Baška 2 Belgrad

Page 1

K

BASKA B A L K A N E D E B İ YAT I - K N J I Z E V N O S T - L I T E R AT U R E

T E M M U Z - A Ğ U S T O S 2 0 1 5 S A R A J E V O / S AY I 2 F İ Y A T : 5 T L / 4 K M


"Sakın görünüme aldanmayın: Hayatımıza egemen olan şey simülasyondur." -Jean Baudrillard


Başka Ekip

BAŞKA BELGRAD “Dicle yine gözümde Tunalaştı.” der, Süleyman Nazif. Bunu söylerken Tunayı görmemiş olması enteresandır.

Bir Güneydoğu Avrupa akımı olan Balkanlar’dan kopma isteğine her zaman kayıtsız kalmıştır. Osmanlı’dan sonra şehrin silüeti değişmiş olsa da hâlâ gururla sahip çıkar geçmişine. Şehre bir çok yeni merkezler inşaa edilir ama ‘’Terazije’’ her zaman en gözde merkezi olarak kalır. Yugoslavya döneminde Komunist ruh hayalet gibi dolaşır şehrin etrafında. O bile yıkamaz , devasa binaları gölgeleyemez Belgrad’ın tarihini. Yeni yeni kapılar yapılsa da, şehre İstanbul kapısından girer Ortdokos abimiz.

Orta çağdan beri döve döve yıkılmayan Belgrad surları, içindeki bütün acıyı Tunaya dökmüştür. Bir rivayete gore, Tuna bu sebeptendir ki kızıldır. Yıllar boyunca el değiştiren kaleyi Macarların elinden alan Türkler, şehre yüzyıllarca gözü gibi bakarlar. Tuna bir nebze olsun ferahlamıştır.

Avrupa’da sıklıkla gördüğümüz nehir kenarlarına yapılan saraylar, şatolar ve lüks binalar Belgrad’da yoktur. Şehrin ihtişamı içerisinde saklıdır. Barok ve Slav ekolü mimarisiyle ile Komunizm dönemi mimarisi bir bir suratınıza çarpar şehrin farklılıklarını. Ara sokaklarına daldığınız da bizim ud ve tambur seslerinin Balkan harmonikasına eşlik ettiğini duyabilirsiniz. Neredeyse adım başı denk geldiğiniz çeşmeler ise serinlemenize fırsat verir ve daha sonra bir parka atarsınız kendinizi mesela Taşmeydana.

Şehir, beyaz şehirdir. Surları bembeyazdır, dahası kış geldiğinde üzerinden kalkmayan karlar bu ismin şehre ne kadar da yakıştığını kanıtlar. Ona Akhisar demek vacip olduysa da ismi Belgrad, yani beyaz şehir olarak kalır.

Pekarasından Gevrek alıp yemeye başlarsınız ve sonra kafeye oturup Türk kahvesi söylersiniz. Daha da acıktığınız da kebabın sırpçası olan çevapi sunulur önünüze. Kafanızı kaldırırsınız ve dantel motifli eski radyo gözünüze çarpar.

Dicle ve Tuna’nın kaderi aynıdır. İkisi de geçtiği bölgelere hayat verir, can katar. Belki bundan olacaktır ki şair Dicleyi gözünde Tunalaştırmıştır.

Önyargı ile yaklaşılan bu şehirde kendimizden bir çok parça bulabileceğimiz gibi hiç alışık olmadığımız şeyler de tecrübe etmemiz mümkün tabii. Osmanlı’nın tüm farklılıkları ile yüzlerce sene bir arada tuttuğu bu coğrafyaya günümüzde ‘bizden olmayan hiç bir şeyi beğenmeme hastalığı’na kapılmış müşkülpesentlere Belgrad’ın bile verebileceği bir şeyi yoktur.

Ülkeleri siyasetin bir alanı, şehirleri turizmin bir sahası ve insanı sosyolojinin bir nesnesi olarak kabul edince bir defa; önyargıların aldatıcılığına kapılıp tutarsız genellemelere varmak kaçınılmazdır. Biz insana, insan olana yani siyah beyaz olmayana kaçtık. Siyasetin bakışları tek boyutludur. Turizm, turistlere servis edilen sahte bir şehir yaratır. Sosyolojinin insanı ise duyguları ve düşünceleri olmayan müzelik bir heykel. Bilmediğin şeyi göremezsin. İnsan bilmediğinin düşmanıdır. Tarih sahnesinde her zaman kapalı gişe oynayacak olan bu şehri, kimine göre beyaz kimine gore siyah şehri yani Belgrad’ı kendi meşrebimizce anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Şehrin hangi yönü, beyaz ya da siyah ilginizi çeker bilemeyiz fakat biz elimizden geldiği kadar dengeli bir dosya sayısı çıkardığımıza inanıyoruz. Lafımıza aktüeliteyi ve siyaseti istemeden de olsa kattıysak affola…


Yayın Yönetimi

K

BASKA EKİP Bilal Yakup Enes Güler Emin Akben

Amina Siljak Jesenkovic Yayın Danışmanı - Consultant

Kemal Mehmedovic Kapak Resmi - Cover Painting

A.Furkan Demir Halit Revaha Zini Havva Akdağ Drugovi

Margarita Design Studio Tasarım - Design - Illustration

dergisbaska@gmail.com twitter.com/baskayiz facebook.com/baskayiz Fadıl Pase Serifovica 4 Stari Grad - Sarajevo Blicdruk d.o.o. Sarajevo Cemalusa 8 71000 Sarajevo Bosna i Hercegovina

İÇİNDEKİLER SADRZAJ CONTENTS 07-Kapılar 09-Intro Belgrad 10-Belgrad Lover 12-Kalemegdansız bir Belgrad olur mu, Yok Valla 14-Ivo Andric’s Belgrade 16-Dodir Orijenta 20-Belgrad’ın ismi nereden geliyor 36-Erik yasağına bir tepki olarak yeni dünya 40-Yol dedim her şey yoldu 43-Hareket üzerine mülahazalar 49-Amina Siljak ile söyleşi 54-Hej Dino sta ima? 56-Kemal Monteno 60-Zabranjeno Pusenje 62-Dersu Uzala Akira Kurosawa 66-Zabranjena ljubav 70-Rodriguez 72-Sarajevo Film Festivali 76-Bir otostop hikayesi 79-Bosna dağlarında bir gün 82-Bu ben değilim 86-Karadağ Destanı 88- A bloodcurdling tale of philosophy 92-Belgrad’da iki gün 96-Balkanlarda mevlevilik 98-Dervishes in belgrade 109-Balkan sözlük


R

DOSYA

BEL GRAD


KAPILAR Diyor ya Dostoyevski “Dünyayı güzellik kurtaracak” diye. Belki de o güzelliklere açılan kapılar bir medeniyet kurulmasına tanıklık etmiş yüzyıllık taşlar arasında saklıdır.

Hatice Tokuz

Fo t o g r a p h : E m i n A k b e n


İlk defa gördüğünde dahi çok seveceğini bildiğin ve sana bir o kadar da aşina gelen Kapılar... Üzerine şarkılar, şiirler yazılan şehire kuşbakışı bakmadan evvel sana ilk selamı veren Kapılar... İki ayrı kapı, ikisi de birbirine açılan... Belgrat’da İstanbul Kapısı, İstanbul’da Belgrat Kapısı... Yüzyıllarca birbirlerine giden yolun başlangıcı olan bu kapıların hiç açılmamak üzere birbirlerine kapanması hiç kuşkusuz sadece askeri-siyasi yönden değil, kültür-sanat hayatımızın devamı noktasında da büyük bir değişime neden olmuştur. İsmail Kara; “Bir devrin düşünce yapısını en rahat mimari eserler üzerinden okursunuz” derdi. Çünkü onlar düşüncenin soyuttan, somuta geçmiş halidir. Bu iki kapının birbirine kapanmasından önceki yıllara geri dönüp baktığımızda; üst üste bina edilmiş taşlar, zarif kemerler dışında bir şey daha görürüz: Osmanlı Medeniyetinin İnşasında Balkan Etkisi. Osmanlı dönemi Balkan Mimarisi ve Sanatını konuştuğumuzda nedense hep tek taraftan bakar, Osmanlı’nın inşa ettiği medreseler, camiler, sivil mimari örneklerini konuşuruz. Oysa bence bu unsurları inşa ettiren düşünce ve medeniyet algısı, estetik zevk nasıl oluştu bunu tartışmalıyız. Osmanlı Balkan fetihlerinin ağırlıklı olduğu dönemler, mimaride ve sanatta “Klasik” olarak isimlendireceğimiz dönemin henüz oluşmaya başladığı döneme denk düşer. Bir kimlik arayışı vardır. Çünkü her

devlet, aslında biraz kurulduğu topraklar üzerindeki medeniyetlerin ruhundan etkilenir. Henüz kimliğini arayan, devletten imparatorluk olma yolunda ilerleyen Osmanlı devletinin sanatta “şaheser” olarak isimlendirebileceğimiz eserler ortaya koyması, yönünü Batı’ya doğru çevirmesi sonrasıdır. O, kendinden önceki devletler gibi doğu yönünde değil aksine batı yönünde genişlemiştir. Cemil Meriç’in söylediği gibi evet, ışık doğudan gelir ama yükselirken geçtiği coğrafyaların renkleri onun karakteri üzerinde kuşkusuz etkilidir. Balkan dağları etrafına ilk kimlerin gelip yerleştiği, sonrasında kimlerin geldiğine binlerce akademisyen kafa patlatmış, ortaya kendilerince tezlerini koymuşlar. Ama benim konum bu değil. Tüm dış etkilerden uzak, kendi içinde “Balkan Tarihi”ni konuştuğumuzda; bölgeye renklerini veren çok dilli, dinli, kültürlü yapısını buluruz. İşte belki de eski ismiyle Osmanlı’nın “Rumeli-i Şahane”sini, Rumeli-i Şahane yapan bu değerlerdir. Çoğu zaman coğrafya herşeydir. Sizin kültürünüzün renklerini o belirler. Elbet insan topluluklarının olduğu her yerde belli bir kültürden söz edilebilir. Ancak bu kadar dar alanda bu kadar çok kültürün –mümkün mertebebaşarıyla yaşatılabildiği dünya üzerinde başka hangi bölge vardır ? Bugün ve geçmişte, Osmanlı’yı Osmanlı yapan değerleri konuştuğumuzda “Balkan etkisini” kesinlikle es geçebilmek mümkün değildir. Bilhassa Fatih döneminden sonra

7

karakterini bulan Türk-İslam Sanatlarının tarihini incelediğimizde karşımıza çıkan ilk şey Balkan etkisi oluyor. Saraydaki sanatkar grubunu oluşturan Ehl-i Hiref teşkilatının defterlerine bakılması dahi Balkan sanatkarlarının Osmanlı medeniyeti üzerindeki etkisinin görülmesi için kafidir. Her şeyin tek düzeleşip plastikleştiği, estetik değerini yitirdiği günümüz dünyasına baktığımızdaysa, kültür ve sanat bakımından İslam sanatının kendini yenileyemeyişi belki de bu Balkan etkisinin suni sınırlar tarafından sınırlanması dolayısıyladır. Derdim ne aktüel bir söylem tutturmak ne de işe yaramaz mızıldanmalar ile “nostalji” yapmaktır. Dediğim gibi kapılar iki yöne birden açılır. Ve kültür-sanat bu kapılarla taşınır. Belgrat’ta İstanbul Kapı, İstanbul’da Belgrat Kapı... Yüzyıllarca bu kültür taşımacılığına şahitlik etmiş gizli tanıklar... Belki de bu yüzyıllar boyunca altlarından geçmiş nice insanın hayallerini, umutlarını taşları arasında hala daha saklıyorladır. Ben bir taşa dokunduğumda bana hikayesini anlatmasını beklerim. Diyor ya Dostoyevski “Dünyayı güzellik kurta-racak” diye. Belki de o güzelliklere açılan kapılar bir medeniyet kurul-masına tanıklık etmiş yüzyıllık taşlar arasında saklıdır.


Fo t o g r a p h : E m i n A k b e n


Bilal Yakup

INTRO BEL GRAD Bir çok Yugoslavya şehri gibi, Belgrad’da iki yüzlüdür. Tuna ve Sava nehri, şehrin bir nevi tarihteki değişimlerinin gerilim hattıdır. Heraklitos'un bin yıllık imgesi: Her şey akar hiçbir şey kalıcı değil, aynı nehre iki kez girmek mümkün değildir; Belgrad Tuna'ya her girişinde değişmiş. Belgrad tarihin karalama tahtası, kimseye ait ol(a)mayan ve aidiyet hissinde dilemmalar yaşayan, kozmopolit görünen bir şehirdir. Nehrin batı tarafındaki Novi Grad'ın Sosyalizmin planlı ekonominin getirdiği pragmatist düzeniyle, yeni yeni kurulan, liberal sistemin entegre ettiği şirketleri arasında dilemmalar yaşar. Köprüyü geçer geçmez bizi karşılayan Stari Grad’ın Avrupai duruşu bir nevi makyajıdır ve içine daldıkça farkedilen Osmanlı dekoru onun karanlık müzesidir. Evet Osmanlı, Belgrad için sadece bir dekordur. Pekte kendisiyle barışık olmadığı, övünmediği bir müzelik dekordur. Çünkü ona doğu9

luluğunu hatırlatır. Yani Avrupa’dan başka oluşunu. Belgrad, bu başkalığı, öteki olmamak için muhafaza kten yana olmamıştır. Bu yüzden, bir İstanbul gibi çok kültürlü şehir değildir. Onda, içine kapanık bir kızın cool oluşundaki aldatıcılığı vardır; görünüşünün aksine değişime mesafelidir.* Slav ve sosyalizm ruhundan elbet birçok şey barındıran Belgrad’a, Dostoyeveski’nin Sosyalizm’e getirdiği tanımla* bakarsak, Kalemegdan’dan Novi Grad’a bakarak Dosto gibi şöyle demeliyiz: Özellikle tanrısız kurulması, yerden göğe varması değil, yerin göğe indirilmesini amaçlayan bir Babil kulesi sorunudur. Belgrade Waterfront* projesi de buna dahildir.

*İki ay öncesinde, içine kapanık Belgrad bir takım yeniliklere karşı sesini çıkardı. Belki bir gezi değil ama, onun için önemli bir protestoydu bu. Hayata geçirilecek olan Newyork özentisi bir şehir planlamasına karşıydı bu eylemler.


BEL GRADE LOVER Enes Güler

Struga’da oturuyordum, bu Ohri’ye yakın güzel bir şehirdir. Ohri de güzel şehirdir zaten, Makedonya bir ülke olarak zaten çok güzeldir. Bazen Hırvatistan’ın Adriyatik koylarına gidiyorum orası da güzel. Bosna’nın havası da başka hiçbir yerde yok. Slovenya desen yeşil çimenlerinde otlayan ineklerin sütünden içmek gibisi yok. Fakat bunca doğal güzelliğin arasında yine de bir şehir arıyorum. Şehirden kastım baya şehir işte. Yani bir metropol. Trafiği olan, alt geçitleri, yan yolları falan olanlardan.. Koskoca Yugoslavyada elbet bir şehir olmalı. Daha geçenlerde YUGO fabrikası açtık. Amerikalılar şimdiden kıskanmaya başladılar bizim arabayı. Rusya da bir yandan ültimatom verip duruyor. Yahu ikimiz de komünistiz işte. Demir Perdeyi bazen kafalarına indiresim geliyor. Moskova'dan Belgrad'a oradan Sarajevo'ya tren hattı projesi teklif ediyorlar. Aslında güzel fikir. Ama olmaz! Perde kalkmadan ardındakini göremezsin. Ne diyordum, ha metropol, geçen araştırdım, araştırdım dediğim ansiklopedilere falan baktım, Metropol olmak için bir şehre Metropol demek yetiyormuş. Tabi ben bir metropol inşa edeceksem bunun hakkını veririm. Yugoslavya en iyi Metropolü hak ediyor. Zar atacak değilim, metropolümü çoktan seçtim. Gönlümün metropolü o. Hayır Zagreb değil! Aşırı dingin havası beni bunaltıyor. Bazen bu şehir balkanlara ait olamaz diyorum ama ne yazık ki öyle. Sarajevo Yugoslavyanın en sadık şehri ama doğu slavların bayrağını Müslüman bir şehre bırakamam. Üsküp mü? Şehrin iki yakasını zaten zor kontrol ediyorum. Ljubljana ise her zaman aşk şehri olarak kalmalı.

10


İstanbula ilk gittiğim 1936 yılında boğaza hayran kalmıştım. 1957’de tekrar gittiğimde bu sefer boğaza bir köprü kondurmuşlardı. Hoşuma gitmişti. Köprünün şehre kattığı havayı sevmiştim. Bize de böyle bir şey lazımdı ama nereye lazımdı? A Moj Beograde Savaya böyle bir köprü yapılabilirdi. Hem Tuna da nasibini alırdı. Uzun binalar ve köprüler Metropol olmanın en önemli özelliklerindendir zaten.

projeler ile süslenmeli İşte ben Maraşal Josip Broz Tito, ölmeden önce Yugoslavayı eliyle alttan tutarak değil yukarıdan üfleyerek ayakta tutan adam. Bilmiyorum benim Yugoslavyama ve Belgradıma ne oldu? Belgrad her zaman gözbebeğimdi ve Yugoslavyanın tek metropolüydü. Bir komünistin kapital şehriydi Belgrad. Bilmiyorum, bugün ne halde? Beyaz şehrim..

Belgrad’ın nüfusu gün geçtikçe artıyor. Öyle ki şehri ikiye ayırdık. Sava’nın öbür tarafına yeni şehir yerleşkesi yapıyoruz. Devasa binalarımı ilk oraya yapmayı planlıyorum. Eski şehir Kalemegdan arkasına alabildiğine uzansın. Nüfus arttıkça yeni yerleşim bölgeleri açarız bu konuda sıkıntımız yok. Alman metroları şimdilik zor. Troleybüs ve Tramway hatları işimizi görür. Şehir daha da büyüdüğünde metro yapmayı düşünebiliriz. İleri görüşlü olmak lazım tabi.

Türkler buraya hiç meydan yapmamış. Büyük olmasa da bir meydanımız ve geniş caddelerimiz olmalı. Parlemento binam Avrupanın en iyilerinden olmalı. Belgrad Tiyatrosu için Budapeşte ve Prag’dan izleyici kitlesi gelmeli. Sanayi şehrin dışında ama her yerinde olmalı. Belgrad diğer şehirlerden göç almalı. Öyle ki 1+1 evlerim kara borsaya düşmeli. Zamanla Belgrad, sanayisini diğer şehirlere taşıyıp yalnızca şirket merkezlerini barındırmalı. Belgrad cazibe merkezi haline gelmeli, Hatta belki çılgın

11


Ömer Çetres

Kalemegdan’sız bir Belgrad olur mu?

YOK VALLA Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği Belgrad, mimari yapıları, canlı şehir hayatıyla Balkanlar’ın en büyük ve en keyifli şehirlerinden birisidir. Eski Yugoslavya'ya da başkentlik yapan Belgrad'ın Knez Mihaylova Caddesi’nde gezerken bazen İstiklal Caddesi’nde gezdiği hissine kapılır insan. İş gereği sayısızca gittiğim Belgrad’da bıkmadan usanmadan ve yılmadan Kalemegdan’ı mutlaka her defasında ziyaret etmişimdir. Çünkü Kalemegdan’sız bir Belgrad ziyareti düşünemiyorum. Kalemegdan’da adeta geçimişin izlerini teneffüs ederim. Hele de gün batımına denk geldiyse burada kalenin bir burcuna otururTuna ve Sava Nehri’nin birleştiği bölgeyi kuş bakışı olarak izler, gün batımının ruhumda

bıraktığı derin düşüncelere dalar giderim. Tuna ve Sava, Kalemegdan’daki her bir burç geçmişin, zamanın ve mekanın tanığıdır. Kartal yuvasını andıran Kalemegdan adeta Topkapı Sarayı’nın bir izdüşümdür. Kalemegdan bir zamanlar Topkapı’nın Batı yakasını tutuyordu. Kalemgdan bir garnizondu. Batı’ya yapılan her seferde bir buluşma yeriydi. Tuna boylarının kontrolü buradan sağlanıyordu. Kalemegdan’da gün batarken adeta tarihin sayfaları tek tek gözümün önünden geçerdi. Sultanahmet’in müzezzinlerinin Davudi sesiyle, Kalemegdan’ın, Belgrad’ın camilerinin müezzinleri her ezan vakti adeta selamlaşırlardı. Carigrad’ın Sultanahmet’inden, Süleymaniye’sinden, Ayasofya’sın

12

dan yükselen ‘’tekbir’’ seslerine Belgrad’ın Bayraklı, Battal, Lazoğlu, Yahya Paşa, Defterdarova camilerinden ‘’Allahuekber’’ nidalarıyla cevap verilirdi. Yesevi’nin Türkistan’dan yaktığı od, İstanbul’dan Belgrad’a bir tasavvufi ağla birbirine bağlanmıştı. Maveraünnehir’in suları Tuna ve Sava’yı bu ağla besliyordu. Dervişlerin Belgrad tekkelerinden yükselen ‘’hu hu’’ virdleri, Saraybosna’nın Sinanova, Üsküp’ün Rufai, İstanbul’un Özbekler, Merkez Efendi tekkelerinden ‘’La Galibe illallah’’ nidalarıyla karşılık buluyordu. Bu hislerle Belgrad’ın geçmişini hayal ederken Kalemegdan’ın burçlarında, güneş Novi Belgrad tarafında batıyordu. Tuna ve Sava kızıl bir renge bürünmüştü. Birazdan bu kızıllık zifiri bir karanlığa bürünecekti. Tıpkı Belgrad’ın bugünü gibi. Geçmişte bu şehir ‘’Darul Cihad’’ ismiyle anılırken, bugün Evliya Çelebi kalksa acaba hangi ismi verirdi. Evliya Çelebi 1660 yılında geldiği Belgrad’ın 98 bin nüfusu bulunduğunu ve bu nüfusun da 77 binin Müslüman olduğunu, 21 binin gayrimüslim olduğunu yazıyor Seyahatnamesi’nde. Yine Seyahatname’de Belgrad’da 217 cami, 13 mescid, 17 tekke, 9 darülhadis, 8 medrese, 7 hamam, 6 kervansaray, 21 han ve 3 bin 700 dükkandan oluşan Silk-ı Sultani adlı çarşı ve diğer çarşılarıyla buranın gelişmişi bir Müslüman şehir kimliğine vurgu yapıyordu. Bir medeniyet inşa edilmişti


Belgrad’da, tıpkı Bursa gibi, Üsküp gibi, Saraybosna gibi. Belgrad, Saraybosna’nın, Halep’in, Kahire’nin, Üsküp’ün bir kardeşiydi. Bu kardeşlik eski Yugoslvya’nın yapay kardeşliği gibi hiç değildi. Gönülden gönüle, evden eve, kalpten kalbe giden bir kardeşlikti bu. Bir çınarın dallarına benziyordu her bir şehir. Çünkü ortak medeniyet varisleriydi bu şehirler. Rivayet odur ki Sırpça ‘’Beo-grad’’

tarafından 1521 yılında fethedilmişti. Osmanlı hakimiyetinde olduğu süre içerisinde özellikle 16. ve 17. yüz yıllarda gelişen Belgrad, aynı zamanda önemli bir askeri üs ve ticaret merkeziydi. Belgrad'ın 1688 yılında Pasarofça Antlaşması'yla Avusturya'ya bırakılması üzerine burada bulunan birçok cami tahrip edildi. Daha sonraki dönemlerde ise 1878 yılındaki Berlin Antlaşması'yla Sırbistan tamamen bağımsız oldu ve 1882 yılında Belgrad başkentli Sırbistan Krallığı ilan edildi. İşte bu tarihlerden itibaren Avusturyalılar ve ardından Sırplar, bir medeniyetin izlerini yok ettiler. Önce bu toprakların ruhunu ayakta tutan Müslüman ve Türk nüfus göçe zorlandı. Belgrad’ın o köklü aileleri İstanbul’a, Saraybosna’ya, Üsküp’e göçtü. Belgrad’ın bedeninden koparılan ruhu olan camiler ise tek tek yıkıldı, tekkeler yok edildi, türbeler ve mahallelerden eser kalmadı. Sultanahmet’ten, Süleymaniye’den adeta kardeşleri Belgrad’ın camileri için selalar okunuyordu. Sakarya, Kızılırmak, Tuna ve Sava’nın boynu bükük kalan Belgrad’ının hüznüyle bulanık akıyordu. Kalemegdan’da gün batıyordu ve gün batımının son kızıllığı Tuna ve Sava üzerindeydi. Bu son cılız kızıllık adeta Belgrad’ın bugün simgesel

Kalemegdansız, Teraziye’siz, Dörtyol’suz bir Belgrad olur mu?’’ diye sorsanız, Sırp’tan işiteceğiniz ve tercüman gerekmeden anlayacağınız cevap ‘’yok valla’’ olacaktır.

"beyaz şehir" ismi gökkubbeye bir Elif gibi uzanan minarelerinden dolayı verilmişti bu şehre. Serhad şehri olması sebebiyle Osmanlı burayı "darülcihad" olarak tavsif etmiş, diğer Belgrad 'lardan ayırt edilmesi için de Tuna Belgradı veya Üngürüs Belgradı gibi adlarla anmıştı. Avrupa'yı Ön Asya ülkelerine bağlayan ana yolların geçtiği Belgrad, Kanuni Sultan Süleyman

13

kızıllık adeta Belgrad’ın bugün simgesel olarak kalmış medeniyetimizin üç eserini temsil ediyordu. Bu kadar kültür ve medeniyet katliamının yapıldığı Belgrad’da bugün yine de bizi hüzünle ve boynu bükük şekilde karşılayan 3 eser kalmıştı. Camilerden Bayraklı, türbelerden ise Kalemegdan’daki Damat Ali Paşa ile şehir merkezindeki Şeyh Mustafa Türbesi her şeye rağmen Belgrad’da bir medeniyetin ayakta kalmış son nişaneleriydi. Bir medeniyetin yok edilemeyen izleri Sırpça’ya bıraktığımız 8 binin üzerinde Türkçe kelimeyle her şeye rağmen yaşıyor ve yaşayacak. Çünkü ‘’Kalemegdansız, Teraziye’siz, Dörtyol’suz bir Belgrad olur mu?’’ diye sorsanız Sırp’tan işiteceğiniz ve tercüman gerekmeden anlayacağınız cevap ‘’yok valla’’ olacaktır.


I VO A N DRIC’S BELGRADE IVO ANDRIC’İN BELGRAD’I Tercüme: Halit Revaha Zini The sky above Belgrade is wide and high, unstable but always beautiful; even during winter serenities with their icy splendor; even during summer storms when the whole of it turns into a single gloomy cloud which, driven by the mad wind, carries the rain mixed with the dust of panonian plain; even in spring when it seems that it also blooms, along with the ground; even in autumn when it grows heavy with the autumn stars in swarms. Always beautiful and rich, as a compensation to this strange town for everything that isn't there, and a consolation because of everything that shouldn't be there. But the greatest splendor of that sky above Belgrade, that are the sunsets. In autumn and in summer, they are broad and bright like desert mirages, and in winter they are

smothered by murky clouds and dark red hazes. And in every time of year frequently come the days when the flame of that sun setting in the plain, between the rivers beneath Belgrade, gets reflected way up in the high celestial dome, and it breaks there and pours down over the scattered town. Then, for a moment, the reddish tint of the sun paints even the remotest corners of Belgrade and reflects into the windows, even of those houses it otherwise poorly illuminates. This grand city seems to have always been like this: torn and split, as if it never exists but is perpetually being created, built upon and recovered. On one side it waxes and grows, on the other it wanes and deteriorates. Ever in motion and rustle, never calm and never knowing tranquility or quiet. The city upon two rivers, on the grand clearing, bound by the winds. TR

Belgrad'ı kaplayan semâ engin ve ihtişamlıdır, biraz delibozuktur belki ama her vakit güzeldir; kış mevsiminin buz kesmiş ihtişamıyla gelen dinginliğinde de güzeldir; deli rüzgarların Karpat düzlüklerinin tozuyla karışık yağmurları taşıyıp şehri kasvetli bir buluta dönüştüren yaz fırtınalarında da güzeldir; tabiat ana ile birlikte çiçekler bağlıyormuş gibi göründüğü baharda da güzeldir; güzün, üzerinde toplanan yıldı

14

zların ağırlığını omuzladığında da güzeldir. Bu garip şehrin özlemini çektiklerini telafi, olmaz olsunlarını teselli edercesine güzel ve zengindir Belgrad semâları. Ancak Belgrad semâlarının yegane ihtişam kaynağı o enfes günbatımlarıdır. Yazın ve sonbaharda çöl serabı gibi engin ve gözalıcıdır, ve kışın kasvet yüklü bulutlar ve koyu kızıl sis ile kaplanmıştır. Ve senenin her zamanı öyle bir an gelir ki, Belgrad'ın altındaki nehirler arasında yatan o düzlüklerde batmaya yüz tutan güneşin alevi bir an gök kubbenin tepesine yansır ve oradan kırılarak bu paramparça şehrin üzerine yağıverir. İşte o vakit, bir anlık dahi olsa, güneşin kızıl boyası Belgrad'ın başka zaman aydınlanmayan en ücra köşelerini dahi rengine boyar, pencerelerini okşar. Bu muhteşem şehir ezelden beri böyleymiş havası uyandırır: bölünmüş ve paramparça, sanki hiç tam olarak varolmamış da, daim süregelen bir yaratılış ile her an inşa edilip ortaya çıkarılıyormuş gibi. Bir yanda serpilip büyürken, diğer yandan solup küçülür durmadan. Asla sükunet bilmeksizin, sessizlik ve dinginlikten nasibini almadan, her an hareket halinde, koşuşturmaca içinde. İki nehrin üzerinde, o engin düzlükte, rüzgarlar ile kuşatılmış bir şehirdir Belgrad.


S T O RY OF AN IMAM IN BEL GRADE M o h a m m e d N a s s e r, one of a handful of Lebanese in Belg r a d e, c a m e f o r a surgery but now w a n t s t o s t ay i n a city he fell in love with.

I love the combinations of cultures on the crossroads between the West and the East in the Balkans. Belgrade is neither west nor east It is in-between that’s why many different cultures co exist here. If I want to Practice Islam I can do so here in peace. If exciting night life is what you want the opportunities are limitless. Those seeking education colleges are every corner. Unlike the situation the western Europe young people in Serbia live with their families for a long time. Unlike the situation in much of Western Europe, young people in Serbia live with their families for a long time and it reminds me a little of home. I don’t understand Europeans. One moment you are 17, then another day starts and you are 18 and you are not a kid any more. But how can a person grow up overnight? A person only becomes and adult when he marries. Until then, he’s his parents child and should live with them. I would feel ashamed to live on my own and be single. Lebanon is like my father, I couldn’t choose my mother but I still love her. Serbia is like my wife. I choose her because I lover her and I want to stay here.

