Baška 6 Zagreb

Page 1

BALKAN EDEBİYATI - KNJIŽEVNOST - LITERATURE AĞUSTOS 2017 SARAJEVO - ISTANBUL / 6.SAYI IO TL 5 KM 3 EUR


İdeolojiler bizi ayırsa da, rüyalar ve dertler bir araya getirir.

Eugene Ionesco


BAŞKA ZAGREB Dünyada bazı ülkeler vardır. Başkentleri ülkenin en iyi, en büyük, en turistik, en gözde şehri olmayabilir. Bazıları vasattır; bazılarında hiç bir şey yoktur. Mesela Madrid. Koskoca Madrid, Barselona’nın, Sevilla’nın falan gerisinde kalır. Eurovision’da bütün ülkelerin o müthiş başkentlerinden yapılan puanları açıklama anında, bizim mazbut ve mütevazi Ankaramız da çok sırıtır. Sunucunun arkasında bulunan renkli fışkiyeli havuz yeterli olmaz karizmasını toplamaya. O esnada; “Ahh şimdi arkada boğaz olsaydı…” deriz hep bir ağızdan. Zagreb Balkanlar’da, hadi biraz daha daraltalım Eski Yugoslavya’daki en mütevazi başkente sahip şehirdir. Bir kere turistik değildir. Eğer Hırvatistan’a gidecekseniz; ilk seçeneğiniz Dubrovnik, Split gibi Adriyatik kıyısındaki tarihi şehirler olacaktır. Dalmaçya adalarından bahsetmiyoruz bile. Hani şu meşhur Dalmaçyalar. İşte onlar Hırvatistan’dadır. Hal böyle olunca; Üsküp, Belgrad, Saraybosna, Ljubljana gibi şehirlerin arasında Zagreb biraz az turistik kaçıyor. Zagreb’e kimisi küçük Viyana, kimisi Budapeşte der. Bize göre ise Zagreb, Balkanların kendine has gürültülü, curcunalı ortamında köşesine çekilip kitabını okuyan çalışkan bir çocuk gibidir. Entelektüel olarak bölgenin zirvesindedir. Kendisini Avrupa Birliğine de atmasıyla birlikte Balkanlar’dan kafa olarak neredeyse kopmuştur. Bu yüzden Zagreb’e bir Balkan şehri demekte güçlük çekeriz. Zira Viyana tanımına büyük oranda uyum sağlar ve bundan da gocunmaz. Şehir kalabalık olmasına rağmen sessizdir. Bu bazen Belgrad’da da olur. Ama orada bir bakarsınız elinde trompetle bir çingene, Bregovic müzikleriyle bozar bütün sessizliği. Zagreb’de bu olmaz. Hiç olmaz demiyoruz ama pek nadirdir. Üsküp’te, Büyük İskender heykelinin altında çalan ve çok sırıtan filarmoni esintileri de duyulmaz Zagreb’de. Zagreb pandomim şehridir. Ne zaman gitseniz etrafta sıra ile pandomim sanatçılarına denk gelirsiniz. Biz inanıyoruz ki bu pandomim sanatı şehre yapılan bir atıftır. Sessizdir, duyamazsınız. Ama çok şey görürsünüz. I


IMPRESSUM Tasarım: Margarita Design Studio Redaksiyon: Crvena Olovka Yayın Yönetmeni: Enes Güler Editör: Bilal Yakup Yazı İşleri: A. Furkan Demir Kapak: Kemal Mehmedović Illustrasyon: Irma Zmirić Çetinkaya Fotoğraflar: Emin Akben Sosyal Medya: /baskadergisi Websitesi: www.balkanedebiyati.com Mail: dergibaska@gmail.com / newsletter@balkanedebiyati.com Adres: Mis Irbına 3 centar Sarajevo / Selami Ali Caddesi, Eser Çarşısı, no: 2o Part 1 D:101 Üsküdar Baska Dergi #6 Zagreb Yazarları : Süleyman Gündüz, Marko Pogačar, Dilek Kütük, Serkan Türk, Mehmet Berk Yaltırık, Gülhan Tuba Çelik, Abdullah Enis Savaş, Metin Savaş, Ervanur Erdoğan, Enna Zone Đonlic, Özge Deniz, Hatice Tokuz, Talha Ulukır, Cihat Gemici, Şule Yavuzer Baska Dergi #6 Zagreb Şairleri: Esma Koç, Ervanur Erdoğan, Nadija Rebronja, Adnan Mulabdić Baska Dergi #6 Zagreb Söyleşileri: Filip Mursel Begović - Hırvatistan, Zagreb özelinde Balkanlarda Edebiyat, Sali Sallini - Sevdalinka - The Alchemy of Soul Belgeseli üzerine Söyleşi www.balkanedebiyati.com / balkansozluk.org / baskadergi.tumblr.com / margaritads.com


DOSYA /

ZAGREB


.

ZAGREB: İDDİASIZ, SADE A Süleyman AMA ETKİLEYİCİ Gündüz İnsan hayatında, ilklerin önemi büyüktür ve belleğinde unutulmazlar arasında yerini alır. Doğu kentlerine doğrudur ilk yürüyüşüm. Işığın doğudan yükselişi midir etkileyen beni bilmiyorum ama ilk yürüyüşüm Doğu’yadır. İlginçtir Doğu milletleri batıya akar, batılılar ise Doğu’ya.

Zagreb, Batı-Doğu ve Kuzey-Güney aksının ilk şehirlerindendir. Doğu-Batı düşüncesinin, Kuzey-Güney sosyoekonomik farklılığının kesişme, aynı zamanda geçiş noktasıdır. Bütün bu gerilime rağmen iddiasiz ve sade bir şehirdir. Benim üzerimdeki etkileyiciliği tam da burasıdır.

Doğu milletlerine ait bir kimliğe sahip olmama rağmen doğu ve güneye yürüşlerimin üzerimdeki etkisi büyüktür halen. Bugün çıkıp gitsem yine ilk güzergahımı takip ederim. Zülkarneyn’in etkilendiği coğrafya beni de etkiliyor. Bunun temelini ilim, irfan ve hikmeti arama oluşturuyor sanırım.

İlk ziyaretim transit bir geçiştir. Tren istasyonunda yolcu indirip, bindirme anında aşağıya inip bir anlık soluklanmaktan öteye varmaz. O gün bu şehre ikinci gelişimin de bir trenle olacağını bilmeme imkan yoktu. Kaderin ne tür bir öykü oluşdurduğunu bilmeme imkan yoktu. İlk gelişim doğu istikametindendi, ikincisi ise batıdan.

Başka dergisi Zagreb üzerine bir yazı yazmamı isteyince ilk seyahatimi düşündüm. İkinci yürüyüşüm İstanbul’dan trenle kuzeybatıya doğrudur. İstanbul, Sofya, Belgrad, Zagreb, Ljubljana, Salzburg, Münih, Frankfurt ve Köln güzergahı olmuştur. Bu seyahatimde şehre tanıklığım ismi ve tren istasyonundan öte değildir. Zagreb Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ne (YSFC) bağlı Hırvatistan Federal Cumhuriyeti’nin başkentiydi. Şehirlerin adları ülkelerinkinden daha kadim bir tarihe sahiptir. Yeniçağ’a kadara ülkelerin adları genelde büyük şehirleri, yöneticilerin bağlı oldukları kabile veya aile adları ile anılırlardı. Modern zamanların insanları, seyahatlerine ülke isimleri ile başlayıp detaylarında şehirleri ayrıntılı olarak anlatmaya başlarlar. Batı Avrupa ile Güneydoğu Avrupayı bir çizgiyle ayırsak şüphesiz kalemimizi Zagreb’in üzerinden geçirmemiz gerekir. 4

1989’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) dağılıp, bağımsız cumhuriyetler ortaya çıkınca; bütün gözler dinler ve etnik yapı mozaiği olan YSFC’ye dönmüştü. Nitekim 1991’de de YSFC dağılma sürecine girdi. SSCB’nin dağılıması sorunsuz gerçekleşirken aynı durum YSFC için gerçekleşmedi. YSFC’de Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlık ilanını ilk gerçekleştiren federal yapılar oldu. Ardından Bosna-Hersek ve Makedonya bağımsızlık kervanına katıldılar. Bu durum üzerine Yugoslav Halk Ordusu ve Sırp paramiliter gruplar Hırvatistan ve Bosna Hersek’de bir iç savaş çıkarttılar. 1991’de Hırvatistan’ın Doğu Slavonya ve Batı Krajina’sı, Yugoslav Halk Ordusu ve Sırp paramiliter gruplar tarafından işgal edildi. Ardından 1992’de Bosna_Hersek’in 3’de 2’lik bölümü. 3,5 ve 4 yıl süren savaşlar büyük trajedilerle sonuçlandı. Mayıs 1992’de Hırvatistan ve Bosna Hersek’deki savaşları görmek ve anlamak üzere, eski bir


Zagreb, Batı-Doğu ve Kuzey-Güney aksının ilk şehirlerindendir. Doğu-Batı düşüncesinin, Kuzey-Güney sosyoekonomik farklılığının kesişme, aynı zamanda geçiş noktasıdır. Bütün bu gerilime rağmen iddiasiz ve sade bir şehirdir.

.

atlasın ortasından koparttığım Balkanlara ait fiziki bir haritayla yola çıktım. Bu kez güzergahım karayolu ile İstanbul,Edirne, Sofya,Kumanova, Üsküp ve oradan uçak ile Ljubljana ve trenle Zagreb’e geçmek şeklinde oldu.

Bir akşam vakti şehrin tren garına indik. Dilimde bu şarkı. Bir taksiye atlayıp İsmail’in arkadaşı Ali Nasuf’un tavsiye ettiği otele gittik. Otelimiz eski şehrin tam merkezindeydi. Bir müddet sonra “şehirlerin keşfi geceleri başlar” sözüme uyarak Zagreb’in ıssız sokaklarında dolaşmaya çıktık. Savaş nedeniyle sokaklara ürkütücü bir sessizlik hakimdi. Duvarlarda savaşın yıkıcılığını anlatan ve insanları dayanışmaya çağıran afişler vardı. İlk bakışta küçük bir şehir duygusuna kapılıyorsunuz. Yorgunluk kahvesi içmek için bir kafeye girdik. Üsküp’de eski şehirde Türk kahvesi bulmak mümkündü. Burada Türk kahvesinin dışında bütün türler var. Konakladığımız mekan eski şehrin merkezinde yer alıyor.Büyük bir merakla sabah aydınlığında şehrin keşfine devam etmek üzere istirahate çekildik.

Bir şehre ait ilk kanaat genelde değişmez. Bu şehrin hatıralarına ilk karışmam İsmail Bardhi ile olmuştu. Ardından kaç kez geldiğimi bu satırlardan dolayı saymaya kalktım ancak başarılı olamadım. Benim kuşağın büyük bir kısmının belleğinde Zagreb’in ismi yer almıştır. Kendilerine nereden hatırladıklarını sorsanız anlatamazlar. Küçük bir mırıldanma “hah evet bu işte” dedirtir. Ahmet Kaya’nın seslendirdiği Lili Marlen Türküsü’nün bir mısrasında gösterişsiz bir şekilde yer alır ama bilinç altına yerleşir. Şiir Atilla İlhan’a aittir okunmasını tavsiye ederim.

Eski Yugoslavya’nın büyük şehirleri genelde Stari Grad ve Novi Grad yani eski ve yeni şehir olarak iki bölümden oluşuyor. Sabah erken uyanarak, kahvaltı sonrası hem şehri keşfetmek hem de işlerimizi haletmek üzere sokağa çıkıyoruz. İlk işimiz İslam Merkezi’ne uğramak ve Bosna’daki Sırp saldırılarından kaçarak Lekeniçka’daki Zagreb Camii’nin avlusunda toplanan Boşnak Mültecileri ziyaret edip gelişmeler konusunda bilgi almaktı. Makedonya’daki mülteci kampını ziyaret ettikten sonra bu ikincisi oluyordu. Burada gördüğümüz manzara ve dinlediklerimiz, bizleri Bosna sorununun ve sevdasının içine çekti. Bu durum halen devam ediyor. Bosna konusunda olmuş veya olacak olan herşeye

“Akşam olur mektuplar hasretlik söyler/Zagreb radyosunda Lili Marlen türküsü Siperden sipere ateş tokuşturanlar/Karanlıkta dem tutan ishak kuşu Biz insanlar yemin ettik imanımız var/Hürriyet için hürriyet aşkına Savulacak dönem savulacak düşman/Dehrin cefasını çektik sefasını süreceğiz Dost sağlar karanfilim, dost sağlar karanfilim/marş söylemeden ölmek bize yakışmaz” 5


artık kulak kesiliyoruz. Bu kısa notu anlatmamın gerekçesi Zagreb’i hangi şartlar altında ziyaret ettiğimin bilinmesidir. Zagreb Camii, büyük bir alan içinde kurulu geleneksel ve modern mimarinin ustalıkla harmanlandığı etkileyici bir eserdir. Sosyal donatılarıyla Zagreb’de yaşayan ve Zagreb’den geçen Müslümanların uğrak yeridir. Mutlaka görülmesi gerekir. Devlet-i Âli en geniş sınırlarına ulaştığı zaman kısa bir dönem bu şehri yönetmişti. Rivayet edilir ki; bu şehrin imar yasalarını Devlet-i Âli’nin yöneticileri hazırlamışlar ve halen bu kurallara uyulur. Bugün hatırı sayılır Müslüman bir nüfus bu şehirde yaşamaktadır. Birçok yazımda da ifade ettiğim gibi içinden nehir geçen ve deniz kıyısında kurulan şehirleri severim. Zagreb, Sava nehriyle ikiye ayrılır; kuzeyinde eski ve güneyinde yeni şehir bulunmaktadır. Stari Grad mutlaka yaya gezilmesi gerekir. Keşfe Lotrşçak Kulesine (Kula Lotrşçak) çıkarak başla*Süleyman Gündüz’ün 2007 yılında Zagreb’de açmış olduğu malısınız. Merkez, Yukarı Şehir (Gronji Grad) ve fotoğraf sergisinin afişi Aşağı Şehir (Donji Grad) olarak iki bölüme ayrılıyor. Yukarı ve Aşağı şehri birbirinden ayıran Ilıca caddesi bulunmaktadır. Ilıca caddesinden Gronji Grad’a Lotrşçak Kulesine çıkmak için basamakları veya funiküleri kullanabilirsiniz. Lotrşçak Kulesine çıkarak örümcek bağlamış ve bazılarının camları kırık pencerelerden şehrin tümünü seyredebilirsiniz. İsmail bir espiri yapıyor “Hırvatistan bu kuleden gördüğün kadardır” diye. St. Mark’s Kilisesi’nin çatısı en güzel buradan gözükür. Bir tepe üzerinde Markov Meydan’ında St. Mark’s Kilisesi yer almaktadır. Her şehrin akılda kalan bir sembolü olur. St. Mark’s Kilisesi Zagreb’in sembolüdür. Batının merkez şehirlerindeki kiliseleri düşündükçe küçük, ama etkileyicidir. Çatısı Hırvatistan’ı sembolize eden bir şekilde kaneviçe gibi rengarenk işlenmiştir. St. Mark’s Kilisesi’nin bulunduğu alana ikinci geliş yolu Taş Kapı’dan (Kamenita Vrata) geçerek olabilir. Taş Kapı’nın içi küçük bir şapeldir. Buradan geçenler bir mum yakarlar ve dua ederler. Duvarlarında küçük kağıtlara yazılı bir çok not ve dilek asılmıştır. St. Mark’s Kilisesi’nin etrafında başka kiliseler, galeriler, müzeler, parlamento, hükümet ve belediye yönetim binası bulunmaktadır. Bunların içinde sanırım en ilginci Kırık Kalpler Müzesi (Museum of Broken Relationships) olsa gerek. Yan tarafında Sveta Katarina Aleksandrrijaska Kilisesi, Balıkçı ve Yılan Heykeli (Ribar i zmija monument)… Zagreb Şehir Müzesi, St. Franjo, St. Francis Assisi, St. Cyril ve Metodis Kilisesi ya bir kaç sokak yanda veya arkadadır. St. Mark’s Kilisesi’ne biraz uzak olmasına rağmen Zagreb Katedrali ve 6


Mimarlık Müzesi görülmeye değerdir. Aslında görülecek mekan itibariyle ziyadesiyle zengin bir şehirdir Zagreb. Şehirlerin keşfinde en anlamlı olan alanlardan bir tanesi de şüphesiz pazar yerleridir. Ban Jelaçiç Meydanı’nın hemen üst tarafında Dolac Pazarı’na gidilmeli. Büyük bir Pazar değildir. Kırmızı şemsiyeleri, kurulumu ve sessizliği etkileyicidir. ‘’Vatandaş gel, gel…’’ seslerini duymazsınız. Bana Josipa Jelaçiça Meydanı tam bir uğrak yerdir. Etrafındaki binalar mimari açıdan klasik Orta Avrupa şehirlerini andırır. Viyana esintisini hissetmemek mümkün değildir. Şehrin içinde parklar sere serpe uzanmaya müsaittir. Banklarda öğle yemeğini yiyenlere, ağaç gövdelerine yaslanıp kitap okuyanlara ve ders çalışanlara rastlamak mümkün. Tkalciceva Caddesi kafelerin ve insan yoğunluğun en çok olduğu yerdir. Sarajevo’da ki Ferhadija caddesini andırır. Mağaza pencerelerinde dondurma ile girilmez işaretleri ve içeride sürekli yayın yapan bir radyo bulunur. Bizim mağazalar da ise televizyon vardır. Zagreb’de güçlü bir kültürel hayat var. İlk kitapevi ziyaretimi İsmail Bardhi ile yapmıştım. Zagreb Katolik Üniversitesi’nin kitapevine uğramıştık. İsmail onlarca kitap aldı. Ben dili bilmediğimden hatıra olması için bir felsefe kitabı almıştım. Zagreb Katolik Üniversitesi’nin tıptan sosyal bilimlere, mühendislikten teolojik bilimlere kadar bir çok fakültesi bulunmakta. En önemlisi İslami ilimlerin olmasıydı. Sosyal bilimler, ilahiyat ve felsefe alanında dünyada ilgi ile izlenen kitap yayınları bulunuyor. Yazımın başlangıcında da ifade ettiğim gibi bu şehre ne kadar gidip geldiğimi hatırlamıyorum. İlginç olan ise ülke siyasetine yön vermiş birçok şahsiyeti tanıyorum. Bunların başında şüphesiz Eski Cumhurbaşkanı Stjepan Stipe Mesiç gelmektedir. Hem Boşnakların hem de

Şehirlerin keşfinde en anlamlı olan alanlardan bir tanesi de şüphesiz pazar yerleridir. Ban Jelaçiç Meydanı’nın hemen üst tarafında Dolac Pazarı’na gidilmeli. Büyük bir Pazar değildir. Kırmızı şemsiyeleri, kurulumu ve sessizliği etkileyicidir. ‘’Vatandaş gel, gel…’’ seslerini duymazsınız.

merhum Alija Izetbegoviç’in iyi dostuydu.

.

Parlamentoda bulunduğum zaman Türkiye-Hırvatistan Parlamentolar arası Dostluk grubu başkanlığını yürütmüştüm. Bu şehre özel danışmanlıklarını yaptığım, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal ve Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı merhum Alija Izetbegoviç ile gelmiştim. 1992-95 dönemindeki Bosna hatıralarımın bir kısmı; Zagreb’in tren istayonuna, otobüs terminaline, havaalanına, sokaklarına, caddelerine ve duvarlarına kazınmıştır. Zagreb Esplanade Oteli’nin hatırası ise Bosna’nın gerçek tarihi yazıldığında günyüzüne çıkmalı. “Ağıtlar ve Anıtlar” fotoğraf sergimi burada açmıştım.Sergimin küratörlüğünü Ressam Sreçko Planiniç yapmıştı. 45 gün açık kalan sergimi ziyaret eden fotoğraf sever sayısı 42 bin idi. Zagreb’in dışında birçok şehrini ezberlediğim Hırvatistan bugün Avrupa Birliği üyesidir.

.

Zagreb; iddiasız, sade bir şehir olmasına rağmen etkileyicidir.


mom sjećanju slične brazde upisale su eskadrile niskoletećih MIG-ova koji nad gradskim nebom ostavljaju boje jugoslavenske trobojnice, parade armije na savskom nasipu i gomile slično odjevenih mladih ljudi iz svih krajeva zemlje i svijeta – sve ono što tada još nisam mogao prepoznati kao ikonografiju nadolazećeg rata. Ostao je ondje i naš stan na dvadeset i drugom katu golema nebodera, raskopane tramvajske pruge, šetnje Maksimirom, klinički bolnički centar u Dubravi, nekoliko prijatelja, dječji zborovi, glavni kolodvor i sva ta neobična bjelina pod nama; sivilo svud oko nas i nad nama. Uvijek i opet sivilo.

CVIJEĆE ZA PTICU RUGALICU, ILI DO ISTAMBULA U JEDNOM DAHU Zagreb je hladan grad. Još početkom osamdesetih godina, dok me nitko nije imao u planu, zaključio je to i u refren jednako hladne, otuđene i guste pjesme upisao Jura Stublić, frontmen tada popularne skupine Film.

Marko Pogacar Zagreb je hladan grad. Još početkom osamdesetih godina, dok me nitko nije imao u planu, zaključio je to i u refren jednako hladne, otuđene i guste pjesme upisao Jura Stublić, frontmen tada popularne skupine Film. U taj i takav grad prvi sam put stigao u ranu zimu osamdeset i sedme godine, nepune tri godine star i sasvim nespreman na sve što hladnoća nosi: tada sam, između ostalog, prvi put vidio snijeg. Otac, oficir Jugoslavenske narodne armije, premješten je na novu službu, majku, poštansku službenicu, također je čekalo novo radno mjesto te se obitelj – nekoliko mjeseci ranije pojačana vrištavom i kovrčavom prinovom – mojim bratom, ukrcala u vlak i krenula u neki novi život. Svega se toga, odlaska, puta i te jedne zagrebačke godine – etape koju je okončala neka nova prekomanda – sjećam neobično dobro. Otprilike tada, u bučnim vagonima popularne kompozicije 'Marjan Express', koja je svakodnevno povezivala moj rodni grad na jadranskoj obali s glavnim gradom Socijalističke Republike Hrvatske, počela je i moja gotovo opsesivna odanost vlakovima. S tog povijesnog puto-

Devedesete su sivilo učinile općim, i ustrajno radile na tome da ga presele u najudaljeniji kraj spektra: neprozirnu i tihu tamu. Jugoslavija je, zajedno s ranim djetinjstvom, nestala; Jura je od rokera postao Hrvat, boje trobojnice su se izokrenule, oni su Migovi – ponovno nadlijećući naše gradove – pokazali svoju pravu prirodu, svuda okolo sve je bilo u znaku krvi i mučnih, nikad do kraja definiranih nestanaka. Tih se godina u ovim krajevima, naprosto, nestajalo. Vlakovi nisu vozili, a Zagreb se činio dalekim i mutnim. Odrastanje se, poput zvjerke, provlačilo između uzbuna za zračnu opasnost, školskih obaveza i dokolice koja je, kako je vrijeme odmicalo, postajala sve bezbrižnija: na Mediteranu je sve valjda lakše. Nekako s krajem rata i 'mirne reintegracije' završio sam osnovnu školu, zatim gimnaziju, i bio spreman ponovno, ovaj put dobrovoljno i sam, stupiti u hladnoću. Tek je ovaj put, na fakultetu – iako sam, sasvim nespreman, stigao u jeku iznimno hladne zime – ona poprimila svoje pune metaforičke razmjere. Jura je, iako Hrvat, bio u pravu. Nije potrebno ni napomenuti da sam i drugi put, na duži rok, u Zagreb stigao vlakom. U takvom me Zagrebu – čija je hladnoća, odjednom, postala gotovo opipljiva, egzistencijalna kategorija – glavnom gradu koji pati od manije veličine, a ne može se othrvati malograđanskom i provincijalnom mentalitetu, milijunskom organizmu koji noću iščezava u 8


Vlak za Beograd polazio je nekoliko minuta nakon ponoći i, prema ovdašnjem običaju, kasnio već u polasku. Netko je, kako običaji u ovim krajevima, kao i nesreće stižu u nizu, zaboravio na noć (što je neobično, jer brzina spuštanja noći još je jedno od obilježja ovih krajeva) pa je obećana spavaća kola zamijenio standardni sjedeći kupe. Onaj sa zelenim presvlakama. Onaj čije su pepeljare pune usprkos zabrani pušenja; ispod čijih je sjedišta moguće pronaći konzerve i pileće kosti. Onaj neudoban, ali sasvim i do kraja neodoljiv: kojem vjetar nezadrživog kretanja razmiče prljave zavjese, a grijanje odasvud ugodno šumi, kao da neki golemi, crni mačak negdje duboko unutra prede. Kako u polasku, tako u dolasku: kašnjenje, buka, nervoza. Na trenutak mi se čini da sam jedino ja u cijelom vagonu savršeno miran. U kratkom košmarnom snu prije buđenja sanjam Đerdap, mitsko mjesto u kojem Dunav napušta naše zemlje, i u njegovoj klisuri stotine izdubljenih rupa; stotine pustinjačkih nastambi, poput onih u Petri. U Beograd, u kojem smo trebali samo presjesti na vlak za Skopje, stižemo s dva sata zakašnjenja i propuštamo vezu. Do iduće punih je osam sati. I to mi savršeno odgovara. Ni ostali se, čini se, ne bune. Beograd u rano jutro: peciva, pljeskavice, kava u hotelu Moskva. Susrećemo se s Marjanom, švrljamo centrom, pospani smo i utapamo tupost u kavi. Još pljeskavica. Nikad dovoljno pljeskavica. Upravo je u tijeku Beogradski sajam knjiga i grad je pun prijatelja i poznanika; telefoni neuobičajeno mnogo zvone. Voće. Jeftino pivo i čokoladice. Sretan sjedam u vlak i kičmena agonija u sličnom, no nešto slabije održavanom kupeu iznova počinje. Ne marim. Malo sam čemu, već sam rekao, predaniji no vožnji vlakom.

građanskom i provincijalnom mentalitetu, milijunskom organizmu koji noću iščezava u kolektivnom snu bez snova, čija su kultura i umjetnost tek blijedi odsjaj nekih famoznih 'boljih vremena', a noćni život niti sjena onoga susjednih regionalnih metropola, ali koji, ipak, ako od njega ne očekujete previše, predstavlja ugodnu lokvicu za život, koji sam, već nekako, navikao smatrati jednim od domova – dočekala i ponuda koju nije bilo moguće odbiti: poziv za Word Express – projekt koji objedinjuje putovanje (vlakom!), književnost i druženje s poznatim i još nepoznatim kolegama iz petnaestak europskih zemalja. Tri grupe krenule su na put prema vratima istoka; jedna iz Bukurešta, druga iz Sarajeva i treća, kojoj smo se Mima i ja imali pridružiti u Zagrebu, iz Ljubljane. Iz te sive Ljubljane u sivi Zagreb (siva je boja ove regije) vlak je, krajem oktobra, donio turskog pjesnika Efea Duyana i njegovu škotsku kolegicu Raman Mundair. Tri puna dana proveli smo zajedno u nerazmrsivom klupku književnih programa i onog drugog, takozvanog slobodnog vremena; vremena koje je na prepad pokušalo osvojiti prostor. Brzopotezno intimno mapiranje grada završilo je, kako to običaji već nalažu, u birtiji – prepoznatljivom krajputašu u blizini glavnog kolodvora iz kojeg se često otiskujem na putovanja, a on me spreman dočekuje u noćnim povratcima. Zagreb iz kojeg sam odlazio bio je odjednom bliži i topliji, još me uvijek nešto u njemu držalo; odlazio sam da se vratim.

