Baška 3 Üsküp

Page 1

K

BASKA B A L K A N E D E B İ YAT I - K N J I Ž E V N O S T - L I T E R AT U R E

K A S I M - A R A L I K 2 0 1 5 S A R A J E V O / S AY I 3

F İ YAT: 5 T L / 4 K M


�Bir yerde herkes birbirine benziyorsa; orada kimse yok demektir � -Michel Foucault


Başka Ekip

BAŞKA ÜSKÜP ‘’Üsküp bizim değil’’ derken Yahya Kemal, İstanbuldaydı o sıralar. Üsküp elden gidiyordu, dahası Balkanlar da gidiyordu. Nasıl ki Osmanlının ilk Başkenti Bursaydı, aynı şekilde Rumeli’nin ilk göz ağrısı da Üsküptü. Üsküp Yahya Kemal‘e göre Şar dağında devamıydı Bursanın. İstanbul’dan önce fethedilen Üsküp, Osmanlının Rumeli efsanesinin de başlangıcı sayılıyordu. Bu başlangıçtan sonra Sarajevo ile birlikte yüz yıllarca devam eden bu efsane, Balkan savaşlarına kadar iyi bir uyum gösterdi. Bu iki şehrin kaybedilmesiyle birlikte çok şey değişti tabi, İmparatorluklar, Krallıklar, Sosyalist Federal Cumhuriyetler geldi geçti bu topraklardan, Herkes bir parçasını bıraktı, kimisi tamamen yok oldu kimisi tutunabildiği daldan senelerce yardım bekledi.

bütün kozlarını ortaya koyan köprünün öbür yakası her saniye yenilgisini kabul ediyordu. Taşköprünün üzerinde yürürken dikkati çeken devasa heykel, şehrin yabancılarını karşı tarafa geçmeleri için ikna etse de orada kalmaları için yeterli olmuyordu. Ne kadar büyük olursa olsun ya da ne kadar çok olursa olsunlar, işin hamurundaki samimiyetsizlik bas bas bağırıyordu. İsminin manasını Latincede sığınılacak yer manasına gelen ‘’Scupi’’ ‘den alan Üsküp, şimdilerde muhafaza edilmesi gereken yer olarak bizlere Selam çakıyor. Üsküp’ün bize verdiği selamı almak için çıkardığımız Üsküp sayısında, ezber bozan ve alışagelmemiş bir Üsküp sayısı çıkardığımıza inanıyor ve Yahya Kemalin sorduğu soruyu kendimize tekrar soruyoruz;

Üsküp ise 2’ye ayrıldı. Birbiri ile hiç alakası olmayan akla kara kadar farklı 2 şehir. Bu ayrıma hakemlik eden ise Vardar Köprüsü üzerindeki Taş Köprü oldu. Taş köprünün iki yakası da farklı hayatlarda farklı rüyalar gördü yıllarca. Birinin rüyası eski günlerine geri dönmek iken diğerinin rüyası ise diğerini tamamen yok etmek oldu. Kimlik bunalımı yaşayan Makedonlar kimliklerinden en az Anadoludakiler kadar emin olan Balkan Türklerine diş geçiremedi. Yenilen pehlivan güreşe doymadı ve her seferinde tuş oldular. Yüz yılların verdiği birikim, tarihi

Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için.


Yayın Yönetimi

K

BASKA EKİP Bilal Yakup Enes Güler Emin Akben

Amina Siljak Jesenkovic Yayın Danışmanı - Consultant

Kemal Mehmedovic Kapak Resmi - Cover Painting

A.Furkan Demir Halit Revaha Zini Drugovi

Margarita Design Studio Tasarım - Design - Illustration

dergibaska@gmail.com twitter.com/baskadergisi facebook.com/baskadergisi Miss Irbina 3 Centar - Sarajevo Blicdruk d.o.o. Sarajevo Cemalusa 8 71000 Sarajevo Bosna i Hercegovina 3th edition

İÇİNDEKİLER SADRŽAJ CONTENTS

06-Heycan kadar, hayret veren şehir: Üsküp 12-Kadraja sığmayan Şehir 14-How Skopje Became Europe’s new capital of Kitsch? 16-Kadim olanı Bitpazar’da mı aramalıyım? 18-Hayaller Üsküp Gerçekler Skopje 16-Mezar Gezgini 20-Hareket Üzerine Mülahazalar III 22- Benim hiç Atım Yok 29- İlhami Emin ile Söyleşi 31Carsijski Zvuci koji Nestaju 33-Eski Yugoslavya’nın eskimeyen yıldızı Plavi Orkestar 36-Sasa Losic Röportajı 40-Yola çıkmadan önce 43-Ay ışığındaki Beyaz Çiçek’ten 3. Dünyaya Kalan 49-Limonata-Bir Balkan Filmi 54-Balkanların Kalbi: Üsküp 56-Yahya Kemal-Between the old and the new 60-Ölmeden önce gideceğiniz tek Şehir 62-Biz bu maçı alacağız! 66-Üsküplü bir Hatun kişi 70-Anne sen Üsküpe neden gittin? 72-Şimdi Uzaklardasın 76-Hayaller Üsküp gerçekler Skopje II 79-Balkan Sözlük


R

DOSYA

ÜSKÜP

SKOPJE SHKUPİ


Süleyman Gündüz

HEYECAN KADAR, ACI VEREN ŞEHİR:

ÜSKÜP Ben deniz ve nehir şehirlerini severim. Gün doğumları ve batımları şehre bir kimlik kazandırır. Güneşin ve ayın raksını izlerim nehrin akışında ve denizin üzerinde. Küllenmiş anılarımı gün yüzüne çıkarırlar. Irmağa yakın yeşilliği göz kamaştırıcı özelliğe sahip bir köyde doğdum. Belki de bundandır su kenarında kurulu şehirlere yönelik ilgim. İlk buluşmam 1992’nin Mayıs ayındaydı. Baharda suyun bedene yürümesi ve dirilişin yeniden başlaması mıdır bilmem. Ama benim şehirlerim içine kaydedildi bu şehir. Kır öykülerinin etkileyiciliği yadsınamaz, benim için suya dair öyküler farklılık oluşturur. Şanslı sayılırım ömrümün son 16 yılını içinden deniz akan bir şehirde yaşıyorum. İfade tarzım pergel örneklemesinde olduğu gibi olmalıydı belki de. Pergelin sivri ucu nasıl bir sabite oluşturuyor ve diğer ucu serbestse; benim bu şehirdeki varlığım da öyle. İstanbul tarih boyu yeryüzünde siyasilere, yazarlara, sanatçılara ve seyyahlara nasıl bir ilham vermişse benim ruhuma kattığı da öyle bir şey. Bu şehrin ilhamıyla nice şehirler kuruldu. Balkan coğrafyasını dolaştığınızda İstanbul’un ruh üflediği şehirlerle karşılaşırsınız. 1992’de ilk buluştuğumuz an bu hisse kapılmıştım. Benden önce gelen atlıların nal izlerini takip ederek ve onların ilhamıyla bir ikindi vakti doğu aksından Üsküp’e dâhil oldum. Doğu’da yaşayan bir babanın evladıyla batıda kavuşması gibiydi bizimki. Ziyaret edişlerimin sayısallığını

6


kayıt etmiyorum artık. Her hâl kalbimin bir parçasının burada oluşundandır.

okunuyor, öte yandan metalik bir ses çanlar çalıyordu. Sanki aynı mabetten yükseliyorlardı.

Üsküp’e girdiğimde günün son ışıkları aydınlık şalını evlerin çatılarından, kubbe ve minarelerin üzerinden çekmeye hazırlanıyordu. İsteğim dışında ara verilmiş bir filmin kaldığı yerden yeniden başlaması gibi seyre dalmıştım. Ben bu şehri bir yerlerden tanıyorum duygusuna kapılmıştım ilkin.

Bir şehrin kadimliği sadece tarihsel süreci değil içinde barındırdığı kültürle de ilgilidir. Müslümanların kurduğu şehirler, batılıların kurduklarından daha eski olmayabilir, ama daha kadim oldukları kesin. Birkaç dönümlük bir alan içinde cami, kilse ve havra bulunuyor. Üç ayrı dine ait mabet bir şehirde yoksa ve bu mabetlerde güven içinde özgürce ibadet edilemiyorsa bir yan eksik ve yaralanmıştır.

Bu şehir neresi? Bursa, İstanbul veya Edirne mi? Hangisi? Bu şehirlerin gölgesi miydi buraya uzanan.

Bu şehrin inşasına ruh üfleyen bazı şehirleri anımsayalım Kudüs ve İstanbul. Bir dönem bütün inançların özgür ve güven içinde yaşadıkları şehirlerdi.

Seyyahlar vardıkları şehirlerde hanlara yerleştikten sonra şehri keşfe çıkarlar. Bana göre şehirlerin keşfi geceleri başlar ve sabaha uzanır. Sabah tan yeri ağardığında artık o şehir size ait olur ve siz o şehre.

Böylesi düşüncelerle şehrin iki yakasını birbirine bağlayan bugünkü adıyla Taş köprü veya Fatih Sultan Mehmed Köprüsüne ulaştım.

Hana, çağdaş dille otelimize inip yerleştikten sonra, ilk işim kendimi dışarıya atmak ve şehri keşfe koyulmak oldu.

Köprü 1451-1469 yıllarında Fatih’in himayesi ve kontrolü altında yapılmıştır. Bazı kaynaklar Mimar Sinan tarafından yapıldığını iddia etmektedirler. Ansiklopedik bilgiye yer vermeliyim. Fatih Köprüsü: katı taştan oluşan bloklardan ve 12 adet yarım yay kemere bağlanan sabit, katı sütunlardan oluşur. Yapı, 220 metre uzunluğa ve 6 metre genişliğe sahiptir. Kemer açıklıkları açısından en küçük açıklık 4,05 metre en büyük açıklık ise 13,48 metredir.

Akşam şehrin üstüne çökmeye başlamıştı gökyüzü açık maviden koyu maviye dönüşmüştü. Birazdan gökle yer arasında renk farkı kalmayacak. Karanlık siyah şalını şehrin üzerine örtecek. Kadim şehirlerde olduğu gibi bu şehir de iki bölümden oluşmaktaydı. Balkan dillerinde buna starigrad ve novigrad denmekteydi. Yani eski ve yeni şehir. Vardar nehri boyunca yürümeye başladım. Bazı şehirler, dağlar, ovalar, nehirler, göller ve denizler bir ülke sınırları içinde yer almasına rağmen; onlar herkese aittirler Vardar nehri bunlardandır.

Bu köprüye ne zaman baksam zihnimde Edirne’deki Gazi Mihal ve Vişegrad’daki Sokullu Mehmed Paşa köprüleri canlanmaktadır. Osmanlı ve Batılı seyyahlar, minyatürcüler, karakalem ve gravür ressamları köprüler, hanlar, hamamlar, bedestenler, camiler, kiliseler ve havralarıyla Rumeli şehirleri Türklerin yönetiminde kimliklerinin oluşturduklarını anlatırlar. Osmanlılar döneminde etnik ve dini zenginliğe özgü ibadet haneler, çarşılar ve pazarlar oluşturulmuştu.

Sağ yanımda nehir akıyor ve karşımda Şar dağları yükseliyordu. Artık karanlık çökmüştü. Sokakları ve nehir boyunu ev ve sokak lambaları aydınlatıyordu. İkindi vakti arabanın içinden gördüğüm binalar bir siluete dönüşmüştü. Kale burçları, minareler ve kubbeler şehrin karakterini belirliyordu. Bir yandan yatsı ezanı 7


Bu şehir hâkim devletlerin bölgede başkentliğini yapmıştı yıllarca. Vardar nehrinin iki yakasında kurulu bu şehir ismini İllir dilinden almaktadır. Skupi, Türklerin adlandırmasıyla Üsküp ve bugünkü Sırp-Makedon diliyle Skopje.

1689’da Avusturyalı General Piccolomini’nin eline geçti, yakıldı, yakıldı ve şehrin sakinleri göçe zorlandı. Aynı tarihlerde Avusturyalı Savoy Prensi Eugen’de Sarajevo ve Mostar’ı yakıp yıkmıştı. Bu tarihte şehrin nüfusu 60 binden 6 bine inmişti. Bugün şehir nüfusu 500 binin üzerinde.

Köprünün en yüksek noktası kitabe sahanlığına vardığınız şehir eski ve yeni olarak karşınızda durur. Kaleye doğru tırmanışa geçtiğinizde, önü sıranızda Bağdat, Halep, Şam, Edirne ve Sarayevo’dakilerle kıyas edilebilecek yangın, savaş ve deprem tahribatlarına rağmen Üsküp çarşısını görürsünüz. Bugünkü yöneticiler bu çarşıyı mamur etmedikleri için ölüme terk etmişlerdir.

Erken yola çıkanlara çarşı esnafı laf çaktırır. Nereye böyle sorusuna alınan cevap “te bi hava alam” olur genelde.

Kale’ye varıp yukarıdan şehre baktığınızda şehrin hangi medeniyetin ürünü olduğu tam olarak anlaşılır. Önünüzde eski posta hane, Mustafa Paşa Camii ve türbesi yer alır. Sağ yanınızda Fatih Sultan Mehmed (Taş) Köprüsü ve yeni şehrin manzarası yer alır.

İvo Andriç’in Sarajevo’yu anlatan To je grad makalesinde ifade ettiği gibi: “buraya gelen Türkler şehrin inşasında nasıl bir besmeleyle ilk kazmayı vurmuşlarsa; yıllardır tahrip edilmesine rağmen şehrin kimliğini değiştirilememiştir.

Mustafa Paşa Caminin avlusundan Yahya Paşa Camii, Sultan Murad Camii, Saat Kulesi, İshak Bey Camii, Sulu Han, Çifte Hamam, İsa Bey Camii, Kurşunlu Han, Aziz Saviour Kilisesi, Gürcüler Hamamı… gibi yapıların büyük bir kısmını içinde barındıran Üsküp Çarşısını görürsünüz. Aziz Saviour Kilisesi’nin bahçesinden baktığınızda kale ve yukarıdaki minarelerin alemleri gözükür.

Eski şehrin sokaklarına akşam indiğinizde esnaf kepenklerini indirmek üzeredir. Gençlerin bir kısmı yeni şehirde korzoya katılmak üzere dükkânlarının eşyalarını topladıklarını hissedersiniz. Erken yola çıkanlara çarşı esnafı laf çaktırır. Nereye böyle sorusuna alınan cevap “te bi hava alam” olur genelde. Korzo Tito Yugoslavya’sında halkların kaynaşması ve sosyalleşmesi için ana cadde üzerinde saatlerce süren bir gezidir.

Evliya Çelebi seyahatnamesinde Üsküp’ün 70 mahallesinin var olduğunu; Kale, Çayır ve Gazi Mahallesinde Müslümanlar, Kale’nin alt tarafı, Taş Köprü ve Vardar nehri arasında Museviler, Vardar’In alüvyon düzlüğünde ve Serava çayı kenarında ise Hıristiyanlar yaşadığını yazar. Osmanlılar döneminde Üsküp ilim, sanat, zanaat ve ticaretin merkezi haline gelmişti.

Yatsı namazından sonra açık bir iki restoran ve kahvehane bulabilirsiniz. Geceleyin hayat yeni şehrin sokaklarına akar. Yeni şehrin nehir boyu kafeleri insan kalabalıklarıyla doludur. Henüz şehre dahil olmamışsanız bu kalabalıklar içinde bir yalnızsınız.

Balkan tarihin dönüm noktaları 1683 Viyana ve 1687 Zenta yenilgileridir. Bu yenilgilerden sonra Üsküp 1689’da Avusturyalı General Piccolomini’nin eline

Eski şehirlerde geceleri sokakların tenhalığı bir talih mi, yoksa talihsizlik mi bilmem. Nasıl düşündüğümüze bağlıdır. Ben talih olarak görürüm. Buna rağmen tek

8


başıma olsam dahi eski şehrin sokakları benim için arşınlanmaya değer. Hayal gücüne başvuranlar için bulunmaz bir nimet olduğunu bilirim. Sokakların ıssızlığı yürek yolculuğuna çıkışınızı kolaylaştırır. Yaşanmışlıkları rahatlıkla hissetmeye başlarsınız. Dikkatinizi kendi ayak seslerinizden başka bozacak bir şey yoktur. Ne volümü artırılmış bir müzik, ne bir araba ve klakson sesi. Kepenkleri indirilmiş Ramiz dayının kunduracı, Ahmet amcanın manifaturacı ve Mehmet efendinin kuyumcu dükkanlarının…önünden geçer Kurşunlu hana ulaşır bir yorgunluk kahvesiyle mola verirsiniz.

“Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır, Evlad-ı Fatihân’a onun yâdigârıdır.

Eğer açsanız Mustafa Paşa Camii’nden aşağıya indiğinizde köfte ve kurufasulye gibi geleneksel Türk mutfağına özgü yemekleri yapan kebapçılar ve ahçı dükkânlarını bulabilirsiniz. Çağdaş yemek türleri yeni şehre bırakılmış adeta.

Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa, Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.

Saatler ilerledikçe adımlarımı yavaşlatıyorum. Uzaktan belli belirsiz canlı bir performans mı yoksa radyodan mı geldiğini kestiremediğim Balkan müziğini duyuyorum. “Şar dağından kalkan kazlar/al topuklu beyaz kızlar” sıla özlemine tutulmuş biri duygularını ancak böyle ifade edebilir. Beni alıp tarihin derinliklerine götürüyor. Şehri gezerken kazandıklarımızı, kaybettiklerimizi, gurbet ve sıla hasretini düşünüyorum. Bu türkü beynimde neleri hareketlendirmedi ki. Bir yandan Refik Durbaş’ın şarkılaştırılmış şiirinden bir dörtlüğü mırıldanıyorum: “Gurbet ne yana düşer usta/Sıla ne yana/Hasret hep bana/Bana mı düşer usta?” öte yandan Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir” şiirini okuyorum.

Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için.

Firûze kubbelerle yalnız bizim şehrimizdi o; Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyla biz’di o. Üsküp ki Şar Dağ’ında devamıydı Bursa’nın. Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın. Üç şanlı harbin Arş’a asılmış silâhları Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.

İs’a Bey’in fetihte açılmış mezarlığı Hulyâma âhiret gibi nakşetti varlığı.

Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir! Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.” Ben Üsküp’ün gündüzlerinden çok ıssız gecelerini sevdim. Üsküp çarşısının her sokak başında bir tarihi cami yer alıyor. Camilerin bahçelerinde ise tarihi mezarlar. Mezarlar şehirlerin aynasıdır ve varoluş kültürünü yansıtırlar. Ölgün sokak lambaları altında bile İva Andrıç’ın ifade ettiği gibi “Müslüman mezarlıklarına bakın her gün biraz daha toprağa gömülmelerine rağmen ne kadar aydınlık ve huzur verici. Ya bizimkiler ne kadar karanlık ve ürkütücü.” Tan yeri ağarmak üzere camilerden kurtuluşa çağrı yükseliyor. Camiye gelen Türkler takke, Arnavutlar beyaz keçeden yapılma fes ve Boşnaklar ise bere takarlar. Türk geleneğinde sadece namazda değil sofraya bile takke ile oturulurdu. Bugün ise geleneksel davranışlar

Tan yeri ağarmak üzere camilerden kurtuluşa çağrı yükseliyor. Camiye gelen Türkler takke, Arnavutlar beyaz keçeden yapılma fes ve Boşnaklar ise bere takarlar.

9


hızla değişmektedir. İsa Bey Camii’nde sabah buluşmasından sonra günün ilk ışıklarıyla şehre teslim almanın ve şehri teslim olmanın huzuruyla hana (otele) dönüyorum.

90’lı yıllardan beri ziyaret ettiğim Balkan şehirlerinden-onca iç savaşın tahribatına rağmen-değişimiyle en büyük acıyı bana şüphesiz Üsküp yaşatmıştır.

Üsküp’te Arnavutçadan Türkçeye, Boşnakçadan Makedon diline birbirini esenleyen ve konuşan insanlarla karşılaşırsınız. Gündüzleri şehrin kalabalığı bana işgalcileri anımsatır. Sokaklarda dolaşmak zorlaşır. Kadim şehirlere eklemlenmiş yeni yerleşimleri, mimari tarzları, caddelerindeki alışveriş merkezleri, bankalar, oteller, iş yerleri, eczaneler, marketler, restoranlar ve kafeler birbirinin taklididir

Bu şehre özgü benim tarifim körün fili tarif etmesi gibidir yüreğimi kavrayan yerlerini anlattım. Üsküp’te ve Balkanlarda bana mihmandarlık eden, bilgimin ve sevgimin katlanarak artmasına vesile olan Prof. Dr. İsmail Bardhi’ye teşekkürü bir borç bilirim. Şar dağlarının eteğinde, Vardar nehrinin iki yakasına kurulu Üsküp, ilham verici bir şehirdir. Son yıllarda yapılan değiştirme çalışmalarına rağmen gören göz ve hisseden kalp için Üsküp bu kimliğin son canlı kanlı örneklerinden biridir adeta.

Sadece bir kısmının adlarının yerel dilde olması farklılık yaratır yüzey şekillerinin dışında geri kalan artık benzeşmiştir.

Ben Üsküp’ü önce sevdim ardı sıra âşık oldum. Üsküp benim şehirlerimdendir.

Çağdaş seyyahlar genelde gidecekleri yerlerle ilgili ön bilgiler alırlar. Nerede kalacaklar, nereleri gezecekler ve neleri yiyeceklerle ilgili. Bugün kütüphaneler ve kitapçılar turistik güncelerle doludur. İnternet ortamında şehirlerin bilgileri ve her açıdan görselleri bulunuyor. Bugüne kadar çıktığım seyahatlerde gideceğim yerlerle ilgili ön okumalar yapmadım. Şehirleri yaşayanlardan öğrendiklerimi ekleyerek kendi gözlemlerime hıfz ettim. Tren seyahatiyle Sofya, Niş ve Belgrad’ı saymazsam; Rumeli’nde gerçek anlamda ilk vardığım şehir Üsküp’tür. Son ziyaretimde Taş köprünün üzerinde durup ortamı seyretmeye başladığımda demir bir el boğazıma sarıldığını ve beni soluksuz bırakacağı duygusuna kapıldım. Köprüden eski çarşıya uzanan yolun üzerine dikilen heykeller, nehir kenarına yapılan binalar ve Vodno dağındaki haçla şehre bir Makedon kimliği verilmeye çalışılmış. Bugün Üsküp’ü ziyaret edenler ön bilgiye sahip değillerse artık kadim şehri görme ve kültürünü anlama ihtimalleri yok.

10


11


. KADRAJA SIĞMAYAn sehir . Enes Güler

Üsküp’ü fotoğraflamak için şehrin öbür yakasında Büyük İskenderin heykelinin bulunduğu alana doğru ilerledim. Deklanşöre bastım ama heykel kadrajıma sığmadı. Arka planda bulunan Barok mimarili binalar bana pis pis sırıtırken biraz daha geriye doğru gittim ve açımı genişlettim. Bu esnada Vodno dağı dikkatimi çekti. Tepesinde bulunan devasa Haç’ın ışıkları hava karardığı için henüz yeni yanmaya başlamıştı. Arkaplanda çalan Klasik müziğe anlam veremeden birden bire su sesleri gelmeye başladı, Vardar nehri usul usul akarken böyle bir ses çıkarması mümkün değildi, kafamı çevirdim ve hemen önümde yerden havaya doğru yükselen su mekanizmasının çalıştığını fark ettim. Bu kadar kavram kargaşası şimdilik yeterli derken saat 10 yönünde kocaman bir kapı daha çarptı gözüme. Bu kapıyı bir yerden hatırlıyor gibiydim, sanki aynısını Ankarada görmüştüm. İnsanların kapının altında bekleyip poz verdiklerini görünce anladım ki bu kapı da şehrin yeni simgelerinden biri olmuştu. O tarafa doğru gitmemeye karar verdim. İlerledim. İlerledikçe kafama, gözüme heykeller düşmeye başladı, sağım solum her tarafım heykel olmuştu. Bankta oturdum, biraz silkelendim. Makinamla çektiğim fotoğraflara baktım, hepsini sildim. Devasa heykeli bu sefer arkasından görebiliyordum ve açım genişlemişti. Güzel bir açı yakalamıştım, tuşa bastım. Çıkırt.

Fo t o g r a p h : En e s Gü l e r

Fena yakalamamıştım heykeli, şimdi Allah’ı var güzel de heykel. Eee Vodno dağı kadar büyük adamın Vodno dağı kadar büyük de heykeli yapılır. Adamlar yapmışlar. Sağdan soldan duyduğum bilgilere göre Makedonya devleti bu heykellere milyonlarca para harcamış. Taş köprünün diğer kısmını doldurmak için ne var ne yok yığmışlar adeta.

12


Üsküpte Balkan ruhunu arayan bendeniz bu kısımda Balkon ruhuna denk gelmiştim. Biraz hava alayım diye balkonda oturursun ama hiç bir zaman dışarıda olmak kadar seni kesmez ya, işte aynen öyle oldu bu kısım benim için. Koşar adımlarla uzaklaştım ve Taş köprünün üstüne çıktım. Köprünün tam ortasında bulunan namazgahın kıblesi şaşmış gibiydi. Telefonumdan Kıble bulma programını çalıştırdım Allahtan doğru çıktı. Bozuk saat bile günde 2 kez doğruyu gösterir misali bu şehirde sonunda doğru bir şey yakalamıştım. İlerledim, ilerledikçe yüzüme vuran toz bulutu ve yerdeki çöpler, gelen gideni aratır misali kafamda yuva kurmaya başlamıştı. Tamam geldiğim yer adeta bir kitsch* başkentiydi ama en azından temizdi. Şimdi gittiğim yer ise hiç iyi sinyaller vermiyordu bana. Sanırım şehrin diğer kısmı yavaş yavaş kendini belli ediyordu. İlk başta gözüme çerezciler takıldı, daha sonra kuyumcular, daha sonra berberler, börekçiler, köfteciler…

Kendime kızmadım, seyahat süremi uzattım, çünkü bu şehre değerdi, gezdim durdum, İsa bey camiisinde Üsküplü Şair Yahya Kemal’in validesinin mezarına denk gelmek benim için şaşırtıcı değildi artık, çünkü bu şehir beni defalarca şaşırtmıştı zaten. Necati Zekeriya’nın meşhur Çayhane Şiirlerini yazdığı kahvehaneye gittim, eski ismiyle Sloga şimdiki ismiyle Shkupi olan o kahvehanede Murat Paşa camiinde akşam namazından çıkan kalabalık yine kadrajıma sığmadı.

Son olarak, otobandan ayrılırken yol tabelalarını çekmek için makinemi tekrar elime aldım ve 3 farklı şekilde yazılan Üsküp tabelasını çekmek için deklanşöre bir daha bastım. Kiril alfabesiyle yazılan Üsküp yazısı ne hikmeyse kadrajıma giremedi.

Tarihi Türk çarşısındaydım, tabelalar Türkçeydi dahası etrafta konuşulan dil de Türkçeydi. Tepede duran Kaleye çıkıp şehre bir de tepeden bakmak istedim ve çıktım. Manzara her tepeden bakılan şehir manzarası gibi nefes kesiciydi. Üsküpü yavaş yavaş sevmeye başlamıştım. Sonunda fotoğraflayacak bir şeyler bulmuştum. Zoom lensimi sonuna kadar açtım ve deklanşöre bastım defalarca. Kadrajıma giren saat kulesi , cami minaresi ve medrese bir taşta 3 kuş vurmamı sağladı.

Sanıldığının aksine küçük bir şehir değildi Üsküp, bir çok bölgesi vardı, Onlarca caminin yanı sıra, hanları, hamamları, medreseleri ve pazarları da vardı. Hepsine tek tek gidebilmek için zaman lazımdı ve şehrin diğer yakasında harcadığım zamanlar için kendime kızacaktım daha sonra.