15


DODIR ORI J E N TA Ju r a j B U BA L O

12

Otkuda započinje Istok?, pitao sam se. U Beogradu, iz kojega smo hvatali noćni vlak za Sofiju, bio sam u iskušenju utvrditi da je već započeo. Beograd je posjedovao ona upečatljiva obilježja velikog grada koji živi na ulici, prisnije i intenzivnije nego mi, kao što sam već bio osjetio u Ateni. Veći je kaos, sve je šarenije, pomiješanije i slabije definirano; ljudi su neposredniji… Općenito, kao da je u svemu manje pravila. Burek i kava na kolodvoru imali su taman toliko različit okus, a u prilog dojmu išao je neuobičajeno susretljiv garderobijer, koji nas je za (ionako malu) cijenu jedne stvari oslobodio svih – i vreće za spavanje i šatora i ruksaka – da ih ne moramo tegliti po gradu do večeri. “Prošećite lepo Terazijama, pa na Kalemegdan; lep je dan. Nemoj da bereš brigu. Stvari će da vas čekaju dok ne dođete pre voza“, govorio je “komšijskim“ tonom. Šećući po starim beogradskim ulicama, negdje između skadarlijskih kafana i knjižara u knez Mihajlovoj, nešto od tog stava, pa čak i govora, prešlo je i na nas. Beograd nas je osvojio i prije nego što smo se stigli opustiti. Imena koja sam upoznao čitajući o Ujevićevom boemskom životu dvadesetih godina dobivala su stvarne obrise, boju, glasove i mirise. Terazije, Kalemegdan… sve sta¬ra turska imena. Iako ih ni¬kad nisam vidio, neka od tih mjesta postojala su u meni dugo – kao izmaštane slike, kao emocije posre-


kao emocije posredovane stihovima. Šećući Kalemegdanom zaustavismo se pred bistom Miloša Crnjanskog. Sjetih se njegovog Rastanka kod Kalemegdana i Lamenta nad Beogradom. Života razapetog između neimaštine i raskoši, boemštine i snobizma, Europe i Balkana, Crnjanski je pisao o lutanjima i seobama, ali je najveći bio kad je pjevao o Beogradu. U moju sliku ušća Save u Dunav utkani su njegovi sti-hovi. S Tvrđave bacam pogled na vodu rijeka. Ovdje svršava rijeka mog grada, rijeka koja u svom toku nosi naše jutrošnje poglede iz tramvaja u smjeru sunca, koji se spajaju s ovima sada. Beograd smo napustili kasno u noći, ispraćeni mirijadama svjetla. Još daleko u daljini uz klopot kotača u mislima nam je odzvanjalo jedno otegnuto “do viđenja“. Pozdrav koji smo uputili susretljivim domaćinima. Do bugarske granice u kupeu se izmijenilo nekolicina ljudi. Jedan kojeg je kondukter stalno dizao s mjesta, jer je imao kartu ni¬žeg razreda, a on se uporno vraćao, navodeći kao razlog gostoprimstvo “prema susedima iz Zagreba“, bio je naročito raspoložen upućivati nas u stvari o kojima nismo ništa pitali. “Kondukter je Crnogorac“, komentirao je ustrajnost dugajlije s drukčijim naglaskom u uniformi. “Iz Niša mnogo omladine odlazi letovati na Crno more. Ta, nije daleko.“ Po-kazivao je očima na mlađi par koji se na vlak ukrcao

daleko.“ Po-kazivao je očima na mlađi par koji se na vlak ukrcao ujutro. Oko nas su smjestili pet ogromnih kofera i torbi, kao da “na letovanje“ nose pola svoje kuće, sa svim dekama, ručnicima, fenovima za kosu, priborima… Nepojmljivo. Naši ruksaci su sad izgledali kao zavežljaji za dnevni izlet. Od Pirota do Dmitrovgrada raspredao je samo o Bugarima. Kad smo došli pred bugarsku granicu iskoristio je priliku još jednom zorno potcrtati razliku Srba i Bugara. Srbe je, činilo se, prikazivao lošima samo da bi druge prikazao još gorima. “Mi Srbi smo lenj narod“, započeo je. “Ali ovi Bugari što vole da ne rade. Pogledaj ovaj kukuruz, visoke stabljike u cvatu, klipovi se lepo vide na njima. A sačekaj sada da vidiš bugarski kukuruz. Ista sorta, na istoj njivi – sad ćeš da vidiš!“ Čim smo prešli granicu, doista, kukuruz na istim poljanicama bio je za pola metra niži, svjetlo-zelene boje, bez metlica na vrhu. “Istu njivu“, naglasio je, “s ove strane obrađuju Srbi, a s ove Bugari. Ti reci! To su ti Bugari: voleli bi da ništa ne rade, a da im pare padaju s neba. Oće leba bez motike.“ Čak i nakon viđenja zaostale južne Srbije, Bugarska je djelovala poput Jugo-slavije nakon rata – Drugog svjetskog. Kolodvori gradova kroz koje smo prošli izgledali su poput seoskih željezničkih stanica u kojima se brzi vlakovi ne zaustavljaju. Iz WC-a s neočišćenim čučavcima širio se nepodnošljiv smrad, štipajući ne

17

samo za nosnice nego i oči. Ljudi su gledali namrgođeno i snuždeno, u odjeći iz osamdesetih. U vlak se baš ukrcavala skupina žena u plisiranim suknjama i vunenim vestama (po ljeti!). Bugarska je još uvijek ruralna zemlja, nisam nimalo sumnjao. Desetljeća života pod autoritarnim režimom u siromaštvu ne mogu nestati u samo deset godina, kao što se ni mentalitet i navike naroda, o kojem je govorio “naš sused“, ne mogu promijeniti tek tako. “Bugarska je imala jaku poljoprivredu i stočarstvo, kao nijedna socijalistička zemlja; izvozila je hranu“, podsjetio nas je Bugar koji je nakon mijenjanja vagona u Dmitrovgradu zauzeo mjesto našeg sugovornika. Sve koje srećemo tako su pričljivi i otvoreni. Bugar je bio putovao s nekim Rusom, i iskoristio je priliku da nas kao domaćin počasti pivama u kolodvorskoj birtiji. U vlaku su već obojica bili pijani, nastavljajući piti vodku koju je Rus imao sa sobom. “Sve je udesila privatizacija. Ljudi nisu bili spremni. Nisu imali sredstava“ nastavio je objašnjavati. Nisam točno znao o čemu priča, ali poljoprivredna mehanizacija u selima kroz koja smo prolazili neodoljivo je podsjećala na socijalizam. Bugarov pajdaš Rus, koji je za to vrijeme pijano šutio, klimajući s odobra-vanjem, razbudio se na spomen socijalizma. Njegovim uključivanjem u raz-govor nestala je i posljednja trunka suvislosti. Po njemu za sve je bio kriv Bush i


njemu za sve je bio kriv Bush i Amerika. “Evo ga!“ vikao je. “Evo ga na – Americi i Bushu“ derao se iz sveg glasa dok je okrenut prozoru skidao gaće i pokazivao guzicu, kao da prolazimo pokraj Bijele kuće, a ne njivama bugarskih seljaka. Tirada se nastavila sve do dolaska u Sofiju – na englesko-rusko-srpsko-bugarskom jeziku, već kako bi se komu od nas okrenuo, nudeći vodkom, i iskreveljeno psujući američkog “ubljudoka“, kučkinog sina. Izlazeći na sofijskom kolodvoru u glavi su nam odzvanjale ruske pjesme, s kojima – pokazalo se – ni Bugar nije bio neupoznat, mada više melodijom nego stihovima. Bezbrižna veselost s kojom smo ušli u glavni grad nije mogla popraviti prethodni dojam o zemlji – Sofija je kruna svega što smo i dosad vidjeli, samo što je Sofija za razliku od ostatka države očigledno ušla u tranzicijske promjene. O tome su najprije svjedočili brojni građevinski radovi. Trebalo nam je pola sata da se labirintom zaštitnih ograda, uskim pješačkim obilaznicama, iskobeljamo iz gradilišta u koji je bila pretvorena cijela kolodvorska četvrt. Radovi su opsegom više podsjećali na temeljito preuređenje nego na uobičajene ljetne renovacije. Između ruiniranih stambenih nebodera i jednako sivih, ali manje prljavih državnih zgrada iz “olovnih vremena“ već su iznikle i poneke moderne staklene zgrade – poslovni prostori, ugostiteljski objekti i banke. U jednu

smo i mi svratili promijeniti novce. Potpuna avangarda! Bankomati, uniformirani zaštitari, službenice u ustegnutim suknjama, klima uređaji, elegantna klijentela, sve kao na kapitalističkom zapadu; a vani – kako se odslikavalo na tamnim staklima – živi podsjetnici na radničku klasu, skučenost i sivilo života iz nekog drugog prostora i vremena. Grad je usto prepun monumentalnih socrealističkih spomenika, ne kakve smo mi imali, nego ogromnih, poput Matije Gupca u Stubici. U središnjem gradskom parku zapanjio nas je spomenik ruskim osloboditeljima. Široke gradske avenije pričale su istu priču: u kolonama sovjetskih Zaporožaca, Moskviča i Lada strše poneki dizajnirani gradski terenci. Ali uz očite posljedice pretvorbe i privatizacije, u slici bugarskog društva prepoznali smo odlike Istoka. To nas je zanimalo! U svom tom tranzicijskom bastardstvu bio je prisutan onaj istočnjački duh koji se to jasnije osjeća što se dalje na istok ide. Čim smo zašli s glavnih ulica naletjeli smo na male i jeftine pečenjare. U njima uslužni ljudi, trgovačkog mentaliteta: “Kakvo, brat? Kebap i bira! Sega!“ “Davaj, davaj!“ Načeti pivama nije nas bilo teško nagovoriti. Kamenitza i Zagorka najpoznatija su bugarska piva. Kebapi su dugački ćevapi, a đulbastije nešto poput pljeskavica, posluženih s lukom i kajmakom. Osim zadimljenih uskih ćevabdžinica, naišli smo i na dosta usputnih

18

pivnica, otvorenih recimo u podrumskim prostorijama zgrade, iz kojih je pipničar služio pivo kroz prozor iznad pločnika, gdje se sjedilo na malenim plastičnim stolicama. To je očito bio noviji izum poduzetnika, ali s istim istočnjačkim smislom za posao i organizaciju. Nakon što smo pronašli takva mjesta, u mondene komplekse s pozapadnjenom mladeži koja bi se, jedući europski fast food, radije razgovarala na engleskom nego zajedničkom “slavenskom“, ušli bi čisto – da i to vidimo. Tu, usto, ni cijene nisu bile istočnjačke, nego eu-ropske. Putovanje smo nastavili noću. U vlaku za “Истанбул“. I taman kad smo pod topotom kotača uhvatili malo sna trebalo je izaći van i na carinskim šalterima obaviti “papirologiju“. Svatko je osobno, s putovnicom i olovkom u ruci, morao ispuniti neke detaljne upitnike čije značenje nismo uspjeli dokučiti, ma koliko ga službenici iskazivali svojim povišenim i nerazumljivim govorom, živčano, kao da smo mi njih, a ne oni nas, digli iz kreveta. Turci!? Lica u uniformi nisu i ne mogu biti slika cijelog naroda.


Emin Akben

SAHİ NEYDİ B E L G R A D ’ I N O L AY I ? Belgrad’a sayamayacağım kadar çok gitmişimdir herhalde. Her gittiğimde yeni şeyler gördüm, yeni insanlar, yeni mekanlar, yeni sokaklar. Bu şehir beni her seferinde şaşırtmayı başarmıştır. İnsan şehrin karmaşası, kaosu, çok kültürlülüğü içinde kaybolup gidiyor. Kalemegdan’dan yeni şehri izlerken tarihte yolculuk yapıyor, Tuna nehrinin içinden doğan güneş insanı adeta büyülüyor ama o kadar da değil. Yani o kadar da büyülemiyor. Az büyülüyor. Mesela İstanbul bu konuda daha iyidir. Ya da belki Roma. Aslında Dünyadaki hemen hemen bütün şehirlerin günbatımı dünyanın en güzel gün batımıdır. Öyle ya, her şehir çok kültürlüdür, her şehir güzellikleri ile mest eder insanı. Her şehir sürprizlerle doludur. Dünyada tek bir şehir bile yoktur ki ziyaretçilerini her seferinde şaşırtmayı başaramasın. Bir de şu sokak mevzusu var. Nedense her gezi yazısı yazan, şehrin her seferinde yeni sokaklarını keşfettiğinden bahseder. En küçük şehirde bile yüzlerce sokak olduğuna göre, bir seferde bütün sokaklara girmiş olmak zaten düşük bir

ihtimal. O yüzden şimdi geçelim bunları da, Belgrad’ın olayı gerçekten ne ondan bahsedelim. Öncelikle Belgrad bir Osmanlı şehri değildir. Tamam Kalemegdan var ama o kadar Osmanlı yapısı her yerde var. Evet Sırp dilinin çok fazla Türkçe kelime barındırdığı da doğrudur ama Biz ondan da fazla Fransızca kelime barındırıyoruz

geçelim bunları da, Belgrad’ın olayı gerçekten ne ondan bahsedelim.

dilimizde. Ayrıca bir yerleri Osmanlılıkla ele alacaksak önce İstanbul var, Halep var, Bursa var, Saraybosna var, yani Belgrad’a hiç düşmez bu sıfatı üstlenmek. Avrupai şehir planı ve mimarisi ile anmak istesek Belgrad’ı, yine ondan önce onlarca Avrupa şehri var. Tuna nehri dersen 18

büyük çoğunluğu Bulgaristan’da, yemek kültürü desen yok. Balkanların merkezi olma özelliğini de büyük olmasından alıyor, yoksa bence Bosna daha balkandır. En azından Sırbistan’ın güneyinde kalan şehirler daha B alkandır. Onlarca kez gidip gelmemle edindiğim bilgilere ve yaptığım gözlemlere dayanarak şunu söyleyebilirim, Belgrad ne Osmanlı ne Viyana ne de Balkandır, Belgrad Titodur. Evet, Belgrad’a has olan tek şey Tito’dur. Başka yerde göremezsiniz Tito’yu. Saraybosna’da her yerde resmi vardır mesela ama hiç inandırıcı gelmez adama, Boşnaklar o kadar sevmesine rağmen onu, Tito deyince yine akla Belgrad gelir. Belgrad tarihi boyunca bir çok farklı kültürü kendi sosyal yapısına adapte etmiştir, Türk kahvesi de içer, Napolitan Pizza da yer, Kalemeydan’dan Tuna nehrini de seyreder Belgrad, ama hiç inandırıcı gelmez adama. Sanki bir yerden Tito çıkıverecekmişte, o türk kahvesini elinizden çekip alacakmış gibi hissedersiniz.


BELGRAD ISMI NEREDEN GELIYOR?

Tarihte bir çok kez yıkılıp yeniden kurulan şehir, her defasında yeni isimler almıştır: Singidunum, Singidon, Alba Greka, Beli grad, Beograd, Belgrad.

Kako je Beograd dobio ime?

Sırplar yedinci yüzyılda şehirde yaşamaya başlarlar ve onu beyaz şehir olarak adlandırırlar. Bu isim Bizans İmparatoru 5. Leo(813-820) tarafından Bizans yıllıklarında geçmektedir. Böylece bu isim Bizanslılar tarafından Belagradon ve Belegradon olarak kullanılmış.

Gezgin ve yazar Jan Naruda, Belgrad için;, “Ne mükemmel konuma sahip bir şehir; dudaklarında soğuk Sava’nın ve muhteşem Tuna’nın suları akıyor” demiştir.

Şehrin bugünkü orjinal ismi olan Beograd ise ilk olarak sekizinci Papa John’un Bulgar Prensi Borise gönderdiği yazılı dökümanda belirtilmiş. Mükemmel konumu sebebiyle Belgrad tarih boyunca çeşitli işgallere uğramış. Slavların gelişinden önce Hunlar, Sarmatlar, Ostrogotlar ve Avarlar Belgrad’ı ilhak etmişler. Sınır kalesi Bulgarlar, Sırplar ve Macarlar arasında el değiştirip durmuş. Türkler ise 15. Yüzyılda tamamen feth etmişler.

20

Singidunum, Singidon, Alba Greka, Beli grad, Belgrad, različito su kroz istoriju nazivali jedan od najstarijih gradova u Evropi, Beograd... „A kako divan položaj ima taj grad! Baš na ušću velikih reka, hladne Save i velelepnog Dunava." - češki putopisac Jan Neruda (1834 - 1891)... Srbi ga naseljavaju u sedmom veku i nazivaju ga Belim gradom. Ime kao takvo je pomenuto u vizantijskim analima cara Lava V Jermenina (813 - 820) zajedno sa nazivima Singidon i Alba Greka. Tako su ga zvali Vizantijci, a još su koristili i imena Belagradon i Belegradon. Prvi put se slovenski naziv Beograd pominje u pisanom dokumentu 16. aprila 878. godine i to u pismu pape Jovana VIII bugarskom knezu Borisu. Beograd je zbog dobrog geografskog položaja vekovima bio grad u kome su se smenjivali razni osvajači. Pre dolaska Slovena osvajali su ga Huni, Saramati, Ostrogoti i Avari. Kao pogranična tvrđava bio je na smenu u bugarskim, srpskim i mađarskim rukama. Turci su ga osvojili u 15 veku.



BELGRAD'I SORDUK

Belgrad, dünyanın en güzel yerinde kurulmuş, dünyanın en çirkin kentidir. Corbusier, Le Corbusier,Le Fransız MimarFransız Mimar

Her saniyesi bir film karesi, adeta açık hava müzesi

Eyşan Havar, okur You had so much to rebuild, having been bombed by both the Germans and the Allies. The other cities of Europe have an easy time boasting of their beauty… You have a beautiful little zoo… They told me that during the bombing the zoo was destroyed and the animals fled to the streets, but returned of their own volition… It is truly a lovely tale – though I do not know if it is true. Alfred Hitchcock

Rengarenk şehirdir Belgrad... Adı beyaz, bahtı kara, mâzîsi kızıl. Boyacı küpüne düşen tilki gibi değildir lakin. Tilkidir ama öylesi değil işte... Kalplerdeki sevginin turnusolu gibidir, Bağnaz popülizmi söker alır bilinçli ve bilge muhabbetin sırtından. Halit Revaha Zini, Psikoloji Master Öğrencisi

Belgrad, partizan bir anne-babanın sıkı ortodoks aile ortamında yetişmiş, Avrupa’da okuyan kızıdır. Ve Newyork’a olan aşkının dilemmasını yaşamaktadır. Ve beyaz değil gridir.

Büyük Belgrad olma uğruna Küçük İstanbul olmayı reddetmiş şehir.

Bilal Yakup, Stari Grad temsilcisi

Enes Güler, Novi Grad temsilcisi


Tunayla Savanın birleştiği yerden kalemeydana İstanbul kapısından girilen Titonun, Karadzicin şehri Belgrad.

Belgrad Balkanların Oturma odası, İstanbul’un fragmanı, Avrupanın mini buzdolabıdır.

Ahmet Özcan, Balkan Sevdalısı

Emin Akben, Dış Türk

Rotterdam ile birlikte İkinci Dünya Savaşında önce Almanlar, sonra müttefikler tarafından bombalanan iki şehirden biridir. Mahir Pekalın, okur

Doğu-Batı kültürünün buluştuğu enfes şehirlerden… Bir de sokaklarnda dolaşan savaş suçluları olmasa ruhu da arınacak, çok daha güzelleşecek. Savaş dönemi sorsaydınız şöyle derdim "Bize benzerlikleriyle bazen kendimi evde, bazen de tetiği ensemde hissettiğim şehir" Şerif Turgut, Savaş Muhabiri

Gülbankların hala çekildiğini duymak için bizden bir iz kalmasına gerek olmayan şehir. Sava'da kahraman bir düşman olarak yatıyoruz, güneş hala Belgrad'da bizim üzerimize batıyor. Furkan Çalışkan, Şair

Tuna nehrinin ruh üflediği. Tarihinin derinliklerinde şanlı akıncıların nal seslerinin duyulduğu; uğrunda ölümlere gidip geldiğimiz şehir. Süleyman Gündüz, Fotoğrafçı,Yazar

Tuna ve sava'nın meşk ettiği güzel şehir. Ata yadigarı ancak emin ellerde olmayan beyaz şehir Enis Bahadır, Sancaklı MKYK Üyemiz


drawing: Kemal Mehmedovic


26 FLERT I ODANOST - MIRZANA PASIC KODRIC + 27 YALNIZLIĞA ÇIKAN AĞAÇ - FAYSAL SOYSAL + 29 ORADA OLMAYAN ADAMA MEKTUP III - BİLAL YAKUP + 31 BALİNA VE YILDIZ - SEYHAN GÜNAY + 33 BEN BİR BAŞKASIDIR + 36 ERİK YASAĞINA BİR TEPKİ OLARAK YENİ DÜNYA - KUTLU KAĞAN DALKILIÇ + 38 KODA - MARKO POGACAR + 39 EKSİ TOPRAK - YASİN ONAT + 40 YOL DEDİM HER ŞEY YOLDU - EMRAH YOLCU + 43 HAREKET ÜZERİNE MÜLAHAZALAR - A. FURKAN DEMİR + 44 NI U VREMENU NISAM - AHMET HAMDİ TANPINAR


Mirzana Pašić Kodrić

Flert i odanost Oprosti mi, Hercegovino, malo jesam flertovala s kesicom puter-kokica u Arizoni, limenkom Pepsija iz Phoenixa uz nemasni hamburger u McDonald'su. Znaš, baš tamo, gdje je Beyonse radnim danima skidala i boju s McDonald's stolica, a Rihanna vikendom nazdravljala autima što stolice ne trebaju dok preko mikrofona odvoze svoj ručak. Oprosti mi, Hercegovino, malo sam flertovala, flertovala jesam, ali se nisam, Hercegovino moja, ni u autu, ni na plastičnom tanjiru, ni radnim danima, ni za vikend, udavila svojom slobodom. I bijesna na tebe i tvoje cijelo pleme, samo tebi, uvijek sam se gladna vraćala, da iz tvoje loze, sita i zapeta, rodim svoj grozd.

26


Faysal Soysal

Yalnızlığa Çıkan Ağaç Dalına çıkmış bir elma görsem nerde Acırım Ses olsa sustuğum dindirmez acılarımı Adımlarımı dindirmez sel olsa kustuğum. Fatihalar okunur üstüme Geçtiğim caddelerde uzaktan mersiye sesleri, Kutlu biri değilim oysa Biriken bir ölü olmaktır kendiliğim Vururlar, bırakırlar oralarda ölüler Seslerini iklimlerin tenha gölgelerime Durduğum yerlerde Başka bir canlı mezar bulup Kavga gürültü kaçınırlar, bütün sesler Suskunluğun mezar olduğu seslerimden.

27


Drawing: Ali Enes Åžahin


Bilal Yakup

O R A DA O L M AYA N A DA M A m E K T U P I I I “Once there was only dark, If you ask me, the light's winning.” Rust, True Dedective

“Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor anlıyor musun?” Oğuz Atay Olmadığın yerde yaşamak zordur. Dünyanın tutar bir yanı kalmadığına değil de, tutunamadığımıza şaşıranları da anlıyorum! Bir asansör boşluğunun ürpertisi var gözlerinde. Baktıkça, üşüyorum. Gündemin karaya vurduğu konular var. Sana anlatmak isterdim ama boşver. İntihar mektuplarının akademik tezlere ürün olduğu bir ağdan yazıyorum sana. Neo, Baudrillard’ı öldürdü;

Morpheus Zion’u turizme Stalker’ın Zone’ı milli park Throreau kulübesi müzeleşti. Matrix’ten çıkış kodunu tuşladım. Bu simülasyondan yok.

açtı; oldu; eksik çıkış

Dünyaya alışmamış ve alışmayacak adımlarla yürüdüğü filan da yok kimsenin. Bu dünyada garip bir yolcu olmak mı? Şehir rehberini kaybetmiş şaşkın bir turistin adımlarıyla turluyorum. Vasıfsız eleman ilanıyım gazete sayfalarında. Marx’ın bankaya, Dostoyeveski’nin kumarhaneye borcu var. Fight Club, Warner Bros stüdyolarında kuruldu. Microsoft’ta işe başlayan bir hack-

29

erın başarı öyküsüne öykünen Subcomante Marcos tişörtlü çocukların sahiciliği var herşeyde. Satre’nin devrimden korkan komünistleri var. Yarın, Delilik filmimin galası var. Deliler giremez! Bence, Rust da aldanıyor; kazanan, karanlığı bastıran aydınlık değil, aydınlığı karartan ışık. Elimizden alınan karanlık. Aydınlanmanın yok ettiği karanlık…


İlüstrasyon: Seyhan Günay


Seyhan Günay

Balina ve Yıldız Öyle aşıklar, öyle yanmışlar ki birbirlerine gözleri hiçbir engel görmedi. Oysa biri okyanusa ait bir balina, diğeri gökyüzüne ait bir yıldız. 'Seviyoruz' dediler. Neresi kötü, nesi imkansızdı ki? Yıllar boyu birbirlerini izlediler uzaktan uzağa, doyamadılar. Gün geldi vuslat arzulanır oldu, yıldız dayanamadı atladı kayığına kayıverdi okyanusa gel dedi yanıma, artık kavuşalım 'güneş sönsün, biz yanalım' balina ıslak koca gözleriyle bakakaldı öylece. Yükü onu öyle ağırlaştırmış, denizine öyle mahkum etmişti ki özür diledi, elinden daha fazlası gelmedi. Yıldız kahroldu, geri döndü. Ne birbirlerinden vazgeçebildiler, ne de kavuşabildiler hep sevdiler. ta ki biri karaya vurana, biri boşlukta kayıp yok olana kadar.

31


Bilal Yakup

BEN BIR BASKASIDIR “Down the streets I walked with you Seeing others doing things we do Now these thoughts are haunting me” -Sixto Rodriguez 32


Uzunca bir yoldan gelmiş adamın bakışları vardı gözlerinde. Nereye vardığını anlayacak bir iz arıyordu besbelli ki. Zamandaki sabitini bulamamış da, zaman ve mekan içinde atlamalar yapıyor gibiydi aklı. Dalıp gidiyor, ardından irkilerek gözlerini bir kıyamet sahnesini bakar gibi açıyordu. Novorossiysk sahilinde, banklarda oturmuş Karadeniz’e bakıyor ve limandaki gemilerin nerelerini gittiğini hayal ediyorken, birden çıkıvermişti karşıma. Ne bir şey söylüyor ne yanımı oturuyor ne de bana bakıyordu. Çok zaman geçmeden yere yığıldı. Aldım banka oturttum. Kısa bir süre sonra kendine geldi. Benden utana sıkıla bir sigara aldı. Sigarayı yakışıyla yarılaması arasındaki mesafe çok kısaydı. Bakışmıyor ve konuşmuyorduk. Ben sigarası bittiğinde ona yeni sigara uzatıyordum, o derin derin içine çekip, benden yenisini alıyordu. Son Papirosa paketim de bitmiş ve gece yarısı olmuştu. Aramızdaki sessizlik dünyayı daha gürültülü bir yer yapıyordu. Sokak lambalarının cızırtılarından kafamda melodiler kurmaya başlamışken, geldiğinden beri sigara yakmak ve içmek dışında hiçbir şey yapmayan bu adam, birdenbire bir şey hatırlamış gibi sırt çantasının içinde bir şeyler aramaya başladı ve bulunca bana döndü ve oturduğumuz banktaki ikimizin arasındaki boşluğa silahı koydu. Bir şeyler söylememi bekliyordu fakat ben kırk yıllık kiralık katil gibi soğuk-

kanlılıkla bu Magnum 44’ü elime aldım ve “Rus ruletine inanmıyorum.” dedim. Banka yasladığı gitarını kutusundan çıkardı ve eline aldı. • “Biliyor musun,” dedi, “Ben bilmiyorum nerede olduğumu.” • “Nereye gidiyorsun?” • “Bunu nasıl bilebilirim ki?” “Soon you know I'll leave you And I'll never look behind 'Cos I was born for the purpose That crucifies your mind So con, convince your

Tekdüze bir hayatın otabanından çıkıp, bu benzinlikte nirvananın kafasına sıkacak kadar yakına gelmişken, benim gibi bir otostopçu bir grup geldi kaldığım benzinliğe

mirror As you've always done before Giving substance to shadows Giving substance ever more” En başından işlerin böyle sarpa saracağını tahmin etmeliydim. Şimdi burada bu körkütük sarhoş Rusun edeceği iki kelime mi beni kurtacaktı? Aradığım şeyi bulamamıştım. Ne aradığımı da bilmiyordum ya! Belki de en başından beri beni bitiren şey buydu.

33

Aylardır yürüyorum. Otostop çektiğim vakitler delirecek gibi oluyordum. Beklemek cehennemdir diyen Şekspir halt etmiş. Bekliyor olmak insanı yaşatan bir şeydir. Umut insanı öldürmez, yürütür. Otostopa başladığım ilk günler beklerken, beni neyin beklediğini bilmiyor oluşum beni rahatlatmaştı. Uzaklaşıyor ve kaçıyordum. Neyden kaçtığımı sormayın hemen. Beni neyin beklediğini bilmediğim bir yolculukta neyden kaçtığımı sizce hesaplıyor olma ihtimalim Rus ruletinde kaçıncı tetiktir? Bence bu rus ruletinde beşinci ihtimaldir. “Kendi ülkesini cana yakın bulan adam henüz işin başındadır.” Nereye gideceğinizi bilmeden hiç klilometrelerce yürüdünüz mü?. Neyse. Böyle bir yürüyüş insanı dünyadan yalıtıyor. Şu gördüğünüz uzun, ışık saçan caddeler var ya, hepsi bir lanet kara deliğe dönüşüyor. Ama lanet olsun ki, o sesler var ya o sesler hiç bir zaman peşinizi bırakmıyor. Bu rastgele yürüyüşte, içinizde bir sayıklama gibidir hafızanızdan silmek istediğiniz o sesler. Size anlattıklarım ne güzel değil mi? Bütün bu olanların bir edebiyat malzemesine dönüşüyor olması ne kadar kahredici bir şey!. Ama insan ne olursa olsun anlatmak istiyor işte. Anlaşılmak, bilinmek istiyor. Bilgisayarın karşına geçtiğim an Dostoyeveski'nin Delikanlı’sı geldi gözümün önüne. Onun yazmanın ne


kadar alçakça bir şey olduğunu söylediği gün, uzun yıllar yazmayı bıraktım. Daha sonra işte Dostoyesvki’nin delikanlısı Dolgoruky gibi, beni hayatın yazmasam çıldıracak noktasına getirdiği gün, başladım yazmaya tekrardan. Neyse, kamera arkası da kurguya dahildir diyerek geçelim bu bahsi.

düzleşir, hayat normalleşirdi. En nihayetinde herşey sıradandır. Vampir zannettiğin petrolcü sana su veren bir insana dönüşür. Nasıl gidiyor diye sorar, berbat dersin, güler. Hey adamım deyip, sana dünyanı kurtacak bir söz söylecek zannedersin tıpkı filmlerdeki gibi ama vodkasından bir yudum alıp önünde gazeteye bakar. Kimse size gidiyor mu diyor sormaz, çünkü hayat bu, hep akıyor olmalıdır.

sadece küçük, harap bir marketi vardı. Tırlar burada durmazdı. Yakıt almayı unutan, bir kaç yolunu şaşırmış tırcılar gelirdi sadece. Ama gündüzleri yakıt alan yüzlerce araba olurdu. Bilmem hiç hissetiniz mi, otobüs duraklarında, çarşılarda, otogarlarında giden insanların o yeri anlamsızlaştırdığını. Sanki her giden bir taşını almışta bina çıplak kalmış Bu uzun yollarda rastgele yürüyüş gibi. Bunu ıssız bir dağda ya da insanın geçmişiyle arasındaki ormanda hissetmek imkansızdır. bağlantıyı koparır ve artık bilinciniz Onun yalnızlığı yabanidir. Yalnızlık zamanın karanlık dehlizinde serbest- “Tüm yeryüzünü doğduğu ülke gibi mı dedim lanet olsun. Nefret ediyotir. Bir çok kez bu boşluğa düştüm gören insan ise fazla ileridedir.” rum bu kelimeden. Sorsan herkes saatlerce ne yaptığımı yalnız anasını satayım. bilmeden yaşadım. Beni İçimizde bu kadar insan kendime getiren o lanet birikmişken ne kadar O günün sabahları unutmak istediğim yalnız kalabilirsin ki? post-apokaliptik filmlerin anıların sesleriydi. Rus ruletinde dördüncü Meğerse hayata onlarla kademidir bence bu. kahramanları gibi olurdum. tutunuyormuşum. Yol Yalnızlığı yüceltenleri de Paranoya ve şizofreni elele uzadıkça sesler azaldı anlamıyorum. Beni yürüyorduk. daha derinden gelmeye yanlış anlamayın, ben başladı. yalnızlığa inanmam. Otostop denemelerimin Neyse, ne diyorduk, başarısız olduğu günlerin gecesinde- Hayatım şehirdışındaki ıssız benzin- evet benzinlikler bu dünyanın gettoki uykulardan nefret ediyorum. O liklere dönüşmüştü. Kim iddia larıdır. Her yerde aynıdır. Dünyanın yorgunlukların sizi nerelere götüre- edebilirdi ki bu benzinliklerin dünya- karadeliği. Buralara düşüşümüz ceğini hayal edemezsiniz. Hayatım- da olduğuna. İnsanların hayatları belkide ondan. Benzinlikler daki en kötü anların montajıyla burada yörüngüsünden sapmıştı. Platon’un mağarası gibi, her giden ortaya çıkarılmış felaket bir filmdir o Binlerce insanın olduğu ama kims- araç gölgesini bırakır. Sen o gölgeyle rüyalar. O günün sabahları post-apo- enin olmadığı bir yer… Çalışanlar- yaşarsın. Uçucudur yazar ya kaliptik filmlerin kahramanları gibi dan bazıları burada yatardı. Günler yapıştırıcıların üzerine. Çok ilginçtir. olurdum. Paranoya ve şizofreni elele sonra şehre indiklerinde, uzaylı gibi Bir şeyi yapıştıran şey açık yürüyorduk. Rüyanın dehşetiyle hissetiklerini söylediklerinde bırakıldığında uçup gidiyor, yok inandırıcılığı doğru orantılıdır. gülmüştüm. O benzinliklerde bazen oluyor. Aklımız biraz böyle çalışıyor Dehşetli bir rüyadan sonrasının ben de uzun zaman kamp yapmak sanki. Bir şeyleri algılamak, anlamuyanıklık mı rüya mı olup olmadığını zorunda kalırdım. Bir defasında landırmak zorunda. Bizi dünyaya sormanız uzun sürer. Bazen bu fırtınanın ve yağmurun eksik yapıştırıyor. Bir yol hikayesi için çok dehşetli rüyalarla haftalarca olmadığı 1 ay geçirdim. Hiç bu kadar felsefe, diye düşünenleriniz yaşardım. Bir süre sonra yollar çıkamadım benzinlikten. Benzinliğin çoğunlukta elbet. Niçe, çok uçurum34


lara bakmış olmalı ki, uçuruma bakınca, bir yerden sonra uçurumda size bakmaya başlar der. Boşluğun sizi sarması nedir anlatamam. Tekdüze bir hayatın otabanından çıkıp, bu benzinlikte nirvananın kafasına sıkacak kadar yakına gelmişken, benim gibi bir otostopçu bir grup geldi kaldığım benzinliğe. Sarayın muhafızları tarafından yakalanmış Budha gibi hissettiysem de, kana bulaşmıştı bir kez hayat. Onlarla oradan ayrıldık. Sonra bir yerde yollarımız ayrıldı ve beni şehre yakın bir yere bıraktılar. İlk otostop denemem de, kırmızı bir Raf Latvija minibus beni almıştı. Yeryüzüne bir çingene minibüsüyle iniyordum. O kadar yorgun düşmüştüm ki ayazın soğu yüzüme vurduğunda anca kendime gelebilmiştim. Gözlerimi açmaya kalmadan gitmişlerdi. O Sovyet minübüsünün karanlıkta uzaklaşan stop lambalarından sonra bir karanlığın içinde kalmıştım. Yeryüzündeki ilk gecem için bana bir hoşgeldin partisi olarak neyim var neyim yok alıp kaçmışlardı. Bu dünyadan kaydım silinmiş gibiydi. Hayatta olduğuma dair elimde tek belge yoktu. Pasoportum, paralarım, telefonum… Oysa trene atlayıp Sibirya'ya kadar gidecek, Raskol’u bulacaktım ama yolun sonuna geldiğimi hissettim. Çakıltaşı yollar da olmasa bu bu ıssız bozkırın dünyanın yaratıldığı beşinci günde olduğuna yemin edebilirdim. Hiçbir şey görmeksizin karanlığın içine doğru yürüyordum. Yolda olduğumu çakıllardan anlıyordum. Yol

boyunca çingeneleri düşündüm. Rus ruletinde beşinci tetikte değişmeyecek insan yoktur. Kimse beşinci tetiği göze alamaz, çingeneler dışında. Beşinci tetiği gözünü kırpmadan çekipte kazananlardır çingeneler. evleri, yurtuları yoktur. hayata tutunmaya çalışmadan tutunurlar. “Ancak düzgün insan odur ki dünyanın tamamı onun için yabancı bir ülkedir.“ Sonra Rimbaud’un dizeleri geliyor aklıma. Ama öyle ne bileyim sanki ben o olmuşum gibi. Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş doğada, deyip atlayıp gitmişti gemiye. Para kazanmak için olduğunu söylemiş ailesine. Yalan söylediği düpedüz belli. Ben bir şey söylemeden gittim. Benim gidişim kaybolmak içindi. Ölmek istemiyordum. Yaşadığım dünya tek değildi hissediyordum. Bulunmak istiyordum. Kim tarafından ve neden bilmiyordum ama. Lacivert mavisi gökyüzüne bakarak, yolun kenarında otların içinde yattım. Sabahı beklemeye koyuldum. Hiç de romantik bir yanı yoktu. Rouusseu’ya sövdüm. Hiç gelip yatmış mıdır böyle diye söylendim durdum. Aklıma bir sigara yakmak geldiyse de, o pislik çingenelerin cebimdekileri de aldığını hatırladım. Beni benzinlikten çıkaran o otostopçu çocuklara küfrettim biraz. Gecenin mavisi, gittikçe açıyordu. Sabah bana getirecekti bunu bilmeden bekliyordum işte. Sabah olmuştu ve uyuyamamıştım. 35

Gördüğüm manzara karşısında kahrolmuştum. Çingeneler beni bir ovaya bırakmıştı. Şehirden kimbilir yüzlerce kilometer uzaktaydım. Yolların hiçbir yere çıkmadığı bu ıssız bu uzun yollar beni delirtecekti.