Stići u Skopje u dubokoj noći znači razotkriti ga u potpunosti: svako svjetlo, svaki njegov izostanak. Karakter grada moguće 9


je, čini se, prosuditi prema količini njegova mraka. Skopje je mračan, dostojanstven grad; kao ukopan u kakvom neobičnom, pomalo iskrzanom šeširu. Na stanici nas čekaju makedonski pisci – moj dobar drug Igor Isakovski i Rumena Bužarovska, koju sam sreo nekoliko mjeseci ranije u vojvođanskoj ravnici. Voze nas ravno u hotel: Raman, Efe i Mima odlaze spavati, a ja u izviđanje s domaćinima. Nisam u Skopju bio već neko vrijeme i potrebno ga je udahnuti, omirisati, što prije opet učiniti barem nakratko svojim. Lokal se zove Saloon, uređen je u skladu s imenom, i odmah se, sasvim kratko, zaljubljujem u konobaricu. Putovanje uzima danak, brzo se vraćamo u hotel, uspijevam čak i spavati. Na doručku nam se pridružuje Mirt, naš slovenski suputnik koji je morao preskočiti prvu etapu puta te je, jučer, doletio iz Ljubljane. Ondje je i Aleksandra – ona će, kao i Igor, s nama dalje k istoku. Dan: skopljanska čaršija, grob Goce Delčeva (koji me, više od svega, podsjeti na jednu beogradsku ulicu), Vardar, čijom dolinom stiže topao morski zrak, zanimljiv tradicionalni restoran, specifična modernistička arhitektura javnih objekata podignutih nakon razornog potresa koji je pogodio grad 26. srpnja 1963. godine i sravnio ga sa zemljom. Golemi sat na željezničkom kolodvoru, koji je stao u trenutku kataklizme, i dalje pokazuje pet sati i sedamnaest minuta. Na začelju je, još uvijek, masnim slovima ispisana Titova poruka porušenom gradu – heroju napretka; utjelovljenome mitu obnove. Štošta ovdje upućuje na zaustavljeno vrijeme. Noć, mrtvi kronotop: vrijeme teče, ali na njega valja zaboraviti. Čitanje u dobro uređenom, ugodnom lokalu koji objedinjuje knjižaru, izložbeni prostor, scenu i birtiju, zajedno s makedonskim kolegama. Dobro posjećen program traje duboko u noć, pred mikrofonom se izmjenjuju čitači, a pred ustima čaše. Još dublja noć: opet Saloon, opet petominutna platonska ljubav, opet pretjerivanje

u svemu osim u snu. No san je, možda baš zbog potrebe da se kondenzira, zbije sve svoje u mali prostor, intenzivan i gust. Sanjam golemi žuti cvijet koji se neprestano, kao pogonjen kakvim nevidljivim plućima, uvijek iznova i iznova otvara, otkrivajući u točki svog tučka malenu ljudsku glavu. Usta su te nepoznate i neprepoznatljive glave otvorena, oblikovana u doziv ili krik, ali svaki put kada se približim ne bih li uhvatio njezinu poruku, cvijet se oko nje sklopi; uguši je tišinom slijepljenih latica. Glava tako za mene ostaje nepronična i nijema. Sanjao sam, također, stabla nara otežala od zrelih plodova, ali je ljudski faktor taj put izostao. Ostalo pripada zaboravu. Kroz makedonsku ravnicu vlak klopara u istom, pouzdanom ritmu. Kupei standardni; osoblje vlaka dopadljivo i brbljavo. Mima se posvećuje svom dnevniku, mi svojem pivu i prozorima. Još nismo napustili državu u kojoj smo petero nas, sada s pasošima triju država, rođeni. Kako vlak usporava i ta se ideja bliži svom kraju. Zaustavljamo se u malenoj pograničnoj stanici – sudeći po tablama i natpisima, već smo u Grčkoj. Ovdje bi se mogao, možda i morao smjestiti poduži ekskurs o granicama, specifičnoj lakoći i težini njihova prelaženja i dijalektici liminalnosti, no to bi me odvelo predaleko. Zadržimo se na tome da smo u Grčku, tehnički, ušli iz bezimene praznine. Grčka, naime, neovisnoj i međunarodno priznatoj Republici Makedoniji ne priznaje pravo na njezino ime, smatrajući to uzurpacijom imena njezine povijesne pokrajine. To se sasvim fizičko i živo Ništa tako, pred međunarodnim institucijama službeno naziva smiješno i otužno dugom kovanicom 'The former Yugoslav Republic of Macedonia'. U grčkoj zalogajnici na peronu, zadimljenom prostoru načičkanom ikonama, požutjelim izrescima iz novina i slikama nacionalnih sportskih timova otkrivam, osim prilično jeftine domaće hrane i Mastike, iznenađujuću činjenicu da Mirt bez većih problema komunicira s domaćinima. Uz cimera klasičnog filologa naučio je starogrčki, usput malo osuvremenio leksik i eto – konačno smo znali što točno jedemo. Solun je iza ugla, primarne potrebe namirene; čak ni Mima više ne ore dnevnikom. I dalje sasvim smireno, bezlično i bezimeno kloparanje. U prozorskom oknu promiču stvari koje bismo, uglavnom, sasvim jednostavno mogli označiti riječju, ali izostaje svaka potreba za tim. Gledamo i puštamo da nas pogled polako preuzIO


me. Da nas bilo što zaogrne svojom kratkom i privremenom slikom. Pogled na solunsku luku: zaljev se otvara u golema usta u čijim kutnjacima čuče ribarska i putnička flota. Tipična mediteranska arhitektura. Da netko sklopi sve oči i otvori ih u nekom svijetu bez jezika, mogli bismo jednako tako biti u nekom talijanskom, francuskom, grčkom i tko zna kojem gradu slične veličine. Jedem najbolji obrok u dugo vremena. Mali restoran s terasom u samom centru nudi tradicionalni meni u nevjerojatno aranžiranim sljedovima. Osjećam kako se negdje u meni, poput duha iz svjetiljke, budi dugo skriveni gurman. Na bezbrojnim tanjurićima stižu patlidžani punjeni sirom i rajčicom, feta sir u maslinovom ulju, zatim pohan te garniran ružmarinom i limunom, inćuni, srdele, punjene sipe, tikvice, rajčice, lignje, pire od leće, blitva i kapari, uzo i dobro, suho crno vino. Za kraj slatko od kruške, koje jedem očima više no ustima: s mojim je kapacitetima svršeno. Do kraja dana šetnja, kavane, geometrijski raster solunskih ulica. Upravo strašno je koliko dobro ga pamtim. ****** Na hodniku je neobično živo za to doba dana, iako, to tvrdim bez prevelika pokrića. Rijetko sam tako rano na nogama, a i kad jesam, nemam baš neka iskustva s hodnicima. No ta je pruga za nas trenutno sve: žila kucavica vlaka koji se budi. S danom i vlakom buja i toplo tijelo velegrada – već smo, naime, nagrizli njegove čađave rubove. Nekoliko sam već puta kroz njega klizio željeznicom i želio sam to još jednom osjetiti: kako ta opna puca, deformira se, ugiba da mi učini minimum mjesta. Stoga lijepim nos uz prozorsko okno, i nisam u tome jedini. Pogled na gusto naseljena predgrađa u jednom trenutku smjenjuje pogled na još gušće naseljeno more. Hijerarhija vrsta nikad me nije pretjerano zanimala, no na brodovima usidrenim pred gradom upravo se, pretpostavljam, nalazi populacija dostatna da napuči uočljivu točku na karti. Arhitektura, kako odmičemo, postaje sve starija; kao u kakvu vremeplovu, oko nas je sve više i više Bizanta. Nešto dalje II

vidno polje preuzima islam: minareti su zastrli nebo, a kroz prozor se, preko kloparanja tračnica, može čuti visok mujezinov pjev. Sam je kraj, ipak, sasvim sekularan: vlak ulazi u svoju posljednju stanicu i zaustavlja se oči u oči s Ataturkom – bareljefnim pozlaćenim portretom sveprisutnoga oca nacije: čelična životinja gotovo ga ljubi u čelo, i to se postojano ponavlja. Na zapadu plodan, duboko ukorijenjen i opasan mitem egzotičnog Orijenta, poput šarenog kišobrana, širi se upravo iz točke ovog nečujnog, ali fatalnog poljupca. Stanična zgrada koja ga uokviruje smještena je samo nekoliko metara od mora i vjerojatno najpoznatija kao posljednje odredište famoznog Orijent Expressa. Mondeni je Zapad Carstvo gotovo čitavo stoljeće otkrivao polazeći od ovog mističnog mjesta: ono je kopnena kapija Istoka. Sitna kiša moči tračnice dok konačno kročimo na čvrsto tlo. Na peronu gužva i strka – sada su ovdje zaista svi. Organizatori i koordinatori stigli su nekoliko dana ranije, pridružili su nam se i ostali turski kolege, a novinari i fotografi dokumentiraju po službenoj dužnosti. Što je moglo biti zabilježeno? U svakom slučaju, rekao bi Bogart, početak jednog divnog prijateljstva. Pobliže: ponovno manjak ruku, ugodni košmar, stolovi, jaka kava, čaj i vodom zamućen Raki; pereci, čekanje i potreba da se govori. Jezici se miješaju poput komadića voća, prtljaga je na velikim gomilama, potrebno se razvrstati i pješke krenuti prema snu. Tek ovdje avantura uistinu počinje; na pragu golema grada, na početku blage i vlažne jeseni. Da bi nešto važno otpočelo, najčešće, nažalost ili na sreću, nešto drugo mora prići svom kraju. Da bi žrtva bila što manja, neka to bude ovaj tekst. Što reći; čime mahnuti s njegova skliskog ruba? Možda jednostavno: volim vas, svi. Uzbudljivi ste i lijepi pod ovim svjetlom. Vaša se tijela stapaju sa šarenom strujom gomile, i ja vas slijedim. I volim mačke. Neporecivo volim mačke.

.

*Bu yazının Türkçe çevirisini daha sonra balkanedebiyati.com’da bulabileceksiniz



YAHYA KEMAL

TIHANI BROD

SESSİZ GEMİ

Dođe l’ dan sidro dići iz vremena konačno, Iz ’ve luke kreće brod što plovi u neznano. K’o putnika da nema isplovljava sve tiše; Nit’ ruka se, nit’ rubac na polasku tom njiše. Preostali na gatu zbog ovog puta žalni, Vlažne im oči motre danima obzor tamni. Nit’ je zadnji ovo brod što ide! Srca jadna! A nit’ života nujna je žalost ovo zadnja! Zaljubljen i ljubljen zalud na sv’jetu čekaju; Da se dragi što idu vratit neće, ne znaju. Sretan je krajem svaki od putnika toliko, Godina prođe mnogo; no ne vrati se niko.

Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli, Günlerce siyâh ufka bakar gözleri nemli. Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu! Hicranlı hayâtın ne de son mâtemidir bu! Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler; Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler. Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden, Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.

Preveo: Adnan Mulabdić I3


Foto: Emin Akben

ZAGREB BENİM İÇİN APSÜRDİSTAN

Dilek Kütük

Şehirleri farklı açılardan tanımlar akademi camiası. Ciddidir. Kimi şehir medeniyetin merkezidir. Kimisi kadimdir, ontolojik bilinci falan vardır. Kimisi modernite ve küreselleşmenin bel kemiğidir. Zagreb ise benim için bir Apsurdistan’dır. Çünkü Balkanlılığın bir tezahürüdür bende. Sarı-siyah formalarla sahneye çıkan, Balkanların protest ve reggae müziğinin yeni nesil temsilcisi Dubioza Kolektiv ile tanıştığım yerdir. “Politika je kurva, ubila je bomba, džaba svi smo isti…*” diye bağırdığım bir şehirdir. Din, dil, etnisite farkı gözetmeden siyasete, hükmedenlere karşı gelişen bir aykırılığın müzikteki yansımasıdır, Dubioza Kolektiv. Öyle ki ettikleri sitem temelde politikayadır, genelde ise olumsuz Balkan algısınadır.

I4


Balkanlara ilgisi olan biri olarak bu grupla ilk tanışmam “Kažu” şarkısıyla olmuştu. Şarkı, Sırbistan siyasetçisi Ivica Dacic’in bir televizyon konuşmasıyla başlıyordu. Dinlediğim bu şarkı Balkanlarda yükselen mizahi muhalefetin örneğiydi. Sonrasında dinlediğim “No Escape” ile grubun sadece bölgesel değil global bir “karşıt” duruşu olduğunun farkına varmış, kinayeli sözlerini çok sevmiştim. Günlerden bir gün Lodz’da sabaha karşı, yerine ve tarihine bakmadan arkadaşımla birlikte aldığım 10€’luk konser bileti sayesinde buluştum Dubioza Kolektiv ile. Yaklaşık 1500 km’lik yolu katederek Zagreb’e ulaşmak zorundaydık. Apsurdistan albümünde yer alan tüm şarkıları, bana eşlik eden Fransız arkadaşımla uçakta, paslanmış trenlerde ve otobüs seferlerinde söyleyerek ezberledik. Malum ne onun dilinden ne de benim dilimden konuşuyordu bu grup. Varacağımız bu şehir, Apsurdistan’ı dinlemek için sadece bir araçtı. Bu nedenle Zagreb benim için bir Apsurdistan’dır. Dubioza’nın bendeki kara parçasıdır. Zagreb’e varır varmaz şehrin konsere hazır olup olmadığını anlamaya çalışmıştık. Apsurdistan’ı hissetmek ve keşfetmekti amacımız. İnternetten satın aldığımız konser biletleri Polonya’ya gelmediği için ilk işimiz konserin yapılacağı Dom Sportova’ya gitmek oldu. Burası Zagreb’in büyük arenalarından biriydi. Dubioza Kolektiv’in konser tarihinde bir ilktik. Çünkü Polonya’dan sadece bu etkinlik için gelmiştik. Konser görevlilerinin bizlere olan ilgisi şehre olan sevgimizi artırmış, yol yorgunluğunu enerjiye dönüştürmüştü. Sayelerinde Apsurdistan’da

baş köşeye yerleşmiştik. Konseri en ön platformdan izledik. Hırvatistan’da Bosna’lı bir grup koca arenayı Balkanlı gençlerle doldurmuş, hep birlikte siyasete müzikle cevap veriyorlardı. Müthiş bir coşkuyla kilisemiz kutsal ama papazlarımız hırsız ironisiyle yönetici elite şarkılarıyla dokunuyorlardı. Konserde Balkanlardaki tüm bayrakları bir arada görmek mümkündü. Balkanlar denince akla gelen “şiddeti” konser şarkılarıyla def ediyor, toplumların bir arada eğlenebildiğini gösteriyorlardı. Ja necu u Evropu nek ona dodje nama. Oop, oop, opa! Dolazi Evropa...** nakaratıyla aynı anda zıplıyor, yerimizde duramıyorduk. Bu durum bizi daha da neşelendirmiş, guruba olan hayranlığımızı artırmıştı. Konser bitmişti ama bizim Zagreb’te geçireceğimiz birkaç günümüz daha vardı. Hafif baş ağrısı ve tatlı bir yorgunlukla başlamıştık ertesi güne. Birikmiş heyecanımız henüz tükenmemişti. Apsurdistan’ın etkisinden çıkamamıştık. Gornji Grad ve Donji Grad diye ikiye ayırdıkları şehirde dilimizde Dubioza Kolektiv şarkıları ile dolaşıp duruyorduk. Ekim ayının sonuydu. Şehir; Poznan’ın renklerini, Belgrad’ın canlılığını, Viyana’nın da düzenliliğini almış gibiydi. Budapeşte’deki solukluk yoktu. Novi Sad’tan kalma bir okşayış vardı. Tipik bir Balkan şehri değildi. Avrupalılaşmaya çalışan bir mimari form ile karşılıyordu ziyaretçilerini. Tarihi birikim tasfiye edilmemişti, modernitenin izleri ise şehrin tepesinden görülüyordu. Mekânlar arasındaki süreklilik I5

Şehir; Poznan’ın renklerini, Belgrad’ın canlılığını, Viyana’nın da düzenliliğini almış gibiydi. Budapeşte’deki solukluk yoktu. Novi Sad’tan kalma bir okşayış vardı. Tipik bir Balkan şehri değildi.


alışveriş merkezi, oteller ile kesilmeye başlamıştı. Şehrin omurgası olan Cumhuriyet Meydanı (Ban Jelacic) Avrupalı firmaların reklam merkezi haline gelmişti. Avrupalılaşmanın şehirdeki zevahiri bize Dubioza Kolektiv’in “Eurosong” şarkısını söyletmişti. Yine de şehrin modern ve estetik bir formla şekilleneceğini düşünmüş, Balkanlılığın yeniden yorumlanacağını umarak dolaşmaya devam etmiştik. Muhabbetli insanlarla hoş vakit geçirmemize, hikâyeler biriktirmemize vesile olmuştu Zagreb. Hansel ile Gratel’in çikolatadan yapılmış evine benzettiğimiz St. Mark Kilisesi, şehrin genel mimarisi içinde o kadar tatlı duruyordu ki bakmaktan alamıyorduk kendimizi. Kilise sokağının hemen girişinde de konsepte uygun şekerlemeler satan bir sokak satıcısı mevcuttu. Orada durup sohbet ederken arkamızda beliren, konserden kalma gelin ve damat Dubioza’nın şarkısıyla kiliseden uzaklaşıyordu. Biz de onlara “one day when you reach the end, one day you will understand, one day back to roots my friend, no place like a motherland***” şarkısıyla eşlik etmiş, mutluluklarına ortak olmuştuk.

karar verdik. Avrupa’yı delip geçen Tuna, kendini Jarun’da hissettiriyordu. Yahya Kemal’i hatırladım; çocuklar gibi şendim, bir sonbahar günü geçtim Tuna’dan kısa süreliğine… Farklı zihniyetlerin parametreleri bu uzun nehirden akıp gidiyordu bir şehirden diğerine. Biriktirdiklerini taşımaktan usanmıyordu, bereketliydi. Eskiyi ve yeniyi muhafaza eden eklektik bir uyum vardı, haznesinde. Velhasıl bir şeyi sevip sevmemek neye işaret ettiğiyle doğrudan alakalıdır. Yani bir şeyin nasıl göründüğü veyahut nasıl tanımlandığı tamamen tali bir bilgidir. Zagreb de benim için keyfiyetle hatırladığım ve aktardığım bir şehirdir. Herodot Zagreb’e methiye düzmese de bana onun söylediği sözleri hatırlattı; “Bir şehirden daha çok içinde harikalar barındırıyordu ve herhangi bir yerden daha fazla içinde tasvirin ötesinde güzellikler sergiliyordu.” Zagreb’i Apsurdistan’laştırdık. Her bir köşede bulunan hasletten uzak anılarımıza tekrar tekrar ruh veriyorduk usanmadan. Bir ay boyunca okulumuzdan-yurdumuzdan uzakta ülke ülke-şehir şehir dolaştığımız o koca adventure time mottomuzun başlangıç noktasıydı, Apsurdistan.

.

Dilimizde Apsurdistan şarkılarıyla yürümeye devam ettik. Şehirdeki mis kokulu Pazar alanına yani Dolac Market’e vardık. Burası çeşitliliğin ve sürekliliğin korunduğu bir yer gibiydi. Zagreb’in sosyal kültürünü yansıtan bir hüviyetteydi. Şarkılar söylenip, alışveriş yapılan, muhabbeti bir o kadar güzel, renkli ve lezzetli bir alandı.

*Dubioza Kolektiv’in Brijuni şarkısından bir bölüm ‘Politika fahişeliktir, lanet olsun ona. Hepimiz aynıyız’ ** Volio Bih şarkısından; ‘Avrupayı istemiyorum, en iyisi o bize gelsin’ ***USA şarkısından; Bir gün sona ulaştığında, bir gün anladığında, bir gün köklerine döndüğünde, anavatan gibisi olmadığını anlayacaksın

Ardından Hırvatistan’ın tam ortasında bulunan Jarun gölünde dinlenmeye I6


RIGHT TO THE CITY/ PRAVO NA GRAD Right to the City is an initiative and campaign directed against the overexploitation of space, administering space against public interest, unsustainable spatial policy, and the exclusion of citizens from making decisions about the urban development of Zagreb. It was launched as an informal platform gathering organizations of independent and youth cultures and a joint advocacy initiative of eight organizations of independent culture Zagreb – European Capital of Culture 3000 (Multimedia Institute being one of them), two national networks – Croatian Youth Network and Clubtire Network, and three clubs of independent and youth cultures in Zagreb. In 2006, in cooperation with Green Action, the initiative launched one of the most visible civil society campaigns in recent Croatian history – the campaign against the devastation of Flower Square (Cvjetni trg). In 2009, Right to the City was registered as an autonomous association of citizens, founded by the most prominent activists in the campaign. Right to the City performs all its activities in partnership with Green Action.

. . .

I7


Illustrasyon: Irma Zmirić Çetinkaya


SADRŽAJ CONTENTS İÇİNDEKİLER 4- SÜLEYMAN GÜNDÜZ ZAGREB: İDDİASIZ, SADE AMA ETKİLEYİCİ 8- MARKO POGAČAR CVIJEĆE ZA PTICU RUGALICU, ILI DO ISTAMBULA U JEDNOM DAHU 13- ADNAN MULABDIĆ(YAHYA KEMAL) SESSİZ GEMİ (TIHANI BROD) 14- DİLEK KÜTÜK ZAGREB BENİM İÇİN APSURDISTAN 17- ANONYMOUS RIGHT TO THE CITY 20- SERKAN TÜRK BU DA SENİN HİKAYEN 24- MEHMET BERK YALTIRIK ESKİ HESAP 30- GÜLHAN TUBA ÇELİK ÇİÇEKLERDEN YAZILMIŞ 35- ABDULLAH ENİS SAVAŞ HİS 37- ADNAN MULABDIĆ(YAŞAR KEMAL) OLOVKA


Serkan Türk

.

BU DA SENİN HİKAYEN

I7

‘Mezar taşlarının arasında gördüm onu önce. Yüzlerce yıldır bildiği bir yerde dolaşıyor gibiydi. Gözlerini üstümden çekmeden baktı bir süre. Yaprakların üzerinde yürüdü. Oturduğum taşa kadar birkaç adımda geldi. Başını uzattı seveyim diye. Üzgündüm. Her gidenden kalan biraz da üzgünlüktü belki. Parmaklarımı dolaştırdım başında. Daha sokuldu bacaklarıma. Az sonra oradan çıkacaktım. Belki beni takip ederdi. Kimsesizliğimi bozmak isterdi belki kim bilir. Akşamları ona süt verirdim. Hatta kitap okurdum. Yeni gördüğüm insanlardan bahsederdim. Hep yapmak istediğim yolculuklardan.’ 20


İğne deliğine ip geçirmek gibi bir şey yaşamak derdi ninem. Bazen o deliği tutturduğunu sanırsın ama ip boşluğa gider. Bütün yaşamın bir kandırmaca üstüne kuruludur. Gerçeği öğrendiğinde her şeye geç kalırsın.

.

Daha önce evde yaşayanlar neredeyse bütün eşyayı olduğu gibi bırakıp gitmiş. Askılıkta asılı montu, yatağın altına kaçmış çorabı ile bir erkeğin dağınıklığı kalmış odanın içinde. İlk gördüğüm an böyle düşünmüştüm. Ev sahibi anahtarı Bakkal İbrahim’e bıraktığından bana evi o gezdirdi. Burada daha önce yaşayan gençten bir adam varmış ama aylardır kendisinden haber alınamadığından, evin olduğu gibi, eşyalarıyla kiraya verildiğinden bahsetti mutfak kapısının önünde dururken. Gençten zayıf bir oğlan, sabahları bazen ekmek peynir sigara alırdı, onu gördüğüm tüm zaman bununla sınırlı, malum bakkalda akşama kadar çalışıyoruz, kapı önünde oturmaya bile zamanı olmuyor insanın. Birazdan bütün kişisel sorunlarını anlatacak diye geçiriyorum içimden. Bunun bir de kedisi varmış, pencerenin kenarındaki kabı gösterip. Yanında durup mutfak dolabına, masanın üstünde kurumuş menekşeye ve dolabın yanındaki içi boş yem kabına baktım. Buzdolabının üzerinde mıknatısla tutuşturulmuş iki fotoğraf gözüme çarptı. Deterjan neyim bir şeye ihtiyacınız olursa arayın çocukla yollayayım deyip, numarasının olduğu kartviziti bana uzattı. Dünya başka bir yere gitmiş de benim haberim yokmuş gibi geldi o sırada kartı alırken. Bakkal İbrahim kapıyı çekip gitti. Dışarıdan gelen sesleri saymazsak, tuhaf bir sessizliğin ortasına düşmüş gibi kalakaldım. Kızım Leyla, buraya kadarmış, dedim yüksek sesle. Oysa bu andan başlıyor benim anlatacaklarım. İğne deliğine ip geçirmek gibi bir şey yaşamak derdi ninem. Bazen o deliği tutturduğunu 21

sanırsın ama ip boşluğa gider. Bütün yaşamın bir kandırmaca üstüne kuruludur. Gerçeği öğrendiğinde her şeye geç kalırsın. Yalnızca bir valize doldurduğum eşyalarımla bu şehre gelirken kendimi yeni bir hikâye bulacağıma inandırdım. Ya da bir hikâye beni bulup anlatmaya başladı bu eve girmemle birlikte. Nereden başlayacağımı bilmeksizin evin içinde dolaşıp durdum bütün gün. İnsan kendi seçmediği eşyalarla dolu bir evi, kendi evi gibi göremiyor. Ortalığın tozunu alırken gündelikçi gibi hissettim kendimi. Evin hanımı ya da beyi bir yerden çıkıp gelecek ve buraları iyi temizleyemedin diye söylenecekmiş gibi geldi. Buzdolabının üzerindeki fotoğrafı elime alıp kanepeye uzandım. Henüz yirmilerinin ortasında, kara kuru dedikleri cinsten genç bir adam. Sahilde arkadaşlarıyla yaktıkları ateşin etrafında oturuyor. Onun o olduğunu ikinci fotoğraftan anlıyorum. Hepsi gülümsüyor o fotoğrafta. O da benim gibi her şeyi geride bırakıp başka bir yerde mi yaşamaya karar vermiştir diye düşünmeden edemiyorum. Bütün gece rahatsız bir koltukta yolculuk yaptıktan sonra üstüne temizlik fazla ağır gelmiş olacak ki uzandığım kanepede uyumuşum. Sabaha doğru üşüyüp uyandığımda tuhaf bir şey hissediyorum. Odanın içinden şimşek çakımı hızıyla bir gölge geçip sanki benim içime girdi. Ürküyorum çocukluğumda olduğu gibi. Kalkıp odanın lambasını yakmaya çalışıyorum ama çalışmıyor. Diğer odalarda da yanmıyor elektrik. Dış kapıyı açıp apartmanın otomatiğini yakıyorum. Kapının önünde duruyorum bir süre. Korktuğumda içime yerleşen


ağlama isteği o kadar güçlü olmasına rağmen dişimi sıkıyorum. İnsan her türlü karanlığa alışıyor. Zekâ gerisi insanların arasından kaçıp normal bir hayatım olsun isteği değil miydi beni buraya savuran. Şimdi durup, kararmış merdivenlere, badanası iyice dökülmüş duvarlara bakıyorum. Benden önce burada olup, içindeki boşluğa doğru bağırmış kadınları, adamları ve çocukları hayal ediyorum.

bu evin içinde yönünü bulmaya çalıştığını düşündüm. Çıkış yolunu bulmuş olacak ki aylardır dönmedi evine. Çaydanlığın altını yaktım. Pencereden sokağa baktım. Bir koridor hissi verdi bana gördüğüm yol. İki duvar arasında koşuşturan çocuklar neşe içindeydi. Mutfakta dolaşan kediyi hayal ettim. Pencere önündeki boşluğa konulmuş mama kabı olduğu gibi doluydu. Hayvan seven biri olduğuna göre kediyi de götürmüş olmalıydı. Dolapların çekmecelerini karıştırdım istekle. Belki kedinin bir fotoğrafını bulabilirdim. Yoktu. Başka fotoğraflar buldum. Hepsinde zoraki gülümsemeye çalıştığı belli oluyordu. İlk fotoğrafı çekenin emekli bir subay olmasından mı nedir sonraki yıllarda bütün rütbelere rağmen gülümsemeye çalışmış bütün insanlar.

Babamın gidişini içime sindiremeyip sağa sola saldırdığım günlerdi. Annem kendini hayalet sanıyor ve odadan odaya karanlıkla birlikte geçiyor, her geçişte bir zamanlar canlı kanlı hayat verdiği evini öldürüyordu. Vitrininde kimseye dokundurtmadığı porselen fincanları, gümüş kaşıkları, içi hiçbir sap çiçek görmemiş vazoları günden güne eksiliyordu. Konuştuğu sözcükler de vitrin camlarının boşalması gibi günden güne azalıyordu. Artık bu hayata ait değil bu kızım, gidecek yerinde rahat edecek diyordu komşu teyzeler. Nitekim beklenilen gün düşündüğümüzden erken bir vakitte çıkageldi. Hortumla yıkadığı, ak pak ettiği bahçe betonuna kendini bırakıverdi bir sabah. Kocasının gidişiyle büyüyen kamburundan kurtulmuş, yalnız burnundan birkaç damla kan sızmıştı zemine.

