Baška 5 Mostar

Page 1

K

BASKA B A L K A N E D E B İ YAT I - K N J I Ž E V N O S T - L I T E R AT U R E

MA 7 NS AR / : 5K M ART Y I-N S -İ S HAN A Z İ2 0 R1A 2 0AJ 1 6EVO S A R/ ASJAYI E V O5 // SFAİYAT Y I 4 : IO F İTL YAT 5M T L / / 3EUR 4KM



BAŞKA MOSTAR

İsmini köprüden alan bir şehir hayal edin ve oraya ışınlanın. Büyük ihtimalle o şehrin köprüsünde uyanacaksınız. Yürümeye başlayın. Aşağıya hiç bakmayın; bakarsanız kendinizi kaptırırsınız çünkü. Akan suyun ismi Neretvaʼdır. Neretva, Hersek düşesinin nazlı kızıdır. Güzelliğiyle çarpar sizi. Köprüdeyken köprüyü de, şehri de anlayamazsınız. Uzaklaşın. Tepelere çıkın. Köprüyü en güzel nereden görebilirim diye başkalarıyla yarışmayın. Köprüyü temaşa etmek için herhangi bir yer yeter de artar bile. Doyamazsınız. Mostarʼın arka sokaklarında kaybolurken bir an köprüyü kaybettiğinizi düşünür, tekrar yakınlaşmak istersiniz. Yakınlaşın… Sonra tekrar uzaklaşın. Çünkü Mostarʼın sokakları da aynı köprüsü gibi bir seyir zevki sunar sizlere. Doyamazsınız. Hersekʼin kendine has mimari yapısı sizi büyüleyebilir; nasıl olur da Avrupa ve Anadolu bu denli güzel harmanlanabilmiş şaşırırsınız. Şaşırmayın. Balkanlarda bu çok olasıdır. Ama belki de Mostar en güzel örneğidir.Tadını çıkarın. Şehri sadece turistik olan Eski Şehirʼden ibaret zannetmeyin. Yeni Şehirʼde yaşayan insanların arasına da karışın. Hırvatlarla Boşnaklar arasındaki ince gerilim hattının sosyolojik kalp çarpıntılarına da tanıklık edin. Böylesi fırsatı her yerde bulamazsınız. Mostar; kimilerine göre köprüden, kimilerine göre ikilemden, kimilerine göre çatışmadan şehir. Bize göre ise masaldan şehir. Beyaz kiremitleri ile Ortaçağ Avrupasının Osmanlı Anadolusuyla buluştuğu rüya şehir. En güzel masalların anlatıldığı, hikayelerin geçtiği masallar şehri… Bembeyaz. Ve hep beyaz.


BAŞKA EKİP Enes Güler Bilal Yakup Ahmet Furkan Demir Kemal Mehmedovic

İÇİNDEKİLER SADRZAJ CONTENTS DOSYA: MOSTAR 4- ENES GÜLER - NERETGRAD 5- BİLAL YAKUP - MANHATTAN KÖPRÜSÜNDE BİR AKŞAMÜSTÜ 7- MEHMET ESEN - BULUTU GÖRMEDEN KÖPRÜDEN ATLAMAK 9- SİBEL BAYRAM - KÖPRÜLER 12- H. REVAHA ZİNİ - THE CORSS AND CRESCENT ŞİİR-ÖYKÜ 16- HAMZA HUMO - MOSTARLA VEDALAŞMAK 17- ERVANUR ERDOĞAN - BOĞAZLAŞMALAR 18- AMINA AMIDZIC - JA 19- YAHYA KEMAL - ENDÜLÜSTE RAKS / PLES U ANDALUZIJI 21- SEYHAN GÜNAY AMPULLÜ BÖCEK 22- BÜLENT AYYILDIZ - TAYF 25- MELEK RADA - ÜLKENİN GÖZYAŞLARI (BOSNAʼYA MEKTUP) 26- A. FURKAN DEMİR - ESKİ ÜLKELİLER 29- MILJENKO JERGOVIC TOSBAĞA

Margarita Design Studio

Illustrasyonlar ve Fotoğraflar Ali Enes Şahin Engin Güneysu

Centar - Sarajevo AKADEMİ BASIN YAYIN Davutpaşa mah. Güven sanayi sitesi C blok No: 230 Topkapı- İstanbul 5th edition

SÖYLEŞİ - KÜLTÜR&SANAT 34- GÜNDÜZ VASSAF İLE SÖYLEŞİ 39- NESLİHAN İMAMOĞLU - MOSTARİʼNİN İZİNDE 42- TALHA ULUKIR - MOSTARʼDAN HASANKEYFʼE 3 YOL 44- KAYHAN GÜL - VELEZ: MOSTARʼIN SÖNEN YILDIZI DOSYA 48- MELİH CEVDET ANDAY - MOSTAR KÖPRÜSÜ 50- FÜRUZAN - VE KENTLER GÜZELİ MOSTAR 53- MAK DIZDAR - BENİM İÇİN BİR ŞEYLER BİLECEKLER Mİ? 54- HALİL İBRAHİM İZGİ - MOSTAR FOTOĞRAFLARI 56- HATİCE TOKUZ - MOSTARʼA HAYRETLE BAKMAK 58- MEHMED ARİF - MOSTAR KÖPRÜSÜ VE TAŞ KÖPRÜ 60- ARNA MACKİC - THE IRREVERSIBLE DISAPPERACANCE OF MOSTAR DENEME 62- YÜKSEL HOŞ - SARI SALTUK: KILIÇLA MI İSLAMLAŞTIRDIK? SEVGİ İLE Mİ? 62. BALKAN SÖZLÜK


DOSYA

MOSTAR

5


Mostar deyince akla önce ışık gelir.

Ivo Andric

NERET GRAD Enes Güler

Gece oldu. Bir tepeye çıkıldı ve fotoğrafçımız şehrin ışıklandırılmış halinin fotoğraflarını güzel pozlamalarla çekti. Kimse sormadı bu şehrin alameti farikası nedir diye. Bomboş bir şehir… Ama elimizdeki görseller oldukça tatmin edici. Işık yine çok güzel bir makyaj malzemesi olarak şehrimizi adam etti.

Eğer köprü olmasaydı Mostar şehri nasıl olurdu diye kendime sorarım bazen. Bir kere şehrin ismi farklı olurdu. Çünkü Boşnakçada “most” köprü demek. Mostar şehri ismini, köprü bekçilerine verilen isim olan ‘’mostari’’den almış. Mostar ismi ortaya böyle çıkmış. Dolayısıyla Mostar’dan bahsedemezdik.

Newyork ve Tokyo gibi şehirler ışıklarıyla büyülerler. Fakat bu ışıklar bahsettiğimiz ışıktan ziyade yapay ışıklardır. Devasa panolar ve bilboardlar, gökdelenlerin tepelerindeki led ışıklı tabelalar insanın zihninde Disneyland etkisi yaratır.

Haydi şehre farklı bir isim verelim! Köprünün altından geçen, dünyanın en güzel mavi tonlarına denk gelebileceğiniz Neretva nehri ve Boşnakça’da şehir manasına gelen ‘’grad’’ kelimelerini birleştirerek Neretgrad diyelim mesela. Neretgrad… Fena olmadı.

Mostar gibi şehirlerin ise böyle şeylere ihtiyacı yoktur. Bir köprü bütün şehri tek başına aydınlatabilir. Bazı şehirlerin ışığı kendinden menkuldür. Mostarın da alameti farikası köprüsüdür.

Neretgrad’ın çok güzel bir nehri, muazzam şelaleleri var. Hersek bölgesine has, Anadolu ile Avrupa’nın birleştiği eşsiz bir mimari dokusu var. Osmanlı’nın eski şehri yine masal gibi… O taş kaldırımlı sokaklar, Saraybosna’daki kapıların çok daha değişik versiyonlu halleri filan insanı nasıl da büyülüyor!

450 küsür yıl önce Mimar Hayreddin’in tutuşturduğu kandil, inatla yanmaya devam ediyor. Teknolojik manyaklığın en gelişmiş toplarına karşı verdiği mücadele ile ışığının sönmesine izin vermeyen bu köprü, tartışmasız dünyanın da en muhteşem köprüsü.

Ama köprü yok!

Bu yüzden eğer köprü olmasaydı ve şehir Neretgrad olsaydı ya da başka bir deyişle Hayreddin köprüyü şehre kondurmasaydı Mostar ışıksız bir şehir olacaktı. Işıksız şehrin kartpostalları gibi de bir gün çöpe atılacaktı.

Bugüne kadar bir çok şehrin çok güzel kartpostallarını gördüm. O kartpostallara göre neredeyse bütün şehirler güzeldi. Çünkü hepsinin ışıkları vardı. 4


Bilal Yakup

MANHATTAN KÖPRÜSÜNDE BİR AKŞAMÜSTÜ

Magnet Şehrin tam merkezinde terkedilmiş harabe bir bina. Belki 400 yıldır orada. Birinin hatırasına benziyor, gün geçtikte nokta nokta çürüyen, silinen bir hatıraya. Sanki ormandan başka bir şey yokmuş gibi… Var olduğu sanılan her şeyin bir yok oluş mecrasına akıp gidişini seyredebildiğin tek gerçek bina şehirdeki. Hiçbir şekilde tekrar kullanılamayacak kadar karanlık hatıralarla dolu bir bina. İhya edilecek bir güzelliğe işaret etmiyor. Her yanından kasvet akan bu bina, yeni olan her şeyi gölgelemektedir. Etrafında yükselen plazaların ışıltısını kara delik gibi yutmakta. İnsanlar anılarını yakamaz; şehirler de. İlk o metruk binanın etrafı ışıl ışıl reklam panolarıyla sarılır. Fakat; bu, binanın şehre kasvet vermesini tam engelleyemez. Son çare, bina demir perdelerle çevrilir. Bina şehrin hafızasından silinememiştir. Yenilenen ve büyüyen şehrin, içten içe bu bina tarafından çürütülmesine dayanamayan şehrin yeni sakinleri, şehir planlamacılarını çağırır ve bir proje geliştirirler. Bir rüyayı yok etmenin yolu onu kurgulamak, tekrar üretmektir. Şehrin her yerinden görünen o metruk binayı simgeleyen dev bir magnet tasarlar mimarlar. Magnet binayla aynı ölçüdedir. Gerçeğiyle arasındaki farkı anlamak neredeyse 5

imkansızdır. Kusursuz cinayet. Herkes mutludur, çünkü bu binayı simgeleyen magnet simgelediği şeyi yutmuş, onu yok etmiştir. Magnet ne karanlık hatıraları çağrıştırıyor ne de eski binayı anımsatıyor. Turist çeken bir konuma kavuşmuştur. Dünyanın her yerinden turistleri kendine çekmektedir. Bu magnetin sürekli restore edilip, turizme açıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Yerlisi olmayan şehirlerin adını ‘magnet şehir’ koydum. Baudrillard mutlaka daha afili bir sözcük bulmuştur bunun için. Tourist Info 2009 yılında Sarajevo’ya ayak bastığım günden bu yana beni en çok etkileyen şey, sadece turistlere sunulmuş belli bir yerin var olmamasıydı. Şehir keskin çizgilerle ikiye ayrılmamıştı. Dev bir otel lobisine dönüşmüş şehirlerden tiksinti duyarım. Her geçen gün Sarajevo da turizme teslim oldu. Turist derdi olmayan yerel esnaflar, bir bir kapandı. Yüzyıllık zanaatçılar dükkanlarını kimliksiz kafelere bıraktı. Her köşede bir dövizci belirdi. Her geçen gün bir magnet yapıştırıldı şehrin üzerine. Bundan kaçış yoktu. Şehirler dev bir müzeye dönüşecek, insanlar balmumundan heykellere dönüşecekti.


Başka olan her şeye savaş açmıştı turizm. İlk şehrin bir noktasında bir getto gibi beliriyor kendisine turistik bölgeler kurup, şehrin rüyasını bir reklama dönüştürüyordu. Mostar Yolu Balkan yolları, seyahat etmenin en güzel görselliğine sahip coğrafyadır. Girişi ve çıkışı sınırlı olan otobanlara alternatif yolları hayattadır hala. Otobanla bir yerden geçmiş olmazsınız. Sizi geçtiğiniz coğrafyadan yalıtıp, suni ve hızlı bir yolculuğa iter. Bir yere uğramanız söz konusu değil. Şükür ki Mostar’a yapılan otoban yarım kaldı hala gerçek bir şeylerle karşılaşabiliyoruz. Jablanica’ya uğrayabiliyoruz mesela. Yok olup giden Jablanica gölünde beliren mezarlıklara baktıktan sonra, birçok kimsenin uğradığı yıkılmış Neretva Demiryolu Köprüsüne bakıyoruz. İkinci Dünya Savaşında Nazilere karşı Partizanların verdiği destansı mücadelenin bir magneti. Tam bir simülasyon. Neretva Savaşı filminin set kalıntısı. Her şehrin bir kaçış noktası vardır. İstanbul ahalisi Sapanca’ya, Yalova’ya kaçar mesela. Sarajevo da ise bu genellikle sahil şehirlerinedir. Hırvatistan, Avrupa Birliğine girene dek benim için de kaçış noktası Dubrovnik’ti. Sonra sınırlar çekildi ve bize en yakın kaçış noktası olarak Mostar kaldı. Her

gidişimde beni bir hiçlikle karşılayan şehir. Bir film platosu gibi. Mekanlar, dekor ve insanlar oyuncu. Mostar, bütün kabilesi beyazlar tarafından yok edilmiş, tek başına kalmış bir yerli gibi. Müzede canlı canlı sergilenen son Kızılderili. Köprüaltı Medeniyeti Sürekli bir şeylere ve bir yerlere köprü olmanın öneminden bahseden tanımlamaların sığlığında siz de boğulmadınız mı? İstanbul’un Londra’yla Pekin’i bağlayan bir köprü olduğundan bahsedenlerden, hiç New York, Paris, Londra hakkında aynı şeyi söylediklerini duydunuz mu? Söylemlerin ve görüntülerin hakikatle yer değiştiği bir ağdan yazıyorum. Söylemin hakikati, hakikatin söylemi; bunlar boş laflar. Her şeyin her şeyi kopyalayarak hiçleştiği distopyaların dahi öngöremediği köprüyüz çünkü bu topraklar çorak bu gök boş. Şehrimiz olmadığı gibi şehre ışık veren çehremiz de yok. Ancak bir yerleri bir yere bağlayarak değer kazanıyor şehirlerimiz. Değeri bir yol olmakta bile değil. Bir otobana geçit olmakta buluyor değerini. Bütün yollar Roma’ya çıkar bütün otobanlar Amerika’ya ve mutlaka bir köprü Doğu’yla 6

Batı’yı birbirine bağlar. Ve Stolac Italo Calvino’nun görünmez kentlerinden birindeymiş gibi. Başka bir dünyanın buradan geçip gittiğini görebilmenin en sahici örnekleriyle dolu. Her taşı bambaşka. Belki ilk kez binyıl öncesini tahayyül ettim Stolac’ın kalesinin burçlarından ötelere bakarak. Sicilya’da kayıp bir İslam toplumundan bahsedilir. Hep nasıl bir mimariyle yaşam kurduklarını düşünürdüm. Stolac bunun cevabıydı benim için. Camilerini ve evlerini Sicilya’da eski bir kente koysan, kimse bunların oraya ait olmadığını söyleyemez. Bir şehirde aradığım tek şeye sahipti Stolac, gerçekliğe. Turizmin ‘reality show’lar yaptığı dünyada magnetleşmemiş şehirler bulmak zor. Stolac’da 1000 yıla kadar uzanan bir hayat terkedilmiş. Orta Çağ’dan, parçalanan Osmanlı’ya, dağılan Yugoslavya’ya kadar uzun bir geçmişin izlerini sürmek mümkün. Çok küçük bir kısmı turistikleştirilmiş. Kendine daha turist bulamamış yalnız. Her yanından şelaleler akan, simüle edilmemiş binalarıyla, bakir bir şehir bulmuştum. Yeni kaçış noktam. Gerçek bir şehirle baş başa kalmak… Bundan daha güzel ne olabilir ki... Bir de Neretva’da balık olsam...


Nasıl başladığı bilinmese de böyle devam etti Mostar Köprüsü’nden Neretva’ya atlayan delikanlıların hikayeleri. Kimileri bahşiş için atlarken, kimileri de gönüllerine sığdıramadıkları sevdaları için bıraktılar kendilerini köprüden aşağıya.

BULUTU GÖRMEDEN KÖPRÜDEN ATLAMAK Mehmet Esen

Koca Seyyah Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde yolu Mostar’a düştüğünde kalenin ve şehrin özelliklerini anlattıktan sonra sıra köprüye gelir. Seyrine doyum olmadığını dile getirir ve gökkuşağı gibi gökyüzüne boy salıp bir kayadan diğer kayaya yapılan bu köprüyü, cennet benzeri Bağdat’ta bulunan Tak-ı Kisra’ya benzetir. Yirmi yedi yıl durmadan seyahat ettiğini, on altı padişahlık yeri gezip yüzbinlerce esere baktığını dile getirdikten sonra gördüğü köprüleri bir bir sayar ve bu saydığı köprülerden seyretmeğe değer ve daha ibret verici, eşsiz ve benzersiz olanının ilk sıralarında Mostar Köprüsü’nün sayılacağını ifade etmekten de çekinmez. Mostar Köprüsü’nden Neretva Nehri’ne atlayanların bahsini de ‘Der-vasf-ı cü’ret-i benî Âdem’ başlığında kaleme alır. Sözü artık Evliya Çelebi’ye vermek gerek:

Sevdalarını gönle kazımakla yitirmek arasında duran Mostar’ın delikanlıları, muhabbet besledikleri kızlara bu duygularını dile getirdiklerinde; Neretva’nın rengi gibi gözlere sahip kızlar şöyle cevap verirlerdi:

Ademoğlunun cesaretini bildirir;

“Sen bir şarkı gibi eğildiğinde, seherlerin ve köprülerin yaralarını daha iyi tanırsın. Yarısı nehirde ama buluta bağlı sandalın kederinden gelecek zaman çekimli fiillere ait nadide duaları fısıldar dudakların. Gözlerin en kuytu karanlıkları aydınlatıyor ve öpebiliyorken usulca. Dağ susar. Yankılanır harman yerlerinin başak kokulu akşamları. Dokunacağın tetik erir. Bindiğin kısraklar çimenlere dokunmadan şaha kalkar. Kirazlar çiçek açtığında, silinir her basamağında nabzımın ardışık atışlarına kurduğun merdiven. Yalancı kışların ve cezve anılarının arefesinde bir köprü kurulur babam ile benim aramda. Ve ortasında sen… Bir köprü: suyun tanı dansa davet ettiği. Bir köprü: sevdasında haklı, sükûtunda kanatlı. Uçmağa karışır sen bir adım atmazsan eğer. Babam dahi böyle der bilesin: Yerde su, gökte bulut, senin adımında can bulur umut. Cesareti olmayanın sevda neyine gerek.

Bu yüksek boylu köprü böyle göklere doğru yüksekçe yapılmış iken bazı vezirler, beyler, ileri gelenler ve hekimler bu köprünün seyrine gelip anılan iki köşke otururlarken şehrin nice cüret sahibi çocukları köprü kenarında hazır durup vezirlerin huzurunda her bir çocuk “Ya Allah” deyip köprüden aşağı kendilerini bırakıp nehre atar ve kuş gibi uçar. Her bir çocuk birer sanat ile taklalar atarak kimi baş aşağı, kimisi bağdaş kurar ve kimisi ikişer üçer olup birbirlerini kucaklayıp aşağı suya atılırlar. Cenab-ı Allah saklayıp derhâl dışarı kenara çıkıp kayalardan yukarı tırmaşıp köprübaşına gelip vezir ve ileri gelenlerden bahşiş alırlar. Ama başka insanlar aşağı atlamak değil, aşağı bakmaya cesaret edemeyip ödü patlar. Zira bu köprünün boyu tâ aşağı suya kadar 87 kulaçtır. 7


Neretva Nehri içinde hamam kubbesi gibi taşlar vardır ve gayet deli divane, taşkın ve coşkun akıp nice yerinde buruntu girdapları olup yıldırım gibi şakıyıp ve gök gürültüsü gibi gürleyip böyle bir deli suya kendini atmak cidden insan için büyük cesarettir. Önce alçak kayalardan atlayıp daha sonra yükseğinden atlaya atlaya alışıp köprüden aşağı atılırlar. Bir cüret de bu şehrin sanat ehli çırakları hanelerinden ustalarının dükkânlarına yemek getirirken iki elinde yemek, başı üzerinde ekmek ve başka şeyler varken nice cesaret sahibi oğlanlar bu kadar ağır yüklerle köprü ortasında gitmeyip köprünün iki tarafında olan ensiz korkuluğu üzerinde çok hızlı şekilde seğirterek geçer çocukları var. Aklı olan adam bu köprünün kenarına varmaya korkar, ama ergin olmamış çocuklar köprünün korkulukları üzerinde seğirterek geçerler, garip ve acayip seyirliktir. Bu büyük köprünün olduğu kayaların iki tarafı korkunç, iri, beyaz ve kızıl kayaların altları genellikle boştur ki nice yerleri çok derindir. Mostar Köprüsü’nden atlayanların bahsini bu cümleleriyle ifade eder Evliya Çelebi. Seyahatname’deki Mostar bölümü, okuyanlara cesaret verse de atlamaya niyet edenler köprünün üzerine çıktıklarında aşksızlıktan atlamadıklarına dair bir hüsnü talil yaparak atlayışın cesaret değil aşk işi olduğunu belirtirler. Bize de tebessüm etmek düşer. Engin Güneysu

8


KÖPRÜLER Sibel Bayram Köprüler, insanoğlunun ürettiği önemli kültürel mirasın birer parçasıdırlar. İnsanlık bu mirasa sahip çıkıp köprülere maddi boyutun da ötesinde farklı anlamlar yüklemiştir. Geçmiş uygarlıkların izlerini geleceğe taşıyan köprüler, uygarlığın ortak malı olmuş; şehrin ikonları haline gelmişlerdir.

zengindir. Birçok çeşitliliği kendisinde barındıran Bosna-Hersek kültürel, dini bir mozaikten oluşmaktadır. Bu kimlik karmaşasının içerisinde sahip olduğu nehirler bakımından zengin olan Bosna-Hersek'te birçok köprü zaman zaman kültürel ayırımı, zaman zaman da kültürel birleşimi sağlamıştır. Tarihte zengin kişiler tarafından yaptırılan köprüler bu zengin kişilerin tanınmasını sağlamıştır. Osmana A. Sokoloviç'e göre:

Şehir ikonları haline gelen kültürel eserler şehrin yaşamını, tarihini, zenginliğini ortaya koyar. Aynı zamanda şehrin prestijini de gösterir. Köprüler sadece bir taş yapı değil, şehrin imajı açısından da önemlidirler. Bu yüzden yapıların ihtişamlı olmasına, göz doldurmasına dikkat edilir. Bu yapılar şehrin ikonu olurlar. Geçen zamana, güce meydan okurlar.