Eğer yolun sonunu görüyorsanız ve çok uzaktaysa, olabildiğince gaza sonuna kadar yüklenirsiniz. Sonunu bildiğiniz bir hikayeyi okumak kimsenin hoşuna gitmez. Hayatın gizi, Rus ruletindeki kurşun gibidir. Eğer boş ya da tamamen dolu olduğunu bilirseniz bu oyunu oynayamazsınız. Ben de oynamadım. Yanımdaki adamı vurdum.


Kutlu Kağan Dalkılıç

ERİK YASAĞINA BİR TEPKİ OLARAK YENİDÜNYA Çocuğun kıza erik almasına izin verilmeyen bir diyardan sesleniyorum: Erik almanın ötesinde bir poşet yenidünya alma hayaliyle kapıdayım. Biliyorum erik aldırmamak için zorunlu yasaklar koyan bir ülkeye, yenidünya poşetleriyle girilmesi de yasaktır elbet. Ancak amacım erik alınmasına yasak koyan ülkeler değil. Bireysel özgürlükleri çoktan geçtim. Yasak konan her ülkede doğan refleksler gibi ben de veri kimlikleri üzerinden konuşuyorum bugün.Yani yenidünya poşetlerinin içinde getirdiği güzelliklerle kapını çalıyorum. Yenidünya'nın veri kimliğiyle konuşmaya mecbur bırakılmış,eriklik hakları yok sayılmış, bir güzele alınması dahi yasaklanmış erikler tuzlanıyor içimde.

Bu ülkenin güzelliğe dair ne varsa yasakladığı bir direniş hareketi gibiyim bugün. İçimde halklar ayaklanıyor ve bir arkadaşın bahsettiği gibi; Nereye Allah'a şirk koşan bir füze düşse, içimde Çeçenler kıyama duruyor. Ve nerede güzel olan erikler yasaklara entegre edilse içimde bir yeni dünya hareketi doğuyor. Biliyorum, her şeyin farkındayım. Eriklere yasak konulması da ülkenin menfaatine. Ülke sınava hazırlanıyor dünya arenasında, onun için her direniş hareketini susturmak zorunda, gerek askeri bir susturma gerek ekonomik, gerek kamusal bir susturma. Zaten tüm Avrupa ülkelerinde ve özgürlük beşiği Amerika denen yerde de böyle oluyor. Nerede bir erik yeşil olmak ve bahar günleri

Nereye Allah'a şirk koşan bir füze düşse, içimde Çeçenler kıyama duruyor. yeşermek istese, ya da bir kıza verilmek istese; piyasa ekonomistleri faiz artırıyor, dolar yükseliyor, anayasalar fırlatılıyor. Bunları biliyorum , bir ülke zaten ne zaman bürokrat takılsa hep yeşil erikleri siyaha boyayıp yola devam eder, kendisi de siyahtır aslında ama siyaha yeşili entegre eder.

36

Ama hesap edemediği bir şey var bu ülkelerin, ne zaman bir kıza bir yeşil erik almak yasaklansa, toplum daha büyük gümbürtüyle bir başka yenidünya hediye etmeye hazırlanıyor kıza. Yani kıza hediye edilemeyen erikler veri kimliğiyle konuşmanın tahakküm aracı oluyor ve yeşil olarak verilemediğinden kıza sarı olan bir başka yenidünya diyalektiğiyle kendini gösteriyor. Yenidünyalar sarı olmak durumundan dolayı hiçbir alakası olmayan yeşil erikleri temsile hazırlanıyor. Aslında hediye edilmenin bile yasak olduğu ülkelerde yenidünyalar yeni bir dünyaya hazırlanıyor. Çözüm teröre bulaşmayan hiçbir eriğin çocuk tarafından kıza verilmesine bir yasak konulmaması, yenidünyalar da eriklerin haklarını veri kimlikleriyle savunmaya kalkmayacaktır böylelikle. Yeni bir dünya için yenidünyalar yalnız kızlara verilecek bir kese kağıdında hediye tadında gelsin ümidiyle...



Marko Pogacar

Koda Razvijaju se godine kao zastave, vrijeme u vjetar umotano. vlaga pod kožu prodire, poslovi truleži polako postaju javni. jesen je izbila kao kamen: šipci pod pritiskom pljuju zube iz svojih slatkih lubanja. tko peče rakiju ulazi u savez s voćem, savez koji se s noći obnavlja. noću kad tama kroz krave prolazi grušajući se s mlijekom u punim kantama, kad se po selima spuštaju brklje ništeći put do opoziva, a zemlja zatrta nebom miruje: nigdje i ništa. nema vremena.

38


Yasin Onat

Eksi Toprak Herkes bir duvar, herkes yolunda sabahları akşamlara bağlayan Enine boyuna toprak bir gün kabına hiç sığmayan.

Yırtıp atıyor bir zamanlar söylediği yaman sözleri dudağından kanatarak. Kanatarak geçmişini alevlenen gözleriyle Bağırıyordu ihtiyar kadın yol kenarında avazı çıktığı kadar Sıfırdı oysa yalnızlık hanesi gençliğinde.

Ve eksiğiyle müsemma her insan tekrarların burgacında

Kuşandım ele avuca sığmayan eksikliğimi Yürüyorum kendimle diğerleri arasında...

Bilseydi yanında bir ses gibi duran ağacın yıllardır hiç belini bükmediğini o zaman anlayabilirdi, yoktu çünkü bir ağacın yalan söyleyebileceği ikinci bir dili ne de unutabileceği bir günahı… Teyit edilmiş her nisyanın malumatıyla Sakınmak heykel gölgelerinden, toz tutmuş tenlerin vakti evvelde eskiyen libaslarına neler vaat etmeli insan kendine, kendini bulursa? Gördüm. Baharı olmayan bir yaz ne yaparmış insana elde olmayınca. Duydum. İsmimi geçmişe adayan ve bir sır gibi fısıldayan ben değilmişim aslında. Yıpranıyordu restore edilmemiş evler gibi Rüzgâra tutulmuş penceresiz evler gibi Bedenlere saplanmış, sanki toprağa hükmeden kılıçlar gibi Bir gül yaprağına yaslanan tarihsiz çocuklar… Koyu kahverengi gözleri bir âmânın, yansıyordu her gün baktığı siyah beyaz hayat duvarına Eskidendi demeye dilim varmıyor Toprak insan kokarmış el değmeyince elbet aslına! Şimdi bir duvar dibindeyim, soğuk ve yılgın duvarlar dibinde. - mühim değil mesafesi Herkesin arkasında biraz saklandığı kadar.

39


Emrah Yolcu

YOL DEDIM HER SEY YOLDU Hakikatin yoluna azıksız çıkılır. Hakikatin yoluna çıkılır ama yıkıp geçer o önüne çıkan tüm engelleri. Ona doğru yürüyen her adım onun kendisine olan bir engeldir. Ona doğru yürüyen her adım hakikat gömleğinde bir düğmedir ama her düğme ilk düğme olduğundan gömlek hep daha ilk düğmeden yanlış iliklenir, iliklenmiştir. Rüzgâr gelir sevişir gömleğimin açıklığından girerek gövdemle. Serin ellerini duyarım göğsümün içinde, alıp götüren ellerini inimin içinde hülyayla duyumsarım. Yalnızlık gelir açar iliksiz kemiklerimi. Kaynatır kör kazanlarda onu düşlerin cılız çocukları için ve içirir onlara. Yola çıkarım, yola çıkılır. Tokluğu dert etmek olmaz bu yolda. Aç ve azıksız çıkılır ama heybesiz çıkılmaz. Boş bir heybe olmalı mutlaka. İçine ne konacağı yolculuğa bağlıdır.

Yolcu artık zamanı düşünmez. Zaman artık yolcuyu önemsemez. Sabah akşama, akşam sabaha varamayacakmış gibi yürür durur. Yürür halde durur. Devingen bir kaskatılıkla… Yüzünü kentin korkuluklarına asarak. Onu küçük düşürecek yazılar yazarak sağdan sola, soldan sağa, yukarıdan aşağıya ve yüzeyden derine bir ırmak batırarak kanatır tırnaklarını. Adacıklara basarak kör bakışlardan olma adacıklara. Susarak ağızları açık birer mezar olanlara. Varmak ya da varmamak pek mühim olmamalıdır onun için. Varmak ya da varmamak, işte bütün mesele bu. Gövdemizin katlanması mı güzel zalim yolun tokatlarına, yoksa dürüp ayaklarımızı kalmak belasına karşı dur, artık yürüme, demesi mi? Yürümek, uyanık olmaktır sadece. Hiçbir acıyı es geçmez yolda olan. Yolda olmak, kendinde 40

olmamaktır. İnsan başkasının durağıdır sadece. Ağırlar, ağrılar içinde uyutur, uğurlar, unutur hatırlar unutur. Yatırlar kurar düşleri için. Düşbaba’yı yatırır orada. Ona dualar okur, selâlar okur. Ona hırkalar dokur hüzün lifinden, çaputlar asar kabrin toprağından gövermiş ulu çınara. Diler, artık dileyememenin ağrısının geçmesi için bir aman. Bir zaman, topladığı bütün hatıraları unutmak için. Yürümek, sadece yürümek. Hanok gibi yürüyerek göklere erişmek. Hüthüt gibi ardına bütün bir kuş varlığını alarak sona erişmek ama sonda olmamak, ona kavuşmak ama onda olmamak, varmak ama reddedilmek. Yüzyıllarca, tek bir nokta üzerinde yürümek. Eğer yolcu, yolu yanlış bir yöne sapmış ve aradığını bulmuşsa hemen terk etmelidir orayı. Yolcu, vardığında yeniden yola düşendir. Yolu yeniden göze alıp, oraya bitimsiz bakışlar besleyendir. Bakışlardan bir gerdanlığa adımlarından çamurlu inciler dizendir. Mahrem bir elle tutup yol gerdanlığını boynundan çekip kopararak incileri dağlara vadilere savuran varlığı yitirip onu aramaktan yorulmamalı yolcu. Varmak, ancak vazgeçmekle mümkün olabilir. Ya yitirdiğin anda bulursun, ya bulduğun anda yitirirsin ya da bulduğunu elinde tutar yitirmekte cimrilik eder ve yitirdiğini anımsamak için yollara ipuçları bırakırsın işte o zaman yollarda; Aradığımı buldum, aradığımı buldum, aradığımı buldum. diye gaibin Mecnûn’u olursun.


Bu âşıktır, deyu kimse ciddiye almaz seni. Yoldan, duraktan, menzilden, vasıtadan ve ayaklarından vazgeç ama yolculuğu sakın. “Gerçek yolcu, yalnızca gidebilmek için gidendir.” diyen ozan gibi, seni yolla hemhâl eyleyenin sadece yolculuğun aşkı olduğunu unutma. Çorak düzlükleri, pusudaki yırtıcılarına rağmen geçen, içine karşı konulmaz bir pusula gibi yerleştirilen içgüdüsünü takip ederek sayısız ölümlerin içinden cesetler bırakarak geçen, tamamlandığında aynı göçe bir daha bitiş çizgisinden başlayarak kısır döngüde yolculuk edip duran antiloplar gibi, sadece gitmek için gidebil. Dönüp dur, kızıl bir urdan gezegende. Yolcu, ayaklarının onu hiçbir yere taşımayacağını bilmelidir. Uzun yıllar, sonsuz geceler boyu yürüyecek ancak ayakları onu bir yere taşıyamayacaktır. Yola bir şey bulmak için çıkılmaz. Yola çıkıldığında yoldan da çıkılır. Ama bir şeye denk gelindiğinde de ki: Doğru yoldayım; ama bu adımlarımın doğruluğundan değil, yolun yanlışlığından olsa gerektir. İki eksi değerin bir artı değere dönüşmesi olabilir bu. Üst üste binmiş iki hiçlikten doğmuş bir nesne ya da katlanmış bir sessizliğin kat izinden sızan ses akıntısı. Doğru yol diye bir şey yoktur çünkü. İnsan, yanlıştır. Bu yüzden onunla ilintili hiçbir doğru yoktur. Her şey ama her şey bir yanlış anlama ve anlaşılmadan

ibarettir. Bu yüzden iyiyi ve kötüyü, sahteyi ve hakikati düşünmeden yalnızca yürümeli insan. Çocukluğunu heybesine katmalı, güneşli kahkahaların kalbine yürüyüp her şeyi unutmalı. İnsan, çocukluğundan kalır kendisine. Herkes, çocukluğunun yara üstü olan bir yaşamı sürer. Her insan, çocukluğundan arta kalmıştır. Yolculuğun dümeni çocukluğa çevrilmeli. Bu mümkün olamayacağından belirsizliğe doğru yürüme-

lıkta bir yol bulacaksın, yola çıkıp yoldan çıktığın hüzüngâhta bir kapısızlığa varacaksın, kapısızlıkta açılacak duvarlar var, duvarların gözleri var bakmayı bilirsen, duvarların elleri, omuzları, karnı ve boynu var, oraya varacaksın, kendini yaracaksın, çekirdeğini alacaksın, oraya gömeceksin, orayı gömeceksin, ona bakacaksın, onu sulayacaksın, onu hiçliğe ulayacaksın, onu kanına bulayacaksın, onu doğuracak, onu terk edeceksin, sonra göreceksin ki hiçbir şey olmamış, Varmak, ancak hâlâ başındasın yolun, vazgeçmekle hâla düşememişsin yola, mümkün olabilir. yola düşen ağlamaz, yola Ya yitirdiğin anda düşen kalkamaz, yola bulursun, ya düşen bulunamaz, yola düşenin dizleri kanar, bulduğun anda yola düşen bir başka yara yitirirsin aramaz, yola düşen sargı dilenmez, göreceksin ki yola çıkarken attığın ilk adım yere değmemiş daha ama yüzyıllar geçmiş, ya yüzyıllar li. Yürümeli. Yürümeli. Yürümeli. Ayakları kanayana değin yürümeli. gelecek sandın ya da bitmek tükenYollar kanayana değin yürümeli. mez bu bir anlık sonsuzluk bitecek, Ayakları kabuk bağlayana değin, aldandın ki aldan, yolculuk aldanyollar kabuk bağlayana değin maktan başka nedir, yola çık, yol açık yürümeli. Bulutlar abuk bir yağmur ama eşik yok kapı yok, yol açık ama bırakana değin yürümeli. Konutlar ayakların kapalı, yol açık ama delik sabıkalı bir konuğu yutkunana değin deşik edilmiş toprağın bağrı, insanlar yürümeli. Yalnızca yürümeli. O, gömülmüş diri diri, çiçek vermiş yolunu kendisine ulaştırmak için ölüler, yeni ölüler için ölülerin mutlaka bir hileye başvuracaktır gövdesi kazılmış gömülmüşler oraya zaten. Sana yolda oynanan oyunlara yeni ölüler, oradan da baş vermiş kan, sunulan elmaları ısır, içkileri yeni ölüm çiçekleri, çiçekler de yudumla, döşeklerde yat, yağmurlar- kazılmış ama açık bırakılmış, çocukda ıslan, çığlara katıl, çığlıklarda lar gömülmüş yola roketatar, kimyçatla, aynalarda yüz, kapılardan geç, asal silahla, topla tüfekle, dille kapıları geç, kapısızlığa var, kapısı- yürekle, başla bilekle öldürülmüş 41


çocuklar, derisi bir mum gibi eriyen çıplak çocuklar, bir çiçek olarak gömülmüş ve tersine büyümüş ve ululuğun karanlığında baş vermişler, baş vermişler bir oyunda çocuk kalabilmek için, yola çık ve emekle, yavaş yavaş öğren yürümeyi, önce ayağa kalk ve sonra savur ayaklarını deli bir tay gibi, çılgın bir yay gibi, bir misket gibi yuvarlanmış dolunay gibi, katıl ve kaybol hiçliğin kervanına, yola çık ve ondan bir ses bekle, onun sana seslenmesini bekle, onun sana seslenişini duyduğunda yükleneceğin günahı yeryüzündeki ağaçlar kalem sular mürekkep olsa yazamaz, yeryüzündeki ağaçlar kama sular kan olsa yazabilirler belki onu duyduğunda unuttuğun şeylerin günahını, yola çıkmak günahtır, yola çıkmak bedbahttır, yola çıkmak binahtır, aaaaaahhhhhh, bu nasıl bir siyahtır bütün renkler onda apaçıktır, zaman denilen nehir sonsuz bir gün ahtır, varmayı unut, görmeyi, bulmayı, onda yitmeyi, onu yitirmeyi unut ve anımsa, sadece yürüyüşü, yolu, emeği, yorgunluğu, boş heybeni, çürümüş azığını, çürümüş ağzını, çürümüş yalnızlığını, çürümüş azını, çürümüş çoğunu, çürümüş yoğunu anımsa. Azığın varsa, yol da bitecek demektir bir yerde. Yola azıksız çıkmak; açlığın ışığına inanmaktır. Ya yol yoksa? Bunu hiç düşündün mü? Ayaklarını sergileyeceğin bir çizgi yoksa bu hazin yaprakta? O zaman neye yarar o doru atlar, o ürkütücü okyanuslar, ufku aşan gri uzantılar, yollarda bizi tutan

bulantılar niçin oldu öyleyse? Biri çıkıp söylese, “Yol var, orası var, orada bir yer var, o belde var, seni beklemekte, yollarını gözlemekte, onun yolları hariç bir de senin yolların var, o da sana doğru yürümekte, her şey sen ve ona bölünmekte, seni ona götüreceğim, onu sana getireceğim, ağlama, o da ağlamasın, ölümü de aşan, ruhu da, sonrasızlığı ve sonu da aşan o yerde vuslat var, size yolları yollara sizi göstereceğim, eğer şimdi her şeyi terk etmeye hazırsan ve o da hazırsa senin için altın bir gemle bağlandığı elmas koruluğu terk etmeye, hadi ağlama, o da ağlamasın, kalk ve bile ayaklarını, kalk ve bil ayaklarını, onu öğren, ezberle, o müthiş şiiri söyle kanlı şafaklara karşı, inanmıyor musun yoksa seni ona götüreceğime, en azından onu sana seni de ona ima edeceğime? Sen şehadet etmelisin ki yol var ve sen yine şehadet etmelisin ki sen onun yolcusu ve uğultususun. Hadi, kalk ve silkelen, çırp kendini giyilmiş bir gömlek gibi, bir sofra bezi gibi. Silkele ve dök üzerindeki ekmek kırıntılarını seni gözetleyen serçelerin için. Kendini yeryüzünün denizi gibi mavi bir gömlekle sıyır varlıktan ve silkele, dökülsün bütün kuruntular.” dese ve ağlasa, “Neden ağlıyorsun?” desem, o da “Gözüme yol kaçtı,” dese. Yol kaçsa, ben kovalasam. İçine dalsam yürüme bilmeyen bir dalgıç gibi. İçime dalsam çıkmak bilmeyen bir dağcı gibi. O yer, gerçekten de olsa ya. Ama gerçek olmasa. Sadece ben inansam. İnsan, belleğini ve tarihini terk edip,

42

yaşamı çocukların oynarken kırdığı bir cam gibi hatırlayıp unutsa, o yere katılsa. Hatırayı alsa, haritayı alsa, menzili alsa, kendini alsa, tüylerini türkülerini şiirlerini sözlerini gözlerini ayaklarını adımlarını yolsa, saçlarını yolsa bitiremese. Yolsa tek tek yapraklarını mesafenin safran çiçeklerinin. Falına baksa gitmelerin; gidiyor, gitmiyor, gidiyor, gitmiyor… Yolsa eğer bu, beni ona götüremese ama onu ve beni bir kazanda katranla kaynatıp içiçe geçirerek düşlerin zeminine sürse. Bizi sürse, son koşusuna çıkmış, heyhat, inançlı bir at gibi, vursa kırbacı vursa kırbacı kırbaç kanasa bizim yola olan şaklayışlarımızdan. Atımı hazırladım, yelesini taradım, nalını kurşunladım, onu besledim, eşyalarımı toplayıp terk ettim, hanemi yaktım, her şeyi bir yolculuğa çıkacağız diye kandırdım, kapıları çıkacakmışız gibi açık bıraktım, giyindim, soyundum, kuşandım, soyundum, kendimi ve atımı yolculuklara çıkacağız diye kandırdım, kapılar bizi bekledi, yollar bizi bekledi, güneş battı. Güneş, bir kıymık gibi kanla battı tenimde. Güneş tenime bir kıymık gibi battı ve ben onu tenimden çıkarabilecek tek varlığı o sonsuz atımı beklemeye koyuldum. Yolun şarabına yattım.


HAREKET . ÜZERINE MÜLAHAZALAR II A. Furkan Demir

"Âlemin bana yaptığı ne kadar müthiş olursa olsun, benim bana yaptığım daha müthiştir." -Oscar Wilde-

Biz herhangi bir sebebi olmadan, rastgele bir limana bağlanmadan yürüyen insanlarız. Bizler insanı hala hissediyor isek; bizi düşünenleri, bizle hareket edenleri yarı yolda bırakmadık, bırakacak da değiliz. Bu devirde insan kalmak veya insanı düşlemek bizim için azımsanmayacak kadar büyük bir çiledir. Bu dünyada tek başımıza bile olsak insan kalabilme hakikatinden vazgeçmemeliyiz ki bu zat-ı halde en görkemli duruştur. Arzular düşüncenin, düşüncede hareketin babasıdır. Bu dünya devinimleri içerisinde insanlık tasasının kaybolması, bizim için umudunu kaybetmiş bir savaşçıdan farksızdır. Hep bu özlem içerisinde yaşamak ise bizi gerçek devinimlere götürmeye hazırlayan bir harekete dönüştürür. Bu gam ile yaşamak hayatta kabullenilebilecek bir şey değildir doğrusu. Filhakika, hakikat ipi bizden koparılmamıştır. İnsanlığın bu tasa içinde yoğrulması hattaki doğrulması başlı başına hareketsel sanattır. Doğru, sanat kendi devinimlerini çizen, çözen ve farkındalık oluşturan harekettir. Biz de bundan berî değilizdir. Cümlede ve çizgide görülmeyen, görülse bile anlatılamayan bir dil mevcuttur. Bunların yolu en sonunda daima insana çıkar. Sanat kendinden kendini çıkarmış, kurtarmış, maharetleri ile övünmeyen, diğergamlık içerisinde yoğrulan her kişiden haberdardır. Yaşadığımız dünyada insanlar en çok sevgisizlikten, nefretten, kinden kıvranmıştır.

43

Bir insan düşünün ki, geçtiği yerleri önemsemeyen, zamanı, vefayı yahut aşkı kendi gururu içerisinde yitirmiş olsun, varolma amacındaki değerleri anlamasın, kaybetsin, kaybolsun. Bu ne mümkün!.. Bu saydığımız değerler fikrin aynasıdır. Netice de güzel düşüncelerin tohumu sert kayalar, susuz arazilerdir. Yokluktan çıkar güneş gibi parlayan idealar. Her güzel sanatın ve sanatçının arkasında çorak arazilerden çıkan yeşil cennet bahçeleri vardır. Bize ne olursa olsun sanat bizim için kurtuluş hareketini patlatacaktır. Bir volkanı durdurmanız ne kadar mümkün değil ise zatı halde gerçekleşecek olanı durdurmanız o kadar imkansızdır. Bu düzlemde insanları, insanlık halinden çıkaran düşünceleri hareket ile yıkmalı, yeniden inşa ederek bedbaht düşüncenin kılıfından kurtarmalı, bir vaat gibi hep ilerleyen ama kesinlikle kendini tekrarlamayan ve yorulmayan bir mücadeleye yeni bir devinime kavuşturmak şarttır. Yeni düşüncenin kadim dünyaya bağlı olan manaları ile yeniden yola çıkılmalıdır. Nuri Pakdil'inde dediği gibi "İnsan seni savunuyorum sana karşı".


Ahmet Hamdi Tanpınar

Ni u vremenu nisam Ni u vremenu nisam Nit’ sasvim izvan njega U razdijeljenom toku Jednoga dugoga trena, Kao da sve se snom umeće I sanja san što čudno sja Ni perka što na vjetru lijeće Nije lagahna kao ja. Glava mi žrvanj golem Što u prah melje tišinu A duša, spokojna, elem Go i bos derviš, u miru; U meni mirisi stopljeni Osjećam svijet dozreli I plivam nasred plaveti Nasred plavetne svjetlosti

S turskog prevela i izabrala: Amina Šiljak Jesenković 44


Belirsizlik

1 4 - 2 2 A U G U S T 2 0 1 513

/

WWW.SFF.BA


Painting: Kemal Mehmedovic


54 HEJ DINO STA IMA? - ENES GÜLER + 56 KEMAL MONTENO + 58 A BLIND MAN SINGS TO HIS CITY ABDULLAH SIDRAN + 64 DERSU UZALA AKIRA KUROSAWA - BÜLENT ÖZDUMAN + 66 ZABRANJENA LJUBAV - MİRZANA PASIC KODRIC + 70 RODRIGUEZ - EMİN AKBEN + 72 SARAJEVO FİLM FESTİVALİ RABİA BOZKURT


AMİNA ŠİLJAK JESENKOVİČ ile

SÖYLESI Amina Šiljak Jesenković 1965 Saraybosna doğumlu. Doğduğundan beri Saraybosna'nın en eski mahallelerindeki evinde yaşarken, anaokuldan doktoraya kadar eğitimini memleketinde tamamlamıştır. Saraybosna Üniversitesi Felsefe Fakültesi'nin Şarkiyat Bölümü'nden mezun olduktan sonra Saraybosna Şarkiyat Enstitüsü'nde bir taraftan akademik hayatına adım atan Şilyak Yesenkoviç, öbür taraftan da Bosna'nın geçirdiği imtihan dolu günlere seyirci kalmayarak çeşitli dergi ve gazetelerde elaştirisel, sert ve (soyismiyle uyum içindeki) sivri köşe yazılarıyla gündeme tepki gösteriyordu. Edebiyat araştırmaları için bir altyapı oluşturmak amacıyla dil bilgisi araştırmalarıyla ilgileniyordu. Bosna'da doğup Anadolu'da eğitim veya yaşamını sürdüren veya hayatlarını tamamıyla Bosna'da geçirip eserlerini mükemmel Türkçe ile yazan müelliflere kendini borçlu hissederek, Komünist Yugoslavya'da gözardı edilen Osmanlı dönemi Boşnak divan ve tekke edebiyatını anlamaya ve anladıklarını sözkonusu müelliflerin ve torunlarının ana dili olan Boşnakça'ya aktararak, bu kutsal saydığı emaneti varisi olan Bosna halkına teslim etmeye çalışıyor.


Günümüz edebiyatına nasıl bakıyorsunuz? Geçmişte edebiyatın belli bir yeri vardı. Zamanla, medeniyetlerin ve toplumların ortak hafızalarında değerler değişiyor. Eskiden bir destan veya bir masal halk içinde değerli bir unsurdu ve halk onları nesilden nesile aktararak korumuşlardı. Ancak konzumerizm/tüketimcilik döneminde bambaşka bir şey var. Her şey çok fazla tüketiliyor ve değerli gördüğümüz şeylerin halk arasında değerinin kalmadığını görüyoruz. Kıyamet kopmazsa yüz-iki yüz yıl sonra bugün türetilen arabesk veya pop şarkı sözleri edebiyat olarak değerlendirelecek. Rihanna edebiyat olarak kabûl edilecek. Bakalım. Konzumerizmin bu kalabalık ve zenginlik toplumlarında sanki insanların zihni ve beyni küçülüyor. Belki tavuk zekâsına ulaşırsak yüz yıl sonra Rihanna’nın şarkıları büyük bir edebiyat olarak hesaplanacak. O zamana kadar Sezen Aksu’nun şarkı sözleri unutulacak, tabii ki Yunus Emre de anlaşılmaz hâle gelecek. Biz inadına bu süreci engellemeye gayret ediyoruz. Modern edebiyat hakkında ciddi bir eleştiri ve hüküm vermek zor. Yani çağdaş veya bizim yaşıtlarımız hattâ bizden küçüklerin eserleri hakkında hüküm vermekten korkuyorum. Arada bir tercümanlık yapıyorum. Bu Bosna’da okumaya değer bir eser diyorum ve onu dilimize kazandırıyorum.

POPÜLER KÜLTÜR

Türkiye’de çok popüler bir kitap yayımı var, Boşnakça’ya çevrilmese de olur ama çevrilse çok satacak? Tercüme eder misiniz? İki çeşit fuhuş vardır. Biri bedensel,

Junk edebiyat devreye girmesin! Junk olmayı kabul etmiyorum!

diğeri zihinsel. Şimdiye kendimi satmadım.

İstanbul’da çok hızlı yaşıyoruz. O kalabalıkta hiçbir şey okumasanız da olur. Ciddi bir şey okuduğunuzda, onu anlamak, bir Yunus’un bir Mevlana’nın beytini düşünmek, onu hazmetmeye çabalamak daha makul değil mi?.

Kafamız yorgun, yetişeceğiz mesela?

işe

Junk edebiyat devreye girmesin! Junk olmayı kabul etmiyorum! Ben her zaman asâletten yanaydım ve asil kalmaya kararlıyım. O yüzden junk olmayı kabûl etmiyorum.

kadar

Bu kadar ağır bir şey mi? Pop kültüründen nefret mi ediyorsunuz? Evet konzumerizmden nefret ediyorum.

Elif Şafak’ı çevirmez misiniz? Pinhan’ı ve Mahrem’i çevirirdim. Fakat asla Ayşe Kulin çevirmem! Eskiden çocukluğumda özellikle fabrikalarda çalışan kadınlar bayiilerden ucuz aşk romanlarını alırlardı. Şimdi de sokak büfelerinden alıyor-

49

lar. Bir Ayşe Kulin tarzında romanları alırlardı. Bu tür edebiyat teşebbüsleri yeni fast edebiyattır. Junk food, junk edebiyat. Junk literature.

Yüzyılda bir turbofolk dinleyebilirim. Ya da kırk yılda bir Avrupa’da Mc Donald’s’a girebilirim. Bu beslenme tarzı alışkanlığa girer ve Ayşe Kulin edebiyatına alışmamak için, çok nadir kullanmayı tercih ederim. Kolaydır, hafiftir çünkü. Ben Ayşe Kulin’in Sevdalinka’sını evde okuyordum. Bu ne cümle, bu ne saçmalık diyerek. Nimeta romanın baş kahramanı. Bosna’da sosyal ortamım geniştir. Fakât sadece bir tane Nimeta tanıyorum. Onu da görmedim.S eçe seçe bu kadar isim arasında Nimeta ile Burhan’ı bulmuş. Türkiye hakkında bir roman yazmaya kalkarsam bende Elvir ve Melisa’yı seçerdim.


gu Biligler sonra Divân-ı Hikmet daha sonra Anadolu’da Selçuklu Dönemi’ndeki edebiyatla devam eder. Kısmen Farsça olarak kısmen Türkçe olarak ve Osmanlı Divan Edebiyatı olarak devam eder. Osmanlı Dönemi’nde yazılmış Divan Edebiyatı hem İslâm hem Balkan, Bosna’da yazılmışsa hem de Bosna Edebiyatı’dır. Hem o ülkeye ve şairin doğduğu şehre, yaşadığı yere aittir. Her yerden birer parça ilâve ediyor ve bu şekilde edebiyat hamurunu elde ediyor.

