had left the city after he finished school and made his considerable reputation working mainly in Serbia. When the Serbs started the war in April 1992, Pasovic went abroad, but in the fall, while working on a spectacle called Sarajevo in Antwerp, he decided that he could no longer remain in safe exile, and at the end of the year managed to crawl *Performing Arts Journal, Vol. 16, No. 2 (May, 1994), pp. 87-89
24
. . .. . .. Bu kodu tarayıp bilgilerini giren 3 sanslı kisi. . . . .. baskısı bulunmayan bu essiz . kitabın sahibi olacak *Kodu tarayamayanlar dergibaska@gmail.com’dan link isteyebilirler.
Ervanur Erdoğan
Blöflü Pişti Sana da facir diyorlar iyi mi Sokağın yaması, insanın pisi Tut ki liberalsin, ağzında tütün Sığacak yer mi var memlekette Adın Süleyman olsa bile Mahalle kapılarında Oyalanan bir çocuktun Sırtında eyer, boynunda ip Koştururdu içinde Homeros atlısı Hangi ara oldun Kötü aile babası Ne sinek ne kupa kızı Aradığın döşekti Seni gün gün öldüren de Döşeksizlikti Oturduğun kahveler Nefes alma bürosu Üzerine son sinen Bir köpeğin kokusu
Her levhada karşında homon homini lupus* Omzundaki elin, cebinle olan aşkına Böğürme, kus. Bütün öğretilendi: sevmek ve ateş etmek Üzerinde silah yoktu Elde kaldı sevmek. Israrcı mimari, şehir içinde kramp Ne iniş var ne çıkış Sağın solun kotakamp İnsan yerine konmak, olacak iş mi Olsa olsa blöflü pişti.
*homon homini lupus: insan insanın kurdudur
26
Izet Sarajlić
To Survive All This To survive all this— besides these verses, twelve, fifteen people have helped me, ordinary people, saints of Sarajevo, that before the war I barely knew. The State also showed a certain understanding of my trouble, but whenever I knocked on her door, She was unavailable— or in Geneva or in New York.
Translated by: Sara Nović
27
Illustrasyon: Deniz Aslan
Mehmet Berk Yaltırık
LAMPIJEROVIÇ Emin Ağa kahvelerde, hanlarda çok hikâye dinlemişti. Lampijeroviçlerin lampirlerin tasallutundan doğan, insan gibi olsalar da lampirlerin özelliklerini taşıdıklarına inanılan kimseler olduğunu bilirdi. Lakin bunun âşıklarını gizlemek isteyen kızlar tarafından uydurulduğunu düşünerek Lamija’ya inanmadı, falcıyı kapısından kovdu.
Viyana Bozgunu’ndan seneler önce Bosna Sancağı’nda sahip olduğu hayvan sürüleriyle ünlü, nam ve servet sahibi Emin Ağa adında bir adam yaşardı. Emin Ağa’nın zenginliğinin şöhreti kadar eli sıkılığı, borcunu tahsil etmede acımasız oluşu, öfkesinin önünde kimsenin duramadığı da meşhurdu. Mıntıkada çaresiz kalan, müşkül duruma düşen kimseler için o vakitlerde: “Emin Ağa’ya muhtaç olmuş gibi!” benzetmesi yapılırdı. Zira kimse zor durumda kalmadıkça ondan borç almaya, yardım istemeye kalkmazdı. Borcunu kuruşu kuruşuna almadıkça rahat etmezdi. Dinar Dağları’na sırt vermiş hayli yüksek bir tepede bulunan çiftliğinin girişindeki sedirde bağdaş kuran Emin Ağa, oturduğu yerden Saraybosna Vadisini ve muazzam büyüklükteki şehri rahatlıkla seyrederdi. Ahaliden kimisinin Miljacka dediği Saraybosna Irmağı’nın maviliğini, tepedeki kaleyi, Türk ahali ile Sırp,
Bulgar, Eflaklı, Yahudi reayanın yaşadığı kefere mahallelerini, tepesi kiremit ve tahta örtülü çok katlı evleri, temiz ve kaldırım döşeli sokakları, dükkânları, Hünkâr Camii başta olmak üzere kubbeleri ve minareleriyle camileri, tekkeleri, medreseleri, bazı çeşmeleri, hamamları, şehir dışındaki su değirmenlerini ve ırmak üstündeki taştan yedi köprüyü seyretmeye doyamazdı. Şehrin üstü kalın direklerle örtülü çarşısına, kâgir bedestenine gelip giden Venedikli ve Dubrovnikli tüccarların konuşmalarını, çeşit çeşit lisandan lakırdıları çiftliğinin az aşağından geçen yoldan rahatlıkla işitirdi zira Saraybosna yolları her zaman dolup taşardı. Emin Ağa’nın üç kızı vardı, ikisi de varlıklı beyzadelerin evlerine gelin gitmişti. En küçükleri Amina yaşı gelmesine rağmen evlenmemişti. Üç kız kardeşin içinde ismen tanınan ve güzelliğiyle zikredilen Amina’ydı. Bosna Sancağı’nın birçok yerinde kendisinden övgüyle bahsedilir,
29
kendisini sevip alamayan bedbahtların yaktığı türkülerde, sevdalinkalarda adı geçerdi. Kendisini hiç görmeyen biri bile Emin Ağa, Amina’yı beylere, paşalara, paşazadelere layık gördüğünden kendisine gelen çoğu görücü maksadına nail olamadan geri dönerdi. Sakınan göze çöp batar derler, fırtınanın ağaçları kökünden söktüğü bir gece hangi köy mezarlığında huzur bulamayıp çıktığı meçhul bir hortlak, lekeli kefenini savura savura Emin Ağa’nın çiftliğine kadar geldi. İnsanların hayvanların damarlarında dolaşan hayat sıvısını cehennemi susuzluğuyla arzulayarak fersiz gözleriyle çiftliğin kapılarına, pencerelerine tek tek baktı. Kararmış tırnaklarıyla duasız kapatılmış pencerelerden birinin tahtalarını aralayarak odalardan birine girdi. Karanlığın içerisinde soluk bir hayal gibi geçip giderken genç Amina’ya rastladı. Kız kâbuslarla boğuşurken üzerine çöktü, kanını içti, gece boyu rahat bırakmadı. Horozlar ötmeye başladığında hortlak sallana sallana geri geri adımlar atarak çiftlikten çıktı, kabrine geri döndü. Amina’yı sabah vakti hayli bitkin ve solgun vaziyette gördüler. Uyuduğu odanın tahta perdeleri aralanmış şekilde bulunduğundan alelade bir hastalık zannedildi. Çiftliğin yanaşmaları boğazındaki yara izini görür görmez her biri telaşa kapıldı. Amina’ya hali hatırı sorulduğunda çocukluklarında rastladıkları yerde dalga geçip kovaladıkları Deli Mujo’yu gördüğünü, ancak Mujo’nun insandan çok hayvanı andırdığını söyledi. Ahaliyi dehşete düşüren Amina’nın Mujo’yu kıllı vücuduyla, kor gibi yanan gözleriyle ve dikenler misali ağzından çıkan sivri dişleriyle tarif etmesi değildi. Mujo dedikleri çiftliklerin arasında, bazen de şehrin sokaklarında dolaşan kendi halinde bir meczuptu ve yıllar önce daha Amina çocukken ölüp gitmişti. Öldü bildikleri birinin yıllar sonra kalkıp dolaşmasına ya soba başında dinledikleri kocakarı masallarında yahut uzak köylerden, kasabalardan gelme kimselerin han köşelerinde titreye titreye anlattıkları ürpertili rivayetlerde denk gelmişlerdi. 30
Yaşadıkları yerde kefenini savura savura dehşetli bir lampirin dolaşması, hajduk baskını kadar korkutucuydu. Yanaşmalardan ve hizmetlilerden kimi çiftlikten ayrılmak isterken kimi tütsü yakıp çiftlikte dolaştırmaya, kapısına penceresine sarımsaklar, nazarlıklar asmaya başladı. Emin Ağa korku içerisinde Saraybosna Irmağı boyunda ıssız bir değirmende yatıp kalkan Lamija Kadın’ı çağırttı. Lamija Kadın, ahalinin fal baktırıp kurşun döktürdüğü, göze görünmeyenlerin dilinden anladığına inandıkları, karın tokluğuna yaşayan bir garipti. İsmi dışında nereli olduğunu, anasının veya babasının kim olduğunu bilen yoktu. Lamija Kadın çiftliğe gelir gelmez ortalığa çöken ölüm kokusundan hortlak musallatını tanıdı. Amina’ya bakıp lampirin boğazına yapışarak kanını içtiğini, iki gece daha gelip gitmesi halinde sonunda kızı öldürebileceğini söyledi. Emin Ağa, beyzadelere beylere layık gördüğü kızının hastalıktan adı çıkmasın diye hem falcı kadına hem çalışanlara malını mülkünü saçtı, ilk defa bu durumu görenler hayrete gark oldu. Lamija Kadın, ancak geceleri bebek ağlama seslerinin ve düğün kalabalığını andıran esrarengiz seslerin işitildiği arazilerde biten adı meçhul otlar istetti. Bunların bir kısmını küçük küçük tavalarda tütsü yapıp çiftliğin dört bir köşesine tüter halde bıraktı. Tahtalara çizdiği tasvir ve yazıları nazarlıkların yanına kapılara çiviledi, sarımsakların yanına gül ve kurtboğan demetleri de astırdı. Geceleri birkaç kişinin nöbet tutarak belli zamanlarda havaya ateş etmesini, ışıkları söndürmeden uyunması gerektiğini öğütleyerek kendisi geri dönene dek bunları yapmalarını söyledi. Falcının gidişinin ardından çiftlikte tedirgin edici ve ürpertili vakitler başladı. Güneş battıktan sonra lampir çiftliğin kapısına dayanıyor, tahtaları taşları tırmalayarak kendisini içeriye almaları için sövüp sayıyor, horozlar ötüp ezan okunana dek ahaliyi tehdit ediyordu. Dışarıdan eşyaları hareket ettirerek, tuhaf sesler çıkararak insanların huzurunu kaçırmaya çalışıyordu. Bir gece lampir ayağını çiftlikten kesip görünmez olup
sabahına da falcı Lamija Kadın gelince kurtulduklarını anlayarak hallerine şükrettiler.
Emin Ağa’nın kendilerini görmezden gelmesini İbrocuk hiç anlayamadı. Aklı biraz ermeye başladığında bir gece vakti annesini kaybetti. Çiftliğin ardından gösterişsiz bir mezara gömülmesinin ardından kendin çiftlik çalışanları arasında buldu. Emin Ağa başta olmak üzere çiftlik ahalisi tarafından yabancı gözüyle bakıldı, horlandı, dışlandı. Ufak yaşına rağmen odun ve su taşıttılar, gün yüzü göstermediler. İbro hiçbir işten şikâyetçi olmadı, zorlanmadan yükleri taşıdı. Çiftliğe gelip gidenlere kimi kimsesi olmayan bir yanaşma olduğu söylendi. Gerçeği bilen İbro ise kimseyle konuşmadı. Çocuk cüssesine rağmen kuvvetliydi, fısıldananları duvar ardından duyacak denli iyi işitiyor, bir günlük yoldan geleni geçeni görüp neci olduğunu tarif ediyordu. Biri döveceği zaman hızlı hızlı hareket edip kaçıyor, bir sıçrayışta ağaç dallarına, ahır çatılarına erişebiliyordu. Emin Ağa, İbro’nun doğduğu gece falcı Lamija’nın söylediklerini ara sıra hatırlıyor ama bilmemezlikten gelmeye devam ediyordu. Öfkesi, batıl inanışlarından daha kuvvetliydi.
Çiftlikte sükûnet yeniden hâkim oldu, Emin Ağa’nın kızının hastalandığını kimseler duymadı, garip seslerin akıbetini soran komşu çiftlikten kimselere deli gözüyle bakılıp geçiştirildi. Aylar sonra Amina’nın hamile olduğunun anlaşıldığı gün kızılca kıyamet koptu. Emin Ağa borçlularına göstermediği zulmü kızına yaşattı. Dayakla tehditle karnındakinin babasını sordu, kızı bilmediğini söyledikçe dünyayı dar etti. Ahıra kapatması, aç susuz bırakması kâr etmedi. Çiftlik ahalisini susturup kızını dünyadan sakladı, sanki olmamışçasına yok saydı. Amina’nın doğum sancılarının tuttuğu, yanaşmaların kızın başına üşüştüğü bir gece Lamija Kadın tıpkı aylar önce olduğu gibi kapıya dayandı. İyi saatte olsunların kendisine doğacak bir lampijeroviçi haber verdiklerini, Amina’nın kefeniyle dolaşan Mujo’dan hamile kalmış olabileceğini söyledi. Emin Ağa kahvelerde, hanlarda çok hikâye dinlemişti. Lampijeroviçlerin lampirlerin tasallutundan doğan, insan gibi olsalar da lampirlerin özelliklerini taşıdıklarına inanılan kimseler olduğunu bilirdi. Lakin bunun âşıklarını gizlemek isteyen kızlar tarafından uydurulduğunu düşünerek Lamija’ya inanmadı, falcıyı kapısından kovdu.
Günlerden bir gün başka başka köylere, çiftliklere, mezralara musallat olan azılı lampir Mujo, seneler sonra yeniden Emin Ağa’nın çiftliğine dönüp korumasız bulduğu kapıları pencereleri yoklamaya başladı. Yanaşmaların kaldığı bir ardiyeye yanaştığı esnada içeride uyuyan çocukların kokusu Mujo’nun iştahını kabarttı. Kanlarını içmek üzere adımını ardiyeye attığı esnada bir köşede uyuklamakta olan İbro hemen gözlerini açtı. Karanlıkta gündüz misali gördüğünü fark edip tepesinde dikilmekte olan kefenli hortlağı ayan beyan gördü. Lampir kıpırdayamadan sanki hep yaparmış gibi olduğu yerden fırlayıp lampirin üzerine atıldı. Yaratığın böğürtüsü, ardiyede tepişmeleri derken çıkan sesler tüm çiftliği ayağa kaldırdı lakin hortlağın bu dünyaya ait olmayan sesi yüzünden korkusundan kimse dışarıya çıkamadı. Lampir bir ara İbro’yu duvara yapıştırıp dikenleri andıran dişleriyle boynuna yapıştı. Lampijeroviç olan İbro’nun kanı zehir misal dudaklarını ve ağzını yakınca acıyla inildeyerek geriledi.
Çocuk ters geldiği için ancak güneş tepeye yükselmeye başladığı esnada Amina’nın kucağına oğlunu verebildiler. Soluk teni ve fersiz, kapkara gözleriyle insanı ürküten hilkat garibesi bebeğiyle Amina o günden sonra kendini ahırda bir döşekte buldu, ne kendisi ne yavrusu mecbur kalmadıkça insan içine çıkarılmadılar. Amina’nın adı türkülerden, söylencelerden silindi, oğlu İbro’yu da çiftlik ahalisinden başka kimseler tanımadı. Annesi yaşadığı talihsizliği bir gece gizlice anlatmıştı da İbro yanlışlıkla Emin Ağa’ya “Dedo!” diye hitap etme gafletinde bulunmuştu. Emin Ağa hem Amina’yı hem İbro’yu dövünce küçük çocuk kimseyle konuşmamaya başladı. 31
ancak asıl olarak kabir kaçkını taifesine kan kusturmasıyla tanındığını tek tek anlattı âşık. Ahalisi boşalmış köylere, cinlerin yuvalandığı mezarlıklara, sahiplerinin geceleri kan içmek için civar köylere dadandığı harap kalelere giderek bir alay upiri, lampiri cehenneme yolladığını hikâye etti. Cengâver İbro’nun gittiği her yerde kendini tanıtırken Saraybosnalı olduğunu, bir gün annesinin ve kendisinin hakkı olanı alacağını söylediği esnada Emin Ağa uykusunun geldiğini bahane ederek odasına çekildi.
İbro sanki marifetlerinin tümünü bilirmiş gibi Mujo’nun üzerine yürüyerek güreşir gibi yaka paça tutup dışarıya çıkardı. Hortlak kıpırdayamadan kurt kapanı tatbik eder gibi mahlukatı ayakları ve kollarıyla sarıp yere yıktı. Deli Mujo çığlıklar atıp böğürse de lampijeroviçin kuvvetini alt edemiyordu. İbro ne yaptığını bilirmiş gibi gün doğana dek lampiri bırakmadı. Horozlar ötüp gün doğarken kurtulmak için havayı tırmalayıp dişleyen hortlağı güç bela zapt edebildi. Gün ışığı çiftliğin avlusuna dolunca lampir duman çıkarıp yanıyormuşçasına sağa sola yuvarlanmaya başladı. Küle dönüşüp rüzgâra karışana dek çiftlik ahalisi bu dehşetli cengi izledi. Çiftlik ahalisinin ağzını bıçak açmadı. İçlerinden biri öldürdüğü lampirden doğduğunu ve lampijeroviçleri anlatınca kısmetini ne yönde aramasını gerektiğini o yaşta anladı. Geceyi beklemeyip, yanına bir çul almadan çiftliği terk edip gitti.
Aşıkın gelişinden birkaç ay sonra çiftlik yolunda sırtı tüfenkli, hem atında hem üzerinde piştov ve hançer kabzaları ışıldayan, bir belinden karabela dedikleri bir tür kılıç, öbüründen nacak sarkan, burma bıyıklı, çakır gözlü, uzunca boylu bir adam görüldü. Yanaşmalar kim olduğunu çekine çekine sorunca çiftliğin sahibi olduğunu öğrendikleri delikanlı yatağında huzursuzca yatmakta olan Emin Ağa’nın karşısına çıktı. Karşısında mağrurca dikilmekte olan gencin İbro olduğunu, seneler önce ölen küçük kızı Amina’nın gözlerine benzemesinden anladı. İhtiyarın “Emanet sahibinindir artık…” diyerek canını oracıkta teslim etmesini çiftlikte kalan bir avuç yanaşma kapının eşiğinden hayretle seyretti.
Yıllar yılları kovaladı. Emin Ağa’nın serveti azalmadı lakin işleyecek, takip edecek, çekip çevirecek kimsecikler kalmadı. Kızları mirasından pay geleceğini umarak çiftlikten ayaklarını kestiler, aksiliği ve cimriliği arttıkça kapısında çalışabilecek pek az yanaşma kaldı. Sürüsü dağıldı ancak işleyebileceği kadar toprağı ve çiftlik elinde kaldı. Her gün yatağına sağ çıkmamak umuduyla girip sabah vakti yaşadığına pişmanlık duyarak uyandı.
Bir dönemler Emin Ağa adında bir ihtiyarın işlettiği çiftlikte İbro adında bir başka adamın türediği, hayvan sürüleri aldığı, zenginleştiği anlatıldı. Bosna kalelerinden hudut palankalarına uzun süre ortadan kaybolan İbro’nun akıbeti konuşuldu. Silah arkadaşları Rumelinin meçhul bir köşesinde ölüp kaldığına hükmetti. Çok az kimse onun yeni bir hayata başladığını bildi. İbro, Saraybosna’yı yakıp yıkan Nemçe orduları gelene dek hayatta kaldı. O yaşadıkça bölge ahalisi lampire, upire diğer Rumeli ahalisi gibi tesadüf etmedi ancak masallarda, lakırdılarda rastladı. Nemçe ordusu çekildikten sonra ahalinin bir kısmı İbro’nun öldüğüne, bir kısmı da başka bir isimle hortlakları kovalamaya devam ettiğine inandı.