Kınalı. Ona bu ismi verdim. Askere giderken avucuna kına yakmışlar gördüğüm bir fotoğrafta. Bakkal İbrahim’e telefon edip birkaç şey istedim. Kapatmadan hemen önce -Kınalı -ne iş yapıyordu diye sordum. Gasilhanede çalıştığını söyledi. Ürperdim telefonu kapatırken. Eve iyice yerleştim. Mutfağa yayılan yemek kokusu çıksın diye pencereyi araladım. Buzdolabının üzerine Kınalı’nın bulduğum diğer fotoğraflarını da astım. Hayatını gassal olarak kazanan bir adamın karısı olduğumu düşündüm. Her gün yıkadığı soğuk ölü bedenlerinden sonra onunla aynı yatağa uzandığımızı, parmaklarının benim en canlı yerlerime doğru sokulduğunu… Dudaklarının ıslaklığını… Sonra beni omuzlarımdan başlayarak köpürterek yıkadığını.

Duvardaki kuşlu saat on ikiyi vurduğunda yığıldığım yerde kıpırdandım. Sanki günlerdir bu evin içinde kafesteki kuş gibi sağa sola uçmaya çalışıyor ve çıkış yolunu bulamıyordum. Kalkıp yüzümü gözümü yıkayıp kendime gelmeye çalıştım. Adamın dolaptaki eşyalarını boşalttığım valize tıkıştırdım. Bir zamanlar benim gibi onun da 22


Üst katta oturan Mercan ablayla tanıştım. Pek şeker bir kadıncağız doğrusu. Hikâyesini anlattı bana kahve içerken. İnsanın başından filmlere taş çıkartacak şeyler geçebiliyor. Üç yıldır buradaymış. Kınalı’nın adını ondan öğreniyorum. Ortadan kaybolmasına çok şaşırdığını, mutlaka bir gün döneceğini… Tam çıkarken bunun bir kedisi vardı kaçıp kaçıp bana gelirdi, diyor. Kirli ondaymış o kaybolduğundan beri. Bakmak istersem onu bana verebileceğini söylüyor.

gelen tıkırtılardan sonra kuyruğunu titretiyor. Bir hayvanın bile insana öğreteceği nice şey var. Bir casus gibi hissettirmeden yapıyor yapacağını. Bıyıklarıyla tartıyor yaşamı. Bilinçli bir şekilde duymazdan geliyor beni. İkimiz de bir süre sonra sanki bir gözetleme kulesindeymişiz gibi sadece izliyoruz etrafı.

Dünya dönmekten vazgeçmediği için biz de yaşamaktan vazgeçemiyoruz. O içimizi bunaltan, karartan, kırgınlaştıran, hüzne bulayan şey geçip gitmiyor. Güneş evin içine giriyor. Duvarı boydan boya adım adım geçip bir nokta bulup kayboluyor sonra. Kalbe sızan aydınlıksa küçük bir an kolluyor yalnızca. Bazen bir İnce ince kıydığım hikâye size ihtiyaç soğanları, domaduyar. Kınalı’nın Hayatını gassal olarak kazanan bir tesleri tencerede ortadan kayboladamın karısı olduğumu düşündüm. kavururken penmasından aylar Her gün yıkadığı soğuk ölü bedenlecerenin önünden sonra elimde rinden sonra onunla aynı yatağa uzanzemine atlıyor fotoğraflarıyla dığımızı, parmaklarının benim en Kirli. Evin sahibi dükkânların önlecanlı yerlerime doğru sokulduğunu… oymuş gibi kenrinden geçiyorum. Dudaklarının ıslaklığını… Sonra beni dine güvenen bir Bulduğum her omuzlarımdan başlayarak köpürterek yürüyüşü var. uygun duvara yıkadığını. İstediği koltuhazırladığım kayıp ğun üstüne çıkıaranıyor ilanlarını yor, istediği ya p ı ş t ı r ıyo r u m . odanın kapısını Onun ailesi bundan sonra sensin diyor Mercan aralayıp içeri girebiliyor. O eve abla. Arayanı varsa, insan yalnız değildir. Bu da döndüğünden beri zaman zaman sana verilmiş hikâyen. yüksek sesle konuşurken yakalıyorum kendimi. Daha önce hiç Birkaç gün sonraysa hiç kullanmadığım odaya havyan beslemediğimden onunla bıraktığım valizdeki eşyalarını ütüleyip dolaba nasıl bağ kuracağımı bilmiyoasıyorum. Başımı bunca zaman yere eğdim de ne rum. Bacağını havaya kaldırıyor oldu. Artık gökyüzünü katacağım hesabıma diyoyattığı yerden ve kendini yalıyor. rum. İlk defa umutsuz değildim. Kalabalıkla İşim bittiğinde saatlerce aşığıma yürüyorum sokakları. bakar gibi bakıyorum her hareketine. O değil de ben merakla takip ediyorum onu. Bazen kulaklarını dikleştirip sokaktan gelen sesleri dinliyor. Bazen merdivenden

.

.

23


ESKİ HESAP

barutlukların şıngırtısı hakikaten de görende ürküntü uyandırıyordu. Atlı, varoşun hemen girişindeki tahtadan topraktan inşa edilmiş metris burcundan hallice bir korunağın önünde, ateş etrafında çepeçevre oturmuş pür silah ases kalabalığının dibinde durdu. Tüfeğiyle kılıcıyla elini kolunu sallayarak gelmiş tekinsiz tipli ihtiyara kısık gözlerle baktılar. Atlı koynundan çıkardığı üstü yazılı bir varağı açıp göstererek sordu: “Halil Aga? Hanesi ne yanda?” Asesler sorur sorar gibi kâh atlıya, kâh birbirlerine bakıp kafalarını salladılar. İhtiyar kaşlarını çatarak: “Vampirdzia? Vampirci?” diye gürledi. Aseslerin yüzü düştü, bir kısmı işitilir şekilde besmele çekti. Bir tanesi patikayı işaret ederek: “Mescit dibi… Kabristanın aşagısi!” deyiverdi. İhtiyar yazılı varağı kapatıp atını dehledi. Ahşap evlerin arasından geçerken kafeslerin ardından kendisini meraklı gözlerle süzen kadınların bakışlarını hissetti. Patikanın az ilerisinde büyükçe bir mezarlığa denk geldi. Mezarlığın hemen aşağısındaki mescitle yanındaki tek katlı ahşap evi görür görmez atını o yana çevirdi. Evin önüne varır varmaz atını alçak mezarlık duvarından aşan ağaç dallarından birine bağlayarak kapıyı yumrukladı. Orta yaşlarında görünen uzun ancak seyrek saçlı ve sakallı, takkeli bir baş penceredeki tahta perdenin aralığından seslendi: “Kim o?” Atlı varağı koynunda çıkarıp fermanmışçasına açıp pencereye doğru uzattı: “Zagreb’den gelirım. Vampirci Halil Aga sen misın?” “Neçın sordun oni?” “Zagreb Hâkimi ister senı kiralamak. İşten hem önce hem sonra verecek Nemçe altıni.” “Kapi açık cir içerı.” İhtiyar atlı kapıyı iterek selamlığa adımını attı. Tozluklarını çıkarıp kapının dibindeki sedire çöktü. Adamın tek başına

Mehmet Berk Yaltırık Banaluka varoşuna uzanan ince patikada tek başına ilerleyen bir atlı hayli dikkat çekiyordu. Oduncuların tek tük kulübelerinden, barakalarından meraklı bakışlar at sırtındaki yabancıya takılıp duruyordu. Ancak harp zamanlarında, eşkıya baskınlarında görmeye alıştıkları türden izbandutların, sınır eşkıyalarının işlemeli kıyafetlerine bürünmüş, atının üstüne azametle kurulmuş ihtiyar adamı seyrediyorlardı. Adamın kazınmış başından omzuna sarkan tek tutam kır renkli ecel perçemi, dudaklarının kenarlarına dek uzanan uzun beyaz bıyıkları, atmaca burnu ve keskin gözleriyle yaşlı adam ürkütücü ve heybetli bir görünüme sahipti. Oduncu kulübelerine doğru kurumlu kurumlu attığı yan bakışlarla çitlerin ardından kendini seyreden çocukların: “Haramija!”, “Kesejia!” diye bağrışarak sağa sola kaçışmalarına neden oluyordu. Sırtında parıldayan uzun tüfenk namlusu, kuşağından sarkan kılıçla hançerin, 24


yaşadığı anlaşılıyordu. Halil Ağa’nın demirden bardağa döküp verdiği suyu bir dikişte içti. Birkaç dikişe testide su bırakmadı. Halil, atlının karşısındaki sedire çökerken sordu: “Ta Zagreb’den buraya hayli yol tepmişsın. Ama lisanı iyı konuşirsın…” “Zagrebli degilım. Bosnalıyim. Yenisaray’dan, Hamza’dır adım. Diyeceksın Zagreb’e yolun nasil düşti? Anlatmasi sürer hayli, düştık bır şekilde.” “Zagreb hâkiminden gelirım dedın? Asker misın?” “Cünüllülerden. Nemçelı baglamiştır bize muayyen pare. Kısmetimız çıkti urdan. Muhabbet bir yana celmemın maksadıni süyleyeyım. Bir ugursuz iş celdi başımiza. Zagreb’te bir keşişten duydik adıni. Banya Luka varoşunda uturur Vampirci Halil var idır, bulun oni, ücretinı verın halas etsın sizı bu musibetten dedı.” “Ben pek kimseyı tanimam ama çogi hiç yoktan ismen bilır beni. Geceyi ahaliye dar eden olunca çagirırlar benı.” “Zagreb’de gündüzler bile zehır oldi. Ahaliden sekız mevta var. Kanlari çekilır Ucu sivriltilmiş akdikenden kazıkları, demir çivileri, gümüşten dedıler. Lakin bir dövülmüş bıçak gibi sair garip edevatı gören Hamza, yılların yükünü damla kan yoktur taşımadan önceki zamanlarda, çocukluğunda ürpertiyle dinlediği düşeklerınde!” hikâyeleri anımsadı. Açılan mezarların, çığlık çığlığa sokaklarda “Vampir. Yahut dolaşan ölemeyenlerin ve engel olunmazsa harabeye dönüşen tekincadi. Kimısı der hurtsiz köylerin rivayetleri sanki aklında yeniden canlandı. lak. Niçın evvelden çagırmadinız? Neyse. Bugün dinlenelım, yarin yola revan oluriz.” “Acele vasıl olmamız iktiza eder. Yol cidelım hayli. Yorulur isek handa, damda dinlenirız. Her bir masrafin bendendır.” “Müsaade edesın hazirlanam o vakit. Lakin atim yoktur.” “Alirız dert etmeyesın orasıni.” Halil Ağa döşeğinden kalkıp selamlığın bir ucunda duran sandığını açtı. Üstüne geçirdikleri haricinde birkaç parça giysiyi de bir bohçaya tıktı. Ardından besmele çekerek sandığın en altından çıkardığı bazı cisimleri ayrı bir bohçaya koymaya başladı. Ucu sivriltilmiş akdikenden kazıkları, demir çivileri, gümüşten dövülmüş bıçak gibi sair garip edevatı gören Hamza, yılların yükünü taşımadan önceki zamanlarda, çocukluğunda ürpertiyle dinlediği hikâyeleri anımsadı. Açılan mezarların, çığlık çığlığa sokaklarda dolaşan ölemeyenlerin ve engel olunmazsa harabeye dönüşen tekinsiz köylerin rivayetleri sanki aklında yeniden canlandı. İki atlı hava kararmadan hemen önce Banaluka’dan çıktıklarında da kanlı ve ürkünç söylenceler Hamza’nın aklında dönüp durdu.

.

***

Halil Ağa’yla ihtiyar Hamza at sırtında günler sonra Zagreb’e yaklaştıklarında şehrin üzerinde adeta puslu bir ölüm havasının asılı olduğunu fark ettiler. Uzakta olmalarına rağmen şehirdeki korku ve endişe sanki siluetine sirayet etmişti. Güneşin solgun ışıkları altında, eski şehirle yeni şehirin tam ortasından geçen Sava Nehri’nin parıltısı bile bu acayip havayı dağıtamıyordu. Şehrin hemen ardında uzanan Medvenica Dağları’ndan esen soğuk rüzgârlarla kent hayat emaresi göstermeksizin yatıyor gibiydi. 25


İhtiyar Hamza kendi kendine söylendi: “Bizim Uskokların tepelenıp cesetlerinın nehirlerden aktıgi vakit bile cürmedım böyle hava…” Halil’in gözlerinin kısıldığını fark edince Osmanlı mıntıkalarına yapılan akınların, saldırıların hatıralarını anımsadı: “Beş sene evvel Gradisca Muhasarası’nı cürdüm oradan bilirım…” “Muhasar eden tarafta mi edilen tarafta mi?” Hamza kötü bir şeyden bahseder gibiydi: “Bizi kuşattilar. Harambaşalardandim.” “Haramibaşı… Uskok miydın?” Hamza cevap vermedi ama Halil Ağa adamın beş yıl öncesine kadar böyle bir mazisi olduğunu idrak etti. Yine de sormadan edemedi: “Kendi kanunlarina inanırlar, kendi yaşayişlari vardır. Kan cüderler. Sen nasil bıraktin huyunu da Zagreb askeri arasina kariştin?” “Sattılar bizı. Venedik, Nemçe, Osmanli… Hepısi. Kin taşımadıgımi desem sana yalandir. Lakin beyler ve banlar Uskoklardan kuvvetlidır. Ne yapam?” “Müslümani nasil aldılar aralarına?” “Senelerce gavur gibi cüsterdım kendımi.” “Memleketinden kaçıp kâfir gibi saklanmana bakılırise vardır bir sebebın.” “Eski mevzu. Vurdım birıni kaçtim Bosna’dan… Cürmemıştım yirminci bahari.” Şehre yaklaştıkları sırada yağmur bastırdı. Atlılar sırtlarındaki abaların kukuletalarını başlarına geçirdiler. Rüzgâr altında şehir surlarında Habsburgların, Hırvat Banlığı’nın ve Zagreb hâkiminin sancakları dalgalanırken saçak altlarına koşturmakta olan ahaliyi seyre koyuldular. Çamurlaşmaya başlayan yolda bata çıka ilerleyip kapılara vardıktan sonra ahşap bir köprü üstünden geçip Zagreb hâkiminin bulunduğu taş konağın olduğu tepenin yolunu tuttular. Zagreb hâkiminin taştan konağında

şehrin ileri gelenlerinin ve hâkimin kafa kafaya vermiş konuşmaları salonda çınladı. Kâh Hırvatların lisanında, kâh Venediklilerin lisanında konuşmalar işitti Halil Ağa. Hırvatların konuştuklarına aşinaydı, arada bir Nemçelilerin lisanıyla konuşanların birkaç kelimesi de kulağına aşina geliyordu. Serhad mıntıkasında yaşadığından yabancısı değildi. Pazarlık yaparken de zorlanmadı. Ölmeyip de dolaşanın ekseriya görüldüğü, ölenlerin ziyadece olduğu mıntıkayı sorunca Hamza’nın yüzünün düşmesi dikkatinden kaçmadı. Zagreb şehrinin sokaklarında gece dolaşan bekçi, Türk harplerinde ömrünü geçirdiğinden az çok lisan bilirdi: “Türk Başi Hani. Cürünür o yanda. Ahaliye vampiri sorar isen bazısi anlar bazısi anlamaz. Strigoi diyesın…” Halil Ağa bıyıkların çekiştirdi: “Strigoi… Eflaklılar cibi. Yahut Arnavutlar cibi… Nasıl üldürür?” “Kapilari çalinir gece vakti. Handa kalan sekız kişi ölmuş büyle. Hepisı morto! Deler bogazlarıni! Keşış rahip gelsın mi sizle?” “Hamza yeter bana. Cütırsın beni hana kâfi…” Halil ile Hamza bu sefer yağmur dinmesinden sonra yer yer çamur deryasına dönmüş yollarla şehre inmeye başladılar. Çamurların üstünde bata çıka yürürken Halil sordu: “Bilirmisın ne yandadır Türk Başi Hani? “Bilirım. Urda kalırım ben da.” “Neçın derler Türk Başi?” “Cürünce anlarsin… Pek yakindır.” Nehir kıyısında inşa edilmiş alt katı taştan, üst katı ahşaptan bir yapının önüne geldiklerinde Halil Ağa seyre koyuldu. Kapının hemen tepesinde mızrağa geçirilmiş paslı sipahi miğferi takmakta olan bir kurukafa hanın ismine dair merakını giderdi. Hanın etrafına bakınan Halil ağır ağır konuştu: “Acemi avci arar avi. Usta avci bekler yuvasıni. 26


Şehre yaklaştıkları sırada yağmur bastırdı. Atlılar sırtlarındaki abaların kukuletalarını başlarına geçirdiler. Rüzgâr altında şehir surlarında Habsburgların, Hırvat Banlığı’nın ve Zagreb hâkiminin sancakları dalgalanırken saçak altlarına koşturmakta olan ahaliyi seyre koyuldular.

.

Başka yere celmez de celır buraya. Demek var burada bir hesabi…” “Ne bilirsın cürmeden?” “Senin kervan bastıgin kadar benim upir, vampir kazıkladıgim vardır Uskok eskısi! Başka başka hanelere cirse demez idım büyle. Hep buraya celir ise vardır hesabi. Sen şimdı gidesın handakilere süyleyesın kapilarini gece kim çalar ise çalsın açmasınlar. Kapi üstüne çizsinler haç işaretı. Yahut itikadinca yazsın “Allah”…” “Handan çıkartayim hepısıni?” “Olmaz. O vakit anlayamayiz belkı burada kalan birıleri için gelır, kapıyi çalar çalar açtiramaz musibet. Handa kalıp kapılarıni kapali tutsunlar kâfi.” Hamza hana doğru seğirttiği esnada Halil durdurdu: “Bekleyesın! Bir tek bizım kalacagımiz odanin kapısina çizmeyesın haç işaretı.” Hamza’nın suratına tuhaf tuhaf bakmakta olduğunu görünce açıkladı: “İsteyım vampiri yakalamak içın çekelım üstümüze…” İhtiyarın suratı düştü: “Benim kapida dua var idı kaldırayim oni…” “Kapinda dua ne gezer bre?” “Ben ufak iken Bosna’da çok dinledım vampir masali. Bura ahalisinden ziyade ürkerım ülmeyenden…”

***

Hamza handa kalanlara tek tek görünüp kapılarını o gece kimseye açmamaları ve itikatlarına göre koruyucu nesneler asıp dualar yazmalarını söylediği esnada Halil Ağa abdest alıp namaz kıldıktan sonra Hamza’nın odasındaki mangalda bohçasındaki kazıklarının 27

ucunu yakıp sağlamlaştırdı. Akşam vakti yemekler yenildikten sonra handakiler odalarına çekildi. Handaki ölüm ve korku havası yüzünden yeni gelen kimse o tarafta kalmak istemeyerek başka başka hanlara savuştu. Halil Ağa’yla Hamza’nın kaldığı oda haricinde diğer kısımlardaki yolcular ürküntülerine rağmen çoktan uykuya dalmışlardı. Handaki herkese bir ağırlık çökmüş gibiydi. Bir tek Hamza ile Halil’in gözlerinde uyku yoktu. Hamza kılıcını çekili vaziyette elinde tutuyor, tüfeğini de dolu halde yanında bulunduruyordu. Sokaktan herhangi bir sesin dahi gelmediği o sessizlikte bir an Hamza’nın içi geçti. Gözleri kapalı ancak kulakları tetikte olan Hamza, uyukladığı yerde fısıltı misali tek bir ses duydu. Tebeşirin ahşaba sürtülme sesi. Bir ara gözlerini araladığında Halil’in kendi oturduğu yere bir şeyler çizdiğini hayal meyal gördüyse de uyuklamak tatlı geldiğinden bir şey demedi. Uykusunun en tatlı yerinde Halil’in sorusuyla sızıp kaldığı yerden sıçradı: “Niçın sana gelır bu vampir?” Sersemlik halini üstünden atamadan gayri ihtiyari soruya soruyla karşılık verdi: “Sen nerden bilirsın?!” Halil ürkütücü bir sakinlikle konuştu: “Bana geldıgınde dedın var sekız mevta. Burada dedıler var sekız mevta. Sen burada günlerde yok iken demek kimseye ugramadi bu vampir. Odalarda seni aradi, bulamadi. Hanın bahsi geçince yüzin düşti. Vaktiyle ne yaptin da musallat oldi sana?”


Hamza’nın sesi titriyordu. Halil’in efsuncu misali kendisine dikilmiş gözlerine bakamayarak usul usul cevap verdi: “Miladic… Uskok senelerinda beraber cenk ettık, birlıkte teslim oldik Senj Kalası’nda. Zagrbe’e de celdık beraber. Çok altıni vardi. Çiftlık bulacagim derdı hep. Bir cün gizlice çagırip hanın mahzeninde hakladım oni. Kimsecikler cürmeden toprak attim üstüne. O gelır gecelerı. Kapilara vururken adımi fısıldar, kimsecikler işitmez ben işitirım…” “Mezarından çıkanin en kütüsü büyledır. İntikamıni almadan üldüremezsın. Ben zaten anlamış idım lakin emin olmak içın sual ettım. Yedi defa Ayet-el Kürsi okuyup yedi çember çizdım kendıme. Bana ilışmez lakin gelecektir sana… Seni üldürdükten sonra girer gerı kabrine, ben de o vakit üldürebilirım oni.” “B.. Be… Beni tuzaga düşırdın!” “Ben bir şey etmedım sen kendın ettın!” Konuşmaları dışarıdan gelen ayak sesleriyle kesildi. Merdivenlerden ölüm ağırlığını taşıyan birisi çıkıyormuşçasına ahşabın gıcırdaması ortalığı inletiyordu. Sese ara ara kapıların vurulma sesi karışıyordu. Adım sesleri odaya yaklaştıkça bu dünyaya ait olmayan bir hırıltı da kulaklarına çarpıyordu. Hamza büyülenmiş gibiydi. Kılıcını kaldırmaya dermanı yoktu. Odanın kapısı kendiliğinden kulak tırmalayan bir gıcırtıyla açıldığında olduğu yerde sindi kaldı. Hanın iç kısmındaki ve odadaki kandillerin loşluğunda kapıda dikilmekte olan korkunç heyulayı görünce nefesi kesildi. Kendi elleriyle canına kıydığı arkadaşının soluk benizle, öfkeyle bakan kanlı gözlerle, uzun ve kararmış tırnaklarıyla kanlı karşısında dikilmesi kalp atışlarını hızlandırmıştı. Hortlak ağzını açtığında taşra çıkmış dişleri ayan beyan göründü. Kandillerin soluk ışığında sarı sarı parıldayan dişlerin gerisinden, hortlağın hançeresinden hırıltılı bir ses yükseldi. O gece handa kalanlar kâbusla karışık acayip rüyalar gördüler, uykularında huzursuzca döşeklerinde dönüp durdular. Çok az bir kısmı yükselen hırıltıyı, Hamza’nın bir an yükselen çığlığını, mezarın ötesinden gelenin kabrine doğru sallana sallana geri geri yürüyüş sesini ve mahzenden gelen kazık çakma sesini işitti. Halil Ağa sabah namazını kıldıktan sonra Zagreb hâkimine uğrayıp olanları anlattı. Ücretiyle birlikte Hamza’nın atını da kendisine verdiler. Ahali işine gücüne dağılırken kendisi de hayalet gibi şehrin sokaklarından süzülerek geçti. Türk Başı Hanı’ndaki musibetin hikâyesi yıllarca anlatıldı, an geldi unutuldu. O vakadan 52 yıl sonra İstriya mıntıkasındaki Kringa köyünde Jure Grando nam köylünün sokaklarda yeniden dolaşmasına kadar Zagreb ahalisi daha az acayip rivayet işitti.

-son-

28



.

Gülhan Tuba Çelik

ÇİÇEKLERDEN

YAZILMIŞ

Onu tanıdığımda suların çekildiği bir mevsimdeydim. Büzülmüş, kurumuş, buruşmuştum. Yeniden bahara ihtiyacım vardı. Tazelenmeye. Bir başka bedene. Sevmeye ve güzelleşmeye. Onu tanıdığımda dünya silinmiş, her şey anlamını yitirmiş, tüm yaşama sevincim onun bedenine ve ruhuna indirgenmişti. Avının kokusunu almış yırtıcı bir hayvan gibi, çağıran bir haz içindeydim. Kalp atışlarım hızlanmış, burun deliklerim açılıp kapanmaya başlamış, gözlerim kısılmıştı. Bir kadın için çok hoş meziyetler olmadığı herkes tarafından bilinse de ben bu halimi seviyordum. Av, insanlığın en kadim uğraşıydı. Elbette ilkel devirlerde kalmamış, renk değiştirerek yoluna devam etmişti. Temelde dünyadaki tek meseleydi. Avlanmak ve oyun, kıyamete dek çekiciliğini kaybetmeyecekti. Ben de bir anlam, bir amaç kazanmış; vaktimi zenginleştirecek bir yol bulmuştum yeniden. Her şey daha önce nasıl olduysa öyle olacak sandım onu gördüğümde. Oynayıp avlayıp işi bitirecektim. Onun her şeyin dışında ve üzerinde olma ihtimali aklımda yoktu. Bu sefer kaybeden ben olacaktım. Onu son kez gördüğümde bekâr evinde, kutuların ve dumanların gerisinde, Elveda Berlin posterinin altındaki koltuktaydı. Ben kapıdan çıkarken yerinden kalkmadı. “Sergideki tablolardan birini Vilnius’ta yaptım.” dedi. “Gittiğinde şehrin ortasından geçen nehre in.” Bazen öyle kelimelerle konuşurdu ki aşamadığım bir zamanın eşiğinde takılı kalırdı ayaklarım. Durdum. 30

.


.

Onu anlatan bir renk bulmamı isteseler “hastalık sarısı” derdim. Varmak istediği bir yer yoktu çünkü. Varacağı yere varmış da hayal kırıklığına uğramıştı sanki. İşte bu rengi tutup oradan getirmiş, sonsuza kadar yüzüne eklemlemiş gibiydi.