AMİNA ŠİLJAK JESENKOVİČ

BALKAN EDEBİYATI

Balkan edebiyatı diye bir şey var mıydı? Dünya edebiyatı diye bir şey var mıydı sorusuyla cevaplayayım. Her döneme her medeniyete ait bir edebiyat vardır. Zamanımızda dünyanın her yerinde bir roman kültürü vardır. Yaygındır ve bu

Osmanlı Edebiyatı hem de İslâm Edebiyatı’dır. Yani, biz İslâm Edebiyatı demeye utanıyoruz.

roman, hem dünya edebiyatı hem yazıldığı dilin edebiyatı hem de yazıldığı milletin ve ülkenin edebiyatı olur. Balkan Edebiyatı var mıdır? Edebiyatın bir medeniyet çerçevesinde değerlendirilmesi gerekiyor. En genişi medeniyettir ve inerek bölgesel ve yerel çerçevelere inebiliriz. Fakat destanlar hem yerel hem de bir medeniyetin ürünleridir. Osmanlı’da Balkanlar’da özellikle Müslüman camiâsında divan edebiyatı kurallarına uyuluyordu. Buradaki gazeller, kasideler Arap Edebiyatı’nda da vardı. Daha sonra bu İslâm Edebiyatı’na da giriyor. Daha sonra İran’a, İran’ın İslâmlaşmasıyla giriyor ve yayılıyor. Türkler de Müslüman olunca, ilk olarak Kutad-

50

Biliyorsunuz 17. yüzyılda yerel unsurlar girmeye başlıyor. Kitaplardan ezbere bildiğimiz bir şey bu yerel unsurlar. Arnavutluk ve Bosna fethedildi. Orada da ciddi şairler ortaya çıkmaya başlamış. Onlar artık küçük kardeşler değil. Direkt merkeze hitap ediyorlar ve göze batıyorlar. Bak, onlar kendi yerel unsurlarını da getirmişler ve gururla şiirlere eklemişler. Yani bu yerel unsurların, bu edebiyatın gelişmesine katkıları oluyor ve şiirlerle hikayelerle bu edebiyatı geliştirmişler, fakât tekrar vurguluyorum, onlar bu topraklara bu bölgelere ve şehirlere aitti. Osmanlı medeniyetine ait oldukları kadar… Balkan Edebiyatı’nda Osmanlı Divan Edebiyatı’nı yaratmamışlardır. Biz de İslâm kültürüyle birlikte bu edebiyat unsurlarını ve kalıplarını benimsedik. Tabiki herkes yani el-Bûsurî kasîdelerinde İslâm unsurlarını da dahil etmiştir. Balkan


yazarları ve şairleri hem kendi döneminin unsurlarını hem de kendi yetiştikleri ortamlarının unsurlarını eklemeye başlamışlar. Bu yüzden bu edebiyat, hem Balkan Edebiyatı hem Divan Edebiyatı hem Osmanlı Edebiyatı hem de İslâm Edebiyatı’dır. Yani, biz İslâm Edebiyatı demeye utanıyoruz. Neden? Bu bir medeniyetin edebiyatıdır. Belirli unsurlar çerçevesinde yazılmıştır. Bir Bûsurî’nin kasidesinden başlayarak bugüne kadar Semih Kaplanoğlu’nun senaryolarına kadar bu bir hiperteksti/ hipermetni oluşan bir edebiyattır.

Bu edebiyatı Belgrad ve Zagreb de takip etmiş mi? O yıllarda Münîrî-i Belgradî diye bir şair vardı. Belgrad bir Osmanlı şehriydi ve orada eğitilmiş insanlar vardı, fakât bu edebiyat, Divan Edebiyatı’ydı özellikle. Anadolu’daki köylüye hitap etmiyordu. Daha çok eğitimli kitleye hitap ediyordu. Ayşe Kulin de birine hitap ediyor. Mustafa Kutlu da Tarık tufan da. Mesela Orhan Pamuk da bana hitap ediyor. Fikirlerini kabul etmesem de yazar olarak takdîr ediyorum. Divan Edebiyatı zaten elit kesimlere hitap ediyordu. Ben kendimi bu entelektüel asâletten kabul ediyorum. Çünkü Divan Edebiyatı ile uğraşıyorum. Çok kibirliyim. ☺

Ex Yu-Yugoslavya Edebiyatı? Yugoslavya Dönemi’nde Mak Dizdar, Mesa Selimovic, Skender Kuleniovic gibi şair-yazarlar vardı. Biz Yugoslavya’yı dönem olarak konuşuyoruz fakât Osmanlı Dönemi’ni konuştuğumuz gibi. Fakât bu yazarlar, Yugoslavya Dönemi’nde yazmışlar. Yine de Saraybosna’ya, Bosna Hersek’e ait

Buyurun kalkın Müslümanlar vaaz etmeyin, yazın bakalım siz de belki Nobel ödülü alabilirsiniz. Yugoslavya Dönemi’nde Orta Çağ Edebiyatı ve mimârisi var. Bu bir dönem ve dönemin bir parçası. Yugoslavya Dönemi’ndeki yazarlarda Boşnak Edebiyatı’nın hipertekstinin bir parçası oluyorlar. Mesa Selimovic ateist olup da nasıl İslâm Edebiyatı’nın bir parçası olabilir? Ateistti ve kendisini öyle tanıtıyordu. Haydi, sözde ateistti diyelim, fakât Yugoslavya Dönemi’nde yazarın hayat hikâyesinden Müslümanların İslamiyet’e ve geleneklere karşı tavrını da görebilirsiniz. Dönemin en iyi yazarıdır kesinlikle. Belgrad’ı

51

biliyor, Zagreb’i biliyor, hepsini biliyor. Başarılı olabilmesi için birçok tâviz vermesi gerekiyordu. O zamanki Yugoslavya Dönemi Müslümanlarını da burada anlamış oluyorsunuz. Edebiyat tarihi zaten genel tarih ve araştırmalarını çok destekliyor ve tarih biliminin ve arşiv kaynaklarının kapattığı kapıları bile açıyor. Bu yüzden evet, onlar da Boşnak Edebiyatı’nda İslâm Edebiyatı’nda bir parçadır ve o dönemde Müslümanların, başarılı kalmak isteyen Müslümanların, durumunun zavalılığını gösteriyor. Yani Salman Rüşdi de bu edebiyatın bir parçasıdır. Neden? Çünkü İslâmî bir ortamda yetişmiştir. Eserlerinin malzemesi de aynıdır. İvo Andric Nobel’i alırken kitabında yazdığı Osmanlı eleştirisinin bir etkisi var mıdır? Osmanlı’yı eleştirmek kötü bir şey değildir. Niyâzî-i Mısrî Hazretleri de Osmanlı’yı eleştirmiştir. Fakat Osmanofobi diye bir şey var ve ben buna karşıyım. Nefret dili ile yazmak… Adam bu nefret dilini de ustaca kullanmıştı. Kısaca usta bir yazar. Buyrun kalkın Müslümanlar vaaz etmeyin, yazın bakalım siz de belki Nobel Ödülü alabilirsiniz. Cumhuriyet sonrası Türk Edebiyatı’nda çok daha farklı bir edebiyat doğdu, daha toplumsalcı bir edebiyat çıktı. Balkanlar’da bu tarz edebiyatın izine rastlanabilir mi? Aynısı burada da oldu. Tabi bunlar


zamanın ihtiyaçları. Tarık Tufan da Divan edebiyatçısı değil tabi. Belirli unsurlar var. Onlarda iyi kaliteli yazar ve düşünürler oluyor. Zamanımızın Divan Edebiyatı olarak Semih Kaplanoğlu’nun filmlerini görüyorum. Mahmut Fâzıl Coşkun’la Târık Tufan’ın ilk filmi olan Uzak İhtimâl’i bir Divan Edebiyatı unsuru olarak görürüm.

Nuri Bilge Ceylan? Müthiştir. Bütün filmlerini izledim hatta Bir Zamanlar Anadolu’da’yı ezberlemiştim. Üç Maymun’u ve Uzak’ı da öyle. Evet bu Uzak ve daha önceki filmlerinde biraz daha İran havası var. Son filmlerinde küçük bir değişiklik yaptı ama üslûbunu ve poetikasını beğeniyorum. Burada da aynı şekilde filmler yapan Aida Begic var mesela? Daha da iyi filmler yapabilir fakât bu ülkede filmler için para yoktur. Aida Begic müthiş bir insandır. Müthiş yönetmen. Kültür Bakanlığı yılda bir kere destek için ilan veriyor. Kültür Bakanlığı içerisinde bir sürü komisyon var. Bu heyet, kime destek verileceğinin kararını veriyor. Heyet onlardan ibârettir. Geçen sene, en çok Jasmila Zbanic almıştır ama Kültür Bakanlığı’nı kötülemiştir. Dino Merlin ile eski bir dostluğunuz olduğunu duyduk.

Dino Merlin’le dostluğumuz devâm ediyor. Bir şey olursa her zaman birbirimizi bulabiliyoruz. Her zaman birbirimizi arayabiliyoruz rahatlıkla. Yeni albümü çıktı, kendisini tebrik ederim. Devamlı gelip gitmeler için zamanımız yoktur. Yani, ben de çocuklarını bilirim. O da oğlumu, eşimi bilir. O kadar. Bu anlamda arkadaşlıklarım devâm ediyor. Elindeki Başka Dergisi’ni de gördüm. Dino’nun şarkıları ne kadar popüler olursa olsun çok derin İslâmî ve tasavvufî mesajlar vardır. Neden Türkçe çevirisi yok diye hayıflandığınız bir kitap var mı? Neden Cevad Karahasan yok, neden Necad İbrisimoivic yok, neden Abdullah Sidran yok, diye hayıflanıyorum. Neden Dervis Susic yok? Neden Alija İsakovic yok? Neden Skender Kulenionic yok? Bunların hepsi çok değerli yazarlardır. Türkçe’ye yapılan bazı çevirilere baktığımda: “Keşke çevirmeseydin sen yavrum.” derim. Boşnakça, Sırpça, Hırvatça çeviri yapacak bir nesil yetiştirmek lâzım. Hem Türkçesi iyi olacak hem de Boşnakçası. Bütün bu dilleri bir arada hazmedebilecek ciddi bir edebiyat tercümanına ihtiyacımız var. Suad Eğürlü eski ekiptendir. Fahri Kaya var. İyi bir mütercim, ama onlardan sonra iyi biri çıkmadı. Bosna

küçücük

bir

52

ülkedir,

Türkologların sayısı da azdır. Bizim görevimiz burada Türk Edebiyatı’nı tanıtmaktır ve madden olmasa da biz bu Türk kültürünün hakkını vermeye çalışıyoruz ve veriyoruz. Bir taraftan Kerima Hoca var, Mirsad Bey ve Anela Hoca var. Türkçe’den Boşnakça’ya çeviri yapıyor. Bir avuç Türkolog câmiası Türk Edebiyatı’nı tanıtmaya çalışıyor. Türkiye bizi o kadar çok seviyor ki! Bu sevgi için bizi anlamaya bile ihtiyaç duymuyor! Olamaz böyle bir şey. Bu yalandır. Bizi tanımak istiyorsanız, bizimle tanışmak istiyorsanız, o zaman buyurun edebiyatımızı, kültürümüzü okuyun. Türkler kendi fikirleri ile buraya geliyor ve geldikleri gibi gidiyorlar. “Burası bizim ecdadımızın yeri, ben burayı seviyorum.” diyorlar. Haritada Bosna’nın küçük olduğunu görmüş, her şeyi biliyor ve hazmetmiş sanıyor. Böyle bir şey olamaz ya! Bu kültürü tanımak lazım. Yazdıklarımızı da öğrenmen lazım ve Boşnakça’yı o kadar iyi bilmen gerek ki Bosna Hersek Edebiyatı’nı hakkı ile tercüme edebilmen lazımdır. Türkiye’de Bosna Edebiyatı’yla ya da Balkan Edebiyatı’yla hatta Yugoslav Edebiyatı’yla akademik olarak uğraşan birini göremedim. Küçücük Bosna’da Türk Edebiyatı hakkında Fransız Edebiyatı hatta Arnavut Edebiyatı hakkında bahsedecek birçok kişi bulabilirsiniz.


Yani Türkiye’de birileri çıkıp da Bosna Edebiyatı’yla Balkan Edebiyatı’yla ciddi olarak uğraşması ve ciddi olarak tercüme etmesi gerekiyor. Gerisi efsane, gerisi hikâye.

Türk dizileri... Eskiden trafikalarda/bayiilerde satılan romanları alanlar, şimdi dizi seyrediyor. Yani erkekler de seyrediyor kadınlar da seyrediyor. Ben de itiraf edeyim, House of Cards seyrederim. Bu da popüler kültürün bir ürünü, ama arada bir hamburger yerim işte bu hamburgerim House of Cards’tır. Hiçbir dizi gerçeği olduğu gibi göstermez. Bu dizidir, kurgudur. Hızlı yazılmış ve sanat boyutuna dikkat edilmemiştir. Eser diyemem buna.

Dizilerden Türkçe öğrenilir mi? Yapmayın ya. Dizileri anlayabilmek için öğrenilir, yüzeysel bir iletişim için öğrenilir; fakât ciddi bir konuşmaya, ciddi bir tartışmaya girmek isterseniz, bu mümkün olmaz. Yani basit bir toplum isterseniz; yiyip, içip, eğlenen, hiçbir şey düşünmek istemeyen bir toplum isterseniz, dizilerden Türkçe öğrenenler ile yetinin. Ben kendimi bu toplumun bir parçası olarak görmüyorum. Kendime asil diyorum. Ben asilim. Bense Yunus’u, Yunusça’yı öğrenmek ve anlamak için yirmi beş yıldır çalışıyorum. Tam zekamın seviyesinden hayıflanacakken, ana dili Türkçe

olanların çoğu da bu dilin anlam tabakalarının tümünü anlamadıklarını aklıma geliyor, teselli ediyor. Hedef bu dilin mana tabakalarını anlamak vesselam. Dizilerle veya basıt günlük konuşmalarla yetinenler ise, dünya geniş. Bana benim dil ve anlam anlayışım, size de sizin dil ve anlam anlayışınız!. Türk dizileri olmasa başka ülkelerin dizileri gelecek desek?

Türkiye’de birilerinin çıkıp da Balkan Edebiyatı’yla ciddi olarak uğraşması gerekiyor. Türkolog olduğum için millet beni arıyor ve neler soruyor: “Aaa, sen oraya gittin, gezdin, gördün. Bunlar deli mi? Evlerde ayakkabıyla geziyorlar. Gerçekten öyle mi?” “Bir diziyi baştan sona kadar seyrettim. Bir tane adamın namaz kıldığını görmedim.” diyor başka bir arkadaşım. Annem de Yaprak Dökümü üzerine: “Bu senin Türklerin kafayı yemiş. Birileri kız istemeye gidiyorlar, bir taraftan şampanya patlatıyorlar öbür taraftan Allah’ın emri, Peygamber’in kavli ile konuşuyorlar. Kadınlar gerçekten o kadar çok içki içiyor mu? Herkes o kadar kurnaz mı?” diye soruyor. En sonunda ne söylemek zorunda kaldım: “Bizim gibi

53

ilimle uğraşan, hâlim, selim, kocasını aldatmayacak, hırsızlık, yolsuzluk yapmayacak kişilerin hayatları dizi konusu olamaz.” Enteresan değiliz, sıkıcıyız.

Dergi okuyucuları... Dergi, gazete okuyucusu azaldı. Herkes internetten okuyor. Diğerleri, dizi seyrediyor veya müzik yarışmaları seyrediyorlar. Milletin zihinleri de öyle. Şarkı yarışmaları seyreden kitlenin beyni beş Mark’lıktır. Dizi seyredenlerin on Mark, kitap okuyan ve sanat filmi seyredenlerin yirmi Mark. Burada hem parasızlıktan, hem bilgisizlikten, hem de ilgisizlikten dergi pek okunmuyor. Burada dört milyon nüfus var; kendini beğenmişler, her şeyi bilenler, dizi ve şarkı yarışmaları seyredenler ve İslâm kültürünü temsil eden her şeyden nefret edenler. Bosna bunlardan ibarettir. Ben de şimdi düşünüyorum: Bir şey yazmaya kalkarsam… Boşnakça hiç yazmayacağım. Bosnalıyım, Boşnağım. Bir eser yazarsam Türkçe yazacağım. Daha geniş bir okuyucu kitlesi var.


Enes Güler

Hej Dino S ta i m a? Burek albümündeki Sarajevo şarkısında; günlük Saraybosna rutinlerini anlatır Dino Merlin. Saat kulesinin ışıklarının sönmesiyle ilk tramvay başlar. Ve Dino Paça çorbası içmeye Hacıbayriç’e yada börek yemeye Sarayliç’e gidecektir.

caddede yürürken birisinin ‘’hej dino sta ima’’ sorusuna kendi içinizden nema nişta* dersiniz.

Koşevo stadyumunda yaklaşık 100 bin kişiye şarkılarını söyler bu mütevazi adam.

Gerçekten de şarkıdaki gibidir Dino’ya naber nasılsın, ne var ne yok diyebilmek.

Bakmayın elinde Kifla ile çarşıda sıradan bir Boşnak gibi dolaştığına, Bosna Hersek dışında da büyük bir yıldız olarak anılır.

‘’Magaza’’ adı verdiği müzik dükkanına uğrayıp Begova camiisin’de namazını kıldıktan sonra günlük gazeteleri okuyup satranç oynamaya gider daha sonra şarkısında Dino. Şarkısını dinlerken sanki onun yaptıklarını yaparsınız,

Kâh Begova Camisinde Cuma namazı çıkışlarında Kâh Makbule ablanın çay ocağında denk gelebilirsiniz ona. 4 senede bir yaptığı Sarajevo Konserlerinde şehrin en büyük stadı olan

54

Yıldız her taraftan görünebildiği için yıldızdır, işte bu yüzden Dino’ya mahalli bir yıldız diyemeyiz. Çünkü dünya tarafından bilinen ve takip edilen bir sanatçıdır o. Fotografiya şarkısında geçen; Bistricka Jalija,


yani Bistrik Tayfası onun gençliğinin bir özetidir. Solo albümler yapmadan once kurduğu grubu Merlin ile çıkarttığı ilk albümün ismi de zaten ‘’ Kokuzna Vremena’’ dır. Yani; Çulsuz Zamanlar. Merlin grubu ile Yugoslavya’da başlayan iç savaş için bir çok protesto konserleri düzenleyen Dino, en bilineni olan 91 yılında Barış için YUTEL konserinde söylediği ‘’Ljubav Nema Granica’’ yani ‘’Aşkın Sınırı Yoktur’’ şarkısı ile konsere damga vurmuştu. Şarkı ,Queen’in ‘’We Will Rock You’’ sun’dan araklama olsa da insanların umurunda değildi ve hep bir ağızdan Barış için bu şarkıyı söylüyorlardı fakat kimse bu konserin grubun dağılmadan önceki son performansı olduğunu öngöremeyecekti. Bosnaya da sıçrayan savaşta Dino grup arkadaşlarından bir çoğunu kaybedecek ve Merlin grubu müzik sahnesindeki yerini, yoluna tek başına devam edecek olan Dino Merlin’e bırakacaktı. Ne yazıkki savaşta siviller kadar sanatçılar da ülkeyi terk ettiler. Dino onlardan biri olmadı, aksine savaş esnasında albüm bile çıkardı. Albümdeki şarkılar kuşkusuz savaşı yaşayan tüm Boşnaklara moral verdi, özellikle ‘’Vojnik Srece’’ yani ‘’Mutluluk Askeri’’ şarkısında geçen;

‘’ağlama, yüzüne bir gülücük kondur, çünkü bu şehir için ölmek günah değil’’ sözleri albümün en vurucu kısmı olarak değerlendirildi. Söylemeden geçmemek lazım, Alija İzetbegevic için yazdığı ‘’ Tamo gdje je sunce’’ veya bizler tarafından genellikle ‘’Da te nije Alija’’ (Aliya sen olmasaydın) olarak bilinen şarkısını da savaş esnasında yazmış ve yine savaş esnasında gerçekleştirdiği mini konserlerde söylemiştir. İşte Dino bu yüzden bir ülke için bir yıldızdan veya sanatçıdan çok daha

ağlama, yüzüne bir gülücük kondur, çünkü bu şehir için ölmek günah değil fazlasıdır. Bir yıldızdan hiç bir zaman beklenmeyecek derecede mütevazidir. Elindeki kiflası ile çarşıda dolaşır, Makbule ablada çay içer, Magazasında müşterilerle ilgilenir.. İşte bu yüzden o şarkı söylerken Balkanlara barış gelir..

*Ne var ne yok Dino? *Bir şey yok

55


KEMAL MONTENO

İtalyan baba ve Boşnak bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Kemal Monteno, babası Katolik olmasına rağmen Müslüman ismi alır. Annesinin ona söylediği sevdalinkalarla büyür ve böylece müziğe ilgi duymaya başlar. Hem İtalyanca hem de Boşnakçaya hakim olan Kemal, her iki dilde de şarkılar söyleyerek müzik dünyasına adım atar. Kendisini her zaman Bosna’ lı ve daha doğrusu Saraylı olarak gören Kemal, yıllar boyu Saraybosna’yı simgeleyen ve şehrin şarkısı olarak bilinen ‘’Sarajevo Ljubavi Moja’’ yı besteler. Bu şarkı şehirle öylesine bütünleşir ki, Boşnakça’yı bilmeyen, şarkıyı ilk defa dinleyen insanlar bile etkilenir ve bu şarkıyla şehrin ruhuna kapılırlar.Bu efsane şarkı’nın söz yazarı olan Saraybosnalı ünlü karikatürist ve ressam Alija Hafizovic şöyle der: “Kemal beni çağırdı ve Sarajevo için bir şarkı yazdığını, melodisini oturttuğunu fakat bir türlü boşlukları dolduramadığını söyledi. Daha sonra yanına gittim ve şarkıyı bana İtalyanca olarak söyledi. Benden istediği İtalyanca bölümler yerine Boşnakça sözler yazmamdı. Şarkıda her şey tamdı fakat nakaratın en vurucu sözleri olan Sarajevo Ljubavi Moja kısmını bir türlü oturtamıyordum. 2 saatlik bir uğraş sonucunda şarkıyı bitirdim ve o gece Kemal bestesini yaptı. Şarkının bu kadar büyük bir hit olacağını beklemiyorduk fakat 10 sene boyunca hit olarak kaldı ve dahası günümüzde Sarajevo denince akla ilk gelen yegane şarkı oldu. Bu şarkının söz yazarı olmak gurur verici.” 56


Kemal Monteno

Sarajevo Ljubavi Moja

Saraybosna Sevgilim

Zajedno smo rasli grade ja i ti, isto plavo nebo poklonilo nam stih, ispod Trebevica sanjali smo sne, ko ce brze rasti ko ce ljepsi biti.

Ey şehir, beraber büyüdük seninle biz Aynı mavi sema bize mısralar hediye etti Trebeviç dağının yamaçlarında hayaller kurduk Kim önce büyüyecek, kim daha güzel olacaktı

Ti si bio velik a rodio se ja s Igmana uz osmijeh slao si mi san djecak koji raste zavolio te tad ostao je ovde vezan za svoj grad.

Sen kadim idin sonra ben doğdum İgman dağından tebessümle bana bir rüya yolladın O çocuk büyürken sana sevdalandı Ve kendi şehrine bağlanarak orada kaldı

Bilo gdje da krenem o tebi sanjam putevi me svi tebi vode, cekam s nekom ceznjom na svijetla tvoja Sarajevo ljubavi moja,

Nereye gidersem gideyim hayallerimde sen Tüm yollar sana götürür beni Senin ışıklarında özlemle beklerim Saraybosna, sevgilim

Pjesme svoje imas i ja ih pjevam zelim da ti kazem sta sanjam radosti su moje i sreca tvoja Sarajevo ljubavi moja.

Adına şarkılar yazılmış, ben de onları söylüyorum Hayalimden geçenleri sana anlatmaktır dileğim Hazlar bana, mutluluk da sana Saraybosna, sevgilim

Kada prodju zime i dodje lijepi maj djevojke su ljepse ljubavi im daj setaliste tamno uzdasima zri neke oci plave neke rijeci njezne.

Kış geçip de güzel Mayıs çattığında Daha bir güzelleşen kızlardan sevgini esirgeme Gölgelik mesire yerlerinde derin iç çekişlerle Olgunlaşır bazı mavi gözler ve bazı nazik sözler

Sad je djecak covjek i zima pokri brijeg park i kosa bijeli al otici ce snijeg proljece i mladost ispunice tad Sarajevo moje jedini moj grad

O çocuk artık bir yetişkin ve o dağ karlar altında Parklar da saçlarım da bembeyaz lakin kar elbet eriyecek O vakit ilkbahar ve gençlik kemale erecek Sarayosna, benim biricik şehrim

Çeviri: Halil İbrahim Aydoğan 57


Abdullah Sidran

A Blind Man Sings To His City The rain stops. Now from the drains, From the attics, from under the floorboards Of the shattered homes in the suburbs Oozes the stench of the corpses Of mice. I walk seeking No special meaning in this. A blind man, To whom it has been given to see Only what others don't. This Makes up for my deprivation: in the south wind That touches me I recognise the voices Of those who left this city. As if they were crying. There, scent of the linden trees, close. I know The bridge is near, where my step and my stick Will ring differently - more light In the sound. There, now, right by my ear Two flies mate in the air. It will be scorching hot again Bodies Brush past me, hot Smelling of bed, smelling of lust. I walk muttering To God, as if He were beside me: 'Surely nobody in this city Better than me - better than me, God, To whom you have given never to see The face he loves.'

Çeviri: Ted Hughes 58


Fo t o g r a p h : Enes Güler


ZABRANJENO PUSENJE Enes Güler

EZBER BOZAN GRUP

ZABRANJENO PUSENJE

Bir Müzik grubu düşünün; bu öyle bir grupki sadece müzikle yetinmi yor yeni bir sanat akımı yaratıyor. Radio ve TV şovlarıyla adeta ülkenin gelecekteki durumunu tahmin ediyor. Aynı anda aynı isimle iki farklı ülkede faaliyet gösteriyor. Ve tüm bunlar olurken albümleri de satış rekorları kırıyor. İşte o grubun adı Zabranjeno Pusenje, yani Sigara İçilmez. Zabranjeno Pusenje Sarajevo çıkışlı bir grup. Lise yıllarında birlikte çalmaya başlayan Bosnalı Sırp Nenad(Nele) ile Bosnalı Hırvat Davor(Sejo) kuruyor gurubu. İlk başlarda dönemin gençleri arasında dinlenen Top Lista Nadrealsita(Sürrealizmin Top Listesi) radyo programında yer alan ikili o kadar başarılı oluyorlar ki, radyo programı TV şovuna dönüşüyor.

Kısa skeçlerin ve komedi parodilerinin yapıldığı TV şovu Yugoslavyanın ilklerinden oluyor ve çok seviliyor. Bu durum gruba da yarıyor ve Zabranjeno Pusenje ilk albümü ‘’Dast ist Walter’’ ile satış rekorları kırıyor.

Grup, Kendilerinin bulduğu ‘’novi primitivizam’’(yeni ilkelcilik) akımı doğrultusunda hem şarkılarını besteliyor hem de TV şovu için aynı akım doğrultusunda skeçler hazırlıyor. Peki neydi bu yeni ilkelcilik akımı? Teknik olarak ; Yeni Romantizm akımının karşısında duran bu akım absurdlük ve ironiyi aynı potada eriterek yeni bir mizah anlayışı getirmeyi amaçlıyordu. Ele aldıkları karakterler; Taşralılar, maden işçileri, mahkumlar, yeni yetme suçlular gibi

60

halk tarafından pek sevilmeyen ve önemsenmeyen insanlardan oluşuyordu. Sarajevo merkezli bu akım aynı zamanda Bosna’da ki mahalle kültürünü, jargonları, davranışları, tepkileri, ritüelleri ve gelenekleri bakımından Yugoslavya ekranına yansıtıyordu. İçerisinde bizden de çok şey bulabileceğimiz bu akım bir nevi bizim espri anlayışımızın Boşnak hümoru ile birleşmesiydi.

Durumu biraz daha anlaşılır kılmak için bir örnek vereceğim; Boşnakça’da ‘’Hadzija’’ kelimesi bizdeki Hacı’nın karşılığıdır fakat Hac görevini ifa etmiş kişiler için kullanılmayabilir. Iyi para kazanan, bir şekilde yolunu bulan kişiler için argoda Hadzija ifadesi kullanılabilir. E şimdi düşünüyorum da.. Bizde de


öyle değil mi? Zabranjeno Pusenje’nin Bos il’ hadzija şarkısında bahsettiği Hadzija da işte o’dur Grup, Yaptıkları TV şovların’dan birinde Yabancı bir Turiste Sarajevo’nun Milli Kütüphanesi Vjecnica’yı para karşılığında satıyorlar. Ve bunun gibi daha bir çok absurd komedi ve unsurunu izleyici ile buluşturuyorlar. Fakat ekibin dikkatleri üzerine çekmesi; Yugoslavyanın parçalanması sürecindeki durumunun savaşı da beraberinde getireceğini söylemeleri ile oluyor. Skeçlerinde Sarajevonun 2’ye ayrılacağını Sırp Sarajevosu ile Boşnak Sarajevosu arasına duvar örüleceğini ve Berlin duvarının aynısının Bosna Hersek’te de yapılacağını gösteriyorlar. Bugün baktığımız zaman ortada bir duvar yok ama yaşanan savaş sonrasında Sırplar Sarajevo’nun doğu kısmında şehre uzak bir kısımda kendi içlerinde yaşıyorlar.Belki madde olarak bir duvar yok ama mana olarak çok sağlam bir duvar olduğu kesin. Mareşal Tito’nun ölümü ile grup düşüş yaşamaya başlıyor. Sosyalist rejimi pek fazla tutmayan grubun Tito’yu sevmediği biliniyor fakat şarkılarına yansıtmadıkları için herhangi bir tepki görmüyorlar. Tito hayatını kaybettikten sonra grubun Lideri ve Vokali Nelo, Rijeka konseri esnasında kendisini

tutamıyor ve ‘’ Marshall da patladı yani amfiyi kastediyorum’’ cümlesini kuruyor. Ünlü bir amfi markası olan Marşalı mı yoksa Maraşal olan Tito’yu mu kast ediyor tartışmalarına maruz bile kalmadan medya ve halk tarafından boykot ediliyor grup. Albümleri satmıyor ve bütün konserleri iptal ediliyor. Bu da yetmezmiş gibi Yugoslavya parçalanıyor ve Bosna savaşa sürükleniyor. Grubun Kurucularından olan Sırp asıllı Nelo Belgrada kaçıyor ve Zabrenjeno Pusenje’yi orada devam ettiriyor. Fakat diğer kurucu olan Hırvat asıllı Davor (Sajo) Sarajevo’da kalıyor ve 94 yılına kadar hem TV şovuna hem de Gruba devam ediyor. Daha sonra savaş bitmeden Zagrebe giden Davor, Zabranjeno Pusenje’yi Hırvatistan’da tekrar kuruyor. Böylece 90’lı yılların sonuna kadar aynı isimle aynı dil ve aynı tarzla farklı ülkelerde müzik yapan 2 tane Zabranjeno Pusenje bulunuyor. Bu arada ünlü yönetmen Emir Kusturica’nın da bir dönem(3-5 parça) grupta bass çaldığını söylemem gerekiyordu. Savaş patlak verince Sırbistana kaçan Nelo’ya sahip çıkan Emir Kusturica Nelo ile birlikte filmlerine müzikler yapıyor ve daha sonra onu kandırarak Grubun ismini ‘’Emir Kusturica & No smoking Orchestra’’ olarak değiştiriyorlar. Arkasına Emir gibi güçlü bir ismi almanın verdiği rahatlıkla yoluna devam eden Nelo daha sonra Zabranjeno Pusenje ekolün-

61

den tamamen kopuyor. Sajo ise savaş bittikten ve ortam durulduktan sonra Sarajevoya tekrar geri dönüyor ve grubu yeniden kuruyor. Bir yanda Nelo diğer yanda Sajo hala müzikle uğraşıyorlar. Biri dünyaca ünlü bir yönetmenin sipariş film müziklerini yapmak ile uğraşırken diğeri bir akımın ve geleneğin temsilciliğini üstleniyor. Biri dünyayı dolaşıp, çeşitli filmlerin gala ve promiyerlerinde boy gösterirken diğeri Sarajevo’da ve diğer Balkan şehirlerinde 5 marklık konserler düzenliyor. Bana kalırsa Zabranjeno Pusenje Bosna’nın Yugoslavya içerisindeki farklı damarını gösteren çok önemli bir ekoldür. Diğer ex-yu rock yapan gruplardan farkı, yeni bir akım getirmiş olmasıdır. Ve şanslıyız ki bu akım hala Sarajevo’da devam ediyor..