Bir gün Saraybosna’ya gitmekte olan bir âşık yağmura yakalanınca Emin Ağa’nın çiftliğine sığındı. Uzun süredir şehre inmeyen, kimsenin de ziyaretine gelmediği ihtiyar adam âşığı buyur edip önüne sofra serdirdi. Ardından yedi düvelin hikâyesini çiftlik ahalisiyle dinlemeye başladı. şık ona Saraybosnalı İbro diye çağrılan bir lampijeroviçten bahsettiği an dünya gözüne daracık mezar yeri gibi göründü. İbro adında bir delikanlının nefer yazılara Bosna paşalarının kapudanlarının ardında hajduk ve kefere kovaladığını, ta Nemçe hududuna dek giderek oralarda da gönüllü namıyla çapullara katılıp düşman içinde nam saldığını,
.
32
Bosna Kahvesi'nde Ziya Dizdareviç
Tü r kç e s i : N e c a t i Z e ke r i y a
Kır saçlı insanlar oturmuşlar kahvede. Kurumuş dudaklarından parçalanmış ciğerlerinden cigara dumanları halka halka dağılıyor ortalığa. Sonra bir noktada kümeleşiyor, yükseliyor tavana. İnsanlar sırtlarını duvarlara vermiş, susuyorlar. Saatlerce hep böyle.
Beyim, ben sana merhaba dedim mi? Dedin birader, dedin.
Susuyorlar ve seyrediyorlar cigara dumanlannı.
Muşan, şu kuzubaşını gördün mü? Tuhaf doğrusu? Bir marifet bulmuş. Ha gördün mü?
Yarım saat, bir iki saat böyle geçiyor. Neden sonra İbro bir şey hatırlıyor:
Ellerinde cigara, kibrit ve pipo Elleri uzanmış, boşlukta hareketsiz olduğu gibi kalakalmış. Her şey, yumuşak, hastalıklı kirli hava içinde kımıldamadan duruyor.
Gördüm. Başıçıplak. Ne diyorlar ona, ha, dürbie, onu evet boynuna asmış, öyle dolaşıyor çarşıda. Aman yarabbi, ona bu ne gerek?
Kahvenin kapısı gıcırdayarak açılıyor, sessizliği Muhammed beyin selamı bozuyor. Bey mindere oturuyor. Dumanlar da bir ara dağılıyor.
Maşo, yanıt beklemiyormuş gibi bir hal alıyor. Onun ne umurunda bu. Yanan yansın, yıkılan yıkılsın, zaten kimseler de yanıtla mak niyetinde değil. Tekrar sinek vızlamaları, duman ve boğucu bir hava.
Eh merhaba beyim! Merhaba! Merhaba! Tembelce selam vermeler, selam almalar. Görevlerine göre bir biri ardından söyleniyor merhabalar. Sonra yine sessizlik, derin, anlamsız bir sessizlik başlıyor.
Bir, iki beş dakika hep böyle.
Sinek faki tavanda hafifçe sallanıyor. Yakalanmış bir sinek uzun uzadıya vızıldıyor. Sonsuz bir usanç duygusu!
Canım ona dürbün derler, onunla dağa çıkılır diyorlar. Onunla Materça’dan bakılırsa, Şititsi’deki çekirge görülür. Konuşma ağı ağır yayılıyor, sözcükler taş gibi ağır düşüyor. Sesler kimsenin umurunda değil, yalnızlık içinde boğulup kalıyor. Yanılmazsam Ethem Efendi bana bir defa anlatmıştı, hayır o değil belki başka biriydi, canım oydu, evet evet oydu... Yavaş ya vaş tekrar anlatmaya başladı. Evet, Ethem Efendi bir
Neden sonra Cemil efendi:
Ah! diye bir ses yayılyor ortalığa ve ardından: Ah! Ah! Ah! diye ahlamalar geliyor. Sonra tekrar bir ölüm sessizligi.
33
defa dürbün le Materça'dan bakarak Şititsi'de çekirgeyi gördüğünü söylemişti. -Yaaa! Görmüş, öyle mi? Allah, Allah! -Eyvah! -Evet, görmüş, hatta çekirgenin sağ bıyığının hareket ettiğini gördüğünü bile söylemişti. -Aman Allahım, bu da ne olacak?! Tekrar sessizlik. -Git de şimdi neden sağ bıyığını kımıldadığını anla! -Yaa! Hayret doğrusu! Tekrar sessizlik. -Birader, Allahın hikmeti! Bu hayret gibi söylenen ”yaa”lar da anlamsızlıkla dumanlar içinde dağılıp yayılıyor, eninde sonunda, her şey anlamsız. Cıgaraların uçları ateşleniyor, dumanlar dağılıp kümeleşiyor, yeniden kahvede oturanlar susuyor, zaman zaman bir şeye hayret edip bir ”ah” çekiyorlardı, tekrar kahve içindeki dünyaya bırakıyorlar kendilerini. Kahvenin dışında, çok ötelerde büyük bir hızla gelişip değişen yaşam onların umrunda bile değil.
Çizim: Hazal Sezgin
Sulo Ağa ile Eşref derinden öksürüyorlar. Fincanın dibindeki kahveyi yudumluyorlar. Yeniden: Kahveci iki kahve, biri sade biri az şekerli olacak! Tekrar bir sessizlik. Tekrar duman. Hep öyle. Zaman duruyor.
34
35
Gülhan Tuba Çelik
Yedi Korku, Tek Aşk “Hayatta her şey her nasılsa aşka ve korkuya indirgenir. Bunların dışında pek bir şey yoktur. Bütün kötülükler korkudan uyanır, savaşlar korkudan doğar, savaşın şerri aşağılamadan, aşağılama da başkalarından korkan insanlardan açığa çıkar.” cümlesi, söz konusu kitabın sonlarına doğru karşıma çıksa da kitabın başından beri işlenen, aşk ve korku elbette. 1969 yılında Bosna Hersek’in Zenica şehrinde doğan Selvedin Avcidin’in bol ödüllü bu romanı korkunun, hepimizin hayatına hükmeden tek gerçek olduğu ve bunu bazen aşkın unutturduğu üzerine. Dünyanın en gizemli sayısı olan “yedi” bütün kadim medeniyetlerde yerini korumuştur. Babil medeniyetinde bolluk bereket sembolü olarak düşünülen, Mısır medeniyetinde kader tanrıçalarının sayısını simgeleyen, Yahudilik’te Sebt Günü geleneğine yansıyan, Hristiyanlık’a geçiş için gerekli sakramenti bünyesinde toplayan, İslamiyet için de birçok sembolü barındıran “yedi”
rakamı Avdic’in kitabında da merak üstü uzanıp perde aralarından sızan güneş ışınlarını seyrettim. Su borularının uyandıran yapısıyla var olur. şırıldamasını, duvarlardan duyulan Yedi Korku adlı romandaki olaylar, komşuların boğuk seslerini, asansörün yedi korku üzerine bina edilmesinin gıcırdayışını, güvercinlerin teneke kaplı yanında, 2005 Mart’ının yedinci pencere kenarlarını tırmalayışlarını günü başlar. Daha ilk sayfada bilinçli dinledim. Gözümü tavana dikip suda bir “yedi” vurgusu vardır. Hatta öyle çözünen tatlı bisküviler yedim… ki Liberation gazetesinin haberine Uyudum… Hepsi bu. O günlerde göre o gün, Ljute na Treskavici yaptığım ve yapmayı istediğim şeyler köyünde kar tepelerinin yüksekliği bunlardan ibaretti. Mutsuzdum.” yedi metreye ulaşmıştır. Gerek kitabın adında gerekse kitap boyunca işlenen yedi korkuda, “yedi” rakamının tekrar edilmesi okura mistik bir gerilim sunar. Roman Bosna Savaşı’ndan harap halde çıkan bir şehirle, savaşın ve aşkın artıklarıyla tek başına mücadele eden bir adamın ortak paydasında cereyan eder.
7 KORKU Selvedin Avdiç Dedalus Kitap Anlatıcının bizimle paylaştığı hikâye, dokuz ay boyunca yatağını terk etmek için bir sebep bulamamasıyla başlar. Onun ruh hali, sadece savaş ve aşk artığı bir halde olmasına bağlanamaz. Cümleleri evrenseldir ve neredeyse hepimiz için en az bir kez hissedilmiş yoğunluktadır. İçimizdeki kör noktayı şu cümlelerle yeniden buluruz sanki: Saatlerce sırt
36
Kitap yalnızlık ve karanlığın bunalımları ile ilerlerken bir yandan da roman mekânına ve zamanına dair teknik hamlelerden yararlanılır. Gazete haberleri bu konuda sık sık yararlanılan bir kaynaktır. “Gazeteyi açtım. İkinci sayfanın üst kısmında, 1995’ten beri Kayıp Arama Federal Heyeti ekiplerinin 363 adet toplu mezar bulduklarını ve mezarlardan 13915 kurban çıkardıklarını anlatan bir makale buldum.” cümleleri kolektif bir yaranın ruhunu da atmosfere katması bakımından önemlidir. Anlatıcımızı dokuz ay boyunca yatağına ve evine mıhlamış olan bu umutsuzluk ve yalnızlık bir gün bir telefonla bölünür. Ertesi gün kapıya da gelen Mirna, birçok açıdan geçmişi simgelemektedir: “Mirna savaş sırasında ortalıktan kayboldu. Ne zaman gittiğini bile fark etmedim, çünkü o dönem her şey ortalıktan kayboluyordu; insanlar, alışkanlıklar, eşyalar, gelenekler, tam bir kelime yığını. Kasabanın kendisi bile tamamen değişmişti. Yiyecek, su ve elektrik sorunları gibi olağan durumlara uyum sağlamaya çalışırken, insanların kolayca gitmesine de alışmıştım. Coka
ciğerli sosisi hayatımdan çıkarırken, bunu seven bir arkadaşımın da kaybolduğunu fark etmiştim.” Mirna’nın dönüşü ve anlatıcımızdan istedikleri sadece yakın bir geçmişin değil yüzlerce yıllık gizemin de habercisidir. Mirna, radyo sunucusu babasının gizemli kayboluşunun peşine düşerken anlatıcımızı da yanında sürükler. Geriye dönüş teknikleri ile anlarız ki Mirna’nın babası Aleksa, Perkman adı verilen yer altı ruhu ile karşılaşmış ve bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştır. Sonun –ya da başlangıcın- Perkman’da düğümlenmesi, karanlığı daha da ileri bir boyuta taşıyacaktır. Roman zaten en çok karanlıktan beslenir. Karanlığın ortaya çıkardığı rüyalar bize kitap boyunca eşlik eder. Romanın yan dallarından rüyalar hatırı sayılır derecede çoktur ve gerilimle gizem doludur. Fantastik ve korkuya kayan damar da yine rüyalar aracılığı ile verilir. Esrarengiz ziyaretçiler, büyük ve kanlı gözler gibi tedirgin edici figürler rüyalar aracılığı ile ortaya çıkar. Karanlık faktörü, gerilimin başladığı ve bittiği nokta olarak maden ocağının seçilmesinde de kendini gösterir. Gerek dış gerek iç gerekse bilinçaltı mekânlarının analizinde tahlillerin başarısı ve psikanalitik çözümlemelerin gücü dikkat çeker. Gözlemler, sesler, ruh ve yaşam tüm canlılığı ile kitaptadır. Öfkeden aşka, tutkudan histeriye, korkudan merhamete bütün duygular okura büyük bir algı gücüyle
sunulmuştur. Bu ruhsal derinliğin yanı sıra fiziksel bir belirginlik de vardır. Roman görsel zenginlik anlamında da oldukça güçlüdür. Sahneler okuru içine alır ve atmosferine sokar. İroni ve espriyle harmanlanmış sade bir üslup akıcılığın sebeplerinden biri olmuştur. Romanı teknik anlamda genişletip canlandıran bir diğer şey ise defterlerdir. Kitap, Aleksa’nın defteri üzerinden geçmişe doğru akar ve genişler. Akış boyunca mitolojiye, sinemaya, resme, müziğe yapılan değiniler; yazarın aktif kültürel yapısını simgelemesi bakımından önemlidir. Sanatın tüm dallarından beslenen roman şüphesiz kendini zenginleştirmiştir. Olay akışında, delilerin varlığı ve sembolik konuşmaları geleceğe ve kehanete açılan bir kapı gibidir.
Anlatıcının insomnia-uykusuzluk problemi kitaptaki gerilim tırmandıkça had safhaya ulaşır. Bu süreçte yedi korkunun hepsi de tek tek üzerine çöreklenir. Tüm korkular ve bütün katmanlar, roman boyunca başarılı bir şekilde verilir. Aleksa’nın peşine düşmesi onu Pegasus kardeşler ile karşılaştırınca, Perkman’la karşılaşması da zor olmayacaktır. Tüm sayfalar boyunca karanlıktan beslenen roman, aradığına yine karanlığın ortasında kavuşur. Bu son değil, belki de başlangıçtır. Çünkü romanın
37
sonundaki yedi boş sayfa, şu an üzerinde basılı olmayan harfleri beklemektedir
S A R A J E V O TA X I ’’Bu şehirde şoför olmak hem rehber hem bodyguard hem de politikacı olmak gibidir. ’’ Enes Güler Yıllardır Saraybosna’da yaşıyorum. Biz ona aslında Sarajevo deriz. Bu Sarajevo'da belli başlı taksi firmaları vardır. Zuti (Sarı) Taksi, Crvena (Kırmızı) Taksi, Samir&Emir, Kale, Sarajevo Taksi gibi...
model Mercedes’e denk gelirseniz şaşırmayın yani. Araç sahipleri de öyle araç şoförü değil bizzat aracın sahibidir. Bu firma şehirde dolaşan dedikodulara göre mafyadır. Arkası sağlam olduğu için müşterilere de istediği gibi davranır. Kısa mesafeye gitmez, giderse de fiks ücret alır. Eğer bagajınız varsa ekstra para alır. Havalimanına gidiyorsanız taksimetre açmaz. Havalimanından şehre inecekseniz yine taksimetre açmaz. Bindiniz, şoför baktı trafik var, gideceğiniz yere kadar baya zaman geçecek, o zaman sizi yolun ortasında indirebilir, gibi gibi...
Hepsinin belli başlı özellikleri vardır. Mesela Zuti Taksi en ahlaklı taksi firmasıdır. Arabaları ekseriyetle 1995-2000 arası VW'lerden oluşur. Golf 3'den başlar Passat'a kadar gider arabaları. Pek konforlu değildir ama en yakın mesafe için bile laf yapmaz şoförleri, işlerini yaparlar. O yüzden halkın gözü genelde Zuti Taksi’yi arar. Ama bu taksinin kötü yanı yaygın olmamasıdır. Diğer firmalara göre daha az arabası vardır. Şehirdeki en yaygın Mesela Crvena Taksi de tercih taksi Sarajevo Taksi'dir. edilesidir ama o da pek yaygın değildir. Şehirdeki en yaygın taksi Sarajevo Taksi'dir. Zaten eğer Saraybosna'ya giderseniz bunu fark edersiniz. Havalimanında dahi Sarajevo Taksi sırası bekler sizi. Bu taksi firmasındaki arabalar ekseriyetle lükstür. Son
Zaten eğer Saraybosna'ya giderseniz bunu fark edersiniz. Havalimanında dahi Sarajevo Taksi sırası bekler sizi.
38
Neyse, bir gün İstanbul’a döneceğim. Bulunduğum yerden taksiyle havalimanına yaklaşık olarak 15 km (konvertibl mark) yani 7,5 euro bir şey tutması lazım. Bende de tam 15 km var. Cüzdanımda Türk parası ve dolar var. Euro olsa gene kurtarırım ama aceleden yapamadım, uçağa da yetişmem gerekiyor. Şansıma telefonumda
kontörüm de bitmiş, dolayısıyla Zuti Taksi’yi arayamıyorum. (Bosna'da taksiler gelirken taksimetre açmaz) gözlerim bir yandan Zuti diğer yandan Crveni Taksi arıyor ama yoklar. Bu esnada cayır cayır Sarajevo Taksi geçiyor. Hem prensip gereği hem de elimdeki bagajla havalimanına gideceğim için taksimetreyi açmayacağını bildiğimden durdurmuyorum. Ama zaman da geçiyor, havalimanına yetişmem gerek. Artık daha fazla sabredemedim ve Sarajevo Taksi’lerden birini durdurdum. Adam durdu. Valizimi bagaja koydu. Ben sormadan aerodrom, dedi. Ben de ‘da’ dedim. Turcin dedi. Yine ‘da’ dedim. Tam şoföre; bak cebimde 15 km var, daha fazla tutarsa veremem, diyecekken lafa daldı; ben Türkiye’ye en az 15 defa gitmişimdir, dedi. Hadi ya ne güzel, dedim (bunlar hep klişe taksici muhabbetleridir). Ama bayadır gidemiyorum dedi. Neden dedim, sizin paranız eskisine göre Türkiye’de daha değerli. Tam gidilecek zaman. Hem Pegasus, Atlas Jet gibi firmalar da var, Türk Hava Yollarına muhtaç değilsin, diye de ekledim. Valla, savaştan önce çok giderdim ama artık gidecek ne zamanım ne de param var. Tüm bunlar konuşulurken adamın taksimetreyi açmadığını fark ettim. Tam bu durumu söyleyecekken yine lafa girdi. Bak dedi, biz eskiden çok güçlü bir ülkeydik. Ben o zaman Türkiye'ye tatile gidiyordum, alışverişimi de oradan yapıyordum dedi. E peki neden şimdi gidemiyorsun, hiç mi durumun el vermiyor? diye sordum. Savaştan sonra, bizim gibi burada kalıp savaşanlar, bugün kıt kanaat geçinip hayatta kalma mücadelesi verenler, ama savaşta kaçıp tekrar buraya geri gelenler iş sahipleri ve patronlarımızdır, dedi. Bu araba senin değil mi? diye sordum. Benim ama kendi zevkim için kullanamadıktan sonra benim olsa ne fark eder, diye cevap verdi. Peki o zaman niye Sarajevo Taksi'de çalışıyorsun? diye sordum. Ne demek istediğimi anladı. Neden diğer firmalarda çalışmıyorsun demek istemiştim... Bak dedi, burada bütün firmaların sahipleri aynıdır, hepsi üç kağıtçıdır. Bu şehirde şoför olmak hem rehber hem bodyguard 1
2
hem de politikacı olmak gibidir. Eğer sadece bir tanesi isen, Zuti'de çalışırsın, eğer ikisi isen Crveni'de, eğer bu üç özellik sende varsa Sarajevo Taksi'de çalışırsın. Bende bu üç özellik de yok. Ama ben bu şehrin en iyi şoförüyüm. Çünkü savaştan önce rahmetli Başbakan Cemal Bijedic'in şoförlüğünü yaptım. Benim CV'im güçlü (Bu sırada gülüyoruz). Havalimanına varmak üzereyken muhabbetin verdiği samimiyete de dayanarak taksimetreyi soruyorum, e açmadın diyorum. Gülüyor. Jebo te! diyor. Unutmuşum! Neyse sen 10 mark ver oradan buraya en fazla o kadar yazardı diyor. 10 markı veriyorum. Geriye 5 mark kalıyor. Onla da check in'den sonra bir Boşnak kahvesi söylüyorum kendime... 4
1 Aerodrom: Boºnakçada Havaalanı demektir. 2 Da: Boºnakçada ve Slav dillerinde Evet manasına gelir 3 Turcin: Boºnakçada Türk manasına gelir. Turçin diye okunur. Cümle içerisinde soru kalıbıyla Türk müsün? manasında kullanılmıºtır. 4 Jebo te: Küfürlü bir nidadır. Gün içerisinde beklenmedik geliºen olaylar için sıklıkla kullanılır.