13


H o w S ko p j e b e c a m e E u r o p e ’s new capital of kitsch?

Walk along the river towards the heart of Skopje, the Republic of Macedonia’s capital, and you’ll quickly find yourself among a host of gleaming, neo-classical buildings, complete with ornate columns and rooftop figures of nymphs. The buildings weren’t there five years ago. In early April, the riverside bars are just shaking off the cobwebs of winter, returning tables and chairs to terraces that look out over many of the new structures. Bridges lined with pristine statues of Macedonian heroes, writers and artists cross the slow-moving waters of the Vardar river. Long a forgotten corner of Europe, the former Yugoslav republic has gone into overdrive since 2010, erecting huge government and civic buildings as well as hundreds of statues in the heart of its capital. Now almost complete, the project, known as Skopje 2014 (it was meant to be finished last year), is just as intriguing and arguably as divisive as it was when first announced. The project has two main aims: to

14


draw in more tourists and to try to reclaim aspects of the country’s history from neighbouring Greece, appealing to the patriotism of many ethnic Macedonians. It has cost somewhere between €200-€500m (depending on who you talk to) and has resulted in a completely new-look city centre. “It’s very kitsch, but it’s bringing in visitors,” says Oliver Stefanovski, the manager at Unity Hostel, right on the edge of the new development. Many Macedonians are questioning the scheme’s vast public expense – not to mention its aesthetic qualities. There is also controversy over the way it ignores much of the role of the Muslim Albanian community in the country’s history. But there’s no doubting it has put the city on the tourist map, aided by the arrival of budget flights from Wizz Air. At the heart of the new-look city centre is a 22-metre-high bronze statue of Alexander the Great, encircled by warriors and a fountain that’s at the centre of nightly light shows. Nearby, statues of former rulers and saints seem to be crammed

dozen into all available spaces, along with the city’s own arc de triomphe. Across the river from Alexander, a towering statue of Philip of Macedonia, hand raised to the heavens, stares back. “I definitely prefer this new area of the city to the old area. It shows our history,” says Aneta Gakovska, the owner of a small local restaurant. Foreign visitors used to come to Skopje primarily to wander around the beautiful Old Bazaar district, with its alleys, mosques and old hilltop fort. But now they can go in less than five minutes from drinking a Turkish coffee among people and architecture that wouldn’t be out of place in a traditional city of the Middle East, to being surrounded by faux-classical European architecture and imagery. Opinions may be divided over it, but the Skopje 2014 project has certainly made the city one of Europe’s more unorthodox capitals to visit.

15


.

.

K A D I M O L A N I B I T PA Z A R ' DA M I ARAMALIYIM ? H a t i c e To k u z

"hemen", "şimdi", "burada"nın gelip geçiciliğinin ve uçuculuğunun hakim olduğu bir metropolden yazıyorum. Baudelaire'in ifadesiyle modern sanatın sahnesi olan kentin, sûni ışıkları altında yazıyorum. "katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği" dünyada, paradoks ve çelişkilerle dopdolu olmuş zihin dünyam ile yazıyorum. Çünkü modern çağda, modern zihin dünyası ile menkıbevâri geleneksel kültürü anlamlandırıp yorumlamak da yaşatmak kadar zordur. Yine de medeniyet söyleminin popülerliğinin cazibesine kapılarak yazma cüretinde bulunacak olursam eğer, Balkanların Osmanlı Medeniyetinin yansımasının en berrak görülebileceği coğrafya olduğuna inanıyorum. Medeniyet kelimesi medineden yani şehirden ve şehirleşmeden gelir ya hani; Balkan şehirlerinin eski ve yeni şehir olarak ayrılması, çağın getirilerinin kadîm olanın sınırlarına dokunmaksızın yaşatılabilmesi, bu medeniyetin korunmasının da sebebini oluşturuyor bana göre. Elbette ki burada Balkan şehirlerinin, örneğin bir İstanbul'un hızlı yaşamından âri olmasının da büyük payı var. Bu bir tercih olmaktan ziyade şehirlerin yapısının doğal bir sonucu.

Dünya üzerinde içerisinden deniz geçen tek şehir İstanbul. Belki bu sebeple tarihi boyunca daima değişimin onun üzerindeki etkisi, üzerlerine türkülerin söylendiği, ağıtların yakıldığı nehirlere kıyasla dalgaları gibi daha sert olmuş. Ben bu metropolde doğdum, burada büyüdüm. İçinden deniz geçen bu şehirde, hızlı yaşar ve tüketirken, içinden nehirlerin geçtiği Balkan şehirlerinin yavaş ve temkinli yaşantısını anlayıp tecrübe edebilme imkanım olmadı. Bizim şehrimizde işlevsellik, tarihsellikten daha önemli çünkü.

Sebilden çevrilmiş büfelerimiz, otomatik kapı takılmış medreselerimiz filan var mesela. Denizin dalgaları bu şehrin insanının kafasını karıştırıyor bence. Balkanlarda ki çarşı ve çevresinde yaşayan, kültürüne ve bunun getirdiği asalete sahip çıkmak isteyen kimselerin çabası nedense bizde pek yok gibi. Bu sebeple eski şehirler bana ucu kıvrılıp bırakılmış bir kitap sayfası gibi geliyor. Tüm değişim ve dönüşümlerin buraya karışmadan gerçekleşmesi zamanın orada donmuş olduğu hissini veriyor.

Yine de medeniyet söyleminin popülerliğinin cazibesine kapılarak yazma cüretinde bulunacak olursam eğer, Balkanların Osmanlı Medeniyetinin yansımasının en berrak görülebileceği coğrafya olduğuna inanıyorum.

16


Söz dönüp dolaşıp Üsküp’e geldiğinde ise Türk-İslam kültürünün ve ticaret anlayışının temsilcisi bir çarşının, Bit Pazar’ın Vardar nehri kıyısında sapasağlam duruşu aklıma geliyor. Nehrin diğer yakasındaki büyük binalar, kafeler, alışveriş merkezleri, Avrupavâri heykeller modern ve güncel olanı sunarken; hanları, camileri, hamamı, küçük ve sevimli dükkanları, bu dükkanların önünde sarkan çarıkları, "burek"cisi ile çarşının bu sebeple çok önemli bir misyonu sırtladığına, güncelin değişken gri tonlarına karşı kadîm olanın renklerini barındırarak gayet mütevazı şekilde modern dünyanın es geçtiği değerleri hatırlattığına inanıyorum.

Üsküp'ün Bit Pazar'ı da bana aynı hikayenin farklı bir dönemde yazılmış güncel bir versiyonuymuş gibi geliyor. O, belli bir zamanla/zamanda sınırılı olan çağdaşın yanar dönerliğine karşılık, kökleri olan kadim izlerini bizzat görebilenler için tam kalbinde taşıyor. Şehirlerin de insanlar gibi olduğuna, yani taşların da bir kalbi ve ruhu olduğuna inanırım. İşte bu sebeple Bit Pazar, bir fotoğraf karesinde eski günlerin temsilini gösteren bir karagöz oyunu gibi sembolik bir yer tutmaktan fazlasını, kalbinin yeniden keşfedilmesini fazlasıyla hakediyor.

17


Ayhan Demir

H AYA L L E R Ü S K Ü P, G E R Ç E K L E R S KO P J E Bugüne kadar Üsküp'e, karayolundan, Arnavutluk yönünden, Bulgaristan yönünden ve Sırbistan yönünden girmiştim. Bu sefer sırada havayoluyla, doğrudan uçakla girmek var. Yolculuk boyunca, Yahya Kemal Beyatlı'nın Kaybolan Şehir şirinden mısralar, zihnimde dönüyor: "Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyarıdır, / Evlad-ı Fatihan’a onun yadigârıdır. / Firuze kubbelerle bizim şehrimizdi o; / Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle biz’di o. / Üsküp ki Şar dağı’ında devamıydı Bursa’nın. / Bir lale bahçesiydi dökülmüş temiz kanın." Üsküp Havaalanı'ndan şehir merkezine gitmenin, taksiden başka bir yolu yok. Makedon taksi şoförü, önce İngilizce, ardından birkaç kelimelik Türkçesi ile iletişim kurmak istiyor. Ancak aldığı tüm cevaplar, Boşnakça oluyor. Son bir deneme: Taksici, 2007 yılında bir trafik kazası neticesinde ölen, Makedon şarkıcı Toşe Proeski'den bir şarkıya yol veriyor. Boşnak şarkıcı "Dino Merlin'i tercih ederim" deyince, pes ediyor. Yolun geri kalanına, Sredinom albümüyle devam ediyoruz.

Üsküp, şehirdeki Osmanlı ve İslam izlerini gölgelemeyi amaçlayan 'Skopje 2014' Yıldırım Bayezıd döneminde, Gazi projesi kapsamında, tam bir at meydanı Evrenos Bey eliyle fethedilen haline getirilmiş. Neredeyse tüm meydanlar Üsküp, Romalılar döneminde Skupi ve köşe başları, birçoğu Osmanlı tarafından olarak isimlendirliyormuş. Evliya eşkıya olarak kabul edilen Nikola Karev, Çelebi'nin "Rum tarihçiler, Pitu Guli, İskender Bey, Gotse Delçev, 'mazenderanı rum' derler" dediği Dame Gruev, Çar Samuil gibi isimlerin at Üsküb'e, Slavlar ise Skopye (Skopje) sırtındaki heykel ve sembolleriyle diyorlar. doldurulmuş. Birçok Balkan şehri gibi Üsküp de Geçmişinde neredeyse hiçbir kahramanlık akan suyun etrafında kurulmuş. destanı bulunmayan Makedonlar, şehrin Üsküp’ün ortasından Vardar Nehri çeşitli yerlerine yerleştirdikleri, aslan geçiyor. Nehrin doğu yakasında heykelleriyle cesaret devşirmeye çalışıyorlar. Müslüman Arnavutlar ve Türkler, Büyüklüğü sadece fiziki bir kavram olarak batı yakasında ise Hıristiyan algılayan Makedonlar, Üsküp doğumlu Doğu Roma İmparatoru I Justinian'ın 5 Eski Üsküb'ün metrelik heykelinde olduğu gibi, devasa alamet-i farikası beton ve tunç yığınlar ile tarih yazabilVardar Nehri, kubeceklerini zannediyorlar. Fakat nafile... SANKİ AT MEYDANI

beler ve minareler idi. Bugünkü Üsküp'ün dört bir tarafında ise taştan ve tunçtan heykeller var. Sağa bakıyorsunuz heykel,

İMİTASYONLAR...

Vardar'ın batı yakasındaki en önemli mekan, eski ismi Tito Meydanı olan, Makedonya Meydanı. Şehrin en büyük meydanı özelliğine sahip olan bu meydan, festivallere, kültürel ve politik etkinliklere de ev sahipliği yapıyor. Makedonya’nın Eski Üsküb'ün alamet-i farikası Vardar Nehri, kubbeler ve minareler Yugoslavya’dan ayrılışı da burada ilan edilmişti. Aynı zamanda bu mekan, Üsküp idi. Bugünkü Üsküp'ün dört bir akşamüstlerinin vazgeçilmez piyasa tarafında ise taştan ve tunçtan mekanıdır. heykeller var. Sağa bakıyorsunuz Makedonya Meydanı'ndaki Büyük heykel, sola bakıyorsunuz heykel. 18


İskender Heykeli ve Çeşmesi, Üsküp'ün değil, Skopje'nin en ünlü sembollerinden bir tanesi olmuş. Heykeli çevreleyen havuzun kenarlarına, bronz aslanlar konulmuş. Meydanı'nın bir diğer dikkat çeken yapısı ise Ristik Sarayı. 1926 yılında inşa edilen bu bina, günümüzde iş hanı olarak kullanılıyor. Pella Meydanı’ndaki Makedonya Takı ise bir 'zafer anıtı' olarak inşa edilmiş. Skopje 2014 projesi kapsamında, bağımsızlığının 20. yılı anısına inşa edilen bu anıt, 4.4 milyon Euro’ya mal olmuş. Makedonya Takı'nda, hediyelik eşya dükkanının yanı sıra, çatı katında düğün merasimleri düzenlenen bir bölüm bulunuyor. UCUBE Vardar'ın batı yakasındaki bir diğer ziyaret mekanı, Üsküp’te doğup, 18 yaşına kadar bu şehirde yaşayan Katolik bir Arnavut olan Rahibe Teresa’nın adını taşıyan anıt evdir. Burada, Rahibe Teresa ve ailesini resmeden heykeller, fotoğraflar ve hediyelik eşyalar sergileniyor. Üsküp'teki Makedon ucubelerinden bir tanesi de, şehrin Makedon yakasının sırtını verdiği, Vodna Dağı’ndaki Milenyum Haçı’dır. 66 metrelik bu ucube, ofisinizde başınızı her kaldırdığınızda, balkonunuzda bir fincan keyif kahvesi yudumlarken ya da gökyüzünü seyrederek uyumaya çalışırken karşınıza çıkıveriyor. Hıristiyanlığın

Hıristiyanlığın dünyadaki ve Makedonya’daki iki bininci yılı anısına yapılan bu metal yığını, içine asansör, yanına restoran ve hediyelik eşya dükkanı ve 3,5 kilometrelik teleferik ilave edilerek, turistik bir mekan haline getirilmiş. BURMALI CAMİİ Şehrin Makedon kesimindeki tüm imitasyonların, zorlama tarih projelerinin ve Hıristiyan Makedon propagandalarının bunaltıcılığından kurtulup, biraz nefes almak adına Vardar Nehri boyuna yöneliyoruz. Nehrin iki yanı yeşil alanlar ya da parklar ile çevrili. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün sol yanı başındaki park, bunlardan sadece bir tanesiydi. Ancak düne kadar boş bir park görünümünde olan ve bugün üzerinde yeni bir beton yığını yükselen bu alan, asırlarca Burmalı Camii ve külliyesine ev sahipliği yapmıştı. Karlızade Mehmed Bey tarafından 1494 yılında yaptırılan Burmalı Camii, 1923 yılında, dönemin Sırp rejimi tarafından yıktırılmış. İki yıl sonra, yerine subay ordu evi inşa edilmiş. Ancak Burmalı Camii’nin ahı tutmuş olacak ki, 1963 yılında meydana gelen depremde yerle bir olmuş. Kısa süre öncesine kadar yeşil alan olarak kullanılan bu arazi, son birkaç yıldır, yeniden tartışmaların odak noktası oldu. Makedonya Hükümeti, buraya Ortodoks Kilisesi inşa etmeyi planlıyordu. Ancak Türk, Arnavut 19

ve Boşnak Müslümanlar, oluşturdukları Burmalı Camii Platformu ile ‘dur’ ihtarında bulundular. Her ne kadar kilise inşaatından vazgeçilse de, Burmalı Camii’nin “Skopje 2014” projesine dâhil edilmesi sağlanamadı. Tartışmalar ülke parlamentosuna kadar ulaştı. Ancak Makedonlar, bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Burmalı Camii arazisine, yeniden ordu evi inşa ediyorlar. Bize de bir Üsküp türküsünün iki mısrasını seslendirmek düşüyor: "Bugün benim efkarım var / Efkarım var gamım var..." Burmalı Camii, Makedonya'da inşa edilen Osmanlı eserleri içerinde, Selçuklu mimarisine sahip tek cami idi. Bölgede eşine pek rastlanılmayan minare kaidesi dört köşeli, gövdesi ise helezoni burmalıydı. Edirne'deki Üç Şerefeli Cami, benzer minareye sahiptir. Evliya Çelebi'nin Karlı-Zade ismiyle bahsettiği bu Burmalı Cami için Üsküplü edebiyatçı Avni Engüllü de hüzün yüklü bir şiir kaleme almıştı. Üsküp’ün Ortasında Burmalı Camii isimli bu şiirinden birkaç mısrayı, gözlerimiz dolarak okuyoruz:

“Her şey geri geri döndü bir anlığına / önümde göklere değen o güzel minaresiyle / burmalı cami / gene doluydu şadırvan / kurnalardan sular şırıl şırıl / herkes namaza durdu / Üsküb’ün ortasında burmalı camide / hâlâ yaşayan o eski hisle.”


1689 yılında bu köprüde asıldı” ibaresi yazıldı. Ancak son yenileme çalışması sırasında yıkılan gözetleme Üsküp'ün alamet-i farikası Vardar ise kulesi ve taş çitler, yeniden inşa Vardar'ın alamet-i farikası da edilmedi. üzerindeki Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'dür. Uzunluğu 220 metre olan ve 13 kemeri bulunan köprüyü, MÜZELER mehter adımlarıyla geçiyoruz. Köprünün karşı tarafı da heykeller Makedonlar, her biri imitasyon ile dolu. Osmanlı’ya başkaldıranlar heykeller, koca koca binalar ve demir kervanının bir mensubu olan / beton köprüler ile Fatih Sultan İskender Bey’in, at sırtındaki Mehmet Köprüsü’nün ihtişamını heykeli bunlardan sadece bir tanesi. örtmeye ve suni bir tarih yazmaya Eski Üsküp'ün önüne çekilmiş Çin yeltenmişler. Fakat insanlar, yeni Seddi gibi inşa edilen, Makedonya köprüler yerine, ekseriyetle Fatih Mücadele Müzesi, Makedonya Sultan Mehmet Köprüsü’nü Arkeoloji Müzesi ve Makedonya kullanmayı tercih ediyorlar. Çünkü Soykırım Müzesi'ni de listeye aslı dururken, imitasyonuna rağbet ekleyelim. edenin ya aklı ya da izanı yoktur. FATİH SULTAN MEHMET KÖPRÜSÜ

Makedonlar, köprünün ismine bile tahammül edemiyorlar. Her ne kadar köprünün Osmanlı eseri olduğunu bilseler de, kendi medeniyetlerinin bir kalıntısı olduğunu iddia etmekten geri durmuyorlar.

Eski Yahudi mahallesindeki Makedonya Soykırım Müzesi'nde, İkinci Dünya Savaşı esnasında Üsküp'te ölen Yahudilere ait fotoğrafları sergileniyor. Bu müze, Kudüs, Berlin ve Washington’un ardından, dünyadaki dördüncü Yahudi Soykırım Müzesi olma özelliğine sahip. 2002 yılından itibaren bir dizi Makedonya Ulusal Müzesi'nde, restorasyon çalışması yürüten Şehir 1991 yılında yayımlanan, Anıtları Koruma Kurulu’nun tüm bağımsızlık bildirgesinin orijinal hali yazışmalarında, Fatih Sultan sergileniyor. Makedonya Arkeoloji Mehmet Köprüsü’nün adı ‘Justinyen Müzesi ise müze olarak hizmet Köprüsü’ ve ‘Taş Köprü’ olarak geçti. vermesinin yanı sıra, Makedonya Restoran çalışmaları esnasında, Cumhuriyeti Ulusal Arşivi ve köprü mihrabiyesinin karşı tarafına Anayasa Mahkemesine de ev da bir plaket yerleştirildi. Üzerine; sahipliği yapıyor.

20

AÇIK HAVA MÜZESİ Vardar'ın doğu yakası, her şeye rağmen, tam bir açık hava müzesi… Bu tarafta derin bir nefes aldığınızda ciğerlerinize, hava değil, Osmanlı tarihi dolar. Davut Paşa Hamamı, Çifte Hamam, Kapan Han, Sulu Han, Kurşunlu Han ve Saat Kulesi bu şehir, Skopje değil, Üsküp’tür iddiasını canlı tutan semboller. Ve Mustafa Paşa Camii, Murat Paşa Camii, Arasta Camii, İsa Bey Camii, İshak Bey Camii ve Yahya Paşa Camii, taş kalemleriyle, gelecek nesillere Üsküp’ün Osmanlı tarihini yazmaya devam ediyorlar. Vardar Nehri’nin güneyinde, Osmanlı dönemindeki ismiyle, Gazi Menteş mahallesinde yer alan Feodal Kule, Bey Kulesi olarak da biliyor. Yaklaşık 14 metre yüksekliğindeki bu kule, giriş ve iki oturma katı olmak üzere, üç kattan oluşuyor. Bey Kulesi içerisinde Rahibe Teresa anıları ve Ulusal Müze dükkanı vardır. DAVUT PAŞA HAMAMI Köprünün az ilerisinde, Osmanlı'nın Balkanlara hediyesi olan, Davut Paşa Hamamı bulunuyor. Bu hamamın, Doğu Rumeli veziri Davut Paşa ve hareminin ihtiyaçlarını karşılamak için yapıldığı rivayet ediliyor. Davut Paşa, Osmanlı mimarisinin en görkemli örneklerinden olan bu hamamı, şehirden ayrılmadan önce halka bağışlamış.


Oldukça bakımlı olsa da, asli vazifesinden çok uzakta, sanat galerisi olarak hizmet veriyor. Eski şehir merkezindeki Çifte Hamam, adından da anlaşıldığı üzere, kadın ve erkek kısmı olmak üzere iki bölümden oluşuyor. 1963 depreminin ardından, tamir edilerek, Modern Sanat Galerisi olarak kullanılmaya başlamış. Balkanların en büyük modern sanat koleksiyonlarından birine sahip olan Çifte Hamam'da, Kemeni, Kalder, Picasso, Leze, Vasarely, Gaitis gibi ünlülerin eserlerini de bulunuyor.

ESKİ ÇARŞI

Üsküp'ün Üsküp olmasını sağlayan en temel unsur, Eski Çarşı'dır. Hiç acelemiz yok. Arnavut kaldırımlı sokakları yavaş yavaş arşınlayarak, çarşıya doğru ilerliyoruz. Taşların melodik tıkırtıları arasında, Osmanlı tarihini ciğerlerimize çekiyoruz. Türk - İslam şehirlerinin genelinde olduğu üzere Üsküp Eski Çarşısı da, her daim canlı, her daim kalabalık. Burada bulunan yüzlerce dükkanda, binlerce Müslüman Türk, Arnavut ve Boşnak aile geçimini sağlıyor. Eski Çarşı, Anadolu'daki iki katlı cumba evler ve tek katlı küçük dükkanlardan oluşuyor. Çarşı müştemilatı, demirciler, kavaflar, bakırcılar ve yorgancılar gibi adlarla anılıyor.

Kavaf dükkanlarında, mükemmel bir işçiliğe sahip olan, kırmızı meşin çarık tipindeki terlikleri bulmak mümkün. Zarif ve ince işlik işi oyalı yemeniler, el örmesi şallar, tığ ve gergef işleri de bu dükkanlarda sahiplerini bekliyor. Geleneksel ürünlerin yanı sıra, modern ihtiyaç malzemelerinin satıldığı dükkanlar da var. Eski Çarşıda, çevapi isimli köfteden, Boşnak börekçisine; Küçük çömleklerindeki kuru fasulyenin üzerine çevapi konularak pişirilen Üsküp'ün meşhur TafçeGrafçe'sinden, kaymaçina ve trileçe tatlılarına kadar bir çok Balkan lezzetini de tatmak mümkün Yol üstünde hanlar, hamamlar ve bir de cami bulunuyor. Ancak üzülerek söylemeliyiz ki, Üsküp Eski Çarşısı, Saraybosna’daki Başçarşı kadar muhafaza edilememiş.

21


Illustration: Irma Zmiric Çetinkaya


24 ÇOK GİZLİ ŞİİR - ERVANUR EROĞAN + 25 ÇARŞIMIN İNSANLARI - NECATİ ZEKERİYA + 26 MEZAR GEZGİNİ - ORÇUN ÜNAL + 31 HAREKET ÜZERİNE MÜLAHAZALAR - A.FURKAN DEMİR + 32 BENİM HİÇ ATIM YOK - EMRAH YOLCU + 37 KİMYA HANIM SEYHAN GÜNAY + 38 RİNDLERİN ÖLÜMÜ - YAHYA KEMAL + 39 SBOHA - MATEJA MATEVSKI + 40 HİÇBİR ŞEY YOK - EMİN AKBEN


Ervanur Erdoğan

Çok Gizli Şiir

Pasaportum geçmedi Efendim Vahşetistanda Tifo ya yakalandım Kabin memurunun Sol arka cebinde Beretta demişken Beretta Ünlü bir silahtır efendim 'Şşisliva' demiştim son kez İvanteyevka da Rusya'nın ileri gelenlerine Simülasyon teorisini anlatırken Ağır postal ve askeri paltolar Teşekkürler efendim Bahşettiğiniz için Havlama özgürlüğünü

Seç al Bu çantalar insan derisi Vaadler şarlatan Koltuklar falan ortopedikmiş Efendim İşlemlerim geçersiz Otuz politik yıldır düşünürdüm Azizler yortusunu Paskalyadan evvelki cumayı Efendim Hücre numaram 44 Beş yıldızla Veto hakkı Vahşetistana No hay entrada! No hay entrada!