Bülent Özduman

DERSU UZALA AKIRA KUROSAWA ( 1975 ) SİNEMA-CI/ ŞAİR-ŞİİR/ SANAT-ÇI/ HAKİKATİ ARAYIŞ/ ÖZLEM VE ACI Başlarken, evvela hakikate dair şiirsel bir ifade: İki büyük ustaya da selamla, Akira Kurosawa ‘’Sanat bir iletişim yöntemi değil, ölüme karşı bir dirençtir.’’ Andrey Tarkovski, ‘’Sanatın asıl amacı; insanı ölüme hazırlamaktır!’’

“Sanat Yaratıcının aynadaki cilvesidir. Biz sanatçılar bu jesti tekrarlamaktan, taklit etmekten başka bir şey yapmıyoruz. Bu yüzden, Yaratandan bağımsız bir sanata asla inanmıyorum. Tanrısız bir sanata inanmıyorum. Sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Tanrıya yöneltebilirse ne mutlu bana. Yaşamım esas anlamını bulacak. Hizmet etmek. Ama bunu asla başkalarına empoze etmeye kalkışmayacağım. Hizmet etmek, fethetmek demek değildir. “ (France-Culture’ün 7 Ocak 1986 Sayısındaki Andrey Tarkovsky Röportajı)

dışında kalanlar -tesadüf değilsebizlere bir şeyler anlatıyor demektir… * Anlamak sanatçının hissesine düşer, açıklamaksa eleştirmenin. * Sanatçı sanatıyla konuşandır, sanatı hakkında konuşan değil. * Sanatçı yapar ama; çoğunlukla yaptığını açıklayamaz… Bunu yapsa da çoğunlukla kekeler! * Kişi kendi rüyasını tabir edemez ya ("A Poet in Cinema" adlı belgesel filmden) da etmez ama; bence onu dinleyenin / izleyenin Sinema Hakkında Manifesto Mahi- tabire istidâtı / hakkı vardır. Ve bu noktada her film yönetmenin yetinde Bir Giriş: rüyası olarak algılanabilir. * Bir film asla -sadece- bir film * Film tahlili/okuması; sinemanın(filmlerin) gözünden hayata bakmak, değildir… Kadrajın içine alınanlar ve kadrajın hayatın gözleriyle de sinemaya(film"Bana kalırsa sinema tarihinde sadece şairler kalacaktır. "autheur" sineması şairlerden meydana gelir ve bütün büyük yönetmenler şairdir. Sinemada şair ne anlama gelir? Şair yönetmen kendisini çevreleyen gerçekliği yeniden üretmeden (üretmeksizin), kendi dünyasını yaratan yönetmendir. "Autheur" sineması budur.”

62


lere) bakma girişimidir! * Bana göre üzerin(d)e kavramsal okuma yapabileceğimiz her film güncelliğini koruyordur. DERSU UZALA KUROSAWA

/

AKİRA

Japon yönetmen Kurosawa’nın ekonomik sıkıntılardan dolayı ülkesinde sinema yapamaması ve ardından intihara kalkışması sonrasında 1975 yılında Sovyet Rusya’nın teklifiyle Doğu Sibirya’da çektiği bu film, birçok yönüyle sinema tarihinin şaheserlerindendir. Fakat bu şaheserin doğumu sancılı olmuştur; Kurosawa, kendi durumunu doğduğu ve yetiştiği nehrin suları kirlenince yumurtalarını bırakamayıp çaresizce uzak Sovyet nehirlerine yüzmek ve yumurtalarını buralara bırakmak zorunda kalan bir somon balığının durumuna benzetmiş ve üzüntüyle ''Japon somonunun doğal olarak yumurtalarını bir Japon nehrine bırakması gerekmez mi?'' diye sormuştur. Film, zahiri katmanda Rus seyyahı olan Vladimir Arseniev'in Doğu Sibirya'ya yaptığı geziler sonucunda kaleme almış olduğu aynı adlı kitaptan yola çıkılarak perdeye aktarılmıştır. Yönetmen, Rusya'nın Doğu Sibirya bölgesindeki bir arazinin topografik haritasını çıkarmak üzere buraya giden Rus ordusundan bir grup askerin, bu görevleri esnasında bölgede yaşayan ve ''vahşi'' bir hayat süren Dersu Uzala adındaki ihtiyar

bir Goldi’yle karşılaşmalarını ve onun, askerlere rehberlik ederken, başlarından geçen olayları konu edinmektedir. Söz konusu olaylar üzerinden Kurosawa, insanın tabiatla olan ilişkisini dile getirmektedir. Seyircinin filmi izlemesiyle zaten edineceği özet bilgileri sayıp dökmeyi gerekli ve hikmetli görmüyorum; o yüzden bundan sonra Dersu Uzala filminin bende uyandırdığı hisleri farklı bir üslûpla aktarmaya çalışacağım: Bilâhare filmin hakikatine ve yönetmene şiirsel bir bakış denemesi : İnsanın insanla ve tabiatla olan kanlı, vahşi ve acımasız tarihini hele canlandırıverin zihninizde. Gözlerinizi kapatın ve bir orman çizin, usta bir ressamın yağlı boya tablosundan fışkırırcasına göz alıcı bir orman. Sonra, yeşil kamuflajlı elbiseleriyle şarkı söyleyerek ormanın içinde seyir halinde olan bir grup askeri hayal edin. Kamuflajlı elbiselerine rağmen iğreti duran, oraya ait olmadıkları her hallerinden belli olan askerler. Hikaye bu ya; askerler, daha sonra Doğu Sibirya’nın kuzeyinde Çin ve Rusya arasındaki bir bölgede yaşayan 50 etnik gruptan biri olan yaşlı bir Goldi’yle karşılaşırlar yani; Dersu Uzala’yla. O bir dağ adamı, tabiat adamı. Tabiattaki, ateşi, suyu, rüzgârı ve dahi hayvanları da ‘adam’ sayan, onlara saygı gösteren, onları seven, onlardan korkan, onlarla konuşan ve hatta ‘kaplanı öldürmemek ve asker-

63

lerin onu öldürmemesi için kaplana yalvaran’ bir adam o. Tabiatla konuşan bir şaman. Hiç görmediği ve belki de hiç göremeyeceği insanlara olur da muhtaç olurlar diye, sığındıkları kulübeye ‘pirinç, tuz ve kibrit’ bırakacak kadar erdemli bir adam o. Askeri grubun komutanı Vladimir Arseniev, Dersu Uzala’dan gruba rehberlik yapmasını ister. Dersu, kabul eder teklifi. İşte her şey ondan sonra başlar. Hem Dersu hem Yüzbaşı hem de askerler içsel bir yolculuğa adım atacaklardır. Bu rehberlik basit bir orman rehberliği değildir. Bu aynı zamanda manevi bir rehberliğe dönüşecektir. Bu film biraz da bu yüzden bir yol hikayesidir. Bir anlamda mürid-mürşid ilişkisi ile verilmek istenen mesaj filmin tüm dokusunda çatışmaları sembolize eden temsiller şeklinde vücut bulmaktadır. ''Şehri'' sembolize eden Yüzbaşı'nın tam karşısında ''Tabiatı'' sembolize eden Dersu bulunmaktadır. Yine Yüzbaşı tabiatı kuşatmaya çalışan ''insan aklını'' temsil ederken, Dersu ise tabiatla uyum içerisinde yaşayabilmeyi başarmış biri olarak ''kalbin'' temsilcisidir. Dersu Uzala filmi genel anlatım olarak sekiz yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Film, 1910 yılıyla başlar ve geriye dönüş tekniği ile 1902 yılına dönülür. Bu tarihten Dersu'nun ölümüne kadar geçen süre beş yıldır. Dersu 1907 yılında ölmüştür. Nitekim filmin başında 1910 yılında yüzbaşı, ''üç yıl önce burada bir mezar vardı'' demektedir. Bu çok manidardır çünkü; Yüzbaşı 1910


yılında ormana geri geldiğinde bir ceset gibi yere serilmiş ağaçları görürüz. Filmin sonlarında da şehir hayatına ayak uyduramayan, ölecekse de ormanda ölmek isteyen Dersu, tekrar çıkıp ormana geri gelecektir. İşte yüzbaşı Dersu’nun mezarını ararken, aslında onunla hemhal olmuş ormanın da tabiatın da hayvanların da mezarıyla karşılaşır. Evet, bugün dünyanın bu kadar gürültü ve görüntü ile dolduğu bir çağda hazin bir mücadeleyi anlatan bu filmi, bu kelimelerle anlatmak kolay değil elbette ama; biraz olsun kuyunun ucunu gösterebildiysek ne âlâ. Hayretle seyredin; seyrinizde hayret etmeye devam edin, vesselam…

13


13


Mirzana Pašić Kodrić

Zabranjena ljubav

u romanu Čudnovato Derviša Sušića

Odbijajući se, teza i antiteza se privlače i tako već podliježu sinoptičkom pogledu koji

Baš kao i putopisna književnost, koja i sama predstavlja izuzetno kompleksan, polimorfan i otvoren literarni žanr, i neputopisna književnost s motivom puta, putovanja i putnika vrlo je složena pojava, povezana s čitavim nizom u današnjem teorijskom kontekstu važnih fenomena. Jedan od njih jeste i fenomen interkulturalnosti, koji (za razliku od fenomena multikulturalnosti, koji danas uglavnom upućuje na istovremeno postojanje mnogobrojnih kultura na nekom prostoru) prvenstveno označava veze i odnose između različitih kultura. Ti odnosi prije svega podrazumijevaju komuniciranje, razmjenu te učestvovanje u stvaranju (novih) kulturalnih vrijednosti, naročito s obzirom na

ideju globaliziranog svijeta, što ih svakako čini izuzetno bitnim predmetom savremene, kulturalne nauke o književnosti. Posmatra li se novija i savremena bošnjačka književnost u ovom kontekstu, onda je jasno to da ona itekako obiluje različitim interkulturalnim književnim pojavama, koje čak predstavljaju neka od njenih važnih i prepoznatljivih karakteristika. Među piscima ove, pretežno interkulturalne orijentacije posebno je zanimljiv Derviš Sušić (1925–1990), jedan od najznačajnijih bošnjačkih pisaca tokom druge polovine 20. st., autor brojnih prije svega romana, među

66

kojima je u ovom kontekstu naročito zanimljiv njegov posljednji, posthumno objavljeni i gotovo u potpunosti kritički i književnohistorijski zanemareni roman Čudnovato (1992). U ovom smislu, roman Čudnovato Derviša Sušića predstavlja autentično kazivanje o nizu razlika (što s razlogom stoji i u njegovom podnaslovu), u pravilu nesretnih, a što ovaj roman uvodi i u kontekst književnosti koja ispituje interkulturalne odnose, i to baš u vezi s motivom puta, putovanja i putnika. Interkulturalne razlike, dakle, suštinski su važan i neizostavan aspekt ovog romana, pri čemu, međutim, Čudnovato upućuje na problem neuspjelog pokušaja razrješenja složenih interkulturalnih odnosa. Ovaj problemski kompleks, posebno problem stalnih nemoćnih pokušaja razrješenja odnosa razlike na način koji bi bio prihvatljiv, jeste ono što gradi fabulu Sušićevog romana Čudnovato, stvarajući njegov zaplet uz veliku napetost, i to upravo na rušenju „nedodirljivih“, prije svega nacionalnih, ali i vjerskih te društvenih normi, a koje se na našim prostorima, pa tako i u svijetu ovog romana u pravilu, nažalost, nesretno poistovjećuju. Ljubav između Sulejmana Viteškića – Bošnjaka te Ružice Radovanove – Srpkinje problematizira upravo istaknuti fenomen interkulturalnosti i razlike, ili, tačnije, (ne)senzibiliziranosti za razliku, i to


kroz obrtanje očekivane perspektive povratka kući glavnog junaka. Za Viteškića, koji se nakon godina odsustva iz rodne mu Bosne konačno vraća kući, kuća ne predstavlja, međutim, geografsko mjesto porijekla i mjesto povratka onome što su naslijeđeni nacionalni, vjerski i društveni statusi, već je riječ o povratku domu, povratku istinskom sebi, i to na temelju afirmiranja istinskih vrijednosti koje u svojoj esencijalnoj, nenacionalnoj, nevjerskoj te nedruštvenoj perspektivi predstavljaju povratak s vjerom u istinske ljudske i životne vrijednosti. Viteškićevo putovanje kao povratak sebi započinje u njegovoj 24 godini, kada napušta Koniju i Jedrene, mjesta gdje se školovao, i, pri samom kraju studija poželjevši svoje selo Vitešiće, kuću i ukućane, vraća se u Bosnu. Vrlo je važno to da je Viteškić najintenzivniji period oblikovanja svoje ličnosti proveo izvan granica svoje domovine, i to obrazujući se i upoznajući svijet u razlikama: Posla mene otac na škole u Istambul, čim sam završio medresu u Donjoj Tuzli. Posla me ne bi li od mene tamo istesali ili kadiju, ili muderisa. Mogao je otac platiti, a i pamtio je da smo starinom, još od prije islama u Bosni, koljenovići, i da nam je neko uvijek bio neka učena i uticajna čelenka. U ovom, samo naizgled sporednom podatku i samo na prvi

pogled činjenicama od uzgredne, epizodne važnosti, iskazana je i jedna od osnovnih Viteškićevih osobina – njegova interkulturalna senzibiliziranost, koja je, uz izraženu opću humanističku notu njegovog karaktera te sve nezaslužene nevolje i istinske tragedije koje ga prate i tako bitno mijenjaju, uglavnom nabolje, osnovni pokretač romana Čudnovato. Time je, u odnosu na vrijeme i sredinu iz koje potječe, Viteškić u općem kulturalnom

pa se ti lijepo vrati otkud si i došao i otud se više nikada ne vraćaj u Bosnu!

smislu obilježen posebnom vrstom senzibiliteta za razliku kao dominantom njegove ličnosti, a što pokreće stalne zaplete i usložnjava rasplete u romanu, čineći ga izuzetno kompleksnim i intrigantnim štivom: Hej, a da ti nisi onaj što je stalno bio daleko, daleko... negdje... tamo u tuđim zemljama i nekakve škole učio? Kako se u toku romana pokazuje, istaknuta Viteškićeva interkulturalna

67

senzibiliziranost za razliku uvijek je u vezi s visokim moralnim načelima u romanu, ali značajno interkulturalno iskustvo ovog lika, baš kao ni njegovo obrazovanje (kao ni porijeklo, uostalom), njemu ne donose dobro, naprotiv – Viteškić je, sasvim paradoksalno, uvijek žrtva skoro svih svojih kvaliteta i humanih načela. Tako, već na putu doživljava prvo razočarenje, jer, naime, već u putu saznaje da je u vrijeme dok je bio odsutan Bosnu pohodila nemilosrdna kuga te odnijela veliki broj žrtava, uključujući i sve članove njegove porodice. Poput zlosretnog predskazanja svega što će mu se kasnije zaista i desiti, nepoznati dobročinitelj na ulasku u Bosnu mudro ga savjetuje: Ti, dragi moj Sulejmane, de ti mene poslušaj. Sad ću ja tebi od kuće donijeti dvadeset dukata i dovesti izdržljiva sedlanika i novo ruho kakvo pristaje takvom učenjaku i sinu onakvog junaka, pa se ti lijepo vrati otkud si i došao i otud se više nikada ne vraćaj u Bosnu! Ti u tvoje brzelenske Vitešiće nemaš kud. Crne te vijesti čekaju i srce ti tolike gubitke izdržati neće. Pa ipak, slično brojnim drugim Sušićevim likovima povratnika u Bosnu, među kojima je posebno upečatljiva figura Kaimije iz istoimene pripovijetke u zbirci


Pobune (1966), Viteškić, gotovo u dostojanstvu antičkog tragičkog junaka, mora nastaviti svoj put, dostojanstveno „odslužiti“ svoju sudbinu, vratiti se u Bosnu i žrtvovati sve svoje vrline za moguću dobrobit ne samo sebe već, prije svega, drugih. U kući, međutim, ne zatječe nikoga osim osamnaestogodišnje djevojke Ružice Radovanove, sluškinje u koju se nesretno zaljubljuje, u svom široko emancipiranom humanističkom gestu i, prije svega, u svojoj interkulturalnoj senzibiliziranosti i otvorenosti za razliku, vidjevši u njoj veličanstveno slamanje svih društveno očekivanih normi. Upravo u toj materijalnoj i emocionalnoj praznini, u praznini opustjelog doma u kome postoji samo Ružica, on pronalazi sve, prevazilazeći sve norme društva i sve društveno determinirane statuse. Zaljubljuje se u ženu koja je njegova pomoćnica u kući, koja ne samo da nije aginica već nije ni žena „istog zakona“, njegove vjere i nacije, Bošnjakinja, u ženu koja je posve neobrazovana i neuka, ali je prije svega žena koju istinski voli, prihvata i želi, čak i onda dok u drugom stanju s drugim čovjekom biva napuštena: Spram umilne, mirisne, svilene Emine, Ružica je bosonoga čobanica. Ali je neuporedivo draža. Spram mlade raspuštenice u Carigradu,

kćerke dvorskog dostojanstvenika, ona je prljava i dronjava čistačica goveđih i konjskih štala. Ali je milija od bilo koje carske izabranice u haremu. Međutim, nizom nesretnih okolnosti, okolnosti koje se upravo tiču problema interkulturalnosti i (ne)senzibiliziranosti za razliku, ova ljubav ne ostvaruje se, te oba lika, i Viteškić i Ružica, završavaju tragično: Ružica biva okrutno ostavljena s djetetom čovjeka njene vjere (mada je, istina, barem materijalno zbrinuta imanjem, kućom i prezimenom Viteškića, što joj Sulejman, kao posljednji vid iskazivanja ljubavi i poštovanja, kao jedini dozvoljeni poklon za sigurnu budućnost nje, njenog oca i djeteta, nesebično daruje), dok Sulejman završava nesretno oženjen, naravno sa ženom „svog zakona“, ali i sa smrtnom kaznom zbog javnog iznošenja vlastitih stavova i ideja u suprotnosti s voljom carske Moći. Pri svemu ovome, posebno je važno istaknuti da je nerealizirana, tragična ljubav Sulejmana Viteškića i Ružice Radovanove samo mikroslika ili – preciznije rečeno – tek sinegdoška predstava mnogo krupnijih kulturalnih, socijalnih i političkih problema šireg konteksta, odnosno životnog okvira i ambijenta iz kojeg potječu i u kojem djeluju ova dva Sušićeva lika. A upravo na ovaj način i u romanu Čudnovato,

68

kao i manje-više u ostatku svog književnog djela, Derviš Sušić pozabavio se onim što je oblikovanje vrlo složene (auto)imaginativne predstave Bosne, razumijevajući fenomen Bosne sad prije svega u perspektivi interkulturalnosti i (ne)senzibiliziranosti za razliku.


Octavio Paz

The Street Here is a long and silent street. I walk in blackness and I stumble and fall and rise, and I walk blind, my feet trampling the silent stones and the dry leaves. Someone behind me also tramples, stones, leaves: if I slow down, he slows; if I run, he runs I turn : nobody. Everything dark and doorless, only my steps aware of me, I turning and turning among these corners which lead forever to the street where nobody waits for, nobody follows me, where I pursue a man who stumbles and rises and says when he sees me : nobody.


Emin Akben

RODRIGUEZ Rodriguez ya da son zamanlardaki lakabı ile Sugarman, Yaşamın zor olduğu yılların birinde Amerika’da doğdu. Fırsatlar ülkesinde hayata bir sıfır yenik başlayan Rodriguez gençlik yıllarını inşaat işçiliği yaparak geçirdi. Geri kalan zamanlarda, barlarda gitar çaldı. Yeteneğini farkeden bir yapımcının onu keşfetmesiyle müzik piyasasına atıldı fakat ilk albümü sadece yedi tane satınca müzik kariyeri başlamadan bitti. İlerleyen yıllarda Rodriguez sıradan hayatına devam ederken, Albümü bir şekilde Güney Afrika’ya gitti ve Her nasılsa orada albümlerinin kopyaları yok sattı. Yıllar sonra Güney Afrika’dan gelen bir telefon ile dünyanın bir yerlerinde Elvis Presley’dan daha meşhur olduğunu öğrenen Rodriguez apar topar bir Güney Afrika turnesine çıktı ve stadyum dolusu insanlara günlerce konser verdi. Bir anda hayatta bir sıfır öne geçen Rodriguez, konser turnesinin ardından ülkesine döndü ve İnşaat işçiliğine kaldığı yerden devam etti. Ama bu sefer kendi seçti bunu. “Searching for Sugar Man” adlı belgesel ile tüm dünyada bir anda ün saldı. Amerikan rüyasını elinin tersiyle iten ilk insan Rodriguez, Şarkılarında gösterdiği politik ve güç karşıtı tavrından asla ödün vermedi.

13


Sixto Rodriguez

Can’t Get Away

Kaçamazsın

born in the troubled city ın rock and roll, usa ın the shadow of the tallest building ı vowed ı would break away listened to the sunday actors but all they would ever say that you can't get away from it no you can't get away

Belalı bir şehirde doğdum, Rock’n Roll’un tam otasında. And içtim bir gün kaçacağıma, En yüksek binanın gölgesinde. Kulak verdim pazar aktörlerine, Söyledikleri tek bir şey vardı: Ondan asla kaçamazsın Hayır, Kaçış yok

schooled on the city sidewalks coldness at every turn knew ı had to find the exits ı never, ever would return scoffed at the prophet's omens that said ı would live to learn that you can't get away from it no you can't get away ın a hotel room in amsterdam on a wild and windy august night as a cloud passed over a cold moon my heart was seized with terror and fright seeping up through the floorboards coming in through the walls coming in through the doorway ringing up and down the halls that you can't get away from it no you can't get away

Okulum kaldırımlar oldu, Her döndüğüm köşesi soğuk. Bir çıkış yolu bulmam gerektiğini biliyordum, Asla geri dönmeyeceğim. Gülerdim peygamberin alametlerine, Yaşayarak göreceksin derdi: Ondan asla kaçamazsın Hayır, Kaçış yok Amsterdam’da bir otel odasında Vahşi ve rüzgarlı bir ağustos akşamı Bulutlar soğuk hilalin önünü kapatırken Doluyor kalbim dehşet ve korkuyla Tavandan aşağıya damlıyor Duvarlardan sızıyor Kapılardan geçiyor ve Tüm koridor boyunca yankılanıyor: Ondan asla kaçamazsın Hayır, Kaçış yok.

Çeviri: Emin Akben 71


Rabia Bozkurt

Başka bir ihtimalin peşinde:

S a r a j e vo F i l m F e s t i va l i Sarajevo Film Festival’ine dair kısa bir söyleşi Saraybosna kuşatması, bir başka ihtimal adına her şeyi süpürmüşken; sadece ‘normal’ hissetmek isteyen birkaç adamın inisiyatifi ile başlar, film festivalinin öyküsü. Protest bir kimliği vardır, festivalin, zira Saraybosna’yı hapseden sınırlardan ziyade; insanların zihnine çizilen psikolojik sınırlar, ruhlarında da hasar bırakmış, belki de en çok ümidi kuşatmıştır. “Yarın” kelimesinin şüpheli belirsizliği ve buna mukabil, belirsizliğin insanı yutan tarafına bir tepki olarak gelişmiştir. Kentte elektrik yoktur. Olduğu

zamanda; televizyon ve radyo haberleri insanların umutlarını tüketmekten başka bir amaca hizmet etmez.

maaşları ise; un, yağ, tuz, kahve gibi malzemelerle karşılanmaktadır. Haris Pasovic şöyle diyor:

1993 yılının Şubat ayında, Saraybosna Sahne Sanatları Akademisi’nde, “Savaş Sineması” kurulur. Bu ekipte yer alan, Almir Plata’nın şimdilerde ismini hatırlayamadığı, Kanadalı BM askerinin (Mark veya Sean) bir jeneratörle elektrik sorununu çözmesiyle “Savaş Sineması” perdesini açar. İlk gösterim, Terminatör 2 filmidir ve girişler bir sigara karşılığında yapılmaktadır, çünkü sigara zor bulunur ve çok pahalıdır. Ülkeye gelen yabancı gazeteciler aracılığıyla VHS filmler edinirler. Çalışanların 72

“Bu bir savaş sinemasıydı; yüz sandalye ve bir projektör ile… Savaşa, bombardımana rağmen gösterimlerimize devam ettik. İzleyicinin filmlere dair algısı da burada çok farklıydı. Sharon Stone’ın Temel İçgüdü’deki çıplaklığı üzerine çok konuşulmadı ama bir akşam yemeği sahnesi vardı ki, iki dakika kadar alkışlandı.” Festival ekibinin neredeyse tamamı Saraybosna Sahne Sanatları akade-


misinde yaşamaktadır. Binanın depoları ve yer altındaki kısmı güvenlidir. “Gösterim olacaksa ve bombardıman başlamışsa, insanlar gelmesin diye dua ediyorduk. Buna rağmen gelmekten vazgeçmediler. En azından iki saat ne olduğunu unutmak her şeye bedeldi.” diyor Almir Plata. 1994’ün sonlarına kadar “Savaş Sineması” devam eder. Sonra Obala Sanat merkezinde, ikinci bir sinema merkezi açarlar. Locarno, Edinburgh gibi film festivallerinin retrospektifini yaparlar. Dönemin Venedik Film festivali yöneticisi, Marco Muller Sarajevo’ya gelir ve gördükleri karşısında oldukça etkilenir. Aynı dönemde, Saraybosna’ya gelen Annie Leibowitz, Christian Boltanski gibi isimlerle festival ismini dünyaya duyurmaya başlar. 1995 yılında Locarno Film Festivaline giden Almir, 7000 kişilik açık hava sineması olan “Piaca Grande”yi görür ve hayran kalır. Daha sonra 1996 yılında kendi “Piaca Grande”sini kurar. Festival; Quentin Tarantino’nun kült filmi Pulp Fiction’la açılır. 12 gün süreyle 15 bin kişinin izlediği festival, Mirsad Purivatra’nın deyimi ile “bebek” doğar. “Genç insanları motive etmek, cesaretlendirmek istiyorduk. Haftanın ‘bugün’ dışın-

daki günlerini hatırlatmak ve hiçbir şey olmamış gibi plan yapmak…” şeklinde açıklıyor, Purivatra, festivalin önemini. 1995 Yılında festivalin basın toplantısında bir gazetecinin kendisine sorduğu “Savaş zamanı niye festival?” sorusuna: “Festival zamanı niye savaş?.” diye efsane bir kapak yapmışlığı da mevcut kendisinin. “Komik, neşeli ve oldukça tehlikeli günlerdi, delice tutkuluyduk. Festivali bugüne taşıyan da bizim ve izleyicinin tutkusu oldu.” diye özetliyor, Mirsad Purivatra, Sarajevo Film Festivali’nin başarısını.

“Savaş zamanı niye festival?” sorusuna: “Festival zamanı niye savaş?” diye efsane bir kapak yapmışlığa da var kendisinin.

Bugün, festival şehrin direniş ruhunun temsilcisi. Dünyada ve bölgede hatırı sayılır prestije sahip. Balkanlar ve Güneydoğu Avrupalı genç yönetmenlerin ve genç yeteneklerin kendilerini tanıtabilecekleri, uluslararası bir platform haline geldi. “Festival büyüdükçe ruhu eksiliyor mu?” diye sorduğumda: “Bu bebeğin ergenlik dönemi.” diye cevap verdi Almir. “Yirmili yaşların-

73

Bugün, festival şehrin direniş ruhunun temsilcisi. Dünyada ve bölgede hatırı sayılır prestije sahip. Balkanlar ve Güneydoğu Avrupalı genç yönetmenlerin ve genç yeteneklerin kendilerini tanıtabilecekleri, uluslararası bir platform haline geldi. “Festival büyüdükçe ruhu eksiliyor mu?” diye sorduğumda: “Bu bebeğin ergenlik dönemi.” diye cevap verdi Almir. “Yirmili yaşlarında, kafası karışık olabilir, farklı ilgi alanları ve talepleri olabilir, ama hala bizim bebeğimiz” dedi.


Painting: Kemal Mehmedovic


76 BİR OTOSTOP HİKAYESİ - FATİH ERSİN + 79 BOSNA DAĞLARINDA BİR GÜN - M.BURAK KILINÇ + 81 THE STREET - OCTAVIA PEZ + 82 BU BEN DEĞİLİM ORÇUN ÜNAL + 86 KARADAĞ DESTANI - ALİ RECAİ POLAT + 88 A BLOOD CURDLING TALE OF PHILOSOPHY - HALİT REVAHA ZİNİ + 92 BELGRAD’DA İKİ GÜN - AYHAN DEMİR + 96 BALKANLARDA MEVLEVİLİK UFUK SÜSLÜ + 98 DERVISHES IN BELGRADE - MILAN VUKOMANOVIC + 102 NOVIGRAD - LJILJANA BLAGOJEVIC + 102 BALKAN SÖZLÜK


BİR OTO STOP HİKA YESİ Fatih Ersin

Lea, Avrupa Erasmusu olduğu için gayet rahat bir şekilde: "-Ben otostopla gideceğim, geliyor musun?" diye sordu. Daha önce kısa mesafeler için çok otostop çekmiştim fakat uluslararası hiç denememiştim. Kabul ettim. Gayet rahat bir şekilde bir bakkala gittik ve mukavva koli istedik. Bunları parçalayıp sırasıyla Belgrad'a kadar olan aradaki şehirleri üzerine ispirtolu kalemle yazdık: Sokolac, Han Pijesak, Zvornik, Loznica, Šabac, Beogad... Nereye olursa... Profesyonel otostopçu Lea, battal boy bir sütlü çikolata da alarak aracına bindiklerimize izzet-i ikram da yapacaktı. Bunun yanıda bir adet zvijezda ekmeğiyle, su da aldık. Artık yola koyulmuştuk. Kendimize ilk hedef olarak saat 9'dan önce Zvornik'in az ilerisindeki Karakaj sınırında olmayı belirledik ve bunu başarabilirsek Belgrad'da yapacağımız ilk iş Dukat Restoran'a gidip deliler gibi Türk baklavası yemek olacaktı.

II Sarajevo'da yaşayan her Türk öğrenci gibi oturma iznim bitmek üzereydi ve herkes gibi son güne bırakmıştım. 31 Ekim günü ülkeden çıkıp 1 Kasım sabahı geri gelmeli, geriye kalan 3-4 aylık dönemim ve oturma izni için gereken masrafları göze almalıydım. Yine herkes gibi ülke değiştirmek için farklı yollar düşündüm. Otobüs, tren, kiralık araba...