39
DEPTHS OF IMAGINATION Halit Revaha Zini
It was a warm spring night, and after the day’s hustle and bustle, he was finally back home at Hrastovi district where he lived a semi-hermit life. He wasn’t feeling hungry, so he skipped to the next steps of his eveningly routine. He powered up his laptop and turned on an easy-going song, and put tea on the stove.
As he was contemplating on the veteran’s story, he heard three shots fired from a handgun. He thought maybe somebody somewhere was celebrating an occasion. Then another round of three shots came, followed by several scattered shot from all around. He wasn’t much of a football enthusiast, so he wasn’t in the scene to know if it was a celebration after a derby victory, he thought maybe that was the case and stopped dwelling on the issue.
The house was far from the life of the city center, on top of a steep hill that was not the busiest neighbourhood. There was, of course, life enough to form a mahala but the only traffic was created by the frequents of a famous restaurant right at the foot of the last climb to the hilltop, where his house was, and residents of the mahala coming to and leaving their houses within their own routines. Although he had a wide circle of friends, they all preferred meeting at the city center rather than on this hill at the outer edge of city life.
No sooner than he credited the shots fired to a group of hooligans’ victory parade, he heard automatic rifles bursting from each side of the hill, and then shots intensified. Then came a shrilling sound... followed by an explosion, shaking the building he was in. That shrill sound, he shockedly realized, was the wailing of an artillery shell! Many others followed right after, the sky was lighting up and the earth was shaking. Shells were landing close enough to rattle the house but not close enough to break the glasses. The guns fired almost nonstop now, small arm munitions thrown like insults in a heated conversation, and the artillery shells were the punctuation marks, every now and then emphasizing on one sides or the other’s point.
He sat down on his couch with a cup of hot tea in his hand and began reflecting on the day. It was an interesting and educating day. He met a local war veteran from the war of ‘92, an old man but much younger at heart, and listened to what the veteran had to say about everything he came to hear from the umpteenth narrator down in the line of hearsays. He listened to the stories of how the man was evolved from a run-of-the-mill artisan running from shelter to shelter in order to survive, to a rag-tag combatant who took up arms in order to defend his country and loved ones.
He was a deeply religious person, so at the face of an unknown of this magnitude he turned to God for the safekeeping of his mind if nothing else. He was praying nonstop, reciting every verse of the Qor’an he had in his memory. With the shootings intensified, another high volumed voice erupted around; the stray dogs of the
40
mahala began adding their chorus’ voice to the ongoing pandemonium. He couldn’t decide which was testing his sanity more; the endless gun fire, the ululating sound of the mahala’s stray dogs, or the combination of both which had reached to an apocalyptical tone. He never stopped praying once, then he began shouting the words, determined to beat the maddening cacophony with his own voice, but the tears gushing forth from his eyes betrayed his determination. Soon he was trembling in the corner of his kitchen, still praying yet in a mellow voice, shaking and crying. A thump came from the house door... Then, another... There was somebody or more likely “somebodies” outside, determined to break into the house. There were some remarks exchanged in low murmurs, but he was in no shape to understand the words or the language they were spoken.
kers raining down and the landlord’s dog looking at him all puzzled. In a moment the landlord appeared on the other side of the hallway, and the scene from his point of view was as follows: the young tenant, whom they thought was calm and kind hearted was standing at the doorway, shouting “God is the Greatest” at his dog while flailing two kitchen knives. His hair was messy and his beard was wet with tears still running down his cheeks. The landlord said to him “I never thought you a drinking person, but it’s the 1st of May so I guess everybody’s entitled to a little escapade. Please try to rein it in though, and stop messing with Rambo, he may be a wolfhound but he is an old and meek dog, and he is already terrified by the sound of all these firecrackers.” It was the early hours of the 1st of May, and a vehement celebration was undergoing all around Sarajevo.
Another thump came... the door let out a creaky protest. At that moment he felt a switch turning on within his mind. An ironclad determination washed over him. There were armed assailants on the otherside of his door, trying to break in and he was right there cuddled up in the corner, crying and shaking. For shame! He got up with sharp and vigorous movements, reached for the kitchen drawer and took a hold off of two knives. With a knife in each his hands he rushed to the door which was shaking with every blow and began to groan under the pressure applied from the outside. He began shouting “God is the Greatest” at the top of his lungs. In that moment he knew in his bones, that he was only a few moments away from death at the hands of whomever these people are, but he felt at peace, knowing that he will do so while taking an action. One last thump... The door flung open, another explosion lit the night sky, he lunged at the door, shouting... and saw the trail of firecrac-
41
.. BOsNAKLARIN 5oo YILLIK GÜNLÜĞÜ:
SEVDAH
Gözde Şeker
Sevda… Aşkın hasreti ve azabı… Boşnaklar için ise “sevdah” kelime anlamının çok ötesinde. Bir hayat tarzı, yaşantılarının adeta yıllardır müzik yoluyla tutulan günlüğü gibi. Çünkü sevdah müziği, yüzyıllar öncesinden bugüne, Boşnaklarla birlikte, ticarî yollardan, hanlar ve konaklardan, dost meclislerinden, şenliklerden geçerek gelmiş. de “Sevdah ve Sevdalinka nedir?” sorusunun en basit, en masum, en samimi ve aynı zamanda en doğru cevabını da o vermiş. Türkiye’den de onur plaketleri olan sevdah sanatçısı Salem Trebo ise, “Sevdah mutlu sona ulaşamayan aşk demek… Ve eğer mutsuz aşktan bahsediyorsak Bosna Hersek sevdah dolu…” demişti bana. Rahmetlinin bu sözlerini hiç unutmadım.
Sessiz, hassas, melankolik, tutkulu ancak aynı zamanda da neşeli, esprili, heyecan dolu… Mantık ve tutkunun, hazzın ve ıstırabın bir potada kaynatılmış hali sevdah sanatı, sevdalinka şarkıları. Ama aynı zamanda adeta Bosnalıların yüzyıllar boyunca tutulan sesli günlüğü. Hem de 500 yıldan daha eski, sayfaları sararmış bir günlük…
Sevdah sanatı 16. yüzyılda Bosna’da doğmuş olsa da zamanla tüm Balkanlara ve Doğu Avrupa’ya mal oldu. Sevdalinka şarkıları pek çok dile çevrildi. Çünkü anlattığı duygular evrenseldi. Sevdah sanatı, motiflerini başlangıçta Osmanlı döneminin günlük hayatından aldı. İlk sevdah sanatçılarının ilham kaynağı ilahiler ve ezandı. Ancak zaman içinde sevdah sanatı hem içerik hem de biçim olarak zenginleşti. Kayıtlara geçen ilk sevdalinka Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşayan Maria ve Adil isimli iki Bosnalı gencin aşkını anlatıyor ve kayıt tarihi 1530.
Sevdah sanatını kelimelere dökmek zor. Yıllar boyunca sevdalinka üzerine pek çok kitap yazılsa da hiçbiri bu sanatın anlamını anlatmaya yetmedi.
Yüzyıllar önce insanlar yaşadıklarını sevdalinkalara döküyorlar ve aynı zamanda o sevdalinkaları yaşıyorlardı. İşte bu yüzden sevdah sanatı 16. yüzyıldan bugüne Bosna Hersek’in günlük yaşantısının adeta bir fotoğrafını çekiyor demek mümkün. Hem de idealize etmeden, bütün saflığıyla.
“Sevdah, babamın şarkı söylerken ağladığı andır.” demiş 10 yaşında bir çocuk. Ve belki
İşte bu yüzden ne zaman bir sevdalinka çalsa, o günün insanları yeniden diriliyor, o günün sokakları yeniden beliriyor. Sevdalinka
42
melodileri, anlatımındaki sadelik ve güçle 500 yılı aşkın zamandır dinleyenleri büyüsü altına almaya devam ediyor. Peki ne anlatıyor sevdalinkalar? Sevdalinkaların konusu çoğunlukla genç aşıklar olsa da bunu genellemek mümkün değil. Sevdalinkaların kültürel atmosferi ve o günün yaşam mekanlarını da anlatıyor olması, bu sanatı yalnızca aşk şarkıları olmaktan daha da öteye taşıyor. Mahalleler, sokaklar, çeşmeler, bahçeler, pazar yerleri tüm detaylarıyla 500 yıldır sevdalinka melodilerinin arasında saklanıyor. Yine de sevdah sanatının kalbini, isminden de anlaşılabileceği gibi “aşk acısı” oluşturuyor. İşte bir örnek: “Yalnızlık çöktüğünde üzerime Gözyaşları nehri ruhumu ele geçiriyor İnsana ilk doğduğunda sorsanız Böyle olmak ister mi? Kalbim çok yorgun Sevdah denen bu dertten onu azad edin” Ancak sevdalinkaların konusu yalnızca sevda değil. Örneğin “Seni Küçük İstanbul” isimli sevdalinka. Şarkıda sanatçı vezirin ağzından, Saraybosna’yı İmparatorlar şehri İstanbul’a bile tercih edeceğini anlatıyor. “Padişah İstanbul’dan Saraybosna’daki vezirine haber yollar ‘Vezirim neden Saraybosna’yı bırakıp yanıma gelmezsin?’ Vezir cevap verir ‘Padişahım köşe başlarını, pencere pervazlarını, Kızları erkekleri, sazı müziği, Hacı Musa’yı Şerife Bacı’yı Güzeller güzeli Şida’yı bırakıp nasıl gelirim?” Peki bu 500 yıllık gelenek gelecek nesillere de aktarılabilecek mi, sevdah sanatı varlığını gelecekte de sürdürebilecek mi? Saraybosna’da geçirdiğim dört yıl boyunca bu sorunun yanıtının “evet” olacağını görmemi sağlayan çok sayıda genç sanatçıyla tanışma fırsatım oldu. Divanhana gibi gencecik müzisyenlerden oluşan gruplar bana umut verdi.
Günümüzde asırlık sevdalinkalara yeni düzenlemeler yapılıyor, klipler çekiliyor. Ama artık yalnızca mazide kalan renkler de yok değil. Örneğin bağlama pek bilinmiyor. Elbette geleneği takip eden meraklı sanatçılar var ama günümüz sevdalinkalarında baskın ses akordeon. TEPSİDE SEVDAH Sevdah tarihinin izini sürerken karşılaştığım en ilginç gelenekse kuşkusuz tepsiyle sevdalinka söyleme geleneğiydi. Beni bu gelenekle tanıştıran Etno-müzikoloji mezunu iki genç kadın oldu. Lamija Seper ve Mensura Bajraktarevic. Saraybosna’da, meşhur 18. Yüzyıldan kalma Boşnak evi Svrzina Kuca’da buluştuk. Yere, bir yer sofrasının iki yanına oturdular. Lamija büyük bir ustalıkla masada dik duran tepsiyi çevirmeye, Mensura da tepsinin içine doğru eğilerek güzel sesiyle yüzlerce yıllık sevdalinkalara can vermeye başladı. Tepsi döndükçe odayı sevdalinka melodileri sardı. Yüzyıllar önce genç kızlar, sazla çalınan sevdalinkalardan daha yumuşak, daha hassas sevdalinkaları böyle söylerlermiş. Tabi ben dayanamayıp, “Neden tepsi?” diye sordum. Meğer tepsi dönerken sesi topluyor, ona kendi tınısını katıp tüm odaya yayıyormuş. Bu arada tepsiyi dik bir şekilde çevirmek başlı başına zor iş. Ben beş saniyeden fazla beceremedim. Bir de içine eğilip şarkı söylemek, gerçekten hayranlık uyandırıcı. Bu performans türünde her sevdalinka, tepsinin serbest bırakılıp, masaya kapanmasını bekleyerek bitiriliyor. Dileğimiz masaya kapanan tepsinin o şekilde kalmaması, Lamija ve Mensura gibi genç müzisyenlerin katkılarıyla bu benzersiz geleneğin geleceğe de taşınması...
43
Bh. sevdalinka na filmskom platnu Mirza Skenderagić
Muzika i film su oduvijek činili nerazdvojan umjetnički par koji se međusobno nadopunjavao, inspirisao, te u konačnici zajedno stvorio neka od najljepših i najvažnijih filmskih djela. Još od prvih filmskih kadrova, pokretne slike su jednostavno žudile za muzičkom podlogom, pa su filmski radnici pokušavali na sve načine da spoje ove dvije, tada tehnički nespojive umjetnosti. Npr. u periodu njemog filma, filmska muzika je nastajala uživo, u kino salama, gdje su pijanisti pokušavali „uhvatiti“ ritam koji prati radnju ili dočarava astmosferu sa filmskog platna. Muzika je s vremenom postala jedno od najvažnijih stlskih izražajnih sredstava pojedinih filmskih autora i neodvojiv segment sadržaja, strukture i forme filmskog djela. Međutim, u historiji kinematografije teško je pronaći primjer u kojem se muzika u toj mjeri sjedinila sa pokretnim slikama, kao što je to slučaj u bh. filmu. Naravno, riječ je o izvornoj narodnoj pjesmi – sevdalinci, kao neizostavnim dijelom bh. kulture, tradicije i same stvarnosti. Ipak, najsnažniju i gotovo neraskidivu vezu, sevdalinka je ostvarila sa bh. filmom, s vremenom postajući njegova najeprezentativnija stilska odrednica. Sevdalinka kao prikaz unutrašnjeg stanja likova Još od samih početaka bh. kinematografije, sevdalinka nije 44
činila samo muzičku podlogu filmskog djela, koja prati i upotpunjuje radnju, već je direktno učestvovala u kreiranju njegovog narativa i forme. Tako su tekstovi sevdalinke, u kojoj dominiraju motivi ljubavi, čežnje, patnje, a koja je nastala od arapske riječi „sawda“ (crna žuč) što predstavlja materiju povezanu sa osjećajem melanholije, korišteni su kao prikaz unutrašnjeg stanja likova. Prvi primjer ovoga postupka zabilježen je u ostvarenju Hanka (1955) u kojem glavna istoimena junakinja (Vera Gregović), kao kafanska pjevačica, u formi sevdalinke (poput bh. izvođačice sevdalinki Zehre Deović) izvodi tekst pjesme Gdje si dušo, gdje si rano? Branka Radičevića, nesvjesno se obraćajući nesuđenom mužu, Ciganinu Sejdi stihovima: „Gdje si, dušo? Gdje si, 'rano? Gdje si, danče mio? Gdje si, sunce ogrijano? Gdje si dosad bio?“. Naime, ne znajući da je u on kafani i da je izašao iz zatvora, Hanka za goste kafane izvodi sevdalinku koja najpreciznije opisuje „stanje njene duše“. Sličan postupak primjenjen je u filmu Ademira Kenovića Ovo malo duše (1986), također, u sceni smještenoj u kafani, u kojoj sevdalnika Negdje u daljine Radeta Jovanovića, koju je proslavila neponovljiva izvedba Safeta Isovića, opisuje „ljubavne jade“ mladog Nihada (Davor Janjić). Nakon što je oženio djevojku koju ne voli, a ona za kojom žudi se nastavila školovati u „dalekoj“ Tuzli, Nihad utjehu
pokušava naći u „prvom kafanskom iskustvu“, dok stihovi: „Negdje u daljine pogled mi se gubi; nekog u daljini moje srce ljubi; prolazi mi mladost i u čežnji vene; daleko si draga, daleko od mene“, zapravo, jesu priča njegovog života. Film u kojem se sevdalinka koristi kao sredstvo pobune lika protiv boli, patnje i nepravde koja mu je učinjena jeste Remake (2003) Dine Mustafića. Kada od napaćenog, izranjavanog i izgladnjavanog mladića Remze (Mario Drmač), srpski stražari zatraže da im nešto otpjeva za zabavu i odmor nakon „napornog“ zadatka mučenja zarobljenika, on im milozvučnim glasom izvede sevdalinku Il' je vedro, il' oblačno, čija strofa: „Već je ono Sokolović; Mlad Ibrahim-beg; Zanio se, ponio se; U svoj golem nam; što on ljubi sultaniju; Sultan Zulejhu!“, ne predstavlja samo Remzinu pobunu, već i prkos cjelokupnog bošnjačkog naroda koji nikada neće odustati od svoje tradicije i kulture. Također, ta scena, uprkos činjenici da u njoj ne izgovori niti jednu riječ, definiše Remzu kao izrazito ponosnog i hrabrog Bošnjaka, koji žrtvuje svoj tjelesni život da bi barem na trenutak oživio duhovni. Primjer ostvarenja u kojem sevdalinka nije dio stvarnosti, već popratni elemenat snoviđenja glavnih protagonista (što je također njihova unutarnja borba) predstavlja Savršeni krug Ademira Kenovića. Naime,
nakon što su prethodno razgovarali o odlasku na more i putovanju vozom, junacima filma Kerimu i Adisu stvarnost „izađe“ na san, u kojem nema rata, granata, gladi, zime, već samo nebesko i morsko plaventilo i dobra-stara sevdalinka Grana od bora, pala kraj mora. Sevdalinka i bh. svadba (Sidranova svadba) Svadba, u kojoj se za prevlast bore veselje i tuga, oduvijek je predstavljala važan segment mentaliteta bh. čovjeka. Također, ona je na ovdašnjim prostorima direktno povezana i sa bh. kulturom i tradicijom, jer najčešći pratilac ovoga obilježavanja stupanja u brak između muškarca i žene, često priređenog u dvorištu kuće, uz skromnu trpezu, jeste sevdalinka. Dakle, taktovi ove bh. narodne pjesme nisu uvijek bili ritam za veselje, već su njeni stihovi često bili povod njegovog prekida i buđenja duboko skrivenih osjećaja tuge, ljutnje, straha, ljubomore... I u jednom i drugom slučaju, svadba popraćena sevdalinkom, s vremenom je postala neizostavan elemenat bh. kinematografije, koji je najusupješnije oživljavao duh bh. čovjeka. U historiji bh. kinematografije zaista je teško pronaći film bez motiva svadbe, ali svakako najreprezentativnija ostvarenja koja ovaj čin veselja djelomično predstavljaju kao tragičan ili tužan čin, jesu ona nastala 45