Kontrol noktasında Kölelik mülkün temelidir dermişler efendim

24


Necati Zekeriya

Çarşımın İnsanları

Kapamaz Sokak Kapısın Hatçesi Bir Yerden Gelir Diye İlk kez Sulu Han'da sevdalanmış Salim deyimle orda evlenmiş bir kırk birlerde Seyretmiş kenti tepesinden Vodna'nın anası mum yakmış Gazi Baba'ya Sevdiği kızı geçirmişler prangalarla yanından ölümü kendisine dilemiş Özgürlüğü ona Hâlâ yalnız başına yaşar Hacışeyh Meydanı'nda kapamaz sokak kapısını Hatçesi bir yerden gelir dîye

25


MEZAR GEZGİNİ Orçun Ünal

Erenköy Camii'nin önünde duruyorum. Avlu epey kalabalık. Yeşil ve gümüşî renklerdeki cenaze arabası kaldırım kenarında sabırsızca ölüyü bekliyor, sanki onu bir an önce mezarlığa götürüp gömmek ve yakınlarının acısına bir son vermek istermiş gibi. İçeri girmeye cesaret edemediğim için demir parmaklıklara alnımı dayıyor, avludaki kalabalığı seyrediyorum. Daha ezan okunmadı. Avludakilerin kollarını göğüslerinde bağlayarak konuştuklarını, belli belirsiz gülüştüklerini görüyorum. Bazıları saate bakıp caminin arka tarafındaki serin gölgeliğe geçiyor, orada sigara içiyorlar. Ezan okunmaya başlayınca, cemaat öğle namazı için camiye giriyor. İstanbul’da bir Temmuz günü… Güneş kavuruyor. Erkekler açık, renkli ve kısa kollu gömleklerinin içinde bile terden sırılsıklam. Ölüm mevsim dinlemiyor. Güzel, güneşli bir günde bile ölünebiliyor işte. Naaşın başında kırk yaşlarında bir kadın duruyor. Kahverengi saçları siyah başörtüsünden kurtulmuş. Gözündeki siyah gözlük, akan yaşlarını değilse de kızarmış ve şişmiş gözlerini gizlemeyi başarıyor. Arada yanına birileri gelip ona sarılıyor, sırtını sıvazlıyorlar. Beklemediğim bir anda görüş alanıma küçük bir kız çocuğu giriyor ve kadına doğru koşuyor. Kadın geç de

26


olsa kızı fark edip şaşkın şaşkın eğiliyor, kollarını açıyor. Kız, yaşından beklenmeyecek bir şefkatle sarılıyor kadına, kulağına bir şeyler fısıldıyor. Adeta onu bir çocukmuşçasına kucağına alıp avutuyor. İnsanlar bu sahnenin farkına varmıyorlar. Sarılma faslı bitiyor, çocuk kadının gözlerinin içine bakıp hiçbir şey söylemeden uzaklaşıyor. Avlu kapısına doğru koşarak görüş alanımdan çıkıyor. Alnımı parmaklıklardan kaldırıp kızın nereye gittiğine bakıyorum. Az ötemde kasketli bir adam duruyor. Kalın camlı gözlüğünü düzeltiyor kıza bakarken. Kız adamın elini tutuyor ve birlikte Göztepe yönünde yürümeye başlıyorlar. Çocuklara özgü o heyecanlı haliyle, boşta kalan elini havada sallaya sallaya bir şeyler anlatıyor kız.

da bir şeyi hatırlamışçasına doğal bir gülümseme. O anda aklıma geliyor: Bu gülümseme, kadının deminki gülümsemesine ne kadar da benziyor.

omuzlayıp cenaze arabasına taşıyor. Demin gülerek yanındakine bir şeyler anlatan şişko adam, sahte bir hüzünle kadının elinden tutup ona eşlik ediyor. Onu eğreti bir kibarlıkla lüks Namaz bitiyor. Camiden çıkan bir arabaya bindirip göbeğinden cemaat ve cenaze yakınları tekrar küçük kalan direksiyonun başına avludaki yerlerini alıyorlar. Erkekler geçiyor. Kimileri veda edip ayrılırken öne geçip saf tutarken, kadınlar geriye kimileri mezarlığa gitmek üzere çekiliyor. Ben aval aval bakınıyorum. araçlarına geçiyorlar. Araçları olmaCenazeyle alakası olmadığı her yanlar taksi bulmaya çalışıyor. hâlinden belli yaşlı bir amca, beni Dımdızlak ortada kalıyorum. Şansımı çimdikleyerek ilerlemem için artırmak için mezarlığa gitmeye karar uyarıyor. Kaçamadığım için veriyorum. Belki orada şeytanın kalabalıkla birlikte öne sürükleniyobacağını kırarım. Cenaze arabasının rum. İmam gelip görevini yapıyor: simsiyah sakallı genç şoförüne onunla Herkesin elbet bir gün ölümü gelip gelemeyeceğimi soruyorum. tadacağını söylüyor. O yüzden mi Önce duymuyormuş gibi yapsa da böyle umutsuzca vahşi ve kimseye sorumu yineleyince yapmacık acımadan, aldırmadan yaşıyoruz? dalgınlığından kurtulup imam efendinin yanına binebileceğimi Tanıdık tanımadık herkes Celile söylüyor. Arabanın önünden dolanıp Hanım'a hakkını helal ediyor ve öbür tarafa geçiyor, imamın yanına Bu olay bana cesaret vermiş olmalı ki hatun kişi niyetine cenaze namazına yerleşiyorum. merdivenlerden avluya iniyorum. geçiliyor. Böylece ben de cahili İlk defa bir imama bu kadar yakın Kızı fark eden iki kişi, hayretler olduğum bir işi yapmak zorunda oturuyorum. Araç, arkasında uzun bir içinde kadınla konuşuyorlar. kalıyorum. Yanımdakilere bakıp konvoyla hareket ediyor. İmam, Kadının yüzünde ilk defa bir ellerimi kaldırıyor veya bağlıyorum. mırıltıyla bir dua okumaya başlıyor. gülümseme görüyorum. Bu o kadar Kendimi o kadar yabancı hissediyoKalın dudakları hızla açılıp kapanıyor. ince, o kadar sessiz bir gülümseme ki rum ki saf tutanlardan bazılarının Tanrı günahlarını bağışlasın diye dua uydurduğumu düşünüyorum. namaz kılmadığını görünce ellerimi ediyor. Yaptığı ve yapacağı her kötü Kadının kız çocuğunu tanımadığını indiriyor, namaz bitene kadar yere fiil için af diliyor ve öteki dünyada o zaman anlıyorum. bakarak kıpırdamadan duruyorum. bağışlanmak umuduyla yaşıyor. Ben Saygı duruşu gibi. Namaz bitince de bağışlanmak isterdim. Bugün. Tabuta yaklaşınca kenarda duran topluluk hareketleniyor. Kenarlara Hatta hemen şimdi. Üç kişi dip dibe resmi görüyorum. Yumuşak çehreli, kaçan kadınlar tekrar topluluğun oturduğumuz bu yeşil cenaze beyaz saçlı, mavi gözlü bir kadın içine sızıyor. Kalabalığın arasından arabasında. Fakat kırdığım, üzdüğüm resimden bana bakarak gülümsüyor. sıyrılıp kaldırıma çıkıyorum. Cemaat onca insan adına Tanrı'nın beni Gülümsemesi zamanın içinde hemen dağılıyor. Cenaze yakınları ise affedeceğine inanmıyorum. Hepsini donmuş sanki. Zoraki bir ağır adımlarla merdivenleri çıkıp teker teker karşıma dizip önce onların gülümseme değil bu. Sanki birini ya kaldırımda birikiyorlar. Üç beş erkek, beni affetmesini istemeyecek mi? Bir 27


de Celile Teyze var. Onun çoktan bağışlanmış olduğunu umuyorum.

devrediyorum. O benden daha uzun süre dayanıyor. Bir an önce mezarı doldurmak istercesine yaşından İmam duasını bitirince genç şoförü beklenmeyecek bir çeviklikle küreği yavaş sürmesi için uyarıyor. sallıyor. İmam duasını okumaya Neredeyse Karacaahmet'e gelmek devam ederken, Çingene çocukları üzereyken sanki ön camın dışındaki kalabalığa yanaşıp para istiyorlar. biriyle konuşurmuş gibi önüne İçlerinden biri, uzakta durup bize bakarak soruyor: "Muallime hanımın bakıyor. Annesi olduğunu tahmin nesi oluyorsunuz?" Soruyu bana ettiğim kadın çocuğa sert bir tokat yönelttiğini anlamadığım için cevap atıyor. Git, diyor, para topla. Çocuk vermiyorum. İmam tekrar soruyor: uzakta ağlıyor. İstiridye gözlerinden "Talebesi miydiniz?" Sesinde mekanik inciler düşüyor. Keşke benim de böyle bir şey var. Sanki megafondan bir annem olsaydı da doya doya konuşuyor. Kısık sesle: "Evet." ağlasaydım diyorum. Defin işlemi diyorum. Bundan büyük bir mana bitiyor, topluluk dağılıyor; bende tek çıkarmış gibi başını sallıyor ve damla gözyaşı yok. Bu sefer de olmadı susuyor. Mezarlığın içinde arabayla diyorum ve kupkuru gözlerle gidebildiğimiz en uç noktaya kadar mezarlıktan ayrılıyorum. gidip duruyoruz. Gerisi sadece köpeklerin ve kedilerin geçebileceği Aslında en başta umudum yok türden dar yollardan ibaret. değildi. Hastaneleri gezdim. Kollarında serumlar, burunlarında Mezarın başında, bastonla bile zar zor hortumlarla umutsuz vakaları, ayakta durabilen yaşlı bir adamın ölümcül hastaları, ampute vücutları, yanında, Celile Teyze'nin naaşının ruhu yaşlı çocuk yüzleri gördüm. çukura indirilişini izliyorum. Toprak Yetimhaneye gittim. Kimsesiz, sevgiye atılmaya başlayınca neden orada aç, hırpalanmış çocukları gördüm. olduğumu soruyorum kendime. Huzurevlerine uğradım, müze gezer Toprağın kokusunu çekiyorum içime. gibi gezdim oralarda. Yakınları Beni hayata bağlayacak bir şeyler tarafından terk edilmiş, unutulmuş, ararken kendimi bir ölünün başında ilgiye muhtaç yatalak ihtiyarları buluyorum. Ne yazık ki o bana hayat gördüm. Ama ağlayamadım, tek bir hakkında hiçbir sır vermiyor. Ketum damla yaş gelmedi gözümden. Son ve son derece bencil; ölümün bütün olarak mezarlıklara geldim. Mezarlar gerçeğini kendine saklıyor. Sıra bana ve isimsiz mezar taşları gördüm. gelince küreği kavrayıp hayatımda ilk Hiçbir işe yaramadı yine de. Soğuk defa bir yabancı için mezara toprak mermerler, irili ufaklı yazılar, solmuş atıyorum. Kollarım hemen yoruluyor, çiçekler, cam kırıkları, ayyaşlar, ellerim acıyor, nefesim daralıyor. başıboş köpekler, ara sıra pis bir koku, Küreği yanımdaki yaşlı adama arkamdan koşturan yaşlı su taşıyıcılar, 28

fırçacılar, dilenen Çingene çocuklar. Benden iyice şüphelenen bekçilere yalan söyledim: eski mezar taşları üzerine bir tez yazıyordum. Onlarla ahbap olup mezar soyguncularının, ölülere âşık ölü sevicilerin, ölen kocasının yanında sabahlamak isteyen kadınların hikâyelerini dinledim. Artık tek umudum cenazeler. Cenazelerde ağlayanlarla ağlamak. O yüzden her sabah erkenden kalkıp ölüm ilanlarına bakıyorum. Bana en acıklı, en ilginç gelenlerini küçük defterime not alıyor, çantamı sırtıma takıp evden çıkıyorum. Sabah namazından ikindi namazına kadar camiler arasında mekik dokuyor; yanıma aldığım sandviç ve hazır keklerle besleniyor, çeşmelerden doldurduğum şişemden su içiyorum. Önceleri çekingen kalıyorum. Uzak bir köşeden olanları izleyip içler acısı bir sahnenin yaşanmasını bekliyorum: ağlamaktan yorgun düşen kadın bayılsın veya tabuttakinin gitmesinden memnun bir oğul babasına lanetler okusun. Böyle şeyler olmuyor. Herkes gayet kontrollü bir şekilde geliyor, taziyelerini iletiyor, ağlayanlar başlarını eğiyor ya da gözlüklerinin arkasına saklanıyor, ezan okunuyor, saf tutuluyor, namaz kılınıyor ve herkes sessizlikten yorulmuş bir şekilde cami avlusundan ayrılıyor. Tekdüze olmasın diye özellikle farklı cenazeler seçiyorum. Şehit cenazeleri oldukça hareketli geçiyor. Orada ağlayıp inleyenler, bayılanlar, proto-


lar eksik olmuyor. Cenaze kısa sürede bir miting hâlini alınca keyfim kaçıyor. Bir de bebek cenazeleri var. Kırkı çıkmamış bebeklerin anneleri, şişkin göğüsleri ve veremedikleri kilolarıyla gelip kokusuna doyamadıkları yavrularına veda ediyorlar. Bu tür cenazeler sessiz geçiyor. Her hâlükârda ben ağlayamıyorum. Olan biteni bir köşeden izlemenin benim için çare olmayacağını anlayınca cenaze sahiplerini gözüme kestirip onlara yanaşıyorum. En hüzünlü ifademi takınıp fısıldarcasına "Başınız sağ olsun!" diyorum. Kaç kişilerse hiç üşenmeden sıradan devam edip görevimi layıkıyla yerine getiriyorum. Ağlayanlar karşılarında bir yabancıyı görür görmez en vakur ifadelerini takınıp burunlarını çekiyor, boğazlarını temizleyip teşekkür ediyorlar. Ama hiç kimse bir cenazenin ortasında "Sen de kimsin be adam? Nereden çıktın? Beni nereden tanıyorsun? Hadi beni tanımıyorsun diyelim. Babamı, annemi, eşimi, kardeşimi, oğlumu ya da kızımı nereden tanıyorsun?" demiyor. En kabaları bile yüzünü buruşturup beni çıkartamadığını belli ediyor, o kadar. Belki de benim kendimi tanıtmamı bekliyorlar. Bense bu gibi durumlarda hemen göz önünden uzaklaşıyorum. Bir gün bir cenazede beklediğim şey gerçekleşiyor. En azından kısmen. Olsun, başlamak yolun yarısıdır

gidiyorum. Önce tıknaz kel bir adamın elini sıkıp başsağlığı diliyorum. Hemen yanındaki siyahlara bürünmüş kadın, avludaki bütün insanlara yetecek kadar gözyaşı döküyor. Kadının önünde duruyorum. Kadın kafasını kaldırıp bana bakıyor. O anda hafifçe gülümsediğini görüyorum. Elimi uzatıp; "Başınız sağ olsun." diyorum. Kadın; "Ah yavrum! Oğlumun onca arkadaşından bir tek sen hayırlı çıktın." deyip uzattığım eli görmezden gelerek boynuma sarılıyor ve deminkinden de şiddetle ağlamaya devam ediyor. Etrafıma bakıyorum, avlu hâlâ tenha, hâlâ sessiz. "Bak gördün mü?" diyor, "Kerem'in başına neler geldi sonunda?" Omzumdaki ıslaklığı giderek daha iyi hissediyorum. "Öyle, teyzeciğim." diye cevap verebiliyorum ancak. Bu içten sarılmanın etkisiyle sağ gözümden sıcacık bir gözyaşının çıkıp yanağımdan süzüldüğünü fark ediyorum. Gözüm tabutun önündeki çerçeveli fotoğrafa takılıyor. Fotoğrafta, hatları erkeğe benzeyen, belli belirsiz sakal gölgesi olan, ağır makyajlı, benim yaşlarımda genç bir kadının gülümseyen yüzünü görüyorum. Adamın dürtmesi üzerine kadın benden ayrılıyor. Yüzümü ellerinin arasına alıp bana şükran dolu gözlerle bakıyor ve sağ yanağımdaki gözyaşını başparmağıyla siliyor. Bu olaydan sonra içimde yeşeren umuda rağmen uzun bir süre hiçbir şey değişmiyor, tek bir damla yaş dahi akmıyor gözümden. Kendimi kurumuş bir 29

sünger gibi sert, delik deşik ve kırılgan hissediyorum. Gece yarısı telefon çalıyor. Kötü haber. Beklenmedik, ani ve sarsıcı. Cenaze yarın kalkacak diyor telefondaki ses. Gece uyumuyorum, ama ağlamıyorum da. Sabah erkenden kalkıp dolabımdaki tek takım elbisemi giyiyor, kırmızı kravatımı takıyorum. Yatağıma oturup yıpranmış ayakkabılarımı parlatıyorum. Aç olmama rağmen hiçbir şey yemek gelmiyor içimden. Pencerenin kenarına geçip bir sigara tüttürüyorum. Bugün cenaze sahibi benim. Cami avlusunda, o meşhur görünmez duvarın bu tarafında bu sefer ben duruyor, taziyeleri kabul ediyorum. Avlu bir hayli kalabalık. Merhumeyi yaşarken çok sevmeme rağmen tabuttaki hâlinden hoşlanmıyorum. O hâlâ kafamın içinde bir yerlerde dolanıyor. Arada sütunların, ağaçların, duvarların arkasına gizlenip benim onu bulmamı bekliyor. O yüzden ağlayamıyorum. Sanki avludaki herkes beni gözlüyor. Nefeslerini tutmuş benim ağlamamı bekliyorlar. Gözyaşı gölünde boğulmamam için ellerini uzatmak istiyorlar. Ama benim gözümden tek bir yaş dahi dökülmüyor. Ezan okunurken de namaz kılınırken de haklar helal edilirken de ben zihnimde saklambaç oynuyorum. Nedense hep ben ebe oluyorum, ama hiç sobeleyemiyorum.


Üzeri toprakla örtülürken ayaklarım yere çivilenmiş gibi hareketsiz duruyorum. Mezarlıklarda daha önce tanımadığım kaç kişinin mezarına toprak attım, sayısını ben bile unuttum. İnsanlar ağlayamayışımı görmezden geliyorlar, ama onlara duygusuz göründüğümü biliyorum. İçten içe beni kınıyorlar. Her şey tamamlanınca arkamızı dönüp mezarlığın çıkışına yöneliyoruz. O sırada kan ter içinde bir genç karşıdan koşarak geliyor ve tam önümde duruyor. Gözlerimin içine bakarak dudaklarını büzüyor, beni omuzlarımdan tutup hüzünlü bir sesle başsağlığı diliyor. Bu gencin kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok. Onu daha önce gördüğümden bile emin değilim. Yanımdakilere bakıyorum: onlar da hiçbir tepki vermiyorlar. O anda aklıma kendi hâlim geliyor. Bu oğlan beni mi taklit ediyor diye soruyorum kendime. Belki de şu anda bu gence eski bir dostmuşçasına sarılıp omzunda ağlamalıyım diye geçiriyorum içimden. Ama kollarım yerinden oynamıyor. Teşekkür edip yoluma devam ediyorum. Arkamdan baktığını biliyorum. Bakışları ensemi delip geçiyor.

daracık kaldırımdan caddeye doğru yürüyorum. Yanımdan hızla arabalar geçiyor. Arkamdan uzun bir korna ve acı bir fren sesi geliyor, ardından birkaç kişinin çığlığı. Arkama dönüp bakmıyorum bile. Ama bakmasam da biliyorum. Bacaklarımda hâlâ hoş bir sıcaklık var. Gözlerimden yaşlar boşanmaya başlıyor. En sonunda ağlayabildiğim için sevineyim mi, neye ağladığımı bilmediğim için üzüleyim mi şaşırıyorum. Akrabalar ve dostlar yanıma gelip, artık gözyaşlarını tutamadığını düşündükleri bu gencin sırtını sıvazlıyor, avutucu sözler söylüyorlar. Kendi gözyaşlarımda yıkanarak bağışlandığımı hissederken, ıslanmış kirpiklerimin arasından bulanık bir siluet görüyorum: biraz önceki genç karşı kaldırımda durmuş, kupkuru gözleriyle beni süzerken kıskançlıktan çatır çatır çatlıyor.

Tam mezarlıktan çıkarken, sevimli bir kedi gelip ayaklarıma sürününce duruyorum. Bacaklarımda derisinin sıcaklığını ve tüylerinin yumuşaklığını hissediyorum. Duman rengi tüylerinden bir tutam, pantolonuma yapışıp kalıyor. Kafasını kaldırıp mama istermiş gibi içli içli miyavlıyor. Onu sevmek için eğilince korkuyor, ani bir hamleyle yana sıçrayıp yola doğru koşmaya başlıyor. Sağa 30


A. Furkan Demir

HAREKET ÜZERİNE MÜLAHAZALAR III “Âlemin bana yaptığı ne kadar müthiş olursa olsun, benim bana yaptığım daha müthiştir.” Oscar Wilde

Bizler çölde gezerken, insanlığımızı o çölde bir çeşme olarak görürüz. Biz insanlığı anlayamamış dünyadaki garip göçmenleriz. Bugünün insanı bulutlardan daha doludur mesela. Önemli şehirlerde, bilhassa yaşadığımız coğrafyada her insan sağanağa, fırtınaya hazır bir bulut gibi yaşamaktadır. Bulut gibi diyoruz; çünkü bulutlar her daim aynı düzlemde bulunmaz, hiç duraksamadan ileri, ileri ve sonunda nihayet dolulukta yok olurlar. Bugünün şartlarındaki insana ne kadar da benzerlik taşıyor. Nefretini ve kinini dolulukta yok ettiği sürece. İnsan kıyılardan ulaşır belki özgünlüğüne, belki de düştüğü yerde arar benliğini ve insan nesneler arasından nesnenin devamı olarak devam eder hicretine. İnsan kalmanın düşüncesinde(!) bulduğum, bu kutlu güzergâhı senin ruhunun veyahut vücudunun esir alındığını görsek bile, bizim için bir umut durağısın. Diğer düşüncelerin yarattığı her hareketi sorgulayarak girdiğin bu güzergâhta, bizler her daim saygı ile seni düşünmekteyiz ve bu yolun sonunda güneşi daha bir berrak ve özgün halde seyretmekte olduğumuzu sana bildirmeliyiz. Her ne kadar kıyılarımızdan çocuklar toplansa bile. Eteklerimize vuran ne bir dağ ne de bir taş ne de bir eşya. O insan yani geleceğini, duygularını içinde saklayan, barındıran her daim özel olan meleklerin önünde diz çöktüğü, bir nevi kurtuluş ümidimiz. Velhasıl kıyılarında gezen her kimse ondan sorumlusun, aynı bastığın yerden sorumlu olduğun gibi. Belki de bizlerde geziyoruzdur o kıyılarda. Bir umut ve mavi ışığın altında… Seni bu dünyada özel kılan ne ise, Cenabı Hakk'ın karşısında sorgulanacağın da odur. Misal; insanlığın, insan ilişkilerin ve kalbin… Her ne kadar dikkat etmesen de, inandığımız bu yol bizi diğerlerinden farklı kılmayacak. Bu yol farklılaşmanın

değil birliğin özetidir. Diğer düşüncemizin devamı ise umudun kayboluşu yani patlaması, bilhassa ezilmesi… Bu dönemin insanları her devirde olan fakat bu dönem kadar abartılmamış olan aldatılmak üzerine komut almış gibidir. Kimden, nasıl, neden diye sorulmadan. Şuan etrafınıza baktığınızda aldatılmadan yaşayan sayısı azdır. Bakıpta göremediğiniz bu yol, her devirdeki, adını koymuştur. “İnsanlık maskarası!”. Bu acınılacak ve ayaklar altında ezilmesi gereken gayet mühim bir meseledir. Sanat dâhil birçok alanda insanlar beğenilme güdüsü ile yaklaştığından dolayı bugün sanat ders vermekten, düşündürmekten daha çok göze hitap ediyor sadece, bakıp geçilen anlamsız bir yapıt gibi görülüyor. Sanat ise insanlar tarafından onları ezme ve aldatma gibi konulardan üst noktalara ulaşmıştır ve dahası egonun at koşturduğu büyük bir hipodrom olmuştur. Sanat düşünmeyi uyaran bir yoldur, bir gökkuşağı resmi bile, diğer insanları küçümseme aracı olarak kullanılabiliyor artık, insanlar gökkuşağının renklerini veya sanatını terennüm etmeden. Bu yüzden yazılan her harf, çizilen her çizgi kendi güdümünde insana hesabını veriyor. Sanat özgürlük demektir, sanat özgürleştireceğine sadece insanların yorgunluğuna sebebiyet veren bir araç oluyor. “Dünyadaki tek gerçek lüks insan ilişkileridir.” der Exupery. İnsan özelikle bu dönemde saflığını dile getirmekten daha çok kurnaz- lığını anlatmaya çabalıyor. Bugün sosyal medya ve diğer her türlü iletişim aracı birçok gazete dâhil etrafa buram buram kibir yayıyor. Saf insan, yani insanı kâmil toplum tarafından değersiz görüldüğü gibi, insanların kalbine dokunmayı geçin, ayağını bile sürtmeden, kalplerden uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Tüm dileğimiz ve emelimiz saf düşüncenin bir gün dalgaların yani toplumun isyanı içerisinde boğulmamasıdır. Bu durumda varlık sahnesinden silineceği gibi, insanlığa olan yararı tamamen yok olur. Saf düşüncenin daima var kalması, insan kalabilme durumunun hizmetkârı, geleceklerin hamisi olan ve değişimleri için gerekli olan yüce değerlerin koruyucu olması gerekiyor. Ama biliriz ki bir ağaç fidanı dikip hemen sonra gölgesinde dinlenmeyi beklemek boşunadır. İnsanoğlunun üç yüz binlik tarihinin yanında, makinenin tarihi nedir ki? Bu yüzden tenden, tenekeden vazgeçip kalbe ulaşmalıyız. 3931

31


2 Emrah Yolcu

BENIM HIÇ ATIM YOK 1 "Kâbus Özdemir." "Benim. Geldim doktor bey." "Geçin şöyle lütfen, şöyle oturun." "Tamam." "Evet, şikayetiniz nedir?" "Uzağı göremiyorum." "Çenenizi şu kısma dayayın ve manzaraya doğru bakın. Bir bulanıklık var mı manzarada?" "Hayır." "Karşıdaki tabloya bakın lütfen, en alt satırdaki harfleri okuyabilir misiniz?" "X, ters e, a, ters v…" "Bir sorun yok gibi ama… Biraz kuruluk, o kadar. Dilerseniz damla yazabilirim." "Olmalı ama doktor bey." "Hayır, yok. Size sûni gözyaşı bir de dinlendirici gözlük yazayım dilerseniz. Televizyon, telefon, bilgisayar, tablet derken ışıkla çok içli dışlı olmaya başladık. Bu da tabi gözlerimizi yoruyor." "Işık aldatır, demişti Fatma Girik bir filmde. Çok da ilgili değilim saydığınız şeylerle. Sadece durumum için bir ilaç istiyorum." "Sırada bekleyen bir çok hasta var beyefendi, şu reçeteyi alın ve çıkın lütfen. Gözlerinizde hiçbir şey yok." "Öylesi değil doktor bey. Uzağı göremiyorum ben. Buradan ötesini, buradan sonrasını. Ben oradayım ama orayı göremiyorum. Ne zamana değin sürecek bu körlük?" "Siz yanlış gelmişiniz beyefendi. Gitmeniz gereken yer dahiliye." "Nasıl yani? Gözlerimle ilgili değil mi uzağı görememem?" "Hayır. Bakan gözdür, ama görmek isteyen gerçekte göz değildir." "Bana uzağı görebilmem için bir gözlük de mi yazamazsınız?" "Üzgünüm. Gözleriniz ve içinizdeki curcuna için size şifa dilerim."