Hayatımda gördüğüm en garip adamdı. Herkesin gittikçe hızlandığı bu dünyada her şeyi ağırdan alırdı. Onu anlatan bir renk bulmamı isteseler “hastalık sarısı” derdim. Varmak istediği bir yer yoktu çünkü. Varacağı yere varmış da hayal kırıklığına uğramıştı sanki. İşte bu rengi tutup oradan getirmiş, sonsuza kadar yüzüne eklemlemiş gibiydi. Ben suskunluğunda karanlık bir yan sezerken, saf bir hali vardı başkaları tarafından algılanan. Önüne geçemediği, belki istemediği temiz bir yüz, yine içinden gelen iyi niyetle harmanlanmıştı. Sanki tüm gizemini yüzündeki tebessümün arkasına saklamıştı. Karmakarışıktı. Sezdiğim karanlıkla yüzündeki aydınlık senelerimi istiyordu ama bana hiçbir şeyin sözünü vermemişti. Zaman, onu benden vaktinden evvel alacaktı. Zaten en sevdiği şey zamanla oynamaktı. Zaman hakkında düşünür, zaman hakkında konuşur, zamanı resmederdi çoğunlukla. Tabloları parçalanmış anların ağırlığı altında ezilmiş gibiydi. Hiçbir zaman bizim zamanımızda değildi. Cevap alamayacağım soruları ona bilmem kaçıncı defa sorarken beni duymadığını, yüzünün on altıncı yüzyılda Kars’ta yapılmış taş bir sokağın duvarlarında gezindiğini hisseder fakat onu oradan çekip alamayacağımı da bilirdim. Sessizliği çıldırtıcıydı. Koskoca bir dağın eteğinde bağırıp durmak, sonra yalvarmak, sonra ağlamak, sonra delirmek ama tek cümle duyamamak gibiydi. Gözyaşlarımı sildiğimde onu hâlâ taş gibi görürdüm. Seslenirdim. Çok uzaklarda, ilkel yağmur danslarıyla kendinden geçiyormuş da aniden

3I

omzuna dokunmuşum gibi bakardı. Tek kelime duymamıştı. Yine de gidemiyordum. Beni çağırmamıştı ama kovmaması yeterliydi kalmam için. Çünkü “büyük resim” mantığında diretiyordum. Bir türlü bir şeyler beceremediğim hayatta, en sevdiğim savunma mekanizmasıydı bu. Onun karşıma çıkmasının ilahi bir güç tarafından özenle tasarlandığına, ondan öğreneceğim milyonlarca şey olduğuna, bir gün yollarımız ayrılsa bile bana kattıklarının bir yerlerde sıçramalar yapmama yarayacağına, tam olarak ne şekilde olacağını henüz bilmediğime fakat içinde onun olduğu bir kaderin ve büyük resmin beni güzel bir yerlere taşıyacağına inanıyordum. Bunları söylediğimde yine susuyordu. Benimleyken niye bu kadar çok sustuğunu anlamıyordum. Oysa tribünlere oynamayı iyi bilirdi. Melankolinin çekiciliğine kapılan o arabesk yanını ironiyle törpüler gülüp geçirirdi insanları canı istediğinde. Derin düşünceleri, dikkatli gözlemleri hayranlık yaratırdı. İnanılmaz bir empati yeteneği vardı. İnsanların adlandıramadığı duyguları bir anda cümlelere dökerdi. Ama bana gelince bambaşka biriydi. Herkesin elinden geleni yaptığını nihayet kabullenmiş ve bütün defterleri kapatmış gibiydi. Öyle beklentisiz, kıpırtısız, arzusuz. Yine de bırakıp gidemezdim çünkü acı çekmiş bir ruhun sözcükleriyle konuşurdu nadiren ağzını açtığında. O ruhu ele geçirebilme umuduyla bu anları beklerdim. Bazı geceler, içinde kazanlar kaynayarak gelirdi bana. İşte o gecelerde, elimden gelse yıldızları göğe çivileyerek bir yere kaybol-


malarına izin vermezdim. Böyle anlarda, hiçbir fabrikanın ve kimyasalın henüz rengini tutturamadığı bir yeşilde, deniz köpükleri gibi genişlerdi gözündeki anlam. Tedirginliği bir an büyürdü ve umutlanırdım. Sanki köpükler, sanki beyaz kimsenin fethedemediği bu yeşil suları bana bağışlamak için kendini açacaktı. Sonra birden geri çekilirdi köpükler. Gözleri, akışına bıraksan seni dünyanın en ucuna götürecek de oradan aşağı düşürecek gibi bir yeşilde asılı kalırdı. Köpükler kaybolunca beyaz kuşlar gelirdi. Kuşlar denizi okşamaz didiklerdi. Gözlerinin yeşilinde bir beyaz beni kemirir, kemirirdi. Hikâyelerden köpükler yapardım ona. Kandıramazdım. Çünkü suydu o, köpükler kendinden. İstemediği sürece denizi ayartamazdım. Yine de girerdim kanına. Bazen yüzünün cesede benzeyen soğukluğu yüzünden erken pes ederdim. Bazen de öpüşlerimi bile umursamaz, bana karşı koymazdı. Ama her zaman eksik kalırdı sevişme. Bir türlü farkına varamazdım ona sahip olduğumun. Bir kez daha, bir yenilgiyle daha ayaklarımı ayaklarından çözerken ele vermediği bir şeyler kalırdı hep. Ruhunu sermezdi önüme. Sevgisizliğe, ihanete, dayağa, kavgaya, nefrete, yalnızlığa alışkın insanlar vardır. Bir tek sevilmeye yabancıdırlar. Biri elini uzatıversin, koynuna almak istesin ne yapacaklarını bilemezler hani. Onlardandı. Daha doğmadan, hiç istemeden bir ulusa dâhil edilmişti. Hem onların hataları ile suçlanıyor, hem onlara yapılan kıyımdan nasibini alıyordu. Kolektif bir şeylerin ağırlığını taşı-

yordu daima. Sürgünlere, sınır dışına, ad değiştirmeye, tehcire rağmen inanarak çizerdi dünyayı. Çünkü topraksız, ülkesiz, kimliksiz kalmış hayatında sabit bir şeylere ihtiyacı vardı. Yer değiştirmeler çakılı bir gökyüzü takıntısı yapmıştı onda. Gök sabit ama tablodaki her şey hareket halinde, flu, şizofrenikti. Resimleri güzel kitapların ilk cümleleri gibiydi. Nasıl yapıyorsa bir kapı koyardı sanki tablosuna. Bakan herkes önce o kapı tarafından sarmalanıp sonra içeri alınırdı. Resimlerin karşısına dikilir uzun uzun bakardım. Notlar alır, yarım yamalak bilgimle psikanalize soyunur, saatlerce konuşurdum: “Kuzunun beyazlığı çocukluğunun saflığını gösteriyor, çoban ebeveynlerden biri. Buraya kadar her şey yolunda. Güven var. Belli bir süre mutluluk hali. Zaman geçtikçe kuzunun kız çocuğuna dönüşmesi işlerin yolunda gitmediğini gösteriyor çünkü sen erkeksin ve kuzunun kız çocuğuna dönüşmesi güçsüzlük. Adımları bozuk, şekli bozuk kız çocuğunun. Zayıf, küçük, güçlü olmayan insanları çizerken ne kadar kin dolu olduğunu fark ettin mi? Renkler koyu, şekiller düşmanca. Zayıf insanlara tahammül edemiyorsun. Merhamet yok. Merhametten, kendine duymak zorunda kaldığın bir şey olunca nefret etmişsin. Senle alakası olmayan, yani senden kaynaklanmayan bir şeyler seni yaralamış ve o yaraların faili de ortadan kalkmış. Böylece sen, kendine kendin merhamet duymak zorunda kalmışsın. Oturup yazıklanmak sana göre değil. Bu yüzden içinden o duyguyu koparıp atmışsın. Fakat acı büyük. Eksiklik 32

Sevgisizliğe, ihanete, dayağa, kavgaya, nefrete, yalnızlığa alışkın insanlar vardır. Bir tek sevilmeye yabancıdırlar. Biri elini uzatıversin, koynuna almak istesin ne yapacaklarını bilemezler hani. Onlardandı.


büyük. Diğer insanları ciddiye almayışın o yüzden. Sen o eksiklik, boşluk kapansın diye it gibi çalışırken, hatta boşluğu doldurup üstüne de bir katedral inşa ederken; insanların hiçbir şey yapmadan sızlanmaları seni deli ediyor. Sen yaptıysan onlar da yapabilirler bunu. Yapmalılar. Büyük bir parçan senden ayrılmışken sen yeniden var etmişsin kendini. Kendini yeniden yarattığın için tanrısallaşmışsın. Uzaklığın, ukalalığın ondan. Adımlarını yanlış atan bu kız kaybedecek o yüzden. Çünkü aklını kullanmıyor. Hesaplamıyor. Balonlar çizmişsin. Gözün yine gökyüzünde. Kimileri yere düşüyor, diğerleri de düşecek. Güçsüz olan herkesi, yani güçsüz olan tüm yönlerini tek tek ezmişsin. Ezmeye de devam edeceksin.” Evet demezdi, hayır demezdi yorumlarımdan sonra. Susar ve gülümserdi hep. Yine delirir ama yine vazgeçemezdim. Yüzlerce resmi vardı. Nasılsa bitmeyecekti. Nasılsa resimler olduğu sürece bahaneler de vardı. Hepsi hakkında konuşacağımı, hepsini yorumlayacağımı söylerdim. “Tablolarım beni ele vermez, boşuna uğraşma.” derdi. İnanmazdım. Ona duyduğum aşk öyle güçlüydü ki benim ışığım ona vuruyor, ondan bana yansıyanı, kendi aşkımın ışığını, sevgisi sanıyordum. Seni sevmiyorum dese inanmaz, kovsa bir adım atmazdım. Cenneti, ölümü, şehveti, cehennemi, her şeyi; yaşamış kadar güzel resmederdi. Kimsesiz, kavgalı bir dağ çocuğunun sefaletini de, at üstünde bir hakanın kızıl elma ülküsünü de aynı başarıyla verirdi. Dışına atıldığı çizgilerin, sürüldüğü ülkelerin üze-

rindeydi. Sadece insan vardı onun için. Bakışıyla, kanıyla, canıyla, acısıyla, coşkusuyla insan. Ama gerçek olanlar değil. Tablosundakileri gerçek insanlardan daha çok önemserdi. Hayal gücü şahaneydi, renkleri benzersiz. Hiç kimsenin bilmediği, dayanılmaz, acı veren renkler yaratırdı. Sisin içindeki bir dal parçasını bir sürgünün ellerine dönüştürmekte ustaydı. Rüyaları da kimseye benzemezdi onun. Gözlerinden akan kanların oluşturduğu bir nehirde dans eden balıklar ertesi gün bir toplu mezara dönüşür, tablosuna sokulurdu. Daha kundaktayken yolunun üstüne yol çizilmiş, adının üstüne ad verilmişti. Her ülkede başka biri olmak zorunda kaldığından yüzüne anlamlar, ruhuna duygular çizmekte ustaydı. Tek kişi değil yüzlerce adamdı. Hangi yanından tutsam elimde kaldı. Toparlayamadım. Kaderinde yollar vardı. Dönüp duran, bir yere gitmeyen yollar. Artık iflah olmazdı. Bazı avlar hiç bitmeyecekti çünkü bazı hikâyeler en baştan ayrılığa meyyaldi. Odaya son kez baktım. Şişelerin, kutuların, dumanların gerisinde bir adam, sınırlara dökülmeyen, yollarda kaybolmayan yanlarından yaptığı bir benliği sıkı sıkı tutmuş, Elveda Berlin posterinin altındaki koltukta oturuyordu. Kuzeye gideceğimi söyledim. “Sergideki tablolardan birini Vilnius’ta yaptım.” dedi. “Gittiğinde şehrin ortasından geçen nehre in. Çiçeklerden yazılmış Litvanca yazılar var. Orada fotoğraf çektir.” Hepsi bu kadardı.

33



Abdullah Enis Savaş

HİS

Uyandığında saat gece yarısını gösteriyordu. Yatakta epeyce kıvrandıktan sonra büyük bir meşakkâtle daldığı uykudan iki büklüm uyanmasına sebep olan şey harikûlade bir rüyaydı. Bir kiralık katilin zihin dünyasında barınması mümkün olmayan hisler nasıl olmuştu da rüyasına aksetmişti. Yaşadığı bu garipliğin tesiriyle tekrar uyuyamayacağına kanaat getirdiğinde cumartesi gecesi öldüreceği adama dair planları yeniden gözden geçirmeye karar verdi. Pencerelerini simsiyah perdelerin kararttığı oda, üzerine atılan toprakla yeraltına hapsedilmiş rutubetli bir tabutu andırıyordu. Tabutun içinde, ayaklı lambadan süzülüp zihnine görünmez parmaklıklar bürüyerek kağıtların üzerine düşen ışıkla, dört metrekarelik masada kendini plana öylesine kaptırmıştı ki kapıyla beraber beynine tokmak tokmak inen güm güm sesleri, başını kaldırıp günün ışıdığını fark etmesini ancak sağlamıştı.

Gazete kağıdına sarılı taze ekmeği kaptığı gibi kahvaltı için mutfağa seğirtti. Alelacele bir şeyler atıştırıp piposunu harladı ve tekrar dosyanın başına oturdu. Oldukça disiplinli çalışan bir adamdı. Öldüreceği şahsa ve nasıl infaz edileceğine dair her malûmatı âdeta bir senarist-rejisör zarâfetiyle detaylı bir şekilde yazar, krokiler çizer ve çok önceden mekana gidip tetkikatta bulunurdu. Halihazırda üzerinde çalıştığı dosyadaki müstakbel maktûl bir çorbacı.. İleri yaşlarda, nahif, babayani bir tip. Şehir merkezinde alelâde bir dükkanı var. Böyle bir adamı kim, neden öldürmek ister anlayamıyordu. Velâkin işin tabiatı gereği mevzunun bu cihetini istintak etmeyi

35

abes bulurdu. Senelerce bu düsturla çalışmış, işinin ehli bir katildi. Planın noksansız gerçekleşebilmesi için hararetle çalıştığı sırada kalbine aniden düşen tuhaf bir his, ruh dünyasının rengini değiştiriverdi. Rüyadakine benzer bir hâldi bu. Öldüreceği adama karşı zayıf da olsa duyulan bir ünsiyet.. Kendini bildiğinden beri yabancısı olduğu böylesi müsbet hislere kapılmaktansa bir lağım çukuruna düşmeyi yeğlerdi. Nedir beni bu meçhûle çeken diye yakınarak


sandalyeden fırladı ve odada dört dönmeye başladı! Kendini ikna etmeye çabalıyordu. “Bu şey benden olamaz! Bana ait değil bu his!” Dediğim gibi, his zayıftı fakat buna dahi katiyen tahammül edemiyordu. Üstüne üstlük bunu, öldürmeyi planladığı bir adama karşı duymak akıl kârı şey değil.. Delirecek gibi oldu. Bir müddet süründükten sonra istikrah ettiği hissin sancısından kurtuldu. Kendine geldiğinde fikrî ve bedenî yorgunluktan takati kesilmişti. Halının üstünde öylece sızdı kaldı. Her örgüsünün bir ıstırap çengeli gibi sırtına geçtiği halıda bir önceki gece gördüğü, bedenini zerrelerine kadar yakıp kavuran o rüyaya benzer başka bir rüyanın tesiriyle feci bir acı duyarak uyandı! Yaşadığı kâbus bir süre nefes almasına mâni oldu. Malum hislerin sağnağında hiç alışık olmadığı, tiksindiği bir hâleti rûhiyeyle çepeçevre kuşatılmıştı. Soluklandığında anladı ki bir şekilde bu rüyalar, çorbacıya karşı duyduğu ünsiyeti başlatmış ve ziyadeleştiriyordu.

Ruhunu lime lime eden bu kıvranışlara artık dayanamayacak hâle geldi ve ceketini dahi almadan kendini sokağa attı. Endişe içinde koşar adım yürüyordu. İnanın, onu karşıdan görseydiniz deli olduğuna rahatlıkla hükmedebilirdiniz. Kaşını gözünü saran tikler ve gayri tabii el kol hareketleriyle bir acayip hâlde çorbacının dükkanına vardı. Alnını dayadığı camekândan dükkanı süzdü ve bir köşede oturmuş, bir yandan nargilesini içip diğer yandan kahvesini yudumlayan çorbacıyı kanlı canlı karşısında görünce malum hisler ruhuna bu sefer yıldırımlarla inmeye başladı. Çıldırıyordu artık! Kendini bir hiç gibi yerlere atıyor, ağzından köpükler fışkırıyordu. Attığı çığlıklar bütün milleti başına toplamıştı. Olanca varlığıyla, nefesi kesilinceye kadar son bir kez daha haykırdı.. Öyle bir haykırdı ki etrafındakiler o keskin ses dalgasıyla irkildiler. Sokağın ortasında sırtüstü yatmış bir vaziyetteyken gözlerine birdenbire bir perde indi ve öylece kaskatı kesilip kaldı. Şuuru yerindeydi fakat hareket edemiyordu. Ken36

’’Her örgüsünün bir ıstırap çengeli gibi sırtına geçtiği halıda bir önceki gece gördüğü, bedenini zerrelerine kadar yakıp kavuran o rüyaya benzer başka bir rüyanın tesiriyle feci bir acı duyarak uyandı!’’

dini bir tabuta çivilenip diri diri gömüldüğü halde narkozun tesiriyle hiçbir aksülamelde bulunamamış bir hasta kadar çaresiz hissediyordu. Uzunca bir müddet sonra suratına inen tokat darbeleriyle gözlerini açtı. Karşısında bir eliyle başını yerden kaldırıp diğer eliyle ağzını silen çorbacıyı gördü ve büyük bir şaşkınlıkla mırıldandı. “Baba!” Çifte şahsiyet illetinden muzdarip adam, bu ruhî hastalığa tutulduğunu ve öldürmesi gereken şahsın babası olduğunu gayri ihtiyari maruz kaldığı yoğun hislerle fevkalâde sancılı merhâlelerden geçerek ve nihayet asıl şahsiyetine avdet edişine dehşetle şâhit olarak anlamıştı.


OLOVKA Jedno od najbitnijih mjesta samih gradova jesu i njihova smetlišta. Da li vam je ikada palo na pamet kako za gradove smetlišta nisu tek puka nužda nego su im još i od iznimne važnosti? I sve dok ne vidjeh jedno veliko gradsko smetlište, to ne znadoh ni sam. Jedno smetlište, po meni, predstavlja jedan grad. Istanbul je lijep, naprosto zanosan grad. Ko samo jednom okusi njegova duha iliti osjeti njegove draži više mu neće odoljeti. Tijekom godina su načinjene slike Istanbula, raznoraznih veličina i boja. Napravljene fotografije. O njemu napisane pjesme. Velim vam, većinu sam ih vidio, pročitao, no, ništa i niko mi nije umio toliko kazati, koliko i smetlišta Istanbula. Kad je Istanbul prljav, smrdi mu i smetlište, poput strvi. Ma smrad mu štipa za nos... Ako je Istanbul čistiji, onda se i smrad manje čuje. A miriše li kao

Yaşar Kemal Tercüme/Preveo: Adnan Mulabdić

mošus, mirišu i njegova smetlišta tako. Kazat ćete: „Zar i ona da mirišu po mošusu?“ Još itekako, vjerujte mi... Otkud to da ih ovako dobro poznajem? E, ovdje se moram ograditi... Ja nisam nikakav znalac za smetlišta. A da me ne biste krivo shvatili, kažem vam i razlog... Prvo, ja jako volim galebove. Da li ih baš volim? Pa i ne, nego me više zanimaju njihovi životi. Odlazim, i satima ih posmatram. Na moru, po hridinama, a nekad i na smetlištu. Galebovi su prgava, nasrtljiva Božija pošast, posve nepopustljiva stvorenja. Zalaziti u njihove životne potankosti nadalje je izlišno. Ipak, jednog ću vam dana o tim pohlepnim, tim gramzivim, tim posve nepopustljivim stvorenjima moći pisati duge i zanimljive sastavke. Obično se njihove životne 37

čarke odigravaju po smetlištima, stoga su i prvotni razlog mojega zanimanja za smetlišta galebovi. Dok je već drugi razlog mojega zanimanja za smetlišta redarstvenik Rüstem, naš susjed. To je čio i šaljiv lik iz Sivaškoga okruga Zara. Čovjek velikih, bujnih brkova, vedra pogleda, pun života, pun ljubavi. Već je deset godina smetlar u Istanbulu. A u komunalnoga redarstvenika unaprijeđen je prije četiri godine. Tek nakon što je postao komunalnim redarstvenikom, kupio je zemljište do naše kuće, i ponajprije posadio tri topole. Onda je zemljište, sa sve četiri strane, ogradio plotom, kad ono u proljeće, duž cijele ograde procvali orlovi nokti, a njihov miris obvio svu četvrt. Kad se to sve desilo, kada je kuću postavio na zemljište, nit’ su zamijetili sumještani niti ja, a moguće, ni on sam... Stajala je ondje, možda već nekih hiljadu


godina, tako besprijekorno, za ogradom od orlovih noktiju, s tri oveća prozora, u zeleno ofarbana kućica. Nedugo zatim, upoznadosmo njegovu ženu, bješe to oniža diklica od nekih dvadesetpet godina, širokih bokova i krupnih, kosih očiju. Od jutra do mraka brisala bi prozore, ribala podove, kopkala po vrtu, ni časka ne sjedeći besposlena. Najčistija kuća u četvrti, ta najljepša, najčistija, posve besprijekorna kuća, stiješnjena među svim tim vilama, bje upravo kuća redarstvenika Rüstema. Znao sam vidjeti supružnike kako pokatkad stoje na kapiji, i baš onako kao što slikar promatra svoje djelo, do te mjere opčarano, nevjerovatno blažena izraza, promatraju vlastitu kuću. I samo što bi shvatili da su zatečeni, crveni u licu, plaho i sramežljivo, poput djeteta uhvaćena na djelu, umakli bi kući. A znao sam ih zateći tako često. No, na kraju bismo stali skupa, pa u tu milenu, malenu kuću gledali neumorno, satima. Dođe proljeće, i svakojaki se cvjetovi rascvaše po sićušnom vrtu kućice... A prozori joj nakićeni raznobojnim geranijima, bosiljkom... Kuća redarstvenika Rüstema bješe poput slike nekog velikog, umješnog slikara, što svojega motritelja vedri, besprijekorna i zamamna. Imadoše i dvoje djece. Kćerku i sina. Sinčić bješe poput bumbara, dijete koje se od jutra do večeri šuštavo vrzmalo za pčelama kao neki zloduh. Ni trena nije stajao mirno, vrckavo se motao svukud po četvrti. Ali je sve na tom djetetu, što se svakoga časka valjalo u prašini i blatu, jednako poput njihove kuće, bivalo kao suza, posve čisto. Dok kćerka, nešto veća djevojčica, mirna i šutljiva, blaga osmijeha, bješe sramežljiva i umilna, s pomalo sjetnim izrazom na licu... Njena su je uska čeljust i pune usne već sada činile starijom. Baš kao i njeno držanje. Cijelu je porodicu, kao i njihov dom, djecu, cvijeće i supružnike prožimala neka iskričava ljubav, obuzimala neka neizmjerna sreća. I svako ko bi prošao kroz tu kapiju odmah bi zamijetio tu silnu sreću, te bivao ispunjen ljubavlju. I zaista, postoje mjesta, kuće, ljudi, samo ih pogledaš i oni te preplave srećom... Kad god bih za četiri godine našega susjedovanja klonuo duhom ili bivao potišten, pa

proklinjao svijet, izlazio bih van, i gledajući u malenu kuću, davao sebi oduška. Svake bi večeri u svojoj smetlarskoj uniformi dolazio kući naočiti čovjek, bujnih brkova, i ukoliko horan, u ruke uzimao saz, pa sasvim tiho, gotovo nečujno pjevao pjesme koje nisam čuo, a nit’ mogao da čujem, i koje zasigurno nakon toga sve do svoje smrti nikad više neću ni čuti. O čemu li je to pjevao u njima? Da li o sreći, o žalosti, ili pak o nekom događaju, nekako nisam uspijevao dokučiti. Koji ga put htjedoh iznenaditi, kraj njega poslušati pjesme, čuti o čemu to govore. No, samo što bih ušao u kuću on bi ustajao na noge i nudio mi mjesto, a svoj bi saz hitro bacao za škrinju pored. Nekoliko sam puta tražio da zasvira, i shvatio da preda mnom, pa makar i umro, zasvirati neće, pa sam i odustao. I još uvijek se pitam koje li je to krasne riječi u tim svojim pjesmama redarstvenik Rüstem tako pjevušio? Redarstveniku Rüstemu bio sam prilično drag. Poželjeh jednom vidjeti njegovo radno mjesto, na što se on i ne uvrijedi, štaviše, bješe mu milo... Eto, i radi toga sam onamo odlazio s vremena na vrijeme. Tamo van grada, gdje se nalaze ciglane. Onamo se sliva sva gradska pogan, a na čelu svega toga bješe redarstvenik Rüstem. Nekim bi danima spaljivali smeće, i ja nikada na ovoj zemaljskoj lopti nisam nabasao natako ogavan smrad kao što je onaj zapaljenog smeća. Baš sam tada, na tome smetlištu, kad sam otišao skupa s redarstvenikom Rüstemom, svojim prijateljem, uvidio kako jedno smetlište u cijelosti posjeduje sve odlike svojega grada. Da, smetlište je jedan grad, i baš sve stvari jednoga grada mogu izroniti i iz njegovoga smetlišta. Ručni satovi, stolni satovi, džepni satovi, i to još novinovcati. Prstenje, narukvice, ogrlice, kako zlatne tako i one s dijamantima... Olovke, nalivpera, hemijske. Pa i makaze, klupka, vitla, naočare, novac. Šta god da ima u gradu ima i na njegovome smetlištu... A sve što bi izronilo iz smetlišta, bilo vrijedno ili ne, dijelili bi smetlari između sebe, onako bratski. No, jedno ipak nisu dijelili, olovke... Oni što bi pronašli olovke koje su izranjale iz 38


smeća, vikali bi radosno, gotovo kao da su pronašli zlatni ili smaragdni prsten: „Redarstveniče Rüstemeeee... Još je’na olovka... Uj, što je lj’epaaa... Nije ni otvorena. Ah, i crvene je boje...“ „Redarstveniče Rüsteme... Još je’na olovka... Zelena je, i to kak’a zelena... I to nalivpero...“ „Redarstveniče Rüstemeeee... Evo je’ne, pa vrijedi barem sto lira... Uz to je i u svojoj kutijici.“ Pokraj redarstvenika Rüstema bješe veliki vrč s vodom; ponajprije bi svaku njemu donijetu olovku prevrtao, pa okretao, pregledao, i tek onda dobrano oprao vodom i sapunom. Redarstvenik Rüstem bješe prilično ustrajan u tome da se olovke razdijele, no, to njegovi prijatelji smetlari nisu htjeli ni čuti. Jer, on je ipak imao djecu, a ona su išla i u školu. I jednom će postati gospodinom i gospođom. Pa kada bi i narednih stotinu godina, svakoga dana odatle izranjalo na stotine, ma na hiljade olovaka, sve bi dopale djeci redarstvenika Rüstema. I uistinu, smetlari bi osjećali veliku radost, pa i silno zadovoljstvo jer su olovke davali redarstveniku Rüstemu. Svaki bi mu nalaznik donosio olovke pobjedonosno, uvjeren da je odradio vraški dobar posao. Baš je svaki od njih bivao ponesen srećom dobročinstva prema djeci, koja neće postati smetlari, već obrazovani i veliki, dobri i pametni ljudi. To se dalo posve jasno iščitati iz njihovih pogleda. Redarstvenik Rüstem nije imao nikakva prava sputati njihovo zadovoljstvo, omesti njihovu sreću. A djeci su upravo olovke bile i najdraže igračke. I on bi svake večeri dolazio kući s mnoštvom raznobojnih olovaka. Olovke su bivale i ulog dok bi se majka, sin i kćer kladili u to koliko će ih donijeti večeras. I vazda je bivalo onako kako bi rekla kćerka, baš tačno toliko ili pak približno njenoj procjeni. Te godine im kćer bješe u petom razredu osnovne škole... Djevojčica imade oslonac u nečemu čime se dičila tek potajno, zaleđe za koje nit’ je ikome mogla niti će ikada moći kazati bilo šta. A ipak su sva ta djeca imala ponešto. Imala su divnu odjeću, krasne torbe, vozila koja bi svakoga dana dolazila po njih i odvozila kući...