76

Nihayet bir yol bulmuştum: Belgrad’a arabasıyla gidecek bir tanıdık. Bir yandan rahatlamış bir yandan endişelenmiyor değildim. Yolda yürürken iki kız belirdi. Türkçe konuştuğumuzu gören masum genç Türk kızı adres sormak için yanımıza geldi. Diğer arkadaşı tam bir Erasmus Fransızıydı. Bir Erasmus Fransızı kendini paspal kıyafetleri ve kemerli burnuyla hemen belli eder. Polonya'dan gelmişler ve Balkan ruhunu arıyorlardı. Bunun için tam da doğru yere gelmişlerdi. Bu sırada Fransız Erasmusuyla muhabbete başlamış, bir yandan da gidecekleri yere kadar bırakma centilmenliğini de üstlenmiştik. Genç Erasmus, ertesi sabah erkenden Belgrad'a gideceğini ve bizimle tanışmakta geç kaldığını, henüz yarım saat önce otobüse bilet aldığını söyledi. Ben de: “ - istersen otobüsle git ama biz arabayla gideceğiz, daha rahat gidersin ama bir durum olur gidemeyiz planlar değişir o zaman sorumluluk kabul etmiyorum, otobüs biletin de yanmış olacak.” dedim. Kız bizimle gelmek istediğini, söyledi ve ertesi sabah buluşmak üzere vedalaştık. Sabah çantayı hazırlayıp malum kişiyle buluşmaya gittiğimde korkulan olmuştu. Söylediğine göre arabanın aküsü bitmiş, yerine yeni araba verilmemişti. Yeni arabayı alana kadar öğlen olacaktı ve konsolosluğa yetişemeyecektik. Bunun üzerine adama kendisinin boşu


boşuna o kadar yolu gelmesine gerek olmadığını, çünkü gelse bile konsolosluk kapalı oalcağı için işini halledemeyeceğini söyledim. Genç erasmus Lea'ya da durumu açıkladım ve üzgün bi şekilde nasıl Belgrad'a gideceğimizi düşünmeye başladık. Bilenler bilir, bir Avrupalı ne kadar Avrupalı olursa olsun Balkanlar'da dahi bulunsa her zaman züğürttür. O otobüse bi kere para vermiş ve bir daha para vermek istemezdi. Ayrıca ertesi sabah Budapeşte trenine yetişmesi gerekiyor, akabinde Varşova uçağına. Herşey zincirleme olacaktı ve bense sınır dışı edilebilirdim. Ne yapıp edip bizim 31 ekim gece yarısından önce sınırdan çıkmamız gerekti ve sabah Belgrad'ta olmalıydık. III Vijećnica'dan geçerek Hotel Saray'ın önüne doğru otostop çekmek üzere Belgrad yoluna koyulduk. Otostop çeken sırt çantalı iki genç Balkanlarda görmeye alıştığımız bir tabloydu. Fakat sanki kimse Belgrad'a gitmiyormuş gibi durmuyor, kimileri kale bile almazken kimileri ise pencereden el hareketi yapıp, dalga geçiyordu. Durmayan Belgrad plakalı araçları gördükçe daha da ümidimiz azalıyordu. Yaklaşık yarım saat bekledikten sonra, bir araç nihayet durmuştu ve bizi Sokolac'a kadar bırakabileceğini söyledi. Artık başlamıştık ne de olsa gerisi gelirdi diyerek, tükenmek üzere olan

ümidimize can gelmişti. Bizi alan abimiz tam bir Yugoslavdı. Eski Yugoslav grubu Azra'nın solisti nam-ı diğer "Johnny" Branimir Štulić'e benziyordu. Nar çiçeği VW Golf MK 2'sine iyi bakmış, Belgrad yolunun keskin virajlarını kendinden emin alıyordu. Abimiz Sırp bölgesinden olduğu için bazı laflarımıza dikkat ediyorduk. Sokolac’daydık. Ve artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiştik. Hava kararmak üzereydi ve otostop çekeceğimiz stratejik bağlantı yollarını iyi bulmalıydık. Bu sefer genç erasmus Mp3 player'ını hoperlöre bağlamış değişik bir stratejiyle sürücülerin dikkatini çekmeye çalışıyordu. Balkanların asi funk grubu Dubioza Kolektiv'in şarkılarıyla dolu playlist'ini son ses çalıyor, erasmus partilerinden öğrendiği danslarıyla yol kenarında gülünç bir görüntü oluşturuyordu. Bense elimdeki kartonları tutuyor bir yandan da çikolatayı gösteriyordum. Nihayet bir ablamız durdu ve bizi arabasına aldı. Dans etmekten yorgun düşmüş genç erasmusumuz havanın kararmasıyla birlikte uykuya dalmış; bense, zaten sıkıldığı için durup bizi alan sürücüyle mecburi muhabbet etmek zorunda kalmıştım. Çok yorulmuştum ve artık Boşnakça konuşmak daha da yoruyordu. Ablamız İstanbul’a arada bir mal almaya gelen bir kumaş tüccarıydı. Ve ilk hedefimize ulaşmıştık,

77

Ablamız bizi Karakaj sınırına ulaştırmıştı ve saat henüz dokuz olmamıştı. O baklavayı yiyecektik. Sınıra yürüyerek yaklaştık. O tarihlerde sınırdan çıkış yapan tek Türk ben olmayacağım ki polis amca direk giriş kapısındaki arkadaşına seslenerek damga getirmesini söyledi. Malumunuz giriş-çıkış yapınca pasaportumuza vurulan damgayla oturma izni işlemleri yapılabiliyordu. "Dur abi dur, ben Belgrad'a gidiyorum dönüşte basarsın damgayı" diye seslendim. Adam döndü ve dedi ki: "- Yürüyerek mi gidiyorsun?" Gülümsedim ve otostop çekerek gittiğimizi söyledim. Sınırı geçip, az ilerideki yol ayrımına geldik. Yolun geri kalanı kiril alfabesi olduğu için takip edeceğimiz şehirlerin altına düzeltme yapmamız iyi olurdu: Loznica "лозниза", Šabac "Шабац", Beogad "Беогад"... İşin tuhafı, ben o bölgenin dilini kouşabiliyorken kiril alfabesi okuyamıyordum fakat Erasmus ablamız dili konuşamıyor ama kiril alfabesini biliyordu. İkimiz bir adam anca edebilmiştik. 45 dakika daha sınırda otostop çektik ve tam umutlarımızın bittiği yerde bir otobüs belirdi. Belgrad otobüsüydü ve bir şekilde binmeliydik. Tabi otostopun altın kuralı asla ve kat'a para harcamamaktır. Otobüs durdu ve muavine "Brate biz otostop çekiyoruz ama para ödemeyiz herhalde değil mi?" diye sordum. Muavin geç işareti yaptı ve sorun olmayacağını söyledi. Fakat biliyorsunuz ki o coğrafyada ücretler


muavine değil şöfore ödenir. Baktım ki şöfor dayı çoktan biletleri kesmişti. Lea'yı Belgrad’a ulaştıracağıma söz vermiştim ve parasını ödemek istedim. Baklavaları ısmarlamak üzere kabul etti. Evet hedefe çok az kalmıştı, Hileli de olsa... Ama biz çok önemli bir şeyi atlamıştık. Nerde kalacaktık? Hemen Belgrad'taki bir kaç arkadaşıma mesaj attım. Fakat hiç haberleri yok iken, ansızın gecenin 12sin’de "merhaba ben geldim sizde kalabilir miyim?" demek zor geldi ve sadece buluşmak istediğimi söyledim. Daha önce evinde kaldıklarıma yazma girişiminde bile bulunmadım. Halbuki otostop çekerek gelmişsin utanmadan. Yer ayarlamaktan niye utanıyorsun?.

da ailesiyle kalıyordu. Kapılarını açamasalar da bir şekilde yardımcı oldular ve kişi başı 10 Avro'luk ufak bir hostel buldular bize. Sabah erkenden genç Erasmus gidecekti ve ben de geri dönüş için tekrar otostopu seçecektim. Artık acemiliği üzerimden atmıştım fakat tek başına bir erkek olarak, otostop çekmek daha zor olacaktı. Fakat yolda tanışacağım hala 70'lerde yaşayan Yugoslav amcaların Zastava kamyonetlerine binmek için çoktan heyecanlanmaya başlamıştım bile. Bu otostop deneyimi sadece Sarajevo'ya geri dönüşümle devam etmeyecek, aylar sonra yapacağım Avrupa turumda da yeni hikayeler hazırlayacaktı.

Ve işte nihayet Belgrad'taydık. İlk işimiz Dukat'a gitmek oldu ve kapanmak üzere olan restorantın kapısı çoktan kilitlenmişti. Saat 12'ye geliyordu ve mutfığından süzen ışığa güvenerek kapıyı tıkladım ve evet yanılmamıştım. Antepli baklava ustası oradaydı ve baklavanın her çeşidinden çılgınlar gibi yedik. Sonrasında kendimizi Skadarlija sokağındaki restoranlardan birine Tamburaši dinlemeye bıraktık ve arkadaşlarla buluştuk. Konuyu bir şekilde kalacak yere getirmeliydim ve bir yerden bağladım. O gün Belgrad milli takımının hentbol maçı dolayısıyla tüm hosteller doluydu ve kendimizi bir şekilde acındırmayı başarmıştık. Oradaki herkes ya küçük bir evde ya 78


B O S NA DA Ğ L A R I N DA BİR GÜN FALETICI M. Burak Kılınç Koşturmayla geçen haftanın bıraktığı maddi ve manevi yorgunluğunu atabileceğimiz yürüyüşlerden birine daha kalkıyorum. Sabah ezanı okunalı çok olmamış, güzel bir bahar sabahının doğuşuna şahit olarak çıkıyorum evden. Yavaş yavaş buluşma yerine doğru hareket ediyorum. Mehmet Can hocanın öncülüğünde otobüs durağında buluşuyoruz. Kendisi yetmiş altı yaşında bir yiğit. Hocamız bölge dağları hakkında oldukça bilgili, muhtemelen ayak basmadık yer bırakmadı bu dağlarda. Bu hafta yürüyüşümüz Faletici bölgesinden başlayacağız oradan Vukov Konak dağcı kahvesi ne doğru uzun bir yürüyüş gerçekleştireceğiz. Dağcı kahvesindeki molanın ardından Skakavac şelalesine uğrayıp Nahorevo köyünde yürüyüşü bitirmeyi planlıyoruz. Saraybosna’da otobüs ağı oldukça geniş olduğu için ek bir araca ihtiyaç duymadan, kısa bir yolculuğun ardından başlangıç

noktamıza ulaşıyoruz. Bölge Bosna’nın %76 sında olduğu gibi dağlık. Otobüsten indiğimiz noktada, orta zorlukta bir tırmanışa başlıyoruz. Ardımızda etkileyici bir Saraybosna manzarası, bu güzelliğe sırt çevirmek hoş olmuyor, o sebepten sürekli durup arkamıza bakıyoruz, gerçi çokta sürmüyor tepeyi aşmamız. Yürüyüş kulübümüz ve hocamız bölgedeki diğer dağcılar tarafından tanınır, dile kolay hocamız 8 yıldır yürüyor bu dağlarda. 13 kişilik bir grubuz bu hafta. Başlangıçlar biraz sarhoş geçer. Güneş yeni doğmuş bizlerse yarı uykulu, adımlar dururuz patikaları. Güneşin yükselmesiyle ayılmaya başlıyoruz. Karların yeni kalkmış olması ve ardından yağan şiddetli yağmurlardan sonra oldukça gür bir bitki örtüsü çıkmış ortaya. Yoğun bitki örtüsünden sebep patikayı kaybettiğimiz oluyor. Bu yoğunlukta, önde yürüyen kişinin farkında olmadan vücuduyla lastik gibi gerip yüzümüzde patlattığı dal parçaları sayesinde uykumuz daha da açılıyor. Bu şekilde bir buçuk saatlik bir yürüyüşün ardından şirin ve küçük bir dağ köyü çıkıyor karşımıza. Kahvaltı molamız için köyün giriş tarafında uygun bir alanda duruyoruz. Aslında çay molası dersek daha isabetli olur, hocamızın bölge dağlarından topladığı Marsina, Dusica, Kantoron, Jaglas gibi bitkilerin karışımından hazırladığı oldukça leziz olan dağ çayımızı içiyoruz. Bu çayla beraber sabahın mahmurluğunu üzerimizden artık 79

tamamen atıyoruz. Uykunun ve zorlu başlangıcın bağladığı dilimiz çözülüyor. Yeni uyanmış gibi birbirimizi selamlamaya başlıyoruz espriler, sataşmalar, motivasyon cümleleri eşliğinde. Günün ne en güzel ne de en zor anında değiliz daha. Kısa çay molasının ardından yürüyüş devam ediyor. Artık belli bir yüksekliğe ulaştık. Kalan yolumuz, yoğunlukla çam ağaçlarının arasından kıvrılan küçük patikalar üzerinden devam edecek. Kuşlar da bizimle beraber kendilerine gelmiş gibi, aheste aheste eşlik ediyorlar bize. Biz usulca çam ağaçlarının arasından yürürürken onlar da usulca şarkı söylüyorlar. Faletici bölgesi oldukça yeşil, yoğun karla geçen kışın bunda etkisi büyük. Yürüdükçe, Çam ağaçlarının seyrekleştiği, çimenliklerin arttığı bir bölgeye geliyoruz. Beyaz-mavi-mor renk çiçeklerin sunduğu görsel ziyafetin içindeyiz. Zihnim bu güzellikleri gördükçe rahatlıyor ve bütün hafta sırtımda kambur gibi taşıdığım sorunlarımı düşünmeye başlıyorum. Kavgalarımı düşünüyorum, kazandığım, kaybettiğim yada henüz vermediğim. Dövüş başlıyor renk renk çiçeğin ve ağaçların ve çimenlerin şahitliğinde, yürüyorum, düşünüyorum ve dövüşüyorum. Her adımda daha da rahatlıyorum. Kazandığımdan değil, bu rahatlama burada kazanmanın yahut kaybetmenin bir önemi olmamasından geliyor. Dedim ya zihnim özgürleşiyor diye. Burada renkler var, mevsim mevsim değişen beyazdan yeşile maviya mora ve sarıya uzanan. Bizden başka canlılar


var sonra su var, rüzgar var, yağmur var, mesela çalı yılanları görüyoruz küçük parlak gri, bazen salamender adında bir kertenkeleye rast geliyoruz bu mevsimde, sarı işlemeli siyah renkleriyle geziyor bizim gibi. Yorgunluk var burada ama parmaklık yok, ne zaferin ihtişamının ne mağlubiyetin utancının yaptığı hayali zindan yok. Kavgalarımı bitirmeliyim, henüz yol ve ağaçlar varken, hiç yoktan bu haftalık olanını halletmeliyim. Düşünceler eşliğinde devam ediyorum. Vucija Luka köyüne varıyoruz, bölgede ahşap işçiliği yapılıyor. Sırpların yaşadığı bir bölge burası, tam göbeğindeki kubbeli ortodoks kilisesi kendisini hemen belli ediyor. Buranın en sevdiğim yanı çok fazla at olması, dağ ve kış koşullarına uygun güçlü ve tüylü atlar. Bu sefer bir sürpriz yapıyorlar bize, yaklaşık onbeş tanesine sürü halinde gezerlerken rastlıyoruz. Köyden ayrıldıktan az bir süre sonra sonra yemek molamızı vereceğimiz Vukov Konak’a varıyoruz, yani Kurtlar Konağı. Dağcı kahveleri Bosna’da oldukça yaygındır, burası da en sevdiklerimden birisi, iki katlı ahşap yapı oldukça güzel görünüyor. Bölgede çok kar yağdığından evlerin çatıları oldukça dik oluyor bu da aslında üçüncü bir çatı katı çıkartıyor ortaya. Tabii bizim müteahhit işi olan çatı katlarından değil, küçük şirin bir oda sadece. Kurtlar konağında, Bosna’ya has güçlü Tornjak cins köpek, bir türlü büyümeyen yavru kedi ve yemek boyunca muzip tavırlarıyla yanımızdan ayrılmayan keçiyle

beraber öğle yemeğini yiyoruz. Kurtlar Konağı içerideki geniş salonu ve alev alev yanan şöminesiyle özellikleri kışın zevkle geldiğimizbir yer. Sahibi olan genç çift bütün yıl, kar yüksekliği bir metreyi geçip yollar kapandığında bile burada yaşıyor. Bu gelişimizde, bu bölgeden olmadığı belli olan birisine rastlıyoruz, Fransa’dan gelmiş, kalacak yer karşılığı işlerinde yardım ediyormuş genç çifte. Kafa dinlemeye geldiğini söylüyor, keçi sağmak, karnını doyurmak, gece uyurken çam ağaçlarının rüzgarını dinlemek ve sabah kuş sesleriyle uyanmak için. Haklı. Yürüyüşe başlayalı yaklaşık 5 saat olmuş, öğle ezanı vakti yaklaşıyor. Birazdan başlar hocamız, ağaçlara ve taşlara yaratanın mesajını okumaya. Ayrılıyoruz kurtlar konağından, istikamet Skakavac şelalesi. Yürüyüşe 600 metreden başlamıştık, 1500 metre civarına vardık, bundan sonra inişe geçiyoruz. Bunun da vermiş olduğu rahatlıkla muhabbet eşliğinde devam ediyoruz. Baharla beraber bize sunulan bir çok güzellik var dağlarda, dağ çilekleri ve dağ mantarları gibi. Hocamız 12 cins dağ mantarını çok iyi tanıdığı için toplarken sıkıntı çekmiyoruz ama mantar zamanı gelmedi henüz. Bu 3 hafta boyunca oldukça sevdiğimiz ayı sarımsaklarını toplayabileceğiz. Yeşil, uzun ve genişçe yaprakların tadı sarımsakla tamamen aynı. Ayılar kış uykusundan uyandıklarında bu bitkiyi yerlermiş, ismini de buradan alıyor. Bu bitki sayesinde kış uykusu boyunca

80

vücutlarında biriken toksini atıyorlar. İlahi düzen. Bölge insanı yoğurtla tüketmeyi yahut baharat olarak kullanmayı tercih etse de bizim arkadaşlar geniş yüzeyinden ilham alarak dolmasını yapıyorlar ve söylediklerine göre oldukça lezzetli. Bölgeye varıp bolca ayı sarımsağı topladıktan sonra son uğrağımız olan şelaleye doğru devam ediyoruz. Patika yüksek bir eğimle zikzaklar çizerek iniyor ve şelaleye varıyoruz. Şelale yaklaşık 98 metreden bulunduğumuz seviyeye dökülüyor, en küçük rüzgarla bizi de ıslatmayı ihmal etmiyor tabi. Yola devam edebilmek için iki yol var birisi şelalenin döküldüğü havuzun dibindeki ıslak tahtaların üzerinden diğeri de biraz aşağıda ki tahta köprü. Tabi ki ıslak tahtaları tercih ediyoruz. Zaten başta hocamız olmak üzere ekip olarak zoru tercih etmek gibi bir huyumuz var. Arada hafifçe kayıp ayağını suya sokanları saymazsak kazasız bir şekilde geçiyoruz. Dağı uzunca dolanan patikayı takibe başlayıp, otobüse bineceğimiz Nahorevo köyüne varıyoruz. Buradan şehre yarım saatte bir otobüs kalkıyor. Bedenlerimiz yorgun ama tam tersine zihnimiz ve ruhumuz oldukça rahatlamış durumda. Gözlerimiz parlıyor, birbirimize bir sonraki haftanın sözünü vererek ayrılıyoruz.


81


BU BEN DEĞİLİM Her adım beni kendimden uzaklaştırıyormuş gibi yürüdüm. O koltukta kendi kendimin cesedini bırakmıştım; evime sürüklediğim bu beden benim değildi. “Bu ben değilim,” dedim en çocuk sesimle. “

Orçun Ünal

Küllenmiş bir yazın yalnızlığında kalmıştık. Kızgın güneş bizi öğlelere küstürmüştü. Geceden kalma gölgelerimiz, kusmak için uzandığı demir korkulukların üzerinde kuruyup çatlamış, uzun siyah lekelere dönüşmüştü. İsmi lazım değil, bir şair dostun yazlık evinde kalıyorduk. Biraz kafa dinlememiz gerektiğini düşündüğü için anahtarı elimize tutuşturup gitmemizi söylemişti. Gitmemizi, yenilenmemizi ve başka biri olarak dönmemizi. “Bunları sadece, bir şey kaçırdığını düşünmeyesin diye veriyorum,” demişti Şair. Birçok kişinin hâlâ uyuduğu veya ayılmak için kahvesini içtiği bir saatte üzerimizde bir atlet ve kucağımızda bir paket sigara, iki kutu buz gibi birayla sabah serinliğine çıkmıştık. Balkondan görünen sahil, göz alabildiğince bir baştan bir başa uzanıyor; deniz denilen ışıltılı maviliği zalimce kıskacına alıyordu. Bir yudum bira bir nefes sigara sırasıyla gidiyor, bomboş sahilin hep böyle boş kalmasını diliyorduk. Sonuçta insan dediğin; izdiham, istila ve linçti. Hatıralar ve pişmanlıklar bastırmadan, karanlık çökmeden yeterince içmemiz, mümkün olduğunca sarhoş olmamız gerekiyordu. Böylece onlar geldiğinde sataşacak birini bulamayacaklardı. Köşede sızıp kalmış bir ayyaş karşılayacaktı onları. Onlardan kaçarken kendimizden kaçıyorduk aslında. Şairin yazlığına gelmek için oldukça uzun bir yol tepmiştik. Camları perdeli, klimasız, eski püskü, koltuk-


ları yapış yapış bir otobüste paldır küldür saatler geçirmiş, beldeye ayak bastığımızda temiz havayı öpecek kıvama gelmiştik. Uzun yol ve uzun süren yolculuk bu tatili daha da değerli hale getiriyordu. Yenilenmemiz lazımdı, bambaşka biri olmamız. Ancak kimseyi tanımadığımız ve kimseyle tanışamadığımız bu siteye geldik geleli yalnızca kendimiz ve her gün daha da çok kendimiz olmuştuk. Yeni insanlarla tanışmadan insan nasıl yenilenebilirdi ki? Aile fertleri ve eski dostlar geçmişi gösteren kirli birer aynaydı; onlarda taze ve temiz bir şey görmek mümkün değildi. Bir kutu birayı bitirmiş, dördüncü sigarayı yakmıştık ki şezlonglara havlu bırakmak için gidip gelen birkaç kişinin uzun gölgeleri arasında sahilde bir çocuğun durduğunu fark ettik. Pijamalı çocuk, balkonun tam karşısına denk gelen yerde yalın ayak durmuş ve yüzünü güneşe vermişti. Sigarayı dudaklarımızın arasına sıkıştırıp sağ gözümüzü kıstık, sol gözümüzü çocuğa diktik. Birayla lekelenmiş, sigarayla tütsülenmiş, terle kurutulmuş ve uykusuzluktan delik deşiktik. Bir leştik âdeta. Buraya geldiğimizden beri her şey bir serap gibiydi; biz ise gözle görülür bir hayalettik. Ancak sekiz yaşlarındaki bir çocuğun sabahın köründe tek başına sahilde hareketsiz durmasının hayra alamet olmadığının ayırdına varamayacak kadar da törpülenmemiştik henüz. İkinci kutuyu büyük bir gürültüyle açıp dudaklarımızın arasındaki sigarayı elimize aldık. Teneke kutuyu

tutan elimiz, sanki böyle tutmaya devam edersek moraracak, hissizleşecek ve donacaktı. Böylece elimizden başlayarak bütün uzuvlarımızdan teker teker kurtulacak, en sonunda tek bir kafadan ibaret olduğumuzda bir karpuz gibi düşüp paramparça olacaktık. Ancak hâlen tek parçaydık, tek vücuttuk. İzmariti korkuluğun üzerinden çiçeklerin arasına gönderdik, biradan bir yudum daha alıp bir ayağı çatlak plastik sandalyeden kalktığımız gibi balkon demirlerinin üstünden atlayarak parmak arası terliklerimizle mor menekşeleri, nemli toprağı, patikanın oynak taşlarını ezdik, serin kumlara çıktık. Hareket ettikçe ve rüzgâr estikçe atletimizden ve koltuk altımızdan yükselen koku pek de hoş değildi. Adım adım güneşe karşı, bir çocuğun körpe sırtına doğru yürüdük. Yanına vardığımızda patlak gözlerini yummuş, hokka burunlu, çilli yüzlü, sarı saçları dağınık bir çocukla karşılaştık. Bir sıkıntısı varmış gibi görünmüyordu. Sol gözünü aralayarak başını çevirmeden bize baktı. “Rüyama nasıl girdin sen?” Çocuğun ağzından dökülen ilk sözler bizi afallatmıştı. “Ne rüyası?” “Şu anda gerçekten sahilde durduğumu düşünmüyorsun herhalde. Şu gerideki otelin bir odasında annemle babamın yanında yatıyorum ve bir rüya görüyorum, sen de o rüyaya izinsiz girmiş bulunuyorsun.” “Tersi daha muhtemel değil mi? Sen 83

benim rüyama girmiş olma sakın.” “Ben kimsenin rüyasına girmem. Keşke yanımızda biri daha olsaydı da senin bir rüya karakteri olduğunu söyleseydi sana.” Çocuk birini ararmış gibi etrafına bakındı, ama o sırada gelip geçen yoktu. O da sözlerine devam etti. “Buna ve benzer olaylara şaşırmıyorum artık, niye biliyor musun, çünkü bu rüya uyanık olmaktan hiç de farklı değil. Sabahleyin kalktığımda, sanki gecenin çoğunu ayakta geçirmiş gibi yorgun hissediyorum kendimi. Annem benim ders çalıştığımı sanırken, aslında piyanonun içinde kıvrılmış, bu saatleri telafi ederek uyuyorum. Benim için gece her türlü dehşetten uzak, her türlü zorunluluktan muaf.” Çocuğun kullandığı kelimeler, kurduğu cümleler ağzına büyük geliyordu. “Kimsin sen?” Çocuk iki gözünü de açıp yüzünü bize döndü. “Bu ben değilim,” dedi. “Ben oralarda bir yerde uyuyor. Biraz önce söylemiştim sana bunu.” Çocuğun mistik ve felsefi sözleri içinden çıkılmaz bir labirente sokmuştu bizi. “Peki, o ben kim?” diye sorduk dayanamayarak. Buna da ukalaca bir cevap alacağımızdan emindik. “O ben sümsüğün teki,” dedi. “Süt gibi beyaz ve hassas cildi yüzünden güneşe çıkması yasak olan, babaannesinin doktor, anneannesinin piyanist olmasını istediği, bu yüzden fen ve müzik dersleri arasında bölünmüş, babası para kazanmak


bahanesiyle evden uzak yaşayan, annesi mükemmeliyetçi bir çocuk. Her şeye başını sallayıp evet diyor; henüz herhangi bir şeye itiraz ettiğini görmedim. Ona her gün zorla takım elbise giydirip kravat taktırıyorlar, gıkını çıkarmıyor. Hâlbuki bir çocuğun giyebileceği en güzel şey pijamadır, değil mi? Pijama yataktır, uykudur, rüyadır, kaçıştır.” Çocuğun dediklerini anlıyorduk artık. Ama rüyayı görenin güya biz değil, o olması kafamızı karıştırıyordu hâlâ. Zaten bütün bunların bir rüya olması için de bir sebep yoktu. Her şey kristal gibi berraktı: sesler, kokular, renkler, hareketler. Çocuğun dediği gibi, bu rüya uyanık olmaktan hiç de farklı değildi. “Sen ne olmak istiyorsun, peki? Piyanist veya doktor değil herhalde.” “Ben mi? O olmayan ben yani. Ben ne olmak isteyeceğim: çok çok kalabalık bir şehrin çok işlek bir caddesinde oyun oynayan yavru kediler getiriyorum gözümün önüne. Binlerce yavru. Başka hiçbir şey yok ortalıkta, vızır vızır geçen kocaman arabalardan başka. Ve çılgın bir kaldırımın kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, yola yaklaşan her yavruyu yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, kaldırım kenarında yavru kedileri yakalayan biri olmak istiyorum. Yavru kediler büyük araba lastiklerinin altına girmeden hemen önce onları tutan ve annelerinin yanına koyan kişi olmak istiyorum. Evet,

çılgın bir şey bu, biliyorum, ama yalnızca bunu yapmak istiyorum.” “Peki, şu anda sen o değil misin?” Ters ters suratımıza baktı. “Sence ona benzer bir yanım var mı? Bir sümsüğe benzemiyorum herhalde.” Çocuğun kendinden emin halinden ürkmüştük. Pijamalı bir çocuğun bu kadar özgüvenli olabileceği aklımızın ucundan bile geçmezdi. “Hayır. Kesinlikle hayır,” diye cevap verdik mecburen. O anda dank etti bize. Otel odasıyla çocuğun durduğu yer arasındaki mesafe iki yüz metreden fazla değildi. Oysa o şimdi pijamaları içinde, yüzünü doğan güneşe vermiş, otel odasındaki çocuk olmadığını iddia ediyordu. Başka biriydi o. Rüyasında, istediği gibi biriydi. Ama rüyadan uyandığında bu anları hatırlayacak mıydı? Hatırlasa bile, rüyada bambaşka biri olmak onu rahatlatıyor muydu? Bu onun için yeterli miydi? Çocuk hiç beklemediğimiz bir anda tekrar konuşmaya başladı. “Eminim, sen de benim rüyamda geçen bir karakter olarak gerçek hayattakinden çok farklısındır. Sahilde tek başına duran bir çocuğu merak ettiğine ve koşarak yanına geldiğine göre en azından bu rüyada iyi bir insansın. Ama üzülerek söylüyorum: bu rüya bittiğinde sen de biteceksin. Ben uyandığımda sen yok olacaksın.” Çocuğun sözleri bizi ikna etmişti. Belki de gerçekten çocuğun rüyasında olan bizdik, bambaşka biriydik ve o uyanana kadar vaktimiz vardı. O

84

uyanınca Külkedisi gibi eski halimize dönecektik. Rüya karakteri olarak rüya sahibine veda etmeye bile gerek görmeden rüya kumları üzerinden Şairin rüya evine döndük. Bir rüyadaymışız gibi eşyalarımızı topladık, bavulumuzu yerleştirdik. Camları ve balkon kapısını kapattık. Kül tablalarını boşaltıp boş şişe ve teneke kutuları çöpe attık. Ocağı kontrol ettik, kapıyı kilitledik. Bunları hep bir rüyadaymışız gibi yaptık. Rüya bitmeden dönmeliydik. Bambaşka biri olarak eve dönmeliydik. Otogara varıp kalkacak ilk otobüs için bilet alırken tezgâhın arkasındaki zavallı adam bizim bir rüya karakteri olduğumuzdan, hatta bütün dünyanın o çocuğun rüyası olduğundan bihaberdi. Bilmemesi gayet doğaldı: biz çocuğun rüyasında başroldeysek o, figüran bile sayılmazdı. Elimizde biletimizle, kalkmak üzere olan otobüse son anda yetişip, çektiği acı ve hastalığı yüzünden okunan bir amcanın yanına oturduk. O da başka biri olmak isterdi elbet. Sağlıklı biri, genç biri, acı çekmeyen biri. Ama çocuk ona bu payı biçmişti rüyasında. Şafak kızıllığını yırtarak yola koyulduk. Gökyüzü aydınlandıkça yüreğimiz ağırlaşıyordu. Yolu yarılamamıştık bile. Otobüsün ikinci sıradaki koltuğunda hop oturup kalkıyorduk. Mümkün olmadığını bilsek de çocuk rüyadan uyanmadan eve varmak istiyorduk. Onun rüyasından kaçabileceğimize inanmıştık belki de. Kırmızı halı gibi dümdüz uzanan yol ve otobüsün


rehavet veren tozlu havası, bütün geceyi yolda geçirmiş şoförün göz kapaklarını aşağıya çekiyordu. Oturduğumuz yerden bunu görebiliyor ama sesimizi çıkarmıyorduk. Rüyaya dalıp başka biri olmak, belki de tekrar kendisi olmak, onun da hakkıydı. Gözleri kapandı, başı aşağı düştü, horuldamaya başladı, kolları gevşedi. Otobüs diğer şeride doğru kaymaya başladı. Önce bir kamyonun güneşe direnen farlarını gördük, sonra aralıksız basılan güçlü kornanın sesini duyduk. Yırtıcı bir gürültüyle, iç organlarımızı yerinden oynatan bir gücün kararlılığıyla sarsıldık. Yerimizden fırladık, öndeki koltuğa vurduk, demir ve teneke ve alüminyum ve cam parçalarına çarptık, çarpıldık, katlandık. Aynı anda yeniden ve bambaşka biri olarak geri düştük ve otobüsteki aynı koltukta bulduk kendimizi. Bu yeni bambaşkalık çok eski bir aynılıktı. İki kere yüz seksen derece dönmüş, yine aynı yere gelmiştik sanki. İkimizden biri ölmüştü, içimizden biri ölmüştü; tek kalmıştık, hayır hayır, TEK KALMIŞTIM. Koltuğumdan kalkıp yaralı ve ölülerin arasından geçtim ve otobüsün arka kapısından karanlık şehrin arka bahçesine çıktım. Uykuda yürür gibiydim, ama uyanıktım. Kendimle dopdoluydum. Güneş tepeye yükselirken yürüdüm. Her adım beni kendimden uzaklaştırıyormuş gibi yürüdüm. O koltukta kendi kendimin cesedini bırakmıştım; evime sürüklediğim bu beden benim değildi. “Bu ben değilim,” dedim en çocuk sesimle. Uzun ve yorucu bir yürüyüşten

sonra eve vardım. Elimde avucumda hiçbir -eski- şey yoktu; yenilenmiş ve bambaşka biri olmuştum. Kapıyı çalıp bekledim. Diyafondan “Kim o?” sesi yükseldi. Çok eski bir alışkanlıkla “Benim,” dedim. Yüksek ve coşkulu bir sesle tekrarladım: “Benim!” Kapı açılmadı; pencereden bakan olmadı. Garip bir sessizliğe büründü ortalık. Tekrar zile bastım, bekledim ve hiçbir ses gelmemesine rağmen diyafona doğru “Aç kapıyı! Benim, ben!” diye bağırdım. Ne kadar beklediysem de kapı açılmadı. Büyük sivri burunlu, kürk mantolu Şair kaşlarını çatmış, apartman kapısının arkasından bana bir yabancıymışım gibi bakıyordu. Kaldırıma oturup taşralı adam gibi beklemeye başladım, neyi beklediğimi bilmeden. Yolun karşı tarafında gösterişli siyah bir araç durdu. İçinden büyük güneş gözlükleriyle havalı bir kadın indi ve elini içeri uzatıp takım elbiseli bir çocuğu kolundan çekiştirerek dışarı çıkardı. Bir anda oturduğum yerde doğruldum. Bu, sahildeki çocuktu. Pijamaları içinde o denli asi ve ukala olan velet, şimdi annesinin elini sıkı sıkıya tutmuş, başı önde bir kuzu gibi yürüyordu. Uzun uzun arkasından baktım: rüya bitmiş, o dünya yok olmuştu. Ben bendim yine. Şair gitmiş, kapıyı da kilitlemişti.