prema scenarijima Abdulaha Sidrana. Iako nije riječ o svadbi, u filmu Sjećaš li se Dolly Bell? (1981) Emira Kusturice, scena „klasičnog bh. teferiča“, prezentuje, ne samo kulturu (sviranje na sazu kao neizostavnom dijelu bh. i bošnjačke kulture i historije) i tradiciju (motivi teferiča, sijela, u dvorištu kuće, uz tradicionalna bh. i bošnjačka jela), jednog naroda i grada, već i vječni unutarnji sukob bh. čovjeka koji se pokušava veseliti uz sevdalinku izuzetno tužnog ozračja – Teško meni jadnoj, u Sarajevu samoj. U drugom filmu Emira Kusturice Otac na službenom putu (1985), spoj svadbe i sevdalinke Braća Morići, ima višestruku ulogu – služi kao kontrast dramatičnom sukobu sestre i brata koji završi gotovo tragičnim samopovrijeđivanjem lika Zije (Mustafa Nadarević), predstavlja bh. običaje i tradiciju, te donosi i parče historije Sarajeva o čuvenoj braći Morić, imućnim trgovcima koji su nepravedno pogubljeni 1757. godine. U ostvarenju Kuduz (1989) Ademira Kenovića, prerađena verzija sevdalinke Voljelo se dvoje mladih Himze Polovine, a u izvedbi grupe Indexi, predstavlja lajtmotiv cjelokupnog narativa ovoga filma, u kojem se prvobitna ljubav i sreća bivšeg robijaša Bećira Kuduza i njegove supruge Bademe, pretvori u farsu ispunjenu svađama i prevarama i u konačnici završi ubistvom. Također, i u ovome filmu, scena svadbe biva prekinuta sukobom, te
razbijanjem flaše i potezanjem pištolja, uz nezaboravnu repliku lokalnog policajca Šemse (Mustafa Nadarević): „Prekini svirku!“. Umjesto sevdalinke, uspavanka Da bh. kulturu ne čini samo sevdalinka, već da ona predstavlja jedan od niza njenih segmenata, dokazuje Oscarom nagrađeni film Ničija zemlja Danisa Tanovića koji otvara izvorna bh. Uspavanka (Nini sine, spavaj sine), kao posebna vrsta lirske pjesme. U bh. tradiciji, ovakve pjesme su pjevane iznad djeteta u bešici, a izražavale su majčinsku brigu i ljubav te služile kao zaštita protiv uroka i nesreće. U Tanovićevom ostvarenju, Uspavanka s stihovima: „Nini, sine, spavaj sine; San te prevario; Beša ti se, beša ti se; Na moru kovala“, dok u pozadini odjekuje vojničko marširanje, simbolizuje zemlju koja uspavljuje svoje čedo ostavljeno da umre na mini, ironično ga pokušavajući zaštiti. Osim sevdalinke i uspavanke, bitan segment filmskog izražaja bh. kinematografije čini i muslimanska vjerska pjesma ilahija koja ima za cilj da veliča Allaha i ljubav prema Njemu, te mevlud kao islamska manifestacija i oblik književnog stvaralaštva. Najreprezentativniji bh. film u kojem ilahija i mevlud predstavljaju podlogu za sliku, jeste Grbavica (2006) Jasmile Žbanić. Kao i u slučaju filma Ničija zemlja, ostva-
renje Jasmile Žbanić otvara Mevlud pjesme, bez čijih zvukova i stihova bi u izvedbi Hasibe Agić, kao pratnja pokretne slike izgledale siromašno, usporenom kadru koji prikazuje lica nepotpuno i stilski neprepoznatljivo. silovanih Bošnjakinja u preteklom ratu u BiH. U ovome slučaju, mevludski spjev o rođenju: „Al' je divna, al' je blaga ova noć; koga čeka ta ljepota, ko će doć'?; Sva pustinja srebrom blista, sve k'o san; jata zvijezda – roj dragulja, noć k'o dan!“, simbolizira plod u utrobi nastao silovanjem, kojeg se majka, uprkos tome, ne može odreći. Također, on predstavlja mir i spokoj za kojem tragaju silovane žene, dok će istovremeno poslužiti i kao kontrast griješnom životu – scena u kafani s turbo-folk numerom „Nije ovo moja noć“. U posljednjem segmentu filma, nakon saznanja o tragičnoj sudbini Esme (Mirjana Karanović) i otkivanja prave istinu o potomstvu Sare (Luna Mijović), rediteljica ponavlja kadar s ženama koje su pretrpjele silovanje, popraćen ilahijom Kad procvatu behari, koji sada donosi sasvim novo značenje te koji do kraja ogoljava duševnu i psihološku borbu glavne protagonistkinje. Saradnju filma i sevdalinke su nastavile i nove generacije bh. reditelja – npr. Jasmin Duraković (Sevdah za Karima), Ines Tanović (Naša svakodnevna priča), Ivan Ramadan (Tolerancija, Aždaja...) – još jednom potvrđujući uslovljenost bh. kinematografije od bh. narodne
46
MERHABA BİZ HALA BURDAYIZ Şule Yavuzer “Saraybosna’da yıkılmış binalardaki tuğlalar, parçalanmış cam pencereler, yanan keresteler, is, kül ve harcanmış mermiler dışında hiç bir şey yoktu. Bunlar ölümün sembolü olmaktan sanat yoluyla çıkarak sanatçıların hayata dönüş malzemesi oldu. "
Maslow’un ihtiyaç piramidinin tabanında fiziksel ihtiyaçlar bulunur. Yani aç ve susuz bir insanın, güvenlik, kendini gerçekleştirme ve sanat gibi gereksinimleri daha az önemli, hatta önemsizdir. Bana sorarsanız Maslow yanılıyor, estetik duygusu insanın dünyaya gelirken getirdiği yegâne duygulardan biri. Estetik yoksunluğu, su eksikliği gibi vücutta kuruluk yapsaydı eğer; eminim Maslow ihtiyaç piramidini baştan inşa ederdi. Sanat var olmanın ispatıdır. Üstelik bu varoluş işareti dünyanın bütün dilleri tarafından anlaşılabilen açık bir alamettir. 1993’de, Avrupa’nın orta yerinde dünyanın en kapsamlı kuşatmalardan biri yaşanıyordu. Güzel sanatlar akademisinde dersler devam ediyor ve bombalanmış bir galeri tüm bunlara şahitlik ediyordu. Sanat ve hayat arasında organik bağlar kurmak için yeni yöntemler ve yeni akımlar aranırken, bu bağ trajik bir biçimde Bosna’da kuruluyordu. Mirsad Pruvitra’nın küratörlüğünü yaptığı Varoluşun Tanıkları (Witnesses of Existence) sergisi, kimlik adına katliamların devam ettiği Bosna’da, birlikte var olmayı anlatıyordu.Ve harabelerden yeni bir dünya yaratılıyordu. Bosnalılar sanatla nasıl hayatta kalınacağını harabe bir şehirden dünyaya anlatıyordu. Pek tabii bu estetik ve çok renkli karşı koymanın altında çok kültürlülük ve güçlü bir medeniyetin etkisi vardı. On sekiz sanatçının bir araya gelmesiyle oluşan sergi toplumsal bir tepkiye dönüştü. Sanatçılar, Bosna’nın renklerini temsil ediyorlardı. Bu sergi için Nusret Pasiç, yere yığılmaya çalışan üç yılan gibi figürü yarattı. Tüm bu sanat eserinde malzeme olarak şehrin yıkıntıları kullanıldı. Karin Lipson, yıllar sonra Newsday için yazdığı bir makalede şöyle diyecekti; “Saraybosna’da
yıkılmış binalardaki tuğlalar, parçalanmış cam pencereler, yanan keresteler, is, kül ve harcanmış mermiler dışında hiç bir şey yoktu. Bunlar ölümün sembolü olmaktan sanat yoluyla çıkarak sanatçıların hayata dönüş malzemesi oldu. " Sergi ilk açıldığında, onlarca sesin ve kargaşanın arasında kaybolup kalacağı düşünüldü. Ama bu sergi birbiri ardına gelen onlarca sanat fikrinin yalnızca başlangıcı oldu. Tiyatro oyunları, müzikaller, sergiler ardı ardına açılarak, zihinlerdeki kuşatmayı kaldırdı. Bugün Saraybosna’dan dünyaya açılan sanat penceresinin oluşumunda, zor zamanlarda atılan bu cesur adımın etkisi vardır. Aida Begiç’e göre, dünyanın en prestijli film festivallerinden biri olan “Saraybosna Film Festivali” nin gerçekleşmesinde bu adımların etkisi büyüktür. Serginin diğer sanatçılarından Edo Numankadiç 1994 baharının bir döneminde Varoluşun Tanıkları (Witnesses of Existence projesinin bir parçası olarak ilk kez Saraybosna dışına çıkar ve Bern yakınlarındaki küçük bir kasaba olan Biel'e gelir. Saraybosna'dan çıkıp normal ve huzur dolu bir hayat sürmekte olan bir şehirde, insanlar arasında sokaklarda normal olarak yürür.Bunu biraz şok edici ve unutulmaz olarak tanımlar.Sergiyi ziyarete gelen kürklü bir kadın -halinden ve tavrından bu hanımın oldukça zengin olduğunu düşünür- eserlerden birine bakarak ağlamaya başlar. Bu anı Numankadiç şöyle anlatır: “O kadın ağladığında aslında neler olduğunun farkına vardım. Bir ziyaretçi olan biteni hissetmişti ve ağlıyordu.” İşte sanat insana bunu yapar, onlarca haber metninin hissettirmediği dramı, huzurlu ve sakin bir kasabada bir tabloya bakarak hissedebilirsiniz. Sanat asla kuşatılamaz.
47
SÖYLEŞİ
Gözde Şeker
dino merlin
‘‘BOSNA HERSEK DENİNCE, BALKANLAR DENİNCE İLK AKLA GELEN İSİMLERDEN BİRİ DİNO MERLİN ‘‘ 48
30 YILLIK MÜZİK HAYATINDA BALKAN COĞRAFYASIYLA ÖZDEŞLEŞEN ONLARCA ESERE İMZA ATMASININ YANI SIRA DİNO MERLİN SAVAŞ YILLARINDA BOSNALILARIN KADERİNİ PAYLAŞMIŞ OLMASIYLA DA GÖNÜLLERDE YER EDİNMİŞ BİR SANATÇI. O Bosna Hersek denince akla ilk gelen isimlerden…
Ancak İstanbul’un yeri onun için çok farklı... Sanatçı, 2007 yılında Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda verdiği konseri hala heyecanla hatırlıyor. Geçen yıl İstanbullu dinleyiciyi bir kez daha müziğiyle büyüledi. Sanatçı, albümlerinin stüdyo çalışmalarının büyük bölümünü İstanbul’da yapıyor.
Şöhreti ülkesinin sınırlarını aşıp dünyaya yayılmış nadir Bosnalı sanatçılardan... Yalnızca Bosnalıların değil tüm dünyada binlerce kişinin gönlünde yalnızca müziğiyle değil kişiliğiyle de taht kurmuş bir isim...
Sanatçı , sahip olduğu üne ve imkanlara rağmen, aşkla bağlı olduğu şehri Saraybosna’yı terketmedi. Onu Başçarşı’daki dükkanı önünde satranç oynarken ya da çarşı sokaklarında bisikletiyle dolaşırken görmek Saraybosnalılar için şaşırtıcı değil. Yaklaşık 30 yıldır sahnede olan Dino Merlin’i Bosnalılar için özel kılan asıl neden de zaten bu...
Edin Dervişhalidoviç... ya da bilinen adıyla Dino Merlin... Dino Merlin 1962 yılında Saraybosna’da doğdu. Müzik kariyerinden önce müezzinlik yapan sanatçı, 1983 yılında “Merlin” grubunu kurarak müzik hayatına başladı ve bu grupla 5 albüm çıkardı. 1991 yılındaysa Dino Merlin adıyla solo kariyerine başladı. Ve kariyeri boyunca tüm Balkanları müziğiyle birleştiren bir sanatçı oldu. 2000 yılında çıkardığı Sredinom albümü bunun en büyük kanıtı... Albüm, eski Yugoslavya’yı oluşturan 5 ülkede en çok satan albüm oldu. Yani pek çok konuda anlaşamayan, çizdiği etnik çizgilerin kalınlığıyla meşhur Balkan insanı Dino Merlin isminde birleşti.
Ülkesiyle bu kadar özdeşleşen bir isim olarak Dino Merlin’in Bosna Hersek’i Eurovision Şarkı Yarışması’nda temsil etmesi de şaşırtıcı değildi. Sanatçı önce 1993 yılında ülkeyi temsil eden şarkıyı besteledi, ardından 1999 yılında yarışmada bizzat sahne aldı. 2011 yılında da Bosna Hersek bayrağı altında sahnede yine o vardı. Çünkü yıllar geçse de değişmeyen bir şey var: Bosna Hersek Dino Merlin, Dino Merlin de Bosna Hersek… Bu röportajı 2011 yılında yaptık. Sonrasında beni ne zaman çarşıda görse kucakladı, sohbetini hiç esirgemedi. Geçen yıl İstanbul konseri öncesi buluştuğumuzda saçları giderek beyazlasa da, enerjisinin giderek arttığını gördüm. Sahnede de genç sanatçılara ders verircesine kanıtladı bunu...
Dino Merlin bugüne kadar dünyanın pek çok farklı yerinde şarkılarını binlerce kişiyle birlikte söyledi. 400 bin nüfuslu Saraybosna’da, Dino Merlin konserleri 100 bin kişiyi biraraya getirdi.
BOSNA HERSEKLİLER, “O ŞARKI SÖYLEDİĞİNDE BALKANLARA BARIŞ GELİR” DİYOR. 49
İstanbullular da her zaman sizi orada görmekten çok mutlu. İstanbul’da sizin şarkılarınızı ezbere söyleyen binlerce hayranınız var ama buna rağmen Türkiye’de albümlerinize ulaşmak kolay değil. Bunu değiştirmeye yönelik bir çalışmanız var mı?
Sizin İstanbul ve Türkiye’yle bir gönül bağınız olduğunu biliyoruz. Nedir bu şehri ve ülkeyi sizin için özel kılan? Oğlumun İstanbul’da okuyor olmasından gurur duyuyorum. Büyük ihtimalle şu anda İstanbul’da bir yerlerde Türk çayı içiyordur. Bizim insanımız, kültürümüz, geleneklerimiz arasında ve tabi ki dinimiz açısından çok derin bağlarımız var. Bu ülke Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Bugün Saraybosna’ya bakın, İstanbul’un küçük kardeşini görürsünüz. Biz bu dostluğu bu bağları daha da geliştirmek istiyoruz her zaman. Siz İstanbullu müzisyenlerle de yakın bir iş birliği içindesiniz. Albümlerinizin stüdyo çalışmalarının çoğunu İstanbul’da yapıyorsunuz artık. Nasıl bir iş birliği bu? Bence Türkiye güzel müziğin, ritmin kaynağı. İstanbul’da pek çok
muhteşem müzisyen var. Ben “Burek” adlı albümümle bu iş birliğine başladım. Harika müzisyenlerle tanıştım hatta Burek albümünün tamamı Türkiye’yle Bosna Hersek arasındaki bağlara ithaf edildi. En sevdiğim şarkılarımdan biri “Sarayevo Güzel Şehir...” (Türkçe söylüyor burada şarkıyı) bu şarkıyı İstanbul’dan, adı hiç duyulmamış bir müzisyenle yaptık. Aslında kendisini nerdeyse sokakta bulduk. Ama sesi muhteşemdi ve şarkıyı onunla beraber söylemeye karar verdim. Sonrasında Mustafa Sandal gibi büyük yıldızlarla da çalışmalarım oldu. O son albümünde benim bir şarkımı seslendirdi. Kısacası ben tanıdığım en yetenekli müzisyenleri İstanbul’da tanıdım. Sürekli dinlediğiniz müzisyenler var mı?
Türk
En sevdiklerimden biri Sezen Aksu. Dünya standartlarında birinci sınıf bir müzisyen.
50
Evet maalesef. Bu bir sorun. Binlerce kişi şarkılarımı söylüyor ama albümümü bulamıyor. Elimden geleni yapacağım bu konuda, çalışmalarımın daha erişilebilir olması için. Maalesef iki ülkenin müzik firmaları arasında sağlam bir iş birliği yok. Ama bir şeyler yapmamız lazım bunu geliştirmek için.
Eski Yugoslavya’nın ya da Avrupa’nın her yerinden insanların şarkılarımı seviyor olması çok güzel. Çünkü benim şarkılarım doğruyu söylüyor. Ben aşk, adalet, özgürlük hakkında şarkı söylüyorum. Balkan insanı pek çok konuda yaşadığı anlaşmazlıklarla meşhur. Ama konu Dino Merlin oldu mu durum değişiyor. Hepsi bu isimde birleşiyor, sizin hakkınızda “Dino Merlin şarkı söylediğinde Balkanlara barış gelir.” deniyor mesela. Bunun formülü nedir?
Bunlar çok büyük sözler, minnettarım ama formül çok basit. Ben önce kendime sonra insanlara karşı dürüst olmaya çalışıyorum ve sanatımı da bu şekilde yapmaya çalışıyorum. Eğer doğru olursanız ve bunu gerçekten kalbinizde hissederseniz insanlar bunu takdir eder. Eski Yugoslavya’nın ya da Avrupa’nın her yerinden insanların şarkılarımı seviyor olması çok güzel. Çünkü benim şarkılarım doğruyu söylüyor. Ben aşk, adalet, özgürlük hakkında şarkı söylüyorum. İnsanlar da bu yüzden seviyor şarkılarımı.
Türkiye’de en çok bilinen şarkılarınızdan biri “Sen Olmasaydın Alija”. Nedir bu şarkının hikayesi? O şarkı geçirdiğimiz korkunç savaş günleri ve o günlerdeki kahramanımızla ilgili. Aliya İzzetbegoviç bence son yüzyılın yetiştirdiği en büyük isimlerden. Onun söylediklerinin ve yaptıklarının hepsi özgürlük ve adalet içindi. Binlerce kişinin bir ağızdan söylediği bu şarkıyı yazmaktan gurur duyuyorum, en güzel melodilerimden biridir.
Buülkenin zor bir soru. Çünkü bu ülkenin insanları çok zor tecrübeler yaşadı savaşta ve hala geleceğimiz için mücadele ediyoruz. Umarım gençlerimiz bu mücadelede bizden daha başarılı olabilir. Neyse ki, bugün sorunlara çözüm aranıyor artık, ama bence en akıllıca çözüm eğitimli insanlara sahip olmak. Çünkü eğitimli insanları manipüle etmek kolay değildir. Cahilleri manipüle edebilirsiniz ama neyse ki ülkemizin geleceğinde artık eğitimli insanlar ve iyilikler var bence.
Aliya İzetbegoviç bence son yüzyılın yetiştirdiği en büyük isimlerden.
Son olarak, savaşı yaşamış bir sanatçı ve bir Bosnalı olarak ülkenizin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sizce Bosna güçlü ve kenetlenmiş bir ülke olmayı başarabilecek mi?
51
BALKAN SÖZLÜK (SARAJEVO SÖZLÜK) Vrh Bosna: Bosna tepesi anlamına gelen
Žuta Tabija:
bu sözcük, Fatih Sultan Mehmet’in 1463
kelime, Vratnik'i çevreleyen tabyalardan en
yılında bir ovaya kurup “saraj (saray)”
meşhur
ismini verdiği şehrin fetih öncesi ismidir.
Saraybosna'yı seyredebilir, Ramazan günlerinde
Aščinica: Sarma, sogan dolma gibi pek yakından
tanıyıp
damağımızın
Sarı Tabya anlamına gelen bu
olanıdır.
Buradan
kuş
bakışı
top atışına şahitlik edebilirsiniz.
aşina
Ako nije zahmet: Türkçe “ Zahmet olmazsa...“
olduğu lezzetleri üreten, geleneksel sulu
kalıbının Bosna'da yerelleşmiş halidir. Bu kalıbı
yemeklerin yapıldığı lokantalardır. Bizdeki
sadece
esnaf lokantalarının çok daha otantik hali
duyabilirsiniz.