Da, da, imala su, samo baš niko, pa čak ni oni čiji su očevi držali trgovine olovkama, nisu ih imali toliko. A tako se potajno dičila njima... Kad god bi pomislila na olovke, njene bi oči zaiskrile nekim tajnovitim ushićenjem, a rumeni joj obrazi zablistali. Ali niko nije ni znao da ih je ona imala tako mnogo... To za nju bješe teško breme. Nije tek tako mogla uzeti olovke te ih ponijeti u školu... I da je odnijela samo jednu, svi, ali baš svi bi zinuli kao tele u šarena vrata. A imala je na hiljade raznobojnih olovaka. Crvene, bijele, crne, plave, narandžaste... I čim bi sve svoje olovke sabrala, nastajalo bi pravo šarenilo boja. U biti nalikovalo je na šarenilo olovaka, i to svjetlucavo... Da ih je mogla ponijeti u školu, mogla je, samo, šta kad bi je upitali otkud joj toliko. Šta bi rekla, šta je, ustvari, mogla i reći? Pred svom tom djecom. Nije mogla kazati: „Moj je otac glavni smetlar, te je ovoliko olovaka nakupio po smeću...“ Pa kad bi umrla, kad bi je i zaklali, dobrano joj pustili krvi, to ne bi rekla. Kako je i mogla... No, posve je sigurno da je olovke morala ponijeti, i pokazati svojim prijateljima. Danima je razbijala glavu, i nikako nije uspijevala pronaći rješenje. Kaže li da joj je olovke kupio otac ne bi joj ni povjerovali. Pa čak ni djeci milionera očevi nisu mogli kupiti tako mnogo krasnih olovaka... Eeee, ali jednostavno ih je morala ponijeti u školu i pokazati prijateljima. Morala je pronaći neki način. Taj je zadatak sebi utuvila tako u glavu da ga je više bilo nemoguće smetnuti s uma. Jednog je dana sve olovke ubacila u torbu, ponijela u školu, izgarala od želje da ih pokaže, i gotovo pomahnitala, ali ih baš nikome nije smjela pokazati. I tako se možda nedjelju dana koprcala u tom žaru pokazivanja, no, ne bi ništa. I sve bi je to možda još i prošlo te godine da nije vidjela njihova susjeda Erola. Erol Abi bješe radnik u velikoj trgovini uredske opreme na Osmanbeyju. Jednom je kod njega kupila svesku. A ondje gdje je radio bivalo je tako mnogo olovaka... Aaaah, kad bi taj Erol bio neki rođak, primjerice ujakov sin. Kako divno, kako bi to bilo divno. Ma prava divota. Rekla bi: „Njih mi je poklonio Erol, ujakov sin...“ Te je noći, o tom Erolu, 39


razmišljala sve do ponoći. Tog su jutra, na polasku u školu, njena torba i džepovi bili prepunjeni raznobojnim olovkama... Najprije je svoje olovke poredala pred drugaricom iz klupe, Sabahat. Njeni su na Velikom Bazaru držali draguljarnice, dupkom pune zlatnih narukvica. No, čak ni Sabahat nije imala tako mnogo olovaka... „Aaaaa. Otkud ti toliko olovaka, curice?“ A Neriman joj posve ravnodušno reče: „To mi Erol Abi donosi. Svako veče... Na Beyazıtu ima ogromnu radnju, zatrpanu olovkama. A znaš li šta mi je Erol Abi? Ujakov sin. Još neoženjen...“ I smjesta Sabahat otrča ostaloj djeci: „Da vidite koje olovke Neriman ima. Evo, ovoliko ima, ma hiljadu komada... Dabogda oćoravila ako lažem.“ A djeca se sjatiše oko Neriman... I zaista, što je ona imala olovaka! Dok je Sabahat govorila: „Njen ujak ima sina, još je neoženjen. A na Beyazıtu ima ogromnu radnju... i to punu olovaka. Ima da idemo onamo svaki dan. Erol Abi će i nama dati koju“ Neriman bješe tako zadovoljna njome. „Aaaaa...“, reče, „pa znaš?“ I probra jedno pet – šest olovaka. „Erol Abi ove šalje tebi. Reče mi: ‘Podaj ih Sabahat.’ Pričala sam mu tako mnogo o tebi. Rekla sam:’Ona mi je najbolja drugarica.’“ Sabahat se nasmija i reče: „Znala sam. Hvala ti.“ Zazvonilo je, te je Neriman, pred zadivljenim razredom, olovke strpala u torbu. Čas je počeo... A ona je na koncu bila iznad svih. I naprosto prštala od sreće. Nakon toga je svakoga dana dolazila s torbom do vrha ispunjenom olovkama. Dijelila ih je baš svima. Najzad je bila njihova abla. Pa zašto bi djeca kupovala olovke. Erol Abi joj je i onako donosio more, a ona ih je opet davala svima. Toliko je imala olovaka. Ma da ih je dijelila i po cijeloj školi, ne bi ih ponestalo... I tako je Nerimanina sreća trajala i trajala, sve dok se ne desi ta grozota. Tu bješe taj kržljavi, taj zrikavi piljarev sin,

Zühtü, taj bijednik, ma taj obični balonja, e, on, on je sve pokvario. Ma lažov jedan, krmak, gramzivac... Samo što ga pogledaš dođe ti da povratiš dušu, i ne okusiš mjesec ništa. Eto, sve je to bilo njegovo maslo. Otišao je do učitelja: „Bogami, dabogda crk’o, ma dabogda mi umrla mati... Neriman mi je ukrala olovku. Vidio sam je među njenim. Još sam je i obilježio... Zelenu jednu olovku... Baš na njoj sam napravio dvije recke... E, tu sam olovku vidio kod Neriman.“ Učitelj je pozvao Neriman te zatražio da otvori svoju torbu... I potom, pred tolikim mnoštvom olovaka ostao zapanjen. Zühtü je nagrnuvši na njih rekao: „E, ova učitelju“, i uzeo olovku. A učitelj je strogo upitao: „Otkud ti ovoliko olovaka?!“ Neriman već danima bješe spremna te je naprćivši usne kazala: „Ove mi olovke daje Erol Abi, a kod kuće ih imam još toliko...“ Na to je učitelj podmuklo pogledao i rekao: „Idi, pa donosi i ostale olovke od kuće.“ A Zühtüu: „Vrati tu olovku Neriman.“ „Ali učitelju, učitelju...“ „Vrati olovku...“ I nato mu je uzeo iz ruke i dao Neriman... A ona je svoje olovke strpala u torbu i s njom u rukama počela juriti pravac kući. No, učitelj dodade straga: „Torba neka ostane ovdje.“ Neriman se vratila, ostavila torbu na stol i zatim pojurila doma. A kući je došla za tili čas, pa je jednu oveću platnenu torbu napunila svim olovkama, te opet odjurila nazad u školu.“ „Eto, učitelju, to bi bilo sve...“ „Hajde, sada se vrati u učionicu“, kazao je učitelj. I zatim se uputio ravnatelju, te mu nadugačko ispričao sav slučaj. A ravnatelj je potom kružeći po školi od razreda do razreda objavio: „Svako ko je izgubio olovku, ili mu je ukradena, neka se na velikom odmoru nađe ispred moga ureda.“ Nekoliko časova poslije, ispred ravnateljeva 40


ureda naprosto je vrvjelo. Skoro pa više od polovice učenika svoju olovku bješe zagubilo, ili im pak olovka bješe ukradena. „Hajde, kaži, kako ti je izgledala ta ukradena olovka?“ Dijete bi opisalo olovku, a ravnatelj bi pronašao jednu, te je pružio djetetu. I tako je tom cijelom nizu djece razdijelio olovke. A djeca nisu lagala, i olovke zbilja i jesu bile njihove... „De kaži, kako si ukrala ovoliko olovaka?“ „Nisam ih ukrala.“ „Kažeš li istinu, dijete, oprostit ću ti.“ „Ali, nisam ih ukrala.“ „Pa dobro, da je Erol Abi i milioner, zašto bi ti baš poklonio ovoliko olovaka? Hajde, jednu, dvije, pa i deset komada... Ali na stotine?“ „Erol Abi mi dao... Trgovina mu puna olovaka...“ I tako je ravnatelj nadugo gnjavio djevojčicu, a nakon što iz nje ne izvuče istinu, reče joj: „Idi, i smjesta pozovi oca i majku.“ Neriman je stigla kući, bacila se na krevet i otpočela snažno jecati. Njene oči od plača postaše krvave. Majka je tek uzrujano zapitkivala, ali djevojčica od silnoga plakanja nije mogla ni govoriti. Pošto se malko smirila, ispričala je majci sve onako kako se i zbilo. Uvečer je otac ponovo došao kući noseći sa sobom pregršt olovaka. Dao ih je Neriman. A ona ih je svom snagom sunula na ulicu. Majka je kroz suze događaj ispričala ocu. Neriman je govorila, i dozla da će umrijeti molila majku i oca: „Preklinjem vas, ne govorite da su olovke pronađene na smeću. Kažite da ih je Erol Abi dao...“ „Neće nam povjerovati...“ „Pa i ne moraju..“ „Ta, zar je pronaći olovku na smeću, gore i od krađe?“ „Gore je, mnogo gore...“ I tako je natezanje između majke, oca i kćeri potrajalo do ponoći. Neriman je govorila: „Kažete li da su olovke nakupljene po smeću, ja ću se ubiti...“

Redarstvenik Rüstem svoju je djecu poznavao dobro. I da, djevojčica bi sebi oduzela život. „Imaš pravo, kćeri“, rekao je, „u školi ću im kazati da joj je te olovke poklonio ujakov sin Erol.“ Izjutra je redarstvenik Rüstem sa svojom kćerkom otišao u školu, te učitelju i ravnatelju otpočeo pričati o Erolu, stao kazivati sve nadugo i naširoko o tome kako je on dobar, velikodušan rođak. Ravnatelj je zatražio adresu Erolove trgovine na Beyazıtu. Otac i kćer ostaše skamenjeni. No, na kraju je redarstvenik Rüstem smislio neku adresu, te je izdiktirao ravnatelju. I potom su otac i kćer otišli iz škole. Istraga bješe završena, ispostavilo se da je Neriman olovke ukrala, te zbog toga izbačena iz škole. Prilično sam kasno čuo za ovaj događaj. Otrčao sam odmah do kuće redarstvenika Rüstema, no, doma ne bi nikog. Sedmicu sam dana odlazio, dolazio, kućna vrata biše ništa do li zida... Šest mjeseci, sve do moje selidbe u Basınköy, kuća bješe još uvijek zatvorena... Tek jedna pusta, mrtva, sumorna kuća... Djeca iz četvrti izgaziše mileni vrt, i potrgaše one crvene, plave i ružičaste geranije na prozorima... Ja dobro poznajem smetlišta. Redarstveniku Rüstemu zahvaljujući. Smetlišta su istovjetna preslika svojih gradova... A ako li je grad prljav, varljiv, okrutan i podao, njegova smetlišta zaudaraju hiljadu put jače. Poput strvi... Na istanbulska smetlišta galebovi slijeću, i ona postaju snježnobijela. I to pogano smeće biva pritajeno njima. Aaah, a iz tih istanbulskih smetlišta znaju izroniti i raznobojne olovke... a zna i koji prsten od zlata.

41



43- FILIP MURSEL BEGOVIĆ SÖYLEŞİ 49- ESMA KOÇ VİGİLANTE 50- ERVANUR ERDOĞAN DİNAMİK ORGANİZMALAR TASVİRİ 51- NADIJA REBRONJA LUIS, A NEKIM LJUDIMA 52METİN SAVAŞ ÖTEKİLER DE İNSANDIR 54- ERVANUR ERDOĞAN SANATTA YORGAN YA DA URGAN MESELESİ OLARAK DADACILIK 57- ENNA ZONE ÐONLIĆ IS AUGUST SENOA ‘PEASANT’S REVOLT’’ HISTORICAL REALITY OR FICTION?‘

SÖYLEŞİ Filip Mursel Begović 1979 Zagreb, Hırvatistan doğumlu olan Filip Mürsel Begoviç., Zagreb Üniversitesi Felsefe Fakultesi, Hırvatça ve Doğu Slav Dilleri bölümü mezunudur. Bosna Hersek’te haftalık olarak çıkan ‘’Stav’’ dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmakta olan Begoviç, bir çok Bosna ve Hırvat gazetesinde köşe yazıları, söyleşiler, edebiyat eleştirileri ve makaleler yayınlamıştır. Sadece Boşnaklar ve Müslümanların geleneksel ve kültürel sıkıntılarını değil, Avrupa’daki kültür farklılıkları ve Batı’daki azınlıklar üzerine de yaptığı çalışmalarla da dikkat çekmektedir. Orient Espresso isimli tiyatro okulunda yönetmenlik ve oyun yazarlığı; Zagreb’de bulunduğu süreçte ise Behar Dergisi’nin yardımcı yayın yönetmenliğini yapmıştır. Yeni dönem Boşnak Şiiri hakkında iki adet kitabı yayınlanan yazar, bunun dışında onlarca kitabın editörlüğünü yapmış ve yayına hazırlamıştır. 43


Uzun bir süre Zagreb'te yaşadınız. Sonrasında, Bosna'ya taşındınız ve Saraybosna'da yaşıyorsunuz. Genel bir sorudan başlayalım söyleşiye. Bildiğiniz gibi Baška Dergi, Balkan şehirleri dosyalarıyla çıkıyor. Saraybosna'yla kıyaslarsanız, Zagreb nasıl bir şehirdir sizin için? Zagreb'te doğdum ve eğitim hayatım orada geçti. Yaşamımın otuz yılını Zagreb'te sürdürdüm. İnsan doğduğu, büyüdüğü şehri nasıl sevmez? Bu ancak kalpsiz bir insan için geçerli olabilir. Yaşamımın geri kalan kısmını Saraybosna'da geçirmeye karar verdim. Ailem Bosna kökenli olduğundan, daha önceleri gelip yerleşmeyi düşündümse de, Bosna'da aileden geriye kalan hiçbir şeyin olmaması beni Zagreb’e döndürdü. Ne yazık ki, ailemin geride bıraktığı evler ya yıkılmış ya da satılmıştı. Ama Bosna’yı ve insanlarını sevdiğim için geri geldim. Neticede yaşayanı olmayan bir ev, boş dört duvardan başka bir şey değildir. İlk başlarda, yalan yok Zagreb'i özlemiştim. Proust vari bazı duygular içimi sarıyordu, ama ne yazık ki burnuma gelen koku Proust’un Madeleine kurabiyelerinin kokusu değildi. Saraybosna’nın Miljacka nehri boyunca yürürken birden nehrin kokusuyla kanalizasyon kokusu karışık bir koku duydum, tuhaf bir şekilde bir an çocukluğumu ve Zagreb'in Sava nehrini anımsamıştım. O an özlemle karışık nostalji duygusu içime doldu. Saraybosna'ya idealist bir bakış açısıyla baktığımı söylemeliyim. Bana sanki Hac yapıyormuşum gibi geliyordu, her tarafta camiler ve hajirli(hayırlı) insanlar vardı. Hayat gerçekten başka bir şey. Nerede olursa olsun, her zaman dert tasa oluyor. O yüzden bir ara vermem gerekiyordu. Sonra Zagreb'e tekrar döndüm ama işte Bosna'yı ve Saraybosna'yı özlemiştim. Bir gün rüyamda, Zagreb Meydanında (Bana Jelacica) bir rüzgar esiyor ve kafamdaki fesi uçuruyordu. Şehrin merkezinde fesin peşinde koşuyor ve onu hiç yakalayamıyordum. Maalesef Hırvatistan'daki Boşnaklar, 44

çok kez bu fesi (milli ve dini bir özellik açısından) yakalarken, onu elinde tutamıyorlar. İşte bu yüzden, kızım Saraybosna'da doğduğu zaman, duygusal olarak parçalanmıştım. Köklerimi bırakıp, atalarımın ülkesine, Bosna'ya döndüğümü hissettim bu yüzden. O zamana kadar, maneviyat ve gelenek için keşfedilen ihtiyaçlarım açısından; Bosna benim için duygusal olarak baştan çıkarıcı, gizemli, o uzaktan sevdiğim kadınlara benziyordu. Küçük Sarajka doğduğunda; aynı göründüğü gibi, Bosna'yı bir anne gibi hissettim. Türklere ve Osmanlı dönemine karşı varolan önyargılar, tarihsel gerçeklerin bitirilmesi ve tahrif edilmesi sebebiyle korkutucu seviyededir.

Zagreb'i bölgenin özgün bir şehri olarak değerlendirebilir miyiz? Kesinlikle… Kültürel kodlarına baka-

cak olursak, Ljubljana'dan farksız değildir. Her ikisi de güzel şehirlerdir ve bu şehirlerde mimari ve kültür bakımından Avrupa merkezli bir ortam hâkimdir. Ama Saraybosna'nın başka bir yönü; Doğululuğu, var. Bu yüzden Saraybosna'nın her açıdan daha ilginç bir yer olduğunu söyleyebilirim. Belgrad ise, Sırpların Osmanlı mirasını korumak istemediler. -tabii ki- bu estetik değerler onların zevklerine fazla kaçıyordu, hiçbir şey bırakmayarak yok ettiler. Zagreb Hırvatistan'ın en çekici şehri mi? Hırvatistan hakkında konuşurken önce hangi şehir akla geliyor? Zagreb veya Dubrovnik mi? Zagreb başkent, haliyle diğer şehirlere göre insanlara daha fazla şey sunabiliyor. Bu yönüyle evet cezbedicidir. Ne var ki bir turist açısından baktığımızda, Dubrovnik çok daha cezbedicidir. Ayrıca, Hırvatistan'ın sahil kesimi de; temiz denizle, muhteşem doğasıyla, Akdeniz havasıy-


la ve zengin kültürüyle, turistler için çok ilgi çekici bir yer. Hırvatistan'ı nereye koyuyorsunuz? Sizce bir Avrupa ülkesi mi? Bir dönüşümden söz edebilir mi? Hırvatistan hâlâ Balkan bir ülkesi midir? Hırvatistan Güneydoğu Avrupa'nın bir parçası, Hırvatlar ise Avrupalı insanlar. Aynı Bosna Hersek ve Boşnakların olduğu gibi. Aradaki fark Hırvatistan'ın Avrupa Birliğinin bir parçası ve Katolik olması; Bosna'nın ise AB üyesi olmaması ve Boşnakların müslüman olması. Bu sebeple kötü niyetli insanlar Boşnaklara kimliksiz millet yakıştırması yapıyorlar. Türkler aracılığıyla İslam’a girmiş aslen Hırvat yahut Sırplarmış gibi. Balkanlar coğrafi bir terimdir ve Hırvatistan da buna dahildir. Aslında Hırvatlar, Balkanların bir parçası olmadıklarını ve bu kelimenin birincil coğrafi anlamı aştığını ve "doğudaki kabileleri, vahşi ve kanlı geleneklere dayandıran bir şey” haline geldiğini düşünüyor. Bu kötü niyetli Balkan ismi altından bir Hırvat'ın çıkıp, Balkan kelimesinin Türkçe olduğunu ima etmesine bile şaşırmayın. Türklere ve Osmanlı dönemine karşı varolan önyargılar, tarihsel gerçeklerin bitirilmesi ve tahrif edilmesi sebebiyle korkutucu seviyededir. Ve bu sadece Hırvatistan'da olan bir şey değil. Bu önyargıların kurbanları Boşnaklardı, Sırplar Türk döneminin intikamını almaya çalıştılar.

ile anılmak istemeyen Hırvatlar’ı eklemekte beis görmeyeceklerdir. Balkan halklarının ve mitlerinin kendilerini düşünüyor olması; gerçekten eğlendirici ve ilginçtir. Genellikle “Balkan” diye adlandırılmak hoşlanmadıkları bir şeydir. Bu nedenle coğrafi bir terim olarak bile içinde olmak istemezler. Aslında asıl problem; Balkanlar'daki Güney Slav uluslarının (Bulgaristan hariç) devleti olan Eski Yugoslavya'nın dağılmasıydı. Hiç şüphesiz bu durum, Sırbistan tarafından tasarlanmıştı ve patlak veren savaşın asıl amacıydı. Peki bundan sonra ortak alanlara nasıl hitap edecektik ? "Balkanlar" kelimesi kullanılmak istenmiyor. Çünkü ’’Balkanlaşma’’(Balkanization) sözcüğü İngilizcede parçalanmakla eş anlamlıdır. Bölgeyi "Eski Yugoslavya" olarak adlandırmak da istemiyorlar, çünkü kanlı bir çağrışım yapıyor ve parçalanan bir şeyi hatırlatıyor. O zaman ’’Bölgenin Ülkesi’’ diyeceğiz. Bu coğrafyada herkes inatçıdır. Ben de bir inatçı olarak ‘’Boşnak Ulusal Listesi’’nin editörüyüm. Yazarlarımız Bosna Hersek çevresi için, ‘’Bölgenin Ülkesi’’ olarak yazdıklarında düzeltiyorum. Bence bu hakka sahibiz, çünkü bizim "Hayalî Balkanlar"ın geri kalanına ya da sözde bölgelere baktığımız açı budur.

"Balkanlar" kelimesi kullanılmak istenmiyor. Çünkü ’’Balkanlaşma’’(Balkanization) sözcüğü İngilizcede parçalanmakla eş anlamlıdır.

“Balkanlar” tanımlası çok tartışmalı bir konu, tarihte farklı isimlerle de anılmış. Siz “Balkanlar” tanımlamasına nasıl bakıyorsunuz?

Balkanlarda kültürel iktidar kimin elinde? En büyük yayıncı hangi ülkede? En çok ödüllü filmleri kim çekiyor? Kimin haber kanaları, gazeteleri daha etkin eski Yugoslavya’da?

Hırvatlar için Balkanlar, ideal olarak Sırbistan, Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova ve Karadağ tarafından temsil edilmektedir. Ancak Ljubljana'ya giderseniz, Slovenler bu listeye Balkanlar

Kültürel iktidarı Hırvatistan ve Sırbistan elinde tutuyor. Daha iyi bir okuma kültürünün kimde olduğunu ölçmek zor. En fazla kitap basın-yayının Sırbistan’da olduğu kesin, çünkü Sırbis45


tan’ın nüfusu iki kat daha fazla. İlginç bulduğum şey, Slovenler’in kültüre bu denli yatırım yapmaları gerektiğine inanmış olmaları. Uzun bir süredir kültüre yatırım yapıyorlar ve bu durum o küçük ülkenin çok kısa zamanda tanınmasını sağladı. Küçük uluslar olduğumuz söylenir. Bunu benimsemenin arızalı olduğu fikrindeyim. Çünkü bu, bir yerden sonra sizi aşağılık duygusuna götürüyor. Küçük ülkeler değil, nüfusu ve sayısı az ülkelerin olduğunu düşünüyorum. Ama küçük ülke deyince, bu küçük ülkenin küçük kültürü olmasına götürüyor ki bu yanlış bir tanımlama. Çünkü hiç bir ülke, hiç bir millet küçüklüğü kendine yediremez. Gelişmiş bir ekonominiz, güçlü bir ordunuz, istikrarlı bir dış politikası olmayan bir ülkeyseniz; gerçekten kültür ve eğitime yatırım yapmanız gerekir. Çünkü ülkenizi ancak bu şekilde dünyaya kabul ettirebiliyorsunuz. Bunu anlayan her ülke, modern pazarlama ve tanıtım yollarını seçiyor ve kendi çıkarlarına uyuyorsa kendisini başkalarına dayatma fırsatını yakalıyor. Balkan ülkeleri bu sebepten dolayı birbirlerine kendi kültürleri empoze etmeye çalışıyorlar. Bizim televizyonlarımızda hep Sırbistan ve Hırvatistan var. Bu kanallar dışında ayrıca iki bölgesel kanal daha var. Bunlardan birisi Al Jazeera Balkans diğeri ise ona rakip olarak çıkan N1. Medya meselesine gelince, bölgesel anlamda yaşanan sorun; eski Yugoslavya’daki duyguları yani Yugonostaljiyi kullanarak bölgesel bir işbirliğine gitmeye çalışmak bence. Bu gibi bir hataya düşen medyayla, iyi bir yere varılamaz.

Zagreb'in Yugoslavya döneminde ve sonrasında en entelektüel şehirlerden birisi olduğu söylenir. Gerçekten öyle midir? Tarihte ve günümüzde, sizce bölgedeki sanat ve edebiyatın merkezi neresidir?

Belgrad ve Zagreb o zamandan bu yana iki ana merkezdi. Belgrad, Yugoslavya’nın başkenti olduğundan hakim olanın Belgrad olması gerekir. Zagreb ise, Avrupa Birliği’nin bir parçası olarak günümüzde, AB fonlarının sunduğu şeylerle kültürel zenginleşmenin ve değişimin teşviki yoluyla bu konuda önde olma fırsatına sahip. Maalesef, Hırvat Kültür Politikası’nın bu yönde olmadığını görüyoruz. Ama hiç bir zaman hiç kimsenin kültürel zenginlik anlamında Saraybosna kadar imkanı olmayacak. Tabii Saraybosna’ya kendini tanıtma şansı tanınırsa… Ne zaman bunu anlarsak o zaman Saraybosna kendini öne çıkarma fırsatı yakalayacak. Nasıl ki Doğu ve Batı’nın buluşma şehri olan İstanbul, Doğu ve Batı’yı fiziki olarak birbirine bağlıyorsa Saraybosna da bunun manevi kolunu üstlenir. Avrupa’da, batıdaki en doğu şehirdir Saraybosna. Bu yüzden, güzel ve ilham verici kültürel imkanların yer aldığı bir evren diyebiliriz Saraybosna için. Hırvatlar için Balkanlar, ideal olarak Sırbistan, Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova ve Karadağ tarafından temsil edilmektedir. Ancak Ljubljana'ya giderseniz, Slovenler bu listeye Balkanlar ile anılmak istemeyen Hırvatlar’ı eklemekte beis görmeyeceklerdir.

30 Mart'ta Saraybosna'da ‘’Ortak Bir Dil Bildirgesi’’ imzalandı. Balkan ülkelerinde konuşulan tüm dillerin; Sırpça-Hırvatca-Boşnakça-Karadağca konuşanların aynı dili konuştuğunun kabul edilmesi gerektiği belirtildi. Tam olarak mesele neydi? 46


Dilbilimci Snježana Kordić, ortak bir dil olan Sırpça-Hırvatça (Yugoslavya döneminde ) dili üzerine olan tezini hiç bir zaman inkar etmedi. Sadece, yaklaşımını ve taktiklerini değiştirdi. Bu nedenle şüphesiz ki şu anda bunun böyle olmadığını iddia etmekle birlikte; Kordicka'nın ortak dili çağırdığı şey aslında, Sırpça-Hırvatca’dır. Bununla birlikte, imza atanlar yeni bir ekol ya da çok merkezli çağrı girişiminde bulunduğunu övüyorlardı. Amacına Hırvatistan ve Sırbistan’da ulaşamadığından, Saraybosna’da fikirlerini destekleyen bir yardım grubu oluşturdu -ki bunlar Bildirge’ye imza atanlardandı- öfkeli Ranko Bugarski’nin yanısıra, bu grupta belli başlı kurum ve kuruluşlardan gelen tek bir dil bilimci yoktu. Dört hedef ülkede, dil sorunları ile ilgileniyorlar (Bosna Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ). Şüphesiz imzacılardan bazıları, "Ortak,çok merkezli bir standart dilin; her dili konuşanın o dile kendisinin istediği gibi isim verme imkânı bıraktığı" iddiasında olduğuna inanan, akıllıca tasvir edilen bildirim metniyle aldatıldı. Buna ek olarak, medyada yapılan açıklamalara göre; bu bildirinin sadece makul her şey için tanınmış ve kabul edilebilir şeyleri onaylamak istediği gibi çok yuvarlak ifadeler var. Ki bunlar zaten bildiğimiz şeyler, şiddetle ayrılmak taraftarı olmadık hiç. Yani hoşgörülü bir Saraybosna onlar için makul başlangıç bölgesiydi. Çünkü bu ülkedeki hiç kimse onları tencere ile vurmaz. Başka bir deyişle, BildirUzun yıllar, Zagreb'te Behar Dergisinde çalıştınız. Behar Dergisi, bölgedeki uzun soluklu Boşnak dergisiydi. Maalesef, artık yayımlanmıyor. Bu karar nasıl alındı ve neden alındı?

Behar olarak bilinen dergi yayınına -yılda 6 sayıdan 3 sayıya, 120 sayfadan 30 sayfaya düştüdevam ediyor. Fakat artık Boşnakların kimliğinin bir parçası olarak İslam'dan sapmayan bir gelenek ve modernitenin bir karışımını destek47

leyen, tam olarak bir Boşnak dergisi değil. Geçmişte Behar, Saraybosna'da bulanan; Bosna Hersek'teki 115 yıllık bir geleneğe sahip ulusal bir dergiydi. Bugün ise, Belgrad'da yayınlanan bir Hırvat gazetesi. Korkunç, çünkü bu da oldu. 1911'de Behar, Boşnak listesinden bir Hırvat gazetesine dönüşmüştü. Aynı sıkıntı yüzyıl sonra yine oldu. Bu durum herhalde meydan okuyan insanlar tarafından tasarlandı, bir taraftan deli, milli Hırvatistan, diğer yandan Belgrad'da sol görüşlü insanlar var. Tam da söylediğimiz şey, medyanın korkunç şeyi yapmaması gerektiğini söylediğimiz şey; ‘’bölgesel lapa.’’ Bu, ulusal dergilerin, kafa karışıklığı olan insanlar tarafından ele geçirildiğine bir delildir. Aslında, Hırvat siyasetinin böyle bir dergiyi kapatması gerekiyordu. Bütün sorun, Behar'ı yayınlayan birlik; Müslümanları yalnızca Boşnaklarla, Müslüman isimlerle ilişkilendiren Hırvat ulusal partilerinin eylemcileri tarafından ele geçirildiğinde başladı. Bundan başka bir şey değil. Ancak Behar 1911'de de Yeni Behar olarak yeniden doğmuştu. Umutsuzluğa gerek yok. Yüz yıl sonra 2016'da Zagreb'e tekrar gitti ama eğer nasipse yakında Saraybosna'da yeniden doğacak. Çünkü, Boşnakların kendi ulusal kültürünün ürünü olan bir derginin olmamasını kabullenmeyeceğiz. Sadece şimdilik yok. Bu kabul edilemez ve maalesef kendimizle ilgili çok konuşuyoruz.

Gelişmiş bir ekonominiz, güçlü bir ordunuz, istikrarlı bir dış politikası olmayan bir ülkeyseniz; gerçekten kültür ve eğitime yatırım yapmanız gerekir.

Genel olarak edebiyat, kültür ve sanat dergilerinin Hırvatistan’da ve Balkanlardaki durumu nasıl?


Bir önceki soruya ilave yaparak cevap vereyim. Benim ve bir çok kimsenin çektiği sıkıntı şudur: Nasıl Hırvatlar’ın her (Bosnada bulunan)şehrinde kendi kültürlerine dair en az bir dergileri olur da, biz Boşnakların birden fazla dergisi olmaz? Bosna-Hersek'te Boşnakların kendi kültür dergileri nasıl olmaz? Ve Hırvatistan’daki Boşnakların neden az sayıda dergileri var?