32

Ben hayallerine çok bağlı bir adamım. Onlar ne derse yaparım. Hiç sözünden çıkmam. İkiletmem. İşsizliğimin, yoksulluğumun, yoksunluğumun, şimdi çalıştığım kıytırık işimin sebebi de olsalar, her sözünü öper başıma koyarım. Üç kere ağzıma, üç kere alnıma, üç kere kalbime… Yere düşmüş ekmek kırıntıları gibi toplarım, başımın üzerine serpip rüyaların kuşlarını beklerim ve kendimi ölümcül uykulardan yorarım. Bütün zamanım onundur. Ben onun gerçek zamanıyım. O bende yaşar, ben onda soluklanırım. Her akşam koltuğumun altına akşam kuşlarını alır ona giderim. Yatılı misafir, azılı bir maktul olurum onun için. Sıcak bir ekmek gibi böleriz düşlerimi. Bana bana yeriz kanlı sacdan. Oyunlardan eve çağırıldığım çok olmuştur kendisi tarafından. Hatta bir keresinde Esra'yla, Cengizlerin bahçesinde oynaşırken, o zaman bile karşılıksız kalamamıştım çağrısına. Koşarak gemlerine girmiş, kendimi onun ellerinde kanatlanmış bir at gibi bırakmıştım. Her gece koynuna girerim onun. Her sabah kan topu gibi belalar alırım ondan. Haberler alırım ondan. Mektuplar yazmış bana düşsel teleğiyle. Bak postacı geliyor, selam veriyor. Herkes ona bakıyor, postacı yok. Bir mektup bırakıyor kapıma, herkesler yok. Kimseler yok, hiçkimseler. Herkes, hiçkimse. Açıyorum mektubu, pirinç bir zarf açacağına dönen dilimle: Zamansızlıktan UZAK


Sevgili Yolcu; Sen gideli beri çok yalnızım. Aslında sen benden hiç gitmedin. Burada hiç olmadığın için, en baştan içinde bulunduğun dünyada doğduğun için uzak kaldık. Ben senin doğum alametlerini gördüm. Sen doğduğun gece ezelden beri sönük olan yalnızlık ateşi yanmaya başladı. Yalnızlık putları devrildi. Buranın, yani Hayal'in göğünde yüzyılda bir görünen bir yıldız göründü. Biliciler üşüştü kapıma. O doğdu, dediler. O, doğdu. Sonra ben sana, sen daha kundaktayken, hissedebileceğin ama uzun vadede sırrına erebileceğin sesler, görüntüler gönderdim. Sonra birden, damdan düşer gibi anladın her şeyi. İşte ben, Hayal, burada seni bekliyorum. Gerçek, bırak onlara kalsın. Gerçeğin çirkin yüzü onların olsun. Gerçeğin dağınık ve nefes kesen evinde konaklasınlar. Sen, gel. Gel. Onlara mazeretlerini bırak. Şikayetlerini ve çözüm önerilerini bırak. Bırak onlar kendileriyle olsunlar. Ben, herkesin yaşayabilmek için ihtiyaç duyduğu Hayal, seni gereksiniyorum. Öyle düşledin ki beni, öyle çağırdın ki, öyle hissettin ki beni sonunda ben seni arzular oldum. Gel, ne olursam olayım sen yine de gel. Geleceksin, sen buna mecbursun, ama tez gel. Gel, ister kan revan, ister at yayan, ister dörtnal, ister körlâl, ister deli, ister topal; bu kapıda bir kapı yoktur. Çalmasını bilirsen bir tokmak, geçmesini bilirsen bir eşik yok. Gel! Burada geleceğin saati düşlüyorum. Evet, ben Hayal'im ve seni hayal ediyorum. Yaşamım, anlamsız bir ağırlıktan başka bir şey değil. Bütün bir varlığım gereksiz bir yük sadece. Yürüyorum; yürümeyi düşlüyorum. Uzağı düşlüyorum; uzağı düşlemeyi düşlüyorum. Düşlediğimi düşlerken de düşlemeyi düşlüyorum. Kat kat açılan bir soğanın içindeki o inci, niçin gizlendi benden? Beni çağırıyor ama neden aşılmaz duvarlar ördü aramıza? Niçin bir ara var aramızda? Böyle can cana, kan kana, iç içeyken? Kulağımı dayamış hanesindeki tıkırtıları duyuyor ve bu yüzden uykularım kaçıyorken? Nasıl kalabiliyorum burada, o beni böyle çağırırken? Öldüğümde, karanlığın kapısından geçip ona varacağım. Varacağım ama göreceğim ki orada da hiçbir şey yok. Beni yok yere çağırıp durmuş bunca zaman. Anlağıma bir parmak düş çalıp kaybolmuş. Hayal kırıklığından başka bir şey olmayacak, insanın "uzak… uzak…" deyu kendini helâk ettiği. Uzak benim kendi içimde. Ah, atlarım bir bilseler onları nasıl bir yolculuğa çıkardığımı, nalları altında ezerler başımı ve yüreğimi. Benim hiç atım yok. Atlarım benim olmadıklarını, atlarım benim hiç atım olmadığını bir bilseler… En iyisi bir cevap vermek Hayal'e: Buradan

UZAK

Sevgili Hayal; Senin aklıma düşüşün nasıl oldu hiç bilmiyorum. Belki de dediğin gibi olmuştur gerçekten de. Sen yalnız benim gerçek eşiğimin duyumsayabileceği frekanslarda seslendin bana. Bu pek önemli değil esasında. Önemli olan seninle soluyor, seninle azalıyor olmam. Sen bana ne yaptın? Evet, ne yaptın bana? Gerçek yaşam gözümün önünde akıp giderken, beni başka bir yaşama inandırdın. Belki de gerçekten yaşam başka yerdedir. Sendedir belki de. Ama ikimiz de biliyoruz ki sende de hiçbir şey yok. Sana ulaşan gemilere sen de yeni ve uzak ve ulaşılmaz limanlar vâdedeceksin. Sen de çok iyi biliyorsun ki hiçbir yolcu gerçekten bir durak aramaz. O yola inanmıştır ama yolun ve durağın ne olduğunu bilmez. "Yol şudur." diyenler ne yolun ne de yolcunun bilincindedir. Çünkü yol bilinçdışıdır. Bilinçaltı ya da üstü değil. Bilinçdışıdır. Hem sonra, kalkmış beni çağırıyorsun! Tamam da nereye? Yo, hayır; senin adresini sormuyorum. Adressizlikte, daha doğrusu sözsüzlükte ikamet ettiğini biliyorum. Zira ezelin ve ebedin dili sükûnettir.

33


Sen de orada barınıyorsun. Ayrıca bak, senin de kapsamında olduğun bir başka büyük güç var. Bir başka kanat altında gölgelenenin kanatları altına girmek olur mu? Sana vardığımda bu kez, oranın ateşiyle yanacağım. Sonra oraya varmanın içimde yaktığı bir başka yerin ateşiyle… Böyle böyle gerçek kanat sahibine ulaşacak mıyım? Sonra bir daha bir başka yer. Sonra tekrar. Senden rica ediyorum beni kandırma. Oyalama beni. Verdiğin umutlar yüzünden yüzüm asık geziyorum bütün gün. İşte, arkadaşlarımın içinde, ailemin yanında, yemek yerken sofrada ansızın bir duraksamayla açlıkta; her yerde yüzüme astığın ağırlıkla geziyorum. Bir şey, sanki sayısız görünmez cüce yüzüme sapladığı çivilere astığı ipin ucuna senin altın külçelerini geçirmiş, beni daima önüme, başımı kalbimin hizasına çekmeye çalışıyor. Ama yok, sende de hiçbir şey yok. Buna inanmıyor, bunu iyi biliyorum. Tamam, ilk devinimden son sönüm kıvılcımına değin bütün bir yaratılış düşten ibaret ya da bu düş sahte bir yaratılıştan; ama sonunda her şey bir aldatmaca değil mi? Soruyorum sana, her şey bir aldatmaca değil mi? Mektubumu bitirdim. Kanadını dilimle yalayıp kapattım. Camı açtım. Tam boşluğa bıraktım ki bir kuşun onu kanatlanıp götürdüğünü gördüm. Aslında böyle bir şey olmadı, ağır yağmurun altında kaldırıma sert bir şekilde çarpıp insanların ayakları altında ezilmeye, hırpalanmaya başladı. Aslında mektup falan da yazmadım. Rüzgarın, ağaçlarda çıkarttığı hışırtılara bakarken geçirmiştim bunları aklımdan. Hayal'in hayatımı nasıl ele geçirdiğine şahit oldukça kendime kızıyordum. Günlük yaşamımı sürdürmekten aciz kalıyordum. Bir odadan diğerine geçerken aradan geçen zamanda kaçırdığım şeyler için kendi boğazıma yapışmak, kendimi boğmak istiyordum.

3

Geceyi yine her zamanki heyulalarla geçirmiş, sabah iki peynirli poğaça almış, yemekhaneye geçip çayımı doldurmuş, yüksek iş kulelerine bakan terasta kahvaltımı yapmış, yine bu lanet sandalyeye gömülmüştüm. Ekranımı açıp, kulaklığı takmış düşecek çağrıyı bekliyordum ki; "İyi günler, ben Kâbus, nasıl yardımcı olabilirim?" dedim. "Kâbus mu? Güne başlamak için ne kadar yanlış bir müşteri temsilcisine düştüm." dedi arayan kişi. "Güvenliğiniz açısında görüşmelerimiz kayıt altına alınmaktadır. İşleminize devam edebilmemiz için isminizi rica edebilir miyim?"

yemin ederim. Resul ben, kredi kartım hâlâ gelmedi. Son kullanma tarihi yaklaştığı için yenileme talimatı vermiştim, nerede bir bakar mısın?" Güvenlik gereği bazı bilgileri de sorduktan sonra: "Kartınız şu anda Etimesgut şubemizde görünüyor. Yarın gün içerisinde adresinizde siz veya birinci dereceden bir yakınınızın bulunması durumunda teslim edilecektir. Yardımcı olmamı istediğiniz farklı bir konu var mıdır?" dedim. "İyi rüyalar kur. Olmadı düş falan gör hacı. Hadi, eyvallah." deyip kapattı. İyi rüyalar kurmak… Gün boyunca aldığım üç yüzden fazla çağrıda hep bu cümle dolaştı belleğimde. İyi bir rüya nasıl kurulur? Böyle bir şey gerçekten de

34

mümkün mü? Cep telefonumdan "İyi bir rüya nasıl kurulur?" yazıp kısa mesajla 4292'ye gönderdim. "Mesaj gönderilemiyor Tekrar Deneyin" yazıyordu, aynen vurguladığım gibi. Kaç kere denediğimi nereden bilsin ki akıllı telefon, onda hayal yetisi yoktu ki. Denedim. Birçok kez. Tekrar tekrar. Uzun kış geceleri. Mesaim bitince 130A hat numaralı İETT otobüsüne binip eve gittim. Sanki muhteşem bir şey olacakmış gibi çevirdim anahtarı. Daha muhteşem bir şey olacakmış gibi kapıyı açtım. Ondan daha muhteşem bir şeyle karşılaşacakmışım gibi içeriye girdim. Hiçbir şey olmadı. Geceden kalma yarısı su dolu bardak


süre o kareye baktım. Soğuk mermer üzerinde soğuk cam bardak. "Tıpkı gözlerim gibi" dedim, "Soğuk ak üzerinde soğuk kahve cam." Televizyonun karşısına geçip çizgi film kanalını açtım. Açtım ki, çizgi film kahramanımız ne derse beğenirsiniz, "Ben bu berbat hayatı seviyorum!" İş yerinde kısa mesaj attığım, ama "Tekrar Deneyin" yanıtını aldığım soruyu bu kez bir kağıda yazıp, uçak yaparak camdan atmaya karar verdim. Yazdım: "İyi bir rüya nasıl kurulur?" Uçak yapıp, şımarık, küçük bir çocuk gibi fırlattım camdan dışarı. Süzüldü, süzüldü ve sokak lambasının üstüne kondu. Çok geçmeden rüzgâr alıp götürdü. Derken elektrikler kesildi. Telefonun ışığıyla tuvalete gittim. Elime sıvı sabunu sıkıp musluğu açtım ki sular da kesilmiş. Elimi selpakla temizledikten sonra cama koştum, dışarıya baktım zifiri karanlık. Kentin bütün musluklarını kontrol ettim zifiri susuzluk. Televizyon karşısındaki tekli koltuğa gömülüp telefonumda oyun oynamaya başladım. Birisi, camdan içeriye, beyaz kâğıda sarılmış bir taş attı. Taş ayaklarımın dibine düştü. Eğilip aldım. Nedense, ne korkmuş ne de şaşırmıştım. Kağıdı açtım. Az evvel "İyi bir rüya nasıl kurulur?" diye yazıp fırlattığım uçaktı bu. Şöyle yazıyordu sorumun altında: "Gerçek bir düşten düşmekle!"

35


36 Illustration: Seyhan Günay


Seyhan Günay

Kimya Hanım kapıyı iki kere tıklatırlar hep, oysa tek tık yeter. ‘buyrunnnn’ dedim ve içeri girdi. lacivert döpiyesli kadınları sevmem. siyah olur, gri olur kahverengine bile razıyım. ama lacivert. tırt! - hoşgeldiniz kimya hanım. çok vaktinizi almayacağım zira bu ikinci gelişiniz. biraz beklettik kusura bakmayın. öz geçmişinizi inceledik, gayet iyi. lakin girdiğiniz dil ve mesleki yeterlilik sınavlarında üzgünüm ki daha iyi sonuçlara ihtiyacımız var. donuk bir ifadeyle hiç mimiksiz konuşmaya başladı. - en iyi sperm olmanın cezasını çekiyoruz hep birlikte. babamdan fışkırdığımdan beri koşuyorum. yoruldum! iyi bi çocuktum, iyi bi öğrenci. iyi okullar, iyi puanlar... iyi bir üniversite, iyi bir bölüm, iyi bir iş, iyi bir eş. iyi beslenme. iyi çocuklar ve komşunun çocuğundan daha iyi olsun çabaları. ardından iyi bi boşanma, iyi bi çöküş. hepsini iyi yaptım, iyi halt ettim. iyi de oldu ve sanıyorum iyiden iyiye kötüye gidiyorum. ne zaman bitecek bu iyi olma yarışı bilemiyorum. iyi o zaman, size iyi günler. dedi ve gitti. arkasından hayretle bakakaldım. ilk defa lacivert döpiyes giyen bir kadının eteğinde yırtmaç görmüştüm.

37


Yahya Kemal

Rindlerin Ölümü

Smrt Opijenih

Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış; Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle. Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış Eski Sirâz'i hayal ettiren ahengiyle.

Bješe ruža usred bašte Hafizovog groba; Iznova dan svaki cvala bojom što krvari. Noću; slavuj plak’o sve do praskozornog doba Napjevom što u sanji priziva Širaz stari.

Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.

Tiho je carstvo proljeća smrt opijenome; Srce mu k’o buhurdar se god’nama kadi svugdje. I pod hladnim čempresom na grobu njegovome Svaku zoru ruža cvjeta; svaku noć slavuj poje.

S turskog prevela i izabrala: Adnan Mulabdić 38


Mateja Matevski

Sboha Nekade dzvoni. Nekade daleku dzvoni. Zvucite se branovi na veterot niz trevite podgoneti. Nekade dzvoni. Prodolžitelno ostro i nežno. Gluvo e sè. Sal ritamot pliska po bregot na železoto. Nekade dzvoni. Šibni me visoko i bezdno. BegaJte niz kavezot zvučen gluvo i beznadežno. Nekade dzvoni. Malečok dzvonam i vriskam. Sè e zatvoreno. Opčinet za zvucite sum visnal. Nekade dzvoni. Udri me. Kolku sum hrabar a pitom. Vreme, udri i ti po spomenot grubo i nezasitno. Nekade dzvoni. Premnogu damna i sega. Sè boli, nebo. Po trevata na zvucite poznati legni me.

39


Emin Akben

.

HİÇ .

BİR ŞEY YOK

Bir şey nasıl olurda olmaz diye soruyor Cemşid, kadehini bana uzatarak. Boş testileri işaret ediyorum ona. Yok diyorum. Yok diyor, “Yok, sen kadehin boş olduğuna bakma” yavaşça sallıyor yuvarlak çizerek. Kafamı hafifçe eğip kadehin içine bakıyorum. Bugün de yağmur yağmadı. Arabaların hızlıca geçip de yayaları ıslatmadığı kuru sokaklardan hızlıca Cemşid ile buluşmaya giderken çok samimi dost olacağımız birisi ile karşılaşıyorum. Ben onu ilerleyen günlerde çok gördüm, ama o henüz beni tanımıyor. Hafifçe kafa sallayıp geçiyorum yanından. Bu bir şeyi değiştirir mi? Bir sonraki karşılaşmamızda bunu hatırlama ihtimali çok düşük. Havanın güzelliği hiç inandırıcı değil. Sanki ortada ters giden bir şeyler varmış da bunu gizlemek için yalan söylüyormuş gibi davranıyor. Birazdan yağmur başlamalı. Bunu düşünmek için henüz erken. Yüksek bir apartmanın etrafında tur atıp girişi arıyorum. Diğer seferlerin aksine kapı bu sefer açık. Yedinci kata çıkıyorum hızlıca. Asansör yok. Merdivenler fena değil. Kapının gereksizliğini sorgulayarak çalıyorum zili. Neyse ki açan yok. Anahtarımı çevirip içeri giriyorum. Burada Cemşid’in bahçesi var. Kendince şehrin içinde ufak bir yeşillik alan yapmış. Ona Firdevs bağı diyor. Firdevs ne kadar da güzel bir isim, özellikle bir bahçeye verildiğinde. Ama buraya bağ demek biraz abartı olmuş bence. Her neyse; bahçe dışında hiçbir özelliği yok bu evin. Karanlık, duvarları kirli, mobilya yok. Evin bütün kapıları kapalı. Sanki özenle kapatılmış gibiler. Tek tek açmaya başlıyorum kapıları, her seferinde kafamı uzatıp odayı hafifçe süzüyorum bir şeyler var mı diye. Her şey yerli yerinde. Banyo-

40


sesler ile irkilip yavaşça koridorda yürümeye başlıyorum. Evin içi olması gerektiğinden daha karanlık. Banyo kapısının önüne gelip kapıyı dinlemeye başlıyorum. İçeriden nefes alıp verme seslerini duyduğumdan eminim. Yavaşça açıyorum kapıyı. Bir şeyden koktuğum yok. İçeri gizlice girmeye de çalışmıyorum. Sadece sebepsiz yere yavaş açıyorum kapıyı. Hemen karşımda aynayı görüyorum. Hiç değişmemişim. Bir şey eğer varsa nasıl olur da değişmez diye soruyorum kendime. Ayna dile geliyor; “Hiçbir şey yok” Cemşid’in sesiyle irkilip kafamı kaldırıyorum kadehten. “Hadisene” diyor, “bir şeyler varsa şarap da olmalı”. Boş testilerden birini alıp dışarı çıkıyorum. Buradan uzun zamandır çıkan olmamıştı. Elimde boş testiyle Yezd’in toprak sokaklarında yürümeye başlıyorum. Birkaç bin yıl yağmur beklemiyor Yezd’de ve bu gerçek suratıma bir sıcaklık olarak çarpıyor. Biraz gölgelik bulmak umuduyla Ateş tapınağının hemen yanındaki panayıra atıyorum kendimi. Her yıl olduğu gibi bu sene de coşkuyla kutlanıyor yeni gün. Her yer satıcılarla dolu. Burada mutlaka bir şeyler olmalı diyerek sağa sola bakınmaya başlıyorum. İlk gördüğüm yerden testimi doldurtuyorum. Hızlı adımlarla geri dönüyorum. Odaya girdiğimde Cemşid’in artık orada olmadığını görüyorum. Uzun zamandan beri buradan çıkmamıştı. En başında bu odaya nasıl geldiği de meçhul. Hemen elimdeki testiyi bırakıp yerde duran kadehi alıyorum. Uzunca içine bakıyorum kadehin, hiçbir şey yok. Cemşid bile. Karşımda duran aynaya fırlatıyorum kadehi. Kırılıyor. Her ikisi de.

41


54 İLHAMİ EMİN SÖYLEŞİSİ + 56 CARSIJSKI ZVUCI KOJI NESTAJU - DANIEL EVROSIMOSKI + 58 ESKİ YUGOSLAVYANIN ESKİMEYEN YILDIZ, PLAVI ORKESTAR + 64 SASA LOSIC RÖPORTAJI + 66 UNWILLING WARRIOR - MAK DIZDAR + 70 YOLA ÇIKMADAN ÖNCE OSMAN BOYLU + 68 AY IŞIĞINDAKİ BEYAZ ÇİÇEK’TEN 3.DÜNYAYA KALAN - ALİ RECAİ POLAT


70 + VENERA IZ TUNISA - MIRZANA PASIC KODRIC + 71 FLAMENKO UTOPIJA - NADIJA REBRONJA + 72 LIMONATA BIR BALKAN FILMI - ENES GÜLER + 74 BURSANIN RUH İKİZİ, İSTANBULUN ÖZETİ, BALKANLARIN KALBİ ÜSKÜP - YUSUF KAPLAN + 76 YAHYA KEMAL, BETWEEN THE OLD AND THE NEW - HAKAN ARSLANBENZER


..

İLHAMİ EMİN ile

..

SOYLESI . 8 Ağustos 1931 tarihinde Radoviş / Makedonya'da doğdu. İlkokulu doğduğu kentte, İktisat Okulu ile Pedagoji Akademisini Üsküp' te tamamladı. Gazeteci ve yönetici olarak Piyoner sonra Nova Makedonya ve Birlik gazeteleri ile Makedonya Radyosu Türkçe Programı Bölümünde çalıştı. Beş yıl Halklar Tiyatrosu Genel Müdürlüğü yaptı. Makedonya Kültür Bakanı Yardımcılığı görevinde bulundu. Bu görevi sırasında Yosip Bros Tito ve Kiro Gligorov gibi devlet adamlarının özel ve resmî tercümanlığını yaptı. Yazı ve şiirleri Üsküp' te 1965' ten bu yana çıkmakta olan Sesler dergisi ve Birlik gazetesi başta olmak üzere çeşitli yayın organlarında yayımlandı. Uluslararası Türk Şiiri şöleninde kendisine “Büyük Bayrak ” ödülü verilen İlhami Emin bunun yanısıra Makedonya Yazarlar Birliği’nin “Edebi Asa” ödülünü kazanan yegane Makedonya Türk şairidir.

44


Üsküp’te köprünün ayırdığı kültürler, edebiyatta birleşebiliyorlar mı? Yoksa edebiyatta da bir başka ayrılık noktası mı? 600 yıldır Üsküp’ün Taş Köprüsü üzerinden geçen farklı ordularla devlet düzenlerinin tüm çabalarına karşın, farklı kültürler hala ayakta. İlginçtir ki, köprüyü Türk tarih ve kültür kökünden koparmaya çalışanlara karşı gür sesini Ermeni asıllı sanat tarihçisi Kosta Balaban duyurmuştur. Demek oluyor ki, gerçek bilim adamı köprülerin birleştirici ruhunu tüm fırtınalara karşı koruyabilir. Ne yazık ki bölücülük bugün dünden de daha saldırgan olmaya başlamıştır. Sözümüz Taş Köprü’deyken, onun ipince, estetik süsü olan Burmalı Camii 1924 yılında şöven Sırplarca yıkılmıştır. Anavatanımız Türkiye konuyu ele almalı, diye düşünüyorum.

Makedonya'daki -Makedon, Arnavut ve Türk- etnik gruplardan hangisine mensup olan gençler, edebiyata daha yatkın ve ilgililer? Makedon, Arnavut, Türk, Boşnak, Ulah, v.b. gençler, farksız olarak, edebiyata çok yatkın. Ne ki edebiyat, kitap, hatta kültür veya sanat sözcüklerinden uzak düşen sözde “liderler”in çoğu, kendi kişisel, parti, cemaat, dost, akraba çıkarlarından gene de manevi

görmezden gelerek gençleri edebiyattan,kitaptan, hatta kültür ile sanattan uzaklaştırmaya yelteniyorlar.

Kendilerini Balkanlı hissetmeyen Hırvatlar ile Slovenler kitaba en yakın milletler.

Sizce, Balkanların en büyük okur kitlesi hangi ülkededir? Sanırım, maddi açıdan katolik Avrupa’nın en çok destekledikleri ve bu yüzden kendilerini Balkanlı hissetmeyen Hırvatlar ile Slovenler kitaba en yakın.

Makedonya Türklerinin okulda aldığı Türkçe eğitim, edebiyat alanında çalışma yapabilmeleri için yeterli mi? Bu hususta belki diğer Balkan ülkelerinde yaşayan Türklerden durumumuz daha olumludur. 45

Ancak, mütevazi fikrime göre, Türk öğretmenlerimizin çoğu, kendilerini hala parti ve cemaatlere adamış olduklarından dolayı, küçüklerimize Makedonya, Türkiye ile Türk Dünyası edebiyatlarına gerekli bilgilerini veremezler.

Yugoslavya dönemindeki Türklerin, Balkan edebiyatına ilgi ve katkıları çok fazlaydı. Yeni jenerasyonda aynı ilgi ve katkı var mı?

Makedonya’da, biz yaşlılar, Tito Yugoslavya’sı özlemini yaşıyoruz. Veriler hayli kabarık. Örneğin, Üsküp Türk Tiyatrosu, Türkiye dışında kurulan yegane profesyonel Türk Tiyatrosuydu, ve, sanırım, hala bu olağanüstü konumunu korumaktadır. Tek partili düzenden önemli bir miras olan Üsküp Türk Tiyatrosu, Saraybosna’da, Uluslararası Deneyler Tiyatro Festivalinde en iyi temsil ödülüne layık görülerek, aktör Firdevs Nebi dönemin ünlü Sırp aktörü Lyuba Tadiç’le Yugoslavya’da yılın ektörü ödülünü paylaşmış oldu. Balkanlarda, Türkiye’de, Azerbaycan’da adı duyulan Makedonya Türk yazarı Necati Zekeriya Yugoslavya’nın en görkemli “Zmay” çocuk edebiyatı ödülüne layık görülmüştü. Belgrad, Sofya, Saraybosna, vb. merkezlerinde oryantalist fakülteleri açılmışken, Balkanlarda ilk Türk dili ve edebiyatı kürsüsü Üsküp’te açıldı.


Gana’da Büyükelçimiz, Türk’tü. Bugün Makedonya’da tek bir köy belediyesibaşkanıyla teselli bulmak zorundayız. Dolayısıyla, Makedonya’da biz Türklerin genel olarak üçüncü derece vatandaş haline düşmüş olduk. Bunun ağır bedelini yeni kuşaklarımız özellikle ödemek zorunda. Makedonya Türkleri, kitap ve dergilere kolay ulaşabiliyor mu?

İLHAMİ EMİN

TITO Yugoslavyasında durum daha iyiydi diyorsunuz...

Acayiptir ki biz Makedonya Türkleri, tek partili Yugoslavya döneminde bir biçim milli, dini, eğitim, kültür, sanat özerkliğine sahipken, sözde demokratik, bağımsız Makedonya Cumhuriyeti’nde özgürlükleri ile genel hakları kısıtlanmış üçüncü derece vatandaşlara indirgenmiş olan biz Makedonya Türkleri, Tito döneminde Türkçe çıkan “Birlik” gazetesi, “Sesler” edebiyat dergisi, “Sevinç” ile “ Tomurcuk” çocuk dergileri, söz konusu gazete ve dergilerin kitap dizilerimize son verilmiş oldu.

Uluslararası Struga Şiri Şöleninde “Altın Çelenk” ödülüne layık görülen Fazıl Hüsnü Dağlarca günlük “Nova Makedonya” (Yeni Makedonya) gazetesine verdiği demeçte “Türkiye dışında yaşayan en mutlu Türkler Makedonya’da yaşar” demiştir. Büyük devlet adamı olduğu kadar, iyi bir şair de olan Bülent Ecevit, “Türk edebiyatı” dergisinde “Türkiye dışında Türkiye türkçesiyle en iyi şiir Makedonya’da yazılır”, dedi. Tito Yugoslavyası döneminde Makedonya Meclis Başkan vekillerinden biri, Makedonya Başbakan yardımcılarından biri, Üsküp belediyelerinden birinin başkanı, federal adalet bakanı, Gana’da

50

Yugoslavya döneminde Türkiye’de çıkan kitap ve belirgin dergi ile gazeteler, Makedonya Türk aydınlarına, Türk okullarına ulaşıyordu. Posta ücretlerinin artmasından mı neden, bugün elimize tek tük detrgi ulaşır iken, Türkiye gazetelerini adeta görmüyoruz. Şükürler olsun, TİKA ve kimi Türkiye vakıfları sayesinde arada bir, Türk okullarımıza olsun kitap Türkiye’de basın özgürlüğünün durumu hepimizin malumudur. Peki, Makedonya’da durum nasıl? Türk dili, eğitim ve basın – yayın hayatında yeterli özgürlük var mı? Türkiye’nin her en küçük olumlu çıkışı dahi bizleri mutlu kılarken, anavatandan sızan her olumsuz habere üzülüyoruz. Makedonya’dakibasın-yayın durumumuza gelince, bazı olumlu kıpırdamalar bir yana, örneğin, Makedonya’da yegane Üsküp Türk


sadece hükümetle koalisyonda bulunan partililere açık. Son zamanlarda, Yeni Balkan gazetesi, Köprü dergisi çevrelerinde genç kalemlerimiz kucaklanılmaya başlamışken, biz eskilerle yaşıyanlar bu gibi kıpırdamaları büyük sevinçle karşılıyoruz.Üsküp’te “Yunus Emre” Türk Kültür Merkezi’nin faaliyetlerini böbürlenerek selamlıyorum.

"Skopje 2014" projesi üzerinden Helen-Romanesk heykel ve binalar ile medeniyet inşası fikri Üsküp’ü mimari ve şehir estetiği anlamında nasıl etkiliyor? Son yıllarda Üsküp’ün mimarive şehir estetiği, bir biçim megaloman estetiği cılız, hatta aşırı kıt heykel ile anıt saldırısına uğratılmıştır. Bu gibi olumsuz bir eğilim değerli Make-

Yahya Kemal, Üsküp için; "Şar dağında devamıydı Bursa’nın..." diyor. Bugün hala aynı devamlılığı görebiliyor

Üsküp’ün kutsal Gazi Baba bayırı 1963 depreminden sonra can çekişmeyi atlatarak, türbesinin yeniden onarılmasıyla tarihimiz ile maneviyatimize yeniden kazandırılmıştır. Salt Üsküp’te değil, bütün Makedonya’da,büyük göçlerden sonra bir avuç denecek kadar az kalan bizim direnişimize umut veren resmi Makedon Devlet tarihinde Osmanlı tarihine karşı değişmekte olan görüş tavırları olsa gerekir. Bunun en yeni olumlu belirtisini Siz muhtemel okurlarımla paylaşmasını uygun buluyorum. Makedonya’nın Milli Tarih Enstitüsü Müdürü prof. Dr. Dragi Georgiev’in ifadesine göre “Eğer Makedonya, Osmanlı dışında bir komşunun egemenliği altına düşmüş olsaydı, bugün Makedonya ulusu ve Makedon dili varolmazdı”.