Eski
Şehir(Stari
Grad)'de
sıklıkla
denilebilir. Komšiluk: Adı üstünde komşuluk. Bilhassa
Vidikovać:
Trebević
dağının
eteklerinde
kurulmuş, şehrin en iyi manzaralarından birini
dar patikalı sokaklar ve koca tokmaklı iç
sunan doğal seyir alanı. Savaşa kadar Bistrik ile
avlulu evlerde varlığı hissedilen, ortak
Vidikovać arasında bulunan teleferik hattıyla
yaşam alanı ve hayatı paylaştığımız külü
ulaşım sağlanıyordu.
külüne muhtaç olunan. Vratnik: “Düğüm“ anlamına gelen eski slavca
bir
kelime
olan
Čizmedžiluk: Baška’nın muhteşem kapaklarını tasarlayan
Kemal’in
ve
bilimum
sanatçının
Vratnik,
atölyesi, Makbule Abla’nın Gazi Hüsrev Bey’e
İstanbul'dan Višegrad’a kadar önemli
komşu dükkanındaki güzel çayı ve Mujo’nun
güzergahların
hamburgeriyle Saraybosna’ya ruhunu katan
birleştiği
bir
kavşak
pozisyonunda olduğu için bu ismi almıştır. Eski
Şehrin
(Stari
Grad)
sokaklardan biri.
tepelerinden
birinde olup etrafı Ortaçağ'dan kalan kale
Čajdžinica Đzirlo: Kovaći’ye çıkan tepelerden
ve sur kalıntıları ile çevrilidir.
birinde bulunan otantik çaycı. Husejin Abi
Žuta Tabija: Sarı Tabya anlamına gelen bu kelime, Vratnik'i çevreleyen tabyalardan
burada tam 53 farklı çeşit çayı güzel bir müzik ve renkli entarileri eşliğinde sunuyor. Türklerden ziyade bilhassa yabancı turistler için cazibe
en meşhur olanıdır. Buradan kuş bakışı Saraybosna'yı
seyredebilir,
Ramazan
günlerinde top atışına şahitlik edebilirsiniz.
52
BALKAN SÖZLÜK SARAJEVO SÖZLÜK Morica Han: Gazi Hüsrev Bey Medresesi’nin
Inat
komşusu olması sebebiyle, bilhassa medrese
Dönemi’nde inşa edilmek istenen Vjećnica
öğrencilerinin uğrak mekanı. Saraybosna’da
Belediye Binası’nın
günümüze ulaşabilmiş tek han yapısı. Ayrıca,
yerinde bulunan bu ev yıkılmak istenmiş,
Mladi
ancak ev sahibi bunu kabul etmemiştir.
Muslumani
(Genç
Müslümanlar)
Derneği’nin merkezi. Arka planda çalan ilahiler
Bunun
ve otantik ortamının etkisiyle Saraybosna’nın
Čehaja
geleneksel yönünü yansıtır.
güney
Kuća:
üzerine
Avusturya-Macaristan yapılması planlanan
rejim
Köprüsü’nün kısmına
tarafından, kuzey
taşınarak
Šeher
kısmından
yeniden
inşa
edilmiş bu sebeple ismi “İnat Evi“ olarak Vjećnica: Avusturya Macaristan döneminde, mimarideki
milli
üslup
arayışları
kalmıştır.
sonucunda
Moracco ve Avusturya- Macaristan unsurları
Tramvay: Ilıdža'dan Baščaršija'ya yahut Novi
kullanılarak
Savaş
Grad'dan Stari Grad'a ring sefer yapan; yol
döneminde Çetnikler tarafından bilinçli olarak
boyunca sırasıyla komunizme, kapitalizme,
top atışına maruz bırakıldı ve tam üç gün
Avusturya-Macaristan
boyunca yandı. Bu süreçte, Bosna Tarihi’ne dair
dönemlerine tanıklık edeceğiniz; ağır aksak
arşiv belgelerinin neredeyse tamamı kül oldu.
temposu, kaçak binişinizi cezalandırmak için
Kütüphane yıkıntıları arasında çellosunu çalan
vakit kollayan kontrolcüleri ve pek çok farklı
Saraybosna Filarmoni Orkestrası çellisti ile o
insan tipiyle şehrin kapsül hali.
günlerde
inşa
dünya
Günümüzde
edilen
ünik
basınına
belediye
yapı.
kendini
duyurdu.
binası
olarak
kullanılmakta; ayrıca sergi ve konserlere ev sahipliği yapmaktadır. Sebilj:
Saraybosna’nın
merkezinde
yer
alan;
kalbinde, 18.yy’ın
çarşının
ortalarında
Mehmed Paşa Kukaviç tarafından yaptırılıp, 19. yy’ın sonlarında Avusturyalı mimar Alexander Wittek tarafından yenilenen çeşme. Geç dönem Osmanlı
ve
Avusturya-Macaristan
mimarisini
yansıtan yapı, Saraybosna gibi çok milletli bir unsurdur.
53
ve
Osmanlı
balkansozluk.sozlukspot.com
Rabia Leyla Bozkurt
Başka bir ihtimalin peşinde:
S a r a j e vo F i l m F e s t i va l i Sarajevo Film Festival’ine dair kısa bir söyleşi Saraybosna kuşatması bir başka ihtimal namına her şeyi süpürmüşken sadece ‘normal’ hissetmek isteyen birkaç adamın insiyatifi ile başlar film festivalinin öyküsü. Protest bir kimliği vardır festivalin. Zira Saraybosna’yı hapseden sınırlardan ziyade insanların zihnine çizilen psikolojik sınırlar ruhlarda hasar bırakmış ve belki en çok da ümidi kuşatmıştır. Saraybosna Film Festivali, “Yarın” kelimesinin şüpheli belirsizliği ve buna mukabil belirsizliğin insanı yutan tarafına bir tepki olarak gelişmiştir.
Kentte elektrik yoktur, olduğu zaman da televizyon ve radyo haberleri insanların umutlarını tüketmekten başka bir amaca hizmet etmez.
aracılığıyla VHS filmler edinirler. Çalışanların maaşları ise un, yağ, tuz, kahve gibi malzemelerle karşılanmaktadır. Haris Pasovic bir röportajında şöyle diyor: “Bu bir savaş sinemasıydı, yüz sandalye ve bir projektör… Savaşa, bombardımana rağmen gösterimlerimize devam ettik. İzleyicinin filmlere dair algısı da burada çok farklıydı. Sharon Stone’ın Temel İçgüdü’deki çıplaklığı üzerine çok konuşulmadı ama bir akşam yemeği sahnesi vardı ki, iki dakika kadar alkışlandı.”
Şubat 1993 yılında Saraybosna Sahne Sanatları Akademisi’nde “Savaş Sineması” kurulur. Bu ekipte yer alan Almir Plata’nın şimdilerde ismini hatırlayamadığı Kanadalı bir BM askerinin (Mark veya Sean), bir jeneratörle elektrik sorununu çözmesi sayesinde “Savaş Sineması” perdesini açar. İlk gösterim Terminatör 2 filmidir ve girişler bir sigara karşılığında yapılmaktadır; zira hem Ekibin neredeyse tamamı Saraybosna Sanatları Akademisi’nde zor bulunur hem de çok pahalıdır. Sahne Ülkeye gelen yabancı gazeteciler yaşamaktadır. Binanın depoları ve yer
54
altındaki kısmı güvenlidir. “Gösterim olacaksa ve bombardıman başlamışsa insanlar gelmesin diye dua ediyorduk. Buna rağmen gelmekten vazgeçmediler.” “En azından iki saat ne olduğunu unutmak her şeye bedeldi.” diyor Almir Plata. 1994’ün sonlarına kadar Savaş Sineması devam eder. Sonra Obala Sanat Merkezi’nde ikinci bir sinema merkezi açarlar. Locarno, Edinburgh gibi film festivallerinin retrospektifini yaparlar. Dönemin Venedik Film festivali direktörü Marco Muller Sarajevo’ya gelir ve gördükleri karşısında oldukça etkilenir. Aynı dönemde Saraybosna’ya gelen Annie Leibowitz, Christian Boltanski gibi isimler festivalin namını dünyaya duyurmaya başlar. 1995 Yılında Locarno Film Festivaline giden Almir, 7000 kişilik açık hava sineması Piaca Grande’yi görür ve aşık olur. Daha sonra 1996 yılında kendi Piaca Grande’sini kurar. Festival, Quentin Tarantino’nun kült filmi Pulp Fiction’la açılır. 12 gün süreyle 15 bin kişinin izlediği festival, Mirsad Purivatra’nın deyimi ile “bebek” doğar. “Genç insanları motive etmek, cesaretlendirmek istiyorduk” diyor Purivatra. Haftanın “bugün” dışındaki günlerini hatırlatmak ve hiçbir şey olmamış gibi plan yapmak.
1995 Yılında festivalin basın toplantısında bir gazetecinin kendisine sorduğu “Savaş zamanı niye festival?” Sorusuna “Festival zamanı niye savaş?” diye efsane bir kapak yapmışlığı da mevcut kendisinin. Komik, neşeli ve oldukça tehlikeli günlerdi, delice tutkuluyduk. Festivali bugüne taşıyan da bizim ve izleyicinin tutkusu oldu. Bugün festival şehrin direniş ruhunun temsilcisi. Dünyada ve bölgede hatırı sayılır prestije sahip. Balkanlar ve Güneydoğu Avrupalı genç yönetmenlerin ve genç
“Savaş zamanı niye festival?” sorusuna: “Festival zamanı niye savaş?” diye efsane bir kapak yapmışlığa da var kendisinin. yeteneklerin kendilerini tanıtabilecekleri, uluslararasılaşabilecekleri bir platform haline geldi. Festivalin, mali yönden pek de huzurlu olmayan Bosna’ya ekonomik hareketlilik getirisini de unutmamak gerek. “Festival büyüdükçe ruhu eksiliyor mu?” diye sorduğumda, “Bu, bebeğin ergenlik dönemi” diye cevap verdi Almir. “Yirmili yaşlarında kafası karışık olabilir, farklı ilgi alanları ve talepleri olabilir, ama hala bizim bebeğimiz” dedi.
55
Evet bebek bizim bebeğimiz. Sorunlu bir çocukluk dönemi geçirdiğini unutmadan bağrımıza basıp büyüteceğiz.
KEMAL MONTENO
İtalyan baba ve Boşnak bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Kemal Monteno, babası Katolik olmasına rağmen Müslüman ismi alır. Annesinin ona söylediği sevdalinkalarla büyür ve böylece müziğe ilgi duymaya başlar. Hem İtalyanca hem de Boşnakçaya hakim olan Kemal, her iki dilde de şarkılar söyleyerek müzik dünyasına adım atar. Kendisini her zaman Bosnalı ve daha doğrusu Saraylı olarak gören Kemal, yıllar boyu Saraybosna’yı simgeleyen ve şehrin şarkısı olarak bilinen ‘’Sarajevo Ljubavi Moja’’ yı besteler. Bu şarkı şehirle öylesine bütünleşir ki, Boşnakça’yı bilmeyen, şarkıyı ilk defa dinleyen insanlar bile etkilenir ve bu şarkıyla şehrin ruhuna kapılırlar. Bu efsane şarkı’nın söz yazarı olan Saraybosnalı ünlü karikatürist ve ressam Alija Hafizovic şöyle der: “Kemal beni çağırdı ve Sarajevo için bir şarkı yazdığını, melodisini oturttuğunu fakat bir türlü boşlukları dolduramadığını söyledi. Daha sonra yanına gittim ve şarkıyı bana İtalyanca olarak söyledi. Benden istediği İtalyanca bölümler yerine Boşnakça sözler yazmamdı. Şarkıda her şey tamdı fakat nakaratın en vurucu sözleri olan Sarajevo Ljubavi Moja kısmını bir türlü oturtamıyordum. 2 saatlik bir uğraş sonucunda şarkıyı bitirdim ve o gece Kemal bestesini yaptı. Şarkının bu kadar büyük bir hit olacağını beklemiyorduk fakat 10 sene boyunca hit olarak kaldı ve dahası günümüzde Sarajevo denince akla ilk gelen yegane şarkı oldu. Bu şarkının söz yazarı olmak gurur verici.” 56
Kemal Monteno
Sarajevo Ljubavi Moja
Saraybosna Sevgilim
Zajedno smo rasli grade ja i ti, isto plavo nebo poklonilo nam stih, ispod Trebevica sanjali smo sne, ko ce brze rasti ko ce ljepsi biti.
Ey şehir, beraber büyüdük seninle biz Aynı mavi sema bize mısralar hediye etti Trebeviç dağının yamaçlarında hayaller kurduk Kim önce büyüyecek, kim daha güzel olacaktı
Ti si bio velik a rodio se ja s Igmana uz osmijeh slao si mi san djecak koji raste zavolio te tad ostao je ovde vezan za svoj grad.
Sen kadim idin sonra ben doğdum İgman dağından tebessümle bana bir rüya yolladın O çocuk büyürken sana sevdalandı Ve kendi şehrine bağlanarak orada kaldı
Bilo gdje da krenem o tebi sanjam putevi me svi tebi vode, cekam s nekom ceznjom na svijetla tvoja Sarajevo ljubavi moja,
Nereye gidersem gideyim hayallerimde sen Tüm yollar sana götürür beni Senin ışıklarında özlemle beklerim Saraybosna, sevgilim
Pjesme svoje imas i ja ih pjevam zelim da ti kazem sta sanjam radosti su moje i sreca tvoja Sarajevo ljubavi moja.
Adına şarkılar yazılmış, ben de onları söylüyorum Hayalimden geçenleri sana anlatmaktır dileğim Hazlar bana, mutluluk da sana Saraybosna, sevgilim
Kada prodju zime i dodje lijepi maj djevojke su ljepse ljubavi im daj setaliste tamno uzdasima zri neke oci plave neke rijeci njezne.
Kış geçip de güzel Mayıs çattığında Daha bir güzelleşen kızlardan sevgini esirgeme Gölgelik mesire yerlerinde derin iç çekişlerle Olgunlaşır bazı mavi gözler ve bazı nazik sözler
Sad je djecak covjek i zima pokri brijeg park i kosa bijeli al otici ce snijeg proljece i mladost ispunice tad Sarajevo moje jedini moj grad
O çocuk artık bir yetişkin ve o dağ karlar altında Parklar da saçlarım da bembeyaz lakin kar elbet eriyecek O vakit ilkbahar ve gençlik kemale erecek Sarayosna, benim biricik şehrim
Çeviren: Halil İbrahim Aydoğan
57
Mak Dizdar Ağaç Orda uzaklarda arasında ağaçların Orda uzaklarda bir ağacım vardı Bir ağaç dallarla dallarda yapraklarla yapraklarda kuşlarla Gövdesi altında secde ederdim hep Gölgesi altında ağlardım hep Ağaçlar arasında bir ağacım vardı Şimdi artık yok Onun çiçekleriyle Süslenemem Onun dallarında geçiremem ipi boğazıma Türkçesi: Necati Zekeriya
58
ZABRANJENO PUSENJE Enes Güler
EZBER BOZAN GRUP SİGARA İÇİLMEZ
Zabranjeno Pušenje ya da ‘‘Sigara İçilmez’’ Bu grubu Başka Dergi’nin 2. sayısında ‘’Ezber Bozan Grup’’ diyerek anlatmaya çalışmıştım. Onları ezber bozan yapan neydi diye soracak olursanız evvela yeni bir akım yaratmış olmalarını söyleyebilirim. Söylenecek daha pek çok şey var ama bu yeni akımdan kısaca biraz bahsetmek istiyorum. Novi Primitivizam (Yeni İlkelcilik) Yeni ilkelcilik öncelikle bir altkültür hareketidir. Absürd bir akım olduğu aşikar ama bir o kadar da gerçeklik barındıran bir akım bu. Daha çok Müzik, Radyo ve TV şovlarını kullanarak kitlelere ulaşan bu akımın kahramanları ve takipçileri kendilerini ‘’Yeni İlkeller’’ olarak tanımlarlar. Yeni romantizm akımının karşısında duran bu akım, absürtlük ve ironiyi aynı potada eriterek müziklerine ve
şovlarına yeni bir mizah anlayışı katar. Ele aldıkları karakterler; taşralılar, maden işçileri, mahkûmlar, yeni yetme suçlular gibi halk tarafından pek sevilmeyen karakterlerdir. Saraybosna çıkışlı bu akım Bosna’daki mahalle kültürünü Yugoslavya ekranlarına taşıyordu. İçinde bizden de çok şey bulabileceğimiz bu akım bir nevi mahalle kültürünün Boşnak espri anlayışıyla harmanlanması gibidir.
Türkiye’de Zabranjeno Pušenje’ye benzer bir grup olarak belki Grup Vitamin örnek gösterilebilir ama onlar da teknik olarak yetersiz kalırlar, zira Zabranjeno Pušenje hem edebi hem sanatsal hem de teknik olarak her şeyi bilinçli olarak yapıyordu. Dilini anlamayan biri bile müziğinin kaliteli olduğunu anlardı ki hâlâ da anlar. Yani öyle dalga geçmek için şarkı yapan sahneye çıkan bir grup değildi Z.P. 60
Bir sonraki sayfada çevirisini yaptığım Zabranjeno Pusenje’nin Zenica Blues şarkısında da zaten göreceksiniz; Şarkıda bir suçlu konuşuyor. Neden düştüm mapus damlarına dercesine haykırıyor, içini döküyor. En azılı suçluların kaldığı Zenica’daki KP DOM hapishanesinden bahsediyor. Tabi bu arada Saraybosna’ya yakın bir şehir olan Zenica’ya da sövüyor biraz.
Zenica Blues (Zenitsa Havaları)
Zenica Blues
Ne zaman Zenica’ya gitsem 5-6 polis peşime takılır Zalim hakim 12 sene verdi 12 sene! Hem de ağır hapis cezası
U Zenicu kada podjem ja prati me pet-sest drotova okruzni sudija rek’o dvan’est godina dvan’est godina strogog zatvora
Bahtım kara, talihsizim Hakija hatunuma iş oluyordu Hakija ona dokunuyordu ve bir çakı onun kaderini belirledi Bunu anlayamazsınız, sayın Hakim (bu söylediklerim hep nafile!)
Tuzna je moja sudbina zenu mi krec’o Hakija krec’o Hakija, presudila mu cakija ne razumijes ti to, druze sudija (dzaba ja to tebi pricam)
Zenica, senin her bir taş parçandan nefret ediyorum Senin yüzünden hayatımdan nefret ediyorum Kim KP Dom’da 12 sene boyunca hayatta kalmışsa O işte gerçek ‘Hacı’dır KP Dom’da 12 sene boyunca hayatta kalabilen Gerçekten Hacıdır
Zenico, mrzim svaki kamen tvoj zbog tebe ja mrzim zivot svoj ko prezivi dvan’est godina u KP domu Zenica taj je pravi hadzija
2
3
(hvala Mujo) (sağol Mujo) 4
Raduje me jedna istina iz KP doma vraticu se ja ali Hakija nikad nece sa Bara sa Bara se niko ne vraca ali Hakija nikad nece sa Bara sa Bara se niko ne vraca
Ne var ki bir şey beni mutlu edebiliyor Bir gün KP Dom’dan çıkıcam Ama o Hakija asla mezarından çıkamayacak Kimse mezarından çıkamaz Ama Hakija asla mezarından çıkamayacak Kimse mezarından çıkamaz.
1- Hakija, Bosna’da kullanılan bir isim. Bizdeki Hakkı’nın Bosna versiyonudur. 2- KP Dom, Zenica şehrinde bulunan bir hapishane. 3- Hacı kelimesi Bosnacada ‘’hadzija’’nın karşılığıdır fakat argoda manası değişir. Bir şekilde yolunu bulan, uyanık kişilere hacı denir. 4- Mujo, Bosna’da Mustafa’nın kısaltma ismidir. Çevirmen Notu: Çevirmiş olduğum şarkı oldukça fazla argo içeriğe sahip olduğundan bazı kelimeleri bilerek orjinal dilindeki manayı kaybetmemesi için düzeltmedim. Ayrıca şarkının orjinalinde geçen ‘’Bar’’ kelimesini, çeviride direkt mezarlık olarak verdim. Çünkü şarkıda geçen bu kelime Saraybosna’daki meşhur bir mezarlığı kast etmektedir.