''Taş köprüleri yaptıranlar çeşitli yerlerden İstanbul'dan, Bosna-Hersek'ten, Hırvatistan'dan ve İtalya'dan gibi çeşitli yerlerden gelmelerine rağmen işin ilginç yanı yapıları doğu konseptine uydurmuş olmalarıdır. Bu geleneğin dışına çıkan yapılar oldukça azdır. Bu kişilerin arasında en örnek alınacak olan kişi Koca Mimar Sinan'dır. Kariyerini de buna benzer bir işle başlatmıştır. Üç büyük kadırga inşa etmiştir. İran seferleri sırasında Doğu Anadolu'ya asker geçirmek için Van Gölü üzerinde köprü kurmuştur.'' (Bejtiç,1953:274)

Şehirlerin kendilerine özgü özel kimlikleri bulunur. Bu özel kimlikler eserler yoluyla yansıtılır. Köprüler, bu anlamda şehrin estetik güzelliğini ve dinamizmini yükseltirler. Köprüler iki uzak mekânı birleştirme fonksiyonunun ötesine geçer; simgesel olurlar. Dünyada pek çok şehir sahip olduğu köprülerle anılır. Hatta bazen bu köprüler şehrin isminin ötesine geçer. Bosna-Hersek'teki Drina Köprüsü, Mostar Köprüsü, San Francisco Golden Gate Köprüsü, Londra Tower Bridge, Budapeşte Zincirli Köprü, Sidney Harbour Bridge, Türkiye'deki Boğaziçi Köprüsü iki mekânı birleştirmenin ötesinde kültürel manevi değerleri taşıyan geçmişi geleceğe bağlayan yapılardır. Bu yüzden bunlar mimari eser olmanın ötesindedirler. Şehirdeki kullanıcılar, zamanla bu köprülerle kendisini özdeşleştirirler. Zamanla bir kültür oluşur. Köprüler insanların kendilerini anlamlandırdıkları, birtakım anlamlar yükledikleri cansız varlıklardır.

Bosna-Hersek'te yaptırılan bu köprüler arasında en değerli olanlar Mostar Köprüsü ve Vişegrad'daki Drina Köprüsü'dür. Bu köprüler zerafetleriyle dikkat çekerler. Bunlar, geçişi sağlayan birer araç olmaktan ziyade sosyal, kültürel anlamlar da taşırlar. Ivo Andriç'in romanına konu olan ve Drina Nehri üzerinde kurulan Drina Köprüsü, sosyal hayatın birer parçasıdır. İnsanların ortak hafızasında 'köprü üstünde' sözü yer edinmiştir. Kasabadaki hayat köprü ile başlar. Hem Müslüman hem de Hıristiyan çocukları ilk oyunlarını, ilk gezintilerini köprünün üstünde yaparlar. Köprü, hem birleştirici hem de ayırıcı bir özelliğe sahiptir. Köprünün sol kıyısında Hıristiyanlar otururken sağ kıyısında Müslümanlar oturmaktadırlar. Farklı kıyılarda otursalar da köprü ortak mekânlarıdır: ''Bu kasabada oturanların yaşamı bu köprü ile Kapıya'sının üstünde çevresinde ya da onunla ilgili olarak gelişir, akıp gider. Özel ya da genel yaşantıda her geçen konuda masallar-

Toplumun kültüründe sahip olduğu coğrafik özellikler de etkili olur. Bosna-Hersek dağlık bir yapıya sahip olup pek çok nehre ev sahipliği yapmaktadır. Bu nehirlerde kurulmuş olan köprüler, bulundukları şehirlerle özdeşleşmişlerdir. Bosna-Hersek hem köprüler bakımından hem de sahip olduğu kültür bakımından 9


da her zaman 'Köprü Üstünde' sözü duyulur. Gerçekten de çocukların ilk gezintileri, ilk oyunları orada başlar. Drina'nın sol kıyısında doğan Hristiyan çocukları daha bir haftalık iken köprüyü geçerler. Çünkü vaftiz olmak için onları sağ kıyıdaki kiliseye götürürler. Hatta sağ kıyıda oturanlar, yani Müslüman çocukları bile tıpkı babalarının ve dedelerinin yaptığı gibi çocukluklarının büyük bölümünü köprünün üstünde veya çevresinde geçirirler.''(Andriç,1980:23) Çocukluk, köprü altında geçerken gençlikle beraber artık Köprü üstüne taşınılır. Köprü üstü gençlerin aşklarının yeşerdiği ilk fısıldaşmaların yapıldığı ilk heyacanların duyulduğu mekândır: ''İlk hülyaları, bakışmalar, fısıltılar, laf atmalar, ilk iş görüşmeleri hep burada başlar, pazarlıklar ve anlaşmalar burda yapılır, ilk randevular burada verilir.'' (Andriç,1980:29) Mostar Köprüsü: ''Daha Roma Döneminde Mostar ve çevresinin nüfusu fazla bulunmaktaydı. Buranın etrafı arkeolojik kalıntılarla ünlüydü. II. Dünya savaşına kadar 'Kasor'daki eski köprü kullanılmaktaydı. Bu köprü Roma döneminde inşa edilmişti. Türkler Bosna'ya geldiğinde ahşap bir köprü kullanılmaktaydı.Osmanlı Döneminde bu bölge ekonomik ve siyasi yönden bir merkezdi'' (Çeliç, Mujezinoviç,1998:229)

köprünün gökyüzüne kadar yükseldiğini mübalağalı bir şekilde ifade etmiştir. Mostar Köprüsü genişliği on beş adım, uzunluğu ise yüz adımdır. Evliya Çelebi'den önce Poulet, köprüyü görmüş ve köprü hakkında şunları yazmıştır: ''Bu varoşta beş gün kaldık. Neretva Nehri'inin üstündeki köprüden başka hiçbir şey dikkatimizi çekmedi.'' (Çeliç, Mujezinoviç,1998:231) Mostar Köprüsü de efsanelere, şarkılara konu olmuş, yapımında karşılaşılan zorluklar efsaneleşmiştir. Köprü sol tarafında bir mescit bulunmaktaydı ve Avusturya Dönemine kadar ezan buradan okunmaktaydı. Ayrıca köprüden atlama şenlikleri burdaki halkın hayatının en önemli eğlencesidir: ''Evliya Çelebi bu şenliklerden bahsederken geçmişte bazıları kafa üstü atlarken diğerleri oturarak alaturka sitiliyle atlamaktaydılar, ikişer üçer kişi atlayıp suyun içerisinde mutlu bir şekilde çıkmaktaydılar.'' (Çeliç, Mujezinoviç,1998:246)

Sibel Bayram’ın Mostarlı Doç. Dr. Dijana Gup ile Mostar Köprüsü Üzerine Röportajı: Mostar Köprüsü sizin için ne ifade ediyor?

Burada bulunan eski köprü sağlam olmadığı için Osmanlılar yeni bir tane yapma gereği duymuşlardı. Evliya Çelebi de bu eski köprüden bahseder. Neretva Nehri üzerinde kalın çelik zincirden oluşan bir köprü olduğunu söyler:''Mostar Kumova Slame'ye uzanan bir gökkuşağını andırmaktadır. Köprünün iki tarafında da birer kale bulunmakta ve şehri bir yakasını diğer yakasına bu köprü olmadan geçmek mümkün değildir.'' (Çeliç, Mujezinoviç,1998:229) Evliya Çelebi, bugüne kadar on altı yer gördüğünü ancak bu kadar güzel bir köprü görmediğini ve bu köprünün gökyüzüne kadar yükseldiğini mübalağalı 10

Mostar'ın kimliğinden bahsedecek olursak, bu şehrin kimlik kartının ilk harfi Eski Köprü'dür. Eski Köprü bir dönemin, bir kültürün simgesidir. Türkiye bizim coğrafyamıza birbirinden güzel gelenek, yeni bir hayat, mücadele, umut ve paha biçilemez bir kültür getirmiştir. Bu coğrafyalarda halen hiç geçmeyecek olan bir zamanın atmosferi yaşanmaktadır. Eski Köprü'den geçerken kendinizi yeni bir hayata, bambaşka bir dünyaya geçiyormuş gibi hissedersiniz. Benim hayatım, gençliğim tam da orada, Eski Köprü'nün kenarında başladı. Orada geçirilmiş bir zaman, bir genç kız masumiyetiyle mutlu, aynı köprünün duvarları altında ve yanında, aşk için


dökülen ilk gözyaşları, huzur ve mahcup bakış, genç kızlığın ilk sevinci... Savaş döneminde köprünün yıkımı sırasında Bosna-Hersek'te değildim. İnsan böyle bir caniliği nasıl kabullenebilir? Bir şey yıkılıyorsa ve bunu yapan bir insansa eğer, her türlü yargıyı hak eder. Böyle bir durum hiçbir toplumda ve hiçbir zaman kabul göremez. Eski Köprü'nün yıkılması güzel olan her şeyin, başlarında Yüce Sultanın bulunduğu iyi insanlar tarafından yapılan her şeyin yıkılması demekti. Zamanı ve daima yaşayan atmosferi yıkmayı başaramadılar. İnsanları sevenler Eski Köprü'yü de severler. Dünyadaki köprülerin hepsi insanları birleştirmeye yarar, ayırmaya değil. Onlar birliğin, barışın ve sevginin sembolüdür. Eski Köprü'den geçerken kendimi hayatımın merdivenlerini çıkıyormuş gibi hissediyorum, sanki bir parçam sonsuza dek orada kalmış gibi. Sanki sonsuza dek bir zamanın içine hapsolmuş gibi, mutlu olduğum zamanın içine, kaygısız olduğum zamanın içine. Eski Köprü beni her zaman belki de durduğum bir yere, kim olduğumu, nereye gittiğimi bildiğim bir yere götürecek. Eski Köprü bana insanları ayırdetmemeyi, insanları sevmeyi, insanların düşündüğü gibi düşünmeyi ve birinin bana ihtiyacı olduğunda elimi köprünün diğer tarafına uzatmayı öğretti...

tekrar gülmeyi ve yaşamayı öğrenmiş insanlar oluşumuzun kanıtı olan bir yol... Eski Köprü ise bize uzaktan gizlice ve sessizce imreniyor ve ''Hepimiz aynıyız, ortak gücümüz ve adımız sevgi.'' diyor. Eski Köprü, Hırvatlar ve Boşnaklar için ne anlam ifade ediyor? Gerçekten onurlu olan Boşnak ve Hırvatlar için her şeyi, hayatı ifade etmektedir. Aksini düşünenler insan değillerdir. Mostar Köprüsü ile ilgili anlatılan efsane, hikâye ya da hurafe biliyor musunuz? Birçok hikâye biliyorum ama duyduklarımın en enteresanı baş mimarın Eski Köprü'yü resmi bitiminden sonra asla görmemiş olmasıdır. Bosna-Hersek topraklarında 15. ve 16. yüzyıllarda Türklerin büyük etkisi hissedilir. Bu dönemde önemli mimari eserler ortaya çıkar. Bosna-Hersek'te Roma döneminden de köprüler bulunmakla birlikte Bosna-Hersek'teki köprüler en fazla 16. Yüzyılda inşa edilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman ve onun vezirleri tarafından Doni Vakuf, Foça'da yaptırılmışlardır. Rüstem Paşa da Ilıca'daki Zeljeznici'deki köprüyü yaptırmıştır.

Eski Köprü, bugün köprünün her iki tarafında bulunan insanların inançları geri getirmeli, onların birbirleriyle yakınlık kurmalarını sağlamalı, onları barıştırmalı, her güne, her insana sevinmeyi öğretmeli, Neretva'ya baktıklarında kendilerini, çocuklarını, umutlarını görmeyi, acılarını unutmayı, insanlar aksini iddia ettiklerinde ve imkansız olduğunu söylediklerinde bile affetmeyi bilmeyi öğretmelidir. Bu tekrar barışlarıyla, barış köprüleriyle, barışmalarıyla tanınan insanlar olmamızın yoludur, gelecekte nehrin iki kıyısında barış içinde yaşayan ve amaçları aynı, insan olmak olan insanlar olarak tanınmamızın yoludur. Eski Köprü hepimiz için o barışın, yeni hayatın, umudun kanıtı olmalıdır, gerçeğe uzanan bir yol olmalıdır. Yaşadığımızın ve Neretva aktıkça ve bizi güzelliğiyle büyüledikçe 11


THE CROSS AND CRESCENT H. Revaha Zini This time I was planning to write about mythology, introducing these ancient symbolisms as part of the treasury of the collective unconscious (and the personal unconscious, naturally). Since we are on a journey through the Balkans, I thought, what better starting point for us than the Slavic mythology. With that in mind I began eyeing up the Velež mountain for itʼs namesake, which was named after Veles, the Slavic god of the underworld, earth, forest, water, cattle and an ever-lenghtening list of other things (people back then must have loved their titles). But then I saw its shadow… If roads ever taken you to the city of Mostar, you could see it looming over the decorous city like a spook: the cross atop Hum Hill. So I abandoned the topic of mythology and instead of revisiting some long buried customs, Iʼve decided to ramble about something more actual. I have no interest in revisiting the how or the why of that particular crossʼ existence overlooking the city but I would like to relay a beautiful and eye opening remark regarding the symbolism of the cross I came across in a book. A remark, just like the one that1 is famously attributed to Alija Izetbegović, alleviating the disappointment of seeing a symbolically –and aesthetically- challenging figure over that beautiful city. In a not-so-relevant book, I have found a footnote that quotes from René Guénonʼs book, titled “Symbolism of the Cross”,2 where Guénon (later known as ʻAbd al-Wahid Yahya) quotes a Sufi master whose statement has inspired his book and my rambling here: “Christians may own the shape of the cross, but Muslims have a grasp of its meaning.” I was shocked reading this. What other meaning could the cross have that, those who claim and cling to it does not know, but us Muslims are supposedly acquainted with? So I looked up for Guénonʼs book in search of an 12


answer and found that in the book, Guénon discusses that from the far-east to the far-west, from the Hindu culture to the Celts, in the majority of traditional teachings the cross symbolizes “the perfect human being” (Ar. Insân-ı Kâmil). Then he goes on and exhaustively explains what does each of the horizontal and the vertical lines stand for within the symbolism of the attainment of this perfection, and finally sums his explanations up pointing out the fact that as per the nature of every symbol known to mankind, the symbol of the cross too have other mundane and auxiliary meanings to it. In a statement he makes at the beginning of the book, he differentiates between the universal meaning of symbols and “auixiliary” meanings attributed on them: “Metaphysics denotes to universality. Thus, no matter its value in other respects, no tenet can be dubbed as metaphysical if it is limited by the understanding of individual beings alone. Such a tenet can only be described as “physical”, for it solely remains on the natural level and addresses only to the formal manifestation or rather just a single aspect within the formal manifestation.” (pg. 13)

Combining the aforementioned awareness with this statement made me wonder the story behind the symbolism of the moon, especially in the crescent form. Sure it is a matter of faith to uphold one over the other in terms of the physical reality, but what about the metaphysics? What word do they bring from the depths of our unconscious? A little browsing showed that just like the cross, both the full moon and the crescent have been used by various cultures and nations throughout the ages, from as early as Babylonians, to Chinese, Celts, Indigenous Americans, Ancient Turks and so on. Apart from the inevitable Sun-Moon duality, many of these cultures associated the Moon with mercy, compassion and wisdom, probably because of the moonlights practical value before the age of light-pollution.

In plain English: The meaning mentioned above, regarding the cross, and the meaning attributed today by those who claim ownership of the symbol are not on the same level. While the latter can not discredit the former, the former does not necessarily legitimize the latter.

The most interesting meaning attributed to the symbol, and that which connects it to the Islamic culture, however, was the one describing how it was taken up to symbolize Islam. True to the practical value of the moonlight, as the moon that shines through in the dark of night to lighten the path for travelers, the revelation as well, through the darkness of ignorance, shines over and lightens the righteous path established by Allah (swt). And the moon is crescent because it is the new moon, signifying the last and the newest revelation. Although there were no historical accounts offered as evidence to this explanation in the Guardian article Iʼve found it in, I still find this a very inspiring way of looking at the symbol.

This brought me back to that other statement Iʼve mentioned above, the one famously attributed to Alija Izetbegović: “You may put the cross as high as you like, but the crescent and the star are higher still.” A historic reply to a blatant reminder of the crimes against the famous tolerance and unity of the country, and a salt upon the wound opened by those who hide behind the physical structure of the symbol.

At the end of my ride on this particular train of thought, I have come to see, with awe, the profundity behind Alijaʼs statement about the crescent and the star being higher still. As a testament to the wisdom attributed to the man, he had not only hit home in terms of the physical world as in “Islam vs. Christianity”, but in the metaphysical sense as well, as in “the perfect human being vs. the one and only way of attaining this perfection.”

1- “You may put the cross as high as you like, but the crescent and the star are higher still.” 2- Guénon, R. (2001), Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi, (çev. Fevzi Topaçoğlu). İstanbul. İnsan Yay.

13


Kemal Mehmedovic



MOSTAR’LA VEDALAŞMAK

Hamza Humo (1895, Mostar - 1970, Sarajevo)

Uykusuz geçen gece ve günlerin yoldaşları, Bu sonbahar günleri, göğün son gülüşleridir. Taşan Neretva acıklı bir türkü söylüyor Sonbaharın son günleri, beyaz ekmek kabuğu! Güzelim, ayvam benim, kız erken çatmış ayvam! Sonbaharın son aydınlık günleri, altından gerdan Kentimizin üzerinde gülüyor; Dört yanında uçuyor martılar Küskün müsün ey yoldaş Neredeyse kara günler gelecek. Ben kara güllerin açtığı yaban ülkelere gidiyorum Burada ekmek yok artık, umutlarla gömüldü çoktan. Altın günlerin yetiştiği, incir sabahlı Kara selvi ağaçları Yunan mezarlığını anımsatan Ey Mostar kenti Nerede senin daima gülen gönlü yücelerin Sende her şey, yokluğun kölesi mi oldu? Issız dallardan sarkan senin açlık günlerin. Bahçelerinde senin avuntu bilmez bir keder ki Solan sessiz mahallelerinde acıklı ötüyor kumrular Her zaman gibi yaz sonunda sevgililerinden ayrı Her şeyi, hatta ince minareleri bile bırakıp Düşecek gurbet yollarına delikanlıların. Taşla örtülü damarlarda uğursuzca ötüyor kumrular. Bahçelerin mutluluğu soluyor, çiçekler kavur kavur, Çatışmış yüzleriyle nakış işliyor kadınlar Sevgililerin adların ağızlarından düşmüyor Ruhlarında yalan bir ıssızlık Fısıldamalı gecelerdeki yaz kucaklaşmalarına elveda! Uykulu örümcek gibi susamış ay sizi içmeye başlayınca Doğu hikayesi gibi kentimiz de göklere doğru çıkarken Ah ve tutkular dolu beyaz hilyabanlar elveda! Elveda! Neredeyse tüyler ürperten soğuk bir korku düşecek. Acılı günlerin müjdecisi – sonbahar yağmurları gelecek. Kara bulutlar donmuş korkuda kuşku yaratacak, Soğuk buzlar yaz düşlerinin sisinin silecek. Ah, ne kadar da zordur yoksulların yolları! Sağlık için kadeh kaldırmalar bitti. Hırsları ve tatlı bağları yakan Yazın ateşi de yok oldu artık. Güney yolunda küme küme kuşlar. Elveda ey benim güzel kentim! Sana bırakıyorum sende gördüğüm şeyleri Bunlarla birlikte sevdiğim yüzleri. 16


BOĞAZLAŞMALAR Ervanur Erdoğan Tüm şiir ahlakını çiğneyip geçeceğim, Divanında Shakespeare'in Hamlet'in repertuvarında Sırıtsın diye üç beş fransız kocakarısı Bir keman bulup çalacağım, tellerinde şark tarihinin Velev ki ben, bir şehrin kaburgasından doğmuşum Ah insanı bademle, masalı buğdayla besleyen Şehrazat Doğu'dan arta kalan son mitoloji gözlerin.