‘‘Geçmişte Behar, Saraybosna'da bulanan; Bosna Hersek'teki 115 yıllık bir geleneğe sahip ulusal bir dergiydi. Bugün ise, Belgrad'da yayınlanan bir Hırvat gazetesi. Korkunç!’’

Hırvatlar (ve Sırplar) tüm literatürlerini topladıktan sonra; yağmur, ağaç, deniz edebiyatına geçtiler. Biz Boşnaklar hala daha bir milleti millet yapan eserleri, antolojileri ve temel kitaplarımızı oluşturamadık. Edebiyat tarihimiz yok. Bosnalı bir geçmişimiz yok. Boşnakça bir ansiklopedimiz yok. Çok çalışanlar var, bunlar mükemmel kişilerdir. Ancak ulusal projelerin, ulusal sistemin desteği olmadan bunlar mümkün olacak şeyler değil. Yani bu bize kalmış. Türkiye'deki meslektaşlarıma bunları uzun uzun anlattığımda; başları dönüyor ve hep sonrasında yardım etmeyi teklif ediyorlar. Kendimiz yapamayacaksak o zaman bu kitaplarımız olmasın daha iyi, onları hak etmedik diyorum..

48


ESMA KOÇ VIGILANTE

Apaçık adaletsiz başladı her şey Orada mevsim kış orada kar ceketin Orada omzuna dargın saç teli Orada dönemediğim eski çağ ellerin Kuşlarına inandım göğünün, uçmadılar İçimdeki taş, devrilmedi berrak sulara Uyusun da büyüsündü leylak büklümlerin Uyusun da büyüsündü yeter ki Kendimi bekledim senden usanalı Öylece durdum, trenler ezdi içimden Bir yokluk yıldızlandı bana doğru Şimdi ceylanların uykusu kadar ömrüm Sırlarım söz tuzaklarına açtığın hoyrat ağzında Ağzın ki kıvrımında yedi harikalı diyarlar uyur Koşup kapaklansam baktığın yerler büsbütün dağ Tanrım bilirsin bunları konuş onunla Bu suçla bilineceksek vazgeçmek deliliktir Ölümcül dalgaların dinmesine inancımı kaybettim Artık sakin geçemem zehirli düğümlerden

49


ERVANUR ERDOĞAN DİNAMİK ORGANİZMALAR TASVİRİ Az önce bi haber izledim Oturdum özenle, ağzımı iki metre açarak Dal üstünde bir kuş iskeletini beş milyon liraya Satamamışlar Oysa ne kadar da güzeldir Dal üstünde, kuşla iskelet Ban Jelacic Meydanında akıllıyla deli İki tiz sestir mekana avize olan Doğuşma diye bir kelime duydum D harfinden kocamış kavimler gibi Şeffaf kanaldan renkli kanala geçerken Yaşayan değil ölmüş olmam gerektiğini de Şehrin çobanından duydum Hücrelerimi okşuyordu Marşlar, başlar, ilahlar dedim Ben sizi görüyorum Sizden beni kim görüyor Bir alkış sesi duymadan Bir ağzı öpüp taşlamadan Açık konuşayım İnsanoğlu uçar bazen Narsistlik Allah vergisi Soluklandım, su içtim Tahakkümü altında Adı şöhretli heykelinin Yürüdüm, sallandım, zılgıt çektim Ötüşüne döndüm kuş iskeleti Ban Jelacic'ten bakir sinema köşelerine İki senaryo bir kameraman Kurtulmam çok tesadüftü Bürokrat şansıma küstüm Arka bahçeden çağrıldım Sigara molasındayım, elim telek döküyor Dünyada söyleyecek bir şeyi yok delilerin Dilin mecazından başka Bu yüzden hiç küfretmez kadın şairler Spikerler kadar bile Şiirlerinde kelimeleri dişlerken 50


NADIJA REBRONJA luis, o nekim ljudima

dok je spavala on se brijao u ogledalu je uhvatio njeno lice posmatrao je posmatrao i osjetio da mu na nekoga liči pronašao je oblik očiju diktatora usne zločinca bradu gnusnog generala uši čuvara logora probudila se i otišla da volontira u domu za siročad kao i svakog dana

5I


ÖTEKİLER DE İNSANDIR

Metin Savaş

.

İstanbul’daki tek yıldızlı otellerden birinde komilik ediyordum. Henüz çok gençtim, daha askere bile gitmemiştim. Turistik bir oteldi çalıştığım yer. Pek çok milletten turist konaklıyordu bizim otelde. Hekimlik yapan bir Japon müşterimizle dostluk kurmuş, yılbaşlarında birbirimize tebrik kartları göndermiştik mesela. İnternet yoktu o zamanlarda, posta hizmetleri yoluyla iletişim kuruyorduk. Etnik kökenini gizlemeyi tercih eden bir Ermeni aileyle de otelimizde tanışmıştım. Kök salmış Türk-Yunan husumetine rağmen paskalyalarda Yunanlı turistler otobüslerle geliyorlardı. Almanlar ve Fransızlar da otelimizde çokça konaklayanlar arasındaydı. Benim komilik yıllarım Humeyni devrimi günlerine denk geldiği için molla rejiminden kaçan epeyce Azeri kökenli İranlı da otelimize yerleşmişti. Gazeteci olduğunu söyleyen bir Fransız vatandaşıyla da kapıştığımı hatırlıyorum. Otelimizin duvarındaki Türkiye haritasına yanaşan Fransız gazeteci parmağını harita üzerindeki İstanbul noktasına koyarak “Bizans” demişti. Ben de delikanlılık yaşımın protest tavrıyla “Bizans mort” karşılığını vermiştim. Kim ne derse desin, sanatçı kimliğimle edindiğim izlenimleri dürüstçe ifade etmem gerekirse, Alman turistler diğer müşterilerimize kıyasla çok daha medeni idiler. Biz otel çalışanlarına verdikleri bahşiş 52

de dolgun oluyordu ama Almanların daha medeni olduklarını söylemem o bahşişlerin hatırına değildir. İranlılar dağınık kimselerdi. Yunanlılar ise yaygaracıydılar. Fransızlar ise gerçekten zariftiler. Mağrip ülkelerinden gelen Arap-Berberi melezi müşterilerimizse ağır kokular sürünürdü hep. Türkiye’de biz bu esansa hacıyağı diyoruz. Yugoslavya’dan tek bir müşterimiz gelmişti. Futbolcuydu ve İstanbul’daki futbol kulüplerinden birine transfer edilmişti. Aylarca bizim otelde konakladı, sonra da futbol kulübüyle anlaşamayınca ülkesine geri döndü. Boşnak asıllı bir Yugoslav vatandaşıydı. Bu anlattıklarım seksenli yılların ilk yarısıdır. Boşnak futbolcu Türkçe biliyordu. Tabii ki aksanlı konuşuyordu. İstanbul’a transfer olmaktan memnundu ve Müslüman olduğunu ısrarla dile getiriyordu. Uzun boylu, kalıplı, sarışın, mert görünüşlü bir genç adamdı. Yazık ki onun adını artık hatırlamıyorum. Otelimize bir keresinde İngiliz bir aile gelmişti. Aile babası Arapça öğrenmiş. Türkçe konuşamıyorlardı. Bu aile bütün fertleriyle Hıristiyanlığı bırakıp Müslümanlığı seçmiş bir aileydi. Ailenin annesi tesettürlüydü. Otelimize ilk geldiklerinde bavullarını odalarına taşıdığımda aile babası elime bahşiş tutuşturmuş ve oda kapısını hemen kapamıştı. Koridorda bahşişe baktığımda gördüm ki Türk parasının en yüksek banknotudur. Aile babasının bonkörlüğüyle ilgili değildi bu durum. Türkiye’ye ilk gelişi olduğu için Türk Lirası’ndaki banknotları değer olarak henüz ayırt edemiyordu. Bunun böyle olduğunu anlayınca oda kapısını tıklattım, adam kapıyı açınca da elimdeki banknotta yazan yüksek rakamı gösterdim. Farkında olmaksızın bana yüksek meblağda bahşiş vermiş olduğunu anlayan İngiliz Müslüman baba teşekkür etti, parayı geri aldı ve cüzdanından çıkardığı daha düşük değerli bir banknotu yine elime tutuşturdu. Ama bu kez de Türk parasının en düşük banknotuydu bu. Sesimi çıkarmadım tabii. İngiliz aile lobiye indiğinde ben paspas yapıyordum.


Aile babası eliyle uzaktan beni göstererek hanımına İngilizce bir şeyler söyledi. Neler söylediğini az çok tahmin edebilmiştim ve kendi milletim adına gururlanmıştım. Yine bir paskalya günüydü. İki otobüs dolusu Yunanlı gelmişti otelimize. İlk anda onların Türkiye’den Yunanistan’a gitme Rumlar olduğunu anlayamamıştım. Çok genç olduğum için tecrübesizdim. Otobüsten inenlerin neredeyse hepsi de yaşlı çiftlerdi. Yaşlı kadınların bir kısmı başörtülüydü. İki otobüsün bagajlarındaki bavulları ve valizleri taşımaya koyuldum. Sonrasında yaşlı bir kadın asansöre yürüdü. Siyah başörtülüydü, entarisi de siyahtı, pabuçları da siyahtı. Etrafına bakındıktan sonra Türkçe olarak bana seslendi. “Asansörle beni yukarıya kadar çıkarır mısın evladım?” Yanına koştum ve asansör kapısını açtım. Asansör kabinine beraber girdik. “Ben asansörden korkuyorum da,” dedi yaşlı kadın. Fakat beni o tecrübesiz yaşımda hayrete düşüren bir şey daha yapmıştı yaşlı Yunanlı kadın. Asansör kabinine adım atarken Besmele çekmişti. Çok şaşırmıştım. “Müslüman mısınız?” diye sordum. Türkçesi fevkalade düzgündü. İstanbul’daki yaşlı kadınlar gibi konuşuyordu. “Ortodoks’um,” dedi bana. Hiç ses etmedim ve onu odasına kadar götürdüm. Birkaç saat sonra o yaşlı kadın lobiye inince bir bardak çay istedi. Servis ettim.

ilk zamanlarda çok eziyet çektik biz. İkinci sınıf vatandaş muamelesi gördük. ‘Siz Türk tohumusunuz’ diyorlardı bize. İtip kakıyorlardı. Köyüme döndüğümde kocama senden bahsedeceğim. Çünkü bana iyi davranıyorsun.” Yaşlı kadın böyle konuşunca ben karşılık veremedim. Üzülmüştüm ve üzgün olduğumu o yaşlı kadın yüz ifademden fark etmişti. Ve işte bu yaşlı Rum kadınıyla tanışmam benim için bir hayat tecrübesiydi. Önyargıların, siyasi düşmanlıkların, birbirimizi anlamak ve tanımaktan uzak durmamızın bedeli ağır oluyormuş. Rus zulmünün en büyük mağdurlarından Kırım ülkesinin meşhur edebiyatçısı Cengiz Dağcı bir romanına “Onlar Da İnsandı” adını vermiştir. İşbu romanın son iki cümlesi şöyledir: “Tanrım! Onlar da insan! Acı onlara! Kendileri gibi, başkalarının da insan olduklarına inandır onları! Ötekiler, o hayvan gibi sürülüp götürülenler… Onlar da insandı!” Türk, Rum, Boşnak, kim olursa olsun hepimiz insanız. Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli subay Osman Gazi Kandemir’in “Yüzyıllık Hikâye” adlı bir romanı var. Bu roman Balkanlar coğrafyasının son yüz yılında yaşanmış olan acıları cephe gerisinden, sivil halk üzerinden anlatıyor. Balkan Savaşlarıyla başlayan bu roman Boşnak-Sırp savaşına kadar sürüyor. Çok şey söylenebilir ama “Yüzyıllık Hikâye” romanının en çarpıcı sözlerinden biri şudur: “Bu hadiseler yüzlerce yıl önce olmadı. Bu hadiseler dünyanın kuytu bir köşesinde de olmadı. Yirminci yüzyılda Avrupa’nın ortasında oldu. Benim karım yirminci yüzyılda Avrupa’nın ortasında köle gibi satıldı, kızım sayısız tecavüze uğradı, oğlum kötürüm kaldı.”

İdeolojiler bizi ayırsa da, rüyalar ve . dertler biraraya getirir. “Gel yanıma otur, konuşalım biraz,” dedi. Türkiye’de doğmuş, genç bir kız iken Yunanistan’ın bir köyüne yerleşmiş. Bu köyün ahalisi Türkiye’den gitme Rumlarmış.

“Oralarda rahat mısınız?” diye sordum. Yaşlı kadın dedi ki: “Hiç sorma evladım. Yunanistan’a göç ettiğimiz 53


''Kelime, baylar, birinci derecede kamu sorunudur.'' Sosyal ritmin, Batı düşüncesinin ve insan akıl sağlığının en büyük darbeyi yaşadığı dönemlere gidelim. Birinci Dünya Savaşı sonrası, bir sergi salonunun tavanında içi doldurulmuş, omuzlarında subay rütbesi ve beresinin altında domuz maskesi bulunan bir asker asılı, duvar kısmında ise siyah ketenle doldurulmuş, bacağı ve kolları olmayan bir kadın. Omuzlarında elektrikli zil ve ispirto ocağı var; vücudunun arka kısmında ise kocaman bir haç asılı. Hemen yanı başların-

da, Tanrı Bizimle tümcesi. Ek olarak şöyle de bir not yer alıyor: “Bu sanat yapıtını anlamak için doymuş bir maymunla 12 saat eğitim yapılmalı ve tam techizat Temelhof alanında koşulmalı.“ İşte 1916 yılında Zürih'te bir kaç gencin bir araya gelmesiyle Dada'nın doğuşu başladı. Bu aynı

zamanda karşı koyuş ve burjuvaziye apaçık bir saldırının da doğuşuydu. Dada hareketi, hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinden rejim karşıtı aydınların önderliğini yürüttüğü bir hareketti ve savaşa karşı çıkma bu aydınları birleştiren en önemli özellikti. Kendi ülkeleriyle apaçık bir çatışma halinde olan bu aydın-

HUGO BALL

lar, ülkelerinden ayrılmış ve Zürih'te toplanmıştı. Bu hareketin estetiği ve eylemci biçimi de böylece aydınların düşüncelerinden derin izler taşıyacaktı. Zira kendileri sanatsız sanatçı insanlardı. Dada'nın kurucuları olan Hugo Ball, Marcel Janco, Tristan Tzara, Jean Arp ve Richard Huelsenbeck; çalışmalarına ilk

SANATTA YORGAN YA DA URGAN MESELESİ OLARAK DADACILIK Ervanur Erdoğan

54


olarak hedeflerindeki kamoyunu rahatsız etmekle başladılar; ''Biz, komünal girişimin tamamlanmasıyla her bireyi bilinçli bir üretim gücünün mecrasına akıtmak istiyoruz. Sistemin eksikliklerine ve gücü tahrip edenlere savaş açtık.'' Toplu Bildiri, 11 Nisan 1919 Çıkarılan dergiler, yazılan yazılar, açılan galeriler daima bir başkaldırıdan bahsediyordu. 1918'de yayınladıkları bir bildiride, edebi boş kafaların dünyayı düzeltme kuramlarına karşı, yazı ve resimde Dadacılıktan yana olduklarını söylediler. Kübizm ve Fütürizmin bir başka versiyonu olarak görülen Dada, kısa sürede büyük tepkileri de beraberin-

de getirerek yayılmaya başladı. Yapıtlarında alışılmış kurallara ve estetiğe karşı çıkan Dada, sürekli olarak burjuvanın tiksinçliğini öne sürüyor, toplumda yer edinmiş düzen ve kavramları yok sayarak yeni deneysel ifade ve biçim formlarını bulmak için çaba harcıyordu. Bir defasında Dadaizm öncülerinden Jean Arp, ''Sosyal Estetikten Zamanla Daha Fazla Uzaklaştım'' adlı yazısında Dadaizmi şöyle özetledi: “Dada, insanın akla uygun aldanışlarını ortadan kaldırmayı, doğal ve mantıksız düzene yeniden kavuşmayı amaçlamıştır. Dada, insanın mantıklı anlamsızlıklarını, mantıksız saçmalıklarla değiştirmeyi istemektedir.

ğin yer aldığı bir kültür inşası niyetindeydi. Kronolojik açıdan düşünürsek Dada modernizm için yer alır ya da modernizm ve postmodernizm arasında bir köprüdür de diyebiliriz. O başkaldırıyla yükseldi, her türlü gerçekliğe şüphe ile yaklaştı ve bu başkaldırıdan sanat üretti. Üretilen bu sanat her ne kadar tek

İşte bu yüzden biz, Dada'nın büyük davulunu bütün nefesimizle üflüyoruz. Dada için felsefeler, bırakılmış eski bir diş fırçasından daha az değerlidir. Dada onları büyük dünya liderlerine bırakır. Dada, erdemin resmi sözlüğünün iğrenç entrikalarını kınamaktadır. Dada, saçma olan için vardır, ki bu saçmalık anlamsızlık anlamına gelmez. Dada doğa gibi saçma ve akla aykırıdır. Dada doğadan yana ve sanatın karşısındadır. Dada hareketi kesinlikle doğduğu zamanın özel koşuları göz önüne alınarak incelenmelidir. Sözü geçen zamanlar, büyük bir karışıklığın olduğu zamanlardır.'' Peki nedir Dada? sorusuna gelelim. Aslında hiç bir anlamı

başına yaşamını sürdüremese de daha sonraları Sürrealizm içerisinde faaliyet göstermeye devam etmiş, 1960 sonrası Neo-Dada adı altında başka bir boyutta geri dönüşüm gerçekleştirmiş olması da onun güçlü bir sanatsal anlayış olduğunun göstergesidir. Nitekim bu durum, Neo-Dada ve Amerikan 55

yok. Sanat tarihinin en radikal adımlardan biri olan Dada, eğer bir Fransızsanız size göre tahta attır; Almansanız bir hoşçakaldır; Romanyalıysanız ''haklısın'' kelimesinin karşılığıdır. Bana göre en doğrusu, bu akımı iç boş bir kelimeyle bırakmak, salt Dada. Tüm dogma ve kuralcılıklara tepki olarak doğmuş ve yaşamın özünde devrim yapmak niyetinde olan bu insanlar, niçin bir kurala takılıp bir kelimenin içini doldurmaya maruz kalsın? Dada sadece var olmak istemişti. Bu yüzden 1. Dünya Savaşı yıllarında tüm estetik anlayışları yıkmaya teşebbüs etti. Provoke unsuru görselleri ön plana çıkararak içinde resmin, şiirin, müzi-

‘’Dada hareketi, hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinden rejim karşıtı aydınların önderliğini yürüttüğü bir hareketti ve savaşa karşı çıkma bu aydınları birleştiren en önemli özellikti.’’


bu yüzden işte, çok kötü çuvalladıklarını söylememe pek gerek var mı bilmem.'' sözlerini sarfetmişti. Bu bağlamda şu yorumu yapmak kafidir; Dadaizm kendi içinde kendini parçaladı. Çünkü o da, bir burjuvazi içerisinden doğmuş ve bunun sırtına yapışmış ağırlığıyla yaşamaya çalışmıştı.

Reklamcılığı başlığı adı altında ayrıntılı olarak işlenebilir. Onlar, ''Zürih'in saygıdeğer ahalisi, öğrenciler, zanaatkarlar, işçiler, berduşlar, tüm ülkelerin aylakları, birleşin!'' diyerek ortaya çıktılar. Sadece teorik değil pratik olarak da büyük bir eylem oluşturdular. Onlar, sanat acilen ameliyat edilmeli diyerek bağlı kalınan tüm sanat kurallarını birer kocakarı ilacından ibaret gördüler. Ama ne yazık ki çabaları istenilen sonucu vermedi. Richard Skinner, meşhur romanı Kadife Bey'de geçen bir konuşmada;

Dada ve Türkiye meselesine gelecek olursak, 70'li yıllarda pop kültürüne önayak olan Dada'nın Türkiye'de tutunacak bir dal bulamaması ilginç! Bunun elbette bir çok sebebi var. Turgut Uyar bunu şu sözlerle izah ediyor: ''Dada, çökmüş yozlaşmış Batı Avrupa'nın son entelektüel çırpınışı. Boşa da gitmemiş üstelik Sürrealizmin özbeöz anası olmuş.

''Dadaizm başarılı oldu mu diye bana sorsalar, ayrıntılarda başarılı bir akımdı. Esasları söz konusu olduğunda ise tam bir başarısızlıktı diyebilirim. O zamanlarda havada bir şey vardı, fakat Dadaizm ruhunun sanatla işi olmazdı. Dadaizm, bir kaç etkileyici kitapçık, broşür üretmiş olabilir. Fakat amaçları dünyayı değiştimek, devrim yapmaktı. Eh,

Dada, Türkiye'de hiç bir zaman olmamış, olması imkan dışı değerler sisteminin karşısına dikilmiş bir akım...'' Yeniden yeni bir gerçekliğe ulaşmak dileğiyle...

KAYNAKÇA GOMBRİCH, E.H. (1993): Sanatın Öyküsü, İstanbul: Remzi Kitabevi.. SKINNER Richard (2016), Kadife Bey, (Çev: Yusuf Eradam), İstanbul: Kara Plak Yayınevi. THOMSON Lauro (2015), Sürrealistler:Ayrıntıda Sanat, (Çev: Ali Berktay), İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. Dada Manifestoları (2008), İstanbul: Altıkırkbeş Basın Yayın. http://www.lib.uiowa.edu/dada/index.html

DADA HER ŞEY DEĞİLDİR DADA HER ŞEYE TÜKÜRÜR

56


.

IS AUGUST ŠENOA ’’PEASANT´S REVOLT“ HISTORICAL REALITY OR FICTION? Enna Zone Đonlić

In Croatian literature we may find writers who left a deep mark on the literature due to their specific literary work and the ones who have contributed by introducing of some new elements and innovations that clearly illustrate the historical course of Croatian literary development. Seemingly, we should pay attention to the one of the most influential writers of the 19th century, August Šenoa. His powerful influence defined so called intermediate stage in the transition from Romanticism to Realism “protorealism” or “Šenoa´s time”. This fact was pointing to the many barriers which the Croatian nation faces and that can be overcome just with the help of literature. Novel or more precisely, a historical novel was recognized by Šenoa as a very powerful weapon in the fight against “parasites” of the time. At the centre of the Šenoa´s importance is his representative work “Peasant´s revolt” (1877), which outlines many characteristics of “šenoan” novelistic activities. However, there is important question to be raised – Did and to what extent Šenoa write historically objective? Is it possible that each procedure mentioned in the novel was based on historical reality or we can eventually talk about the interweaving of the reality and fiction? HISTORIA EST MAGISTRA VITAE In these times we can quite often meet the human´s attitude that past belongs to past, present to present and that the future is to be created. It is part of human nature to repress the past especially less positive one, in order to

be able to look forward what is yet to come. Nevertheless, Šenoa looked on this issue quite differently: “It is good that people know where they sinned and stumbled, where they celebrated and honoured. It may be their lesson for the future. It is known for long, but always true, the world of old Roman: Historia vitae magistra... That truth came into me and urged me, even now, to present the ancient story, old sins and our former glory.” Ana Oreški argues that Šenoa´s vision of “old times” have an educational, we might even say, critically charged function. People cannot be separated from their past, they must be open to critical approach to their past. Eventually they are invited to perceive “history as a teacher of life” and to learn from it. Even though, the people are exhausted in the past, they are called to be an active co-creator of the present, and thus the future. Just from this we could understand Šenoa´s tendentiousness in writing novels with historical themes. Why would Šenoa literalise history – namely Peasant´s Revolt? Answer on this question is offered in the very preface to the Peasant´s Revolt: “In the historical novel you have to use analogy between past and present in order to bring people the knowledge about themselves.” Seemingly, in the root of Šenoa´s writing of historical novels is to recognize oneself. To that knowledge we will be lead by understanding the past as a teacher of present, and the notion that “the present is nothing but today´s history”. Getting to know oneself can be


understood as a kind of imperative to those who in their work deal with contemporary events, and whose function is almost the same as the historical novel. Frangeš in Šenoa´s analogy identifies the comparison function; he draws a parallel between the conditions in the time of uprising (16th century) - when the peasant was oppressed and exploited; with opportunity from the time of the publication of the novel (1877), when the Croatian peasant was in the almost a similar situation as three hundred years ago. The time was inspired by the spirit of historicism and empiricism, so Šenoa´s methodological approach to literalising and Romanization of historical event is largely based on the objectivistic approach. Peasant’s revolt took place in 1573, led by Ambroz Gubec commonly known as Matija Gubec, served to Šenoa as a template for the historical novel. His love to historical veracity Šenoa confirms with these words: “History, I did not let you down. Nor I needed. All people are in the book- even the last servant, all the horrible scenes, all the evil executioners are true, not written in chronicles but have been proved in the court.” Portrayal of Matija Gubec character allowed Šenoa to exercise his youthful wish to be a leader of the revolt. For Šenoa, it is not enough for writer of historical novels to focus only on established sources and historical documents, yet writer needs to be archaeologists as well. Writers of historical novel need to dig in the past to find “untouched whole” and then “clad it into attire narrative”. This eventually explains Nemec´s argument 58

that above-mentioned Šenoa´s words from the preface of the novel should not be taken literally. In continuation Nemec argues that Peasant´s Revolt represents a novel in which interaction between historical and fictional is present in two ways: as historisation of fiction and fictionalization of history (Krešimir Nemec, Povijest hrvatskog romana od početka do kraja 19. stoljeća, Zagreb, Znanje, 1994). Šenoa uses characters that are mentioned in historical sources and documents but on the other side he did not suppress the fictional part. Eventually, that fictional part uses historical reality for the creation of the novelistic world. Undoubtedly Šenoa insists on the historical authenticity with his strong attitude towards historicism and empiricism. Therefore we can perceive Peasant´s Revolt as F. Šišić did as “historical monograph in the form of a novel”. There were others who did not agree with F. Šišić, and that is the reason why there is a need to distinguish between res gesta and res ficta in this historical writing. Šenoa does not describe the event that did take place – res gesta, he writes the fictional literature work- res ficta. Hence, this does not mean that Šenoa wrote his own interpretation of a historical event, that he distorted the truth and that he presents the event as the work of ad acta. Ergo, Šenoa wrote the novel with historical theme, at the same time he makes it fictional, but also he testifies his ability to talk about the present moment and the people who make the reality though all the historical characters in the novel. Šenoa´s characters, in the opinion of Nemec, do not only have historical costumes,


they speak, think and feel as the people of the epoch in which they live. Generally speaking, Šenoa´s characters are constructed on the basis of the poor historical sources and in many ways are fictional. Those characters are ordinary, average people and they become close to ordinary reading public, which is the main consumer of the novel. Consequently, Šenoa with his novel Peasant´s revolt gives space for every reader to reflect on its portrait of historical theme. Characters are specifically selected as well as the events and the reader hardly creates impression that it is a kind of fictionalisation of history. However, we have to notice that Šenoa despite his realistic tendentiousness is prone to some romantic models of narration namely romantic relationships and its complications. One can say that Šenoa´s Peasant´s Revolt eventually is complete by fictionalisation which made pure historical reality interesting and accessible to all. Šenoa did not escape some elements of triviality but they are not possible to avoid if you are aiming to reach wider range of audience as it was Šenoa´s goal.