Makedonya’nın Milli Tarih Enstitüsü Müdürü prof. Dr. Dragi Georgiev’in ifadesine göre “Eğer Makedonya, Osmanlı dışında bir komşunun egemenliği altına düşmüş olsaydı, bugün Makedonya ulusu ve Makedon dili varolmazdı”.

asıllı mimarlarınca da yadırganmakta. Biz Türkleri bu yolda ayrıca üzen evrensel bir tarih ve kültür eseri olan Üsküp Taş Köprümüzün eski açıklığı ile görkemliğini zedeleme çabalarıdır.

51

"Üsküp, her şeye rağmen hâlâ bizimdir" diyoruz ama sanki bu sadece sözde kalıyor. Üsküp için neler yapmalıyız? Biz Makedonya Türkleri, Osmanlı-Türk değerleriyle eski manevi ruhunu koruma ve hatta geliştirme gibi büyük bir görevi sadece anavatanımız Türkiye’nin manevi ve maddi destekleriyle bir yere kadar gerçekleştirebiliriz diye düşünüyorum. Şiirde ilk hocam olan Makedonya Türk şairi Şükrü Ramo “Vatan birdir, unutma” dedi demesine, ancak, yine de, herşeyden önce anavatanımız Türkiye, sağolsun diyorum.


-Mustafa Bal, Akademisyen, Ĺžair

48 52


-Şenol Göka, TRT Genel Müdürü

"Yerine göre, ağlayacak kadar duygusal dolaştığımız, kendimizi vatanımızda hissettiğimiz bir şehirdir. Benim için aynı zamanda Balkanların kalbi konumunda olan bir kesişme noktasıdır. Kültürel ve tarihi zenginliği göz kamaştırıcı niteliktedir. İnşallah bir kültürler hazinesi ve abidesi olma niteliğini ilelebet sürdürür."

53


Daniel Evrosimoski

Čaršijski zvuci koji nestaju Zanatlije u Staroj skopskoj čaršiji protive se planu vlasti da unificiraju izgled vjekovima starih radnji.

Sve su rjeđi zvuci čekića, makaza ili četkica u Staroj skopskoj čaršiji. Ovdje i dalje ujutro miriše na svježu kafu, burek i simit - pogaču, a popodne na tradicionalnu hranu i ćevape. Ali zveckanje zanatskog alata, koje je cijeli milenij bilo prepoznatljiva muzika ovog mjesta, polako se gubi. Neki kažu da je to najveća čaršija na Balkanu, a drugi, pak, da je jedna od najvećih u svijetu. Puna je priče i dogodovština – i lijepih i tužnih. Njeno pravo blago se krije u tijesnim

i krivim uličicama, u živopisnom izgledu dućana, starim džamijama, crkvama, hanovima i muzejima. Danas Čaršija živi pretežno uveče. Centar je noćnog života u Skoplju. Kafići i kafane su puni, cijene su pristojne, a atmosfera jedinstvena. Ipak, moderno vrijeme gazi stare zanate. Kazandžije, kovači i samardžije nisu potrebni kao u prošlosti. Teško preživljavaju, a vlasti već dvadeset i pet godina nemaju jasnu strategiju za njih.

54

"Čaršija elegantno propada. Ono što kažu da je čaršija zaživjela, to je radi restorana i kafića. Kako što možete da vidite, čaršija je sada prazna", pokazuje na ulicu ispred njegove radnje majstor Dimitar, koji izrađuje i popravlja muzičke instrumente. Njegova porodična radnja je stara 80 godina. Kaže kako su ekonomsko stanje i sve više velikih trgovačkih centara, ali i međuetnički odnosi koji se stalno raspaljuju, razlog da njegov posao ne ide najbolje. Kad se desi nešto međunacionalno, odmah


nema Makedonaca u čaršiji, kaže on. "Nema perspektive, uvoze se jeftini instrumenti, naš narod je siromašan, a ja sam naravno skuplji zato što sve radim ručno", priča Dimitar. U nekim radnjama vrijeme kao da je stalo u bivšoj Jugoslaviji. Zidovi su puni Titovih slika, dok se vlasnici s nostalgijom prisjećaju da je Čaršija tada doživljavala svoje "zlatno doba". Majstor Mende je 65 godina u svojoj berbernici. Ljut je što su ulazi u čaršiju blokirani objektima, pa je pristup otežan. Svaki dan sluša mišljenja njegovih mušterija, od onih koji kažu da se Skoplje proljepšalo do drugih koji smatraju da je postalo betonski grad.

"Uživam u zanatu i trudim se da zanat živi, ali teško je. Puno godina sam u čaršiji. I kad spavam, sanjam ovu kaldrmu ispred mog dućana. Važan je duh čaršije, a ne profit. Ovdje je bogat život. To ne smijemo da izgubimo." Ove stare zanatlije kažu da im ne smeta što se, sa druge strane Vardara, stvara novi izgled centra Skoplja. "Dobro je kad se nešto gradi", govore, ali podsjećaju da vlasti ne smiju da zaborave na njegovanje historijskih, društvenih i kulturnih centara kao što je Stara skopska čaršija. Smatraju da je potrebna promocija, ali i čuvanje autentičnosti Čaršije.

"U vrijeme Tita bio je red i redoslijed. Čaršija se uništila. Sada nema više majstora, nema šegrta, niko više neće da radi. Polako izumiremo", kaže on.

Trenutno u Staroj skopskoj čaršiji postoji 18 zanata i gotovo 950 radnji. I dalje se njeguju visoki standardi esnafa, gdje je, pored usavršavanja vještine, podjednako važno i ostati častan. Majstor Faruk je papudžija – izrađivač obuće, već 40 godina. Kaže kako više nema nove generacije koje izrastaju u čaršiji.

55


ESKİ YUGOSLAVYA'NIN ESKİMEYEN YILDIZI:

PLAVI ORKESTAR

Gözde Şeker

56


Plavi Orkestar… Yani Mavi Orkestra… Bir nesil onların şarkılarıyla aşık oldu, onların şarkılarıyla eğlendi ve yine onların şarkılarıyla "faşizme hayır!" diye haykırdı. Onlar eski Yugoslavya'da 80'li yıllarda genç olanların hayatında çok özel bir yeri olan 4 arkadaş… Albümleri 5 milyonun üzerinde satan, dünyanın dört bir yanında bin beş yüzün üzerinde konser vermiş 4 Bosnalı müzisyen… Kültür fenomeni olarak tanımlanan bu grubun, yıllar içinde bir ikon haline gelmiş solisti Saša Lošić Milyonlar onu Loša takma adıyla ve kafasından yıllardır çıkarmadığı, onunla özdeşleşen şapkasıyla tanıdı. 20 yaşında çıktığı sahnelerde yıllar içinde kendisi de müziği de dinleyicilerinin gözü önünde olgunlaştı. Bosna Hersek'te doğmuştu, ancak savaş onu Slovenya'ya sürükledi. Silahlar sustuğunda, Plavi Orkestar'ı oluşturan 4 arkadaş yeniden

oluşturan 4 arkadaş yeniden bir araya geldi ve sahnelere geri döndü. Akıllarda ve kalplerde yer eden onlarca besteye imza atan Saša Lošić aynı zamanda yüzü aşkın film ve tiyatro oyununu da melodileriyle bezedi. Bunun yanı sıra dünyanın pek çok farklı ülkesinden sanatçıya beste de verdi. 3 bestesi Candan Erçetin'in yorumuyla Türkçe seslendirildi. Erçetin'den dinlediğimiz; "Özledim", "Canı Sağ Olsun" ve "Yazık Oldu" şarkılarının besteleri aslında Bosnalı sanatçıya ait. Saša Lošić bugün hayatını Saraybosna, Ljubljana ve Hvar Adası arasında geçiriyor. Plavi Orkestar ise yıllar süren suskunluğunu 2012 yılında çıkardıkları "Sedam" isimli albümle bozdu. Ama açıkça söylemek gerekirse, bugün Balkanlarda birkaç kişi bir araya gelip şarkı söylüyorsa, hala "Suada"yı ya da "Bolje biti pijan"ı söylüyor. Yani yeni albüm, eskilerin gölgesinden kurtulamadı. Ama Plavi Orkestar, hala Plavi Orkestar.

57

Grup hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler için Pjer Žalica’nın "Orkestar" belgeselini tavsiye ederim. Žalica, belgeselinde Plavi Orkestar'ın yükselişi ve sonrasını, Yugoslavya'nın son dönem tarihiyle iç içe işliyor. Ben bu belgeseli Saraybosna Film Festivali'nde tesadüfen izlemiştim. Benim Plavi Orkestar hayranlığım işte bu belgeselden sonra başladı. Sinema salonundan ayrıldığım andan itibaren Saša Lošić'e ulaşıp, onunla bir röportaj yapmak, ama hepsinden önce tanışıp karşılıklı sohbet etmek arzusu içimde kaynamaya başladı. Sonunda, 3 ay sonra ortak arkadaşlarımız vasıtasıyla kendisine ulaştım. Röportaj isteğimi kendisine ilettikten birkaç gün sonra Lošić babasını ziyaret etmek için Saraybosna'ya geldi. Böylece birazdan okuyacağınız röportajı 2011'in Şubatı'nda yaptık ve sonrasında Loşa benim en sevdiğim arkadaşlarımdan biri oldu. Eskimeyen bir röportaj olduğu için sizlerle de paylaşmak istedim.


Gözde Şeker

Saša Lošić Röportajı eskisi gibi olmadığı, çıkarın ilk, insan ilişkilerinin ikinci planda kaldığı günümüzde, yıllara, yaşananlara rağmen bir arada kalan 4 arkadaşız. İnsanlara bunun mümkün olduğunu gösteriyoruz. Bu, bilinçsiz de olsa insanları bizi dinlemeye çekiyor. Onların da tekrar bir araya gelmesine vesile oluyoruz. Bizim grubumuz eski Yugoslavya'nın bilinçaltında yer etti. Bizi ćevapi gibi kahve gibi bu bölgenin bir sembolü olarak kabul ettiler. Ben yükleri, ağırlıkları sevmiyorum. Bu yüzden çok mutluyum. Çünkü bu kadar büyük bir role rağmen üzerimde yaz elbiseleri kadar hafif duran bir sanat hayatım oldu.

Yıllarca insanlar her adımınızı izledi. Ama son dönemde bir şekilde kendinizi geri çektiniz. İnsanlar merak ediyor, Plavi Orkestar neler yapıyor, ne üzerinde çalışıyorsunuz bugünlerde? Plavi Orkestar eski Yugoslavya'nın hem kültürel hem de sosyal yaşamında bir kilometre taşıydı. Pek çok şey değişti ama Plavi Orkestar yerini hep korudu. O dönemde binlerce göz sizi izliyordu. Peki bugün Saša Lošić nasıl yaşıyor? Bu yaşta artık geriye dönüp baktığımda daha rahat analiz yapabiliyorum. O dönemki Saša'ya baktığımda bana çok uzak geliyor. Plavi Orkestar o dönemde bir kimlikti. O zamanın ruhunu yansıtan, eski Yugoslavya'nın yetiştirme tarzını benliğinde taşıyan bir kültürel öğeydik. Büyülü bir şekilde bu bölgenin tüm trajik zamanlarını atlatarak bugüne geldik. Bugün geriye baktığımda Plavi Orkestar'ın nasıl böyle büyük bir hareket yaratabildiğini daha iyi anlıyorum. Hala konserlerimiz doluyor. Çünkü, bence her şeyin çöktüğü, aile

2000 yılında çıkardığımız albümden sonra uzun bir ara vermiştik. Bu uzun aranın tek sorumlusu benim. Kendimden çok uzaklaştığım bir dönemden geçiyordum. Slovenya'daki son konserimizi hatırlıyorum. Grup da dinleyici de çok mutluydu. Bense çok garip hissediyordum. Konser sırasında başımı ellerimin arasına alıp öylece kaldığımı hatırlıyorum. Bunu gören prodüktörüm kendime işkence ettiğimi, ara vermem gerektiğini söyledi. 2009 senesine kadar yaklaşık 10 yıl tuhaf bir hayat yaşadım. Antikacılardan çıkmadım, en sevdiğim kitaplara daldım, bütün dergilere abone oldum, çok yoğun internet kullanmaya başladım. Bu sürecin sonunda terapi olarak film ve tiyatro müzikleri yapmaya başladım yönetmen arkadaşlarım için. Dostum Pjer Žalica'nın "Gori Vatra" filmi için Candan Erçetin ile çalıştım örneğin. Bu vesileyle Türkiye'de de birkaç şarkım oldu ve bu beni çok mutlu etti. Bu şekilde yaklaşık 100 projede yer aldım ve sonunda pop müziğe dönmek istedim. Grupla bir dağ evinde toplandık, şömine başında çalmaya başladık, bir baktık ki farkında olmadan aslında yeni albüm için çalışıyoruz. Foto muhabirler bizi izlemeye başlayınca gördük ki kaldığımız yerden devam ediyoruz. Sanırım 2012'de çıkardığımız albüm tüm eski Yugoslavya bölgesi müzik tarihinde üzerinde en uzun süre çalışılan albüm oldu.

58


80'lı yıllara baktığımızda siz bir müzisyenden çok bir semboldünüz bu bölge için. Merak ediyorum, "Faşizme ölüm" diye bir şarkınız ve albümünüz var, bu şarkıyı söylerken yalnızca birkaç yıl içinde faşizmin bu bölgede savaş başlatacağını hiç aklınıza getirmiş miydiniz? O şarkı hep çok ilginç yorumlar aldı ve beni hep şaşırttı. Biz yarım milyon albüm satmış bir gruptuk. Yabancı basın bizi balkanlarda tarih yazan, "Demir perdenin ardındaki Beatles" olarak tanımlıyordu. Gerçekten öyleydi. Sokakta yürüyemezdik, postacı her gün bir çuval mektup getirirdi bana, tur şirketleri kapıma insanları getirirdi, telefon hiç susmazdı… Yani popülerleştikçe iş amacından saptı. Grup olarak bu tatlı ilgiyi kırmak istedik. Genç kız grubu olmadığımızı göstermek istedik belki de. Başka şeyler konuşmak istedik. Göz bebeği olarak görülen, annelerin kızları için damat olarak dilediği bizler, faşizme karşı şarkı söylemeye başladık. Batı'da olsaydık bu bir intihar olabilirdi. "Faşizme ölüm" adlı bir albüm yaptık. Anti faşizm üzerine kurulmuş bir ülke olan Yugoslavya'da bile bu albüm büyük sorun yarattı. Faşizmi hangi içerikte kullanırsanız kullanın hep tepki çeker. Muhalefet için rejim yanlısı, rejim için muhalefet yanlısı olduk bir anda. O dönemde içimize büyük bir endişe yerleşti ve hep orada kaldı. Aldığım tepkilerle benim yaratıcılık kanatlarım kırıldı. Bugün bile sonuçlarını hissediyorum. Bir daha asla o kadar cesur olamadım.

Candan Erçetin'le çalıştığınızdan bahsettiniz. O 3 şarkı Türkiye'de çok seviliyor ama belki de pek çok kişi şarkıların size ait olduğundan habersiz. Nasıl başladı bu işbirliği? Yönetmen arkadaşım Pjer'le bir gün bir kafede oturmuş, yeni filminin müzikleri hakkında konuşuyorduk. Bir sahne vardı; "O sahne için daha doğulu bir ses gerekiyor." dedim. Türk müziğini çok seviyorum. Bence Türk müziği evrendeki en yüksek enerjili müzik. İnsanı omuriliğinden vuran bir yanı var. Saraybosna'da da bu müziğin etkisi büyüktür örneğin. İnternette Candan Erçetin'i dinledik ve sesine aşık olduk; "Mutlaka beraber çalışmalıyız." dedik. Sonra buraya geldi. Çok güzel ve sıcakkanlı bir insan. Çok iyi anlaştık. Beraber bir albüm yapamadığımız için üzgünüm ama hala geç değil.

59

Türk pop müziğini çok seviyorum. Bence çok taze bir yanı var. Ayrıca İbrahim Tatlıses'i çok seviyorum.

Takip ettiğiniz başka Türk müzisyenler var mı? Türk pop müziğini çok seviyorum. Bence çok taze bir yanı var. Ayrıca İbrahim Tatlıses'i çok seviyorum.

Yüzlerce konser verdiniz bunlardan biri de Çeşme Uluslararası Müzik Festivali'nde verdiğiniz konserdi. Nasıl hatırlıyorsunuz o konseri, Türk dinleyiciyle buluşmak nasıldı? İzmir'e gittik, bir masal şehri gibiydi, ışık huzmesi içinde gibi. Tüm yolculuk inanılmazdı aslında. Grup üyelerinden bazılarının uçak korkusu olduğu için otobüsle gittik. İstanbul'un büyüklüğü karşısında hayrete düştüm, daha önce hiç böyle bir şehir görmemiştim. Gidiyoruz gidiyoruz bitmiyor. Ne büyük bir güç diye düşünmüştüm. Sonra İzmir'e geçtik. Daha küçük ama çok güzel bir şehir. Akdeniz şehri ama daha doğulu. Çeşme'de bizi 5 yıldızlı bir otele götürdüler. Havuza indik, bir baktık hemen yanımızda Michael Jackson'ın kız kardeşi güneşleniyor. Eski sosyalist bir ülkenin çocuklarıyız, gelmişiz Michael Jackson'ın kız kardeşiyle yan yana güneşleniyoruz. Şaşırdık


sohbet bile ettik. Ağzından kendi ismimi duymak bile büyük bir şeydi. Sonra şımardık tabi haliyle. Çeşme'de o muhteşem amfi tiyatroya gittik prova için. Teknik ekipmandan şikayet etmeye, hoparlörlere, mikrofonlara kusur bulmaya başladık. Bizden sonra daha büyük yıldızlar prova için geldi. Aynı ekipmanla harika çaldılar. Utandık. İyi bir ders aldık. Festivalde bize ödül de verdiler. Ama her şey bir yana orada yediğim kavunu hiç unutamayacağım.

İyi vakit geçirmiş olduğunuzu duymak güzel, çünkü sizi tekrar Türkiye'de görmek isteriz. Bu yönde bir planınız var mı? Yaşlılık dönemim için planlıyorum. Çünkü o zaman Plavi Orkestar'dan ayrı, kendi projelerime odaklanacağım. Saraybosna Film Festivali için hazırladığım bir proje var. Eski müzisyenlerin çalışmalarını kapsayacak. Caz ve bu bölgenin folk müziği bir arada olacak. Bir nevi zaman tüneli gibi… Bu projeyle Avrupa'yı dolaşacağız. Türkiye'ye de gelmeyi çok isterim.

Saraybosna Film Festivali için hazırladığım bir proje var. Eski müzisyenlerin çalışmalırını kapsayacak. Caz ve bu bölgenin folk müziği bir arada olacak.

Pjer Žalica'nın "Orkestra" filmi seyirciden büyük ilgi gördü. Film Plavi Orkestar odaklı olarak bu bölgenin geçirdiği sizin de şahitlik ettiğiniz değişimi işliyor. Daha önce pek çok filmin yaratıcı ekibinde yer aldınız ama bu kez kendiniz olarak beyaz perdede olmak nasıldı? İlk 30 dakika oyuncusunuz sonra kamerayı unutuyorsunuz. Kamera her anımda beni takip ediyordu. Başta çok rahatsız oldum ama sonra alıştım. Filmi izlediğinizde filmde yer alan insanlarla karşılıklı sohbet ediyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Samimi bir anlatımı oldu. O ekranda herkes sadece insan, unvanlar kayboldu. Ben filmi vizyona girmeden izleyen son kişiydim. Hırvatistan'da Slovenya'da ve Saraybosna'da film çok ilgi gördü. Bir gün filmi tekrar izlerken kendimi çok garip hissettim. Kişiliğimin ikiye ayrıldığını sezdim sanki. Açıkçası ben kamuya mal olmuş kişilik düşüncesine inanmıyorum. Bu yüzden özel hayatımdaki Saša'yı ekrana taşımak benim için kolay olmadı. Alışık değilim. Gazetelerde çıkan haberlerimi okuyup önemli biri olduğum düşüncesiyle yaşayan biri değilim ben. Röportajlar veriyorum ya da bu filmde yer aldım, çünkü gelecek nesillere yaratıcılıkları için bir çıkış noktası oluşturmak istiyorum. Onlara kitaplar dışında da yakın tarihi anlatmak, görünenin dışında geçmiş nasıldı bunu göstermek istiyorum. Kimse bir şey anlatmazsa neye inanacağız? Okuduğum yazarlar hiç yazmamış olsaydı ne olurdu… Sonuçta bu filmle bu bölgenin kültürel ruhuna bir katkı sağladığımız için çok mutluyum.

60


Mak Dizdar

Unwilling Warrior This old head has lived through many a war From the hills of the north to the south sea’s shore And glory wreathed it everywhere To the horn and sackbut’s warring blare In a single battle I caught two wounds But they healed my wounds with a flower’s juice Until I lost my right hand in a final fight And all my glory and praise vanished in bloody days Glory like mist which rises into the skies Glory like straw which blazes up and dies To be given back my shilling is nothing new on earth To be left alone on an empty road is poor reward They whispered round me Nowt that’s what his life were worth They do not know that wounded I still overheard Nor do they know that I will deal my final blow To this evil fate whose ways are known To me alone

Translated by Francis R. Jones 61


Osman Boylu

YOL’A ÇIKMADAN ÖNCE I talk to the wind, the wind can not hear the wind does not hear.

Hergün yola çıkarız. İşe, okula; pikniğe ya da tatile gideriz. Bazılarımız ise ‘yola çıkmaya’ karar verir. Kimimiz bu fikir aklına geldiğinde, hazırlıksız ve spontane bir şekilde gerçekleştirir ama kimimiz bir yardıma, bir desteğe ihtiyaç duyabilir. Bu noktada, önemli bulduğum üç eseri, dokuz körün bir değneği olmak amacıyla değil, acil durum düğmesine basmış kişinin yardımına koşabilmek amacıyla inceliyorum. Bir çok konuyu aydınlatmaya çalışırken, istemesem dahi, defalarca "spoiler" vermek zorunda kaldım.

sıkılabilir ama tek başına yolda olan/olmayı tecrübe edinmiş kişi, ayakkabının düşüşünde, o anda başrol oyuncusunun bize hissetirmeye çalıştığı korkuyu ve acıyı çok net şekilde anlayabilir. Daha doğrusu o acıyı çok bilir.

WILD

Sırtınızda büyük bir çantayla ıssız yollarda ilerlerken, yanınızdan geçen arabaların içindeki insanların size tuhaf tuhaf bakışları, emin olun çok rahatsız eder. Durum; beni de almak, bu kadar zor muydu? Gerçekten sırf senin buradan arabanla geçmeni bekliyordum da, sırtımdaki çanta bomba doluydu ve hedefim seni o ıssız noktada havaya mı uçurmaktı?

Wild filmi, bir insanın tek başına yola çıkmasını anlatan bir film. Bu film, Batı’nın Yol’unu anlatıyor belki ama günümüzde Yol’a çıktığınızda, çokça karşılaşacağınız fiziki ve ruhani bir çok durumu, çok güzel betimliyor. Öyle güçlü betimlemeler var ki, hiç tek başına yolculuk yapmamış bir insan, ayakkabının uçurumdan düşme sahnesini gördüğünde belki o anı kavrayamayabilir, o sahneden

Otostop çekerek gerçekten bir toplumu inceleme fırsatınız oluyor. “Ben asarım, keserim ve kabadayıyım!” diyen adam bile, sizin gibi birinden korkup arabasına almıyor. Bazen de bakıyorsunuz, trilyonluk bir araba duruyor. Sizi davet ediyor ve hoş bir sohbetle seni kilometrelerce öteye götürüyor. Bazen yine trilyonluk bir araba duruyor, sizi alıyor fakat soğuk bir

62

etmeyen şoför liderliğinde kilometrelerce gitmek zorunda kalıyorsunuz. “Az sonra köşeye çekip beni doğrayacak!” düşüncesiyle kilometrelerce gitmek... Anlatmak istediğim duyguyu "Zodiac" filmindeki bebekli kadının, otostop çektikten sonra duran arabaya binmesiyle birlikte, o an filmin verdiği duyguyu tadarak anlayabilirsiniz. Otostop çekmek bir spor gibidir. Mutlu olmak zorundasınız, yirmi dakika da bir olduğunuz yerde zıplamak, kan dolaşımınızı harekete geçirmek zorundasınız. Mutlu olmaya çalışmak zorundasınız. Hiç gerçekçi gelmese bile “hayat çok güzel, herşey çok güzel olacak” gibi, Amerikan filmlerinin klişe laflarını kendinize söylemelisiniz. Sesli olarak! Otostop, gerçekten zihin sporudur. Bir açıdan da fiziksel bir spordur. Altı saat civarı, Rusya’nın ıssız noktalarında otostop çektiğim zamanlar oldu. Vücut ayakta beklemekten harap olabiliyor.


Yol’culuğunuzda mutlaka sabah ve akşam sporunuzu yapın. Koşun, yüzün ve esnetin vücudunuzu. İstediğiniz kadar ekmek yiyebilirsiniz çünkü hepsini tüketeceksiniz. Kilo almazsınız, korkmanıza gerek yok. Şahsen ben ve yol arkadaşım, Türkiye’yi sadece ekmek, zeytin yiyerek ve su içerek bitirdik. O’nun “Olives are good!” sözü aklımda takılmış bir plak gibidir. Sürekli söylerdi çünkü. Türkiye’deki zeytinlerin ise Avrupadakilerden çok daha lezzetli olduğunu söylerdi, en ucuzunu yediğimiz halde. Bazen sırf özlem gidermek için ekmek ile zeytin yerim evde. Otostop, dağlarda yürüyüş yapmak, tek başına şehirler arası yollarda kilometrelerce yürümek, zihinsel ve bedensel bir spordur, bunu tekrar tekrar yazmak istiyorum. İşte tüm bu görüşlerimi, Wild filmi, size bir taşın sertliğini suratınıza vuruyor. Başroldeki ablamızın yola çıkmadan önceki ailevi sıkıntıları, bir çok konuda yaşam ile ilgili yaşadığı kopukluklar ve onun bu yola koyulmaya karar vermesini filmde görürken, sanki birisi benim filmimi çekmiş gibi hissediyorum. Belki Yol’a çıkmadan önceki yaşadıklarım, ablamızın yaşadıkları ile aynı şeyler değil ve aynı değerlere sahip vakalar olmayabilir. Ama onun yaşadıkları durumların ondaki tesiri ve o yaşanmışlıkların doğurduğu sonuçlar itibariyle Yol’a çıkmaya karar vermesi, daha doğrusu sanki

birinin onu Yol'a çekiyormuş gibisinden kendini bir anda Yol'da bulması, benim durumumu çok net açıklıyor. I talk to the wind, the wind can not hear the wind does not hear.