Asıyorum gölgemi Bağdat minarelerinden Mostarın kıblesine Kabir üstüne Aziz Eliyah'ın Ve başkaldırıyorum sürgün aktörlüğüne Ki, başkaldırmıyorsa nedir şiir? Milyonlarca dizenin boğazlandığı metalik çağda. Sıyırıyorum kelimeleri, toplumun azı dişlerinden İnce bir pusula var gövdemde Yönü daima boğazlananların boynuna Şairleri rızıklandırana Şimdi ne oldu da kınar olduk Şehriyar'ı Bir medeniyetin iskeletine oturarak doyumsuzca yerken kıyılarından Ne oldu da, alışır olduk leş kokusunun dumandan koyu olduğu coğrafyalara Böğürlerinde tıkanacağız nesnelerin Tapacağız belirsizliğin saltanatına Nankör olacağız, hoş gör bizi tanrım. 17


JA Amina Amidzić Rađam se svaki dan. Kada si se ti rodila? Razdijeljena između Neba i Zemlje, to je moj dom. Gdje ti živiš? Ja ima mogućnosti. Vidi, dan je utrnuo sa hiljadu ja. Otvaram se i rasipam otrovne čestice mene. Poleti brzo, otrovat ću te. Poleti brzo, moja krv je prozirna, postat ćeš dio nje. Moja krv sam ja. Tečem i rasplinjujem se kao fluid, kao energija jesenjih dana. U sebi krijem mene, zato nikada ne osjećam miris samoće. Prizivam osobu po imenu Ja. Udahni. Zatvori kapke satkane od smijeha i sanjaj snove. Progledaj bićem u sebi. Pogledaj bićem vlastitim. I osjećaj. Sebe. Osjetit ćeš dah. Drugog. Ja sam osjećaj. I nije lako okivati osjećaj u riječi. Ne postoji kraj, a početak je tek onda kada ja lebdi iznad tebe. Dozivam te, draga osobo ja. Pogledaj me. Ne, ne, ne ostavljaj me. Rekoh ti, ja sam let, ja sam san, ja sam stvar, ja sam dan. Sve sam ja.

18


YAHYA KEMAL ENDÜLÜSTE RAKS

PLES U ANDALUZIJI

Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı... Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı…

Činele, šal i ruža. Žar plesa u ’voj bašti... Triput grimizan Andalus u sumraku strasti...

Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir. İspanya neş’esiyle bu akşam bu zildedir. Yelpâze çevrilir gibi birden dönüşleri, İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri...

Čarobna pjesma ljubavi na sto jezičaka. Špan’ja vedra u toj čineli, ovog sumraka. K’o lepeze okret žustri njeni obrtaji, Pun zanosa joj posrtaj, vrtlog, zagrtaji...

Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır; İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.

Sad k’o rujna oku nam ne prija boja svaka; Špan’ja leluja u tom šalu, ovog sumraka.

Alnında halka halkadır âşüfte kâkülü, Göğsünde yosma Gırnata’nın en güzel gülü...

Na čelu pramen draškavi kovrdžavo pruža, Na grud’ma Granade čarne najljepša joj ruža...

Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir; İspanya varlığıyle bu akşam bu güldedir.

U ruci zlatna čaša, u srcu sunca-zraka; Špan’ja je bićem u toj ruži, ovog sumraka.

Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi; Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi…

Sred plesa stane, zaigra, kano da se šeće; K’o pogledom da ubija dok glavu okreće...

Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli… Şeytan diyor ki sarmalı, yüz kerre öpmeli…

Surmenasto, garav-oko, žar-usne, roza put... Govori vrag da grlit’ mora, ljubit’ stot’nu put...

Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle, Her kalbi dolduran zile, her sineden:

Za ružu što opija, šal od kog oči bole, Činele što srce pune, iz grudi svih:

"Ole!"

"Ole!"

Prijevod: Adnan Mulabdic

19


Illustrasyon: Seyhan Günay


AMPÜLLÜ BÖCEK BÖCEK AMPÜLLÜ Seyhan Günay

Mahallenin diğer çocuklarıyla yokuş aşağı koşuyorum. Camiden gelen dedemin şekerleri için. En çok ben koşmalıyım, Has bi has benim dedem olur çünkü kendileri. Ve fakat koşmayı bile beceremem Arnavut kaldırımlar beni öpüyor, ben onları. Sıyrık sıyrık hafif kanlı, biraz çamurlu avuçlarım. İçinde parlak jelatinli bir şeker, dedem torpil yapmaz. Dut ağacına asılı domates sandığından salıncağın oldu mu? Uçurum dibinden sallanmanın zevkine erdin mi hiç? Ayakların boşluğa doğru yükselip alçalır hani. Sen göğü çekersin, yer seni. kazanan yer olur. Kahretsin! Gecekondu ne fantastik isimdir. Geceleri uçarak sevdiği yere konan evler hayal ettim hep. Büyüdüm, öyle değilmiş. Bizimkini dedem yapmış dediler. Beton merdivenlerin dibinde toplanıyor kadınlar. Ampullü böcekleri kovalayan çocuklar. Ben de yanmak istedim, ben de uçmak. Ve çocuğumla, çocukluğuma dönmek. Olmuyormuş öyle, ne tuhaf!

21


Bülent Ayyıldız

TAYF Bir hikâye üç noktayla başlar mı? Başı ve sonu, bilinmezin uçlarında tutuşarak kendi dumanının arasından başını uzatıp kaskatı donar mı? Üç noktanın getirdiği sarmalın ortasından harlanıp nasıl kaybolduğu belli olmayan bir yumağın ardında bıraktığı ipi takip ederek nereye varabilir insan? Başladığı noktaya. Derya beyazlığının ortasında silinmez bir insanlık suçu gibi dipdiri duran ufacık bir hacme… Üç noktanın aralıklarıyla doldurduğu karanlık deliklere kadar tekâmül eden bir koyuluğa “kalem izi” deyip geçenlere şaşarım. Paris’ten döndüğüm günden beri, dünyada hiçbir cismin varlığına kani değilim. Bütün duyu organlarım, bir yanılsamanın bıraktığı kuştüyü izlerin hafifliğine kapılıp gidebilir ve tekrar başa dönüp hepsini inkâr edebilir. Onlar kendini gizemli kılmanın yollarını biliyorlar. Soğuktan buharlanmış bir camın üzerindeki ve ötesindeki belirsizlik gibi… Gözlerine bakıyorum. Bunlar senin gözlerin değil. Onlar, içinde ufacık

kum tanelerinin ince, camdan bir boğumu nefretle aşıp doldurduğu şekerlenmiş bir çift nokta sadece. Tesirini mesafeler ötesine taşıyabilen bir çeşit kum saati. Zamanı hapsetmenin mücadelesinden mağlup çıkmak üzere olan esrarlı bir çift renk cümbüşü. Ay ve güneş gibi kovalamacayı seven, perdenin arkasında hazzın en tatlı kıvrımlarında birleşmeyi hayal eden bir çift el iken, insanlara hep intizar gibi görünen, gece ve gündüz pozu veren iki fasit çember. Farkındayım, uzun cümlelerde, tuhaf betimlemelerle bir soyutluğu ifade etmeye çalışıyorum. Kafam karışık, anlamışsındır. Ya da değil mi? Yani kafam, olduğu gibi yerli yerinde mi? Daha basit nasıl anlatabilirim ki? Bu portrenin gözleri senin maharetin. Kendime buraya neden geldiğimi soruyorum. İçimdeki darlıkla beraber sokaklar ince çizgiler halini alıyor ve ben düşmemek için cambaz dalgınlığına bürünüyorum. Gülümser gibi kısık pencerelerin, beni 22

izlediğini fark etmeye çalışarak yürüyorum. Dalgınlık, ağır dalgaların altında beni boğulmak üzere savrulan bir cesede doğru götürüyor. Başımı kaldıramıyorum. Gözlerin çıkıyor karşıma. Can çekişen bedeni kıyılara taşıyan kromatik* renkler… Henüz bitmemiş. Paletin tertemiz sayılır; ancak renkler birazdan birbirine sokulup kaynaşacak. Kukumav kuşu gibi dikilmişim yolun ortasında. Renkler beni cezbediyor sanıyorum. Oysa fırça darbelerin yüreğimi boyuyor. Parmak uçların her an uçacakmış gibi sekip duruyor tuvalin üzerinde. Bileğinde bir kuğu asaleti. Excusez-moi diyor bir ses. Dönüp bakıyorum. Geçmek istiyor kadın. Demek yol onlara da ince. Herkese dar. Bir ben değilim noktalara basarak düşmemeye çalışan. Ses seni rahatsız ediyor. Ben de sanat bölümündeyim. Demek sen son sınıftasın. Gözlerinde umursamaz solgunluklar. İlgilenmiyor benimle. Bütün renklerini tuvaldeki gözlere mi verdin? Seninle mi konuşuyorum? Kendimle mi? Karşımdaki kim?


Ağır bir sis tabakasının altından kurtulmaya, bu pusu dağıtmaya çalıştıkça derinlere batıyor gibiyim. Gidip geliyorum. Senin çizdiğin portrede bir lanet mi var? Onu ötelerden beri taşıyorum. Portreyi hiç bitirmedin. Gözlerden sonra her şey gerçekliğini yitiriyor diye mi? Ben uğraşıyorum. O kadar çok yarım kalan şey var ki bunu bitirmek istiyorum. Kimin gözlerini çizdin bilmiyorum; ama siluetine çok yakışıyor. Senin çehrenle tamamlıyorum resmi. Bittiğinde sana sürpriz yapıyorum. Bir nokta büyüyor duvarda. Portrenin tam üstünde. Siyah yuvarlak aralıklarla dolduruyor bütün sessizliği. Saatlerce doluyor. Biraz gürültü istiyorum. Oda arkadaşımın canı sıkılmasın. Televizyonu açıyorum. Portre televizyonun üstünde. Gözlerinde terebentin izleri var. Hatırlıyorum. Haşhaş yağı kullanıyorsun gözlerinin koyuluğunu inceltmek için. Ben de çok saygısızım. Yanından ayrılmıyorum. İlham perilerin bensiz kalmasın. Bitiremiyorsun. O memlekete has dikdörtgen sokak lambaları gözünü açıyor. Yine de henüz hava kararmadı. Televizyondan belli belirsiz cızırtılar. Karıncalarla dolu ekran. Yolculuklar üç nokta oluyor. Paris-Bosna-Kars. Vakit yine dar sokaklarda inceliyor. Cambaz gibi yürüyor üzerimizde zaman. Ne yaptığını anlamıyorum. Seneler geçince

Emin Akben

23


ayak izleri beliriyor alnımda. Seni seviyorum. Diyemiyorum. Susturuyorsun beni. Biraz neft yağı kirpiklerinde. Zaman donuklaşıyor. Paletindeki renklerle boyanmışsın. Gode devriliyor. Excusez-moi. Bir nokta dağılıyor. İnceliyor. Resim şövaleni toplayıp gidiyorsun. Şurada fazla kaçırdın zümrüt yeşilini. Gözlerinin beyazında ufak bir taksir. Daha çok “bleeding colors” kullanıyorsun. Bilerek yapıyorsun muhakkak. Bir ressam neden bu kadar çok “kanayan renkler” kullanır ki. Kimseyi istemiyorum diyorsun. Kimseyi. Yalnızlıkla boyanmak. Bir erkeğe bakıyor gözlerin. Gözlerim. Ne işi var bunun benimle. Erkeklerden hoşlanmıyorum. Ten rengin için titanyum beyazı ve kadmiyum kırmızısı kullandım. Biraz da “yanmış sienna toprağı” rengi. Olmuyor. Ne yapsam senin tenine uyduramıyorum. Çetnikler yürüyor saçlarında. İçinde bir nokta gibi büyüyor merak. Şüphelerin boşa çıkmıyor. Ne dudakların benziyor, ne de saçların. Ben kimim diye soruyorsun. Evlatlıksın. Bir nokta. Ve ondan binlerce kez küçük tatlı su kurbağası larvası gibi bir canlı. Senin yaradılışına doğru azimle koşuyor. Sperm ne olup bittiğinin farkında. Nefretle serpiliyor annenin rahmine. Sadece sen değil, annenin nefreti de büyüyor içeride. Kılcal damarlarının uçlarında atıyor intikam. Bir

sperm binlerce noktaya tesir ediyor. Üç nokta arasında yüzlerce kilometre var. Olsun yine de her biri etkileniyor. Bir tayf gibi dağılıyor bütün renkler sabit bir noktadan. Beyazlıktan hayata geçiyor. Renklerden biri beni Kars’a atıyor. Hem de resim öğretmeni olarak. Seni kaybedince bütün emellerim de odamın sıvaları gibi döküldü. Sen gittin mi? Bosna’ya dönebilir miydik? Kırbaçlı minik yaratık, var oluşunun müsebbibi alıp götürüyor seni hiç bilmediğin diyarlara. Gözlerindeki bir tutam mavide de var bu tutku. Bir rüyadaymışsın gibi. Sanki oralara aitmişsin hissi. Duyularının sana bir oyunu. Bütün bunları önünde duran fuşya rengi şaraptan mı okuyorsun? “Türküm” dediğimde bakışların irkiliyor. Kimse sevmez mi bizi. Hayır, hayır ondan değil. Öz annenden dinlemişsin. “Orospu Türk” demişler. Hâlbuki Boşnak. Nedenini anlamıyorsun. Çetnikler için hepsi bir. Kocası da oradaymış. Çocukları da. Yani senin kardeşlerin. Masum olduğunu biliyorsun. Yine de var oluşun seni acıtıyor. Dışarı çıkmak isteyen o yabancı parçayı atamıyorsun. İliklerindeki soğukluğu hep hissediyorsun. Gidelim o zaman. Seni ve kendimi uzaklara götüreyim. Bunu da istemiyorsun. Aslında beni. Düşündükçe büyüyor noktalar. Bari kanvası bana ver. 24

Gözlerini yanımda götüreyim. Televizyondan gelen sesler. Arkadaşım “teröristler” diyor. “Fransa… Öldürmüşler…” Meslektaşlarımı mı? Sen de orada mısın? Ama arama demiştin. Başına bir şey geldi mi diye merak ediyorum. Saçma. Sadece fırsat kolluyorum. Elim bir böcek gibi sürünerek telefona ilerliyor. Vazgeçiyorum. Belki de artık insanlardan kaçmıyorsun. Ben döneli kaç nokta geçti. Gözlerine bakıyorum. Arkadaşım “ayağa kalk” diyor. Sesi de kendisi gibi ufalıyor yavaş yavaş. Küçücük noktalar hâlini alıyor. Gözlerindeyim. Zaman emilip gidiyor. Odada değilim artık. Ben de bir nokta oluyorum. Gözüne renk veren minik bir pigment olarak havada asılı kalsam. Telefonun çaldığını belli eden noktasal sesler kulağımda. Çalıyor, çalıyor…

*Bir rengin en saf, en kuvvetli ve canlı hâli.


ÜLKENİN GÖZYAŞLARI (BOSNA’YA MEKTUP) Sevgilim Bosna, Birbirimize çok yakınız ve bir o kadar da uzağız. Bu durum beni üzüyor. Eskiden aynı ülkeydik, şimdi bizi böldüler. Yakınımda olmana rağmen sana ulaşamıyorum. Bizi bölen insanlara içimdeki kin her geçen gün daha da artıyor. Hem bizi böldükleri, hem sana çok acı çektirdikleri için. Hala acı içindesin, bunu biliyorum çünkü ben de acı çekiyorum. Sana yaptıkları, canını yaktıklarından dolayı. Savaşın ne olduğunu biliyorum. Bizler de savaş görmüş çocuklarız. Tabii senin başından geçen savaş kadar dehşet verici değildi. Onlara kızgınım. İçinde yaralar açtılar ve Mostar köprüsünü ağlattılar. Köprüler ağlamaz, deme. Bunu bilemezsin. Belki de savaşta Neretva nehrine dökülen taşlar Mostar köprüsünün gözyaşlarıydı. Şimdi de tekrar eski haline geldi ama o yıkım Mostar’ın hala içinde gizli. Köprünün üzerinden bir sürü vatan haini geçti. Mostar bir sürü haini sırtlamak zorunda kaldı ve bu olaya daha fazla dayanamadı. Biz bakınca muhteşem bir Mostar görebiliriz fakat yaşanmışlıklar onu iyice yıpratmış olabilir. İnsanlar da öyle değil mi zaten? İçinde bir sürü acı olmasına rağmen güçlü durmaya çalışır. Sen de öylesin sevgili Bosna. İçnde hala bulunmayı bekleyen bir sürü kayıp beden var. Bunlar sana ağır geliyor değil mi? Yine de farkettirmemeye çalışıyorsun. Toprağın altında kimlikleribelli olmayan bir sürü ölü insan var. Bir sürü anne, baba, evlat ve sevgili. Bir sürü tarifi imkansız acı. Savaşta yaşayan her insanın derdini sırtında taşımak zordur. Buna kendi acını da eklersen taşıması daha da imkansız bir hal alır. Başından o kadar çok dehşet verici şeyler geçmesine rağmen hala dimdik ayakta duruyorsun. İnsanlar hala seni çok seviyor. Buna ben de dahilim. Yaşadıklarından sonra insanlar sana daha çok bağlandı. Sadece Bosna’da yaşayanlar değil dünyanın dört bir tarafında sana sonsuz ve güçlü bir bağ ile bağlananlar var. Kapın herkese açık, bana da ama ben gelemiyorum. Gelmem çok zor. Tüm bu zorluklara göğüs gerip bir gün seni mutlaka ziyaret edeceğim. Gelmezsem içimdeki kocaman boşluk hiçbir zaman kapanmaz, bunu biliyorum. Eğer gelmezsem içimdeki eksik parça kayıp olur ve ben kendimi tamamlayamam. Sen güçlü bir ülke olmaya devam et. Öyle olmak zorundasın. Orada yaşayan insanlar için, seni seven insanlar için, Aliya için. Güzellikleri hakediyorsun. Seni yıkmaya çalışanlara inat güçlü ol. ‘’Ben yanmasam, Sen yanmasan, Biz yanmasak, Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa’’ demiş Nazım Hikmet. Sen yandın ve öyle bir yandın ki hiç kimse bu yangından sağ çıkamazdı. Sen ağır yaralı olarak çıktın ve kendini iyileştirdin. Tek başına. Şimdi de karanlıklardan aydınlığa çıkıyorsun. Her ülke bunu başaramaz, sen başardın. Bizi sensizlikten kurtardın. Güçlü olmaya devam et. Sen güçlü olursan bizler de güçlü oluruz. Aramızda mesafeler olabilir. Biz hiç kopmayan, her geçen gün daha da kuvvetlenen bir bağ ile birbirimize bağlıyız. Mesafeler sevgiye engel değildir, bunu sen de biliyorsun. Önemli olan gönül bağıdır. Hiç kopmayan bir gönül bağı. Bir gün önümdeki tüm engelleri aşıp sana ulaşacağım. Kendine iyi bak. En kısa zamanda kavuşmak ümidiyle...

Melek Rada


ESKİ ÜLKELİLER A. Furkan Demir

“Hayat bir düşüncedir, düşünce her birim tarafında evrilir. Medeniyet, köy ve ahlak birbiriyle ilişkilidir. Köy, neslin devamından; medeniyet, düşüncenin; ahlak ise köy ve medeniyet ilişkisinden türer.” dedikten sonra babası, yolda karşı karşıya geldiği Haimi’ye selam vererek gülümsedi. Kısa bir konuşmanın ardından geriye dönerek çocuğuna: “Gel de Haimi Abin ile tanış” dedi. “Bilirsin yaşadıkları eski topraklardan bunun babası ile benim babam birlikte göç ettiler. İlk başlarda köydekiler çok rahatsız oldu çokça kavga ettik, sıkıntılar yaşadık ama şu an köy denilince akla gelen ilk bizizdir, buralar bizden sorulur. Medeniyet bizi içine çekti ve şu an bütün eski toprak insanları kendilerinden ‘yeni ülkeli’ olarak bahseder. Haimi amcan ve ben, kendi ülkemize dönmek için çok uğraştık ama köy bizim peşimizi bırakmadı. Ne zaman geri gitmeyi düşünsek bizi hep oyaladı. Artık asla göç etmeyi düşünmüyoruz.” dedikten sonra; çocuk başını eğip üzgün bir tavırla: “Evet, köy bizden soruluyor olabilir ama eski topraklarımızı sahipsiz bırakmamamız lazım. Keşke evimize gitseydik...” diye kısa bir yorum yaptı. Haimi gözlerini kısarak sinirli bir tonla: “Bu düşünceler bizi bizden etti, bir daha asla çocuk kafanla yorum yapma! Gidenlerin hepsi bu topraklara düşman oldu. Bu topraklara iftiralar attılar; pislettiler, bütün kötü düşüncelerini buralara ektiler. Kaç zamandır buralarda nar ağaçları meyve vermez. Neden bilir misin? Ben bunu bilirim ki, nar ağaçları kirli toprakta büyümez; berbat düşüncelerin ardında tanelerini büyütemez ve asla meyve vermez.” dedi. Çocuk etrafına korkmuş ve utanmış bir surat ifadesi ile baktı. Kendi düşüncesi ayrılıkçıların düşüncesine çok benziyordu. Halbuki az buçuk düşünebilen insanlar çocuk ile aynı fikirlere sahipti. Utanmış ve sıkılmış bir şekilde Haimi’ye dönerek: “Kusura bakmayın ben belki de hiç yorum yapmamalıydım ama kendimi yanlış ifade ettim. Şimdi de açıklamak istemiyorum.” dedi ve geriye döndü. Hemencecik babasının elinden tutmaya çalıştı. Babası çocuğun korktuğunu görünce elini sıkı bir şekilde kavradı ve Haimi’ye dönerek: “Bu sinirin neden ? Bu kadar kızmamalıydın. Eğer büyüklerin de böyle 26


davransaydı kesinlikle benim babam bu yolculuğa senin atalarınla çıkmazdı.” dedi.

olmamıştır. Gurbette doğru düzgün ölemezsin bile. Yeniden dirilmeyi beklemeye geçer insan.