59


61- SALİ SALİJİ SÖYLEŞİ 64- ÖZGE DENİZ DÜNYAYI SALLAYAN, BİRAZ RESMİ BİRAZ GÜNLÜK BİR İKİLİ: 2 CELLOS 68- HATİCE TOKUZ KIRIK KALPLER DURAĞI YA DA MUSEUM OF BROKEN RELATIONSHIPS 70- TALHA ULUKIR EVE DÖNÜŞ YOKTUR: YAĞMURDAN ÖNCE 74- ŞULE YAVUZER BOZKIRDA YUGOSLAV FİNCANLAR 76- CİHAT GEMİCİ GALİZ KAHRAMAN: DAVOR ŠUKER 79- ATTİLA İLHAN LİLİ MARLEN TÜRKÜSÜ 80- BALKAN SÖZLÜK


Sali Saliji ile; ‘Sevdalinka: The Alchemy of Soul’ üzerine söyleşi Belgeselinizin ismi ‘’Sevdalinka: The Alchemy of Soul’'. Yani Sevdalinka müziği için “Ruhun Simyası” diyorsunuz. Bugüne kadar herhangi bir müzik dalı için böyle bir şey duymamıştık. Fazla iddialı değil mi? Bir çocuk doğduğu zaman adını annesi, babası vb. kişiler verir. Sevdalinka filmi benim filmimdir, Ancak bir müzik türü ve kültür olarak bana ait değil. Sevdalinka’yı kültürlerinin önemli parçası olarak gören insanlar, yani onun sahipleri ona “Ruhun Simyası” ismini vermişlerdir. Ben bu ismi sevdim. Dolayısyla çok mu iddialı az mı iddialı yükümlülüğü altına girmiyorum. Filmi izleyenin takdirine kalmış bir şey bu. Ancak buna karar vermeden önce Sevdalinka’yı kavramak için biraz sabır, bilgi ve özellikle de icra edilmeye baslandığı zamanın ruhunu kavramak gerekir. Aynı isimde Esad Bajtal’ın bir kitabı da vardır. Kendisi Bosna’nın en önde gelen Sosyoloji ve Felsefe hocalarındandır. Kitabı hakkında çok farklı çevrelerin övgülerine şahit oldum. Şöyle ki; Sevdalinka üzerine yazılmış en iyi kitap diye söyleyen çok kişi vardır. Sonuç olarak benim filmimi izleyen biri, o müzikteki simyayı keşfederse güzel bir şey olur keşfetmez ise de benim için çok sakıncalı bir durum değil. Çünkü müzik başlı başına özel bir şey ve ruha hitap eden bir şey olduğu için subjektif tarafı ağır basmaktadır. Balkan Müzikleri Üçlemesi yapıyorsunuz. İlk filminiz ‘’Rock the Trumpet’’, daha sonra “Sevdalinka:The Alchemy of Soul” ve çekim aşamasında olan “Tamburica: The Sound of Landscape” Toplamda 3 belgeselden bahsediyoruz. Bu üçlemeye bir proje olarak mı bakmalıyız, yoksa yönetmenin izleyicilere bir armağanı mı? Aslında içinde saydıklarınızın hepsi var diyebilirim. Herşeyden önce ben bunu proje olarak 6I


tasarladığımda -ki bu yaklaşık 6-7 sene önceydi- teknik olarak bir takım şeylere karar vererek başlamıştım. Bu detaylara çok girmek istemiyorum, onlar seyircinin keşfettiği şeyler olsun. Ancak örnek olarak neyi kast ettiğim anlaşılsın diye; mesela hiç bir filmimde anlatıcı yok. Bu prodüksiyon sıkıntısı vs. gibi bir nedenden dolayı oluşmuş bir şey değil; bu projenin planlı, programlı biçimi dolayısıyladır. Dolayısıyla evet bu bir proje. Diğer yandan armağan… Aslına bakarsanız armağan lafını çok sevmedim. Çünkü ben ağırlığı daha fazla olan bir şey yaptığımı düşünüyorum. Her şeyden önce Türkiye’de, benim işlediğim konuları kapsayan başka bir uzun metrajlı belgesel film -benim bildiğim kadarıyla- daha önce çekilmedi. Bu bakımdan yaptığım işlerin, Türkiye’nin prestiji açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Çeşitli Uluslarası Film Festivallerine katılarak da buna bizzat şahit oldum. Ancak burada önemli olan nokta benim her iki tarafa, hem Türkiye hem Balkanlara her türlü anlamda hakim olmamdır. Ben bunu olumlu bir şekilde kullanmak istedim. Bu üç müzik türü, aslında çok da dinlediğim müzikler değildi hiçbir zaman. Ama hep bir saygım vardı ve değerli olduklarını biliyordum. Belli bir anlamda da unutulmaya yüz tutmuş müziklerdi bunlar. Çünkü önemli temsilcilerin çoğu ya çok yaşlılar ya da artık hayatta değiller. Açıkçası, bu konuda bir şey yapmalıyım duygusunu yaşadım. Ancak bu müziklere hakim olmamak beni hiç bir zaman korkutmadı. Ben onu avantaja çevirebilirim diye düşündüm ve öyle de yaptım. Filmimin seyircisi benimle beraber o müziği

öğrenir konumuna geliyor ve bu durum filmlerime farklı bir seyir zevki katıyor. Sevdalinka belgeseliniz üzerinden gidecek olursak, dinamik ve çatışması bol bir belgesel izletiyorsunuz. Bu genel olarak yapmak istediğiniz bir şey mi yoksa belgeselin içinde bulunan sanatçılardan ötürü oluşan doğal bir durum mu?

Şunu rahatça söyleyebilirim ki bence bu tecrübe ile ilgili bir şey. Film her aşamada tamamıyla kontrolümün altında. Çatışmalar ise daha en başta söz ettiğim anlatıcı olmayacaksa ne yapacaksından kaynaklanan bir durum. Malzemenize inanılmaz derecede hakim olmak zorundasınız ki öyle bir kurgu yapasınız. Gerisi tecrübe ve çok çalışmak... Sevdalinka filminin yaklaşık 70 saatlik yalnızca çekimi vardı bende. Ben o 70 saati kaç defa izlediğimi inanın ki bilmiyorum. Sayısız kez olduğunu söyleyebilirim. Dolayısıyla sizin filmimde tarif ettiğiniz “çatışma” son derece bilinçli, planlı ve programlı bir şey. Yalnız kurguda değil, daha çekim aşamasına geçilmeden önce bile bu durum böyle.

Sali Saliji

Sevdalinka veya Sevdah. Bosna’ya ait bir müzik türü fakat belgeseli62

Sali Saliji, Makedonya (Yugoslavya) doğumlu olup; hem anne hem de baba tarafından Makedonya Türklerindendir. Ancak babasının görev yeri sebebiyle Sırbistan’ın Sancak bölgesinde yer alan Prijepolje şehrinde yaşamıştır. Bu yüzden kendini Makedonya’dan ziyade Prijepolje’li hissetmektedir. Üniversiteye Saraybosna’da başlamış, ancak savaşın patlak vermesiyle bırakmak zorunda kalmıştır. Eğitimine Üsküp’te devam ederken, Türkiye’de okumaya karar vermiş; lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema ve Televizyon Bölümü’nde tamamlamıştır. 1999 yılından beri, aynı üniversitede Yönetmenlik Anasanat Dalı’nda Öğretim Üyesi olarak görevini sürdürmektedir. Tiyatro, Deneysel Film, Reklam Filmi, Klip gibi pek çok alanda yönetmenlik vazifesini icra etmesinin yanı sıra son 7 yıldır Belgesel çalışmalarına yönelmiş durumdadır.


nizde buna Sırbistan’ın da sahip çıkmaya çalıştığını görüyoruz. Bu tarz şeyler kültürler arası etkileşim olarak mı yorumlanmalı, yoksa bir müzik dalı sadece bir millete veya kültüre mi ait olmalı?

İyi şeyler er ya da geç herkese ait olur. Köken olarak bilmem kime veya nereye aittir dersiniz. Bence Sevdalinka konusunda da bu durum böyle olmuştur. Beğenildiği için, sevildiği için, dilsel ve kültürel bir engel olmadığı için pek tabiii ki sınır ülkesi Sırbistan’da da sevilecektir. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Burada şunu belirtmem lazım. Sırbistan Sevdalinka’nın Bosna ve Boşnak kültürüne ait bir şey olduğunu kabul ediyor. Buna itiraz eden kimse yok. Ancak şunu söylüyorlar; “Sevdalinka Boşnak ev avlularından sokağa taştıktan sonra herkesin oldu. Hepimiz sevdik, hepimiz sahiplendik.” Buna zaten itiraz eden yok. Bir çok Sevdalinka’nın bestecisi, söz yazarı vs. Sırptır. Ancak kimse Sevdalinka Sırp müziğidir demez, buna Sırplar da dahildir. Bana Sırbistan’ı katmak enteresan geldi. Çünkü bu iki toplum Boşnaklar ve Sırplar korkunç bir savaş yaşadılar. Buna karşılık müzik konusuna girdiğinizde, müziğin ne kadar birleştirici ve pekiştirici bir şey olduğunu görüyorsunuz. Kaldı ki Balkanlara yeni savaşlar değil, sağlıklı ve beraber yaşanabilecek bir gelecek inşa edilmesi gerekir. Filmim bu anlamda bir katkı yapmaktadır diye düşünüyorum. En azından arzum o yöndedir. Sevdalinka’da bulunan dini ve yerli motiflerin değiştirilerek tekrar icra edilmesi bu müziğin harmonisi ve ruhunu değiştiriyor mu sizce?

Sevdalinka’da önemli bir dini motif varsa o da yasaktır. Bu yasak özellikle kadının sokağa çıkma yasağı şeklindedir. Fiziksel

bir yasaktır bu. İnsanoğlu, insanın ruhuna asla hiçbir yasak getirememiştir, getiremez de. Bu aslında Sevdalinka’nın doğduğu andır. Şarkı, yasak aşk ve buna benzer duyguların yaşanmasına yol açan bir ruh hali olmuştur. O yüzden bu derece içten ve derindir. Gerçekte, yasaklanan bir çok şey bu şekilde ortadan kaldırılmıştır. En azından Sevdalinka’nın metafizik evreni (18. ve 19. yüzyılda) yaşayan insanın yasaklardan kaynaklanan acılarını rahatlatan bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle bakınca mesela, o dönemdeki bir insan için Sevdalinka bir simya değildir de nedir? Belgeselinizde de gördüğümüz, Modern Sevdalinka ile Klasik Sevdalinka arasında yaşanan bir takım tartışmalarda sizin bir oyunuz/tarafınız var mı? Siz ne düşünüyorsunuz?

Ben biraz Tito’nun tavırlarına benzeyecek ancak, her iki tarafı da tutuyorum. Ve bu durumda bu tavır mümkün olan bir tavırdır. Çünkü bu tartışmalar maç gibi değil de ondan mümkün. Bence Sevdalinka’nın gelenseksel formu çok iyi bir şekilde muhafaza edilmeli, korunmalı ve onunla ilgili gereken ne varsa yapılmalı. Diğer tarafta da yeni jenerasyonları da özgür bırakmak lazım. Çünkü popüler ve kötü olan hiç bir şey iz bırakmaz. Kötü olan bir daha anılmamak ve hatırlanmamak üzere kaybolacak, ancak iyi olanlar belli bir yere sahip olacaktır. Kaldı ki bence bu fikir bile sorulmamalı. Bu spontane bir şey olmalı. Yeni formlarda Sevdalinka’yı denemeyi kast ediyorum burada. Diğer konuya gelince ise muhafaza etmek için ciddi bir çaba sarf edilmesi lazım diye düşünüyorum. Aksi takdirde kültür kaybolup gidebilir. Saraybosna Film Festivaline katılacağınızı duyduk. Hangi filminizle katılıyorsunuz ve iddialı mısınız? Saraybosna Film Festivali son yıllarda Avrupa’nın en önemli ve en prestijli festivalleri arasında yer almaya başladı. Ben iddialı değilim ama filmimin iddialı olması lazım. Beni heyecanlandıran; filmimin böyle prestijli bir festivalin resmi programında göstermesi ve ondan da önemlisi Sevdalinka’yı anavatanında bir Türk filmi olarak göstermektir. 63


DÜNYAYI SALLAYAN, BİRAZ RESMİ BİRAZ GÜNLÜK BİR İKİLİ:

2 CELLOS Özge Deniz

64


Hırvatistan; çok da uzun soluklu olmayan ülke geçmişine Eski Yugoslavya dönemini de ekleyerek baktığımızda; sanat sahnesine Goran Karan, Gibonni, Oliver Dragojević gibi birçok ünlü isim taşımış bir ülke… Ancak bu genç ülkeden güncel sanat sahnesine öyle bir ikili atıldı ki, bir daha önlerini alabilen olmadı: 2 CELLOS. Birbirlerini gençlikten beri tanıyan bu yetenekli ikilinin isimleri Stjepan Hauser ve Luka Šulić, bilinen isimleriyle 2Cellos. “Bu isim nereden geliyor?” diye sorulduğunda ise “Kısa, basit ve açık bir şey istedik, bu yüzden 2Cellos, yani iki çello.” cevabıyla karşılarlar bizi. Birlikte okudukları ve derslerinden birinde tanıştıkları Zagreb Müzik Akademisi’nden sonra eğitimine devam etmek için Viyana’ya geçen Šulić, ardından Londra’daki Royal Academy of Music’in yolunu tutar. Hauser ise Manchester’da Royal Northern College of Music ile devam ettirdiği eğitim hayatını Londra’daki Trinity Laban Konservatuvarı’nda tamamlamıştır. Müziğe, daha doğrusu sanata olan ilgileri genç yaşta ortaya çıkan ikiliden Hauser, Hırvatistan’ın Pula şehrinde geçen lise yıllarından ise çok keyifle bahsetmiyor. “Sevdiğim birkaç ders vardı, bunların hepsi de sanat dersleriydi, bunun dışında geri kalanı gözlerime karanlık düşürüyor*. En kötü tarafı öğrencilerin birbirlerine hakaretleriydi, en güzel anım ise okulun bittiği gündü.” diyerek özetlediği yıllarında nasıl sanata yöneldiğine dair kısa ve vurucu bir girizgâh yapmıştır. Klasik müzik eğitimi alan ve hayatlarını buna adamış olan ikili, farklı bir şeyler yapmak istediklerinin farkındalardı. Bunun ilk adımı ise Michael Jackson’ın “Smooth Criminal” isimli meşhur parçasına getirdikleri muhteşem yorumla oldu. Birçoğumuzun onları tanımasına sebebiyet vermiş olan bu video, YouTube’a büyük beklentilerle yüklenmemişti, ancak ilk iki haftada üç milyondan fazla izlenmeye ulaştı. Tüm dünya, modern müzikle klasik müziğin bu denli bir 65

tutkuyla karılmasını, hayret ve hayranlıkla karşılamıştı. Yakın tarihte kendilerine yöneltilen “Bu alanda kendinize idol olarak gördüğünüz bir isim var mı?” sorusuna verdikleri “Bu fazı çoktan aştık. Zamanı geliyor, müzikte dışavurumunuz için kendi duruşunuzu arıyorsunuz.” cevabından, bizi bekleyen bu özgün içerikli birlikteliğin bize neler vaat ettiği anlaşılıyordu. Bu orijinal tat ve yorumun bunca pozitif tepkiyle karşılanmasının ardından güncel parçalara (ağırlıklı olarak pop ve rock türlerinde) klasik aranjmanlar yapmaya devam etme kararı alan ikilinin, Sony Masterworks ile yaptığı anlaşma ardından ilk albümleri olan 2Cellos, 2011 yılında satışa çıktı. Ardından neredeyse tüm dünyayı dolaşmaya başladı bu kabına sığmayan genç ikili. Altı senede; binin üzerinde verilen konser, üç milyon kilometrenin üzerinde kat edilen yol,


gidilen kırkın üzerinde ülke, on milyonun üzerinde dinleyici ve binin üzerinde turne günüyle kariyerlerinde rüya gibi bir altı yıl geçirdiler. Böylece güncel sanat sahnesinde ilk defa klasik müzik icra eden isimler bu denli merkezde olmuş, bir ilke imza atmışlardı.

“Bu fazı çoktan aştık. Zamanı geliyor, müzikte dışavurumunuz için kendi duruşunuzu arıyorsunuz.” cevabından, bu özgün içerikli birlikteliğin bize neler vaat ettiği anlaşılıyordu.

için Zagreb’deki en unutulmaz an iki ay sonra gerçekleşecekti… Ağustos ayında Zagreb’e konser vermeye gelen dünyaca meşhur grup Red Hot Chili Peppers konserinde her şey spontane gelişti ve ikili bir anda kendini sahnede buldu. “O sahneden baktığımda atmosfer unutulmazdı.” diyen Hauser’ın Zagreb’le en unutulmaz anısı da böyle gelişmiştir. 2Cellos, ikinci albümleri olan In2ition’ı 2013 yılında satışa çıkardı. Bu noktada tarz olarak gördüğümüz en büyük değişiklik ise, bu yeni çalışmalarda solistlerle ortak çalışmalara yer vermeye başlamış olmalarıydı. Albümde birlikte çalıştıkları isimler arasında en dikkat çekeni Elton John olmakla birlikte; Steve Vai, Sky Ferreira gibi isimlerle çalışmışlardır.

İlk albümlerinde; U2, Guns N’ Roses, Sting, Coldplay, Michael Jackson gibi tanınmış isim ve grupların parçalarına kendi aranjmanlarıyla farklı bir tat katmışlardır, aynı şekilde “Smooth Criminal” yorumları da yine bu albümde yer almıştır. “Sadece sevdiğimiz ve bizim için bir anlam ifade eden parçalara yorum getiriyoruz.” diyen ikili, aynı zamanda her albümlerinde müzik tatlarını da ortaya koyduğunu böylece belirtiyor. Ünlü besteci sanatçı Elton John, 2Cellos’un, 2011 yılında gerçekleştireceği ve otuza aşkın ülkeyi kapsayan turnesinde kendisine eşlik etmesini Šulić’e birebir sormuştur. Aynı sene içerisinde Londra’da gerçekleşen iTunes festivalinde de sahne almışlardır.

Bu albümün çıkışının ardından Elton John ile turneye çıkan ve bunun sayesinde turne kapsamında Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya’nın birçok farklı yerine uçan ikili, müziklerini çok daha büyük bir kitleye ulaştırmıştır. Bununla birlikte aynı yıl içerisinde Japonya’da çekilen bir reklam filminde oynayan ikili, o dönem Japonya’da da önü alınmaz bir popülariteye ulaşmış, yükselişini hız kesmeden sürdürmeye devam etmiştir.

2012’ye de tıpkı 2011’de hayatlarına aniden giren bu yoğun tempoyla hiç hız kesmeden devam eden ikili, senenin ocak ayında “Glee” adlı ünlü Amerikan dizisine bir bölüm konuk oldu. Onları üne kavuşturan “Smooth Criminal” parçasını aynı şekilde yorumlayarak dizide ufak da olsa rol aldılar. Dizideki sahneleri kliptekiyle benzerlik göstermekteydi.

Üçüncü albümleri olan “Celloverse” ise 2015 yılında satışa çıkmıştır. Bu albümde en dikkat çeken çalışmalar ise AC/DC’nin “Thunderstruck” ve Avicci’nin “Wake Me Up” adlı parçalarına getirdikleri yeni yorumlar olmuştur.

Aynı yıl içerisinde takvimler haziran ayını işaret ederken, ikili bu sefer Elton John ile birlikte Buckingham Sarayı’nda Kraliçe Elizabeth’in karşısında bir performans sergilediler. Bir hafta sonra ise ikili, memleketleri Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de ilk konserlerini verdi. Ancak onlar

2017’de piyasaya sürdükleri dördüncü ve en son albümleri olan “Score” ise dünyaca meşhur film ve dizilerin müziklerini kapsayan bir repertuvara sahiptir. Albümün kayıtları ise Londra Senfoni Orkestrası ile gerçekleştirilmiştir. Bunlardan biri olan, 66


izlenme rekorları kıran meşhur “Game of Thrones” adlı Amerikan dizisinin müzik potpurisi de yine bu çılgın ikilinin ellerinden bambaşka bir tat ve yorum kazanmıştır. İkili, parçanın klibini, dizinin çekimlerinin yapıldığı Hırvatistan’ın Dalmaçya kıyılarında konumlanmış Dubrovnik şehrinde çekmiş, video iki günde bir milyon izlenmeyi aşmıştır. Başarıları zaman zaman ödüllerle de taçlandırılan ikilinin, bir tanesi Hırvatistan’dan olmak üzere altı tane ödülü, bir tane de MTV Müzik Ödülleri adaylığı mevcuttur. Kitleleri yakalaması zor bir müzik türüyle, yediden yetmişe geniş bir segmentte dinleyici yakalayan 2Cellos, şüphesiz ki sanat adına son dönemde Balkan coğrafyasından çıkmış en büyük ve en başarılı isim olmuştur. Son dönemde tabir-i caizse uçakta yaşar hâle gelmiş olan ikiliye “Peki eviniz nerede?” diye sorduğunuzda, ikisi de size büyüdükleri yerleri söyleyeceklerdir. Hâlâ geldikleri yerlere sıkı sıkıya bağlı olan ikili, fırsat bulduğu anlarda genelde memleketleri Hırvatistan’da tatil yapmayı tercih ettiklerini dile getirmiştir. Yani Hauser için evi hâlâ Pula iken, Šulić için ise yarı memleketi ve doğduğu şehir olan Maribor (Slovenya)’dır. Gittikleri her yerde, o ülkenin meşhur bir parçasına kendi yorumlarını getirmeyi ve solist olarak da genelde seyircilerin eşliklerini kullanmayı tercih ederek gönüllerde taht kurmayı başarmışlardır. Örneğin en son verdikleri Belgrad konserinde Goran Bregović’ten “Mesečina” parçasına çok farklı bir yorum katmışlardır, zaten Balkanların kalbinde çok büyük bir yeri olan ikili, böylece o yeri sağlama almıştır. Aynı şekilde İstanbul’da verdikleri konserde Tarkan’ın, döneminde tüm dünyada

isim yaptığı “Fındıkkıran” adlı parçasını icra etmiş, tüm izleyenlerin gönüllerini fethetmişlerdir. Çello çalarken ne kadar uyumlularsa, karakter olarak da o kadar zıtlarda buluşan bir ikili Šulić ve Hauser. Bulundukları yerde didişmeden duramayan, sahnede serbest bıraktıkları içlerindeki o çocuğu baskılama çabasına her girdiklerinde, bulundukları yerdeki insanlara zor anlar yaşatabilecek potansiyelleri mevcuttur. Konuk oldukları programlarda, soruları yanıtladıkları basın toplantılarında – ağırlıklı olarak Balkanlarda gerçekleşen etkinliklerde – aralarında şakalaşmaktan konuk oldukları programın akışını bile bozma tecrübesine sahip ikili, içlerindeki çocuğu ve tevazuu hiçbir zaman gizleyememeleriyle de kitlelerde – özellikle Balkanlarda - sempati uyandırmaya devam etmektedir. Sanatını takip eden kitleleri habersiz bırakmayı sevmeyen 2Cellos, birçok konseri de dâhil olmak üzere çoğu çalışmasını resmî YouTube hesabında yayınlamaktadır, bu konserlerden biri Zagreb, bir diğeri ise Pula konserleri olmak üzere Hırvatistan’da vermiş oldukları konserler internet ortamında erişilebilir, meraklısına duyurulur…

*Bu Hırvatçada bir kalıptır: Karanlık gibi üstüne çökmek olarak çevrilebilir.

67

Kitleleri yakalaması zor bir müzik türüyle, yediden yetmişe geniş bir segmentte dinleyici yakalayan 2Cellos, şüphesiz ki sanat adına son dönemde Balkan coğrafyasından çıkmış en büyük ve en başarılı isim olmuştur.


KIRIK KALPLER DURAĞINDA YA DA

MUSEUM OF BROKEN RELATIONSHIPS

Hatice Tokuz İkili ilişkilerde bir süre sonra, nereden geldiğini, nasıl olduğunu bilmediğin bir his doğar içine İlhami Algör’ün Müzeyyen’ine* ifadesiyle. Herşey iyi giderken birden bir şeyler kopar, “Çıt” sesini duyarsın. Bu sesi duyduğun zaman ise gitmen gerektiğini bilirsin.

ların da bir müzede sergilenmesi fikri; geçmiş zamanı, eşyanın hissettirdiği duyguyla beraber dondurmak gibi geliyor bana. Müze bu sebeple zihnimde, nedenselliğin sorgulandığı bir durağa, bir Candan Erçetin şarkısıymışçasına Kırık Kalpler Durağı’na dönüşüyor.

Hikayemiz de bununla ilgili. Kimine göre Balkan, kimine göreyse Orta Avrupa’da, Zagreb’te; dünyanın pek çok yerinde ne ilk ne de son olacak şekilde iki genç birbirini sever. Film Yapımcısı Olinka Vištica ve Heykeltraş Dražen Grubišić… Takvimler 1999 yılını gösterirken başlayan ilişkileri, duyguların değişim ve dönüşümü eşliğinde geçen dört yılın ardından “Çıt” sesini duymaları ile sona erer. Ancak ikisi de aradan geçen üç yılın ardından bile, bu ilişkiden geriye kalan, belki de pek çok kişi için çokça sıradan olan eşyaları atmaya kıyamaz ve olduğu gibi muhafaza etmeye devam ederler. Nitekim bir espriyle başlayan anılardan bir müze kurma fikri, Drazen tarafından ciddi bir proje ile hayata geçirilir ve o günden itibaren bir ayağı Zagreb’te olmak üzere Arjantin, Almanya, Bosna-Hersek, Makedonya, Sırbistan, Slovenya, Singapur, Filipinler, Güney Afrika, İngiltere, ABD ve Türkiye gibi birbirinden bambaşka coğrafyaları gezerek ruhu olan eşyaları koleksiyonuna katmaya başlar. 2010 yılında ise Avrupa’nın en yenilikçi müzesi ünvanıyla Kenneth Hudson Ödülü’ne layık görülür.

Ancak müzenin ismini Türkçe’ye “Kırık Kalpler”den ziyade motamot olsa da “Kırık İlişkiler Müzesi” olarak çevirmek çok daha doğru olur sanıyorum. Zaten müze, size bir kadın ile bir erkek arasında yaşanan kalp kırıklıklarından daha fazlasını vaadediyor. Mesela, annesi tarafından henüz altı yaşındayken terkedilen bir kız çocuğu tarafından, annesinin ona yaptığı zencefilli kurabiyelerin kokusunu daima canlı tuttuğu için bağışlanan bir oklava yahut bir oğlun babasına duyduğu özlemin ifadesi olarak babasının çiftliğinden sökülerek getirilen dikenli teller, kırık kalplerin farklı tezahürlerine örnek olarak verilebilir.

Geçtiğimiz Şubat ayında İstinye Park’ta “Aşktan Geriye Kalanlar” ismiyle yer alan serginin, Türkiye’den de pek çok kırık kalbe eşlik etmeyi mümkün kılmasıyla beraber Kırık Kalpler’in kapsamını daraltması bakımından isim şeçimini biraz sığ buldum. Buna rağmen aşkın büyük harflerle telaffuzunun zor olduğu bizim gibi, arada kalmış bir coğrafya için; taşınabilir objelere yüklenmiş bunca ağır sevda yükünü bağışlayanların, müzenin ayak bastığı dünyanın diğer bölgelerinde kadın ağırlıklı Görselliğin ön planda olduğu çağımızda, biten olmasına rağmen ülkemizde erkek ağırlıklı ilişkiler sonucu arafta kalan duygular gibi eşya- olduğunu öğrenmek değişik bir deneyim oldu. 68


Sevgiliden geri kalanların parçalandığı balta, gönderilememiş mektuplar, içinde O’na ait mesajların saklandığı bir cep telefonu, onca hayalin tüllerinin arasında kaybolduğu gelinlikler, sevgilinin ardından dökülen gözyaşlarının biriktirildiği bir şişe, sıcacık bir yaz gününden kalma rastalı saçlar, sonunda sahibini intihara sürükleyen bir aşkın başlangıcı kartpostal, kırık bir kolye ucu ve daha niceleri…

.