Başroldeki ablamız ara sıra kendine “Ne yapıyorum ben? Evet, bırakmalıyım, geri dönmeliyim!” gibisinden şeyler söyler. Yol’a çıkmaktan pişman olur. Ölüm korkusu basar ve şehir hayatını, o hayatın düzenini ve kolaylığını, arkadaş çevresini ve eski kocasını özler. En nihayetinde geri dönmek ister. Sürekli kendine bunlardan bahseder. Filmde kişinin bu düşüncelerini içses olarak, “voiceover” tekniğiyle görürüz ve duyarız. Bu olay bana çok oldu. Bu acıyı defalarca tattım. Yoldayken kendinizle konuşursunuz. Aslında geride bıraktığınız insanlar ile konuştuğunuzu ve onlar ile iletişim kurduğunuzu zannedersiniz. İşin aslı, rüzgar ile konuşursunuz. Issız bir yolda, kilometrelerce medeniyetin veya bir insanın bile olmadığı yerlerde, ağzınızdan sadece farklı tonlarda harfler çıkar. Bir mana etmez, anlamsızdır. Eğer anlam bulursa, bu tehlikeli bir durumdur. Siz, kendinizi tehlikeye sokarsınız. Moraliniz bozulur. Hüzün, sizi güçsüz düşürür. Çabuk acıkırsınız, aşırı susarsınız. Bir araba geçse de kendimi önüne atsam diye

63

Maalesef çantanızda taşıdığınız ağırlık azalır. İnsan bulma umuduyla daha fazla yürüyeyim derken, bir kaç gün içerisinde artık çantanızı taşımanıza gerek kalmaz; ne yiyecek kalır, ne de su! Biraz daha zaman geçtikten sonra takatiniz kalırsa eğer, giysinizdeki terleri süzüp içmeye çalışabilirsiniz. Hayatta kalma teknikleri biliyorsanız, ya da bir belgeselden aklınızda bir şeyler kaldıysa, eğer şansınız varsa aklınıza gelir, uygulamaya çalışırsınız. Bu yüzden kendi kendinize konuşmayın. Konuşma gereği hissettiğinizde ya güç veren ve güzel şarkılar söyleyin, imkanınız varsa dinleyin (yanınıza en az 5 notalı(!) bir müzik enstrumanı almak ve çalabilmek çok önemlidir), ya da dışavurmanız gereken bir fikir, söylenti ya da hiddet var ise bunu not alın, ses kaydı yapın. İmkanınız yoksa taşlara ağaçlara kazıyın. Kayıt altına alabilmek için elinizden geleni yapın. İleride birileri görsün, duysun ve bilsin diye değil! Bir şekilde kaydedildiğini bilmek, zihninizde kendi kendinize konuşmadığınız bilgisini doğurur. Daha sonra döndüğünüzde bunu insanlarla paylaşacağınızı düşünürsünüz. Bu size güç verir.

Sağlıklı bir şekilde Yol'u tamamlayabileceğinizi bilinç altınıza düşürmüş olursunuz. Bu, belki size verebileceğim en büyük tecrübemdir. Daha sonra, toplumun içine tekrar


girdiğinizde, isterseniz o bilgileri geri dönüştürülemez bir şekilde yok edebilirsiniz. Bu büyük bir problem değildir. Şayet/Şahsen ben onlarca Yol'da biriktirdiğim not defterlerimi, günlüklerimi ve altı yüz gigabyte (1280x720 & 1920x1080 @ 35 Mbps VBR formatını hesaplayarak kaç saate denk geldiğini görebilirsiniz) değerinde profosyonel ses ve görüntü ekipmanlarıyla çekilmiş veriyi sildim. Defterlerim belki geri dönüştürelemez ama görüntülerin yedeği yurtdışında hala bulunuyor. Pişman değilim, yedeği yok etmem gerekirse, ve yok edersem, yine pişman olmam. Önemli olan zihindir. Yaşadıklarınızın size ettiği tesirdir ve onu paylaştığınız biçimdir. Güzel bir montaj ile, güzel bir renk düzenlemesiyle ve etkileyici müzikler kullanarak yapılabilirdi benim Yol belgeselim. Hala yapılabilir. Belki önemli bir eser de olabilir. Fakat hiç bir zaman Yol'un ben de bıraktığı değeri ve benim algılayabildiklerimi size göstermez, gösteremez. Bu düşüncelerimi, inançlarımı ve tecrübelerimi paylaştıktan sonra, filmi dikkat ederek izlerseniz, ne kadar çarpıcı olduğu konusunda benim ile hemfikir olacağınızı düşünüyorum. Senaryo dışında dikkatimi çeken bir kaç güzellik daha var. Bunlardan biri gerçekten güzel seslere, güzel melodilere sahip müzikler. Bu tip filmlerin OST’larını arşivinize eklemenizi öneriyorum.

Filmde hoşuma giden bir diğer teknik ise, vahşi arazide ilerlerken akla gelen anıları film bize gösteriyor; anıda gerçekleşmiş sesler yerine vahşi doğada yürüyen ablamızın duyduklarını işitiyoruz. Çünkü gerçektende, Yol’da ilerlerken sürekli aklınıza takılacak olan anılarda, aynı böyle oluyor. Tuhaf bir ayrıntı ama çok kaliteli bir teknik. Wild filmi benim kişisel görüşüm olarak, mutlu bir son ile bitiyor. Bazılarınız acı son olarak da algılayabilir. Bir film izlemek amacıyla izlenince, hafif bir dram filmi olarak algılanabilir. Yol filmi olarak izlenince, gerçekten sizin için bir “kullanım kılavuzu” olarak görüyorum. Bilemiyorum, hayatımda ilk defa önemli bir dergiye yazı yazdığım için, bazı açıklamalarımda çok mu mübalağa/mübalağaya, abartıya kaçıyorum? Bilemiyorum. Yorumu size bırakıyorum. INTO THE WILD’DAN DOĞAYI KUCAKLAYAN RESİM Bu olmaz mesela. Siz dağlara çıktıktan sonra, ellerinizi açıp, kafanızı göğe kaldırıp doğayı kucaklamazsınız. Deneseniz bile arka planda müzik çalmaz. Aksine dağın tepesine vardığınızda, çantanızın omzunuzdan önünüze sarkan uçlarını ellerinizle sıkarak mırıldanırsınız. Şarkı değil; öfke, küskünlük, yardım, kırgınlık, korku ve en kötüsü umutsuzluk

64

Bu zordur. Evde oturup kuru kuruya yaşamı sorgulamaya benzemez. Sayısızca saatler düşüncelerde yüzmeye, sayısızca kitaplar devirmeye benzemez. Bambaşka, aklınızın alamayacağı bir zorluktadır o şartlardaki sorgu. Çünkü kilometreler boyunca, dilini anlayamadığınız, hatta ve hatta İngilizce bile konuşamayacağınız bu taşra ülkesinde, araba geçmeyecektir, karşınıza ev ya da kamp alanı çıkmayacaktır. Haftalarca sürecek bu süreç. Sen varsın ve sesin var. İnaçlıysan, Yaratıcı ile iletişim içinde olmaya çalışırsın sürekli. Değilsen, tutunabileceğin tek şey özgüvenin. Bahsettiğim Yol’a ise, özgüveni tam olan kimsenin çıkacağına imkan vermiyorum zaten. O kişinin çıkacağı ancak yol olur. Eğer hem bir inancınız yoksa ve özgüveniniz de yoksa, o zamanki yaşayacaklarınızı anlatabilmem an itibariyle mümkün değildir. Dağarcığım el vermiyor. Bilmiyorum, cümleyi başlatacak kelimeyi bile bulamıyorum. Bu durumda iseniz, Yol’a çıkmayı biraz ertelemenizi sizden rica ediyorum. Yalnızlıktır bu özgüveni eksik insanların yol arkadaşı. Sözlükten okumak ya da bir şiirden okuyup “Evet, ben de yalnızım... Şehirde yalnızlık...” gibisinden tefekkür etmek değildir bu kelime. O kelimenin hakiki, has ve ilk anlamını tadarsın. Soğuk suratınıza çarpar ve acıtır. O acı dikkatinizi dağıtır. Zevk alamazsınız doğada yalnız olmaktan.


duygusuyla saatler geçer o tepede. En sonunda harekete geçip yürümeye devam edersiniz. Okun yaydan çıkma misali, ne geri dönebilirsin, ne de bitirmeye yaklaşabilirsin. Acıyla ve kuşkuyla devam edersin. Yani filmin senaryosunda o kadar tuhaflık varki, cinsel ilişkide bulunmak için teklif alan ama yaş tutmamasından dolayı reddedip, teklif eden o kişiyle farklı evcilik oyunları oynamayı düşünüp onun gönlünü almaya çalışan bir erkek numunesi gösteriliyor. Buna ne yorum yapılır bilemiyorum. Yani erkek bir karakteri sevdirmek için ve özendirmek için bundan daha iyi bir senaryo yazılamazdı herhalde. “Kariyer 20. Yüzyılın icadıdır” diyen başrol oyuncumuz, doğa ile başbaşa iken kendi iç dünyasındaki kariyerini veba ediyor. Doğaya toz penbe yaklaşıyor. Sonunda kendi vücudunu da veba ediyor. Hayvansal bir yaşam yani. “Beynim yok!” diyor, “Ben bir hayvan olmak istiyorum.” diyor. Annesinden ayrılmış vahşi yırtıcı yavrularının yalnız kalıp ölmesi gibi ölüyor. Bu film benim için tam bir illüzyon idi. Doğa senin ile konuşmaz, senin yardımına koşmaz. Doğa sana acımaz. Senin için rüzgarı, yağmuru yahut yarınki hava sıcaklığını değiştirmez. Bunları bildiğiniz halde söylüyorum çünkü ben, gerçekten inancımı yitirdiğim zamanlarda doğanın gücüne ve merhametine,

benim için doğa olaylarını değiştirebileceğine inanarak bir çok tehlikeye atıldım ve girilmemesi gereken yerlere girdim, uzun yollar katettim. Sen gitsen de gitmesende o kendi bildiğini yazıp çizmeye devam eder. Şu an inançli bir insan olduğumu öne sürerek şunu demek istiyorum. Doğa ona verilen kodların/emirlerin dışına çıkmaz. Sen insansın. İnsan senin ile iletişime geçer. İnsan senin yardımına koşar. Filmin kapanışına yaklaştığımızda, bize topluma geri dön mesajı veriliyor tabiki. Fakat her ne kadar da film böyle bitmiş olsa dahi, çevreden bu filmi izleyen insanlardan duyacağınız tek şey, “Ben de gitmek istiyorum ama yapamıyorum!” olur. Ne kadar da ilginç değil mi? Şehirden kaçmak gibi bir muhabbet açıldığında, herkes Into the Wild'dan bahseder, doğru muyum? Peki aranızda kaç kişi Wild filmini duydu? Neden biliyor musunuz? Popüler kültürün altyapısını oluşturan insanlar gerçekten zekiler. Into the Wild mükemmel bir düzenbazlık oyunudur benim için. Bu başarılarından dolayı onlara saygı duyuyorum. Her ne kadar film sonlara doğru bize “Mutluluk, sadece paylaşabildiğinizde gerçektir” dese dahi, yine de bu filmi popüler kültür olarak yorumluyor, eşinizle dostunuzla drama izlemek amacıyla tüketmenizi tavsiye ediyorum.

65


Ali Recai Polat

Ay Işığındaki Beyaz Çiçek’ten Üçüncü Dünyaya Kalan Hataları düzeltmek üzerine kurgulanmış 21. yüzyılda; zaten hepimiz, olay yerinden hızla uzaklaşan fakat yolda tanıdık bir elle tokalaşmak zorunda kalmış sanıklar değil miydik?

Kuralsız bir düzenin dergisinde dosya konusu Üsküp olunca, ister istemez akıllara Makedonyalı Kondovski'nin 1955 yılında tuval üzerine yağlıboya ile resmettiği "Ay Işığındaki Beyaz Çiçek" geliyor. Oysa çoğunluğun bilinen dünyasına yansıyan herhangi bir ay ışığında bir çiçeğin beyaz olması mümkün olamamaktadır, çünkü çoğunluğun bilinen dünyası hataları düzeltmek üzerine kurgulanmıştır. Bu yüzden, neresinden bakarsak bakalım "Ay Işığındaki Beyaz Çiçek" bir azınlık olgusunu ifade etmektedir ve kusursuzluğa yakındır.

Makedonya Bilim ve Sanat Akademisi'nin üyelerinden biriydi. 1927'de Makedonya'nın Pirlepe şehrinde doğmuştu. 1949'da Üsküp sanat lisesini bitirdi ve 1952'de Belgrad Güzel Sanatlar Akademisinden mezun oldu. Kondovski, savaş sonrası ilk dönem Makedon sanat camiasına öncülük etti ve "Bugün ve Şafak" hareketinin bir parçası olarak kendisinden önce gelen Dimitar Avramovski-Pandilov, Lazar Ličenoski, Nikola Martinoski ve Borko Lazeski ile YugoslavMakedon sanatının duayenleri- nin arasında sayıldı

Dimitar Kondovski (1927-1993) portre ressamı ve grafik sanatçısı olmasının yanı sıra akademisyendi.

Bugün bu dergide, bu sayfada Dimitar Kondovski’yi akıllara getiren, derginin dosya konusundan veya

66

Üsküp merkezli savaş sonrası Makedon sanatına öncülük etmesinden ziyade, 1955 yılında adeta paletten ve fırçadan fışkırırcasına hayat bulan "Ay Işığındaki Beyaz Çiçek" adlı eseri olmuştur. Kondovski'nin bu eseri; uzun zamandır zihin boşluklarında asılı kalmış olan Jared Diamond'un "Tüfek, Mikrop ve Çelik" adlı kitabında yer alan Yali'nin o meşhur sorusuna bir cevap niteliği taşımaktadır. Yali; "Neden siz beyazların bu kadar çok kargosu var? Bunları Yeni Gine'ye neden getirdiniz ve biz siyahların kendi kargosu neden bu kadar az?" gibi yaşamla ölüm arasına sıkışık bir soru yönelttiğinde; bu sorunun ne antropoloji ile ne kaderle ne de şansla açıklanamayacağını biliyordu. Ortada bilimsel ya da bilimsel olmayan her hangi bir yöntemle açıklanamayan, kavramsal olarak adaletsizlik kavramına tekabül etmeyen bir başlangıcın yol açtığı bir tarih seyri vardı çünkü bizler inançlı insanlardık. Bu tarihsel süreç, sebep-sonuç ilişkisine beşeri yönden dayalı olarak toplumsal sınıfların ortaya çıkmasını ve keskin olgusal, iktisadi, sosyal ve siyasal sınırların ve karşıtlıkların homojen olarak ortaya çıkmasına sebep oldu. Fakat, 1955 yılında Kondovski ay ışığının altında beyaz bir çiçeği çizdiğinde, soyutsüprematist bir eserden ziyade, insanlık tarihinin detaylarından, tüm bakış açılarına

tüm


m

algılamalarına kadar her şeyinin, birer tabu olduğu gerçeğini gözler önüne sermiş oldu. Yeryüzünde bozgunculuk yapmış olan, yapan ve yapacak olan insanoğlunun bu durumu temelde doğasından ziyade bu gezegene ait olmayan bir varlık olmasından kaynaklanıyor. Başka bir yerlerde yaratılmış ve sonradan -aslında ait olmadığı ve kendi yazısız kurallarının bulunduğu yerden bağımsız geliştiği ve harmonik olmadığı- bir dünyada kısıtlı bir sürede yaşıyor olmasından doğan varoluş sancısı insanı süresiz ve amansız bir "başka yer" veya "asıl olana dönüş" özlemine itiyor. İnsan iyi ve kötünün aynı potada sergilendiği sanatsal bir eser değildir. İnsan tezatların aynı anda tecelli bulduğu yaradılış harikasıdır. Mesela, Kondovski'nin sanatla iç içe Makedonya'sında, onun çalışmaları Makedonya'nın gösterişli ortaçağ sanatını yansıtır. Öte yandan, Makedonya'da Sanat ve Grafik Hareketi'nin kurucularındandır. Resimlerinin yanı sıra 2 binden fazla illüstrasyon çalışması ve operalar, bale gösterileri ve tiyatrolar için hazırlanmış 200’e yakın sahne tasarımı bulunmaktadır. Kondovski’nin sanat çalışmaları natürmort resimlerden, portrelerden, alışılmadık geometriyle çizilmiş soyut çalışmalardan ve dilimlenmiş eserlerden

süprematist hareketinden izler görülürken, aynı zamanda çok fazla teknik kullanmadan ortaya çıkan bir geometri ve şekil aşkı ön plana çıkıyor. Bu bilgiler ışığında anlıyoruz ki; bu derece estetik kaygılar gütmüş, bu denli duayen sanatçıları bağrında barındırmış, zarafet dolu sanat anlayışının yanında tarih sahnesindeki yerini birkaç defa küresel kırılmalara yol açacak olaylarla almış bir toplum; günümüzde toplumsal bunalımlara

İşte tam burada, tam olarak bu yüzden ve tam olarak şuan, tüm tahriklerin ve ikrahların, tüm kanıksamaların ve boş vermişliklerin arasında –mesela Aylan bebekle yaşamaya alışmış bir vaziyette- bir kez daha Dimitar Kondovski'nin "Ay Işığındaki Beyaz Çiçek" adlı eserine bakıp çıplaklığı algılamadan, önce kendi zihinlerimizde yıkılıyor adaletsizliğe, ötekileştirmeye ve toplumsal benliğe dair tüm tabularımız. Çünkü sadece beşerin tabular dünyasında her şey adaletsiz, sabit ve partizandır, ırkçı ve acizdir. İnsan işte; ne yapsa aciz! Öte taraftan hataları düzeltmek üzerine kurgulanmış 21. yüzyılda; zaten hepimiz, olay yerinden hızla uzaklaşan fakat yolda tanıdık bir elle tokalaşmak zorunda kalmış sanıklar değil miydik? Oysa kader daha tozpembe daha naif davranmalıydı, bir şeylere zorunda kalmışlık hissedenlere...

Dimitar Kondovski, "Ay Işığındaki Beyaz Çiçek" 1955, 70x49 cm tuval üzerine yağlı boya

sahne olan, mülteci sorunu karşısında vahşet ve refah sorunu arasına sıkışmış olarak karşımıza çıkıyor. Makedonya'da yaratılış harikalarının bireysel tezatları elbette önce toplumsal kaygılara ve benliğe ve sonrada derin düşmanlıklara ve hiçliğe dönüşecekti. 67

Kul ne yapsa; aciz işte!


Mirzana Pašić Kodrić

Nadija Rebronja

Venera iz Tunisa

Flamenko Utopija

ja ne pišem pesme samo slušam ljude i gradove

Ukamenjena rukom nepoznatog tunižanskog majstora, koji nikada neće biti Rodin, ljepša od lijene Tizianove Afrodite i razvratnice slobode u New Yorku, obla mislima, naga pogledom, Venera iz Tunisa, pametnija od willendorfske, nosi krčag vode na leđima. Podsjeća ako voliš, teret nosi sama, biraj mudro kome vode daješ ne presipaj puno da ne ostaneš mokra, a ako bi vode sipala u tuđu posudu, pazi na barem približno jednak kapacitet. Operi i prljave, ali vode ostavi i za sebe. Neka u krčagu samo tebi teče

postoje pejzaži savršeni za zločin tamo gde te grad zagrli stegne među dlanove od gigantskih zdanja pusti da iscuriš u obline ulica gde fontane operu tvoje sećanje na vlastito ime tamo ti zločinac dozvoli da oživiš samo u trgovima pločnicima i nasmejanim devojkama na njima hišam, farmaceut, u dvorištu maurske kuće u nekom drugom gradu koji se isto zove granada ja se ne zovem hišam i umro sam za vreme franka gledajući kako streljaju lorku ka smrti me je povela za ruku pesnikinja ar-rukanijјa rekla mi da ključ za život su stihovi na zidu alhambre u ovom gradu koji se isto zove granada ja se zovem hišam sedim u dvorištu i čitam knjigu stihova sa zidova alhambre zidova se ne plašim i bacam ključ za život jer oblik vremena je krug a ja sam uvek u granadi i nije važno kako se zovem

68


svoje prošlosti u jednoj kapi u sred okeana

u mesu na udovima rukopise koji gore ali ne izgaraju

tada sam bila voda imala sam oblik svega što u tom trenu zagrlim

nigde ne nalazim smrti ni rađanja samo ovo sada cipele i zemlju

kada sam upoznala vatru počela sam još čvršće da verujem u trenutke prošlost i budućnost su prestale da kucaju ili je njihov zvuk postao sasvim nem beatris, pesnikinja iz hipi klana peroflauta moji su očevi široke prerije persijske šare andaluzijska sela fontane i trgovi moja su prošlost tolstojevi vozovi šekspirove sestre borhesovi podrumi nek drugima lica izliju u bronzi više volim lišće nego istorije

devojka koja se zove itsaso, što na baskijskom znači more kad udaram cipelama o zemlju vidim čudnovate stvari orijent na matisovim slikama lorkin grob u travi u zidovima

klara oskaru, pijanisti hodaš svetom kao po dirkama klavira nekad sviraš forte a nekad adagio ne možeš stići do kraja klavijature jer zapravo su dirke u tvojim cipelama

solomon o fatimi, koju je sreo u realehu tvoje more je nešto sasvim drugo drugo su kapi koje ujutru očistiš dlanom sa ograde terase sušiš jastučnice na stubovima alhambre ostaneš nema pa kao sitnu ljubaznost poklanjaš svima sevilju i kordobu dišeš kao zemlja pevaš kao njena tamnoputa koža ostaješ van ovog dana

69


70


Çingenelere diğer bölgelerdeki gibi hor gözle bakmadığından ve onların güzel taraflarını kendilerince harmanlayarak kültürlerine dahil ettiğinden diğer bölge halklarından ayırılır. Bu ayrım onları diğer bölge halklarından daha zengin kılar ki etkisini sinemada, müzikte ve edebiyatta görürsünüz. Limonata da Balkanların bu kısmını zaten es geç(e)memiş, film bize burada; ne kadar ciddi de olsak bir yerde mola verip bir Roman düğününe iştirak etmek de fayda vardır mesajını veriyor. Yüzyıllarca bir arada yaşadığımız Balkan halklarından çok acı bir şekilde koparıldığımız malum. Orada yıllardır bizsiz yaşayan, Anadolu’ya geri dönmeyen Türklerin olduğunu da biliyoruz. İşte o insanlar hayatlarına hâlâ biz varmışız gibi devam ediyor, Türkiye’de şampiyon olan Futbol takımı için sabahlara kadar seviniyor, yine oradan gelen kötü haberlere üzülüyor iyi haberlere de en az bizler kadar seviniyorlar. İşte Sakıp da bu sevinenlerden ve üzülenlerden sadece bir tanesi. O yüzden ben Manastırdan geldim deyince ilaveten bir bilgi verme gereği hissetmiyor, o nasıl Kayseri’yi, Bursa’yı en az bizim kadar biliyor, bizden de Manastır’ı, Üsküp’ü, Kalkandelen’i, Gostivar’ı bilmemizi bekliyor.

Limonata ne bir yol filmi ne de bir kardeşlik filmidir bana göre. Evet yolda geçtiği doğrudur, evet içinde kardeşlik teması da barındırıyor, hatta ismi de dolaylı olarak oradan geliyor ama Limonata farkında ya da olmadan tam anlamıyla bir Balkan filmidir. Hem de Balkan filmi olabilmek için yeterli Roman kültürü kotasını doldurmadan başarmıştır bunu. Hem bunu yaparken de diğer Balkan filmleri gibi olayı Müzikale bağlamaz.

‘‘Ne kadar ciddi de olsak bir yerde mola verip bir Roman düğününe iştirak etmek de fayda vardır’’

Filmin sonunda, gün daha yeni ağarmışken börek yemeğe İlyas yerine Marko’ya gitmeye karar verirler çünkü İlyas böreği yağlı yapıyordur. Belki Marko onlara böreğin yanında çay veremez ama Soğuk bir Limonata servis edebilir. İşte Balkandan kastımız da budur.

71


Yusuf Kaplan

Bursa’nın ruh ikizi, Istanbul’un özeti, Balkanların kalbi: Üsküp Üsküp'teyim. Öksüz şehir, kimsesiz şehir, sahibini arayan şiir şehir Üsküp'te.

Osmanlı şehri, şenlikli bir şehirdi: Melekût âlemin- Şizofren bir şehir Üsküp şu ân: Acısını kalbine den süt emen Medine'nin izdüşümü, hakikat bahçe- gömen ama her yanından hüzün akan bir dertli sinin meyvelerinin yeşerttiği rengarenk ve renkâhenk dolap. kozmik bir şehirdi. Şehre akşam vakti iniyor uçağımız. Dışarıda yağmur Üsküp de öyleydi. Yahya Kemal ne kadar enfes var. İstanbul'da ilkbahardı, burada sonbahar... sanki anlatıyordu bu şiir şehir, şirin şehir, dingin ve engin öyle bir hâl var. şehir Üsküp'ü. Üsküp'te beni karşılayan ilk manzara: Ünlü Osmanlı Yahya Kemal'in Üsküp'ünün hiç kışı yoktu sanki. köprüsünü silikleştiren, silindir gibi ezip geçen, silinHep yemyeşil, taze tomurcuklar veren, taptaze dir gibi ezip geçmesi için böyle yapılmasına karar meyvelere gebe bir bahar şehri. Kozmik bir ilkbahar verilen kaba saba köprünün Üsküp'e damgasını şenliği. Bursa'nın ikiz kardeşi, ruh ikizi, İstanbul'un vuran şirin Osmanlı kalesinin tam üzerinde, özeti. Sade bir örneği. Sade ve küçük. O yüzden demoklesin kılıcı gibi duran Üsküp'ün en tepesine güzel. O yüzden yüzünüzde güller açtırıveren nazlı yerleştirilen, adeta göğe, göğün tam kalbine hançer bir şehir. gibi saplanan, her yeri ve herkesi gözetleyen bir heyula var: Devâsâ bir Haç ikonu bu! İstanbul lâleyse, Üsküp gül'dü. Ama yüzyıldır çok acı yaşıyor burası. Her halinden Osmanlı'yı geçtik, Yahya Kemal'in izlerini bile belli bu. Bütün Balkanlar, güzide, şirin, şiir Balkan silmişler! Şehre, en tepesine ışıklandırılmış devasa bir şehirleri büyük bir acı yaşıyor: Ayrılık acısı. Haç yerleştirmişler!

72


Ve her yeri heykellerle donatmış komünist Tito ve ardından gelenler! Bizimkiler buradakilerin yanında çok komik kalır! Hüzünlendim.

döndüğünde mübadele sonrasında Üsküp'ü terkedenlere, “terk-i vatan, terk-i imandır” diyerek “kâfirdir” fetvası veren bir eren, geleceği gören bir alperen.

Yazıyı, Üsküp'ün ve Balkanların Müslüman kimliğinin korunmasında kilit rol oynayan Ataullah Efendi'yi rahmetle, şükranla ve minnetle anarak bitirmek istiyorum.

Öyle ki, Makedonya'yı, Üsküp'ü terkeden, Türkiye'ye yerleşen hiç kimseye hakkını helâl etmiyor, hiç kimseyle görüşmüyor, yıllarca Türkiye'deki arkadaşlarından gelen mektupların hiçbirine cevap vermiyor.

Ataullah Efendi, Makedonya'nın gizli kahramanı, Üsküp'ün, Üsküp'teki Müslümanların koruyucu efendisi, mabedin bekçisi. İskilipli Atıf Efendilerin, Mustafa Sabri Efendilerin İstanbul'da ilim arkadaşı, gönüldaşı. Üsküp'e

Şiir şehir, şirin şehir, Müslüman şehir, Bursa'nın ruh ikizi, Saraybosna'nın, İşkodra'nın, Filibe'nin ikiz kardeşi, İstanbul'un özeti Üsküp, Müslüman kimliğini koruyabilmesini Ataullah Efendilere ve onların mirasçıları öncü kişilere borçlu.