Haimi ise şiddetli bir şekilde sözü kesti: “Gitmemelerinin sebebi benim sahip olduğum bu duygu, niye hala buradayız zannediyorsun ? Bizi buralarda tutan sinirimizdir, bu toprakların siniri çoktur, her yanına basamazsın.” dedi.

Haimi bir kaç bardak içtikten sonra ayağı kalktı. “Bu vatan bize her şeyini verdi. Toprağını, suyunu, havasını... Biz şu an geri dönersek bu vatan bizden her şeyini alacak. Ben vatanımdan, doğduğum yere düşmanca bakamam; göz atamam bu toprağa, düşman tohumlarını ekemem. Gitsem bile doğduğum toprakların insanlarına karşı savaşamam. Bunu yapamam!!” diye bağırdıktan sonra sinirle dışarıya çıktı ve uzunca bir türkü tutturdu.

Çocuk bunları duyar duymaz, babasının elini bırakarak kısa adımlarla uzaklaşmaya başladı. Haimi ise içten içe çocuğun sinirlenip gitmesine daha da sinirlendi. Çünkü hemencecik pes etmesi, onlar gibi kalmayı düşünmemesi geri dönen insanların hareketlerine çok benziyordu. “İstenmeyen sözler duyduğunda durduğu yeri terk eden kişi, ileriki yaşamında vatanını bile terk eder.” fikri Haimi’yi çok sinirlendiriyordu. Çocuk bu duruma anlam verememekle birlikte “Bizim doğduğumuz yer bu toprak; fakat biz hala kendi toprağımıza uzaktan bakanlarız. Çünkü bizler, bizim olan yere uzağız.” düşüncesine kapılmıştı. Çocuk kendisini aynada uzaktan görüyordu; kendisi ayna olamamanın üzüntüsü içerisindeydi. Ortalık dağılmıştı. Çocuk eve, Haimi ise meyhaneye gitti. Eskiden meyhane günden uzaklaşma, ev ise güne kapılma anlamına gelirdi. Bu yüzden Haimi meyhaneye giderdi. Çocuk eve vardığında yatağına uzandı ve şöyle düşünmeye başladı: “Biz uzaksak eğer yakın olan nedir ki? Şu uzandığım tahta parçası bile bana yabancı; kendi topraklarımın üzerinde bile değil.” Haimi ise küçükken yatağa uzanıp şöyle düşünürdü: “Biz topraklarımıza göç etmek için buradayız. Bu kutlu yatak bizi dinlendirip yeniden dinç bir şekilde yol almamızı sağlayacak.” Fakat Haimi o yataktan hiç kalkmadı ve o yatak ona asla dinçlik vermedi. Doğru olan buydu. İnsan kendi toprağında dinlenir, nefeslenir. Gurbet kimse için dinlenilecek bir yer

Öyle bağırıyordu ki evlerindeki herkes pencereye çıkıp “bu kim” der gibi bakıyor ve gece gece bağırmasına kızıyordu. Çocuk, yatağından zıplayıp pencereye uzandı ve Haimi’yi sarhoş olmuş bir vaziyette gördü. “Gerçeklerden kaçıp yine içmiş. Burada bununla boğulup ölecek...” dedikten sonra sinirli bir şekilde hemen perdeyi kapattı. Yatağına boylu boyunca uzandı. Düşünce şimdi yumurtayı çatlatmaya başladı. İçinden; “Ne kadar yalnız kalsak bile bu toprak bize değer kattı. Her şeyi için bile belki de burada kalınabilir fakat eski insanlar, yeni insanlara göre çokça sabit fikirli. Belki aralarından vatanlarına giden olmamıştır. Doğru, ne vatanı! Onlar, düşündükleri yere vatan diyorlar. Doğruya doğru... Bu toprakların buğdayından, mısırından ve sayısız meyvelerinden faydalandık. Bu topraklara hainlik yapmayacağım elbette. Vücudum, düşüncem bunu kabul etmez. Ama nerden geldiğimizi unutmamak adına benim için yeni olacak toprakları görmem lazım.” diye düşünürken bir el kapıyı yavaşça açtı ve ışıkları kapattı. Çocuk düşünürken yorgun düştü ve uykuya yakalandı. Haimi etrafta deli sarhoş gibi gezinirken, bir yandan bağırmaya devam ediyordu. “Bu topraklara ihanet eden, ayrılık düşüncesinde olan beni bulur! Ana topraklarım bile bunu bana söylese, onla bile savaşırım! Bu budur! Bu kutsal topraktır! O çocuk bir daha karşıma çıkmasın, çocuk gibi düşünen çıkmasın!” diyerek yolda sallana sallana eve girmeyi 27


başardı. Kapıyı çalamazdı; evde kimse yoktu. Anahtarını çıkardı ve kapının kilidini açarak içeri yuvarlandı. Sabah yorgun bir gece üzerine doğmaya başlarken, çocuk çoktan kalkmış, okul için hazırlık yapıyordu. Evden çıkmaya yakın annesine dönerek: “Bu toprak, bu koku, bu güneş belki hiçbir yerde bu kadar ışıldamaz” diyerek mavi önlüğüyle mutlu bir şekilde okula doğru koşmaya başladı. Haimi ise öğle vakti daha yeni ayılırken, başının ağrısıyla kendinden geçmiş bir şekilde: “Terbiyesizlik ettim. Bu kadar yapmamalıydım. Bu ne biçim rüyaydı.” şeklinde kendi kendine fısıldayarak konuşuyordu.Toparlanmaya başladı. “Kahvaltı yapayım, sonra bir ağrı kesici içer işime giderim.” dedikten sonra kahvaltısını usulca yapmaya başladı. Gözü balın sarısına takıldı. “Şuna bak, balın bile bu tonu ancak burada bulunur. Hala ayrılmayı düşünüyorlar. Ne kadar saçma! Bence ilk önce bir kilise inşa edilse hemencecik bu fikirlerinden vazgeçerlerdi. Aman her neyse bugün işe erken gideyim de millet şaşırsın.” dedi ve yola koyuldu.

ince bir sızı hissetti. Sızı giderek göğsünü sarıyordu. Haimi zor bir uğraşla kahveyi kaldırdı ve yudumladı. “Galiba bu sefer tam zamanı. Bu kadar sızı, bu kadar ateş yerde kalmak için yeterli.” diyerek yere serildi. Toprak onu yumuşak bir şekilde karşıladı. Ağrısı vücudunu sararken toprağın yumuşaklığını enine boyuna hissetti. “Bu topraklarda mahvolmak bile güzel.” dedi ve gözleri donuklaştı. Etrafındaki insanlar ne yapacaklarını şaşırmış bir şekilde onu sarsmaya başladılar. Birileri “koşun” diye bağırırken birileri “geç kaldık” diye bağırıyordu. İnsanlar artık bir toprak ile karşılaştıklarının farkına vardıklarında ise cenazeyi yerden kaldırmak için bir takım ilginç yollar denediler ama toprak izin vermeyince onu bulunduğu yere gömmeye başladılar. Küçük çocuk ise okuldan dönerken kalabalığa gözü takıldı ve hızlıca hareket ederek “Ne oluyor!” diye bağırmaya başladı ve kalabalığın arasına iyice ilişti. Haimi’nin bedenini yerde görünce ellerinde ve ayaklarında bir takım karıncalanmalar hissetti. Gözünü istemsizce kapattıktan sonra içinden sadece şu sözü fısıldadı: “İnsan bir şeylere esir olduğunun bilincine varırsa, onun için ölmek daha kolay bir hal alır.”

Çocuk ise okula vardığında ilk derse giremedi. Yollar bozuk ve uzun olduğundan bir taşıtla gitmek imkansızdı. Yolda karşısına bir de köpekler çıkınca bir müddet saklanması gerekiyordu. Bu sebeple ilk dersi kaçırdı. “Gurbet ise zaten hep bir şeylere geç kalmanın adıdır.” diye düşündü. Haimi’ye ilk defa hak verdi. “Bu sinirliliği hep geç kalmasından olmalı.” diye düşündü. Haimi, işe erken giderek bu toprakların insanı olduğunu ilk defa hissetti. Kendi kendine: “Bu topraklara çok benzemişim; erken geldim fakat hala bir şeylere geç kaldığımı hissediyorum.” diyerek eline baltayı alıp kütüğü dörde böldü. “Evet bugün farklı ama kütük geç geldiğimde de yarılıyor erken gelsem de...” diye düşündü içinden. İleride birkaç atlı gördü ve onlara selam verdikten sonra kahvesini içmek için oturdu. İlginç bir şekilde sol böğründe 28


Kemal Mehmedovic

Miljenko Jergovic

TOSBAĞA Çeviren: Beliz Coşar

Savaş onun reşit olduğu yıl patlak verdi. Muntazam şehir sokaklarına, petrol, yağ ve kurşun kokusuna henüz alışmaya başlamıştı. O zamana kadar, trafik ışıkları kırmızı yanmıyorsa köprünün üzerinden dümdüz giderek, sağa ya da sola keskince sapmayı aşağı yukarı öğrenmişti. Daha önceleri onu en zor, en belalı işlere sokan Miloş adındaki adam ile Ravna Romanija Dağıʼnda yaşamıştı. Onu ilk gördüğünde çimento, gübre ve içki kokuyordu. Bugünlerde kamyon şoförlerinden çok Çetniklerin tuvalet molası verdiği meşhur bir kafenin bulunduğu bir bölgeden yeni çıkmıştı. Fazla yorulmadan Miloş ile bir fiyatta anlaştım. Ondan mümkün olduğunca çabuk kurtulmak istediği çok açıktı. Kasabasında en ucuz araba Golfʼtü; oralarda eski, paslı bir tosbağa sahibi olmak sıkıntılı bir işti. Paleʼnin ve Saraybosna varoşlarının tünellerinden geçerek Romanijaʼdan geri dönerken neredeyse hava kararmıştı. Beton üstgeçitlerden birinin üzerindeki neon ışıklarıyla bezenmiş bir yazı levhası vardı; “Tito Romanijaʼdan geçiyor...” Sondaki üç nokta her zaman kafamı karıştırırdı. Ayıp şeyler ima ettiğini düşünürdüm. Benim Nazi frauʼm ise, yüksek sesle ama bir Budist rahibeye yakışan bir ritimle mırıldanır, devrimci mesaja aldırmazdı. Evimin önünde bir park yeri buldum. Arabalar için uygun olmayan, oldukça sarp bir mahallede yaşadığımı söylemeliyim, fakat burası, Saraybosna çevresindeki, beyaz Türk mezar taşlarıyla bezenmiş tepelerin en mükemmel manzarasına sahiptir. Tosbağa hayatında ilk kez düzenli ve temizdi. 29


Bütün o Mazdaʼların, Hondaʼların ve Toyotaʼların arasına sıkışmış, romantik fütürizmin altın çağından mimari bir modeli andırıyordu. Komşum Salko mükemmel bir çift olduğumuzu gözlemlemişti –koca kafam, kısa boylu ama sağlam yapılı vücudumla ben, yumuşak kavisleriyle o. Diğer komşularım daha iyisine sahip olabileceğimi ileri sürmüşler ve tosbağamın üç günden fazla dayanamayacağını söylemişlerdi.

Beton üstgeçitlerden birinin üzerindeki neon ışıklarıyla bezenmiş bir yazı levhası vardı; “Tito Romanija’dan geçiyor...” Sondaki üç nokta her zaman kafamı karıştırırdı.

arabaya ihtiyacım olduğundan değil.

Ona bulabildiğim en ucuz araba –öyle eskiydi ki kimse çalmazdı- kısmen motorun gürültüsünü engellemek, kısmen motorun gürültüsünü engellemek, kısmen de arka planda sürekli bir gürültü duvarı istediğim için tekrar tekrar şarkımızı çaldım. Kakanj yolunda bir yerde Nick Caveʼin buzlu melankolisi, devrimlerden ve yıkımlardan etkilenmiş bir dünyanın ahenkli görünümüne inanmanın önemini, belki de entelektüel fikirler, acı veren ideolojiler ve coşturan tarihlerden daha net çağrıştırarak, kusursuz Nazi makinesinde nabız gibi atıyordu. Sözgelimi, Marie Antoinetteʼin başının kesilmesinden sonra Fransa halkı Barokʼu keşfetti. Leninʼin Ramonovʼları öldürmesinden sonra, bir bebek arabası Eisensteinʼın sinematografisinde Odessa basamaklarından aşağı yuvarlandı. Ben Hitlerʼden sonra, dört vuruşluk kendi ritmimi ve 1300 ccʼlik motoru keşfettim.

Mayısın ikisinde gökten gelen gürültüler şehrin her tarafından duyulabiliyordu. Bombardıman öğle üzeri başladı. Şehirde hızlı bir tur attıktan ve arabayı park yerine bıraktıktan sonra, savaş öncesi son Coca Colaʼmı içtim ve sonra bir yerde bir mahzene girdim. Bombardıman akşam üzerine kadar devam etti. Bir binanın karanlık karnında oturdum ve yeni karşılaştığım bir sürü insanla konuştum. Kalabalık, marketten evine dönen bir kadın, patenli genç çocuklar gibi kazara oradan gelip geçenlerden oluşuyordu. Sanırım bombardıman karanlıkta daha da korkutucu oluyordu. İlk kaybın ne olacağını merak etmekten kendimi alamıyordum – evim mi olacaktı, Tosbağaʼm mı? Elbette ikisinin de kurtulmasını istiyordum, fakat ısrar ve inatla üstümüze yağan bombalar zor bir seçim yapmaya zorluyordu beni. Kafamda bu ikilem dönerken, bütün gece uyanık kalarak, en sonunda evimin kurtulmasını tercih ettim. Emin değilim ama sanırım Tosbağaʼnın koyu metal bir iskelete dönüştüğünü hayal ettim. Belki de bunun gibi bir hayali aklıma getirmenin, nasıl olacaksa evimi koruyacağını düşündüm.

Karbüratör zaman zaman tıkanıyor ve tosbağa aniden duruyordu. Bir defasında da debriyajın pes ettiğini hatırlıyorum. Bir de tahmin edeceğiniz gibi çok fazla benzin tüketirdi ve çabuk kirlenmeye eğilimi vardı –fakat hiçbir zaman çok ciddi bir arızası olmadı. Ne olursa olsun, hâlâ hayal gücümü etkilediğinden, onu şehirde sadece zevk için sürerdim, bu yüzden bu kusurlar kısmen önemsiz görünürdü. Herhangi bir yere kaçmak ya da kaçıp kurtulmak için

Bombardıman sonra erdiğinde neredeyse gündüz olmuştu. Güneş göz kamaştırıyordu. Yerler cam kırıklarıyla doluydu. Şehir boş ve harap bir haldeydi. Tahrip olmuş ve 30


yanmış arabalar arasındaki Tosbağaʼmı bulduğum park yerine doğru giderken trafik ışıklarının çalışmadığını ettim. Tosbağaʼm ince bir şarapnel yarığıyla toza bulanmıştı, fakat onu eve kadar sürdüm, avlu kapılarını açtım, arabayı içeri park ettim. Savaşın gerçekten şimdi başladığını düşündüm. Her şey bitti – artık senin için araba sürmek yok. İlk başta o bütün gün ve gece süren bombalama çılgınlığından evimin ve arabamın kurtulmasının inanılmaz olduğunu düşündüm. Fakat zaman geçtikçe aslında hiçbir şeyin kurtulmamış olduğunu anlamaya başladım; sadece ayrılığın son anı ertelenmişti. Bu erteleme, Saraybosnaʼda benim için, katledilmiş ve sakat bırakılmış insanlardan, yıkılmış binalardan, unutulmuş çocukluğumdan ve belki de, motoru durmadan önce sallanan bir araba gibi gerçekle yüz yüze geleceği ana kadar, diğer unutulabilecek şeylerin özlemine gömülüp yaşayan bir çuval dolusu insan artığından başka bir şey kalmadığını anlamaya başlamam ve bunun için hazırlanmam açısından faydalıydı.

31


Illustrasyon: Ali Enes Ĺžahin



GÜNDÜZ VASSAF İLE SÖYLEŞİ

34


Mostari’nin ilk sayfalarında "Mostar'da ne yaşamaya acelem var, ne de ölmeye." diyorsunuz. Genellikle, aceleci turist bakışlarıyla yazılan basit gezi yazılarıyla geçiştirilen Mostar’a, derinlikli ve uzun vadeli bir ‘bekçilik’ fikri nasıl başladı ve gelişti? Mostar'a ilk geldiğim akşam Köprüye bakmaya kıyamadım. Sanki görücü usulü ile evleneceksiniz, o kişinin neye benzediğini bilmiyorsunuz ama yine de bakmaya çekiniyorsunuz.Köprüye yakın, oturacağım eve ilk girdiğimde mutfağa, dolaplara, yatak odasına baktım. Balkondan Köprünün göründüğünü biliyordum; sona sakladım. Köprüyü görür görmez 'Allahım' dedim. Beni adeta çarptı. Ertesi gün Köprüye gittim, not defterimi çıkarıp bir şeyler yazdım. Akşam olmuş, gelişimin üzerinden yedi saat geçmiş, hala Köprü’nün bir ucunda ayaktaydım. Ertesi gün uyanır uyanmaz, kahvaltı etmeden, Köprünün yolunu tuttum. Köprü beni azad edene kadar aylarca böyle yaşadım. Günde on, oniki saat, sabah, akşam gece yarısından sonra. Köprü bana ne yaşattıysa ben de dünyamı, duygularımı, hezeyanlarımı Köprü’yle paylaştım. Anı diye yazmaya başladığım notlar bir süre sonra köprü bekçisinin nöbet defterine dönüştü. Stari Most’un iki ucunda geçirdiğim zaman sanki ömrümün bir özeti. Mostar denilince hala içim titriyor. Köprü bekçisi anlamına gelen Mostari kitabı bir anlamda

da tarihsel sürekliliğin ifadesi. Mostar, Serhad-i İslâmiyye. Osmanlı'nın sınırında bir şehir. Osmanlı İmparatorluğu bittği yerde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu başlıyor. Köprünün giriş çıkışlarında, kimlerin gelip gittiğini gözleyen köprü bekçileri bulunurmuş. Bekçiler, oradaki insanların, gelip geçenlerin kayıtlarını tutarlarmış. Ben de bir defter daha eklemiş oldum.

Robotlaşmış rehberlerden, falanca katedralin hangi yüzyılda yapıldığını, yüksekliğini, basamak sayısını, dinlemeye daha ne kadar katlanacağız? Sizi “Yavaş Turizm”e davet ediyorum. Mostari kitabı, tür olarak bambaşka bir yere sahip. Bir anı kitabının da ötesine geçen bir metin. Köprü bekçiliği bir roman karekteri gibi. Bir nevi ‘kurgu anı’ diyebilir miyiz Mostari’ye? 20. yüzyılın başında şiirinde “trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak, makinalaşmak istiyorum” diyen Nâzım Hikmet’in sanayileşmeye övgüsünde ifade ettiği hıza tapılan bir dönemden geliyoruz. Jackson Pollock’un zamana karşı yarışırcasına tuvallerine boya püskürtmesi, Jack Kerouac’ın yazarken kâğıt değiştirmeye zaman ayırmak istemediğinden daktilosuna rulo takması, James Joyce’un bilinçdışı akımında aklından 35

öylesine gelip geçenleri derleyip toparlamadan anında yazısına dökmesi ve hepsinin yolunu açan İtalyan şair Tommaso Marinetti’nin 1909 Fütürist Manifestosu: “Dünyamızın görkemliliğinin yeni bir güzellikle zenginleştiğini ilan ediyoruz. Hızın güzelliği.” Belki de Mostar’da uyandığım o ilk sabah köprü başına gitmeseydim yerimden nerdeyse kımıldamadan günümü orada geçirmeseydim... Mostari yeni bir edebiyat türü mü? Yoksa edebiyat türlerinden özgürleşen bir metin mi? Sizin deyiminizle “kurgu-anı”mı? İlişkilerimizi arkadaş, eski sevgili, aşkım gibi deyimlerle nasıl prangaya vuruyorsak edebiyat kategorileri de öyle. İsterseniz yazarla köprünün kelimelerle dansı da diyebiliriz. Gezi yazıları bir yerden bir yere yolculuğun öyküsüyken, Mostari her iki manada da sakinliği tercih ediyor. Sizce bir şehri anlamak sakinliği mi gerektirir? Duyu ve algılarımız hızın saldırısında. Uyarıcılarla bombalanıyoruz. 2016 yılında yaşayanların bir günde televizyonda seyrettiği cinayetler ve sevişmelere yüz yıl önce yaşayan biri ömrü boyunca tanık olmuyordu. Yaşadıklarımızı tüketim hızında unutuyoruz. Türümüz, ruhen ve zihnen hazmedilmesi imkânsız saldırıya karşı. Robotlaşmış rehberlerden, falanca katedralin hangi yüzyılda yapıldığını, yüksekliğini, basamak sayısını, dinlemeye daha ne kadar katlanacağız?