Yine de ben, bir eşyanın yanına iliştirilmiş üç beş satır hikayeden daha fazlası olduğuna ve yalnızca ona sahip olan kişiye manasını açabileceğine inanıyorum. Hislerse üçüncü tekil yahut çoğul kişilere şerhleri düşülemeyecek kadar biricik ve izah çabası beyhude… Tüm hikayeler en nihayetinde bir “Çıt” sesine bağlanıyor. *İlhami Algör, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, İletişim Yayınları, İstanbul 2015

Ve Allah’ın herkese bambaşka bir tezahürünü bahşettiği, yeryüzündeki en eşsiz mucizelerden biri olarak aşk! Kalbin kan pompalayan bir organdan fazlası olduğunu keşif hali…

69


Talha Ulukır

Eve Dönüş Yoktur: Yağmurdan Önce Her yeni şey bir başka şeyin bitişi ile başlar ve bitişi ile de başka yeni bir şeyin doğuşuna sebep olur. Her geçen gün hızlanarak devam eden hayat akışımız içerisinde bunu fark etmek oldukça güç. Özellikle de fazlasıyla enformasyona maruz bırakıldığımız günümüzde. Enformasyon yağmuru yalnızca günümüze has bir şey değil tabii, her dönem kendi içerisinde olması gerekenden daha hızlı akıyordur. Hayatlarında yolunda gitmeyen bir şeylere sahip olan insanlar içinse gerçek bu şekilde olmayabilir. Savaşlara gözümüzü yummamız ve yanıbaşımızda ölen insanlara duyarsızlaşmamız bu güne has değil. Aslında her devrin insanı kendi keyfiyetine mani olacak şeylerden uzak durmak ister. Balkan coğrafyası ise belki de gözümüzü en çok yumduğumuz yer olabilir. Dünya savaşlarının beşiği olmanın yanı sıra sürekli devam eden mikro-milliyetçilikler bize gözümüzü kapatacağımız yeni olaylar sunmuştur ve sunuyordur. Yağmurdan Önce, tam da biraz önce bahsedilen noktaya temas eden bir film. Akan kanın eksik olmadığı, insanların bunlara ajanslardaki sıradan haberlerle beraber şahit olduğu bir düzenin karşısında kendine bir yer buluyor. Savaş karşıtı filmlerde -özellikle de Hollywood filmlerindesavaş içerisindeki askerlerin tanıklıkları üzerinden acındırma yapan bir duruş olsa da Yağmur-

dan Önce meselenin yalnızca bu kadarla sınırlı kalmadığına işaret ediyor. Savaşlar yalnızca siyasilerin çözeceği, askerlerin savaştığı bir olgu olarak yer bulmuyor kendisine dünya düzeninde, insanların ferdi ve/veya ufak topluluklar halinde de kutuplaştığı bir düzlemi de var. İçerisinde birçok farklı hikayeyi bir arada barındıran, bunları da olağanın dışında bir kurgu ile sunan bir film Yağmurdan Önce. Üç epizot üzerinden döngüsel bir anlatıma sahip olan film bu bölümler arasındaki geçişlerdeki bağlantılarla seyirciye ipuçları veriyor. Kelimeler bölümüyle başlayan film adıyla da müsemma bir şekilde insanların dilleri ve kelimeleri kullanma sıklıkları üzerine bina ediliyor. Biri hiç konuşmayan, konuştuğu zaman da karşısındaki ile farklı bir dili konuşan iki insanın arasında etkileşim kurmak için sözcükleri ardı ardına dizmesinin bir zorunluluk olmadığına da işaret ediyor. İnsanlar arasındaki bağın, sahip oldukları yegane

70

şeylerden ve verdikleri sözlerden daha büyük olduğunu vurgulayan bölüm bir sonrakine bağlanmak üzere umutsuzca sona eriyor. Yüzler bölümünün hemen başlarında aslında hikayenin tamamen bağlantılı bir biçimde fakat üzerinden bir zaman geçmiş olarak devam ettiğine şahit oluyoruz, bölümün başındaki fotoğraflar önceki bölümde şahit olduğumuz son görüntüler oluyor. Hayatın hızlı akışından bahsetmiştik; bu akış da kendini en çok burada belli ediyor. Çünkü bambaşka bir coğrafyada bambaşka ilişkilerle hayat devam ederken bir önceki bölümde üzüntü veren şeyler burada bir nesne haline geliyor ve kullanıma açılıyor. Filmin ana karakteri olan Alexander Kirkov ile Anne arasındaki ilişkiye şahit oluşumuzla başlayan bölüm aslında bunun normalde olmaması gereken bir şey olduğuna dokunarak devam ediyor. Ortada ikisi arasında bir aşk olabilir fakat Anne aynı zamanda evli bir kadın.


Entrika dolu bir hikayenin çok rahat çıkarılabileceği bu durum film akışı içerisinde bu biçimde şekillenmiyor ve daha net kararların verildiği, daha net cümlelerin kurulduğu bir biçimde devam ederek filmin motivasyonunu kaybetmesine engel oluyor. Yüzler bölümüne adını veren asıl olay ise Anne’nin eşinin beraber yemek yedikleri yerde yüzünün paramparça olması ve neredeyse tanınamayacak hale gelmesidir. Nesne olarak kullanılan fotoğrafların içerisinde benzer şeyler olsa da modern insanın bununla yüzleşmesi onun asıl imtihanı oluyor. Bazı yerlerde her gün yaşanan şeyler modern insan için korkunç bir şey olabiliyor. Fotoğraflar bölümü ise hikayenin asıl kırıldığı yer oluyor, 16 yıl sonra memleketine dönen Alexander Kirkov ne evini ne de insanları bıraktığı gibi bulamıyor. Dönmeden önce büyük beklentiler içerisinde olan, her şeyin daha güzel ve temiz olduğu bir dünya hayaline sahip olan Alex daha memleketine adım atar atmaz hakikatle yüzleşmeye başlıyor. Köylerin başlarında eli silahlı gençlerle korunduğunu gören Pulitzer ödüllü fotoğrafçı gün geçtikçe gerçekleri daha iyi idrak etmeye başlıyor. İki komşu köy arasında yalnızca etnik ayrımdan dolayı insanlar birbirlerini vururken ve bunu normal karşılarken buraya yeni gelmiş olan Alex buna dur demek istiyor. Sesli bir şekilde bunu dillendirmese de hikayenin akışı içerisindeki sorgulamalarından bu kolaylıkla anlaşılıyor ve aslında sonunu getiren şey de bir bakıma bu oluyor. Kendisine güvenen ve bir Arnavut olan eski tanıdığı Hana’nın kızını kendi kuzenlerinin

elinden almaya çalışan kahramanımız etnik ayrımcılık damarlarına işlemiş kuzenleri tarafından öldürülerek durduruluyor. Film boyunca sözü edilen ve sürekli yağması beklenen yağmur da tam bu anda yağmaya başlıyor; Kiril ve pederin gelmesini beklediği yağmur... Hana’nın kızı Zamira’nın manastıra doğru kaçışı ile hikaye başladığı yere dönüyor. Kurgusal olarak seyirciye filmden kopma izni vermeyen film, özellikle Makedonya’da geçen sahnelerdeki doğal güzellikleri de başarılı bir şekilde kullanarak estetik bir zevk veriyor izleyenlere. Hikayesi güçlü filmlerin genel olarak önemseme ihtiyacı duymadığı bu noktalara dikkat ederek filmin artı hanesini kalabalıklaştırıyor. Estetik ve kurgu anlamında haricen daha fazla bir şey söylemeye çok da lüzum yok aslında, olan olması gerektiği gibi veriliyor. Olanın olduğu gibi verilişine en büyük örnek ise ölüm sahneleri. Bahsi geçen her ölüm sahnesine tanık oluyoruz film boyunca. Seyirciyi doğrudan kan ile yüzleştiren yönetmen burada daha yumuşak geçişler yapmak yerine böyle bir tercihte bulunarak vermek istediği mesajı güçlendiriyor. Yağmurdan Önce’nin film oluşundaki oyunculuk, atmosfer yaratımı gibi etmenlere baktığımızda da filmin yapısını zedelemeyen seçimlerle karşılaşıyoruz. Makedonya’da geçen sahneler zaten atmosfer yaratımı olarak pek bir şeye muhtaç olmasa da Londra sahneleri filmin geneli içerisinde yavan kalan sahneler oluyor. Fakat süre olarak filmin büyük kısmına tekabül etmemesinden olsa gerek rahatsız etmiyor. Oyunculuk açısından bakacak olursak 71

‘‘Savaş karşıtı filmlerde -özellikle de Hollywood filmlerinde- savaş içerisindeki askerlerin tanıklıkları üzerinden acındırma yapan bir duruş olsa da Yağmurdan Önce meselenin yalnızca bu kadarla sınırlı kalmadığına işaret ediyor. Savaşlar yalnızca siyasilerin çözeceği, askerlerin savaştığı bir olgu olarak yer bulmuyor kendisine dünya düzeninde, insanların ferdi ve/veya ufak topluluklar halinde de kutuplaştığı bir düzlemi de var.’’


genel itibariyle gençlerin yaşlılardan daha başarılı olduğu izlenimi uyanıyor; Alex, Anne, Hana gibi karakterler kendinden beklenen duygu aktarımını her zaman veremese de sürece kısa gördüğümüz Kiril ve Zamira karakterleri büyük bir doğallıkla yaklaşıyor izleyiciye. Genel performans olarak baktığımızda ise filmin akışı içerisinde eriyen bir grafikle karşılaşıyoruz, bunda hikayenin ve estetiğin gücü es geçilemez. İmgesel olarak oldukça kalabalık olan film başından sonuna kadar imgelerle de izleyiciye bir şey anlatma derdinde. Manastırda geçen sahnelerde şahit olduğumuz resimler rastgele yerleştirilmiş ve denk geldiği için gösterilmiş resimler değil, her biri yönetmenin işareti ile gösterilen ve filmin akışı, karakterin macerası hakkında mesajlar veren resimler. Angelopoulos’ta sıkça gördüğümüz resim ile tasvir örneklerinin yanı sıra yine Angelopoulos’un filmi olan Ulis’in Bakışı ile benzer kurgusallıkta ve benzer yerlerden insana bakan bir film olması da Balkan coğrafyasının iki farklı noktasından beslenen yönetmenlerin benzer şeyleri anlatışı olarak düşünmeye müsait. Belirgin bir imge olarak, Makedonya’da ateşler arasında ölmeyi bekleyen bir kaplumbağa varken Londra’da akvaryum içerisinde bakılan, beslenen bir kaplumbağa söz konusu. Aynı kıta içerisinde yer alan iki farklı yerleşimdeki insanların birbirinden ne kadar farklı bir hayat yaşadıklarına dair verilen en belirgin mesaj olarak da bunu sayabiliriz. Film içerisindeki üç bölümde de ortak olan bir diğer şey ise aşk. Kelimeler’de Kiril ile Zamira arasındaki son ana kadar tam olarak anlayamadığımız aşk, Yüzler’de Alex ile Anne arasındaki yasak aşk, Fotoğraflar’da ise yine Alex ile eski sevdiği Hana arasındaki aşk. Üç bölümü birbirine bağlayan bu olgu filmin ana unsuru olmaktan ise uzak duruyor, bu filmin asıl vermek istediği mesajı verebilmesi açısından başarılı bir tercih. Aksi halde aşk üzerinden şekillenen bir film ile yapılan bütün toplumsal, anti militarist, faşizm karşıtı eleştiriler ikinci planda kalabilirdi. Filmin eleştirdiği noktalara değinmişken, asıl olarak bu 72

film üzerinden değil ama bu filme de değinerek eleştiriler yapan Zizek’e yer vermek gerekiyor. Mütefekkir Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabı üzerinden benzeştirme yapan filozof; Kusturica’nın Yeraltı filmini ve Manchevski’nin Yağmurdan Önce filmini Batı’nın çokkültürcülük anlayışına eklemlenme çabası olarak görüyor. Zizek’e burada katılmak ne kadar mümkün tartışılır. Çünkü film aslında bundan daha fazlasını işaret ediyor. Batıya sırtını yaslanmak tam olarak bu filmin yaptığı şey değil. “Barış sadece istisnadır” diye batının insan hakları ve savaşsızlık propagandasına karşı bir cümle barındırması bile buna karşı çıkmak için yeterlidir. Film içerisindeki döngüsellikten de kaynaklı pek çok insan ilişkisi bulunuyor bölümler arasında. Alex ile Zamira arasındaki Hana üzerinden olan ilişkinin yanı sıra bağlantısı hakkında büyük bir ipucu verilmeyen bir başka bağlantı daha var ki o da Kiril’in amcasının Londra’da ünlü bir fotoğrafçı olmasıdır. Filmin akışı içerisinde bu mesele üzerine başka bir şey söylenmese de eğer burada işaret edilen kişi Alexander Kirkov ise kahramanımız film içerisinde daha merkezi bir yere oturuyor ve üç bölümün de arasındaki ilişkiler başka bir şeye ihtiyaç duymaksızın sadece kendisi üzerinden bile kurulabiliyor. İnsanın varoluşu başlı başına bir hikayedir, bu hikayenin bitişi ise yeni bir hikayeyi başlatır veya başka hikayelere yön verir. Bir şeyin olması, ondan sonrasının nasıl devam edeceğini şekillendirir. Gidildikten sonra gelinen hiçbir yer bırakıldığı gibi değildir. İnsanın kendi oluşu başkalarıyla ilişkisine bağlıdır ve eve dönüş hiçbir zaman olmayacaktır. Zira dönülen ev, daha önceki gidilen evden farklıdır artık. Yağmurdan Önce; tam da bir önceki cümleler etrafında toplumsal, ferdi, siyasi eleştiriler ve güçlü bir hikayenin yanı sıra imgesel göndermeler de yaparak bir döngüye şahit ediyor; farklı coğrafyalarda da gerçekleşmiş, gerçekleşen, gerçekleşecek döngüler...

.


Foto: Emin Akben


BOZKIRDA YUGOSLAV

FİNCANLAR Şule Yavuzer

Amcamın evi naftalin kokardı. Bu yaşlı, yorgun ve yalnız evlere has bir kokudur. Kalın perdelerle kapanmış pencereleri ile o ev; eşyaların üzerindeki kalın toz tabakasına rağmen benim için hep keşfedilmeye değer eşyalarla dolu yasak bölge oldu. Vitrinde duran plastik meyveler, sarı elbisesi ve bukle bukle saçlarıyla oyuncak bebek, yeşil daktilo, Bavyera marka süslü tabaklar ve dolapların içinde duran onlarca Avrupa menşeili eşya. Bu gizemli yer sadece gözümüzle dokunabildiğimiz, havalandırma bahanesi ile girdiğimiz zaman gizlice karıştırdığımız bir yer oldu. O ev çocuk yaşımın uçsuz bucaksız dünyasının, hayali saraylarından biriydi. Çok sonraları eve taze nefesler geldi, bacası tüttü, boyandı hatta yeni bir koltuk takımı bile alındı. Ama aşina olanların hissettiği ince bir naftalin kokusu hep kaldı. Amcamın evine en son gittiğimde, sarı elbiseli bebek biraz küçülmüş, vitrindeki eşyalar azalmış, plastik meyvelerin rengi solmuş gibiydi. Aslında büyümek denen şey başıma gelmiş, saraylardan kovulmuş, atımdan inmiştim. “Bir kahve yap da içelim” ricası üzerine kalkıp, bir kahve de kendime hazırladım. Henüz içtiğim Türk kahvesinin fincanını evirip çevirirken arkasındaki soluk mavi renkte ‘‘Yugoslavia’’ yazısını gördüm. Önce kim bilir ne acayip hikâyesi vardır diye düşündüm. Hikâyelere yürüyen insanlar ister ki kuru bir dalın, bir peygamberdevesinin, köşedeki taşın bir hikâyesi olsun. Vardır da. Tüm hikâyeleri okuyamıyor oluşumuz, olmadıkları anlamına gelmez. Eşyaya ruhunu sahibi verir. Bir yemek tabağı bile keyifli bir akşam yemeğinin neşesini ya da masadan aç kalkmaya sebep olacak bir kederi yüklenir ve bir anlamı olur. Amcamı hiç görmedim. Birden biten ve insana yarım kalmış hissi veren öyküler gibi, bir trafik kazasında bu dünyaya dair tüm hikâyesi bitti. Onu, konusu açılınca uzaklara dalan babamdan, soluk fotoğraflarından ve eşyalarından tanıdım. Fincanların izini sürsem de nasıl ve ne zaman geldiğine dair kimseden bir malumat alamadım. 74

Zaten Yugoslavya dağıldı, o muhteşem kapaklı ahşap koltuk takımını da çöpe attılar. Tüm bunların amcamın Hollanda’ya işçi gitmiş kara bıyıklı, yiğit bir adam olmasıyla ya da Yugoslavya’nın dağılmasıyla bir ilgisi yok. Amcamın ani ölümünden sonra yalnızca yazları nefes alan bir ev ve gizemli Yugoslav fincanlar var.


‘‘Hikâyelere yürüyen insanlar ister ki kuru bir dalın, bir peygamberdevesinin, köşedeki taşın bir hikâyesi olsun. Vardır da. Tüm hikâyeleri okuyamıyor oluşumuz, olmadıkları anlamına gelmez. Eşyaya ruhunu sahibi verir. Bir yemek tabağı bile keyifli bir akşam yemeğinin neşesini ya da masadan aç kalkmaya sebep olacak bir kederi yüklenir ve bir anlamı olur.’’


GALİZ KAHRAMAN:

DAVOR SUKER Cihat Gemici

Neretva’nın kenarında, Mostar Köprüsü’ne karşı kulpsuz fincanlarda kahve içen amcalar, Zagreb’in köylerinde tarlalarında çalışan esmerleşmiş ırgatlar; Belgrad’ın Kalemeydan’ında meşin yuvarlak peşinde koşturan Sırp çocuklar hep aynı isimden bahseder dururmuş. Râviyân-ı ahbar ve nâkilan-ı âsâr bazen hayretle bazen öfkeyle bu adamdan bahsederlermiş. Çocuk, Osmanlı padişahı Kanuni zamanında Budin eyaletine bağlı olan Osijek şehrinde doğmuş. Kanuni Sultan Süleyman burada 8 kilometrelik bir köprü inşa etmiş. O dönemde bu köprü dünyanın 7 harikasından biri olarak görülüyormuş. Şehir 1968 yılında Eski Yugoslavya devletine bağlıyken yeni bir dünya harikasına daha kavuşmuş. Gözleri çörek otu gibi küçük, çenesi havuç gibi bir bebek, 1 Ocak 76

1968’te Osijek’te dünyaya gelmiş. Harika çocuğun adını Davor koymuşlar. Davor küçük bir çocukken tarımla geçimini sağlayan mütevazı Osijek şehrinde meşin yuvarlağa gönül vermiş. İspanyolların Real Madrid takımını seviyormuş ama en sevdiği oyuncu ezeli rakibin futbolcusu Barcelonalı Maradona’ymış. Çelişkilerle dolu bir kafa yapısı olduğu yıllar sonra anlaşılmış. 16 yaşında genç bir delikanlı olduğunda Hırvat tarihinin en genç evine para götüren top koşturucusu olarak Osijek takımında oynamaya başlamış. Davor genç yaşında top tepme sanatının ustalarından birisi olarak kabul görmüş. Şöhreti dilden dile yayılmış, Zagreb’e kadar ulaşmış. 1989 yılında 21 yaşındayken Hırvatların en meşhur topçu birliğinden Dinamo Zagreb için ter dökmeye başla-


mış. Gönlündeki şehir Madrid’e giden yolda Davor gollerini İspanya’ya gidebilmek için atıyormuş. 1992 yılında Yugoslavya’da süren savaş ve Davor’un önlenemez yükselişi sonunda onu İspanya’ya götürmüş. Gönlündeki Madrid değil ama güzeller güzeli Endülüs şehri Sevilla, Davor’a kapılarını açarken, Yugoslavya dağılmış, Davor’a insanlar artık Suker demeye başlamış ve ülkesinin forması değişmiş. Endülüs’te top üstatlarından türlü numaralar öğrenen Suker, top oyununda en sevdiği adama da burada rastlamış. Zamanında Falkland Adaları’nın öcünü İngiltere’den yeşil sahada eliyle alan Maradona isimli cambaz da Endülüs’teymiş. En çok yardımı ondan görmüş. Sayesinde meşin yuvarlakla hem çokça fileleri, hem de cebini doldurmuş. Gel zaman git zaman aradan dört yıl geçmiş. Zagreb’ten gelen Suker’in namı İberya’da duyulmuş. Endülüsü Müslümanlardan alan Kastilya Krallığının biricik şehri Madrid, Endülüs’te parlayan Hırvat mücevherine daha fazla tahammül edememiş ve onu kendi vitrininde sergilemek için başkente getirmiş. Suker’in gönlünde de başkent varmış. Sadakat,romantizm,duygusallık Suker’in lugatında pek görülmezmiş. İspanyol pesetası tatlı gelmiş. Daha büyük vitrinde daha zenginlerle olmak varken romantiklerin mütevazı, takımlarına tutkuyla bağlı Sevillalılarla işi olmamış. Suker, İspanya’nın başkentinde siesta, fiesta yapmakla yetinmemiş; topu filelere doldurmuş, kupaları da eflatun beyazlı Madrid ekibinin süslü camekanlarına yerleştirmeye yardım etmiş. Allah vergisi bir sol ayağı varmış bu Suker’in. Nice top ustaları gören İspanyol halkı bile maharetlerine hayran

olmuş. Boğa güreşleri, Paella, Tortilla derken Zagreb’ten de haber gelmiş. Yeni devlet Hırvatistan, Suker’in meziyetlerinden faydalanmak istemiş. Savaşın dünyanın dört bir yanına dağıttığı Hırvat topçular ülkeye çağrılmış. Satrancı çok seven millet, milli formasına da kırmızı beyaz damalı bir şekil vermiş. Toptan sıkılanlar formayı çıkarıp atla fille şah mat yapabilirmiş. Suker’e çağrılışının amacını anlatmışlar. 1998 yazında Fransa’da dört yılda bir düzenlenen bir turnuvada devletler altın bir kupa için birbirleriyle yarışacakmış. Hırvatistan için bu turnuva devlet meselesi olmuş. Yeni kurulan ülkenin tanıtımı topçuların ayaklarına bakıyormuş. En iyiler dünya kupasını almak için Fransa’ya gelmiş. Bu turnuvadaki topçular o kadar iyiymiş ki Brezilya’nın golcüsünü izlemek için insanlar işlerini güçlerini yarıda bırakıp beyaz camın önüne geçmişler. Fransa’nın sömürdüğü Cezayir’den gelen bir top büyücüsü maharetleri sayesinde Fransa’nın en ünlü adamı olmuş. Hollanda’nın Van Gogh’tan beri en büyük sanatçısı Dennis isimli adam, en güzel resitalini burada sunmuş. Hırvatlar da bu gösteride kendilerine en ön sıradan bir yer kapmış. Hem de bizim Zagreb’ten dünyaya açılan Suker sayesinde. Suker yerdeki topu havalandırıp ellerini kullanan kaleciler üzerinden geçirip filelelere doldurmadaki kurnazlığıyla onu izleyenlerin gözlerinin pasını silmiş. Bütün bir organizasyon sonunda en çok topu Suker filelere yollamış. Kupa bitince Osijekli dünyanın kralı gibi hissetmiş. Suker tahta oturunca Fransa’dan İspanya’ya dönmek yerine Manş’ı geçip kuzeye gitmiş. Kuzeyde topçu birliği Arsenal’e katılmış. İyi bir ekip olsalar da 77

‘‘Savaşın dünyanın dört bir yanına dağıttığı Hırvat topçular ülkeye çağrılmış. Satrancı çok seven millet, milli formasına da kırmızı beyaz damalı bir şekil vermiş. Toptan sıkılanlar formayı çıkarıp atla fille şah mat yapabilirmiş.’’


Avrupa finalinde Türklere yenilmişler. Londra’nın kuzeyinde pek tutunamamış West Ham’a gitmiş. Orada da arada bir maharet sergilese de biraz da Almanya’da gösteri yapmak için Münih’e gidip sonra kariyerini noktalamış. Yetenekleriyle dünyayı kendine hayran bırakan adama top peşinde koşmayı bırakınca sormuşlar “En sevdiğin renk yeşil mi?” diye. Yeşil sahaları bırakınca yeşilden kopamamış. Bu yeşil çim değil, çimin üzerinde yetişen ağacı keserek yapılan Benjamin Franklin’in gözlerinizin içine baktığı yeşilmiş. Seveniyle nefret edenleri birbirine girmiş. Yıllar geçmiş; ünü, şöhreti bir türlü eskimeyince top koşturmaya yeni başlayanlar bilginlere adını sormuş. İstanbul’un meşin yuvarlak feylesoflarından Ali Ece, soranlara Suker’i değil Rapajic yazın onu konuşun daha iyi adamdır demiş. Yeni yetmeler Zagreblinin sırrını merak edince Amerika’daki Zagreblilere sormuşlar. Ante Zizic isimli seyyah Suker’in top koşturmayı bırakınca para işlerinde usulsüzlüklerle adının anıldığını, sol ayağındaki maharetin ‘‘Yetenekleriyle dünyayı kendine hayran bırakan adama banka hesaplarına top peşinde koşmayı bırakınca sormuşlar “En sevdiğin geçtiğini söylemiş. renk yeşil mi?” diye. Yeşil sahaları bırakınca yeşilden Kimi havadislerde kopamamış. Bu yeşil çim değil, çimin üzerinde yetişen aşırı milliyetçi Hırvatağacı keserek yapılan Benjamin Franklin’in gözlerinizin larla görüldü denmiş. içine baktığı yeşilmiş. ‘’ Bilenler bilmeyenlere anlatırken kahraman Suker, kahreden adama dönüşmüş.

.

Topu bırakmış, yıllar geçmiş sevgiyi de nefreti de üstünde toplamış. Suker’i meşin yuvarlak için sevenlerin aklında ise en son, Vikinglerin soyundan gelen sarışın adamın üstünden attığı o top kalmış. *Kitabın girişinde ve anlatımda İhsan Oktay Anar’ın Kitabül Hiyel eserinden esinlenilmiştir.

78


ATTİLA İLHAN LİLİ MARLEN TÜRKÜSÜ

Akşam olur mektuplar hasretlik söyler Zagreb radyosunda Lili Marlen türküsü Siperden sipere ateş tokuşturanlar Karanlıkta dem çeken ishak kuşu Bu civarlarda benim bir cennet mekanım olacak Aslan sıfatlı Johnny hisar boylu silahşör Arkasında Mısır El Kahire Ehramlar, cana can katan Nil, cüzamlı dilenci, trahomlu insan Sağında mavi gözlü dilber Akdeniz Solunda çöl ve balta girmemiş orman Biz dünyalılar yemin içtik, imanımız var Hürriyet için hürriyet aşkına Savulacak dönem, savulacak düşman Dehrin cefasını çektik, sefasını süreceğiz Biz sudanlılar kıbleye karşı namaza duranlar Aragon’dan bıçak gibi çekilmiş yedi misra Sidney’den bir muhalif ruzgar Akşam olur mektuplar hasretlik söyler Zagrep radyosunda Lili Marlen türküsü Dost ağlar karanfilim dost ağlar Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz Ve biz gene yıldızlara bakarız Ve yine yıldızlar bize bakar Duadır güneş baht olasın civan oğlum Hürriyet için dipçik tutan el dert görmesin

79


BALKAN SÖZLÜK Prsut: Bosna'nın Suho Meso'sunun Hırvatistan versiyonudur. İsle kurutulmuş jambon olarak tanımlayabileceğimiz bu yiyecek; kahvaltıların ve tüm öğünlerin aranılan ismidir.

Paşteta: Eski Yugoslavya ülkelerinde popüler, kurutulmuş etlisi ve tavuklusu gibi türleri bulunan -ağırlıklı olarak- kahvaltılarda tüketilen kedi mamasına benzer milli yiyecek. Bosna-Hersek'teki reklamlarında Dino Merlin oynamaktadır.

(Josip) Ban Jelacic Meydanı: Zagreb'in ticari ve sosyal hayatının aktığı yerdir. Bosna'nın Ferhadiye, İstanbul'un İstiklal Caddelerine benzetilebilir. 19. yüzyıldan kalma mimarisiyle bir film setinde yürüyormuş hissi yaratır.

Konzum: Bosna-Hersek ve Hırvatistan'da pek çok yerde görebileceğiniz, ürün çeşitliliği bol Hırvat milli marketidir. Kravat: Kelimenin aslı Fransızca olsa da, croates yahut cravates denilen Hırvatlar kelimesinden türemiş; Hırvatların boyunlarına bağladıkları bağdan hareketle bu isimle tüm dünyaya yayılmıştır.

Franjo Tuđman: Yugoslavya'dan ayrılan Hırvatistan'ın ilk devlet başkanıdır. Aynı zamanda Ustaşa birlikleri ile beraber yaptığı katliamlarla meşhur eski bir savaş suçlusudur. Lahey Uluslararası Savaş Suçları mahkemesi tarafından Fırtına Harekatı'nın planlayıcısı ve suç ortağı olduğu tespit edilmiştir.

Ljubljana: Slovenya'nın başkenti ve en büyük şehridir. Eski Yugoslavya ülkelerinin bir parçası olarak Tito'nun da dünyaya gözlerini yumduğu yerdir.

Dalmaçya: Hırvatistan ve Karadağ'ın Adriyatik kıyısında yer alan Doğu bölümüne verilen isimdir. Girintili çıkıntılı sahil şeridi, yüzlerce adası ve körfeziyle beraber hepimizin bildiği Dalmaçyalı köpeklerin de anavatanı burasıdır.

Checkers: Hırvat daması olarak da ifade edebileceğimiz, kırmızı-beyaz renklerindeki milli sembol. Metkovic: Bosna-Hersek'in içinden geçen iki nehirden biri olan Neretva nehri ile Dubrovik arasındaki sınır şehridir. Buradan sonra sınırlar Hırvatistan'a geçmektedir.

www.balkansozluk.org 80




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.