Çeviren: Enes Güler
61
Hatice Tokuz
SARAY’A TEPEDEN BAKMAK “Buralar hep bizimdi!” söylemiyle Saraybosna’ya gelecek olursanız şayet; merkezinde Sebil’in yer aldığı Çarşı’dan ibaret bir şehir karşılar sizi. Karşılar ancak; bana kalırsa burası sadece süslü bir bekleme salonundan ibarettir. Serbest bırakıldığınız iki saat içerisinde sizden şehrin ruhunu keşfetmenizi beklemezler. Kahvenizi içmeniz, saç altında pişirilmiş böreğinizi, cevapinizi yemeniz; milli bir şuurla alışveriş yaparken ahlayıp vahlayarak bu şehrin insanları için üzülmeniz “görev tamamlandı” demek için yeterli sayılır. Sonra aynı hızla ruhlarınızı geride bırakarak sonraki güzergahlara yönlendirilirsiniz.
Çarşı’dan Saraybosna’yı okumaya çalışmak ve buradan şehre dair hüküm vermek ancak peşin yargılardan ibarettir. Bu sebeple sizlere, Bosna-Hersek bölgesinin tam kalbinde; Bjelasnica, Igman ve Trebevic dağları arasındaki Saraybosna ovasında, Bosna nehrinin Miljacka ırmağı ile birleştiği kesimde yer alan etrafı tepelerle çevrili bu şehri tek tek tepelerinden yola çıkarak, mahalleriyle keşfetmenizi öneriyorum. Bir şehri, özellikle de bu şehri mahalleri, sokakları, mezarlıkları ve bilhassa insanlarıyla keşfetmenin gerçek bir keşif olacağına inanıyorum.
duvarlı evleriyle tipik bir Osmanlı şehri karakterini bu tarihten sonra kazanmaya başlar. 1489 Tarihli tahrir defterlerinde mahalle sayısı yalnızca üç ile sınırlıyken, 16. yüzyılın sonlarına doğru mahalle sayısının 93’e çıktığını görürüz. Bunlardan 91’i Müslüman, 2’si ise Hristiyan mahallesidir. Bu tarihten sonra şehre Ragusalı Tüccarlar vasıtasıyla Hristiyan bir grup ve Musevi cemaati de yerleşmeye başlamıştır. Sokakların isimleri, size mahallelerin kimlikleri hakkında ipuçları verir. Nitekim, henüz küçük bir kasaba hüviyetindeki şehre civar köylerden gelen göçler sebebiyle sokak isimlerinden bazıları da bu köylere aittir. Mahalleler ise, genellikle civarda bulunan mahalle mescitlerinden isimlerini alırlar. Mahala džamije Čoban Hasana-vojvode (Čobanija), Mahala džamije Mustafa bega Skenderpašića (Skenderija) ve Mahala mesdžida Arma-
15. Yüzyıla gelene kadar küçük bir kasaba hüviyetinde olan Saraybosna; dar ve dolambaçlı, birbirine açılan labirentvari sokakları, zirveye çıkana kadar insanın bir kaç kez nefesini kesen tepeleri, iç avlulu ve yüksek 62
gauidži Sinan bega (Armaganjiuša) semtleri buna örnektir.
ederseniz ise ulaşırsınız.
Dar sokaklar ve dik tepeler arasında yol alırken yılların getirdiği ortak dil paylaşımına da bu sokak ve mahalle isimleriyle tanıklık etmek mümkündür. Örneğin, Mula Mustafa Baseskija Caddesine inen sokaklardan birinin ismi Karpuzova’dır. Cebbar Dede ve Üryan Dede’nin türbelerinin bulunduğu bölgenin ismi ise SoukBunar yani Soğuk Pınar. Saraybosna’nın en eski mezarlığı, Osmanlı döneminde Mahalle-i Mekabir (Kabirler Mahallesi) olarak isimlendirilen Kovaçi Şehitliğidir. Alija İzet Begovic ve silah arkadaşlarının mezarlarının yanı sıra Osmanlı döneminden kalmış bazı mezar taşlarını da burada görebilmeniz mümkündür.
Bu şehrin meydanları tepeleri üzerinde saklıdır sanki. Meydan kültürünün Batı mimarisine has olduğu, Türk-İslam şehirlerinin çarşı merkezli, Ulu Cami etrafında şekillendiği söylense de Balkan şehirleri sizi altında soluklanacağınız bir ağacın olduğu çok güzel meydanlara çıkarır. Mesela buradaki mahalleye ismini veren Sinan Vojvode Hatun Mescidi
Saraybosna’nın hatta Bosna-Hersek’in her tarafında görmeye aşinalık kazanacağınız görüntülerden birisi çeşmelerin bolluğudur. Bir su ülkesinde olduğunuz için, plastikleşmiş modern şehir hayatının pet şişelerine burada çok fazla ihtiyaç duymazsınız. Suyunuzu içip soluklanarak, Vratnik’e doğru tepeyi çıkmaya devam ettiğinizde ise karşınıza yeniden bir çeşme çıkar. Bu sefer ismi Bijela (Beyaz)’dır. Hemen yanında yer alan Bijela Camii’nden Bijela Cesma sokağına saparsanız minik bir patikaya girersiniz. Minik, eğri büğrü taşlarıyla Saraybosna’nın pek çok ara sokağı birbirine benzer zaten. Sapmaz düz giderseniz Tabya’dan şehri kuş bakışı seyreder; tırmanmaya devam
Vratnik
Mejdan’a
‘‘ Eskiden Saraybosna’yı ziyarete gelip de, burada vefat edenler Alifakovac’a defnedildiği için bu mezarlığın diğer ismi de “Misafirsko Groblje” yani misafir kabristanıdır. ’’
nam-ı diğer Pod Orahom (Ceviz Ağacı Altı) olarak bilinir. Aynı şekilde vezirleriyle ünlü Travnik şehrinde, vezir türbelerinin bulunduğu bölgenin Pod Lipom (Ihlamur Altı) olarak bilindiği gibi… Yeniden şehrin merkezine iner; savaşlar başlatan Latin Köprüsünden karşıya geçer ve İnat Kuça’yı sol tarafınıza alırsanız tırmanmak için karşınıza yeni bir tepe çıkar. 15.yy’da yapılmış olan eğri büğrü taşlarla çevrili “İstanbul Yolu” isimli bu yolu takip ederseniz, yol sizi Alifakovac’a çıkarır. 63
Kendinizi Ademir Kenovic’in Savrseni Krug filminde hissedersiniz; arka planda Abdullah Sidran şiirleri okunur. Filmin girişinde görülen Köprülü Yusuf Paşa ve Muhammed Yahya Efendi türbeleri buradadır. Eskiden Saraybosna’yı ziyarete gelip de burada vefat edenler Alifakovac’a defnedildiği için bu mezarlığın diğer ismi de “Misafirsko Groblje” yani misafir kabristanıdır. Eğer Latin Köprüsünden değil de yolun devamında yer alan Narodno Pazoriste (Ulusal Tiyatro)’nin hemen karşısındaki köprüden karşıya, Atmejdan’a geçerseniz; yine karşınıza tırmanılacak bir tepe çıkar. Dino Merlin’in Fotografija şarkısında geçen “Bistiricka Jalija”sındasınız. Yolun başında, Keçeci Sinan Camii’nin bahçesinde halk arasında pek meşhur olan Sedam Braca (7 Kardeşler) Türbesi vardır. Sekizinci kardeşin tepenin devamında, Brdo Camii’nin haziresinde gömülü olduğu söylenir. Bosna-Hersek’e has şeylerden biri de yolda yürüyen sıradan birinin birden türbe önünde durarak içeriye para atarak dua etmesi ve sonra yoluna devam etmesidir. Kendine has sokakları ve evleri içerisinde yol aldığınız bu eski mahaller insanda, o devasa tokmakları çalarak içerisinde kendine ait bir yaşamın olduğu bu gizemli hayatı keşfetme arzusu oluşturur. Paket program halinde size vaat edilen Bosna’nın dışına çıkmayı bir kez başardıysanız şayet, Balkan coğrafyası gibi cıvıl cıvıl, rengarenk ve pek çok
unsurdan müteşekkil birden çok Saraybosna vardır. Sumbuluşa’ya çıkan tepelerden birinde, hafif naftalin kokulu Pjer Zalica’nın “Kod Amidza İdriza” filmi vari, nostaljik bir Saraybosna’yı keşfetmek de Tito Saraybosna’sının adeta komünizm düzeninde dizilmiş uzun, sıra sıra yapı topluluklarının düzenli, kendi içine dönük hali de bu keşfe dahildir.
kendi filmlerimizin başrolü olduğu bu hayatta, Saraybosna’nın Çarşı’ya hapsedilmeye çalışılandan çok daha zengin bir set imkanına sahip olduğu aşikar. İşte bunu ancak ezberlenmiş bir Saraybosna romantizminden kurtularak fark edebilirsiniz.
‘‘ Türk-İslam şehirlerinin çarşı merkezli olduğu ve Ulu Cami etrafında şekillendiği söylense de, Balkan şehirleri sizi altında soluklanacağınız bir ağacın olduğu çok güzel meydanlara çıkarır. Mesela buradaki mahalleye ismini veren Sinan Vojvode Hatun Mescidi nam-ı diğer Pod Orahom (Ceviz Ağacı Altı) olarak bilinir. Aynı şekilde vezirleriyle ünlü Travnik şehrinde, vezir türbelerinin bulunduğu bölgenin Pod Lipom (Ihlamur Altı) olarak bilindiği gibi… ‘‘
Bu ülkede en çok kuaför ve iddia bayilerine, daha sonra ise pekara yani bizdeki fırınlara rastlayabileceğinizi tepeleri arşınlamadan göremezsiniz. Erkek berberleri hatta bazen tramvay makinistlerinin bile kadın oluşuna, yani kadının hayatın içerisinde bu kadar çok yönlü bir şekilde yer edinebilmesine Cemal Süreya vari bir söylemle Ilıdza’dan Bascarsija’a giden bir tramvayda olmaksızın şahitlik edemezsiniz. Her birinin kendine münhasır yüzlerce hikaye sakladığı bu mahalleri, sınırlı cümlelerle buraya sığdırmak beyhude bir çaba olsa da her birimizin 64
Abdullah Sidran Mora Šta to radiš sine? Sanjam, majko. Sanjam, majko, kako pjevam, a ti me pitaš, u mom snu: što to činiš, sinko? O čemu, u snu, pjevaš, sine? Pjevam, majko, kako sam imao kuću. A sad nemam kuće. O tome pjevam, majko. Kako sam, majko, imao glas, i jezik svoj imao. A sad ni glasa, ni jezika nemam. Glasom, koga nemam, u jeziku, koga nemam, o kući, koju nemam, ja pjevam pjesmu majko. Kâbus N’apıyorsun oğlum? Hayal kuruyorum anne, şarkı söylediğimi hayal ediyorum Ve bana soruyorsun hayalimde; N’apıyorsun, oğlum? Hayalindeki şarkıda ne söylüyorsun oğlum? Bir zamanlar evim olduğunu söylüyorum anne. Ve şimdi bir evim yok. Bu yüzden şarkı söylüyorum, anne. Bir zamanlar sesim vardı, anne. Bir zamanlar dilim. Artık ne sesim var ne de dilim. Kaybettiğim sesimle, kaybettiğim dilde Olmayan evim için şarkı söylüyorum anne.
Çeviri: Enes Güler 65
Amina Šiljak-Jesenković
My Sarajevo English version by: Suada Hedzić Out there where everything is perfectly ordered, baška are the shops and čaršija, baška neighbourhoods, baška business buildings, baška cemeteries
Enes is sending me a message. Enes is baška. It’s a Turkish word meaning “something else”. He wants again a piece for a magazine about Sarajevo: Magazine Baška. Sarajevo is baška. They want the text in Bosnian. Bosnian is baška as well. Where to begin? A million impressions. I feel lost, like driving a big car down a narrow street. Neither here nor there. Sarajevo’s narrow alleys are baška. You’re born there, learn to walk, start to drive. Travel around the world. Get to know big, wide world. But these alleys are baška: the narrow, winding streets of the old city, the Old Town. Small, narrow, crammed with houses and people. Intersected by gardens, yards, cemeteries. Here and there a
shop, bakery, grocer. A mosque and a gambling den. A church. So close you can touch them, trod them underfoot. Yet you can drive there without much effort. Time is short: If you are on the street and can’t find a place to park, you just stop, turn on your hazards, get out quickly, buy what you need, say hello, return quickly to see cars backed up, waiting for you. If someone honks, he’s not from here. Or he is a taxi driver in a hurry. No, not a taxi driver: they always slow down when they have a client. Why would he mind? The meter is ticking. The food delivery boys are hustling. It wasn’t always that way. Food was taken home from the street, from a traditional restaurant in metrinzi,
66
stacked tiffin boxes. Tripe soup. And some other dish. Dolma (stuffed peppers), let's say. Or a pot. A Bosnian pot. If a housewife is not in the mood or if she is going out. Or if it is crazy at home. If they are painting the walls. Back then, it was not a honk but “beeps”. “What are you beeping about?” the old woman behind the wheel would shout. The one who stopped isn’t to blame: he must need something. He will hurry. The person honking is to blame. Nowadays the food delivery service appears everywhere. Not only at work, but also in your home, even in the small neighbourhoods, the mahalas. Yet today people complain they don’t have anything to eat. They used to make potato pie, pancakes, beans at home. And all of this while saying their thanksgiving prayers. For everything. For health first of all. Maybe that’s why they used to have more. Maybe that’s why they enjoyed life more. In the evenings, and especially the winter, nights rarely passed without sijelo, get-togethers: roasted potatoes and baked pumpkins, cheese, pickles, ajvar... Turn off the television. The socializing begins. Indeed, how much time has passed since we last had a house party? Truth be told, I can’t sing, but I like to listen. The moment when someone sings and it touches you – no,
not just touches, shakes your soul. Sevdah. Recordings are not the same – it isn’t the same when you can’t feel, there in the room, the breath of the person singing. And the breath of someone who feels the same pain in the song. You see a tear shining in another’s eye also listening. The saz or the guitar is pulled from the corner, and slowly... Family tales and jokes are told hundreds of times over. Tears run from laughter and sorrow. And from sevdah. The house smells like coffee, like chestnuts, pumpkin, roasted potatoes. Warm from the guests. Warm from the hosts welcoming their friends. When driving the alleyways, you keep an eye out. In case you see someone you know, so you can give them a lift. You say, no problem, I am on my way there myself. You see the bulletin boards. Because that’s where they post the obituaries. You scan them for – God forbid – a familiar face. As the years pass, more and more familiar faces are accompanied to the Sarajevo cemeteries. People familiar to you. In Sarajevo “familiar” doesn’t mean someone from television. Familiar people you know personally. As for celebrities, you couldn’t care less. Like they couldn’t care less for you. When you see a friend, you greet them through the open window. In
Bosnia, greeting means asking how they are. You say hello. You say salaam in your home.
The streets are as complex as you are. As we are. Just narrow enough to keep you grounded. To keep you from losing your mind. Alleys made to measure. That’s why Sarajevo is baška. When passing the cemetery, you turn down the radio. The music. You say salaam to them as well, reciting quickly the Fatiha. Because there they lay, all those familiar faces. Your hand on the wheel. Like waving to your neighbour. Greeting the living and the dead – the ones important to you. Down the narrow alleyways of Sarajevo. Through the knotty, sloped streets, called Curved, Round, Hilly... The Hill Mosque. Down into the valley. Where it seems difficult, even impossible, to drive. So narrow and twisted it
67
makes you crazy. Because you have seen bigger, wider streets out there in the world. Out there where the streets are so broad there is no one to say hello. Where the cementeries don’t remind you of death. Out there where everything is perfectly ordered, baška are the shops and čaršija*, baška neighbourhoods, baška business buildings, baška cemeteries. Out there where everything is perfectly ordered, where the streets are so wide you drive without even looking. Where there are no posts with obituaries. Here, in these narrow streets, you have everything. That matters to you. The streets are as complex as you are. As we are. Just narrow enough to keep you grounded. To keep you from losing your mind. Alleys made to measure. That’s why Sarajevo is baška.
* downtown
Enes šalje poruku. Enes je baška. Traži tekst. Hoće, vele, časopis opet o Sarajevu. Časopis Baška. I Sarajevo baška. Volio bi na bosanskom. I bosanski baška. Ja ne znam kud bih prije. Sto poslova, pa zaglavila. K'o golemim autom u tijesnu sokaku. Pa ni tamo ni 'vamo. A baška i sarajevski tijesni sokaci. Rodiš se ovdje, prohodaš, provozaš. Obiđeš svijet. Znaš i za šire, i za veće, i za uređenije. Ali ovi sokaci su baška. Tijesni, krivudavi sokaci starog dijela grada. Starog Grada. Mali, uski, krcati kuća i ljudi. Ispresijecani avlijama, baščama i grebljima. I pokojim dućanom, pekarom, zelenarom. Džamijom i kladionicom. I crkvom. Da je sve na ruku. I pod nogu. A opet, autom, da se ne insan ne zahmeti. Nema se kad. Ako nemaš gdje stat u kraj, a ti na ulici. Zaustaviš, upališ sva četiri, izletiš, kupiš šta treba, upitaš se s kim, ono kolona, čeka. Ko trubi, nije navikao na ovo. Nije odavde. Il je taksista, pa hiti. Ma jok, ni taksista ne hiti ako ima putnika. Šta ga briga, kuca mu taksimetar. Najviše hite dostavljači hrane. Prije toga nije bilo, ako se iz čaršije nosila hrana kući, nosila se u meterizima. Iz aščince, škembe čorba. I kakvo jelo. Dolma, recimo. Ili lonac. Bosanski. Ako domaćica nije horna, ili ako je otišla gdje svojim poslom. Ili ako je trvor u kući. Ako se šerbeti. Šerbetiti znači krečiti. Tad se nije govorilo trubi, nego „bibiče“. „Šta bibičeš“, viknula bi starija žena za
volanom. Nje kriv onaj ko je stao, bezbeli mu nešta treba. Pohitiće. Kriv je ko bibiče. Sad uzuhurila ova dostava hrane. Ne samo na posao, nego i kućama, po mahalama. Žali se svijet da je neimaština, da se nema šta jest. Prije se kod kuće pravila krompiruša, kalja, kljukuša, grah. I šućuralo se. Na svemu. Na zdravlju najprije. Valjda se zato više i imalo. Valjda se zato više i radovalo. Uveče, a rijetke su bile pogotovo zimske večeri bez sijela, ispekao bi se krompir, ispeklo bi se tikve stambolke, ako bi u kući bilo kakvog sira, turšije,
ajvara... Ugasi bi se i televizor, pa bi se sijelilo. I pjevalo. Zbilja, otkad na kakvom kućnom sijelu nismo pjevali. Istina, ne znam pjevati, ali mi drago slušat. Muzika je stvar trenutka, ono kad neko otpjeva, a tebe takne. Ma šta takne, raskući te. Sevdah. Nije isto sa snimka, nije ono kad ne osjetiš tu, u sobi, dah osobe koja pjeva. I dah onog koga zaboli pjesma. I kad vidiš kako u nekog na pjesmu zaiskri suza. Kad se iz ćošeta u sobi izvadi saz il gitara, pa polahko... I po sto puta se prepričavaju porodične anegdote, i vicevi. I suze teku od smijeha. I suze teku od tuge. I od sevdaha. I kuća miriše na kahvu. Kestene, tikvu, pečeni krompir. Topla od ljudi koji dolaze. Topla od domaćina koji se raduju sijeldžijama.