Gittiğimiz yerleri tüketmeden nasıl bütünleşebiliriz? Seyahatlerimizin, “ilk öpücük” heyecanında olmasını nasıl sağlar, kendimizi nasıl yeniden üretebilir, doğurabiliriz? Sizi “Yavaş ediyorum.

Turizm”e

davet

Sıfır kilometrede tek yerde durun. Dünya etrafınızda dönsün. Para harcamadan. Bol gözlem yaparak. Grubunuzdan, sevgilinizden ayrılın. Birkaç saatliğine tek başınıza kalın. Kendi rehberiniz olun. Cesaretinizi toplayın. Bilmediğiniz sokaklara dalın. Kaybolun. Dilinizden anlamayan insanlara yol sorun. Ayrıldıklarınızla tekrar buluştuğunuzda gördüklerinizin farklı zenginliklerini paylaşın. Yaşadığınız dünyanın gözlemcisi, antropologu, sosyologu siz olun. Kadınlar nasıl giyiniyor? Rahatlar mı? Yaşlılar? Engelliler? Vitrin tasarımları nasıl? Evsiz barksız var mı? Polisin duruşu? Dilenci? Süpermarkette fiyatlar nasıl? Alışverişi kadınlar mı yapıyor, erkekler mi? Çocuklara nasıl davranılıyor? Kendi ülkenizde eksikliğini hissettiğiniz neler var? Gözünüze kestirdiğiniz, kendinize benzettiğinizi birisine bakın, neler alıyor? Bir an için turist olmaktan çıkın. Az önce sizin gibi dolaşan, dolaştırılan turistleri gözlemleyin. Tekrar tekrar dinlediğiniz bir müzikten, satır satır okuduğunuz bir mektuptan keyif alıyorcasına dolaşın.

Mostari’de birbirinden harika turist analizleri var. Mostar’dan yola çıkarak sorarsak, turistler şehirlerin dilini ve ruhunu yakalayabilirler mi? Çoğumuz kendimizin peşindeyiz. Mostar’da Türkler onun bunun fotoğrafını çekip “burası bir zamanlar bizimdi” edasında dolaşırken, Amerikalılar tarihten kalma bir şark kasabasının gizeminin peşinde. Farkında olmadığımız bizim de turist olarak gittiğimiz şehirleri, sakinlerinin yaşamını, geçim kaynaklarını değiştirdiğimiz. Zeki Müren’in “…koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam” sözlerini içeren bir şarkısı vardı. Günümüzde bırakın koklamaya kıyamamayı, gittiğimiz yerlerde gördüklerimizi kökünden kopartıyoruz. İngiltere’nin yerinden sökülen ünlü “London Bridge”i bile bugün Arizona’da. Şehrin ruhunu yakalamak bir yana ötekileştiriyor,orada yaşayanların sorunlarıyla ilgilenmeyerek, şehri sakinlerinden soyutlayıp nesnelerden ibaret görüyoruz. Yaşadığımız ülkenin siyasetine düşkünlüğümüzün milliyetçiliğinde, türümüzün başka ülkelerde yaşantısına duyarsısız. Sonuç? Sermayenin küresel egemenliğinde yerelliğini aşamayan bizler. Gittiğimiz yerlerde yaşama, insana kayıtsız, hedonizm ve tüketime odaklı turizm anlayışımız ibret verici. Şehirlerin salt turistlere sunulan turistik bölgelere ayrılaması hakkında ne düşünüyorsunuz? 36


Turistler şehirlerde tüketim çılgınlıklarının doruk noktasındayken, şehirler turistlerin ceplerinde son kuruşa el koymak peşinde. İkisinin işbirliğiye ibret verici bir çark dönmekte. Anı diye satılan ıvır zıvır nesneler, o yörenin el emeğini, sanatçısını es geçiyor, çocuk emeğinin sömürüldüğü Çin gibi Uzak Doğu ülkelerinden alınıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya hakimiyetini perçinleştiren Avrupa ve Amerika’nın orta sınıflarının palazlanmasıyla gelişen kitle turizmine günümüzde Asya ülkeleri de katıldı. Ulus devletler ülkelerini markalaştırıp “turistik “ yaparken bindikleri dalı kestiklerinin farkında değil. Dünyayı görmeye meraklı turistler giderek turistlerden kaçar oldu. Arta kalanlar boğucu şehirlerden kaçıp bir tür tecrid kampını andırır yerlerde, o ülkenin insanlarından uzak tesislere paketlenmekte. Sayıları sınırlayabilir, çekirge istilası turizmi yavaşlatabilir miyiz? Artık bir çok müze önceden belirlenen zaman dilimlerinde randevu esasına göre ziyaretçi kabul ediyor. Mostar Köprüsü’nün yaz turizmi yoğunluğunda geçilmez olduğunun hepimiz tanığıyız. Turistler itiş kakıştan, tur rehberlerinin sesleri birbirine karışan Babil kulesi görüntüsünden memnun değilken, şehrin bir yakasından diğerine geçme çabasında Mostarlılar da Köprüye çıkmaktan bile tedirgin. Turist gruplarını birbirleriyle yarışırcasına köprünün bir ucundan diğerine geçirmek yerine, şehirde onların sıralarını beklerken

zamanlarını değerlendirebilecekleri, Mostar’ın tanıtılabileceği, yerel sanatkar ve zaanaatkarlarla kaynaşabileceği, onları atelyölerinde çalışırken izleyebilecekleri, alış veriş yapabilecekleri başka mekanlar kurulabilir.

Tur rehberlerinin birbirine karışan sesleri Babil Kulesi görüntüsünden memnun değilken, şehrin bir yakasından diğerine geçme çabasında Mostarlılar da Köprüye çıkmaktan bile tedirgin.

37

Bertolt Brecht “kentler dar, görüşler dardı” der. Şehir mimarilerinin insanları bu kadar çok etkilediğini düşünüyor musunuz? Şehir mimarisi ve insan psikoloji arasında nasıl bir etkileşim var? Şehir mimarisi insanı birbirine yabancılaştırarak vahşileştirdi, merkez otoriteyi güçlendirerek bizi edilgenleştirdi. Ananonim cinayetler, seri katiller, yaşadığımız mekanlarda birbirimizi tanımadığımız şehir yaşantısına özgü. Evinizi istediğiniz gibi yapıp, onarıp, genişletmenizi mümkün kılan kırsal mimari tarzı yerine otoritenin iznine tabiyiz. İç savaşlar dışında devlet şiddeti en çok kentlerde. Gün gelecek şehirler kocaman kent müzeleri olacak.Tema Park’lara gider gibi şehirleri dolaşacağız. Tatilerimizde şehir yaşamını oynayacağız. Otomobillere bineceğiz. Apartmanlarda oturup gerçek AVM’lerde para ile alışveriş yapacağız. Çokça seyahat eden ve dünyanın en önemli şehirlerini çok yakından bilen birisi olarak, diğer dünya şehirleriyle kıyaslarsanız, Mostar köprüsü ve şehri hangi özellikleriyle diğer şehirlerden başka kalır? Mağrurluğu ve mağdurluğu yaşayıp ardında bırakmış bir şehir Mostar. Yaşanılan bir takım olayları bazıları çok konuşurken bazıları hiç konuşmaz. Türkiye'de 12 Mart ve 12 Eylül'de işkenceden geçen insanlar hangi ideolojide olursa olsun konuşmazlardı. Mostarlı da başına gelen felaketi konuşmuyor. Mekan ağlamıyor. Neler yaşandığından


haberdar olduğunuzu bilmesine rağmen söylemiyor. Bakışlardan ve tavırlardan çok net hissedebiliyorsunuz. Vahşet vahşeti, acı da acıyı tüketmiş. Bazı toplumlar yüz yıl önce yaşadıkları acıları unutmazlar ve unutturmazlar. Bazı kültürler, bazı uluslar veyahutta o kültürlerden bazı kişiler acı tacirliği yapar, o acıyı unutturmazlar size. Bazı kültürler de unutmak ister. Mostar o acıyı unutmak isteyen kültürlerden. Mostar o kin hissedilsin, sürdürülsün, bilinsin istemiyor. Dünyanın Balkanlara bakışı, halkların birbirini öldürdüğü, kestiği yönünde. Tarih tam tersi. Avrupa’da İngiltere’de, İspanya’da Almanya’da şehir yokken, insanlar bataklıkta yaşarken Balkanlar’da tarım toplumu vardı, şehirler vardı. Ve birçok dil, din yan yanaydı. Dolayısıyla birlikte yaşamayı bilen bir toplum. Oysa Batı Avrupa çok saf bir toplum, ötekiye, yabancıya alışık değil. Balkanların bu hale gelmesinin nedeni, ulus devlet kurma çabalarından, yine İngilizlerin, Almanların, Fransızların Osmanlı parçalanırken pay kapma çabalarından ve orda yükselen milliyetçilik duygularından. Türkiye’de ve her yerde olduğu gibi milliyetçilik birbirine düşürüyor insanları. Bu anlamda Bosna çok güçlü. Başından geçen acı olaylarla tanınmak istemiyor. Mostar'da uzun yıllar kültürler içiçe yaşadığından, tarihinde Roma, Slav, Arap, Osmanlı gibi zengin kültürler barındırdığından, şehir bize 'Ben buyum, bu kültürlerin ürünüyüm' diyor. Böyle bir şehir katliamla hatırlanmak istemez. Şehrin düşmanı, hatırlatanlar.

Mostar denince akla önce ışık gelir diyen İvo Andric’e katılıyor musunuz? Bu şehir parlaklığını sizce de güneşe olan yakınlığından mı alıyor?

tellallıklarında ona buna satmak peşinde olanlar. Mostar suskun. Yalancılığı varsa sessizliğinin aldatıcılığında. Anlamayana “davul zurna az” demişler.

Mostar yapan Kimi yazarların şehirlere bir şeyler Mostar’ı güne yakıştırma huyu var. Coca Cola tarihinin bilgeliğinde reklamı gibi tekrarlana tekrarlana kayıtsızlığı. Bizim yaptığımızsa, kalıplarında algılımızı tekdüzeleştiriyor. aymazlığımızın Pamuk’un, dünyanın en enerjik, gününü abartmamız. Bu şehri renkli, süpriz dolu şehirlerinden insanlarıyla birlikte koruyabilirsek İstanbul’a “hüzün”ü yakıştırması önümüzdeki yüzyıllara daha neler gibi. Mostar’ın görüntüsü belki neler yaşatacak. akıllarda kalan tek bir kartpostala sığdırtılabiliyor, ama mesele tek tük çarpıcı kelimelerle de ifade edilemeyen duygusunu sezebil- Röportaj için Aliye Fatma Mataracı’ya teşekkür ediyoruz. mekte.

Dünyanın Balkanlara bakışı, halkların birbirini öldürdüğü, kestiği yönünde. Tarih tam tersi. Avrupa’da İngiltere’de, İspanya’da Almanya’da şehir yokken, insanlar bataklıkta yaşarken Balkanlar’da tarım toplumu vardı, şehirler vardı. Ve birçok dil, din yan yanaydı.

Bir yazınızda ‘İstanbul’un Yalancıları’ tabirini kullanıyorsunuz. Mostarın da yalancıları var mı? İstanbul’un yalancıları aşağılık komplekslerinden şehre olmadık kimlikler vermek, markalaştırma 38


MOSTARİ’NİN İZİNDE Neslihan İmamoğlu

Seyahat etmeden önce gideceğim yerle ilgili araştırma yaparken ilk işim o coğrafyadan hangi yazarlar çıkmış ya da kimler kitaplarında o bölgeyi konu edinmiş diye bakmak olur. 2014 yılındaki Bosna Hersek ziyaretimden önce de araştırmış ve okuma listeme iki kitap eklemiştim. Birisi İvo Andriç'ten Drina Köprüsü, diğeri ise Mostar'a gideceğimi söylediğimde hem çok okuyan hem de çok gezen bir arkadaşımın önerisi ile Gündüz Vassaf'tan 'Mostari'. İvo Andriç'in kitabına konu olan Drina Köprüsü'nün olduğu Vişegrad'a uğrayamadım. Ama Saraybosna ve Mostar'da elimde harita yerine Gündüz Vassaf'ın kitabını taşıyarak 'Mostari'nin peşine düştüm. Gündüz Vassaf, Birleşmiş Milletler Barış Gücü'nde çalışırken 2011 Ekim ve Kasım aylarında 'köprü bekçiliği' yapmış. Köprünün kah Tara ayağında kah Halebija ayağında bazen oturarak bazen duvara yaslanarak kırmızı kaplı defterine notlar almış. (Bu arada üç defter bitirmiş.) Köprüden geçenleri, hava durumunu, edindiği dostları şiirsel bir dille kısa kısa cümlelerle raporlamış. Tüm bunları da Mostari'de derlemiş. Mostar'a gitmeden önce okumaya başladığım bu kitaba, Mostar'da köprü manzarası olan hostel balkonunda devam ettim. Saraybosna'ya dönerken yolda okuduğum sayfalar tam da Gündüz Vassaf'ın arkadaşlarıyla Saraybosna seyahatini anlattığı sayfalar oldu ve kitabın son sayfalarını da eve dönünce okudum. "Yolculuk ne zaman biter?" diye soruyor kitapta Gündüz Vassaf ve "Yolculuğum bitmedi." diyor ki bence benimki de henüz bitmedi. Belki bu yazıyı yazdıktan sonra belki aldığım kartpostalların bazılarını panoma astığım diğerlerini de koleksiyon kutuma kaldırdığım zaman bitecek. Belki Saraybosna'dan aldığım kahve bitince belki de arkadaşlarım, birlikte çekildiğimiz tüm fotoğrafları yollayınca... 39


Çoğu zaman kitapların bizi yolculuğa çıkardığı doğrudur, yolculuklara kitaplarla çıktığımız da... Kitapla birlikte yolculuk ise hepsinden ayrı bir deneyim oldu. Kitabın yakın bir tarihte yazılmış olmasının da bunda etkisi büyük. Köprüden geçerken yazarı görecekmişim gibi hissettim, anlattığı her şeyi aradım. Dalıcıları göremedim ama kartpostal satan kadınla sohbet ettim, coca-cola tabelasında ne "bosanskakafa" ne de "turkish cafe" yazıyordu, yağmurdan silinmişti ama tabelayı gördüm. Kitapçıda dönüp duran köprünün yıkılma anının belgeselini izledim. Köprüde 'turist gibi' yürüdüm. Gündüz Vassaf'ın yükseklik korkusu ve köprüden geçmeme inadını anladım. Turistim ama ayrıcalıklı bir turistim diye düşündüm çünkü Mostari'nin izindeydim. Mostar kenti adını köprüsünden alıyor, 'mostar' köprü demek, 'mostari' de köprü bekçisi. Hem de üç dilde birden. (Boşnakça, Hırvatça ve Sırpça) bir de 'fuka' üç dilde aynıymış, 'deli' demek. "Deli her dilde deli. Mostari her dilde Mostari." Savaş her yerde aynı. Ölüm her yerde aynı. Turist de her yerde aynı. Savaşta yıkılmış ve sonra yeniden yapılmış köprünün önünde yapmacık gülümsemeler ile poz veriyoruz. "Mostar'da ne yaşamaya acelem var, ne de ölmeye." diyor daha ilk sayfalarında yazar, oysa ben kuleye çıkmayan arkadaşlarımı çok bekletmemek için alelacele eskizimi çiziyor ve defterimi kapatıyorum. Acelem var.

Mostar dilinde iki zaman var: "Savaştan önce." "Savaştan sonra." Savaşın adı yok. Savaşlara ne zaman ad verilir? ... 2 Kasım 2011

Sabah Erken Yollar boş. Dükkanlar kapalı. Geçen gün gördüklerim kuğu muydu? Neredeler? Köprüde tanıdık arıyorum aitliğimin sırtını sıvazlayacak. Duvardan eğildim Neretva'nun sularına. Korkmadım. Sabah olduğu için mi? ... Bu ayağa daha sık gelir oldum. Tara, aitliğimi hafifletiyor. Halebija, yerleşikliğimi hatırlatıyor. Halebija'dan, Tara'da yalnızlığımı görüyorum. Tara'dan Halebija'da aitliğimi. ...

Sizin de aceleniz varsa Mostar'a gidemem, kitabı da okuyamam derseniz size en azından kitabın sonundaki 'Mostar Manifestosu'nu okumanızı öneririm. Bir de bir iki küçük alıntı yapıyorum; 40



Üç Yol, yönetmen Faysal Soysal’ın ilk uzun metraj sinema filmi. İlk uzun metrajlarını çeken yönetmenlerin bu filmlerde genel olarak otobiyografik bir eser ortaya koyduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Film de gerek içinde bulunduğu mekanlar gerekse içinde barındırdığı duygularıyla bu kategoriye kolaylıkla giriyor.

MOSTAR’DAN HASANKEYF’E 3 YOL Talha Ulukır

42

Bünyamin ve abisi günlerden bir gün Malabadi Köprüsü’nde oyun oymaktadır. Tam dabu oyun esnasında Bünyamin, Zeliha’nın yani abisinin sevdiği kızın ölümüne sebep olur ister istemez. Yaşadığı vicdan azabı abisinin bağışlayıcı üslubuyla geçmeyecek derecededir ve bu yüzden doğduğu şehri terk eder, uzaklara doğru yol alır. Uzaklara doğru aldığı yolda durağı Bosna olur, savaştan yeni çıkmış olan ülkede hala kayıp insanlar, kayıp uzuvlar vardır ölenlere ait. Toplu mezarlar üzerinde yürttüğü çalışmalar vicdanını rahatlatacağı yere sıkmaya başlar. Her yeni toplu mezarda geçmişte yaşananların acılarını daha çok hisseder ve tam da bu sıralarda Mostar Köprüsü’nden intihara teşebbüs eden Zrinka ile tanışır ve bu çaresiz kadını hayatta kalmaya ikna eder. Zrinka’nın hikayesi de en az Bünyamin kadar ilginçtir; Fransa’da psikoloji üzerine eğitim alıp kadın intiharları üzerine özel olarak çalışmış olan yarı Boşnak yarı sırp birisidir. Ailesini ve en yakın arkadaşını savaş nedeniyle kaybetmiştir aynı zamanda. Bünyamin ve Zrinka arasındaki ortak noktalar ikilinin birbirine yakınlaşmasına neden olur, ikisi de savaş ile ilgilidir, ikisi de vicdan azabı çekiyordur, ikisi de çaresizdir. Zrinka, kendisini ölümün eşiğinden çeviren adama minnetini psikolojik destek olarak ödemek ister. Tabi ki bu destek öyle kolay olmayacaktır, Bünyamin’in bilinçaltı onu rahat bırakmaz ve karmaşık rüyaları öfkesiyle birlerek birtakım sağlık problemlerinin ortaya çıkmasına neden olur. Bünyamin, Füg hastalığına (kimlik bozukluğu, başkası olma sendromu) yakalanır ve artık sadece


rüyalarda değil, gerçekte de Yusuf’tur. Hastalığı nispeten atlattıktan sonra abisiyle yüzleşmek üzere Hasankeyf’e dönmeye karar verir. Zrinka, Bünyamin’den uzun süre haber alamaz ve en sonunda onu bulmak için yollara düşer. Yolculuğun sonu ise Bünyamin’in bahsettiği gerçek aşka ulaştırır Zrinka’yı.

tutarak filmin içindeki zamansal denge bozuluyor. Bu durum en başta izleyiciyi ve izleyicinin filmle olan irtiabatını etkiliyor çünkü ritmin gerçekten çok düştüğü yerler var ve buralarda filmden kopmamak büyük bir başarı. Zaman ile ilgili sıkıntı filmin kaç saniyeden oluştuğundan dolayı oluşmuyor, filmin akıp giden saniyelerinde aksayan ve atlayan anlatımlardan kaynaklanıyor.

Filmin içerisinde az önce bahsettiğim hikaye haricinde savaş tanıklıkları, Hasankeyf'in yok oluşu ve Batman'daki kadın intiharları gibi yan hikayeler de bulunuyor. Bu kadar çok ve başlı başına büyük hikayenin bir arada bulunması ise filme en büyük zararı veriyor, film tüm hepsine değinmeye çalışırken aslında hiçbirine tam olarak değinemiyor. Hasankeyf’in yok olacağını biliyoruz, birkaç diyalogta şahir oluyoruz ama daha ötesinde bir şey bilemiyoruz; Bünyamin’in Bosna’daki ev sahibi aracılığıyla savaş tanıklıkları hakkında ufak bir fikir ediniyoruz fakat ileriye gidemiyoruz; Batman’daki kadın intiharlarının boyutunu öğreniyoruz, Zrinka aynı zamanda bunun için de geliyor Türkiye’ye –bahane de olabilir tabii- ama konu hakkında daha fazlasına hakim olma hakkımız yok çünkü başka bir anlatı yok konuya dair. Ve tüm bu meseleler halihazırda büyük meseleler, insanların üzerinde tartıştığı, çoğunun dünyanın gündeminde uzun süre kaldığı meseleler.