85


Ali Recai Polat

KARADAĞ DESTANI Bir Urfalı’nın Savaş ve Seyahat Hatırası

Karadağ’ın Osmanlı İmparatorluğu’na isyan etmesiyle başlayan Balkan Savaşları’na Urfa’dan katılan Urfalı Baba Cem-i’nin savaş ve seyahat hatırasıdır: Karadağ Destanı. 1876 yılında Karadağ’ın Osmanlı İmparatorluğuna isyan etmesiyle başlayan ve Sultan Murad’ın ülkenin dört bir yanında yankılanan fermanıyla “Bedel” olarak para karşılığı bir başkasının yerine Urfa Tabur’unda harbe katılışını, gördüklerini, yaşadıklarını, kahramanlığı, açlık ve susuzluğu ve fedakarlığı anlatır Urfalı Baba Cem-i. Yolculukları Urfa’dan başlayarak; Kanlı Avşar’dan, Kilis’ten, Amik Ovası’ndan, İskenderun’a yetişirler. Buradan önce Lazkiye’ye geçer ve Lazkiye Taburunu da aldıktan sonra yedi günde Girit Adası’na varırlar. Oradan da Karadağ kıyılarındaki İşkodra kıyılarına varırlar. Baba Cem-i bu seyahatlerinden şu beyitleriyle bahseder:

İki gün susuz eyledik karar Geçer bu serencam gel etme keder Karadağ üstüne eyledik sefer Nuh zamanında Tufan yirisün Çok cefalar geçti benim serimden Felek ayırdı nazlı yarimden Gömlek çürüdü vücud terinden Yirmi üç günde bade yirisün Peksimed yemeden dişim kırıldı Soğan kokusundan burnum buruldu Ertegün pendir zeytun yiridi Yanı sıra tatsız sirke yirisün İşkodra’yı gezdim iyi beğendim Halimce ben de çok diyar gezdim Merdi mahbubunu eyüce süzdüm Abiyle havası bile yirisün

Urfalı şairler arasında, Şair Nabi’den sonra, seyahat hatırası yazan ikinci, savaş hatırası yazan ilk şairdir. Edebi yönü pek kuvvetli olmayan ve asıl ismi bilinmeyen Urfalı Baba Cem-i o zamanlar Osmanlı hakimiyetinde olan Karadağlıların ve Sırpların isyanını bastırmak için yapılan Devlet-i Ali- Osmani müdahalesini ve bunun neticesinde çıkan 93 Osmanlı-Rus Savaşı’nı yaşayıp, yazmıştır. Destanına Sultan Murad fermanının Urfa’ya ulaşmasını şu dizelerle anlatarak başlar Baba Cem-i: Ah u vah hali mü’minan Şehidanlara göründü cinan Biraz serencam edeyim beyan Görenler oldu ey gözüm yaran Sultan Murad’dan geldi bizlere ferman

Okundukça alemi eyledi büryan

86

Açıldı Bazarı eyledi vayi Bi-akıl yiridi geda-yi bayi

Baba Cem-i bu başlangıç beyitlerinde Müslümanlarının hallerinin perişan olduğunu ve cennetin şehitlere göründüğünü söyleyerek başlar. Urfalı Baba Cem-i’ni eserinde tam bir hece tutarlılığı yoktur. Genel olarak 5+5 veya 6+5 ölçüsünde yazılmıştır. Urfalı Baba Cem-i savaşa asker toplanırken Urfa taburuna, başka birinin yerine “Bedel” olarak katıldığını şu beyitlerle ifade eder: Bedel yazıldım parayı aldım Bana biçilmiş kaftan bulunmaz İşkodra üzerinden Balkanlar’a çıkan Baba Cem-i Sultan 2. Abdülhamid’in tahta çıkışını ve Karadağ için fetih emri verilişini şu beyitlerde anlatır: Nüfusu aleme eyledi te’sir Her yandan bu işe olduk münte’sir Yiridi etrafdan asker-i Sultan Evvel Karadağ’ı eyledik vatan Çoğa sürmedi ol emr-i Hüda Sultan Hamid Han oldu padişah Hersek Karadağ’ı hasılı kelam Nüfusu şah ile eyledik hitam Mıskofdu bunlara vermişidi iğvay Verdiği iğane hep oldu hevay Urfalı Baba Cem-i hakkında; asıl isminin Cuma ya da Mustafa olabileceği dışında bir şey bilinmemektedir. Savaştan önce ne iş yaptığı, kimin yerine bedel gittiği, savaştan sonraki hali bilinmemektedir. Baba Cem-i’nin içinde bulunduğu Balkan İsyanlarında, 93 Harbi’nde ve Rumeli’de çarpışmış meşhur Urfa


Tabur’undan sadece sekiz kişi Urfa’ya geri dönebilmiştir. Urfalı Baba Cem-i Karadağ Destanı’nı yazdığı şu güzel -mefailün / mefailün / mefailün / mefailünveznindeki gazeliyle bitirir:

İlahi bahr-i kanından bzi ayırma şan eyle Kim bu kafir-i din aduyu künfekan eyle Sezadır aşkiyle herdem yolunda eylesem harbi Delil-i enbiyayı evliyadan rehnüman eyle Bu kafir fethini ya Rabb ümidim eylesen fettah O sultan şah-i sultanı ilahi, şadüman eyla Ali Osman sahib-billah Muhammed’dir resululluh Gazalarda şehidullah cinane bağıban eyle Şefaat eyle zatından bizi ayırma sultanım Diler bu Cem’iya her dem kolay-ı asıtan eyle

87


Halit Revaha Zini

A Bloodcurdling Tale of Philosophy Once upon a time there was a class of students. They were all from different majors, but their mutual passion for Philosophy brought them together in one classroom. It was the beginning of a new semester and our enthusiastic group of students were eagerly waiting for the first Introduction to Philosophy class. As the excitement reached its climax the Professor made his rather punctual appearance. A small statured man in his mid thirties, he walked into the classroom with a touch of self confidence and introduced himself to the unsuspecting group of philosophy-hungry youth. Then he sat back and took a good long look at their faces, savored their will-to-learn, then with a cocksure tone he said: “In this class I will teach you about Algazel, Avicenna, Averroes, Alpharabius, Ibn Khaldun and so on.” Students exchanged perplexed glances. Some checked the schedule to make sure they were in the right class “Introduction to Philosophy”

and not another more advanced class. Maybe this was the Introduction to Islamic Philosophy? A young student raised his hand with reluctance and asked: “Sir, is this Philosophy 101?” “Yes” the Professor said “This is Introduction to Philosophy and I mean to do just that!” Appalled, the student added: “Then shouldn’t we start with something more basic? Shouldn’t we first learn about the fathers of modern philosophy? The martyr Socrates for example, he who gave his life for the eternal wisdom, he who was neither the first nor the last of that long line of martyrs. What about the loyal and brave Platon, who dared the mysteries of existence and unraveled layers after layers as he defended his master. Or his pupil, the far-sighted Aristoteles! The one who drank from the same fountain yet gathered different tastes.” “Oh quit your flourishing! All these cursed names… They are unworthy! These blasphemous, nonsensical people, they all talk rubbish. I will

88

only give you the best and the brightest!” A sudden chill descended upon the class. Murmurs of discontent, so faint… so distant… For a moment there, the young student thought he heard Averroes crying out in pain “You idiot!! All my works are based on Aristoteles’ translations and Avicenna was a Neo-Platonian!” Encouraged by Averroes’ words, the young student rose up and said “Sir, for better or worse these people were amongst the first. We should pay respect and learn their arguments. Imagine someone coming over to us with Platon’s ideas or Nietzsche’s thoughts, how can we offer counter-arguments if we don’t know their point of view?” “Don’t you speak Nietzsche’s name to me! I can’t even bear the sound of that Godless creature’s name. My son, you don’t need these rubbish in your young minds. They could lead you astray!” But the class had seen Professor’s nonsense and rose in protest of his words. After much arguing the Professor gave in to the class’ demands and allowed the students to present three “nonsensical people” of their choice. He never forgave the young student for calling out his nakedness (and possibly for presenting and defending Nietzsche afterwards), marked down all his efforts and kept calling him a heretic until the end of the semester. ---The End--I know, I know… there wasn’t much of a horror in this story and don’t


you think I can’t hear you hollering about: “Boooo we were promised a horror story! Where is the horror? Booo!” Actually the horror is right there, and is truly of bloodcurdling quality: The horror lies in the fact that this was not a made up story, but an anectode of a real life event. That person and, sadly, many people like him, exist and are living amongst us! A wise man told me once that there are three things in life that truly horrifies mankind: The psyche, the unknown and the truth; but truth always has the upperhand because it cannot be faked. One can give you the scare with a made up story of a very disturbed Psyche or using the lure of the unknown conjure up an excellent thriller. The truth, on the other hand, always terrifies just by being itself. If you want a horror story, you can read all three kinds here. One for you, one for the class and one for the Professor. I don’t know what effect this article might have on you but I sincerely hope that you realize such people are coming up through our education system, and I hope this realization would never leave you alone and steal your restful night’s sleep. “He went like one that hath been stunned, And is of sense forlorn; A sadder and a wiser man He rose the morrow morn.”

Fo t o g r a p h : E m i n A k b e n

89


Ç i z i m / D r aw i n g : Ali Enes Şahin



Ayhan Demir

BELG R A D ’ DA İKİ GÜN Hersek dağlarından, Saraybosna'ya döneli henüz yirmi dört saat bile olmadı. Fakat yeni seyahat rotamızı çoktan belirledik: Belgrad. Fatih Sultan Mehmet tarafından kırk gün kuşatma altında tutmasına rağmen, fethi ancak 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman'a nasip olan Belgrad'ı ziyaret edecek olmak bende farklı hisler uyandırıyor. Heyecan ve tedirginlik arasındaki ince çizginin üzerindeyim. Saraybosna'dan Belgrad'a giden otobüsler, 'Sırp Saraybosna’sı' olarak da adlandırılan, Saraybosna'nın doğusundan hareket ediyor. Bilet satış görevlisinin, biletlerle birlikte elimize tutuşturduğu jetonların hikmetini, yolcu peronlarının girişindeki turnikeleri görünce anlıyoruz. Peronlara sadece yolcular girebiliyor. Otobüsün hareket saati gelince, yola koyuluyoruz. 1992-95 Bosna Savaşı esnasında, Bosnalı Sırpların merkezi olan Pale'nin ardından, Sokolats, Han Piyesak, Vlasenitsa ve Zvornik'i geride bırakıyoruz. Sırp Cumhuriyeti'ndeki tüm yol tabelaları, Kiril

alfabesiyle yazıldığından yolu kestirmek oldukça zor. Üç buçuk saat sonra Sırbistan sınırına ulaşıyoruz. Pasaport ve kimlik kontrolünün ardından, Drina Nehri'nin öte yakasına geçiyoruz. Sırbistan'daki yol tabelaları, Sırp Cumhuriyeti'nin aksine, hem Kiril, hem Latin alfabesiyle yazılmış. Sınır ile Belgrad arası yaklaşık yüz elli kilometre. Bu, üç saatlik yolumuz daha olduğu anlamına geliyor. Sırp Cumhuriyeti'ne kıyasla, çok daha iyi durumda olan yol, geniş ve düz bir ovadan geçiyor. Yol akıp giderken, Üsküp türküsünün şu mısraları dökülüyor: "Belgrad yolu uzun urgan / Sırtımızda yoktur yorgan / Ağla benim anneciğim / Ben Belgrad'a kaldım kurban…" Bu yol, aynı zamanda, uluslararası taşımacılığın önemli güzergâhlarından. Bu sebeple, yol boyu Türk plakalı tırlar görüyorum. Mevsim ilkbahar ya da yaz olsaydı, Avrupa'da işçi olarak çalışan ve tatilini Türkiye'de geçirmek isteyen gurbetçilerimize de rastlayabilirdik. Terazi Meydanı Mali Zvornik, Loznitsa ve Şabats'ı geride bırakarak, en sonunda Belgrad'a ulaşıyoruz. Şehri bir kuşak gibi çevreleyen Sava Nehri'nin üzerinden geçerek, şehir merkezine gidiyoruz. Osmanlı hâkimiyetinde kaldığı 347 yıl boyunca önemli bir üs vazifesi gören Belgrad, ismini Sırpça beyaz (bijelo) ve şehir (grad) kelimelerinin birleşimi olan Beograd'dan alıyor. Belgrad, isminin hakkını

92

vermek istermişçesine, bizi yoğun bir sisle karşılıyor. Fakat yoğun sis bile, geniş caddelerdeki heybetli ve eski binalara, sokaklara sirayet eden kasvetli griyi gizlemeye yetmiyor. Aslına bakılırsa ben, tercihimi çoktan yaptım. En doğrusu, tıpkı ecdat gibi, 'Dar-ül Cihad' olarak isimlendirmek. Otogarın yanı başında tren garı var. Bu tren garı, ekmek parası kazanmak için Türkiye'den Avrupa'ya giden ya da sıla hasretine daha fazla dayanamayıp, ilk fırsatta Türkiye'ye dönen, kim bilir kaç Türk işçisinin sevinç ve hüzünlerine ev sahipliği yapmıştır. Kısa bir yürüyüşün ardından, önce her gün açık olan sabit pazar yerine, daha sonra da Terazi Meydanı'na (Trg Terazije) ulaşıyoruz. Terazi Meydanı, Taksim Meydanı'nı andırıyor. Birçok Belgradlı, şehir merkezi olarak Cumhuriyet Meydanı (Trg Republike) ya da Kalemeydan'ı (Kalemegdan) düşünse de, belirlenen merkez Terazi Meydanı. Sezession sitiliyle 1906 yılında inşa edilen Moskova Hoteli, meydanın dikkat çeken yapılarından bir tanesi. Tarihçi ve yazar Milan Miliçeviç'in, "Türkler, Belgrad'ın varoşlarına su temin edebilmek için Veliki Mokri Lug isimli kaynaktan su tedarik eden sisteme aralıklarla su kuleleri inşa ettiler" dediği kulelerden biri de Terazi Meydanı'ndaymış. Ancak 1860 yılında buradaki kule sökülerek, yerine Prens Miloş Obrenoviç (Knez Milos Obrenovic) anısına, bir çeşme inşa edilmiş. Bu çeşme, 1911 yılındaki meydan yenilenmesi esnasında, Topçider


Parkı'na nakledilmiş. 1976 yılında, yeniden meydandaki yerine yerleştirilmiş. Terazi Meydanı'na bağlanan birçok yol var. Mesela, meydanın solundaki, Prens Mihail Caddesi'nden (Ulica Knez Mihailova) Kalemeydan'a gidebilirsiniz. Ya da Despot Stefan Bulvarı'nın (Bulevar Despota Stefana) hemen başındaki Skadarska'ya yönelebilirsiniz. Üçüncü bir alternatif olarak, meydanın solundaki, Kral Milan Caddesi'nde (Ulica Kralja Milana) uzun bir yürüyüş yapabilirsiniz. Biz, Prens Mihail Caddesi'ni tercih ediyoruz. Prens Mihail Caddesi, sağlı sollu mağazaları, zengin görünümlü vitrinleri, kitapevleri, kafeleri, eski binaları, seyyar satıcıları ve müzisyenleri ile İstiklal Caddesi'ni anımsatıyor. Eski Yugoslavya döneminde, özellikle gençler, şehrin trafiğe kapalı ana caddelerinde akşam üzeri gruplar halinde 'korzo' adı verilen gezintiye çıkarlarmış. Belgrad'ın korzo yeri, Kalemeydan'la neticelenen, bu uzun caddeymiş. Artık korzoya eskisi kadar rağbet olmasa da, cadde üzerinde dolaşmaya çıkanları görmek mümkün. Cadde üzerindeki her köşe başında, Sırp milli figürleri işlenmiş, hediyelik eşyaların satıldığı küçük kulübeler bulunuyor. Prens Mihail Caddesi'nde yürürken, pek az Sırp'ın köpeksiz dolaştığını fark ediyoruz. Hatta bazılarının, her iki elinde birer tane var. Mevcut manzara karşısında, "Bu şehirde köpeksiz sokağa çıkmak yasak mı?" diye düşünmeden edemiyoruz.

Prens Mihail Caddesi'nin ortasına geldiğimizde, Vuk Karaciç Caddesi'ne (Ulica Vuka Karadzica) doğru yöneliyoruz. Biraz daha ilerdeki Öğrenci Meydanı'nı (Studentski Trg) geçerek, Yahudi Efendi Caddesi (Gospodar Jevremova) 11 numaraya gidiyoruz. Kısa süreli bir arayışın ardından, şehrin ayakta kalabilen yegâne camisi olan Bayraklı Camii'ne, diğer adıyla Hüseyin Kethüda Camii'ne ulaşıyoruz. Evliya Çelebi, o dönemindeki Belgrad'ı anlatırken; 217 cami, 270 mektep ve medrese, 10 hamam ile hanlardan, kervansaray1ardan, çeşmelerden ve konaklardan bahsediyor. Bu eserlerden geriye yalnızca Bayraklı Camii ve Damat Ali Paşa Türbesi kalmış. Bayraklı Camii, tüm yalnızlığına ve yorgunluğuna rağmen, geri döneceğimiz günün umuduyla, ayakta kalmaya çalışıyor. Kalemeydan (Kalemegdan) Prens Mihail Caddesi'nin sonuna geldiğimizde, kartal yuvası gibi hâkim bir noktaya inşa edilmiş Belgrad Kalesi'ni de kapsayan, Kalemeydan'la yüz yüze geliyoruz. Burası, aynı zamanda, Sava'nın tüm varlığını Tuna'ya teslim ettiği yer. Kalemeydan, stratejik öneme sahip tüm mekânlar gibi, uzun süreli kuşatmalara dayanabilecek altyapıya sahip bir bölgede bulunuyor. Tarihi, Romalılar dönemine kadar uzanan Belgrad Kalesi, asıl görkemine Türkler eliyle ulaşmış. Avusturya döneminde ise, son rötuşları atılmış. Belgrad Kalesi, tahliye ve su temini

93

için Sava'ya uzanan gizli geçitleriyle, Ortaçağ kalelerinin tüm özelliklerine sahip. Kalemeydan, Belgrad'a şehir hüviyeti veren, ruh katan eşsiz bir mekân. Geniş bahçeleri, spor alanları, tarihi ve kültürel eserleri, Sava ve Tuna'nın eşsiz manzarasını hâkimden seyretemenize imkân veren görkemli taraçalarıyla nefes kesici bir yer. Kalemeydan'ın girişinde, şair Aleksa Şantiç, yazar Cura Yakşiç, bestekâr Stevan Stoyanoviç Mokranyats gibi ünlü Sırp sanatçılara ait büstlerin bulunduğu bir park var. Fakat parktaki en dikkat çekici şey, Belgrad'ın Sırplara tesliminin yüzüncü yılı anısına konulmuş, bir mermer üzerindeki şu ifadeler: "Bu alanda, 6/19 Nisan 1867 tarihinde okunan Sultan Abdülaziz imzalı fermanla, Belgrad, Kladovo, Smederevo, Kale ve Şabats'ın idaresi Prens Mihailo Obrenoviç komutasındaki Sırp Ordusunun idaresine bırakılmıştır." Bu satırları okuyan her Türk gibi ben de, derin bir hüzne gark oluyorum. Kalemeydan'a giden park yolunda, hediyelik eşya satanlardan birisine yaklaşıyoruz. Kartpostal ve magnetlere göz atarken satıcı bayan, "Nerelisin" diye sordu. Sırf tepkisini ölçmek adına "Türk'üm, İstanbul'dan geliyorum" dedim. Satıcı, önce Sırpça "Gerçekten mi? Rus olduğunu düşünmüştüm" ve ardından Türkçe "Turk! Seni seviyorum" deyince, içimden kendimi "Allah'ım, Sen Sırpları kapitalizmden koru!" demekten alamadım. Bu cümleyi nereden öğrendiğini sorduğumda,


"Türk dizilerinden" cevabını verdi. Her televizyon kanallarında mutlaka bir Türk dizisi yayınlanıyormuş. Sırp bayanla, Tito'lu yıllar ve bugün üzerine biraz daha konuştuktan sonra Kalemeydan'da dolaşmaya devam ediyoruz. Kalemeydan'a Kral Kapısı'ndan gelen yol, 1716 yılında Avusturya-Macaristan Ordusu'na karşı savaşırken, Petrovaradin Muharebesi'nde şehid olan Mora Fatihi Damat Ali Paşa'nın medfun olduğu türbeye çıkıyor. Tepedenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa da burada medfunlar. Anahtarı, Belgrad Büyükelçiliğimizde bulunan türbenin üzerindeki tabelada, 1938 ve 2001 yıllarında, iki kez tadilattan geçirildiği ifade ediyor. Ruhlarına birer 'Fatiha' okuduktan sonra, kendimizi kale burçlarına atıyoruz. Gözlerimiz, Sava'nın tüm varlığını Tuna'ya devrettiği noktada odaklanıyor. Türk Ordusu'nun kenti kuşatmaya başladığı, Tuna üzerindeki adayı seyrederken, dilimden bir Rumeli türküsünün şu mısraları dökülüyor: "Beligrat kal'ası (dilber aman aman) zemlin ovası / atlısı geçemez (dilber aman aman) değil ki yayası / gönlüm oldu benim (dilber aman aman) sevda yuvası…" Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi Kalemeydan'ın bir bölümü, 1878 yılında Prens Miloş'un emriyle yapılan ve ilk sergisi Birinci Sırp Ayaklanmasının yüzüncü yılı vesilesiyle Peter Karacorceviç tarafından

açılan, Askeri Müze olarak kullanılıyor. Müzenin bir kısmı kapalı, diğer kısmı ise açık hava müzesi görünümünde... Müze girişindeki bahçede İkinci Cihan Harbi'ne dair savaş araçları sergileniyor. Kapalı bölümde, Kara Corceviç, Miloş Obrenoviç, Milan Obrenoviç, Hayduk Veliko Petroviç gibi tanınmış Sırp liderlerin, Osmanlı dönemi kıyafetleriyle, portreleri bulunuyor. Müzenin diğer bir bölümü ise, bölgedeki Osmanlı hâkimiyetine ayrılmış. Edirne Fatihi Şükrü Paşa'ya ait bazı malzemeler ile çeşitli askeri sınıflara ait, eşyalar ve savaş malzemeleri de bu bölümde sergileniyor. Kalemeydan'a, Karacorceviç Kapısı'ndan gelen yol, İç İstanbul Kapı'ya kadar devam ediyor. İnşasına, 1740'da başlanan ve 1789 yılına kadar devam eden Saat Kulesi de bu bölgede bulunuyor. Barok mimari stilinin otantik özelliklerine sahip olan Saat Kulesi, günümüze kadar ulaşmayı başarmış. Buna karşılık, kale içerisindeki caminin yerinde yeller esiyor. Camiden geriye tek kalan, bazı temel kalıntıları... Kalemeydan'a, Defterdar Kapısı'ndan gelen yol, Osmanlı Devleti'ne üç padişah döneminde hizmet etmiş ve en önemli sadrazamlardan biri olan Sokullu Mehmet Paşa adına, 1578 yılında yaptırılan çeşmeye çıkıyor. Kalemeydan'ın en bakımsız yerlerinden biri olan Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi'nden, artık su yerine hüzün akıyor. Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi'nden içeriye doğru yürüdüğünüzde, sırasıyla, Zindan Kapı ve Despot Kapı

94

karşınıza çıkıyor. Defterdar Kapısı'ndan aşağı inen merdivenler ise, Büyük Barut Deposu'nun önünde sonlanıyor. Kalemeydan içerisinde dikkat çeken yapılardan bir diğeri, Türk mimarisinden izler taşıyan, Prens Milan Konağı. Bu konak, tıpkı Belgrad gibi, Şark, Garp ve Slav kültüründen renkler barındırıyor. Kalemeydan'daki tek hayal kırıklığım, 1912 yılında Ivan Mestrovic tarafından Terazi Meydanı için yapılmış olmasına karşın, 1928 yılında buraya yerleştirilen Zafer Anıtı (Pobednik Spomenik) oldu. Çıplak erkek figürlü bu ucube, öyle zannediyorum ki, Kalemeydan'daki Türk mührünü sıfırla çarpmak üzere özel tasarlanmış. İvo Andriç Kale içerisindeki gezimizi tamamlayınca Defterdar Kapısı'ndan aşağı inen merdivenleri kullanarak, Büyük Barut Deposu'na iniyoruz. Ardından, Tuna Nehri üzerine kurulmuş barakalara ve kıyısına demir atmış gemi ve teknelere doğru ilerliyoruz. Bu baraka ve gemiler, akşamüstünden itibaren restoran ve kafeye dönüşüyorlar. Görüntü, Eminönü'nde, tekne içerisinden balık ekmek satışını anımsatıyor. Burada biraz durup, teknelerin su üzerinde bir genç kız edasıyla ağır ağır salınışını izliyoruz. Tuna'nın serin sularında Plevne'ye kadar sürükleniyor. Şimdi Osman Paşa'ya selam gönderme vakti: "Tuna nehri akmam diyor / Etrafımı yıkmam


diyor / Şanı büyük Osman Paşa / Plevne'den çıkmam diyor.." Tuna'nın serin sularından, ayaklarımızı sürüyerek, yeniden Terazi Meydanı'na yöneliyoruz. Kral Milan Caddesi'ndeki uzun bir yürüyüş sonrası, 1975 yılında Belgrad'da ölen, Nobel ödüllü yazar İvo Andriç'in evine ulaşıyoruz. Kendisine ait eşyaların sergilendirdiği bu ev, müzeye dönüştürülmüş. Hemen hemen tüm eserlerinde, Müslüman Türkleri ve Boşnakları küçümseyen ifadeler kullanan Andriç'in eşylarını incelerken, Boşnak Akademisyen Muhammed Filipoviç'in şu sözleri aklıma geldi: "İvo Andriç'in yazdıklarının Boşnaklara verdiği zarar, Bosna'yı yakıp yıkan tüm orduların verdiği zarardan daha büyük oldu." İvo Andriç Müzesi'nin ardından, Kral Milan Caddesi'ni dikine kesen, Prens Miloş Caddesi'nde dolaşıyoruz. Yolun her iki tarafında, kısmen yıkılmış binalar var. Bu binalar, Sırp saldırganlığını durdurmak adına, NATO'nun 1999 yılında düzenlediği bombardımanda tahrip olmuş. Sırplar, bilerek bu binaları onarmıyorlar. İnsan, "yüzsüzlüğün bu kadarına da pes.." demeden edemiyor. Evet, savaşan ve ölen kim olursa olsun kötü bir şey. Ne var ki, 'yumruk atan, yumruk yemeyi göze almış' demektir. Belgrad'da toplu ulaşım büyük ölçüde otobüs, traleybus ve tramvaylar ile sağlanıyor. Belgrad'da, otobüsler için ayrıcalıklı şerit uygulaması var. Bu ayrıcalıktan taksiler de istifade ediyor. Bunun yanı sıra Kiril

alfabesini bilmiyorsanız, ulaşımda işiniz çok zor.

toplu

Dino Merlin Konseri Belgrad, kültür ve sanat seviyesi yüksek bir şehir olarak bilinse de, dolaştığım ondan fazla sahafta, eski Yugoslavya'yı oluşturan devletlerin hiçbirine ait edebiyat ve tarih kitabı bulamadım. Aslında Latin alfabesiyle yazılan kitapların sayısı bile oldukça az. Bu, eski Yugoslavya'daki Sırp baskısı adına önemli bir işaret. Belgrad'da akşam yemeği için tercih edilebilecek en güzel mekânlardan bir tanesidir Skadarliya. Terazi Meydanı'na birkaç yüz metre mesafedeki Skadarliya, şehrin, Osmanlı esintileri barındıran, nadir korunmuş kısımlarından. Araç trafiğine kapalı olan Skadarliya; Arnavut kaldırımlı dar sokakları ve kendine has estetiğe sahip binalarıyla, bohem bir atmosfere ev sahipliği yapıyor. Akşam olduğunda, soluk sarı ışıklı Skadarliya lokantalarından, bazen romantik bazen de hareketli Balkan ritimleri duyuluyor. Belgrad'da başımıza gelebilecek en güzel şeylerden bir tanesi, "O şarkı söylediğinde Balkanlara barış gelir" denilen, Dino Merlin konseriydi ve o da gerçekleşmişti. Orada bulunduğum iki gün boyunca şehrin bütün radyoları, Dino Merlin şarkıları yayınlıyordu. Sırpların dilinde de Dino Merlin konseri vardır. Dino Merlin, tam 23 yıl sonra, Belgrad'da üç konser verdi. Biz de, Dino

95

Merlin'i Belgrad'da dinleme şansına erişen 60 bin kişi arasında yer alanlardandık. İki günlük Belgrad seyahatinin sonunda şunu anladım: Belgrad ile Saraybosna arasında, aynı dili konuşmalarına rağmen, büyük farklılıklar var. Belgrad'ın maddi imkânları Saraybosna'dan kat kat üstün. Buna rağmen, Saraybosna'da yüzü gülen insan sayısı, Belgrad'dakinden kat kat daha fazla.


Ufuk Süslü

BA L K A N L A R DA M E V L E V İ L İ K “ D o s t v e a r k a d a ş t a n / Ay ı r d ı k l a r ı g ü n d e n b e r i / E r k e k , k a d ı n a ğ l a d ı / B e n im acı feryadlarımdan” N a i m Fr a ş e r i

Balkan coğrafyasında farklı kimliklere aynı kültür ve inancı aşılayan bu manevi güç, sadece kırsal alanlarda değil, bilhassa kent merkezlerinde faaliyet gösteren şehirli bir karaktere sahiptir . VIII. Yüzyıl’dan Bosna’nın fethine kadarki (1463) süreç tasavvufun klasik gelişim çağıdır. Azda olsa Selçukluların etkisini görebiliriz. Anadolu’da güçlü en güçlü dönemini yaşayan bu manevi güç, Balkanlarda Yesevi ekolünün yeni yeni görüldüğü bir çağdır. Bu ilerlemede Moğol istilasının etkisi vardı. Moğol istilası, tebliğin önce Anadolu’ya sonrada Balkanlara sirayetine neden olduğunu görürüz. Hoca Ahmet Yesevi ve Necmettin Kübra gibi pirler, dervişlerine Anadolu’ya gitmelerini tavsiye ederler. Mevlana Celâlettin er Rumi Belh`den Konya’ya gelir. Kaderin cilvesidir ki bugün Bosna’da da, Mevlevi dervişlerinin kurduğu aynı adlı bir şehirde manevi değerlerimiz hala hayat bulmaktadır. Bu şehrin adı Konjiç`dir. “Geldikti bir zamanlar Sarı Saltukla Asyadan / bir bir diyar-ı Rum`a

dağıldık Sakaryadan.” Bu güzel şiirde Balkanlara ilk varışın simgesi vardır. Sarı Saltuk 1263’de, Bosna fethinden 200 yıl önce, 12 bin Çepni Türkü ile Dobruca’ya yerleşir. Bu açılan kapıdan “Diyar-ı Rum`a” girilir. Bosna, Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ, Makedonya, Kosova, Arnavutluk tek tek bu manevi gücün şemsiyesi altına girerler. Balkan insanı kendilerine sadece vicdan ve ibadet özgürlüğü sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda İslami daire içerisinde, kendi otantik halk kültürlerini ve kimliklerini korumalarına imkan tanıyan Mevlevilik ve diğer tasavvuf akımlarını benimsemişlerdir. Mevlevilik XIV. Asırdan XVI. Asra kadar 200 yıllık süreç içinde, Balkanlar da Kilis, Selanik, Üsküp, Peçoy, Belgrad, Belgradçık (Konjiç), Saraybosna, Filibe, Girit, Niş, Siroz, Vodine ve Yenişehir gibi önemli stratejik şehirlerde Türklere açılmış gelişmiş, yerleşmiş ve merkezileşmişlerdir. Balkanlarda Mevlevilik “asitane” ve “zaviye” mevlevihaneleri olarak belirttiğimiz şehirlerde inşa edilm96

işlerdir. Kasaba ve köylerde ise daha çok evlerde ve zaviyelerde toplanarak sema ve ibadet yapılmıştır. Asitanelerde çilekeş denilen daireler olduğundan, zaviyelerden daha büyük kombine yapılar olarak görülürler. Bunlardan en meşhuru Saraybosna’da inşa edilen İsa bey (asitanesi) Tekkesidir. İsa Bey Mevlevihane’si (1492) Balkanlardaki en büyük ve türünün tek örneği olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Kurulduğunda küçük bir kasaba olan Vırhbosna, bu tekke ve İsa bey sarayının cazibesiyle giderek büyümüş ve Bosna`nın başkenti Sarajevo (Saraybosna) adını almıştır. Evliya Çelebi (1659 da) Saraybosna’da 47 tekke olduğunu yazmıştır. Tekkede ahiliğe benzer bir gelenek olan “Kuşatma” merasimleri yapılırmış. Dönemin ileri gelenleri, esnaf ve zanaatkarları İsa bey Mevlevihane’sinde toplanırlar ve yetenekli zanaatkarlara ve esnaflara törenle ustalık kuşağını takarlarmış. Bu gelenek 1924`e kadar sürmüştür. Tekke 1697 de Sırp Prensi Evgen Savojski tarafından yıkılmış fakat 1782 de tekrar yapılmıştır.


İsa bey tekkesi Mayıs 2013’te TİKA tarafından onarılmış ve Hacı Myaga Vakfına devredilerek açılışı yapılmıştır. Tekke aynı zamanda “Balkanlar Mevlevihane Araştırması Merkezi” olarak görev yapacaktır. Tekkede Boşnakça ve Türkçe Mevlevi dersleri de verilecektir. Balkan Mevleviliği, Belh`in “Züht” anlayışı, Endülüs’ün “vahdet-i vücut” ekolü ve Horasan’ın ney ve şiirleriyle, “İnsan-ı Kamil” vizyonunda kendini tamamlamıştır. Günümüz Balkan tipolojisinde bu hamurla yoğrulmuş insan/Müslüman anlayışını görebilirsiniz. Mesnevinin iki cildi 1915 de Boşnakça olarak Cemalettin Çavuşeviç tarafından tercümeye başlanmış, Feyzullah Hacıbayriç tarafından 1988 yılında tamamlanmıştır. Sırbistan’da Belgrad ve Niş’te birer Mevlevi tekkesi olduğunu A.Gölpınarlı’nın “Mevlana’dan sonraki Mevlevilik” kitabından öğreniyoruz. Bunlar 1961’de dönemin sosyalist idarecileri tarafından yıkılmıştır. Belgrad’daki Mevlevi tekkesinin acıklı bir hikayesi vardır. Tekkedeki türbede 1814-18’lerde Müslüman olan ve babası tarafından şehit edilen bir Sırp genç kızı yatmaktaymış. Sırplar bu türbeyi de yıkmışlardır. Kosova da ise 19.yy sonlarına kadar Prizren, Yakova ve İpek/Pej’de mevlevi tekkeleri vardır. Pej’deki tekke 1930’da son Mevlevi şeyhi İsmail efendinin Konya’ya göçüyle kapanmıştır. Tekkenin idaresi Halveti-Karabaşi tarikatına devredilmiştir.