73


Hakan Arslanbenzer

Yahya Kemal Beyatlı: Between the old and the new Late 19th century Ottoman poetry was concerned with a debate between modernity and tradition that looked like a quarrel between the ancients and moderns in France. Eventually, the moderns won the battle. However, whether they were really writing modern poetry is still debated among literary historians and critics. The generation of Turkish poets born in the 1870s and 1880s, those in school during the modernity battles among the major poets, is the direct outcome of the above-mentioned literary battle. They were born eager to develop a plain poetic discourse close to the daily speech of real people and a national understanding of poetry and literature. They all felt that it was their duty to achieve both goals. Two major poets of the first quarter of the 20th century, Mehmet Akif and Yahya Kemal, developed a new kind of poetry relying on the plain Turkish of everyday life. Yet they achieved this by utilizing different styles. Though both used ancient meters, Akif spoke in a more fluent but a less plain manner while Beyatlı's Turkish is more understandable, but his speech is not as natural. Akif determined the poetic discourse until the end of the 1920s. After that, Yahya Kemal became the most prominent poet in the poetry circles of the young Turkish Republic. Early life Yahya Kemal was born Ahmet Agah on Dec. 2, 1884, in Üsküp - now Skopje in Macedonia - to an Ottoman bureaucrat family that settled there after the conquest of the Balkans. His father, İbrahim Naci Bey, was the mayor

74

of Üsküp and later worked as a judge in İzmir. His mother, Nakiye Hanım, was the niece of Galip Bey of Leskofça - now Leskovac, Serbia. The Beyatlı surname comes from Şehsuvar Pasha, who was the beg of a sanjak during the reign of Sultan Mustafa III. Yahya Kemal was first schooled in Üsküp before his family was obliged to move to Salonika - now Thessaloniki, Greece - as the Greco-Turkish War exploded in 1897. However, the family returned to Üsküp because of the poor health of Nakiye Hanım, who died soon after. The death of his mother greatly affected Yahya Kemal, which can be seen in his poems that included tragic themes like the sorrow of departure, homesickness and missing beloved ones. Yahya Kemal was sent to further his education in Istanbul after he graduated from high school in Üsküp. He decided to attend Robert College in Istanbul, and he stayed with a relative where he met a member of the rebels called the Young Turks. So he changed his mind and decided to continue his education in Paris rather than in Istanbul. Baudelaire worshipping in Paris Yahya Kemal is said to have led a bohemian lifestyle in Paris. He affirms this in some of his poems mentioning Parisian life. He refers to his years in Paris with such phrases as "Baudelaire worshipping," "magic zest of poetry" and "liberty under the wind of the ideal."


throughout his entire life. Sorel encouraged Yahya Kemal to enroll in the Medieval Turkish department. A bohemian nationalist Yahya Kemal lived in Paris for nine years until 1912, meeting prominent leaders and members of the Young Turk movement, including Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet and Samipaşazade Sezai. He also made friends with such Parisian Turks as Şefik Hüsnü, who would establish and become the leader of the Communist Party of Turkey, and Abdülhak Şinasi Hisar, later a rightist columnist and novelist. As he moved into his 20s, Yahya Kemal became a more mature intellectual who felt a responsibility for his people and country. On the advice of Sorel he kept reading and learning about Turkish cultural history. Indeed, he reflected these studies in his columns and articles after he returned to Istanbul in 1912. For me, Yahya Kemal was an amateur historian. "Amateur" here is just to state that he was not a historian by profession. His writings on history include cultural formulas born from nostalgia. This historical and national nostalgia is an integral part of his poetry as well. He was very fond of speaking and writing about the "good old days" of Turkish history. A Yahya Kemal biographer even called this situation "a dream of conquest during the defeat" because most of his nostalgic poems were written when some parts of Turkey, including Istanbul, were under enemy occupation. A Parisian in Istanbul Ahmet Hamdi Tanpınar, the famous poet and novelist who attended Yahya Kemal's literary lectures at Istanbul University and was his devoted disciple his entire life, said that his master's tastes and attitudes smelled of Paris. Yahya Kemal remained a Parisian dandy in Istanbul until his death.

75

However, he took a role in the War of Independence by writing columns in Istanbul newspapers. Before that, he lectured at Istanbul University. In 1921, he published the Dergâh literary periodical with his friend Ahmet Haşim, another prominent poet. Yahya Kemal was a member of the nationalist-populist movement of 1911-12. His political views and cultural interpretations varied depending on the occasion. In some of his poems and articles he speaks as a straight conservative while some of his lines and speeches reflect a cosmopolitan air. This is because, I think, he learned that he needed to be a nationalist in Paris from French conservatism. His conservatism and nationalism were cosmopolitan.

After the founding of the Republic Yahya Kemal was among the Turkish representatives at the Treaty of Lausanne negotiations in 1922. In 1923, he moved to Ankara and entered Parliament. After 1926, he was appointed as a minister in the Turkish Embassy in Warsaw and then in Madrid. He was a member of Parliament for three terms from 1934 to 1946. After that, he became the Turkish ambassador in Pakistan and retired in 1949. Yahya Kemal visited Paris in 1957 due to health issues. However, his health did not recover and he died on Nov. 1, 1958 in Istanbul. He was among the most praised Turkish poets both during his lifetime and posthumously. There are several associations and foundations established to protect and promote his legacy. This is important because Yahya Kemal never married and had no children. His name has been given to many schools, local districts and streets. His understanding of poetry and interpretation of national culture were half-official until recently.


Ali Enes Åžahin


76 BİR OTOSTOP HİKAYESİ - FATİH ERSİN + 79 BOSNA DAĞLARINDA BİR GÜN - M.BURAK KILINÇ + 81 THE STREET - OCTAVIA PEZ + 82 BU BEN DEĞİLİM ORÇUN ÜNAL + 86 KARADAĞ DESTANI - ALİ RECAİ POLAT + 88 A BLOOD CURDLING TALE OF PHILOSOPHY - HALİT REVAHA ZİNİ + 92 BELGRAD’DA İKİ GÜN - AYHAN DEMİR + 96 BALKANLARDA MEVLEVİLİK UFUK SÜSLÜ + 98 DERVISHES IN BELGRADE - MILAN VUKOMANOVIC + 102 NOVIGRAD - LJILJANA BLAGOJEVIC + 102 BALKAN SÖZLÜK


Ölmeden Önce Gideceğiniz varken nasıl olur da Ohri'ye Te k Ş e h i r ? insan uğramadan, uğrayınca doymadan bu şehirden hareket öğrenemedim.

OHRID Ahmet Özcan 40 ülke 200'den fazla şehir gördükten sonra bana en çok yöneltilen sorunun cevabıdır Ohri. Eğer ruhunuz yollarda huzur buluyorsa ve hareketsizlik bunaltıyorsa imkân buldukça yollara düşersiniz. Düştüğünüz yolun nereye varacağı umurunuzda değilse, ayaklarınız kanayıncaya kadar yürüyecekseniz ve haritayı önünüze serip gidemediğiniz şehirler için pişmanlık yaşayacaksanız en çok Ohri için üzülmelisiniz. Makedonya'nın devlet oluşu, isminin tanınmaması, bayrağının şeklinden rahatsız olunması Ohri'yi gördükten sonra umurunuzda olmayacaktır. "Balkanların İncisi" olarak anlatılır Ohri. Ben ise Ohriliyim diye tanıtırım kendimi. Balkanlara götürdüğüm her grup için kesinlikle bir gece konaklamam Ohri'dedir. Peşinizde sizi takip eden bir otobüs

edilir

hala

Ohri'ye yüzlerce kez gittim, dememe çok az bir süreç kalmışken bu şehir de beni çeken nedir anlatmak isterim. Ohri'ye varış için sık kullandığım iki yol varır. Birincisi Üsküp'ten Kırçova yolunu takip ederek ulaşabilirsiniz. İkincisi Arnavutluk'tan Makedonya'ya giriş yaparsanız El Basan'dan Ohri'ye giden kapıyı geçmek için dağlara vurursunuz kendinizi. Ohri'ye nereden girerseniz girin, ne kadar kalırsanız kalın gönlünüz bu şehri bırakıp gitmeyi hiçbir zaman kabullenemeyecektir. Ohri gölünün dinginliği, ufacık taş sokakları, Samuel'in kalesi, Sveti Naum'un huzuru her gelişinizde sizi daha sıkı bağlayacaktır Ohri'ye. Antik tiyatroda anlamadığınız dillerde sahnelenen oyunları izlerken Ohrili gibi hissedeceksinizdir kendinizi. Gölün kıyısında kahve içmek için Kadmo Bar'a gidip macchiatonuzu söyledikten sonra fonda çalan sarı gelin türküsünün Makedoncasına denk gelme ihtimalinizle bir kez daha Ohri'ye gelmenin planlarını yapacaksınızdır. 78

Şehrin Arnavut kaldırımlı çarşısında yürürken parmak uçlarınızı yakan kikirikiyi yemeyi unutacaksınız ufacık balkonlardaki çiçekleri ve sandalyeleri izlerken. Şehrin kalbinde Osmanlı'nın varlığını hissettiren tarihi çınarın altına oturup şehri izlerken illaki birileri gelip size hoş geldiniz ana vatandan diyecektir. Ve İstanbul'da gördüğü, bildiği semtleri sayacaktır. Çınarın çaprazında Halveti dergâhında bir sabah namazı zikrine katıldığınız vakit o halka da yıllarca bir eksik varmış ve siz gelince tamamlanmış olduğunu zikirden sonra şeyhin müritlerinin sunduğu kahveyi yudumlarken fark edeceksiniz. Gün doğumunu gölün kıyısında karşılıyım derseniz, bisiklet süren yaşını almış Ohrili dedelerle tanışıp bisikletlerini emanet alıp tatlı sudan dönüp gelmenize müsaade edeceklerdir. Sabah rüzgârında gölün kıyısında oltalarını atmış günün doğmasını bekleyen balıkçılarla sohbet ederken yanınızda kuşları yemleyen bir Ohrili'yi kesinlikle göreceksinizdir. Tekrar çınara dönüp Ohri'de neler oluyor sorusunun cevabını bulmak


mutlu olabileceğiniz İstanbul Kahvehanesine gelmeniz yeterli olacaktır. Çayınızı söyledikten sonra mekânın işletmecisi güzel insan Cengiz abiyi ve eşi Selma ablayı görüp bir selam vermezseniz hiç gitmeyin Ohri'ye.

Ohri’ye yerleşirsem ufak bir dükkan açıp balkonlarını çiçeklerle doldurup turist olarak gelen insanlara memleketlerini sorup ‘’Aa İstanbul mu’’ deyip acımak istiyorum

Tüm bu güzellikleri ufacık metrekarelik bir şehirde yaşamak ve her gelişinizde daha fazlasıyla karşılaşmak size Ohri'den ayrılmayı zorlaştıracaktır. Ve ben ne zaman Ohri'den İstanbul'a dönsem İstanbul'da yaşa(ma)yarak kendime eziyet ettiğimi düşünürüm. Bir gün Ohri'ye yerleşirsem ufak bir dükkân açıp balkonlarını çiçeklerle doldurup turist olarak gelen insanlara memleketlerini sorup "Aa İstanbul mu?" deyip acımak istiyorum. Ohri'ye gidin veya hiç gitmeyin ama yine de gelin.

Buraya kadar geldik bir hatıra almadan dönmeyelim, derseniz incici Abidin'e uğrayın. Tezgâhında sürekli size ikram edilmek üzere bekleyen bir şeyler vardır. Sakın çalışanlarına; "Siz Türkçeyi nasıl öğrendiniz?" gibi sorular sorarak canlarını sıkmayın. Balkanların zihnimizde soğuk ve savaştan ibaret olmasına hayıflanarak ve utanarak Hacı Durgut camiinde bir safa dâhil olmak için sakin sakin adımlayın. Namazdan sonra imam Ömer beye selam verirseniz size çarşıda kaşarlı köfte ısmarlamak isteyeceğinden emin olabilirsiniz. 79


Mehmed Arif

Biz Bu Maçı Alacağız! Ah Üsküp... Balkanların kalbi, Osmanlı'nın aziz hatırası. Üsküp; Rumeli türkülerinin membaı, Yahya Kemal'in çocukluğu, Âşık Çelebi'nin dizelerinin ilhamı... Muhteşem bir saltanatın ve kahredici bir çöküşün şahidi şehir... Tarih boyunca çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış olan Üsküp şu anda Sosyalist Yugoslavya ve Osmanlı döneminin izlerini taşımaktadır. Mimaride, sanatta, sosyo-ekonomik ilişkilerde bu iki anlayış hakim olmuştur diyebiliriz. Son dönemde modernizmin etkisiyle "globalleşen dünya"da, farklılıklar bir potada eritilmeye çalışılsa da halkların alışkanlıklarında Yugoslavya dönemi ve Osmanlı dönemi derin izler bırakmıştır. Üsküp şimdi ne halde gelin bir hasbihal edelim...

Müslümanların. Sisteme entegre olmakta sıkıntı çekenlerin, beş asırlık hükümranlığın hasretini bağrında hissedenlerin yanı. Ve biz bu yanı terk etmeyeceğiz! Putları devir İbrahim Gelgelelim şehrin meydanını ve etrafını çevreleyen heykellere. Makedonya'daki iktidar partisi "Üsküp 2014" projesiyle, asrın değil milenyumun en gereksiz, en pahalı, en taklitçi projesini hayata geçirdi. Şehrin görüntüsünü tamamen değiştiren projeye milyon dolarlar harcandı, harcanıyor. Ülke tarihiyle alakalı alakasız birçok şahsiyetin heykelleri dikildi. Barok tarzında kocaman binalar inşa edildi. Şehre yapay bir karizma vermek istenen projeyle sanat, tarih, estetik dumura uğratıldı. Avrupa'da işsizlik oranı en yüksek olan ülke olarak girişilen bu proje için iktidar partisini kutluyorum ve putları devirecek İbrahim'i bekliyorum!

Arnavut'a veya Boşnak'a her an rastlayabilirsiniz: "Mareşal Tito öldü mü Issız acun kaldı mı Felek öcün aldı mı İmdi yürek yırtılır" Sorma Ne Haldeyim Makedonya Türkleri olarak Makedonya siyasetinde neredeyse yokuz. İçimize girmiş fitne ateşini söndürmek yerine harlıyoruz. Kendimize siyasette, ekonomide, kültürde, sporda, bilimde yeni alanlar açmak zorundayız. Yerli insanlarla ve yerel birikimle bunu başarabiliriz. Kalıcı çözümler üretebilmek için birbirimizle didişmeyi bırakıp omuz omuza, sırt sırta, yürek yüreğe vermeliyiz. "Bir Türk dünyaya bedel iki Türk kavga eder" cümlesindeki mizaha yer bırakmayalım. Velhasıl kendimizi gavura güldürmeyelim. 90+5

Bölücü Vardar! Josip Broz Tito öldü mü? Üsküp'ün ortasından Vardar nehri geçmektedir. Vardar nehri türkülerin, kartpostalların, güzel anıların konusu iken şu anda şehrin ve halkların kaderini bölen bir mahiyete bürünmüştür. Ülkeyi kalkındıracak yatırımların bir çoğu nehrin karşı kıyısına yapılırken, nehrin bu yanı yatırımlardan yoksun bırakılarak fakirleştiriliyor. Nehrin bu yanı neresi? Nehrin bu yanı benim yanım, senin, bizim, Türklerin, Arnavutların,

Yugoslavya'nın efsanevi lideri Tito, ölümüne kadar Yugoslavya halklarını bir arada tutmayı başarmıştır. Makedonlara karşı izlediği olumlu politikanın Makedonya'nın Yugoslavya'dan savaşsız bir şekilde ayrılmasında önemli rolü vardır. Tito döneminde Müslümanlara yapılan baskılar çoğu zaman Tito'dan soyutlanmıştır. Yani burada komünizme saydıran ama Tito'ya laf 80

Maçın sonuna doğru yaklaşıyoruz. Bulgarlardan, Sırplardan, Yunanlardan, Makedonlardan art arda goller yedik. "Beş asırdır şampiyonduk ulan!" sesleri yavaş yavaş duyulmaya başladı. Kardeşlerimizle paslaşmayı yeniden hatırlamaya çalışıyoruz. Tarihte attığımız deparları anımsıyoruz. Harekete geçiyoruz. Yenilmedik ve yenilmeyeceğiz. Bu maçı çevirecek kudretimiz, birikimimiz ve azmimiz var. Biz, evet biz bu maçı alacağız!


81


Üsküplü Bir Hatun Kişi,

Rüyalar ve Çağırışımlar Freud, gözbebeği psikanalizin bir bilim olduğunu kanıtlamak adına kırpıp kırpıp kuşa çevirdiği psişe içerisinde, "bilinç altına giden kral yolu" diye bahsettiği rüyaların da ancak lam ve lamel arasına girebilecek kadar olmasını istemişti Halit Revaha Zini

Dergimizin bir yazın yalnızlığında Küllenmiş mukîm psikologlarından özellikle rüyalar kalmıştık. Kızgın ve güneş bizi öğlelere ile mesleki tanımının da ötesinde küstürmüştü. Geceden kalma ilgilenen bir kusmak psikanaliz tutkunu gölgelerimiz, için uzandığı olarak konu edindiğimiz demir Üsküp'ü korkulukların üzerinde bu sayımızda hem Türk kuruyup çatlamış, uzunve İslam siyah edebiyatının, modernİsmiçağların lekelere dönüşmüştü. lazım kazığını ve unutulmaya yüz değil, biryemiş şair dostun yazlık evinde tutmuş bir altBiraz türü kafa olan rüya defterlkalıyorduk. dinlememiz erini bu sayfalara taşıyayım hem de gerektiğini düşündüğü için anahtarı rüyalar ilgili son zamanlarda elimize iletutuşturup gitmemizi bendenizi edenyenilenmembir mevzuyu söylemişti.rahatsız Gitmemizi, paylaşayım izi ve başkaistedim. biri olarak dönmemizi. “Bunları sadece, bir şey kaçırdığını Konumuzun alakasını düşünmeyesin Üsküp diye ileveriyorum,” sağlayan şey, bu rüya defterleri demişti Şair. arasında en nadide örneklerden Birçok kişinin hâlâ uyuduğu veya birisinin Üsküp’ten bizlere ayılmak için kahvesini içtiğiselam bir ediyor Bu örneği nadide saatte olması. üzerimizde bir atlet ve kılan ise, birekseriyetle kucağımızda paket sigara,erkek iki mutasavvıfların kaleminden kutu buz gibi birayla sabah okuduğumuz bir hatırat Balkondan türü olan serinliğine çıkmıştık. Rüya Defteri’nin defa bir kadın görünen sahil, gözbualabildiğince bir elinden çıkmış baştan bir başa olması. uzanıyor;Üsküplü deniz Asiye denilenHatun, ışıltılı 17.yy'da maviliği Üsküp'te zalimce yaşamış Osmanlı kadını, bira bir kıskacına bir alıyordu. Bir yudum dervişe hanım. bir nefes sigara sırasıyla gidiyor, bomboş sahilin hep böyle boş Asiye Hatun ve rüyaları ilk insan defa kalmasını diliyorduk. Sonuçta Saffet Tura’nın ve dediğin;Murat izdiham, istila "Şeyh ve linçti. Arzu" isimli kitabında karşıma çıktı. Hatıralar ve pişmanlıklar Tura, bu kitabında Asiye çökmeden Hatun'un bastırmadan, karanlık rüyalarını yeterince psikanalitik içmemiz,paradigmanın mümkün öngördüğü en güzelolmamız biçimdegerekianaliz olduğunca sarhoş ediyor ve 17.yyonlar Osmanlı’sında, yordu. Böylece geldiğinde Balkan bir kadının sataşacak vilayetinden birini bulamayacaklardı. bilinçaltını Köşede sızıpmevzubahis kalmış biröğretiler ayyaş ışığında ile karşılayacaktı okuyucuları onları. Onlardan paylaşıyordu. Elbette, yazarın da kaçarken kendimizden kaçıyorduk defaatle aslında. kitabında dile getirdiği gibi, oŞairin mızrak bu gelmek çuvala için sığmıyordu, yazlığına oldukça fakat rağmen Asiye Hatun'un uzun buna bir yol tepmiştik. Camları


psikanalitik öğretiler gerçekliği çerçevesinde çok güzel bir incelemesini görme fırsatı sunuyordu. Daha sonra "Şeyh ve Arzu"nun kaynakça bölümünün ve kendi çalışmalarımın yönlendirmesi ile Cemal Kafadar’ın “Kim var imiş biz burada yoğ iken” isimli kitabında Asiye Hatun’u gördüm (ki bildiğim kadarıyla kendisini arşivlerin tozlu raflarından çıkartıp günümüze kazandıran da Sn. Kafadar imiş. Ama yanılıyor da olabilirim siz bana bakmayın). Bir tarihçi olan yazarımız, pek çoğu aktardığı rüyalarından olmak üzere, hatıratına bakarak Asiye Hatun hakkında şunları söylüyor: Asiye Hatun, alim bir kişinin kızı yani eğitim ve kültür seviyesi yüksek bir ailede yetişmiş. Kendisi de gerek rüyalarını kaleme alış biçimiyle ve gerekse rüyalarında kâh alıntıladığı kâh bizzat kendi yazdığı şiirlerde gördüğümüz üzere okumuş ve kültürlü bir hanım. Ardından, Asiye Hatun'un rüya defterini 17.yy'da Balkanlara pek çok açıdan ışık tutacak şekilde inceliyor. Örneğin bir yandan Asiye Hatun'un rüyalarında aldığı işaretler ile tasavvufi eğitiminde kat ettiği değişik merhalelerden yola çıkarak o devirde bölgede hangi ekollerin etkin olduğunu tahmin etmeye çalışırken; diğer yandan alim bir kişinin kızı olan ve kendisinin de iyi bir eğitim gördüğü ve o dönem akranlarına kıyasla çokca okuduğunu tahmin ettiği Asiye Hatun’un bir sipahi ile

ilmek istemesine karşı gösterdiği tepkilerden yola çıkarak sınıflar arası ilişkilere dem vuruyor ve hatta 17.yy’da bir feminizm refleksiyle mi karşılaşıyoruz sorusunu sormayı da ihmal etmiyor. Böyle devam edersem korkarım bütün kitabı buraya özetleyeceğim ya da daha fenası, olduğu gibi alıp yazacağım. İyisi mi bir an önce sadede geleyim. Yazan kişi ve yazıldığı dönem hakkında dikkatli bir dimağa bunca şeyler anlatabilen rüya defterleri, en başta da belirttiğim gibi, maalesef modern çağın sillesini en ağır şekilde yemiş edebi türlerden. Bu "sille"yi açıklamak için yeniden Cemal Kafadar’a, kitabının 139. sayfasında yer alan çok güzel bir tesbite, başvuracağım: "… Freud’la birlikte, düşlerin anlamları ve gerçekliği yalnızca düşü görenin psişik dünyası düzeyiyle kısıtlanmıştır, yani rüyalar yine anlamlıdır, ama sadece düşgörenin kişiliği ve geçmişi hakkında bir şeyler anlatır."

Freud, gözbebeği psikanalizin bir bilim olduğunu kanıtlamak adına kırpıp kırpıp kuşa çevirdiği psişe içerisinde, "bilinç altına giden kral yolu" diye bahsettiği rüyaların da ancak lam ve lamel arasına girebilecek kadar olmasını istemişti, çünkü o günün şartlarında bulunduğu coğrafya için yeniden keşfedilmiş olan bir alanda ağır ve emin 83

Fakat iş çığırından çıktı! Önce, sembollerimizi kaybettik. Freud'un vakti zamanında gösterdiği bütün çaba ve muhalefete rağmen rüyalarda kullanılan semboller daracık kalıplara sıkıştırıldı. Tabii bu öncelikle batının bir sorunu gibi, ancak kendi kültürümüz üzerinden bakınca durum daha vahim. Her ne kadar halk irfanı bundan çok fazla etkilenmese de bu topraklarda yetişen psikolog ve psikanalistler ellerine tutuşturulan ufacık çuvallara koskoca bir kültür mızrağını sığdırmaya çalışarak vakit kaybeder oldular. Bütün bunların üstüne, bugün post-modern adını verdikleri çağda, ister istemez sayısız bilinçaltı ve bilinç üstü bombardımana maruz kaldık ve kalıyoruz. Mahmud Erol Kılıç'ın "Hayatın Satır Araları" isimli kitabında dikkat çektiği üzere, bilhassa işitme yoluyla edinilen veriler hayal gücümüzün üzerine düşeni yapabilmesi için fevkalade geniş bir alan bırakırken, görsel medya en soyut mefhumları dahi hiçbir hayal kırıntısına gerek duyulmayacak şekilde somutlaştırabiliyor. Bunu daha iyi anlatabilmek için şöyle bir örneğe başvurayım; hiç daha önce okuduğunuz bir roman sinemaya uyarlandıktan sonra karakterlerden bir kopma hissettiğiniz yahut "Bu benim hayalimdeki değildi." diye düşündüğünüz oldu mu? Peki sinemada izledikten sonra tekrar romana döndüğünüzde tekrar o eski rahatlık ile hayalinize dönebildiniz mi? Üzülerek söylemeliyim ki, hala ne zaman Yüzüklerin


si'ni okumaya kalksam Gandalf'ın adı geçtiğinde gözümün önüne ilk önce karakteri beyaz perdede canlandıran Ian McKellen geliyor (ki Allah’tan başarılı bir iş çıkarttı da başka karakterler gibi buruk bir tad bırakmadı.)

tavır sergilemiş olursunuz, hem geri dönüp baktığınızda "Neredeymişim ve nereye gelmişim" diyebileceğiniz bir hatıratınız olur, hem de kıymeti gitgide unutulan bir edebi türe bir damlacık da olsa can suyu vermiş olursunuz.

İşte bu şekilde, zihinlerimiz her gün hatta her saat televizyon, sinema ve sosyal medya tarafından bir gecede işleyebileceğinden çok daha fazla veriye maruz kalıyor. Bu aşırı yükleme sonucu her geçen gün, bırakın rüya görmeyi (daha doğrusu gördüklerimizi anımsamayı) günlük hayatımız içerisinde hayal dahi kuramaz hale geliyoruz. Böyle böyle, rüyalarımızı ve rüyaların sosyal hayatımızda oynadıkları yakınlaştırıcı ve birleştirici rolü de yitiriyor ve Asiye Hatun örneğinde gördüğümüz üzere, elimizde çağlar sonrasına bir iz bırakabilecek potansiyel varken biz bugün bunu "anlık" hevesler uğruna harcıyoruz. Bu defa söz biraz uzun ve belki biraz da karamsar olmuş olabilir, affınıza sığınarak hem bu olası karamsarlığı dağıtmak hem de sözü toparlayıp hitama erdirmek adına son olarak şunu söyleyeyim: Şayet rüyalarınızı hatırlayamamaktan muzdaripseniz, bunu kendi rüya defterinizi yazarak düzeltebilirsiniz! Her sabah uyandığınızda kendinize yatağınızın başucunda tutacağınız küçük bir not defterine aklınıza gelenleri karalamak için beş dakika ayırın. Hem bu batasıca "modernizm"in bizlere dayattığı aceleciliğe karşı bir tavır 84


Halil İbrahim İzgi

Anne Sen Üsküp’e Neden Gittin? Denizlili bir aileyiz. Sanırım bin yıldır orada yaşıyoruz. Dolayısı ile Balkanlarla olan ilişkimin köklerimizle alakası yok gibi görünüyor. Balkanlara yaptığım seyahatlerde neden o toprakları evim gibi gördüğümü hep merak ettim. Cevabını bulamadığım, çözemediğim bir soru olarak kalmaya devam ediyor. Gezmeyi seven, aklına koyduğu rotaları babamı da ikna ederek kat eden anneme de neden Üsküp’e gittiğini sordum. Kendisi Üsküp’e bir turla gitmedi, bir tanıdığın yanına da gitmedi. Vardığında nerede kalacağını bilmiyordu. Sonuç olarak annem ve babam Üsküp’te üç güzel gün geçirdiler ve gönüllerinin bir kısmını orada bırakıp geri döndüler. Bazen Kars’a gidiyoruz diye yola çıkıp soluğu Tebriz’de alan, bazen Roma aktarmasıyla Fransa’ya akan ruhu genç bir anne-babam var. İki saat önce gittiği Travnik’te boş gördüğü bir daireyi kiralamayı teklif edecek kadar da çılgın. Anneme, Üsküp’e neden gittiğini sorarken aslında kendimin sürekli Balkan sokaklarında ne işimin olduğunu çözmeye çalıştım. Görünen o ki annem Fatma Zehra İzgi de ve tabii ki ben de oralara neden gittiğimizi anlamak için daha çok seyahatler yapacağız.