Atmosfer bir film için en önemli unsurlardan biridir, hele ki böyle bir film çekmek istiyorsanız. İçerisinde hem şiirsel bir anlatım kaygısı var, hem savaştan çıkamayan bir şehir var, hem rüya var, hem sular altında kalması muhtemel bir tarih var... Üç Yol ise atmosfer anlamında çoğu zaman vasatın altında bir çizgide ilerliyor; rüya sahnelerindeki renk kullanımları, büyük şiirsel tiratlar, gerçek hayatla alaksı olmayan diyaloglar seyircinin filme dahil olmasını engelliyor ve kendisinden uzak tutuyor. Tüm bunların üzerine filmin başından sonuna belli imgelerden bahsedip sonrasında onları birden seyircinin önüne sunmak seyircinin kendi tecrübesi eşliğinde filmi yoğurmasını engelliyor. Bu bağlamda oldukça didaktik bir dil hakim filme, bu konuların ortasında geçen bir filmde tam tersi olması gerekirken hem de. Rüyadan ve aşktan bahsedilip bu konuları didaktik bir dille vermek kendi içinde çelişen bir durum, ikisi de insanların kendileriyle başbaşa olduğu alanlar.

Filmin içerisinde bulunan hikaye kadar bunların arkaplanında göndermeler de bulunuyor; elma nefreti ile Hz. Adem arasında bir ilişki, kardeş öfkesiyle birlikte Habil ile Kabil arasındaki ilişki, Hz. Yusuf ile rüya arasındaki ilişki ve Yusuf ile Züleyha ilişkisini birbirine geçmiş bir şekilde bulunması izleyiciyi “acaba bu hangisine gönderme yapıyor?” sorusunu sormaya itiyor. Bu bilinmezlik ve belirsizlik için güzel bir unsur olarak düşünülebilir ama film boyunca bilfiil bunlarla karşılaşınca seyirci cephesinde büyük bir yorgunluk oluşuyor.

Görüntü ve estetik, izleyiciyi filme bağlayan veya bağlanmasını engelleyen en önemli unsurlardan. Üç Yol, görüntüleri ile izleyiciyi ciddi anlamda doyuruyor. Mekanların kendilerine has güzelliklerini başarılı bir şekilde izleyiciye aktarıyor ve film boyunca keyif veriyor izleyenlere. Gerek Hasankeyf’in gerek Bosna’nın Mostar’ın güzelliklerini, yollarını, akarsularını, sokaklarını gerekse insanlarını, insanların yüz ifadelerini –yüz ifadeleri de yaşanmışlıkla alakalıdır çünkü- başarılı bir şekilde aktarıyor.

Üç Yol’da; rüya ile gerçeklik, geçmiş ile yaşanan, unutulan ile unutulmayan kesişiyor. Her bir karakter farklı bir anlamı temsil ediyor ve soyut olan bu kavramlar somutlaştırılıyor bir bakıma. Tüm bu kesişmelerin başladığı yer de Mostar Köprüsü oluyor. Ayverdi, Mostar hakkında “Bu köprü mimari dehânın terkibiyle taştan yapılmış değil de muhayyilenin cisim halini almasıyla meydana gelmiş gibi efsanevî bir mâna ve ruh kazanmıştır” diyor. Filmde de aynı şekilde, Mostar Köprüsü Üç Yol’un yaşadığı en büyük sıkıntılardan birisi yalnızca taştan yapılmış ve insanların üzerine basıp geçtiği bir de zaman ile oluyor. Büyük ve derin meseleleri köprü olarak görülmüyor; hayatların, insanların, hikayelerin dahi yan hikaye yapıp rüya ve şiir sahnelerini uzun kesiştiği bir mekan olarak görülüyor böylece. 43


1922 yılında kurulan, tarihi boyunca eski Yugoslavya ve Avrupaʼda önemli başarılar elde eden Velež Futbol Kulübü, geçtiğimiz sezon ligden düşerek sadece taraftarlarını değil, ülkedeki tüm futbolseverleri hüzne boğdu. Bosna Hersek'in güneyindeki Mostar şehri, daha çok şehre adını veren tarihi Mostar Köprüsü ile anılır. Mostar Köprüsü ne kadar şehrin simgelerinden, vazgeçilmez unsurlarından biriyse 1922 yılında kurulan Velež (Velej) Futbol Kulübü de bu unsurlardan biridir. Adını, Mostar şehri yakınlarındaki Velež dağından alan kırmızı-beyazlı kulübün armasında ise komünist Yugoslavya'nın simgesi olan büyük bir yıldız mevcut. Savaşın ardından maçlarını Vrapcici Stadı'nda oynamaya başlayan Velež'in taraftar grubunun ismi ise 'Kızıl Ordu' (Red Army).

VELEZ MOSTAR’IN SÖNEN YILDIZI Kayhan Gül

1922 yılında kurulduktan sonra uzun yıllar alt liglerde mücadele eden Velež, Partizan, Kızılyıldız ve Dinamo Zagreb gibi devlerin mücadele ettiği Yugoslav Birinci Ligi'ne ilk kez 1952/53 sezonunda yükseldi. Velež, sezon sonunda ligden düşse de 1955/56 sezonunda yeniden yükseldiği ligde, ülke dağılıncaya kadar kalmayı başardı. Belgrad ve Zagreb takımlarının baskın olduğu ligde önemli başarılar elde eden Velež, 3 kez ikinci olarak tamamladığı ligde, ki biri averaj farkı ile kaçan şampiyonluk idi, iki kez de Mareşal Tito Kupası'nı kazanma başarısı gösterdi. Dördü Kupa Galipleri Kupası, ikisi UEFA Kupası olmak üzere altı kez Avrupa sahnesine mücadele eden Velež, 1974/75 sezonunda UEFA Kupası'nda çeyrek final oynayarak tarihindeki en önemli başarıyı elde etti. Eski Yugoslavya'nın önemli kulüpleri arasında yer almayı başaran Velež, ülke tarihindeki birçok önemli ismi de dünya futboluna kazandırdı. Bursaspor'un efsanelerinden Nenad Bijedic'in (Nejat Biyediç) yanı sıra Türkiye'nin ilk yabacı gol kralı ünvanının sahibi eski Galatasaraylı Tarik Hodzic de bir dönem Velež forması giyenlerden. Bijedic ve Hodzic'in yanı sıra bir dönem Trabzonspor'un teknik direktörlüğünü de yapan Vahid Halilhodzic, futbolculuk kariyerinde Barcelona forması giyen Meho Kodro, kariyeri boyunca Almanya'da farklı takımlarda forma giyen 44


Sergej Barbarez de Velež'in dünya futboluna kazandırdığı isimlerden sadece birkaçı.

elinden stadının alınması ve Zrinjski'ye 'hediye edilmesi', politikanın, savaşın, sınırların ve bölgelerin bir efsaneyi ne duruma getirdiğinin de en büyük göstergesi.

Bosna'daki savaş (1992-1995) Mostar şehrini 'doğu' ve 'batı' olarak ikiye böldü. Savaşın belki de en çok zarar verdiği, asırlık Mostar Köprüsü'nün yıkıldığı, harabeye dönen şehrin batı yakası Hırvat, doğu yakası ise Boşnak halkın baskın olduğu bölgelere bölündü. Bu bölünmeden Velež de nasibini alacaktı. Savaşın ardından, elindeki her şeyi kaybeden kırmızı-beyazlılar, şehirdeki baskınlığını da Hırvatlar tarafından 1905 yılında kurulan, ancak 1945-1992 yılları arasında yasaklı olan Zrinjski Hırvat Spor Kulübü'ne kaptırdı. Daha önce maçlarını, ülkedeki en büyük ikinci stat olan Pod Bijelim Bregom Stadı'nda oynayan Velež, savaşın ardından şehrin Hırvat tarafında kalan stada da veda etmek zorunda kaldı. Kulüp ile özdeşleşen stadı terk etmek zorunda kalan Velež, bugün maçlarını yaklaşık 7 bin kişilik Vrapcici Stadı'nda oynamaya devam ediyor. Velež ile Zrinjski arasındaki derbi maçları ise geçmişte yaşanan Boşnak-Hırvat çatışmaları nedeniyle 'yüksek riskli' olarak nitelendirilirken, sadece Bosna Hersek değil, tüm Balkan basınının ilgisini çekiyor.

Şehrin efsanesinin, yeniden hak ettiği yere gelip gelemeyeceği politikaya olduğu kadar Mostar halkına da bağlı aslında. Mostarlılar kulüplerine sahip çıkıp onu düştüğü durumdan çıkaracak mı yoksa bir yıldızın kaybolmasını, bir efsanenin unutulmasını sessizce izleyecek mi, bunu zaman gösterecek. Şehrin simgelerinden biri olan Mostar Köprüsü, 1993 yılında Hırvat topçuları tarafından yıkılmıştı, şehrin bir diğer önemli simgesinin de yıkılmasına izin verilmemeli. Tarihi köprü yenilenerek 2004 yılında yeniden eski görkemine kavuşmuştu, Velež de Mostarlıların desteğiyle eski görkemli günlerine geri dönebilir. Efsane unutulmasın...

Savaşın ardından mücadele ettiği Bosna Hersek Birinci Futbol Ligi'nden (Premijer Liga BiH) 2002/03 sezonunda küme düşen Velež, üç sezon aradan sonra yeniden birinci lige yükselse de eski günlerine bir türlü dönemedi. Kulüpte mali sıkıntıların da baş göstermesiyle 'Mostar'ın Yıldızı' kapanmanın eşiğine geldi. 2015/16 sezonunu sonuncu tamamlayan Velež'in küme düşmesi, ülkede 'bir yıldızın kayması' olarak nitelendirilirken, sadece Mostarlıların değil, ülkedeki tüm futbolseverlerin üzülmesine neden oldu.

OFK Belgrad- Velez Mostar maçı

Kulübün bugün içinde bulunduğu sıkıntılı günlerin birincil suçlusu olarak politika gösteriliyor. Dünya futboluna sayısız isim kazandırmış, önemli başarılara imza atmış bir efsanenin, borçları nedeniyle kapanmanın eşiğine gelmesini insan aklı almasa da birçok alanda bölünmüşlüğün hissedildiği, Mostar şehrinin ise bu bölünmüşlüğün simgesi haline geldiği bir ülkede aslında farklı bir durum da beklenmiyor. Sırf şehrin batı yakasında kaldı diye kırmızı-beyazlı takımın 45



Engin Güneysu


MOSTAR KÖPRÜSÜ Melih Cevdet Anday On beş gün önce bu köşede çıkan yazımda, Amerikalı Prof. Samuel P. Hustington’un yeni savaşlar ve nedenlerine ilişkin incelemesinden söz etmiştim. Prof. Hustington, o incelemesinde yeni savaşların, uygarlık kültür çatışmalarından kaynaklandığını öne sürüyordu. Ben de o yazıyı okuduğumdan beri, örneğin Bosna’daki çarpışmanın bir kültür-uygarlık çatışması olup olmadığı konusu üzerinde kafa yoruyorum. Tanıdığım, bildiğim kentlerin yakılıp yıkılması bir yakınımın saldırıya uğramasına benzer bir duygu uyandırıyor. Ben kentleri insanlara benzetirim, kimi güler yüzlüdür, kimi çatık kaşlı, kimi benimle dostluk kurar, kimi bana yabancılık gösterir. İşte Bosna dost saydığım kentlerden biridir. Onun yakılıp yıkıldığını duydukça içim cız ediyor. Yugoslavya’ya birçok kez gittim, özellikle Makedonya’yı iyi bilirim. Ohri gölü kıyısında, geleneksel uluslararası şiir bayramında şiirler okumuşumdur. Bundan yirmi yıl önce de bir uluslararası şiir toplantısı dolayısıyla Bosna’ya çağrılı olarak gitmiştim. Yola

çıkacağım gün hastaydım; kırıklığım vardı. Uçakla Belgrat’a indim, oradan da gene bir uçakla Sarajevo’ya (Saray Bosna) yollandım. Vardığımızda hava kararmıştı. Havaalanında beni karşılayan olmadı. Meğer Yazarlar Birliği Başkanı gelmiş; ama beni tanıyamamış. Sonradan öğrendiğime göre bu meslektaşım beni bir işadamına benzetmiş. Oradan otobüsle kente vardığımda hangi otele gideceğimi bilmiyordum. Ötekine berikine sordum; bana bir otel salık verdiler. Otelin lobisi çok kalabalıktı. İlgili görevliye yaklaşıp bir oda istedim. Bana boş odaları olmadığını söyledi. Oysa ben bir an önce yıkanıp yatmak için acele ediyordum. Makedonya şiir bayramlarından tanıdığım Sarajevolu ünlü ozan İzet Sarajliç’e telefon edip edemeyeceğimi sordum adama. Dikkatle yüzüme baktı. -Şiir toplantısı için mi geldiniz? diye sordu. -Evet -Adınız ? - Anday. Adam defterlere baktı. -İkinci kat on numara dedi. Odanız hazırdır. 48

Dünyada bunca sevindiğim az olmuştur. Güzel bir kız beni odama çıkardı. Vakit geçirmeden banyoya girdim, uzun uzun dinlendim ve bitkin bir durumda kendimi yatağa attım; uyuyuverdim. Sabah olduğunda baktım ki, kendimi biraz toparlamışım. Kenti bir an önce görme isteğiyle giyinip aşağı indim. Otelin restoranında çay içtim ve sokağa çıktım. Toplantı ertesi günüydü, onun için rahat rahat dolaşabilirdim. Bosna iki bölümden kuruludur, biri Osmanlı’dan kalma eski kent, öbürü Avusturya’nın kurduğu Avrupa kenti. Otelim eski kente yakın olduğu için ben Osmanlı mahallesine daldım. Bundan güzel bir mahalle az bulunur. Hiç yabancılık duymuyordum. Köşe bucağı dolaştım. Öğleye doğru, açıkmış olarak, eski bir medresenin bir bölümündeki büyük bir lokantaya girdim. Kapıda bir adam “Buyurun, buyurun!” diye bağırıyordu. Sanki yurdumdaydım. Yol yorgunluğu, hastalık sonra bu “Buyurun” lar bana burada herkesin Türkçe bildiği inancını vermişti nedense.

*


Garson yemekleri sayıyor; -Kuzu kapama, yalancı dolma, kuru fasulye…

Neretva nehrine ve o şaşırtıcı, büyüleyici köprüye bakarak unutulmaz saatler yaşadım.

Yalancı dolma istedim, sonra da garsondan limon vermesini rica ettim. İşte o zaman ayaklarım suya erdi; garson Türkçe bilmiyordu. Burada hiç kimse Türkçe bilmiyordu; çünkü Boşnak demek, Müslüman Sırp demekti. Boşnakça ise Sırpça’nın bir ağızı. Şair dostumun adı “İzzet” değil “İzet” idi. İzet Sarajliç’ in şiirleri Türkçe ‘ye çevrilmiş ve kitap olarak yayımlanmıştır.

Köprü beni öylesine çekmişti ki, yanımdakilere bir şey söylemeden sessizce yerimden kalktım; aşağıya indim, ona doğru yürüdüm ve ortasında durup kenti bir de oradan seyrettim. Kim bilir ne kadar uzak olacağım ki, arkadaşlar nehre düştüğümden kuşkulanıp beni aramaya çıkmışlar. Mostar köprüsünün bombalarla yıkıldığını duyduğumda acı çektim. Buna kültür savaşı denebilir mi? Hayır, Prof. Huntington’un görüşüne katılmıyorum. Vandalizmdir bu. Başka bir şey değil.

Bizde Bosnalıların Türk olduğuna ilişkin yanlış bir kanı vardır ve yaygındır, nedense. Unutmadan şunu ekleyivereyim. Avusturyalıların kurduğu Sarajevo’yu hiç beğenmemişimdir. Tramvaylı geniş caddeleri ile soğuk bir kent. Yıldızımız barışmadı. Başta İzet Sarajliç’i söyleyeyim, onunla yeniden buluşmuştuk. Sonra benim şiirlerimi Boşnakça‘ya çeviren ve kitap olarak bastıran Muazzez Hacıosmanoğlu, ünlü Arap şairi Al-Bayati (şimdi Irak’ın İspanya’daki kültür ataşesi.) Makedonyalı şair Bogomil Güzel, iki Rus şairi, bir Macar şairi ve daha başkaları. Birlikte on beş gün geçirdik. Hersek’e de gittik. Mostar’da o güzel köprünün yanı başındaki yüksek bir kahvede;

Kim bilir; İzet, eşi, çocuğu, Muazzez hanım ne durumdadırlar, onlardan bir haber alamadım. Sarajevo’ya ilişkin bir de eğlenceli bir anım vardır. Bir akşam Arap şairi Al-Bayati‘ye yemeğimizi dışarda bir yerde yememizi önerdim. Çıktık, dolaşa dolaşa bir yer bulduk; içeri girdik, garsonlar pardösülerimizi aldılar. Salonu görünce tadım kaçtı. Bundan daha sevimsiz bir yer olamaz. Daha kimseler gelmemişti. Garsonlar gözümüzün içine bakarak bize masaları gösteriyorlardı. O bakışları bilmez miyim! Yolacak müşteri arıyorlar. -Çıkalım, dedim Al-Bayati‘ye. - O.K.. dedi. 49

Anlaşma dilimiz İngilizce idi. Pardösülerimizi giydik. Dostumun cebinde bozuk para varmış, çıkarıp verdi pardösülerimizi tutan adama. Adam paralara baktı, sonra yere attı hepsini. Biz hakarete uğramış olarak o pis yerden çıktık. Konuşmuyorduk; canımız sıkılmıştı. Durdum, dostuma dönerek; -Gidip şu herifi dövelim, öyle ayrılalım buradan dedim. Al- Bayati, -O.K.. dedi. Ve (işte burası çok şaşırtıcı) arka cebinden bıçak çıkardı. -Bu ne bu ? diye sordum. -Ben yurtdışına çıkarken bıçağımı yanıma alırım muhakkak dedi. Ertesi günkü Bosna gazetelerinin başlıkları gözümün önünde geçmeğe başladı: “Arap şairi ile Türk şairi garsonu bıçakladılar.” -Ben vazgeçtim dostum, dedim. Biz gene otelimize gidelim. *14 Ocak 1994-Cumhuriyet Gazetesi


*

VE KENTLER GÜZELİ MOSTAR Füruzan

Hiçbir Hıristiyan devleti, kendi topraklarında Türklerin bir camisi bulunmasına müsaade etmez. Oysa Türkler bütün Rumların kiliseleri olmasını hoş görürler. Voltaire

Saraybosna’nın ambleminde altı zambak çiçeği vardır, bilir misiniz? Ne zorlu bir hayvan, ne keskin bir kılıç, ne de bir taç, ne de dini bir simge...

devam ediyor. Köprüyü iki başından kavrayan kulelerden biri havan topu isabetiyle gövdesinden parçalanmış.

Bu gördüğüm yakılmış, nefretle bitirilmeye kalkışılmış kente gerçekten bir zamanlar ak zambaklar toplamıymış diyebilirim.

Kentin elektriği kesik. Kalın kablolarla geçici bir elektrik düzeni yapılmış. Tepelerden birkaç silah sesi kuru kuru yansıyor Mostar’a...

Mostar için gördüğümüz, izlediğimiz başarılı filmler ve fotoğraflar, orayı ne yazık ki bize yeterince anlatmış olamaz. Ancak seçkin bir şeyin izlerini duyurabilmişlerdir. Titograd’ın üstüne, Saraybosna’nın altına düşen bu kendinden ışıklı kent, Doğu ile Batı’nın, Hıristiyanlıkla Müslümanlığın yan yana geldiği kenttir. Osmanlı ile Orta Avrupa uygarlıklarının birbirini itmeden, saygıyla yerleşip eserlerini oluşturduğu bir zaman var işte karşımda. Şiir dizeleri gibi köprülerin altından Neretva Nehri’nin geçtiği bu yere, aldığı yaraların derinliğinden ötürü, ara ara gözlerimi kaçırarak bakıyorum.

Sırp Çetnikleri orada olduklarını hatırlatıyorlar... Dünyada tanınmış kent mimarlarından Sırp asıllı Zlatko’nun ‘iğreniyorum bu yaptıklarınızdan,’ diye bağırışını düşünüyorum. Bir ulustan çıkan canilerin iyi vatandaşlarına, aydınlarına kötü bir tarihi miras bırakmasının acısını düşünüyorum. Bunun dünya tarihindeki en yakın örneği Hitler Almanya’sıdır. Alman aydınları aklın yıkıldığı o yılları şiddetle kınarlar.

Arkitekt dergisindeki verilen onarım bilgilerine bakarsak: Koski Mehmet Paşa Medresesi 1979, Saat Kulesi 1982, Karagözbey Camii 1987, Vuchijakovic Camii 1988, Ceyvan-Çehaya Camii de 1987-92 arası restore edilmiş.

Osmanlıların yerleşimlerinde çevreyle uyum sağlama ustalıkları Mostar’da da görülüyor. Mostar evlerinin kireç taşından yapılma kiremitleri, onların doğayla olan ilintisini çoğaltıp bir inci pırıltısıyla yansımalarını sağlıyor. Dağlardan, Sırpların sürdürdükleri top atışlarını dağılan parçalardan geçerken insanlar korunmak için hassa mimarının köprüsü üstüne demir çubuklara astıkları ahşap bir korugan yapmışlar. Köprünün ortasında durdum.