Moje Sarajevo
Kad voziš ovim uskim sokacima, gledaš. Hoćeš vidjet koga poznatog, pa da ga povezeš. Kažeš, evo i ja pošla tamo. Gledaš direke. Jer su na njima smrtovnice. Da nije, ne dao Bog, ko poznat. Kako idu godine, sve je više poznatih ispraćeno po sarajevskim grebljima. Tebi poznatih. Poznat u Sarajevu nije neko koga znaš s televizije. Poznat je onaj koga ti znaš. Za one poznate, popularne nije te briga. Kao što ni njih nije briga za tebe. Kad ti je ko poznat, pitaš se kroz otvoren prozor. Pitati se u bosanskom znači upitati se uzajamno s kim za zdravlje. Pozdraviti se. Poselamiti kod kuće. Kad prolaziš pored greblja stišaš radio. Muziku. Nazoveš i njima selam, uz brzu Fatihu. Jer, i tu su ti poznati. S
Amina Šiljak-Jesenković ajvara... Ugasi bi se i televizor, pa bi se sijelilo. I pjevalo. Zbilja, otkad na kakvom kućnom sijelu nismo pjevali. Istina, ne znam pjevati, ali mi drago slušat. Muzika je stvar trenutka, ono kad neko otpjeva, a tebe takne. Ma šta takne, raskući te. Sevdah. Nije isto sa snimka, nije ono kad ne osjetiš tu, u sobi, dah osobe koja pjeva. I dah onog koga zaboli pjesma. I kad vidiš kako u nekog na pjesmu zaiskri suza. Kad se iz ćošeta u sobi izvadi saz il gitara, pa polahko... I po sto puta se prepričavaju porodične anegdote, i vicevi. I suze teku od smijeha. I suze teku od tuge.
68
jednom rukom na volanu. K'o mahnut komšiji. Upitat se. S živima, i mrtvima. S tebi bitnima. U uskim ulicama Sarajeva. Krivudavim, strmim sokacima, imenom Kriva, Okrugla, Brdovita... Brdo Džamija. Dolina. Tamo gdje ti se čini da je teško, nemoguće voziti. Gdje te sve nervira koliko je tijesno, komplicirano. Jer vidio si i šire, i veće, i uređenije. Tamo se, gdje je širina, nemaš s kim upitat. Ni greblja nisu tu, da ne podsjeća-
ju na smrt. Tamo gdje je sve sređeno, baška su dućani i čaršija, baška naselja, baška poslovne zgrade, baška greblja. Tamo gdje je sve sređeno, gdje su široke ulice, voziš i ne gledaš. Nema tamo ni direka sa smrtovnicama. Ovdje, u ovim uskim sokacima je sve. Tebi bitno. Komplicirano k'o i ti. K'o i mi. Malo tijesno, taman da se ne pomamiš. Da ne pobjesniš. Tijesno po mjeri. Zato je Sarajevo baška.
Ovdje, u ovim uskim sokacima je sve. Tebi bitno. Komplicirano k'o i ti. K'o i mi. Malo tijesno, taman da se ne pomamiš. Da ne pobjesniš. Tijesno po mjeri. Zato je Sarajevo baška.
69
Emin Akben
RODRIGUEZ Rodriguez ya da son zamanlardaki lakabı ile Sugarman, Yaşamın zor olduğu yılların birinde Amerika’da doğdu. Fırsatlar ülkesinde hayata bir sıfır yenik başlayan Rodriguez gençlik yıllarını inşaat işçiliği yaparak geçirdi. Geri kalan zamanlarda, barlarda gitar çaldı. Yeteneğini farkeden bir yapımcının onu keşfetmesiyle müzik piyasasına atıldı fakat ilk albümü sadece yedi tane satınca müzik kariyeri başlamadan bitti. İlerleyen yıllarda Rodriguez sıradan hayatına devam ederken, Albümü bir şekilde Güney Afrika’ya gitti ve Her nasılsa orada albümlerinin kopyaları yok sattı. Yıllar sonra Güney Afrika’dan gelen bir telefon ile dünyanın bir yerlerinde Elvis Presley’dan daha meşhur olduğunu öğrenen Rodriguez apar topar bir Güney Afrika turnesine çıktı ve stadyum dolusu insanlara günlerce konser verdi. Bir anda hayatta bir sıfır öne geçen Rodriguez, konser turnesinin ardından ülkesine döndü ve İnşaat işçiliğine kaldığı yerden devam etti. Ama bu sefer kendi seçti bunu.
Edin Dzeko savaş bittikten 8 yıl sonra futbolculuk kariyerine 2003 yılında Bosna’nın FK Sarajevo ile birlikte iki büyük takımından birisi olan Zeljeznicar’da başladı. (Zeljo ülkemizdeki Adana Demir ve Ankara Demir gibi demiryolu işçilerinin takımıdır.)
“Searching for Sugar Man” adlı belgesel ile tüm dünyada bir anda ün saldı. Amerikan rüyasını elinin tersiyle iten ilk insan Rodriguez, Şarkılarında gösterdiği politik ve güç karşıtı tavrından asla ödün vermedi.
KANLI ELMAS Cihat Gemici
70
7113
“Buraya diz üstü bilgisayarın, sıtma ilacın ve kayıt cihazınla 3 ay önce geldin ve bu gidişatı değiştirebileceğini mi sanıyorsun?” Arka fonda iç savaş yaşayan Sierra Leone’nin olduğu, Afrika’dan Avrupa’ya değerli taş ticaretinin anlatıldığı Kanlı Elmas filminde başrol Leonardo Di Caprio gazeteci rolündeki Jennifer Connely’ye karamsarlığını bu cümle ile ifade eder. Savaş zamanında insanlar evlerini, ailelerini, hayatlarını kaybederken Solomon Vandy gibi adamlar kafalarında kurdukları gelecek hayalleriyle yaşama tutunurlar. Nihayet savaş sona erdiğinde ise çok azı o hayallerine kavuşur. Bosna Savaşı’ndan kurtulan Edin Dzeko da onlardan birisidir.
Edin Dzeko savaş bittikten 8 yıl sonra futbolculuk kariyerine 2003 yılında Bosna’nın FK Sarajevo ile birlikte iki büyük takımından birisi olan Zeljeznicar’da başladı. (Zeljo ülkemizdeki Adana Demir ve Ankara Demir gibi demiryolu işçilerinin takımıdır.) Dzeko, Zeljo’da antrenörü Jiri Pilsek tarafından uzun boyuna rağmen (1.93cm) forvet arkası olarak oynatılıyordu. Teknik bir oyuncu olduğu düşünülse de o dönemlerde Dzeko’dan büyük bir yıldız olacağı beklenilmiyordu hatta boyundan ötürü kendisiyle “kloc” elektrik direği diye alay edilirdi. Futbol hayatının dönüm noktası antrenörü Pilsek’in Çekya takımı FK Teplice’ye gitmesi oldu. Pilsek 25.000 €’yu gözden çıkararak eski oyuncusunu kadrosuna kattı. Zeljeznicar yönetimi bu parayı duyunca kendilerine piyango vurduğunu düşündüler fakat işin gerçeği öyle değildi. Kaçan balık büyük olmuştu. Dzeko Çekya’da kendisini geliştirdi; attığı goller ve oynadığı futbolla dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Çek Federasyonu da bu genç oyuncuya kayıtsız kalamadı ve Çekya Milli Takımı’nda oynaması için teklifte bulundu. Dzeko bu teklifi “Ülkem için oynamak istiyorum.” diyerek reddetti. Dzeko’nun yetenekleri artık Teplice için fazla geliyordu. Transfer döneminde Avrupa’nın önemli kulüpleri Boşnak oyuncunun peşinden koştu. Kazanan 4 milyon €’luk teklifle Alman ekibi VFL Wolfsburg oldu. Bundesliga’da, forvetteki ekürisi Grafite ve “on numara” Misimovic ile gol yollarında bermuda şeytan üçgenini
kurdular. 2009 yılında Almanya’da Bayern Münih hanedanlığına bir süre dur diyen muhteşem üçlü Wolfsburg’un şampiyonluk ipini göğüslemesinde başrol oynadı. Dzeko o yıl 36 gol atarak Ballon d’Or sıralamasında dokuzuncu oldu. Bu başarısına daha sonra 96 maçta 59 gol atarak kulüp tarihinin en golcüsü olma unvanını ekledi. Bütün bunlardan sonra Almanya Federasyonu da Dzeko’ya kayıtsız kalamadı ve vatandaşlık teklifi götürdü. Boşnak forvet tıpkı Çekya’dan gelen teklifte olduğu gibi bu nazik daveti de geri çevirdi. Dzeko’nun hayallerinde Bosna ile Dünya Kupası’nda oynamak vardı. Dünya Kupası’nda boy göstermek istediği Milli Takım kariyerine 2007’de Avrupa Şampiyonası elemelerinde Türkiye ile oynanan maçla başladı. O maçta 2-1 geride olan Bosna’ya beraberlik golünü getiren isim oldu. -Dzeko bir röportajında bu maçı kariyerinde en özel anlardan birisi olarak hatırladığını ifade ediyor.- Bosna’da “elmas” lakabıyla anılan oyuncu, o ilk maçtan bugüne kadar Ejderhalar (Bosna Milli Takımı Lakabı) için tam 47 gol attı. 2012’de Elvir Bolic’i (22 gol) geçerek Bosna’nın en golcü oyuncusu oldu. Bireysel olarak kaydettiği gol sayısı kariyeri ile doğru orantılı olarak yükseliyordu. Wolfsburg’da Şampiyonlar Ligi deneyimi de yaşayan Bosna’nın parlayan elması artık Avrupa’nın büyük takımlarının dikkatini çekmeye başlamıştı. Arap sermayesi ile Premier League’de yeni bir konum elde eden Manchester City’nin İtalyan menajeri Roberto Mancini, Dzeko’yu 71
istiyordu. Maviler 25 milyon £ ödeyerek Dzeko’yu transfer ettiler. İlk dönemlerde ağır olması nedeniyle eleştirilse de kısa sürede taraftarın sevgilisi oldu. Edin’den sonra Etihad stadından Bosna bayrağı eksik olmadı. Her golden sonra hatta gol atmasa bile “Whooo Edin Dzekooo” tezahüratı taraftarın dilinden hiç düşmedi. Dzeko da bu sevgiyi karşılıksız bırakmadı. 2011’de kazanılan FA Cup şampiyonluğunda sahnede o vardı. 2012’de dünya futbol tarihine geçen şampiyonluk maçında beraberliği getiren isim yine Boşnak santrafordu. QPR, maçın uzatma anları oynanırken 2-1 öndeydi ve City’nin 52 yıllık şampiyonluk hasretine son vermesi için galibiyetten başka şansı yoktu. Dzeko bugüne kadar oynadığım en yetenekli
Bosna’da “elmas” lakabıyla anılan oyuncu, o ilk maçtan bugüne kadar Ejderhalar (Bosna Milli Takımı Lakabı) için tam 47 gol attı. 2012’de Elvir Bolic’i (22 gol) geçerek Bosna’nın en golcü oyuncusu oldu dediği Silva’nın kullandığı köşe vuruşuna altı pasta yükselerek kafayı vurdu ve eşitliği sağladı. Son saniyelerde gelen Agüero golü ise bir mucizenin gerçekleşmesini sağladı. Edin, kutlamalarda Bosna bayrağını hiç eksik etmedi.
Dzeko ülkesinin bayrağını daha yükseğe tüm dünyanın görebileceği bir yere çıkarmakta kararlıydı. 2014’te Brezilya’da düzenlenen Dünya Kupası Edin Dzeko ve arkadaşları için güzel bir fırsattı. 1992’den bu yana adı savaşla anılan ülkenin kara talihini bir nebze olsun değiştirme görevi Sırp, Boşnak, Hırvat denilmeden oluşturulan futbol takımına düşmüştü. Savaş sonunda imzalanmak zorunda bırakılan Dayton anlaşmasının arap saçına çevirdiği Bosna-Hersek’te, futbolcular tüm zorluklara rağmen ülkelerinin isminin uluslararası arenada başarı ile anılmasını sağlayarak 2014 Dünya Kupası’na gitmeyi başardılar. 2014 Dünya Kupası kadrosundaki bu başarılı grupta iki futbolcu ise diğerlerinden biraz farklıydı. Kadroda yer alan isimlerden sadece Edin Dzeko ve Edin Visca savaş zamanında Bosna’da kalmıştı. Dzeko’nun kendisinin anlattığına göre top oynadığı bölgeye annesi onu eve çağırdıktan 5 dakika sonra bir bomba düşmüştü. Belki de top oynarken o istemeye istemeye duyduğu annesinin eve gel çağrısı hayatını kurtarmıştı. Dzeko o zorluklarla dolu günlerde bir futbol topu, duvarında asılı Shevchenko posteri ve kafasından geçirdiği Serie A hayalleri ile tıpkı Jennifer Connely’nin canlandırdığı gazeteci gibi gidişatı değiştirebileceğini düşünüyordu. Serie A hayalleri bu günler için garip sayılsa da İtalya Ligi o dönemin en gözde ligiydi. Dzeko da Manchester City de Süper Yedek olmak yerine küçüklüğünde hayallerini kurduğu lige Roma’ya gitmeyi tercih etti. Roma’da biraz sakatlıklarla boğuştuktan sonra ligin tozunu atmaya başladı. 2016-2017 sezonunda 29 golle Roma formasıyla Serie A gol kralı oldu. Artık Şampiyon Ligi’nde oynuyor ve yıllar geçtikçe değerleniyor çünkü o hala Bosna’nın biricik elması.
72
73
RÖPORTAJ
Enes Güler
şerif turgut
Bosna savaşı ile başladınız savaş muhabirliğine, ve daha sonra bir daha Türkiye’ye dönmediniz değil mi?
bile olmadan o savaştan bu savaşa koşar durur insan. Benimki de öyle oldu. Bosna dışında Hırvatistan, Kosova, Sırbistan, Karadağ, Makedonya, Çeçenistan, Irak, Cezayir, Batı Sahra, Liberya ve Somali’de de çalıştım. Listeye ekleyebileceğim savaşsız tek Kenya var, ve de ara sıra savaşlara ara verip okumak için gittiğim ABD.
Uzun süre savaş ortamlarında çalışan gazetecilerin çoğu ilk görevin sonrasında, ya bir daha ateş hattından kaçınırlar ya da bir çatışma bölgesinden diğerine gider dururlar. Bir kez o travmayı yiyince, oralardaki yaşamı görünce normal hayata dönmek suçluluk hissini de beraberinde getirir. O yüzden de çoğu zaman farkında
Bir ara Türkiye’de çalışayım istedim, ama maalesef medyamızın içinde bulunduğu hal ve vaziyet nedeniyle içe sinecek bir iş bulmanın pek de mümkün olmadığını anlayıp araziye geri döndüm.
74
Bir çok savaş gördünüz fakat sizi en çok etkileyen Bosna savaşı olmuş. Neden? Gördüğüm ilk savaştı, korkunçtu, tarifi zor. Filmlerde izlediklerinizin çoğundan da daha korkunç. Modern savaş tarihinin en uzun şehir kuşatmasıdır Saraybosna kuşatması, 1425 gün. Bazı kentlerinde durum bizimkinden de beterdi. Arada Gorajde’ye gidip gelebilmiştim, ilaç yok, narkoz yok, hayat kurtarabilmek için testereyle bacak kesiyorlardı. Srebrenica’ya hiç ulaşamıyorduk. Bir soykırıma tanıklık etmenin düşünsel ve duygusal ağırlığını giderecek ilaç yok, dua da yok maalesef. Benzerlerinin yaşanmaması için mücadele etmek o ağırlığı taşımayı biraz kolaylaştırıyor, yoksa zor, çok zor.
gelmek istiyor ancak son anda Fransız BM askerlerinden (savaş zamanı onların kontrolündeydi) gelmeyin mesajı alıyorlar. Israr edilince uçak Zagrep’e iniyor. Saatlerce Saraybosna’dan haber bekliyorlar. Bu arada Zagrep havaalanında uçağa sivil biri girip bizim Bakanın eline bir dosya tutuşturup gidiyor. O dosyanın içinde Bosna’daki tecavüz, toplama kamplarından bilgiler belgeler bulunuyor. Uçağa girip dosyayı veren esrarengiz şahıs kim derseniz? Fikret Abdiç. Savaşlar insanları nerelerden nerelere savuruyor’un nadide örneklerinden olan Abdiç, o kamplara dair bilgilerin Bosna dışına çıkışını sağlayan belki de ilk kişi.
Bir soykırıma tanıklık etmenin düşünsel ve duygusal ağırlığını giderecek ilaç yok, dua da yok maalesef. Dünyaca ünlü karikatürist Joe Sacco’nun ‘‘Safe Area Gorazde’’ kitabında Şerif Turgut’un yer aldığı bir bölüm
Bosna savaşı döneminde Türkiye’nin pasif kaldığı söylenir durur. Sanırım bunun cevabını en iyi verebilecek kişi sizsiniz. Pasif değildi, ama gecikti. Gecikmesinin iç ve dış nedenleri vardı. En önemlilerinden birini anlatayım, daha savaşın başlarında yaşandı. Türkiye’den bir Devlet bakanı yardım malzemeleriyle birlikte askeri uçakla Saraybosna’ya
Sonra uçak Zagrep’ten Saraybosna havaalanına geliyor ama bu kez de Türk heyetin Saraybosna kent merkezine gitmesi sakıncalı bulunuyor, o yüzden de Bosna’nın başbakan yardımcısı görüşmek için havaalanına geliyor. Bu görüşmeden hemen sonra BM aracı içinde geri şehre dönerken, Sırplar tarafından yolda durdurulup arabanın içinde katlediliyor. Bu olay bölgedeki bazı Avrupalı güçler tarafından Türk askerinin BM ile Bosna’da görev yapmasını engellemenin argümanı olarak
75
kullanılıyor ve Türkiye’nin aktif katılımı bir şekilde 1994 yılına kadar engelleniyor. “Türklerle Sırplar arasında tarihi husumet var, bakın Türk bakanı ziyaret etti diye Başbakan yardımcısı bile öldürüldü” deniyor, bahane olarak kullanılıyor. Daha sonra, 1994 yılı ve sonrasında ciddi silah operasyonları yaptı Türkiye, Bosna Ordusunun gelişmesi profosyonelleşmesi için çalıştı. ABD’yle ilişkiler bugünkü gibi değildi, Bill Clinton dönemiydi ve oldukça iyiydi. Split’te BM görevlisi Türk askerlerince kontrol edilen bir yer vardı silah da dahil sevkiyat için. ABD de destek çıktığı için, köstekçiler artık pek birşey yapamaz hale gelmişti. İnsani yardımlar konusunda ise, anlatılanların abartılanların çoğu doğru değil. Bosna adına çok paralar yardımlar toplandı ama oraya gelmedi. Pakmaya ve arapsabunu her daim vardı, kolay ulaşılabiliyordu. Onun dışında hatırladığım, 1995 yılı Kurban Bayramında pazarda 7 Mark’a satılan mudurnu tavuklarıdır. Başka yok. Kuşatma altındaki kentlerde görmedim. Srebrenica düştü ve kurtulabilenler akın akın Tuzla’ya geliyordu, bizim Kızılay yoktu, haber yapmıştım ve rahmetli Bülent Ecevit TBMM’de dile getirmiş ve hemen ardından gelmişti Kızılay. Öncesinde bazı yetkililerden duyduğum uluslararası kuruluşlar üzerinden para verdikleriydi, insani yardımda fiziken görünürlük pek yoktu, gecikmeli geldi, sonra çok yardımlar getirdiler.
Türkiye’nin aktif katılımı bir şekilde 1994 yılına kadar engelleniyor. “Türklerle Sırplar arasında tarihi husumet var, bakın Türk bakanı ziyaret etti diye Başbakan yardımcısı bile öldürüldü” deniyor, bahane olarak kullanılıyor.