Akova mevlevileri 1955`e kadar bir evde faaliyetlerine devam etmişlerdi. Makedonya da 18. Ve 19.yüzyılarda Manastır (Bitola), İştip, Veles (Köprülü), Kriva Palanka ve Üsküp’de Mevlevi tekkeleri vardı. Üsküp Mevlevihane’sinde günümüze kadar zaman zaman sema icra edilmiştir. Alman seyyahı J.K. Weyand 1822’de Manastırda bir sema ayinine katıldığını yazmıştır. Üsküp Bitpazarı Mevlevi tekkesi 1955’de yıktırılmıştır. Evliya Çelebi bu tekkenin 1660’daki varlığından bahsetmiştir. Yine çelebiden o dönemde Üsküp’te 20 tekke olduğunu öğreniyoruz. 17. yy. da Evliya Çelebi Arnavutluk Elbasan şehrinde bir Mevlevi tekkesi olduğunu kaydetmiştir. Bu tekke 1.dünya savaşında metruk haldeyken Sırp askerlerince yıkılmıştır. Dr. Kuytim Nuro Osmanlı arşivlerinde (Arnavutluk’taki) sema eden dervişlerin kayıtlarına rastlamış ve 19.yy. a kadar var olduklarını yazmıştır. Daha sonra Arnavutluk’taki Mevlevihaneler, Üsküp`e intikal etmişlerdi. Günümüzde Balkanlarda Bosna dışında hiç bir yerde Mevleviliğe rastlanmaz. Daha çok (Bosna, Karadağ) Nakşilik, Kadirilik, Halvetilik, Rufailik ve (Kosova ve Arnavutluk) Bektaşiliğe rastlanır. Yaklaşık 85 yıllık Sovyet ve Yugoslav, Avusturya-Macaristan etkisinden dolayı, 20. ve 21.yüzyılların başlarında tasavvuf ekolü giderek yok olmaya yüz tutmuştur. 1992-95 Bosna Sırp savaşından sonra bu topraklarda Suudi etkisiyle Vahhabi97

lik giderek yaygınlaşmaktadır. Her ne kadar Osmanlı Türk tasavvuf etkisi azalmış görünse de, entelektüel zihinlerde Mevlevilik ve Mevleviliğin aşk ve sevgisi hala devam etmektedir. Örnek verecek olursam, hala Mevlevi etkisiyle şiir veren şairler şunlardır diyebilirim; Hamza Humo, Abdulaziz İslami, Blaze Koneski, Jovan Jovonoviç (İzeti:2004). Yazımın başında verdiğim “kavalın acısı” şiirinden alıntı dörtlüğü, Meşhur Arnavut şair Naim Fraşeri yazmıştır. Freşari yazdığı uzunca şiirinde yaklaşık 50 beytin Mevlevi “Ney”`in den ilham alarak yazdığını beyan etmiştir. Kısa yazımda Mevleviliğin çektiği “Çile” ye tanık oldunuz. İşte kavalın/Ney`in ağlaması bundandır dostlar...O güzel insanların, beyaz atlarına binip gittikleri


Milan Vukomanović

D E RV I S H E S I N B E L G R A D E : THE BELGRADE T E K K E S, TA R I Q A S, S H A I K H S When a group of Sufis from the Mevlevi Galata Temple in Istanbul performed its impressive sema ritual at the Belgrade Youth Center in January 2005, hardly anyone who attended this event was really aware that the Turkish dervishes did not only arrive in Belgrade, but returned to it as well. In fact, what we learn from the famous Narrative of Travels of Evliya Chelebi is that Belgrade was the home of even 17 tekkes in 1660 when this traveler visited the city. Between 1521 and 1867, i.e. for three and a half centuries, dervishes lived in Belgrade, performed their central ritual dhikr, studied great Sufi thinkers, wrote mystical works and poetry, and inhabited one of the main city streets, marked in the 1789 Austrian city plan as Derwisch Gassen (Dervish Alley, now Višnjićeva Street). Where were the formerly Belgrade tekkes located, how did they look like, and which tariqas they belonged to? Due to paucity of data related to this aspect of religious life in Belgrade in the given period, it is hard to unequivocally respond to all

those questions. Thanks to the Turkish and Austria-Hungarian city plans, censuses of the Muslims, official documents from various periods, and later research of our (art) historians, at least eight Belgrade tekkes could be localized with a reliable degree of certainty. Unfortunately, two more tekkes that had been mentioned until the late 17th century have not been located.

Turkish dervishes did not only arrive in Belgrade, but returned to it as well. As late as 1863, at least four out of those ten tekkes still remained in Belgrade. One of the most important, Hajji Shaikh Muhammad’s, whose mausoleum has been preserved in its former courtyard, was photographed in 1866, after it housed, for a shorter period of time, 98

the institution of Pravitelstvujušći sovjet. Apart from this house, located at the top of the former „Dervish Alley“, right below the present Students’ Park, the list of the located Belgrade tekkes included: the tekke on the Sava River, the tekke in the fortress Narin (on the west side of the Upper City), as well as the tekkes named after Shaikh Ali-Efendi, Shaikh Hafiz Mehmed, Shaikh HasanEfendi, Shaikh Hashim-Efendi and Mehmed-Pasha Jahjapašić. The ones that have not been located included, according to written sources, the tekke in the Tir-i-bala mosque mahala and the tekke in Bulbulder (today’s Zvezdara municipality). Owing to its extent photograph, one knows mostly about the Hajji Shaikh Muhammad’s tekke at the top of the steep Višnjićeva Street, below the Students’ Park. Most importantly, we know exactly how it looked like and where it was located. This tekke was inscribed in the city plan of the Austrian officer Brusch (1789) right across the Kizlar-Aga mosque from


the early 17th century. Furthermore, Felix Kanitz wrote in 1897 that the mausoleum of this tekke housed the graves of three „religious heroes“: Horasani Baba-Mehmed, Bagdali Mustafa-Bey and Hajji-Shaikh Omer- Efendi. It is assumed that the tekke in the 1866 photograph was erected in the 18th century, whereas the original Horasani tekke was from the time of Chelebi, i.e., mid17th century. Rectangular in its base, its dimensions were 17.5 x 8 meters. By its shorter, steep side, its outer wall descended down the Dervish Alley. By its longer side, it was turned towards the present Students’ Park. The entrance, as well as the tekke itself, was located on that side. The tekke was entered through the courtyard. Besides the mausoleum, several tombstones and the stable, the toilet and a closed well were also located in the courtyard. A small ground-floor house was also located in this courtyard, while the main house consisted of three rooms on the ground floor (a bigger room, a smaller room and a hall) and four rooms on the first floor. Semahana, the room used for the central dervish ritual - dhikr, was, in all likelihood, located on the first floor. Unfortunately, this historical building was destroyed in 1892. Only its cellar was preserved deep in the ground. Who was Shaikh Mehmed (Muhammad) Horasani and which tariqa did he belong to? In his Travel Narrative Chelebi mentions the tekke of Mehmed-Pasha Jahjalija (Jahjapašić),

one of the oldest Belgrade Sufi buildings, erected before Pasha’s death in 1548. This tekke was located at the bottom of Derwisch Gassen, in Dorćol, on the block between the present Dušanova, Knićaninova, Skenderbegova and Dubrovačka streets. Considering that they had the same name and that they were close to each other, it is quite possible that the tekke of Mehmed-Pasha Jahjapašić and the Hajji-Shaikh Muhammad’s tekke were both built from the same endowment (waqf) of Mehmed (or Muhammad) Horasani. And since Mehmed-Pasha was known as an akinji bey, it is assumed that both tekkes originally belonged to the Bektashi order, because the akinjis preserved the cult of Hajji Bektash Veli, the eponymous founder of the tariqa.9 The Bektashis were typically Turkish dervish order, widespread in the Ottoman army. Their shaikhs were normally the imams among the fortress troops. Considering that they had the same name and that they were close to each other, it is quite possible that the tekke of Mehmed-Pasha Jahjapašić and the Hajji-Shaikh Muhammad’s tekke were both built from the same endowment (waqf) of Mehmed (or Muhammad) Horasani. And since Mehmed-Pasha was known as an akinji bey, it is assumed that both tekkes originally belonged to the Bektashi order, because the akinjis preserved the cult of Hajji Bektash Veli, the eponymous founder of the tariqa. The Bektashis were typically

99

Turkish dervish order, widespread in the Ottoman army. Their shaikhs were normally the imams among the fortress troops. It is also possible that those two tekkes belonged, in a later period, to some other tariqas. The inscription of the Shaikh-Mustafa mausoleum placed by Husni Yusuf in 1783, reads, for example, that this sheikh was a Sa’di, so it is reasonable to assume that Hajji-Shaikh Muhammad’s tekke belonged to this order in the late 18th century. The Sa’dis, as well as the Bektashis and the Rifa’iya were the typically military tariqas. The Bektashis were also affiliated with the tekke in the Upper City fortress, as well as with the Subasha tekke at the outskirts of Belgrade, also mentioned by Evliya Chelebi. It seems that this second tekke is referred to in the waqf-nama of the Belgrade Defterdar (“minister of finance”) Ahmed-Efendi, who mentions a Bektashi house in Bulbulder. For food in this dervish tekke, this Defterdar allocated 12 akcis a day, while in the same document, the Sa’di and the Khalwatiya tekkes were granted 30 akcis respectively. This document, mentioned by Radmila Tričković, is precious for research, especially because three well-known Sufi orders in the 18th century Belgrade were explicitly mentioned there. According to this document, Defterdar Ahmed, allocated two houses for the shaikhs of the Khalwatiya order: one of them had five rooms on the ground floor and six


on the first floor, while the other had two big ground-floor rooms and a kitchen, one room on the first floor, and a separate building for hay; it also had a well, a garden of 4 dunams and a courtyard of 25 arshins. The shaikhs of the Sa’di order received a house near the mansion (konak) of the Belgrade mukabeleci in Zerek. This house had five rooms on the ground floor and the first floor respectively, a kitchen, a cellar, a separate room, a half-dunam garden and a small courtyard. For the shaikhs of this dervish order, Ahmed-Efendi left a vineyard of 45 dunams, near an old barn in Varoš on the Danube“. It is assumed that Defterdar Ahmed was himself a member of some of those tariqas. Some other documents pertaining to the Ottoman period in the history of Belgrade reveal the names of numerous other dervishes. To begin with, Evliya Chelebi mentions a shaikh Kurudžizade as the head (dede) of the Belgrade Khalwatiya, adding that he was a good and pious shaikh and caliph of MahmudEfendi, the leader of the main tekke in Uskudar. In the oldest census of the Belgrade Muslims (1536), the dervishes Hamza and Husain from Anatolia were also mentioned, along with Baba Ruhi Ajam, Emir Bagdadi and the scribe Baba Bali from Kulič. Only a quarter century later (1560), the Sufis Shaban-Dede, Baba Bustan, Baba Mahmud, Dedezade, Omer (son of Dedekaim) and Pervane (the dervish in the Ferhad-

Pasha mahala) were mentioned.15 At the turn of the 16th century, Shaikh Nurullah Ibrahim bin Iskender, better known by his pen-name Muniri Belgradi, had special reputation in the religious-legal and scholarly circles. Shaikh Muniri was born in Bosnia, educated in Constantinople, having spent most of his life as a mufti and professor of the famous Mehmed-Pasha Jahjapašić madrasa. The writer and poet, encyclopedic and preacher, Muniri Belgradi was the author of numerous religious-ethical and legal writings, including the lost geographic treatise Seb’yyat, as well as the genealogy of the dervish orders in the Balkans (Silsilat al-mugarrabin). At the end of this writing, one finds a polemical letter that Muniri addressed to the leader of the Malamiya order, Husain Lamekani. Shaikh Iskender died in 1617, and his mausoleum once occupied the corner of Dubrovačka and Skenderbegova streets. Hazim Šabanović assumes that in the 16th- and 17th-century Belgrade a great number of dervish orders were present, including the Bairamiya, Malamiya, Bektashis, Khalwatiya, Gulshaniya, Qadiriya, Hindiya, Mawlawiya, Naqshbandiya, Rifa’iya, Sa’diya, Sunbuliya, Shabaniya, Shadhiliya and Ushakiya. It is possible that Badawiya, Jalwatiya, Jerrahi and Sinaniya were also there, even if „they were not mentioned in the sources, but were present in other

100

Balkan centers“. However, what we know for sure is that, apart from the Khalwatiya, Sa’diya and Bektashis, the Qadiriya and Naqshbandiya also lived in Belgrade. The Qadiriya had their tekkes in Dorćol and Kalemegdan. In the Upper City, their tekke was located nearby the shahid mausoleum of Damad Ali-Pasha, the conqueror of Morea, who died in the battle near Petrovaradin, in August 1716. Between 1743 and 1746, this tekke was erected by the Belgrade vizier Jahja-Pasha Hatibzade. In the second half of the 18th century, the master of this tekke was Shaikh Mehmed Hashim (the tekke itself was named after him), who was later succeeded by his son Hasan. Radmila Tričković based her assumption on the berat from 1793 referring to the nomination of Shaikh Seyd Hasan, son of the late shaikh Mehmed Hashim. Considering that Hashim-Efendi was a Qadiri shaikh, it is logical to infer that this tekke belonged, at least in one period, to the Qadiriya. Shaikh Hasan-Efendi’s tekke probably belonged to the same order. According to the 1863 Turkish plan, it was located at the corner of Gospodar Jovanova and 12 Rige od Fere streets. This tekke is mentioned in the Kanlik protocol of 1862, while in another, 19th century document, it was inscribed in the same line with the Bajrakli mosque.23 This tekke was related to the Kalin mosque from the 1836 list of mosques. urthermore, Ćehajić and Tričković


associate Shaikh Hasan with a tekke that accompanied an unknown 19th century mosque by the old Aga entrance. It is possible that a century earlier, it also belonged to the Qadiriya. In a 1698 death certificate, the tekke near the Šehitlik mosque in Dorćol is also mentioned. Later on, the famous Ali- Pasha mosque was built there. Nearby, in the 19th century, the tekke of Shaikh AliEfendi occupied the block between the streets of Visokog Stevana, Cara Uroša, Despota Đurđa and Braće Baruh. Speaking of the Naqshbandiya, it is known from a 1680 court protocol that Shaikh Husain ibn Muhammad, himself a Naqshbandi, built a tekke in Belgrade and committed it to the caliph of Ali Samarkandi – i.e. to Shaikh Mehmed ibn Shaikh Isa. For that purpose, Shaikh Husain endowed his estate and a shop. Ćehajić, who provides this information, assumes that this tekke was active in the 17th- and 18th- centuries, and that the Naqshbandis succeeded each other as its shaikhs.25 The Naqshbandiya, still very active in Bosnia, performed besides their standard, loud dhikr – the silent dhikr of the heart (kalbī). Unfortunately, the origin of another Dorćol tekke, built between Francuska, Simina, Dositejeva and Gospodar Jevremova streets is not known. This tekke was named after Shaikh-Hafiz Mehmed and is visible in the Turkish plan of 1863. Based on the aforementioned data

regarding the Belgrade tekkes, it is reasonable to assume that Evliya Chelebi (often an unreliable witness when it comes to statistics) was rather precise in his report on 17 city tekkes in 1660. One could probably include in this list all the known tekkes from the Kalemegdan fortress, as well as the ones from within, and without the old city limits. It is quite plausible that Belgrade at that time hosted the dervish communities of the Qadiriya, Khalwatiya, Naqshbandiya, Sa’diya and Bektashi. Other brotherhoods were present there, too, but their presence can only indirectly be inferred. It seems that the Islamic mysticism (tasawwuf) found its foothold in Belgrade back in the 17th century, both in the practical activities of various dervish orders and their scholarly, literary, philosophical and legal heritage.

101


NOVIGR NOVI GRAD

NEW BELGRADE: THE CAPITAL OF NO-CITY'S-LAND Ljiljana Blagojević

New Belgrade is a modern city, built in the second half of the twentieth century, on the marshy plain bordered by the rivers Sava and Danube, stretching between the historical cities of Zemun and Belgrade. The terrain of this modern development, most dramatically beheld from the position of the ancient Belgrade fortress, served for centuries as a no-man's-land between the borders of the two empires, the Ottoman and the Au s t r i a n / Au s t r o - H u n g a r i a n . Devoid of any urban structure, it fulfilled the function of a cordon sanitaire, observed and controlled as no-connection-zone between the Orient, where Belgrade, as it were, marked its end point, and the Occident, of which Zemun was the, first, even if modest and marginal, port of call. In the short period between the World Wars, with the unification

of the Kingdom of Serbs Croats and Slovenes/Yugoslavia, when the river Sava ceased being a state border, various planning strategies for the urbanization of this terrain were elaborated. Common denominator of all of these, otherwise widely divergent strategies was that they primarily envisaged the new development on this site as an expansion of, already uncontrollably sprawling, city of Belgrade. When the actual construction began in 1948, albeit in the changed socio-political conditions after the Second World War, the new city was conceived upon totally different premises. Most significantly, New Belgrade carried a potent symbolic function of being conceived as a new capital city of the new Federal People's Republic of Yugoslavia.

102

The Capital Concept

The founding of the new capital city represented not only the physical intervention in a tabula rasa site, but the intervention in historical time, whereby the traumatic history had been suspended, and the beginning of a new history was re-established as a tabula rasa. In that sense, New Belgrade strongly reflected an ideological construct of a new beginning, that is, of building of socialism on a clean slate in a supra-historical time constellation, and its concept related to the plans for radical modernisation and urbanisation of the country. The site itself provided good ground for the notion of a capital city of the new republic to be distinctly set apart from the historical Serbia and the city of Belgrade as the ex-crown seat of the former Yugoslav monar-


RADBEO chy. It represented, as it were, the federal extra-territory with a potential to become a "heart of new Yugoslavia", where the new state had the opportunity to conceive its capital as the centre of administration, culture and economy. Similarly, but conceived within distinctly dissimilar socio-political conditions, the initial notion of New Belgrade reflected the non-national character of the Yugoslav society and the political construct of peoples democracy. In that sense, we would propose that the founding of this new city, not only demonstrated the concept of centralization, but, more importantly, the ambition of the new state for New Belgrade to take precedence over historical constellation of cities, and to became the capital of central state power belonging to no city, i.e., the capital of no-city's-land.

The Reality Check

In the planning and construction of New Belgrade from the 1960s, appropriation of modernism, notwithstanding its socialist name tag, was largely marked by the CIAM's concept of functional city, and primarily Le Corbusier's ideas of a city as an idealised image of a new social model. The dogmatic rigorousness of the Charter of Athens was additionally burdened and inhibited by the political and ideological limitations of a socialist/communist monostructure. The 1960 Plan of New Belgrade Central Zone clearly demonstrates this narrative of inhibited modernity. The Plan proposed a strict segregation of centre comprising of three squares extending over the length of some 1,2km, of "broad but humane, bright, lively and usable ambient" – 103

manifestation square, the central one, and the railway station square – from the six housing mega-blocks of soleil, espace, verdure character on each side of the central spine. The total a-contextuality of the design of both public and commercial buildings in the centre and that of the housing blocks, followed the international paradigm of pure and simple articulation of primary geometric forms aiming at creating a new context, which is to say, new reality, new values and new urban symbols, appropriate to the idealised picture of the new social order. The housing blocks were constructed consecutively over the next two decades, their programmatic and urbanistic layouts largely following the Plan, while the architectural expression differed according to changes in design paradigms of the time. Further away from the central


zone, at the edges of the new city, particularly along the bank of the river Sava, even more massive development took place. Huge housing estates, comprising of parallel linear buildings of cascading composition, simply referred to as "the blocks", were built for tens of thousands of inhabitants, as a monumental showcase of industrialisation of construction of flats. However, while the concurrent crisis of CIAM and its dissolution were marked by the serious re-examination of the basic issues of the functional city, a dogmatically modernist destruction of traditional urban matrix continued in historical centre of Belgrade, in parallel with the strict zoning in New Belgrade. With the change of political course towards de-centralization, which commenced in the mid 1950s, the central zone with the planned public and state buildings and the three squares were never realised. We would propose, that it is the inversion of the plan in reality, the actual omission of government and party buildings and massive housing construction in New Belgrade that succeeded in expressing the presupposition for the construction of a new socialist city. Where New Belgrade succeeds most perfectly, as Tafuri and Dal Co wrote of the Stalinallee in East Berlin, is in inverting "the logical manner in which a bourgeois city expands by introducing into the heart of the metropolis the residence as a decisive factor." In New Belgrade, the specificity of

the housing function followed the ideological premise that a place of residence/apartment in socialism is not only a commodity, but that it is its use value which defines it. It reflected another socio-political construct of the right to a residence as a universal right to the common public good, and related to the ideal of the just distribution, i.e. the ideal of free apartment, and free social services for all. As a consequence, New Belgrade was realized as a city in the public/common property, and, over a long period, a city with no internal economic dynamics. Depending entirely on the state (administrative) intervention, it was totally cut off from the conditions of its own reproduction. Instead of harbouring otherwise much needed vital urban functions, the centre of New Belgrade, thus, remained an economic, social and physical void. Failing to integrate collective social housing into a coherent urban space, it actually became an empty field of disjunction. Today, in the conditions of contemporary change of socio-political paradigms, the unfinished open plan of New Belgrade is being rapidly filled by what is simplistically understood to have been lacking in the socialist epoch, namely, commercial and business development on the one side and orthodox churches on the other.

104

The Crisis Non-Concept It could be argued that the principal failure of New Belgrade is its functional reduction, more precisely, its failure to develop as a complex spatio-urban structure of multiple functions, which has consequently put strain on the social life and movement of the community. As Henri Lefebvre, and architects Serge Renaudie and Pierre Guilbaud formulated it in their critique of New Belgrade, "the separation and isolation of normally linked activities engenders a sclerosis of each element, and the functionalism of the whole", which further, "prevents solidarity and sociability and compromises the development of the individual and the collectivity". The issue of re-functionalisation, thus, becomes central in the contemporary discussion on the future of New Belgrade. Could it, then, be argued that, paradoxically, the main resource of New Belgrade is that it is dysfunctional, and that its main potential for the contemporary re-functionalisation is that it is an "unfinished" modernist project? The most obvious questions which could be posed with regard to this are: How will the "filling of the void" deal with the concept of the modern city?; What new/contemporary strategies of conquering the empty space can be invented?; How will new development affect the open plan of the modern city? And, perhaps, most importantly, what new concepts are investigated and


set for what is actually being designed and constructed now? What is seen on site of New Belgrade, is persistent, street by street, block by block advancement of new development. On the one side, the open non-private space of community, that notoriously not-cared for common space of the housing blocks is rapidly being consumed by the commercial drive of the private capital expanding its boundaries into the green areas in public/social property. The common ground of the secular city is being partitioned off for consecration of sites where urbanisation means de-secularisation. The public space of a large manifestation square is divided into building plots, one of them being fenced off and marked by a wooden cross stuck in the heap of sand, presumably anticipating the construction of the new church, now only notified by a sanctified site. On the other side, what was deemed the failure of the mega housing blocks, segregation of the housing function, lack of central urban functions, alienation, lack of identity etc., is not being addressed at all. Instead, the events as from the beginning of 1990s brought in spatial disorder and unplanned physical development, grossly reproducing an emerging societal anomy and other turmoil of the "primitive postsocialist/communist capitalism". The blocks are left to decay while being cordoned off by the entropic development of notorious grey economy shanty

town. Where the presumed failure of the architectural and urbanistic solutions could have been put to test of modernity outside definite political situations, is in the rethinking of the critical concepts addressing the problems of a modern city. But, we are not seeing any critical concepts being discussed, we are witnessing what can be called the crisis of non-concept. New Belgrade is now a city at war with itself, and its central zone is its main battlefield. Where the battle rages most vehemently is between a number of particular interests, now competing for supremacy and for the status of new, legitimate public interests. In terms of tactics, it is the strategy of imposing sanctions and isolation on the ethos of modernism, while the simplified and commercialised traditionalist understanding of urbanism perimeter block counterattacks with force of retribution. Demarcation lines are being established. A potential force field in the centre of metropolis is turning into a field of denial today. It is no more a no-man's-land, nor a common ground, but a land split by new boundaries. The modern city of New Belgrade, planned with great hopes, even if upon some false premises, and built in the reality of existence minimum, is consequently ending up as an unfinished modernist project ripped apart before it was put to test of contemporary condition of modernity.

105


painting: Kemal Mehmedovic


S a r ay b o s n a ’ y ı Z i y a r e t B i ç i m l e r i Halil İbrahim İzgi Yolunuz Saraybosna’ya düşecekse ve kısa süreli bir ziyaret niyetindeyseniz sizi bekleyen bazı ihtimallerden söz etmek istiyorum. Uyarmak isterim ki, bu bir gezi tavsiyesi değildir. Saraybosna’ya gittiğinizde sizi bekleyen üç ayrı duyguyla karşılaşabilirsiniz. Bunlardan ilki mutlu bir kavuşma anıdır: Uzun süredir beklediğiniz şehre ulaştınız ve muradınıza erdiniz. Artık şehrin tadını çıkarabilirsiniz. İkincisi hayal kırıklığı anıdır: Şehir hakkında o kadar çok şey duydunuz ki şehrin hayali kendisinin ötesine geçti. Gördüğünüz şehir çok fazla kırık dökük gelmeye başladı. Hemen moralinizi bozmayın, sokakları gezin. Üçüncü duygu yavaşlıktır: İstanbul’dan geliyorsanız kendinizi slow-motion filmde hissedebilirsiniz. Keyfinize bakın. Bu duyguları yaşarken de kendinizi beş farklı turist tipinden birinin içinde bulabilirsiniz. Şaşırmayın ve seyahat treninin kompartımanlarındaki insanlık hallerine göz atın.

1. Ucuz seyahat arayan: Bu tarz seyahat edenler genelde vize istenmediği için Saraybosna’ya gelirler. Şehirdeki her şeyin fiyatını Türkiye ile kıyaslarlar. Lezzetlerine önce ihtiyatla yaklaşırlar. Eski şehirde hemen her yerin yürüme mesafesinde olması hoşlarına gider. Çünkü ulaşıma para vermezler. Etrafta duydukları Türkçe kelimelere kulak kesilirler. Kaldıkları yerler Airbnb’den kiraladıkları evlerdir. Turlarla gelmezler. Bir iki yoklamadan sonra ideal kahve mekanlarını bulurlar ve Saraybosna’nın tadını çıkarırlar. Mutludurlar çünkü tatlarını kaçıracak hesap ödemek zorunda kalmamışlardır. Mostar ve Travnik turlarını da ucuz yollu yapıp gerisin geri dönerler. 2. Standart turistler: Tur şirketleri genelde fazla para kazanmak için 9 gecede 7564 ülke gibi turlar düzenlerler. Harita üzerinde mümkün mertebe fazla yere imza atmak isteyen, pasaportu için fazla damga toplamak isteyenler bu turların müdavimleridir. Geliş ve dönüş havalimanları farklı olan uçak seferleriyle geldikleri gibi otobüsle gelenleri de mevcuttur. Saraybosna bu tarz turların genelde orta noktasıdır. Gelen turist deyim yerindeyse artık kıdemlidir ve Saraybosna’da gördüğü şeylere şaşırmama eğilimi fazladır. Şehrin tadını çıkarmak yerine artık yormaya başlayan seferin ne zaman biteceğini düşünmektedir. Serbest zamanında Başçarşı’dan hediyelik almaya çıkar. Diğer gittiği şehirlerle Saraybosna’yı kıyaslar. Kalacağı hepi topu bir gecedir ve açıkça söylemek gerekirse Saraybosna acelecilerden pek hoşlanmaz. Ruhunu sımsıkı kapatır hızlı gezginlere o güzel çeşmelerindeki suları bile istemeye istemeye ikram eder. Standart turist, standart turist olduğunu bilmediği için Saraybosna’yı gördüğünü zanneder ve sonraki menzile doğru yola çıkar. 3. Resmi ziyaret ekipleri: Bosna-Hersek, Türkiye’deki pek çok resmi kurum için “temaslarda” bulunulması gereken bir yerdir. Farklı alanlarda işbirlikleri yapılır. Bunlar elbette güzel şeylerdir ama gelenler aynı zamanda Saraybosna’yı da görmek isterler. Geldikleri kurumların bütçesinden karşılanan bu seyahat onlara Saraybosna’yı daha da bir farklı sevdirir. En kısa zamanda ailesiyle de gelme arzusu içini kaplar. Geldiği ekibin seyahat anlayışına uymak zorunda kaldıkları için tam olarak rahat değillerdir ama yine de ziyaret edilmesi gereken her yeri gördüklerinden emin olarak Türkiye’ye dönerler. 4. Sivil toplumcular: Bu tarz seyyahların Saraybosna’ya gelişleri ayrı bir havadadır. Kendilerini Evlad-ı Fatihan İthalat İhracatın mümessili olarak gören bu arkadaşlar asla seyyah olduklarını kabul etmezler. Saraybosna tapulu mallarıdır. Oradaki Boşnaklar da kiracıları... Onları bağıra çağıra Boşnakların Osmanlı mirasına doğru düzgün bakamadığını söylerken görebilirsiniz. Üstüne bir miktar Alija romantizmi ekliyoruz. Alija’nın mezar taşında özçekim yapanları da görmeniz mümkündür. Ama mezarın hemen üzerindeki surlarda yer alan Alija müzesini ziyaret etmelerini beklemeyin. Mezar ziyaretinin ardından Moriç Han’a gidip uzun uzun oturma zamanıdır. 5. İlk defa Saraybosna gören Boşnak: Turist desen turist değil, yerli deseniz etrafa aval aval bakıyor... İşte onlar Türkiye’den Saraybosna’ya ilk defa gelen Boşnaklardır. Çat pat Boşnakçalarıyla kendilerini ifade etmeye çalışırlar ama sonunda ortak Türkçe kelimelerden yardım almayı daha iyi görürler. Etrafta Türkiye’ye göçmeyen yakınlarından bir iz bulma umuduyla dolanır dururlar. 6. Yeniden gelenler: Saraybosna’ya daha önce gelip de arkadaşları veya eş dostlarını getiren kişilerin cesareti görülmeye değerdir. Sanki her köşeyi biliyor gibi uzman edası takınırlar. Kıdemli turist olarak şehre yeniden gelmenin heyecanını taşırlar. Etrafında bulunan kişilerin kendilerini pohpohlaması nedeniyle kendilerini şehrin belediye başkanı gibi görebilirler. Bunlardan biri aynı zamanda daha önce bahsettiğimiz “sivil toplumcular” zümresindense etrafından uzaklaşın. Koşarak kaçın. 107


a gypsy band /Belgrade


BA L K A N SÖZLÜK

ex yu: eski Yugoslavya ülkeleri için kullanılan bir tabirdir. İngilizce’de ‘ex’ biten bir şey için kullanılsa da ex yu tabirinde’ki ex ,eski ve hala devam eden manasında kullanılır. ex yu rock: eski Yugoslavya ülkelerinde icra edilen rock müziğini tanımlayan türdür. Yugoslavya dağılana kadar icra edilen bu müzik türü hala daha bütün Balkan kafelerinde çalar ve ilk günkü gibi dinlenir. Dino Merlinin ‘’Merlin’’ grubu da zamanında ex yu rock yapmıştır. Yugo: Yugoslavya döneminde üretilen milli arabadır. Zamanında Amerika’da satılan en ucuz araba olarak tarihe geçmiştir. Balkan ülkelerinde en çok rastlayacağınız arabalardan biridir. Deposu doluyken fiyatını ikiye katlayan araç olarak da bilinir. Pekara: Balkanlarda ekmek fırınına verilen isimdir. Unlu mamülleri yanısıra sandviç, hamburger, börek, kruvasan, kifla gibi ürünler de bulunur. Fırının balkancasıdır. Balkan insanının bir numaralı yemek merkezleridir. Slovenya ve Hırvatistan’da Pekarna olarak da karşınıza çıkabilir.

Kifla: Pekaralarda satılan hilal şeklinde ki hamur işidir(kruvasan değil) Susamlı, esmer, peynirli, kaymaklı gibi çeşitleri olsa da en çok sade olanı tercih edilir. İçinin boş olması sebebi ile 10’ar 20’şer götürülür. 109

Kiseljak: Çok tüketilen bir maden suyudur. Aynı zamanda Sarajevo’ya yakın bir şehirdir. Korzo: Eski Yugoslavya’nın büyük şehirlerinde gençlerin birbirleri ile tanışmak için attıkları cadde turlarıdır. Genellikle büyük caddeleri olan şehirlerde yapılan Korzo zamanla kafelerin çoğalması ile zaman aşımına uğramıştır. Terazije: Belgrad’ın merkezidir. Su terazisi manasına gelen Teraziye, zamanında Osmanlı’nın şehre su aktarımı yaptığı düzeneğin de adıdır. Kalemegdan ve Cumhuriyet meydanı (Republic Trg) günümüzde Belgrad’ın gözde merkezlerinden olsa da Terazije her zaman en bilinen ve tercih edilen merkezdir. Sırp Kahvesi: Bildiğimiz Türk kahvesidir. Boşnak kahvesinin aksine Türk Kahvesi usulüyle yapılır. Türk kahvesinden tek farkı büyük fincanla servis edilmesidir. Sikteruşa Kahvesi: Balkanlar’da denk gelebileceğiniz kahve türüdür. Bu kahvenin özelliği çok kötü olmasıdır. Gittiğiniz yerde eğer çok kalmışsanız veya ev sahibi size daha fazla kahve ikramında bulunmak istemiyorsa kahveyi bir şekilde kötü yapar ve size ince bir mesaj gönderir.





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.