Şimdi ben savaşın vebal elinin parçaladığı, kanattığı bu yerdeyim. Bu durumda bile Mostar, güzelliğinden arta kalanlarla kendini tanıtıp bana daha da ağır bir hüzün, ağlama isteği veriyor.

Barbarların çökerttiği, 1917’de Komadina Mustafa Ağa’nın yaptırdığı karşıma düşen yıkık köprünün üstünden akıyordu şimdi Neretva...

İki sert inen yamacın arasındaki vadide akan suya yansıyan köprülerinden birini 1566’da hassa mimarı Hayrettin Ağa yapmış. Köprü günümüzde bile, mimarinin ve teknolojinin başyapıtı olmaya

Kentin ana caddelerinde HVO’nun askerleri silahla donanmış, değişik yörelere hızla gidip geliyorlardı. 50


Duvarlara ölüm ilanları yapıştırılmıştı; çoğu da genç kadın, çocuk ve erkeklerindi.

herhalde orada yaşamak gerekiyordu. Onlardan vedalaşıp ayrıldım.

Hıristiyan ve Müslüman mahallelerinin bir yokuşun iki yanından yükselişini izledim.

Bu yapılan kıyımı dünyanın bilincinde hep canlı tutmanın yollarını bulmalıyız.

Bütün yapılar parçalanmış, kat aralarından fırlamış demir çapaklarıyla, barut yanığıyla kararmıştı. Evlerini terk etmemiş bir iki sivil, arkalarından koşan sahipsiz köpeklere bir an bakıp yürüyorlardı. Boşnakların söylediği gibi ‘Çarşiya’nın yıkık dükkânları, düşmüş kapıları, tezgâhları, ateşle kavrulup bükülmüştü. Bir penceredeki saksıda çiçekler yanmıştı.

İnsanın toplumsal var oluşu içinde, onu en değerli kılabilecek aklıyla birlikte vicdanı değil midir? Tüm bu acıların, cinayetlerin en yakın örneklerini İkinci Dünya Savaşı’nı gören ve bilenlerin, yaşayan pek çok tanığı var hâlâ dünyamızda. Ben Rumeli’de olanları anlatırken hangi sözcüğü bulmalıyım ki insanları irkiltip vicdanlarını ve akıllarını harekete geçirebileyim, evet evet hangi sözcüğü...

Savaşın ilk aylarında dünya haber ajanslarının yaydığı görüntülerde sık sık, narin bir minarenin tam ortasından aldığı bomba yarasının açtığı oyuk gösteriliyordu. O minarenin yükseldiği caminin yanından geçtim, Mostar’ın evlerine doğru yürüdüm. İnsana baktığında mutluluk veren o saygılı yapıların tümü bombalanmış, yakılmış, deşilmişti...

Kana bunca alışmış bu dünyalıları kim kıpırdatabilir yerlerinden, kim kim? Bir kentin, insanlarının, amansız katilleri bunca intikam duygusunu 600 yıl nasıl kuşaktan kuşağa iletmiş olabilir? Bir Hırvat yazar, “Katillik Sırpların genlerinde midir?” diye sorarken, belki de kendi ulusunun aynı genleri taşıyan faşist, ‘Ustaşa’ çetecilerini unutuyor olmalıydı.

Yarısı çökmüş bir evin üst katından bakan iki yaşlı, bezgin adam bana bakarak işaret ediyorlardı, “Gel” diye. Ve böylece uzak menzilli silahlarla, bazukalarla, havan toplarının, bombaların açtığı yıkıntı ve oyukların farkını öğrettiler. Çocuklarla kadınları yolladıklarını, orada ayrılmadan bekleyeceklerini de anlatabildiler.

Kent estetiğinin çağımız için en iyi örneklerini oluşturan bu yerler, tüm dünya tarafından dikkate alınıp yeniden onarılmalıdır. Bunlar canlandırılarak, geçmişin önemli bir kültür mirası hiç olmazsa bir bölümüyle yeniden insanlığa kazandırılabilir. Çünkü Sırp eşkıyalarının yaptığı öyle bir zaman kıyımı var ki, artık dünya tarihine bir daha geri döndürülemez. Şarkiyyat Enstitüsü’nü imha ederek, 200 bin belgeyi de yok etmişlerdir. Vakıf kayıtları, tapu-kadastro üniteleri, nüfus kayıtları

O ev, çoktan ev olmaktan çıkmıştı. Tabanın bir yanında duruyordunuz, öteki bölümü alt kata göçmüş... Pencereleri kapı gibi kullanıyordu. Mostar’da beklemelerinin anlamını kavramak için 51


da bu tümüyle yok edilenler arasındadır. Onlar durmadan bilinçli olarak tarihin belleğini silmektedirler...

Assuanlı doktoru hep iyilikle anacağım.

Ünlü Sırp yazar İvo Andriç, Drina Köprüsü adlı romanında Osmanlı yapılarına, köprülerine duyduğu hayranlığı anlatırken yine de, Osmanlı yönetimindeki Sırpların da ‘hep o günü’ günü beklediğinin altını çizer.

Benim güzel kentlerimin en başına, şimdi tarihin cellatlar tarafından bir anıya dönüştürülen Mostar’ı da katıyorum.

Assuan da masal güzeli bir kentti..

*İşte Bizim Rumeli - 1994

Sırpların bugün yaptığı etnik temizlikteki söz konusu olan halk, üstelik yeniden tekrarlıyorum Osmanlı’yla birlikte Saraybosna’ya gelmemiştir; oranın yerleşik halkıdır. Split’e dönüyoruz. Hiç keyfim yok. Bir ara lokantaya giriyoruz. Bir delikanlı, elindeki gazeteyi sallayarak, ‘Slobodna Dalmacija’ diye dalıyor kapıdan. Herkes fırlayıp Slobodna Dalmacija’a satın alıyor. Bu da Saraybosna’da yayınlanan Oslobodenje gibi anti-faşist bir dayanışma gazetesi. Otel Marian’a geç saatte giriyoruz. Verdiğim sözü tutarak Mısırlı Doktor Abdullah’a telefon edip not bırakıyorum... “Mostar’ı görmek kararı zor, ama doğruydu. Çok sarsıcıydı savaşı görmek. Fakat size yine de her şey için teşekkür ederim.” Sabah gün doğarken Doktor Abdullah beni telefonla arıyor. “Sağ salim döndüğünüz için vicdanım rahattır şimdi,” diyor. Vicdan sözcüğü günümüzdeki konuşmalarda, ne kadar az geçiyor. 52


BENİM İÇİN BİR ŞEYLER BİLECEKLER Mİ? Mak Dizdar (Stolac, 1917 - Sarajevo, 1971)

Geceleyin lamba altında yayılırken karanlık bilecekler mi benden yana bir şeyler ve bu dizeleri okuyan birileri olacak mı? Çocuğunun saçlarını tararken bir ana Çözerken dizelerindeki harfleri birer birer yüreğinde olanları, tedirginliklerimi duyacak mı o yorgunluğunda acaba? Gerçekten benimle ilgili bir şeyler bilinecek mi? Yoksa boşluk ve bu sessizlikler yine dizeler içinde mi kalacak ve ışıyacak? Ve bu kitap bu masada açık dururken yine kendi kaygılarım, kendi acılarım içinde mi yaprak yaprak başak başak yayılacağım şiirlerime?

53


MOSTAR FOTOĞRAFLARI Halil İbrahim İzgi

1-Karagöz Bey Camii

4- Don’t Forget

Caminin tarihinden söz etmeyeceğim. Sadece Mostarʼda ilk çektiğim fotoğrafın buraya ait olduğunu söyleyebilirim. Camiye giriş paralı. Ama namaz kılacaksanız parasız. Burada camiye giriş ücretinizi namaz kılarak ödediğinizi de düşünebilirsiniz. Namaz kıldıktan sonra camın dışından sızan ışığın içeri ilk girdiği yere yöneliyorsun. Orada tabloid boyutta dini gazete, üzerindeki rafta Kurʼan-ı Kerim ve onun üzerinde de fes duruyor. Fes ve tabloid farklı zamanları ortadaki kadim zamana bağlıyor. Camiinin boynunda görevli kartı olan görevlisi Türk olduğunuzu öğrendikten sonra minareye çıkmayı öneriyor. Yukarıdan Mostar manzarası. Karagöz soyadlı arkadaşından söz ediyorsun cami görevlisine. O da İstanbulʼa yaptığı geziden. Sonra diğer fotoğraflara doğru yürüyorsun.

Bu sefer köprünün fotoğrafını çekmemeye niyetlisiniz. Çünkü turist gibi olmak istemiyorsunuz. Sadece Donʼt Forget yazısını kadraja alıyorsunuz. Neyi unutmayacağınızı unutmamak için köprünün yıkılışını gösteren belgeseli izlemek üzere 1 Euro veriyorsunuz.

2- All Gave Some, Some Gave All Köprüye doğru ilerlerken bir fotoğraf görüyorsun. Yanında bir yazı. İkisi de duvarda. Herkes bir şeyler verdi, bazılar her şeyini diyor yazıda. İngilizce. Bosna-Hersek Savaşıʼnın şehitlerinden biri duvardaki. Yumruk yemiş gibi oluyorsun. 15 Temmuz şehitleri geliyor aklına. Duvarın önünden ayrılamıyorsun. Aceleyle köprüye doğru ilerleyen turist grubu yanından geçiyor. Diğer yandan kibarca müşteri bekleyen Mostar esnafı. Her şeyini veren kişiye verilebilecek tek şey sanırım hakkı olan onur.

5- Don’t Forget But Do Forgive Forever Her yer İngilizce mesajlarla dolu diyorsunuz. Bir restoranın tentesinin üzerinde unutma ama affet gitsin diyen bir yazıyı gördünüz çünkü. Bu yazıyı çekmeye çalışırken otomatik olarak köprü de giriyor kadraja. Ama sen yoksun içinde. 6- Çatıyı Tamir Eden Adamı Kahve İçerek İzleyen Kadın Kayrak taşlı Mostar çatısını düzelten bir adam görüyorsun. Adam belli ki taşlara yapışmış pislikleri temizliyor. Ufak tamiratları da yapıyor. Taş döşeli yolun karşısındaki duvarda oturan bir bir kadın, Julius Meinl fincanında kahve içiyor. Adamı izliyor. Adam bunu görmüyor. Çünkü işini yapıyor. Kadın gelen gidene selam da veriyor. 7- Tito Tişörtleri Satan Dükkan

Mostarʼa gelen kişilerin yüzde kaçı hatıra olarak tişört alıyordur. Yugoslavyaʼyı özleyenler var mıdır? Bir dükkanda Titoʼnun resminin üzerine basılı olduğu tişörtler satılıyor. Gerdirilmiş tişör3-Koski Mehmet Paşa Camii tlerin tezgahının az ötesinde boş kurşun kovanMostar Köprüsüʼnün en iyi görüneceği manzara larından yapılan sanat objeleri. Sahi biz neyi olan Koski Mehmet Paşa Camiiʼne gidiyorsun. unutmayacaktık? Geçen sonbaharlarda buraya eşinle geldin. Hatırlıyorsun. Manzarayı görmek paralı hale 8- Dolce&Co Fincanından Kahve İçen Kadın gelmiş. Koski Mehmet Paşa Camii ve köprüyü gören terası 3 Euro, minareden görmek de Koyu pembe, öyle mi deniyor o renge, bir binanın isterseniz 6 Euro. Fotoğrafını çekeceğiniz tek şey, önünde kafe masasında oturarak kahve içen fiyat tabelası oluyor. Mostar konsolosunun kadını görüyorsun. Dolce&Co aslında dondurma satmak için kurulmuş ama mevsim sonbahar ve minareden çektiği fotoğraflar geliyor aklınıza. 54


orta yaşlı kadın, ihtiyarlığa doğru ilerlediği günlerde kupadan kahve içerek bunu kutluyor. Köprüye ilerleyen kalabalık çokça umurunda değil. Arkada pembeye boyanmış bir bisiklet dekoru tamamlıyor.

bir bahçede sergileniyor. Bakıyorsun tanıtıcı yazıya, birlikte yaşama için vesaire deniyor. Ölen bir köprü görüp görmediğini düşünüyorsun daha önce. Öldürülen köprüleri ne yaparlar diye sormuşlar Nasrettin Hocaʼya bir gün. Yok yok sormamışlar...

9- Mislilac i državnik Alija Izetbegović

13- Sarajevo? Dubrovnik-Split?

Düşünür ve Devlet Adamı Aliya İzzetbegoviç yazılı bir kitabı görüyorsun. Kitap henüz eylül ayında çıkmış. Türkçeʼye çevrilmemiş. Yanında Recep Tayyip Erdoğan: Bir Liderin Doğuşu kitabı var. İki lideri kitapçının dışarı koyduğu rafta

Her trafik tabelası aslında bir sorudur. Gittiğin yol da bir cevap. Mostarʼa gelirken: Mostar? Dubrovnik? Diye sorulur bu soru. Dönüş yolunda soru bu şekle bürünür. 14- Smrtovnice

görüyorsun. Köprüden önceki son çıkış burası. Durmak yok, yola devam diye mırıldanıyorsun kendine.

Ölüm belgesi demek bu. Bir tabelanın üzerine ölen kişilerin bilgileri yazılıyor. Kısa bir hayat hikayesi. Kadınlar için doğumda sahip oldukları soy isimleri. Bir tanesinin Gavrankaptenoviç mesela. Mostarʼda köprüler gibi insanlar da

10- Don’t Forget ’93 İşte bu defa neyi unutmayacağınızı da söyleyen bir ibareyle karşılaşıyorsun. Unutmaman gereken şey 1993 yaptığını düşünmeye yılı. 1993 yılında neler İşte bu defa neyi unutmayacağınızı da söyleyen bir ibareyle karşılaşıyorsun. Unutmaman gereken şey 1993 yılı. 1993 yılında neler 11- J’existe Ben varım diyor bir yapıştırma posta kutusunun üzerinde. Posta kutusu belki de Mostarʼın en bakımlı şeyi diye düşünüyorsun. Neyi unutmayacağını öğrendin ama kimin var olduğunu öğrenmek için zamana ihtiyacın olacak gibi. 12- Köprü Mezarlığı 1993ʼte yok edilmeye çalışılan köprünün parçalarından biri Neretvaʼnın diğer tarafındaki

Engin Güneysu

ölüyor. Köprü bu sene 450. doğum

yıldönümünü yaşıyor ama doğum gününü hatırlayan çıktı mı bilmiyorum. 15- Oslobedjenje Manşette bir trafik teröristinin katlettiği Selma Agicʼin fotoğrafı. Köprü ölüyor, bazıları her şeyini veriyor, Gavrankapetanoviç soyisimli kadın uzun yaşıyor, Selma ise bir aracın altında can veriyor. Oslobodjenje özgürlük demek, Smrtovnice ölüm belgesi. Bir de çekilmeyen fotoğraf kalıyor zihnimde. Lejla Volim Te yazıyor bir sokak yazısında. Leyla seni seviyorum diyor. Jʼexiste çıkartmasını yapıştıran da o olabilir diye kuşkulanıyorsun. Mecnun sanırım Leylasını aramak için Mostarʼa geldi diyorsun. Köprünün üzerinde Leyla ile Mecnunʼun buluştuğunu hayal ediyorsun. Sonra Hırvat topçusu onları vuruyor ve özgürlüğe kaçarken neyi unutmaman gerektiğini bir defa daha unutmuyorsun. 55


MOSTAR’A HAYRETLE BAKMAK Hatice Tokuz

İsmini köprüden alan bir şehrin hikâyesi bana ilk duyduğum andan itibaren ilginç gelmiştir. Kafka’nın köprüsü gibidir Mostar köprüsü de… Bir yakaya ayak uçları öbür yakaya elleri gömülmüş, Neretva nehrinin üzerinde boylu boyunca uzanmakta, altında buz gibi suyuyla alabalıklı bir dere akmaktadır. Anadolu ve Rumeli’nin pek çok yerinde, eski yahut yeni bir çok güzel köprü bulunmasına rağmen bu köprüyü cazibe nesnesi haline dönüştüren sır nedir peki ?

dayandıran bir takım cılız görüşler olmakla beraber, Mimar Sinan’ın öğrencisi olan Mimar Hayrettin’in eseri olduğu tarihi vesikalar ile sabittir. 1658'de Mostar'a uğrayan Fransız seyyah Poullet bu köprünün inşasının mukayese kabul etmez bir cüret eseri olduğunu, bir mimari harikası sayılan Venedik’teki Rialto Köprüsü'nden daha geniş olduğunu söylemektedir. Günümüzde kitabesi dahi bulunmayan bir köprünün; yapıldığı dönemde varlığıyla o güne kadar inşa edilmiş pek çok esere, bu şekilde meydan okuması bence muazzam bir durum. İmzaya ihtiyaç duyulmaksızın üst üste dizilmiş her bir taşın sanatkarın imzası olması ise hayranlık uyandırıcı.

Ayasofya’nın kubbesini dahi altında taşıyabilecek genişlikteki kemer açıklığı ile Malabadi Köprüsü yahut on bir gözüyle pek çok hikayeyi birbirine bağlayan abidevi Drina Köprüsü mesela. Mostar’ın ışığını elinden almaya çalışabilecek bunca örnek varken neden Mostar ?

Köprünün sadece sanatsal değil dini bir metafor olarak kullanılışı ise ayrıca dikkat çekicidir. Hans Joachim Kissling Mostar için; "Kıyamet günündeki sırat köprüsünü bir mecaz olmaktan çıkarıp elle tutulup gözle görülebilir bir sembol haline, başka hiçbir eser hiçbir yerde büyük üstat Mimar Hayreddin'in Mostar Köprüsü kadar dile getiremez." demektedir. Şehrin bir yakasından diğerine sırat köprüsüne benzetilen bu zarif köprüden başka bir geçiş yolunun olmaması ve Osmanlı döneminden itibaren bu kadar şiddetli ve yoğun akan bir nehre, bir cesaret sembolü olarak gençlerin kendilerini bırakmaları da sırat köprüsü sembolü ile hakikat arasında hoş bir benzerlik oluşturmaktadır.

Evliya Çelebi’nin ifadesiyle bu köprü, göklere başını uzatmış bir kayadan diğerine atılmış öyle yüksek bir köprüdür ki yukardan aşağı bakanın ödü yarılır. Hakikaten de Mostar köprüsünü benzerlerinden ayıran en önemli fark yüksekliğidir. Öyle ki üzerinde durduğunuz an yüksekliğin hissettirdiği duygu ile uzaktan bakarken hissettikleriniz arasında belirgin farklar bulunur. Belli bir mesafeden bakıldığında, tek gözlü bu köprü çarktan çıkmış bir yüzük gibi hafif sivri ama kusursuz bir çember oluşturmaktadır. Bu haliyle hem benzersiz bir mimari dehanın hem de muhteşem bir ruhun terkibidir.

Bana göre Mostar’a hayretle bakabilmenin en büyük sebebi, insan elinin ürettiği mucizenin doğa ile böylesine yekvücud olabilmiş olması. Savaş sırasında tamamen yıkılan ve uzun uğraşlar sonucu iki yakası yeniden bir araya getirilen köprünün bir sembol olarak anlamının bugün daha da kuvvetlendirilerek yaşatılmakta olduğunu düşünsem de; köprüye asıl anlamını veren şey, Allah’ın boyasıyla hiçbir aşırılık teşkil etmeksizin mecz olabilmiş estetik anlayıştır. İşte bu sebeple zaten bizim için pek aziz olan suyun ehlileştirilip, zarif bir anlayışla bezenerek insan hizmetine sunulmasının, dünyayı hayret makamından seyreden bir çift göz için derin anlamlar ifade edeceğine inanıyorum.