Savaşın sonlarına doğru Boşnakların cephelerde ilerlediği ve savaşı kazanmalarına az kaldığı söylenir. Bu doğru mu? Bosna Ordusunun artık silahlanmış ve daha eğitimli olduğu doğru, ancak bu soruyu kaybedilen Boşnak kentlerini geri alabilecekken almadılar anlamında soruyorsan doğru değil, zira karşı tarafı destekleyen ülkeler de oldukça güçlüydü. Şöyle dersek daha doğru olabilir: Boşnakları artık eskisi gibi kesemeyecek, yenemeyeceklerdi. Su borularından kesilip yapılan ev yapımı tüfeklerin, cola kutusunda üretilen patlayıcıların yerini ağır silahlar almış, gazeteciyi, öğretmeni, mimarı, marangozu, ev kadınını part time sınırda savaştıran şartlar kalkmış, artık profosyonel askerleri olmuştu. Bosna ordusuna katılan Türk savaşçıları oldu mu? Bu konuyla ilgili efsanelerdede hem her gördükleri sakallıyı müslüman terörist sananlar, hem de abartılı hikayeler anlatmaktan müthiş hazzeden islamcıların hemfikir oldukları konulardan biri dışardan gelen savaşçıların sayılarını abartmalarıdır. Savaş zamanı çok değildi bunlar. Savaş biter bitmez Türkiye’den gelen özel bir havayolu şirketiyle uçup bölgeye doluştular. Kimisi yağmaya, kimisi Boşnak kızı aramaya, kimisi de dincilik yaymaya geldiler. Bazen havaalanında işim olur giderdim, çok tuhaf yolcular gelirdi. Sayısı abartıldığı kadar olmasa da savaş zamanı Türkiye dahil müslüman ülkelerden gelenler olmuştu. Boşnaklar bunlara “ya komutamıza, ordumuzun emri altına girin ya da ülkemizden
76
gidin” dediler. Emir altına girmeyip kalmaya kalkanlara müsade etmediler. Boşnak halkı nüfusunun yüzde 10’u katledilirken bile istemedi bu kafa kesici radikal vahabi tipleri. Bosna askerleri emir dinlemeyen yabancıları kendileri infaz ettiler. O askerleri eğitenler arasında yer alan Türk subaylar da destek verdiler. Vahabilerle ilgili bir bilgiyi daha paylaşayım: Savaşta ayakta kalabilmiş az sayıdaki tarihi Osmanlı camilerinden bazılarını tamir ediyoruz diye iç mimarisini kazıyıp, üstüne yeşil boya atıp yanına “Suud yardımı” levhası astılar. Mezar karşıtlıkları olduğundan, tarihi eser konumuna gelmiş yüzlerce yıllık mezar taşlarını söktüler. Bu savaşmaya gelenlerin bazıları profosyonel silah eğitimi de almış, savaş tecrübeli cihatçılardı. Ancak bir kısmı da saftı: “rüyamda gelin gördüm Almanya’dan savaşmaya geldim” diye ağlayanını bile gördüydüm. Bu arada savaş sonrası durumlar da pek iç açıcı değil. Gerek Türkiye, İran ve Suudi Arabistan’ın İslam anlayışlarını bir yarış ve rekabet içerisinde Boşnaklara empoze etmeye çalışmaları, gerekse tarikat ve cemaatlerin Bosna’yı kendilerine benzetmeye çalışmaları Boşnaklara çok zarar veriyor. Bosna müslümanlarından, onların kültüründen öğrenecek çok şeyleri olanların, ülkedeki işsizliğin boyutu nedeniyle kendilerine kolayca açtıkları alanlar Boşnakların geleceğinden çalıyor.
Savaşta kadınların rolü nasıldı? Bosna kadınları muhteşemdirler. Direnişin direğiydiler. Diğer müslüman ülkelerin aksine Bosna’da kadınların insan olarak eşitliği tartışmasız toplumun eğitimli ya da eğitimsiz tüm kesimlerinde yaşanan bir durumdu. Yugoslavya’nın herşeyini eleştirebilirler ancak kadınların güçlülüğü, eşitliği, ve sanat konularında çok özel bir toplum yaratmayı becermiş bir sistem. Kadınlar cephede savaştılar, ailelerine baktılar, şehirlerini yaşattılar. Bazen gazeteci arkadaşlarımızdan tepelerdeki Sırp keskin nişancılarla konuşabilenler oluyordu, dürbünden görüyorlardı ya, nasıl deli olduklarını anlatırdı görüşenler. Savaşın gerçek kahramanı kuşkusuz kadınlardı. Çok ağır bedeller de ödediler. Nazi kampları gibi toplama kampları da vardı, ve onbinlerce kadın oralarda sistematik tecavüze uğradılar. Çok ağır işkencelerden geçtiler. Tarihte
Sayısı abartıldığı kadar olmasa da savaş zamanı Türkiye dahil müslüman ülkelerden gelenler olmuştu. Boşnaklar bunlara “ya komutamıza, ordumuzun emri altına girin ya da ülkemizden gidin’’ dediler. 77
Sanırım en unutulmazlarından biri de Susan Sontag’dır. Kuşatma Saraybosna’sına gelip hem bir süre yaşayıp hem de “Godot’u Beklerken”i oynuyor. Nitekim, birkaç yıl önce Saraybosna Ulusal Tiyatrosunun olduğu meydana ismini verdiler.
Bir söyleminizde; Bosna savaşı Avrupa’nın laboratuvarı oldu, soğuk savaş sonrası ülkelerin deneme tahtası olarak kullanıldı diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
ilk kez Bosna savaşında tecavüz de savaş suçuna girdi. Bu arada Müslüman toplumlardaki yanlış kültürlerden birine değinmeden de geçemeyeceğim. Tecavüze uğramış kadınlara “kirlenmiş” gözüyle bakıyorlar ki, asıl kirli olan bu bakış açısı. Bosna’da yoktu, öyle değildi ama diğer ülkelerden öyle davranışlar içine giren insanlar oldu. Savaşta aktivist kadınlar var mıydı? Bosna’da yaşananlar ülkeleri belki harekete geçiremiyordu, insanlık tepkisizdi ama güzel insanlar vardı ciddi çabalar gösteren. Sanırım en unutulmazlarından biri de Susan Sontag’dır. Kuşatma Saraybosna’sına gelip hem bir süre yaşayıp hem de “Godot’u Beklerken”i oynuyor. Nitekim, birkaç yıl önce Saraybosna Ulusal Tiyatrosunun olduğu meydana ismini verdiler. Türkiye’den de birkaç günlüğüne gelen doktor bir kadınla karşılaşmıştım. Türkiye’de gönüllü olarak Bosna’dan gelen yaralılara bakmış, ve hayatı boyunca biriktirdiği tüm parasını alıp Tuzla’ya getirmişti, Srebrenica’dan kurtulanlara vermek için. Haber yapmamam şartıyla, bu bilgileri benimle paylaşmıştı. Bu arada kadın değil ama tek olması sebebiyle onu da ekleyeyim. Türkiye’den savaşmaya gelen tek solcu da, öldürecekler diye Nazım Hikmet’i motorla Türkiye’den kaçıran Refik Erduran olmuştu. Kara Kuğulara katılmıştı. 78
Sovyetler dağılmış Berlin Duvarı yıkılmış, hatta Arnavutluk’ta ilk kez çok partili seçim yapılmıştı. Dünya yepyeni bir sürece girmişti ve ilk etkilenen ülkelerin başında da eski Yugoslavya geliyordu. Gerek iç, gerekse dış faktörler dağılacağına işaret ediyor, herkes kartlarını ona göre diziyordu. Slovenya batı Avrupa sınırında olması dolayısiyle şanslıydı, ateş o sınırdan hemen püskürtüldü. Hırvatistan, II. Dünya savaşında Almanya’nın baş destekçilerinden olması sebebiyle özel bir ilişki geliştirmiş, Almanya tarafından her şartta korunuyor, kollanıyordu. Artı Katolik dünyanın desteği yadsınamaz. Sırbistan da Rusya, Çin ve bazı gelişmiş Avrupa ülkelerince destekleniyordu. Makedonya’yı ABD korumaya almıştı. Bosna’yı herkes bir ucundan çekiştiriyordu, diğer ülkelerin aksine güçlü koruyucuları yoktu. Eski Yugoslavya’yı oluşturan ülkeler içinde en karışık olanıydı, ve herkes bir uçtan çektikçe daha da kanıyordu. Ve işte o kan denizinin içinde boğulmaya çalışılan da Boşnaklardı. Avrupalıların büyük çoğunluğu taraf olarak Sırplar ve Hırvatlar arasında bölünmüşlerdi. Nötr olanlarda ise Boşnak taraftarlığı yoktu. Boşnaklara kalan Türkiye ve birkaç Müslüman ülkeydi. Bir avuç Boşnak tam ortada, 2 taraftan da saldırı ve uluslararası silah ambargosu altında inim inim inliyor, her gün katlediliyordu. Katliamlar sürerken ülkeler birbirleriyle kartları değiştiriyor, a planı, b planı püsürük planları yaptık diye ortada dolaşıyor olup bitenleri öylece seyrediyorlardı. Yeni kurulmakta olan dünya düzeninde bazı saflar, saflaşmalar henüz net değildi, değişiyordu. Bosna deneme tahtası oldu. Kartlar yeniden karıldı. Bazı batılılar laboratuar diyordu ve Boşnak kanı en ucuzuydu.
Joe Sacco’nun ‘‘The Fixer’’ çizgi romanından savaş zamanı Saraybosna‘nın meşhur oteli ‘‘Hotel Holyday Inn’’
. . Saraybosna’nın eski renkleri Atakan Sevgi
Saraybosna denince dünyanın en renkli şehirlerinden biri canlanır benim gözümde. Bu renkliliği oluşturan sadece şehrin taşı, toprağı, ağacı, binaları değil; farklı insanları, inançları, kültürleridir.
Bazı araçları takip ederek bir şehrin tarihinde oldukça gerilere gidebilirsiniz. Örneğin şehirle ilgili anlatılan efsaneler, yazılmış hikayeler, masallar, şarkılar sizi şehrin yüzyıllarca öncesine götürebilir.
Saraybosna çok kültürlü yapısı ile bilinen bir Ancak bu görsel olarak mümkün değil. Örneğin şehir. Bunun temelinde ise yüzyıllar boyunca bir şehrin eski fotoğrafları en iyi ihtimalle 19. İslam, Katolik ve Ortodoks Hristiyanlık ve yüzyılın ortalarına kadar geri gider. Üstelik bu fotoğraf kareleri siyah Museviliğin bir arada beyazdır. Oysa bir şehre var olmuş olması var. Saraybosna’nın eski renklerini merak ediyorsaruhunu veren şeylerin Bu nedenle Saraybosnız, şu an doğru yerdesiniz! Burada Saraybosarasında en önemlilerinna’ya eskiden “Balna’da çekilmiş en eski renkli fotoğraflardan den biri renkleridir. kanlar’ın Kudüs’ü” denirdi. Saraybosna bazılarını bulacaksınız. Bunlar, dünyada herkes Saraybosna’nın eski dünyanın en renkli birbirine benzer giysiler giymeden önceki renklerini merak ediyorbölgesi Balkanlar’da zamanlardan, 1912 yılının Ekim ayından renkli sanız, şu an doğru dahi kendi renkleriyle Saraybosna kareleri. yerdesiniz! Burada öne çıkan bir şehirdi. Saraybosna’da çekilmiş Burada bahsettiğimiz renkler aslında birer meta- en eski renkli fotoğraflardan bazılarını bulacaksıfor. Ancak bu metaforların hayatta karşılıkları da nız. Bunlar, dünyada herkes birbirine benzer giysivar. Örneğin Osmanlı’da farklı inanç grupları ler giymeden önceki zamanlardan, 1912 yılının farklı renkte giysiler giyerdi. Bu açıdan bakınca Ekim ayından renkli Saraybosna kareleri. Osmanlı’da Saraybosna sokakları kadar rengarenk insanlarla dolu sokakları olan başka şehir Savaşların yan yana yaşayan Balkan halklarını var mıdır? Sanmıyorum… Bir de o zamanların birbirlerinden ayırmadığı yıllardan… renk renk geleneksel giysilerini düşünün! İnsanların ve şehirlerin renklerini henüz kaybetDüşünemediniz mi? Haklısınız, düşünmek kolay mediği, tekdüzeliğin hayata hakim olmadığı değil. Nedeni basit: Eski zamanların renklerini zamanlardan… bilmiyoruz. Çünkü görmedik. 80
Saraybosna pazarında ekmekçi. Kadrajdaki üç Müslüman erkeğin de giysileri benzer: fesler ve kuºaklar kırmızı, gerisi tamamen siyah.
‘‘Osmanlı’da farklı inanç grupları farklı renkte giysiler giyerdi. Bu açıdan bakınca Osmanlı’da Saraybosna sokakları kadar rengarenk insanlarla dolu sokakları olan başka şehir var mıdır? Sanmıyorum… Bir de o zamanların renk renk geleneksel giysilerini düşünün!’’
İki Saraybosnalı Sırp arkadaº. Giyim tarzları kendi kültürlerine özel. Özellikle de taktıkları türbanlar farklı. Renk olarak kırmızı, siyah ve beyaz var üzerlerinde.
Kalabalık bir Sırp aile. Erkeklerin serpuºlarının hepsi ayrı telden çalıyor. En soldaki adamın baºındaki baºlık ise yer çekimine meydan okuyor. Yetiºkinler sabit durabilmiº poz verirken ama çocuklar hep flu. Eski zamanlarda fotoğraf çekilirken daha uzun süre sabit kalmak gerekirdi.
81
Muhtemelen tüm ºehirlerin tüm zamanlardaki en renkli yeri: Manav! Kara üzümler önde, ilk dikkat çekenler. Arkalara doğru domatesler, yeºillikler, turplar ve soğanlar göze çarpıyor.
Köºe baºında bir fırın. Fırının Boºnak sahipleri hiç oralı değil. Önde bir çocuk poz vermiº, kapının içerisinde de meraklı küçük gözler var sanki. Asıl sürpriz ise üst katta: Bir kız pencereden bakıyor. Camlar açık. Ekim ayı olmasına rağmen hava güzel demek ki!
82
Derme çatma evlerinin önünde Roman kadınlar. İlginçtir, her zaman en renkli giysileri tercih eden Romanlar bu fotoğraflarda herkesten daha az renkli. Galiba zaman içinde diğerleri renklerini kaybederken onlar korumasını bildi.
El emeği göz nuru Boºnak tarzı nakıºlar.
Katolik Hırvat kadın. Çok eskilere dayanan dövme geleneğinin halen yaºadığı zamanlar. Bu dövmelerle ilgili farklı hikayeler anlatılır: Kimine göre Bogomil inancı döneminden kalmadır, kimine göre daha eskilere dayanır. Osmanlı döneminde çocuklarının devºirilmemesi, kızların cariye olarak alınmaması ya da bir Müslüman’ın onlarla evlenmek istememesi için Hristiyanlık sembolleri ve haç motifleriyle devam etmiº bu gelenek. Saraybosna’ya renk kattığı bir gerçek!
83
Çingeneler tepesinden ºehrin genel görünüºü. Fabrikaların renkleri öldüren gri dumanlı bacaları göze çarpıyor hemen. Belki de Saraybosna’nın hava kirliliği problemi daha o yıllarda baºlamıºtı.
Burada gördüğünüz fotoğraflar, 1912 yılının 15-25 Ekim tarihleri arasında çekilmiş. Fotoğrafları çeken aynı kişi: Fransız fotoğrafçı Auguste Léon. Bu fotoğrafları, Fransız bi banker olan Albert Kahn’a borçluyuz. Albert Kahn’ın finanse ettiği “Gezegenin Arşivi” adlı proje için, 1909-1931 arasında, 22 yıl boyunca, dünyanın tüm kıtalarından 50 ülkede 72.000 renkli fotoğraf çekilmiş. Burada Saraybosna’da çekilen 66 karenin pek azını gördünüz. Saraybosna’nın diğer kareleri ve tüm dünyadan erken dönem renkli kareler için Albert Kahn koleksiyonlarının internet adresi: http://collections.albert-kahn.hauts-de-seine.fr/
84
Illustrasyon: Irma Zmiriรง ร etinkaya Sarajevo Radio Tower
85
baška saraj’vo
C e n t e r , bakanlıklar, Osmanlı yapıları ve merkeze yürüyüº mesafesi uzaklığı ile Beºiktaº; Koševo, yokuº yolu, Que Pasa ve alt sokağındaki elit mekanlar ve sakin yapısı ile Moda; Vratnik, Sarajevo’nun eski yerleºim merkezlerinden biri olmasının yanı sıra halen mahalle kültürü ve komºuluk olgusunun yaºaması sebebiyle Üsküdar; Bašèaršija/Kazandžiluk, uhrevi atmosferi ve tarihi dokusu ile Fatih; Bašèaršija/Veliki Mudželiti, Begova Camisi ve çevresindeki daimi hareketlilik ile Eyüp; Franjevacka, manastır ve bira fabrikası Pivara'nın yer alıyor olması ile Bomonti;
Marjin Dvor&Velesic, yüksek, plaza biçimli yapıları ve çalıºan insanların yoğun geçiº noktası olması ile 4.Levent; Stup, Yakın zamanda yükselen apartmanları ve eºrafının getto ºeklinde yaºaması ile Baºakºehir; Ilıdža Merkez, otogarın varlığı, gelir düzeyinin düºüklüğü ve “Köyüm olmadan asla!” Diyen insanların yoğunluğu sebebiyle Esenler; Grbavica, yürüyüº yolu Vilsonovo’ya sahip oluºunun yanı sıra yerleºim yerinin yanından nehrin geçiºi ve ferah yaºam koºulları sebebiyle Bakırköy; Dobrinja, ºehirden uzaklığı, havalimanına yakınlığı ve kendine has insan yapısına sahip oluºu sebebiyle Pendik; Buèa Potok, alt geçitleri, sakin yaºam temposu ve sadece bölge insanının bildiği kafeleri sebebiyle Maltepe; Bendbaši, merkeze yakın oluºu ve Boğaz köprüsü olmasa da önünden geçen köprüsüyle Beykoz; Èobanija, büfelerin bir arada bulunması ve 7/24 akıºın olduğu canlı bir semt olmasıyla Ortaköy; Zelenih Beretki, Cheers-City Lounge-Tesla üçgeniyle, her ne kadar denizle ilgisi olmasa da özellikle hafta sonu trafiğine sahip olmasıyla Bebek; Lužani (Ilidža), özellikle savaº öncesi döneminin Sapancası. Gelir düzeyinin yüksekliği, sakin yapısı ve havalimanına yakın oluºu ile Florya; Skenderija, ºehir merkezine yakınlığı ve büyük konserlere, organizasyonlara ev sahipliği yapıºıyla Bostancı; Vrelo Bosna, merkeze uzaklığı ve yeºilin her tonunu barındırmasıyla Belgrad Ormanları; Sokoloviæ Kolonija, merkeze uzaklığının yanı sıra sakinlerinin genellikle sorumluluğu az iºlerde çalıºan, düºük gelir sahibi kiºilerden oluºuyor olması ve refah seviyesinin nispeten diğer semtlere göre düºük olması sebebiyle Sarıgazi; Biban/Vidikovac, ºehri en güzel noktadan görme ve kuº bakıºı seyredebilme imkanını sağlaması sebebiyle Çamlıca Tepesi.
Hazırlayanlar: Ali Mert Vuran, Emin Akben, Enes Güler