Kaynaklarda köprünün ilk halini Roma imparatorluğuna yahut Dalmaçyalı-İtalyalı mimarlara 56


Engin Güneysu


MOSTAR KÖPRÜSÜ VE TAŞ KÖPRÜ Mehmed Arif

Balkanların en belirgin özelliklerinden biri de şehirlerin ortasından geçen nehirlerin şehri iki yakaya ayırmasıdır. Misal vermek gerekirse; Üsküp ve Vardar Nehri, Prizren ve Akdere, Mostar ve Neretva Nehri... Nehirlerin bu ayrıştırıcı özelliği sadece coğrafi bir ayrımını değil aynı zamanda şehirlerdeki kültürel, etnik ve dini bir ayrışmayı da simgeler. Genellikle şehrin iki yakasında farklı yaşam tarzlarına mensup topluluklar varlıklarını sürdürürler. Osmanlı döneminde ayrışan nüanslardan söz etsek de, Balkanlardaki toplumsal yaşamda bu kadar keskin bir ayrışmadan söz edemeyiz. Nitekim Batılı tarihçilerin “Pax Ottomana” olarak adlandırdıkları bir barış döneminde farklılıkların ayrışmaya değil bir ve beraber olmak olma adına zenginlik olarak görüldüğü aşikârdır. Dolayısıyla bu toplumsal ayrışma ve bölünme, modern dönemin bir tezahürü olarak görülmektedir. Konumuzdan sapmadan biz köprülerimize dönelim. Niçin hep Mostar be more? Mostar, Neretve Nehri üzerinde 1566 yılında Mimar Sinanʼın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından inşa edilen, Balkanlardaki en zarif ve estetik köprülerden bir tanesidir. Kentin Boşnak ve Hırvat kesimlerini – modern zamanda - birbirinden ayıran Mostar veya diğer adıyla Stari Most (Eski Köprü) yıllarca iki yakayı, iki farklı anlayışı, iki farklı topluluğu birbirine bağlamış bir yapı. Bu özelliğiyle yüzyıllarca Katolik, Ortodoks, Yahudi ve Müslümanları birleştirerek kültürel bir simge görevi de üstlenmiştir. Mostarʼın üstlenmiş olduğu manevi fonksiyonların benzerlerini, tarih içerisinde Üsküpʼte bulunan

Taş Köprü da üstenmiş durumdadır. Fakat ne hikmetse Balkanlarda köprülerden söz konusu açılınca akla gelen hep Mostar olur. Dolayısıyla bizim Üsküpʼümüzün, Vardar Nehri üzerine inşa edilen Taş Köprüʼsü mahzunlanır. Köprü üzerinde bulunan mihrap, tam yüzyıl boyunca ezan sesinden ve müʼminlerin secdesinden mahrum kaldığı için boyun büker. Bu mahzun köprümüz Balkan Savaşları esnasında yıkılmaz ancak; Osmanlıʼnın çekilmesiyle birlikte deyim yerindeyse köyü köpeksiz bulan gavurlar restorasyon bahanesiyle gözümüzden bile sakındığımız köprümüze el atarlar. O muhteşem Osmanlı dokusunu bozmak için köprümüzü modernize ederler! Bunu yaparken de kazara mihrabımızı yıkarlar. Ardından orjinal mihrabın yerine benzeri inşa edilir ama yüzyıl ezan sesi duymamış mihrabımız artık yerinden de olmuştur. Bizim medeniyet anlayışımızda köprüler ayırmaz, birleştirir. Biz de Balkanlardan bahsederken köprülerimizi iyi tanıyalım, aralarında ayırım yapmayalım. Birini ön plana çıkararak diğer köprüleri küstürmeyelim aman ha! Köprü yıkan sırattan geçemez! Mostar Köprüsü üzerinde 99 adet merdiven ise, Allahʼın 99 ismini temsil ediyor. Yani tevhidi, yani vahdeti temsil ediyor. Birliği, beraberliği, yek vucüt olmayı vaaz ediyor. Köprü Bosna-Hersekʻte başlayan iç savaş sırasında, ilk defa Bosnalı Sırplar tarafından saldırıya uğradı. 9 Kasım 1993ʼte ise Hırvat tankları daha büyük bir zarar vererek, 427 yıldır ayakta olan köprüyü tamamen yıktı. Köprünün dev taşları, Neretva Nehriʼnin sularına gömülürken; Üsküpʼteki Taş 58


Bizim medeniyet anlayışımızda köprüler ayırmaz, birleştirir. Biz de Balkanlardan bahsederken köprülerimizi iyi tanıyalım, aralarında ayırım yapmayalım. Birini ön plana çıkararak diğer köprüleri küstürmeyelim aman ha!

Köprüʼden geçen müslümanların arş-ı âla okkalı beddualar gönderdiği bilinir. Şu kesin ki Mostarʼın yeniden inşa edilmesi beddualarımızın şiddetini azaltmayacak. Sırplar ve Hırvatlar şunu iyi bellesin: Köprü yıkan sırattan geçemez! Sruşili su most! Medyada köprünün yıkılışını izlediğimiz görüntünün sahibi Eldin Palata. Palata, amatör kamerasıyla çekime başladığı sırada tarihi köprünün tank atışlarıyla dövülmeye başladığını belirterek o anı şöyle anlatır: “…köprünün suya düştüğü an Neretva da kan kırmızısına bürünmüştü. Çekerken hep bunun bir film olduğunu, kamerayı bıraktığımda köprüyü eski yerinde göreceğimi düşünmüştüm. Kamerayı kapattığım an donup kaldım, çünkü köprü yoktu. Gördüklerim film değil, gerçeğin ta kendisiydi. O anı şu an bile hatırladıkça tüylerim diken diken oluyor, ürperiyorum.” Köprü yıkıldıktan kısa bir süre sonra insanların “Sruşili su most!” (Köprüyü yıktılar!) diye bağırarak sağa sola koşuşturduklarını gördüğünü dile getiren Palata, sözlerine şöyle devam ediyor: “Etraftan bomba sesleri geliyordu, birileri köprüyü hedef almıştı, ama o an kamerayı bırakıp oradan çekilmeyi hiç düşünmedim. Elim sadece kameranın kayıt düğmesindeydi. Tarihe tanıklık ettiğim aklımdan dahi geçmedi.” Mostar yıkılınca sadece bir köprü yıkılmadı. Balkan insanının birliği, beraberliği ve muhabbeti de yıkılmıştı. Mostar yıkılınca Taş Köprü dayanamadı, mihrabını gavur sularına bıraktı… 59


THE IRREVERSIBLE DISAPPEARANCE OF MOSTAR Mortal Cities & Forgotten Monuments*

Arna Mačkić

of architecture. Thanks to the river Neretva, which runs through the city, Mostar served as a trade city for those who traveled from the Adriatic Sea to the Balkan midlands.

Architecture has a strong influence on people’s feelings. Every one of us has buildings, streets or squares in our environment to which we are, consciously or unconsciously, very much attached. Oftentimes we presume that the city we live in will always be there. We presume the office we work at, the school building we are taught in, the supermarket we do our shopping at and the building we live in will never disappear. We also presume that the monuments that have been a part of the cities we live in for centuries will never be gone. We can imagine that we, as city dwellers, will move to a different city, or that certain buildings will have different functions or might be replaced by new ones; however, it is hard to image that we could lose our cities and that a large part of the buildings in the city could disappear or turn to ruins. Since these principles are common to most city dwellers, people are hit particularly hard when cities get destroyed. This is exactly what happened in Mostar: not a single inhabitant would have thought that 70 percent of their city would get annihilated and that only a spectre of what their city once was would remain.

Mostar got its name from the bridgekeepers, mostari, who watched from their towers who would enter the city via the bridge (most means ‘bridge’ in the Serbo-Croatian language) crossing the Neretva. During the last civil war this city, along with its inhabitants, had much to suffer. From all the cities in former Yugoslavia Mostar was the most destroyed city during the war. Mostar was destroyed and divided in the course of two separate battles during the 1992-1995 war in Bosnia-Hercegovina. This war, which officially began in Sarajevo in April 1992 and officially ended with the signing of the Dayton Agreement in December 1995, was the third in a series of wars that resulted in the break-up of the Socialist Federal Republic of Yugoslavia. The first siege of Mostar took place in the spring of 1992 when the city was surrounded and shelled by Bosnian Serb paramilitaries and the Army of the Republika Srpska (VRS) and with support from the Yugoslav People’s Army (JNA). Their heavy artillery attack lasted for 3 months and was successfully defended by the Mostar Battalion of the newly formed and poorly equipped Army of Bosnia-Hercegovina as well as by the Bosnian Croat militia known as the HVO. The second major siege of the city began in May 1993. This time, the city was attacked by the HVO, having military and financial support from the Croatian Army. The HVO first cleansed the western part of the city of non-Croats. Most Muslims and the few remaining Serbs fled to the already severely damaged eastern part of Mostar, which the HVO then began shelling from previously secured positions in the hills around the city. The wartime physical and demographic change was the most visible and dramatic difference after the war; however, the psychological and political division

Mostar is exemplary for the situation of Bosnia-Herzegovina. It used to be the paragon of tolerance and was known as the city which had the most mixed marriages of former Yugoslavia. Founded in the 13th century, the city has a rich Ottoman, Austrian-Hungarian and Yugoslavian history that used to be legible in the form 60


symbol of the connection between the two parts of the city; the symbol of tolerance and unity. The city was the bridge, and the bridge was the city. It served as both the symbol of the city and as a public space where people got together. It was a meeting place; for generations it was a spot where couples would plan their first date and where the famous annual diving competitions were held. The attack of this bridge would be an attack at the concept of multi-ethnicity. When the bridge would be gone, Mostar too would cease to exist, and the soul of the city would disappear. This is exactly what happened. When the bridge was destroyed, the city seemed to have taken its last breath. The city turned out to be mortal; the city was dead.

of the city into a Muslim controlled and populated “east Mostar” and a Croat controlled and populated “west Mostar” proved a much deeper and persistent legacy. 40,000 people had left the city by 1995 and a sixth of the inhabitants had taken refuge abroad. 70 percent of all buildings were heavily or entirely destroyed. The city was left divided: one part where the Bosnian Croats were in charge, with the other part controlled by the Bosnian Muslims. Each area has its own schools, fire department, hospital, football team, bus station and cellular network. Besides these dominant ethnic identities, there are other groups who live in Mostar, including those who consider themselves belonging to neither of these groups, and others from mixed marriages who don’t count themselves to one specific group. These people are spread over both parts of the city.

It is fascinating to think that architecture, in this case a bridge, can mean so much for the inhabitants of a city. In The Destruction of Memory Robert Bevan explores this phenomenon and writes: “’Why do we feel more pain looking at the image of the destroyed bridge than the image of massacred people?’ Asked the Croatian writer Slavenka Drakulić at the time: Perhaps because we see our own mortality in the collapse of the bridge. We expect people to die; we count on our own lives to end. The destruction of a monument to civilization is something else. The bridge in all its beauty and grace was built to outlive us; it was an attempt to grasp eternity. It transcends our individual destiny. A dead woman is one of us – but the bridge is all of us forever.”

During the first war of Mostar in 1992 an incredible amount of cultural heritage got deliberately destroyed in just two months. Mostar ’92 Urbicid documented this very well: “All the bridges have been destroyed except the Old Bridge; out of 14 town mosques only two remained undamaged. The Catholic church at Potoci village, the Franciscan church in Mostar, the Episcopical Residence, the monastery of the Franciscan sisters at Bijelo Polje have been burnt, the cathedral of Mostar shelled. The Palace of Culture, the museum, the archives and the library have been damaged. All of the Mostar hotels, schools, dormitories and colleges have been ruined. The town beauty, the hotel “Neretva” is on fire. The “town houses” are ablaze: the bath, the court, the Town Hall, the cadaster.”

Mostar 92 Urbicid contains a quote of Džemal Čelić explaining that the demolition of all the bridges in Mostar has another, even bigger consequence: “Studying the old bridges we shall experience and understand the whole history of our country where bridges appear as road signs of positive movements of culture and civilization in any span of the times passed. Therefore we cannot accept their destruction in the latest war as a result of strategic necessity, but as a violence against the identity of our peoples.”

And this was only the beginning. During the second siege, the destruction resumed. The more that got destroyed, the harder it got for the inhabitants to recognize the city that was engraved in their memory. In the end they stopped caring, as long as the Old Bridge would remain. It was the symbol of the city–the

*This article is taken by the book ‘‘ Mortal Cities & Forgotten Monuments’’

61


SARI SALTUK- Kılıçla mı İslamlaştırdık? Sevgi ile mi? Yrd. Doç. Dr. Yüksel Hoş

Balkanların İslamlaşma süreci Anadolulu ve çoğu kez de epik bir bakış açısı ile irdeleniyor. Kahramanlık hikayeleri zamanla gerçeğin yerini alıyor ve üzerimize yapışmasını istemediğimiz bir algıya sürekli olarak muhatap kalıyoruz. Barbar ve Zorba Türkler algısı. Peki hiç mi payımız yok? Saltukname diye bir eser var. Akıllara zarar ifadelerle dolu. Katliam, kiliseleri yakma, papazları öldürme, zorla müslüman etme tehditleri ve daha nice şey. Bu tür mitoslarla kendimizi anlatırken zorlanırız hatta daha doğru ifade edecek olursak bir parça elimize yüzümüze bulaştırırız. Bunlar belki bir zamanlar heyecan duygularımızı kabartması için yazılmış şeylerdir ve faydaları bile olmuş olabilir. Ama o kadar! Fazlası değil! Sarı Saltuk ve hoşgörü kelimelerinin neye göre kullanıldığı da bir soru işaretidir. Bunları yanyana kullanırken iki kez düşünmeliyiz zira kaynaklar bunu söylemiyor. Bizatihi Sarı Saltuk efsanesi hakkındaki tek ciddi kaynak olan SALTUKNAME'yi baz alırsak, Rumeli Erenleri kelimesinin içerisinde Saltuk lafını kullanmak bile lüks olur. Bizler bunu sıklıkla dillendirdikçe birilerinin dikkatini iyiden iyiye çekeceğiz ve "Yahu şu Saltuknameyi bir de Bulgarca ve Sırpçaya çevirelim" diyenler de çıkacaktır. İşte o vakit görün şenliği. Bu nevi epik bakış ve mitoslara gerçekmiş gibi prim

verilmesi ile hep bir şeyler eksik kalıyor ve kalacak da. Balkanların İslamlaşması incelenirken İslam'ın balkanlarda ne şekil aldığını, ne saikler yolu ile bölgeye girdiğini, bölgedeki Hıristiyanlığa neleri kattığı ve tabii ki yerel Hıristiyanlıktan neleri aldığı da önemlidir. Eğer bir bektaşi şeyhi ile bir ortodoks rahibi yanyana oturtur iseniz giydikleri giysilerin rengi hariç diğer herşeyin aksesuarlarına dek birbirine çok benzediğini görürsünüz. Balkanların İslamlaşmasında bektaşiliğe çok referans edilmesi de enteresandır. Ama bazı soruları sormak gerekiyor. 1-Sözüm ona Bektaşilik yolu ile İslamlaşan (?) Balkanlarda neden Bektaşilik sadece bir ufak fraksiyon olarak kalmıştır? 2-Sarı Saltuk diye birisi gerçekte var mıdır? Bu kişiye çok benzeyen Hıristiyan figürleri ile Sarı Saltuk maceraları arasındaki paralellik, akademik olarak çalışılmış mıdır? 3-İslamlaşmayı açıklarken bir sevgi dervişi gibi refere ettiğimiz Sarı Saltuk'la ilgili bilgiler hakkındaki tek kaynak Saltukname'dir. Bu esere göre aslında Kafa kesen, adamı ortadan ikiye ayıran, kilisede misafir olarak kalan ve sabaha karşı 40 kadar rahibi öldürerek kiliseden ayrılan Sarı Saltuk (aynen bu şekilde Saltuknamede geçer) figürünü Saltukla beraber servis ettiğimiz "Rumeli ereni" algısının neresine ekleyeceğiz? Saltukname denen eserde yazan ifadelerin yenilir yutulur yanı yoktur. 4-Bu hikayeler ile Balkanlarda Türk dönemini yermek için ellerine geçen her malzemeyi kullanan Sırp, Bulgar ve Yunan tarihçileri gibi kimselerin 62


eline silahımızı veriyor olduğumuz neden gözden kaçırılır?

Kolonizasyon, batılı bir kavramdır. Sömürgecilik ve coğrafi keşiflerle başlayan bir kavramdır.

5-Ülkede Sarı Saltukla ilgili konferans ve sempozyumlar düzenlenirken çağrılan Balkan akademisyenlerinden birisi bu Saltuk neymiş? deyip araştırsa ve komple İslamlaşma mitosunu hesabına bakiye ettiğimiz Sarı Saltuk'un Balkan ülkelerinde haberlerde nasıl anlatılacağını birileri düşünmüş müdür?

Biz hiç bir yeri KO-LO-Nİ-ZE ET-ME-DİK!!!

6-İslam bir din olarak değil, idareye ve otoriteye duyulan bir saygı ve onu benimseyen Türklerin idari, hukuk, mimari ve sanatta gelişen üst kültürünü benimseyiş olarak yayılmıştır. Efsaneleri ve mitosları kendimize saklayabiliriz. Ancak gerçeklerden bahsederken bunların arasına Saltuk'ları koymayalım. 7-Şeriye ve kadı sicillerine bakarsanız Girit adasında Hıristiyanların evlenmek için kendi kurumları yerine Kadı efendi önünde evlenmeyi tercih ettiklerini görürsünüz. Bektaşilik ve Saltuk bunun neresindedir? Kurumlara güven ve devlete sevginin, sempatinin ifadesidir bunlar. Kimse elde kılıç sağı solu doğrayan bir Sarı Saltuk duymak istemez. Siyasetçilerimizin de söylemlerinde Sarı Saltuk gibi kahramanlar ile "Evladı Fatihan" gibi artık sahadaki insanların gönül dünyalarında bir kıpırdanış sebebi olmayan ve onların çoğunun sahiplenmediği klişe laflardan uzak durması gerekir. Mesela Boşnak ve Arnavutlar Evlad-ı Fatihan mıdırlar? Değildirler. İslamlaşan kardeş milletlere o bölgeleri fetheden Türklerin soyundansınız der iseniz bu bir reaksiyon getirir. Babanız türktü algısına yol açar ve devamını getirmeyeyim... Ek olarak akademisyenlerimizden bilhassa tarihçilerin ağzına adeta yapışan ve dillerine pelesenk ettikleri "KOLONİZATÖR DERVİŞ" kelimesi de ayrı bir garabettir ve kendi ayağımıza sıkmanın ta kendisidir.

Kolonizatör derviş kelimesini sarfeden kişi eğer ihanet maksadı taşımıyor ise, aptalca ve ahmakça demek istemiyorum ama cahilce ve mantıksızca bir okumadan ibarettir bu. Dervişler bir şeyi Allah rızası için yapar. Orayı Türkleştirmek için değil! Kolonizatör dediğiniz vakit ülkenin hakim unsurunun orada yayılmacılığını ve koloni teşkilini kastedersiniz. Yaptığınız tebliği de bu kelimeden sonra açıklayamazsınız! Kolonize etti isek bu coğrafyada Sırp, Sırp gibi, Yunan, Yunan gibi, Bulgar, Bulgar gibi, Romen, Romen gibi nasıl kalabildi de günü geldiğinde bize karşı baş kaldırarak ayrıldılar? Kolonize ediyorsanız din sadece araçtır amaç değil! İspanya'nın Amerika kıtasını kolonize etmesi ve her yanında kiliseleri kurması, İnka ve Azteklerin direnişini zamanla yok etmek için onları kilise yolu ile Vatikan'dan emir alır hale getirmek gibi kavramlar kolonizasyondur. Onların zamanla İspanyolca konuşup dillerini unutmaları, tüm yer isimlerinin zamanla tüm yer isimlerinin de İspanyolca olması kolonizasyonun ta kendisidir. Batılı kavramlarla Balkanlarda İslamlaşma ve Türkleşmeyi açıklamak her tarihçinin geri durması gereken bir durumdur.

63


BALKAN SÖZLÜK 1. Sarajeveski Marlboro:

8. Sazlija:

a. 92-95 savaşında, matbaalar çalışamadığı için, elde ne varsa onunla paketlenen, içinden hangi markanın çıkacağı belli olmayan sigaradır. b. Miljenko Jergovicʼin savaş döneminde Sarajevoʼda yazılmış öykü kitabıdır.

Balkanlarda, bilhassa Bosna'da saz ile sanat icraa eden kişi, sazende.

2. Yugonostalgia: Dağılan Yugoslavyaʼnın ruhunu yakalamak için eskiler toplayıp, eskilerden konuşulan kafeler açan, nostalji Yugoslavya halidir. Hala eski Yugoslavya ile beraber yaşamaktır. 3. Stari Most: a. Eski köprü anlamına gelir. En popüler olanı Mostar şehrindeki 92-95 savaşında yıkılmış olandır. b. Köprü anlamına gelen diğer kelime olan Cuprija, Dirina cuprija, Latinska Cuprija gibi daha çok (ismi olan) tarihi köprülerle kullanır. 4. Samo Provo: Bosnaʼdaki adres tarifinin vazgeçilmezidir. ʻSadece Düzʼ git manasına gelir. 5. Ma Jok: Türkçeʼden geçmiş olan ʻYok Yaʼ ifadesinin Bosna halidir. 6. Suho Meso: İsle kurutulmuş ettir. Hırvatlar, Pršut der. Balkanların bir numaralı mezesidir. 7. Pijaca: Türkçeʼdeki piyasa kelimesinin daha somut halidir. Her türlü taze sebze ve meyvenin bulunduğu pazar.

9. Zauzet: Otoparkta yer kalmadığının, aradığınız kişinin meşgul olduğunun ve kızın sevgilisinin olduğu anlamına gelir. Size orada yer yoktur. 10. Kino: a) Kelime olarak Boşnakça ve Hırvatça'ya Almanca'dan geçen kelimedir ve sinema manasındadır. b)Popüler olan ''Kino Bosna'' Sarajevo'da bulunan tipik bir balkan tavernasıdır. Tabii eski bir sinema salonu olmasından ötürü ismi hala aynı kalmış muazzam bir mekandır. c)Ayrıca bir de Kino Meeting Point var. Meeting Point yine Sarajevo'da modern ve gayet mütevazı sinema salonudur. 11. Paradjz: Dometese Boşnakların ve Sırpların verdiği isim. Hırvatlar ise Rajcice derler. Paradjz ve Raj cennet anlamına gelir. Balkanlara dometesin cennetten geldiğine inanılır. 12. Zeljeznicar: Saraybosna'nın en büyük iki futbol klübünden biridir. Grbavica semtinin takımıdır. 13. Köstence: Romanya'da bulunan Karadeniz şehridir. Tarihsel olarak ilk isminin Tomis olduğu söylenir. Diğer dillerde Constanta ve Konstantia olarak geçer. Romanya'nın bilinen en eski şehiridir. Tarihsel, sosyal, coğrafik ve ticari açılardan oldukça mühim bir şehirdir.

64




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.