-Küçükken bizim evin orada bir Üsküp Mandırası vardı. Sen de Yahya Kemal’den Rakofça kırlarını okurdun. Nereden geliyor bu Üsküp sevdası?

-Tur şirketleri filan varken nerden geldi aklınıza, öyle ahım şahım yabancı diliniz de yokken... Bulgarca, Yunanca filan da bilmiyorsunuz.

Evladı Fatihan’a hep saygı duymuşumdur. Avrupa’da bulunduğumuz yıllarda Bosna Savaşı yaşanıyordu. Orada Balkan coğrafyasında yaşayan Müslümanları daha yakından tanıma imkânı buldum. Üsküp bir Filibe gibi hayalimde olan şehirlerden biriydi. Bir gün ani bir kararla Üsküp’e gitmeye karar verdim.

İyi niyetle yola çıkılınca bir rüzgâr eseceğine inanıyordum. O inançla yola çıktık. Bizimki cahil cesaretiydi. Bulgaristan üzerinden karayoluyla İstanbul Seyahat’le gittik. Zaten oraya gittiğimde onların börekleri mescitleri camileri ve diğer eserleriyle kendimden çok şey buldum orada. Bizimki kısa bir seyahatti. Üç gün kaldık sadece. Rabbim imkân verirse daha geniş bir Üsküp gezisi düşünürüm. Yolda yanımda oturan hanımefendi Üsküplü emekli öğretmen bir Türk’tü. Yol boyunca Üsküp İstanbul karşılaştırmaları yaparak gittiğimiz için ön bilgileri yolda edinmiş oldum. Karayolu hazırlıklarımı tamamlamam için iyi bir fırsat oldu.

-Hiç Üsküplü tanıdığın var mıydı? Denizli’de filan... Hiç Üsküplü tanımamıştım. Ama Balkan insanlarının böyle kibar, nazenin olduğunu düşünür ve onlara karşı içimde hep sıcak bir ilgi duyardım. Biz karayolu ile gittik. İstanbul

85


-Ramazanın ilk günlerinde oradaydınız.

-Demografik yapı? İnsanları nasıl buldun?

Ramazanın ilk günü Üsküp’teydik. Yanlış hatırlamıyorsam Murat Paşa Camii’nde Türkçe hutbe de okunuyordu. Cuma idi o gün ve akşamına da iftar olacaktı. Mahalli kıyafetler giyen nazenin kızlar tatlılar yapmışlardı. Orada bir orkestra ilahilerle ramazanı karşılıyordu. Bu beni çok etkilemişti. Ömrümde iz yapan karelerden biri oldu.

İnsanlar arasında çok bir fark yoktu. Sadece din farkı var ama Arnavutlarla o da yoktu. Orada TİKA’nın merkezine uğradık, ziyaret ettik. İsimler güzeldi, insanlar güzeldi. Ekmek arası köfteye onlar kebap diyordu, börekleri güzeldi. Her şeyini çok sevdik. Hatta o böreklerden iki tepsi paketletip çocuklarıma tatmaları için İstanbul’a getirdim.

-İlk gördüğünde neler hissettin? Hayaller nasıldı, gördüğün nasıldı? Hayallerimden daha zengin buldum. Makedon kısmı daha bakımlı, Müslümanların olduğu yerler ise ihmal edilmişti. Bu beni çok üzdü. Bedestenlerin, çarşıların ihya edilmesini isterim. -Sokaklarda gezerken insanlar hakkında neler düşündün? Sıcakkanlı insanlardı. Hatta kaldığımız pansiyonun sahibi bizi "Siz yaşlı insanlarsınız, dikkatsiz bir sürücü olabilir, dikkatli olun." diye uyardı. İnsancıllardı. Orada çok fazla avukat ve noterin olması beni şaşırttı ve biraz üzdü. "Acaba bu insanlar bize karşı sevecen de kendi aralarında problemleri mi var?" diye zihnimde bir soru işareti oluştu -Günlük hayatta ilgini çeken neler oldu? Kendimi daha çok bir Orta Anadolu şehrinde gibi hissettim.

86


İbrahim Tenekeci

Şimdi Uzaklardasın Üsküp, İstanbul'dan altmış bir sene önce bizim oluyor. En kıdemli şehirlerimizden. Balkan Harbi'nde 33 il ve 150 ilçe elimizden çıkıyor. Memleketin en bayındır bölümünü, ne olduğunu anlamadan, birkaç ay içinde kaybediyoruz. Yenilgiye 'facia' denilmesinin asıl nedeni bence bu. O aziz beldelerimizden biri de Üsküp. Millî hafızada derin bir karşılığı olan. Üsküp'e hiç gitmedim. İmkânım olmadı. Gerçi gitmek de istemem. Üzülürüm. 'Eski vatan' ifadesi bile beni kederlendirmeye yetiyor. Fakat Bursa'ya çok gittim. Yahya Kemal'den dolayı, bu iki şehri kardeş olarak görüyorum. Kardeşlerden biri baba ocağını bekliyor. Diğeri gurbet ellerde kalmış.

87


Ayhan Demir

KURŞUNLU HAN

H AYA L L E R Ü S K Ü P, G E R Ç E K L E R S KO P J E II KAPAN HAN Üsküp çarşısı içerisindeki Kapan Han, ismini han girişinde bulunan ve malları tartmak için kullanılan aletten alıyor. Kapan aynı zamanda toptan yiyecek ve giyecek malları satılan yer, hal anlamına da geliyor. Unkapanı ya da Balkanpını gibi... Kapan Han, vaktiyle ülkemizin dört bir yanında görülen hanlara benziyor. Dört köşe çevrili yapının, ortasında genişçe bir avlu bulunuyor. İki kapısı bulunan bu hanın zemin katı, atlar ve tüccarların malları için kullanılırken; birinci katta insanlar konaklıyormuş. Günümüzde ise bir restorana ev sahipliği yapıyor. SULU HAN Yeni rotamız, Üsküp fatihi Yiğit Paşa'nın oğlu İshak Bey tarafından yaptırılan Sulu Han. Kare planlı ve avlulu bu han, iki katlı olarak inşa edilmiş. İlk katı orijinal halini muhafaza ediyor ama ikinci kat tamamen değiştirilmiş. Osmanlı

seyyahları ve tüccarları ağırlayan Sulu Han, günümüzde Üsküp Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesini bünyesinde barındırıyor. Han içerisindeki bir bölümde ise eski resimler ve haritalar sergileniyor. BEDESTEN Üsküp Çarşısı'nın merkezinde, Sulu Han'ın batısında İshak Bey Bedesteni yer alıyor. İshak Bey'in vakıf eserleri arasında gösterilen bedestenin ilk yapısı günümüze ulaşmamış. Halihazırdaki bedesten, yıkılan bedestenin ardından yapılan ikinci inşaatın kalanlarından oluşuyor. Bedesten, her cephesinde birer giriş bulunan, iki katlı bir mimariye sahip. Kuzey, güney ve batıda üç adet kapı yer alıyor. Kitabenin yer aldığı kapı, diğerlerine göre, daha itinalı işçiliğe sahip. Bedestenin dört yanı değişik işlevlere sahip dükkanlar ile çevrelenmiş. Geceleri kapıları kapalı tutulan bu bedesten, Evliya Çelebi’nin yazdığına göre, Şam’daki bedestenin ardından en büyük bedestendir.

88

Üsküp'teki Osmanlı hanlarının en büyük ve en güzeli Kurşunlu Han'dır. Saraybosna'daki Moriça Han'ın, Üsküp ikizidir. Bu han, adını Birinci Dünya Savaşı esnasında, çatısından sökülen kurşun tabakasından almış. Zemin katında atların ve sürülerin bırakıldığı ve birinci katında misafirlerin kaldığı iki katı bulunuyor. Makedonya Eski Eserleri Koruma Enstitüsü avlusu içerisinde yer alan Kurşunlu Han, müze olarak kullanılıyor. Makedonya Müzesi'ne ait koleksiyon burada sergileniyor. Yahya Kemal, Kurşunlu Han'dan şu şekilde bahseder: "Kurşunlu Han, Üsküp şehrinin hapishanesiydi. Bıçak ve tüfekle oynayan bu şehirde bütün nefis sanatların fışkırdığı yegâne menbâı cinayetti. Cinayetin başlıca sebebi aşk ve alâka idi; türküler cinayetten doğardı; fermene, camadan, çakşır, Trablus kuşağı, uzun püsküllü Tunus fesi, yüksek topuklu rugan kunduralar, gümüş köstekler cinayetin kisvesiydi. Kabzaları gümüş bıçak ve ruvelver cinayetin ince işlerindendi; evlerde, dükkanlarda, kahvelerde hikaye edilen en meraklı menkıbeler de cinayete dairdi; işte bütün güzelliğin menbaı cinayet olan bu şehirde cinayetin muazzam bir mimari eseri vardı ki Kurşunlu Han'dı. Kurşunlu Han eski Üsküp'ün içinde dört köşeli, yassı duvarlı, kurşun kubbeli, tabiata bir külçe gibi muhkem yaslanmış, her


türlü afetlere karşı pervasız bir dev eseriydi; bu binayı Murad Hudavendigar mı yaptırmıştı? Yıldırım Beyazıd mı? İkinci Murad mı, Fatih mi? İyi bilmiyorum..." HACI BALABAN HÜDAVERDİ MESCİDİ

VE

Kurşunlu Han'ın batısındaki Hacı Balaban Mescidi, küçük ve huzur verici bir mekan. Orijinali kubbeli olan mescid, şimdi kırma çatıyla örtülü. İçi boyanan mescidin mihrap ve minberi de orijinal değil. Kurşunlu Han'ın Kuzeyindeki Hüdaverdi Mescidi, kare planlı harim, üç bölümlü son cemaat mahalli ve batı cephesindeki minaresiyle, Üsküp Türk mimarisinin tipik örneklerinden bir tanesi. Dünya Savaşı esnasında isabet eden bir bomba ve 1963 depremi sebebi ile iki kez tahrip olmuş. Son olarak Yusuf edip tarafından restore ettirilen mescidin minaresi kaideye kadar yıkışmış olsa da, ibadete açık durumda. ÜSKÜP KALESİ Eskir şehir merkezine hâkim tepede bulunan Üsküp Kalesi, bir kartal yuvasını andırıyor. Kale, heybetli duvarları, yüksek burçları ve geniş kanatlı kapılarıyla; hem Roma, hem de Osmanlı dönemine dair izler barındırıyor. Kenarlarında bir hendek bulunan kaleye, doğu kapısında yer alan asma köprüden giriliyor. Kalenin iç meydanı ise yeşil alan olarak düzenlenmiş.

89


MUSTAFA PAŞA CAMİİ Üsküp Kalesi’nin doğu tarafında, Osmanlı döneminde Üsküp Vali Konağı olarak kullanılan bina var. Sultan Abdülhamit Han döneminde yapılan bu bina, 2006 yılında restore edilerek, Uluslararası Balkan Üniversitesi olarak kullanılmaya başlamış.

olarak kullanılıyor. Kurşunlu Han’ın batısındaki Şengül Hamamı’ndan da sadece bir duvar ayakta kalabilmiş. Evliya Çelebi, bu iki hamamdan şu şekilde bahsediyor: "Boyacılar içinde (Şengül hamamı), (İsa Bey hamamı) havası gayet hoş, duvar yüzü ve kubbesi asla terlemez." ARASTA CAMİİ

Üsküp Vali Konağı ile aynı cadde üzerinde, şehrin merkez camii konumundaki, Mustafa Paşa Camii doğru ilerliyoruz. Bu cami, tek kubbesi, mermerden mihrap ve minberi, tek şerefeli minaresi ve üç küçük kubbeli son cemaat mahalli ile Osmanlı döneminin en güzel örneklerinden birini teşkil ediyor. Caminin oldukça hoş bir gül bahçesi de var. Camiin güneydoğu köşesinde, Mustafa Paşa’nın türbesi bulunuyor. Altı köşeli mermer türbenin önünde, Mustafa Paşa’nın kızı Ümmi Hatun’un kabri bulunuyor. Ruhlarına birer Fatiha gönderip, yola devam ediyoruz.

Eski Çarşı'ının kuzey batısında, mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir eser daha var: Arasta Camii... Komünizm döneminde ibadete kapatılan bu caminin, tamamına yakını 1963 depreminde yıkılmış. Arasta Cami'nin sadece bir duvarı günümüze ulaşmış. Fakat Türkiye'nin girişimleri ile restore edilerek, 70 yıl sonra dua ve tekbirlerle yeniden ibadete açıldı. Ne yalan söyleyeyim, Balkanlar’daki ecdat yadigarı eserlerin bir bir ayağa kaldırması, her Türk gibi beni de gururlandırıyor.

MURAT PAŞA CAMİİ

Balkan ülkelerinin birçok şehrinde, hala, bitpazarları kuruluyor. Bunlardan bir tanesi de, Çayır, Yahya Paşa, Dükkancık ve Gazi Baba semtlerine çıkan yolların kesiştiği yerde. Bit Pazarı, Üsküp’ün en eski ve en çok ziyaret edilen yerlerinden. Burada ağırlıklı olarak yaş sebze - meyve, bakliyat ve kahvaltılık satılıyor. Ancak hazır giyim ürünlerin yanı sıra, mutfak eşyaları, plastik kaplar, cd, kaset, cep telefonları ve ayakkabı satanları da görmek mümkün.

Çarşının kalbi Murat Paşa Camii çevresinde atıyor. Tüm ticari hareket, cami merkezinde yayılıyor. Düz kiremit çatılı ve tek minareli Murat Paşa Camii'nin küçük bahçesinde, sonradan yapılan bir şadırvan var. Şadırvan başında, biraz oturup, soluklanıyoruz. Murat Paşa Cami'nin kuzeybatısında İsa Bey Hamamı var. Ancak hamam günümüzde sanat galerisi

BİT PAZARI

26 78 86

Bitpazarındaki hareketlilik, güneşin batmaya başlaması ile azalıyor. Akşam ezanından sonra ortalık iyice sakinleşiyor.

İSHAK BEY (ALACA) CAMİİ Bitpazarı'nın yanı başında, İshak Bey Camii var. Üsküp fatihi Yiğit Paşa'nın oğlu İshak Bey tarafından yaptırıldığından bu ad verilmiş. Halk arasında Alaca Camii olarak da biliniyor. Avluda, turkuaz ve koyu mavi renkli çinileri ve üslubu ile dikkat çeken, Paşa Yiğit Bey türbesine yöneliyoruz. Hem Paşa Yiğit Bey hem de türbede medfun bulunan, İshak Bey'in genç yaşta vefat eden oğlu, Paşa Bey (Deli Paşa) için dua ediyoruz.

ÜSKÜP SAAT KULESİ Osmanlı coğrafyasının ilk saat kulelerinden biri olan Üsküp Saat Kulesi'ni görmeden olmaz. Bu kule, namaz vakitlerini takip edebilmek ve çarşılarda belli çalışma saatleri duyurmak maksadıyla, inşa edilmiş. Saat mekanizması, tamir bahanesiyle, İkinci Dünya Savaşı esnasında Avusturya'ya götürülmüş. Ancak bir daha geri gelmemiş. Evliya Çelebi, Saat Kulesi'nden şu şekilde bahsediyor: "Hünkar Camii yanında minare gibi bir saat kulesi var. Saat çanının sesi bir konak yerden duyulur. Sesi o kadar kuvvetlidir. Kulesi de görülecek bir şeydir."


SULTAN MURAD CAMİİ Rumeli'de fethedilen yerlere devlet eliyle, büyük bir cami yapılırdı. Bu eser mihver kabul edilip, şehrin gelişmesi sağlanırdı. Saat Kulesi ile aynı bahçede bulunan, Sultan Murad Camii de böyle bir işleve sahip. Evliya Çelebi, bu camiden, Hünkar Camii ismiyle bahsediyor. Sultan İkinci Murad tarafından yaptırılan bu cami, Avusturya işgali esnasında yangına uğramış. Sultan Üçüncü Ahmed döneminde geniş çaplı restorasyondan geçmiş. İkinci restorasyonu ise 1963 depreminden sonra gerçekleştirilmiş. Yahya Kemal'in çocukluğunun geçtiği bu caminin ilk göze çarpan özellikleri; düz kiremit çatısı ve zarif tek şerefeli minaresi oluyor. Ahşap sütun başlıklarına nakşedilmiş kalem işlerindeki sıcaklık, içeri giren rüzgarı bile terletecek derece. Beş kemerli son cemaat mahallinin ahşap kaplı tavanı, ana kapının üzerindeki iki mermer kitabe ve üstteki kitabenin iki yanındaki cami resimleri de oldukça dikkat çekici. Sol yandaki tabloda Edirne Selimiye Camii resmedilmiş. Caminin ahşap kaplı tavanı, orijinal halini muhafaza eden mihrabı, ahşap minberi ve kadınlar mahfili ise iç kısmın dikkat çeken hususları. Üsküp'ün en büyük ve en eski camilerinden biri olan Sultan Murat Cami, misafirlerine, şehrin siluetini bir başka açıdan görme şansı da sunuyor. Sultan Murad Camii'nin doğu

duvarında Ali Paşa Türbesi bulunuyor. Kenarları açık olan bu türbe, Sivas Valiliği esnasında vefat eden, Dağıstanlı Ali Paşa'nın hanımı ve kızına ait iki sandukanın yer aldığı bir aile mezarlığı. Camii'nin güneyindeki avluda ise Beyhan Sultan Türbesi var.

Çarşındaki dükkanlar gibi, birçok eseri Üsküp'e kazandırmış. Böyles ine yiğit ve Üsküp üzerinde emeği olan Gazi İshak Bey'e, bir değil, bin Fatiha göndersek azdır.

Üsküp şairi Yahya Kemal, 'Çocukluğum, gençliğim, siyasi ve edebi hatıralarım'da, cami ile ilgili şunları söylüyor: “Otuz dokuz sene sonra... Üsküb'e gittim, Sultan Murad Camii'ni ziyaret ettim. Ziyarette yanımda bulunan Kemal Bey’le beraber camiin arka tarafında Beyan Baba türbesine yaklaştık... Ah, tarihin ga’rabetleri, Beyazıd-ı Veli’nin kızının türbesi, Türbedar Hindli bir derviş, Sırbistan altında bir Üsküp... Hindli dervişe Türkçe sordum – Bu kimin türbesidir?... Arnavut Baba, dedi. Türkçe bilmiyordu... Kim bilir, bir gün de İsveti Nikola şekline girecektir.”

Sırada, İsa Bey Camii var. Bu cami, Avrupa’da ayakta kalabilen, Selçuklu dönemine ait tek cami olma özelliğine sahip. Zaviyeli camilere dair can alıcı bir örnek. İki kubbesi, tek şerefeli zarif minaresi ve ahşap kapı kanatları ve kapı üzerindeki manzara resimleri oldukça dikkat çekici. İçi bitkisel nakışlarla bezeli caminin, mihrap ve minberi de orijinalliğini muhafaza ediyor. Avludaki ulu çınar ve eski mezar taşları, insanı tarihin derinliklerine doğru bir yolculuğa zorluyor. Avluya dikkat kesildiğinizde, Yahya Kemal’in sesini burada da duyabilir siniz: “Annemin tabutunu musallâya koydular... Zannedersem o gün cuma idi... Mezarlığa gittik... Mezarın kazılması, defin, örtülme, Kur’ân, dua, her şey bitti. Mezarlık tan ayrılırken içimdeki acının cehennemî ateşini bir daha duydum.”

GAZİ İSHAK BEY TÜRBESİ Sultan Murad Camii'nden ayrılıp, kuzeyindeki İsa Bey Camii'ne giderken; tanınmış Osmanlı - Türk serhat muhafızlarından Gazi İshak Bey Türbesi'ne de uğruyoruz. Üsküp'ün ilk Beylerbeyi olan babası Paşa Yiğit'in vefatının ardından, Sultan İkinci Murad tarafından beylerbeyi olarak atanmış. 1391 yılında Üsküp'ün fethinin ardından 'Üsküp Fatihi' unvanına erişmiş. Fethin ardından da, Alaca Camii, Sulu Han, Bedesten ve Türk 87

İSA BEY CAMİİ

TEFEYYÜZ İLKOKULU İsa Bey Camii'nin ardından, Üsküp’le özdeşleşmiş bir eğitim abidesi olan, Tefeyyüz İlköğretim Okulu'nun yolunu tutuyoruz. İsmini ilerleme, yükselme ve feyzden alan bu okul, 1884 yılından beri


eğitime devam ediyor. Bir başka ifadeyle, bir asrı aşkın süredir, Üsküp Türklerinin eğitim yuvası olarak hizmet veriyor. Balkan savaşları sonrasında, Osmanlı'nın çekilmesiyle birlikte, bölgedeki Türk halkı gibi Tefeyyüz İlköğretim Okulu da büyük baskı görmüş. İkinci Dünya Savaşı esnasında, dört yıl Türkçe eğitime ara verilmiş. 21 Aralık 1945 tarihinde, latin harfleriyle, yeniden Türkçe eğitime başlanmış. Üsküp'te dünyaya gelen Yahya Kemal de, ilköğretimini Tefeyyüz İlköğretim Okulu'nda tamamlamış. Çağdaş Balkan edebiyatına katkı sunan birçok isim yine bu okulun mezunları arasında yer alıyor. RIFAİ TEKKESİ

bulunanlar için mistik ve bir o kadar da otantik bir hava oluştursa da, tekke erbabı için pek bir anlam ifade etmiyor. Görünen o ki, hakiki şeyhler postlara binip, çoktan uçmuşlar.

YAHYA PAŞA CAMİİ Ardından soluğu Çayır semtindeki Yahya Paşa Camii'nde alıyoruz. Sultan İkinci Beyazıd'ın damadı Yahya Paşa tarafından yaptırılan bu cami, Üsküp'ün 1689'da Avusturyalılar tarafından işgali esnasında, büyük hasar almış. Kubbe ile örtülü olan harim ve son cemaat mahalli yıkılmış. Birinci Dünya Savaşı esnasında, Alman silah ve cephane üretim yeri olarak kullanılmış.

Yönümüzü Üsküp'ün kuzeyindeki Hatuncuk mahallesine çeviriyoruz. Şehrin açık kalan tek tekkesi olan Şeyh Mehmed bin İsmail Efendi Rıfai Tekkesi'ni ziyaret etmek niyetindeyiz. Yahya Kemal, çocukluk ve gençlik hatıralarında, İlk şiirlerini Üsküp'de bir Sadi Tekkesi'nde yazdığını anlatır. Ancak o Sadi Tekkesi'ni gören, bilen ya da duyan kalmamış. Üsküp Mevlevihanesi unutulmuş, sadece Rifailik ayakta kalmış. Rıfai Tekkesi, semahane, iki oda, kahve ocağı, sofa, ahır, kuyu, çeşme, türbe avludan ibaret. Tekke içerisinde, şeyhlere ait 13 adet

Diğer camilerden farklı olarak, kubbe yerine piramit şeklinde bir çatıya sahip olan Yahya Paşa Camii, Üsküp’teki en yüksek (50 metre) minareye sahip. Caminin minber ve mihrabı orijinal halini muhafaza ediyor. Mermer ve ağaç işçiliğinin en güzel örnekleri, bu camide bulunuyor. Cami, oldukça geniş bir hazireye sahip. Avlusunda, eski ve yeni birçok kabir bulunuyor. Yahya Paşa Camii, son dönemde selefi ekolünü benimseyen Arnavutların toplanma mekanı haline gelmiş. Cami ve şadırvanın fotoğraflarını çekerken, az kalsın, selefilerin

sanduka bulunuyor. Buradaki, alem, kudüm, teber, zil ve topuz, her ne kadar ilk defa bir tekke ortamında

hışmına uğrayacaktık. Neyse ki, Boşnakça konuşarak, derdimizi anlatabildik. 88

DÜKKANCIK ve TÜTÜNSÜZ CAMİİ Halklar Tiyatrosu yakınlarındaki Dükkancık Camii'ne gidiyoruz. Vakfiyesinde birçok dükkan olduğundan bu isim verilmiş. 1963 depreminde minare ve batı duvarı hariç tüm kısımları yıkılmış. Dört yıllık bir çalışmanın ardından 2007 yılında aslında uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Üsküp'ün kuzeydoğusundaki Gazi Baba Mahallesi'ne gidip, Tütünsüz Camii'ni de ziyaret ediyoruz. Tek şerefeli minaresi orijinal halini korusa da, harimi, mihrap ve minberi tamamen yenilenmiş. AYRILIK VAKTİ Üsküp'e kadar gelip de, Avni Engüllü ve eşi Melahat Engüllü, İlhami Emin ve oğlu Rifat Emin, Drita Karahasan ve Fahri Ali gibi Çağdaş Makedonya Türk edebi yatının önemli kalemlerini ziyaret etmeden olmazdı. Bir acı kahvelerini içip, geçmişe dair sohbet ediyoruz. Üsküp'ten ayrılma vakti geldiğinde, dilimde yeni Yahya Kemal Beyat lı'nın Kaybolan Şehir şiirinden mısralar var: "Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir! / Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! / Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, / Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene."


Müfid Yüksel

Bizim için Üsküp Tarihi Roma dönemine giden Üsküp, Rumeli’nin gerdanlığı diyebileceğimiz bir şehir olarak, 1392 yılında, türbesi halen Bursa’da Çekirge yolu dönemecinde yer alan Timurtaş Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılmış ve böylece bir İslâm şehri haline gelmiştir. Üsküp bizim için, Tezkire sahibi Kadı Aşık Çelebi’nin memleketidir. Ki, şehirde halen onun adı ile anılan bir semt (Kadı Baba/Gâzi Baba) bulunmaktadır. Aynı zamanda Şekâik Zeyli sahibi ve Yesevi neslinden Nevîzâde Atâî’nin de memleketidir. Yine, Üsküp deyince İstanbul’da yetişen/yaşayan biri olarak hatırımıza, Unkapanındaki Üskübî Çakır Ağa Camii ile, Yerebatan caddesindeki Üskübî İbrahim Ağa Camii (Yerebatan Camii) gelir. Osmanlı tarihi boyunca, Üsküp, çıkardığı alimler, ünlü şairler, vezir ve valileri, meşayihi, medârisi ve tekaya-zevayası ile bilinmiştir. Üsküp’te halen ayakta olan tekke olan Rifâî tekkesi ve son dönem Şeyhlerinden Merhum Sadeddin Sırrı Efendi zihnimizde yer etmiştir. Hatta geçen yıl tekkesini ve türbesini ziyaret etmiştim. Osmanlı’da vilayet nizamı tesis edildiğinde Kosova vilâyetinin merkezi olan Üsküp, 1912’ de Balkan savaşlarına kadar Osmanlı idaresinde bulunmuş. Ancak bundan sonra Sırp ve Bulgarların eline geçmiştir. Bu dönemden itibaren Rumeli’’deki Müslümanlarla birlikte Üsküp de trajediye maruz kalmış, Müslümanlar sürekli göçe zorlanmış kalanlar baskıya maruz bırakılmıştır. Hele şehirde ayaklarında ayakkabısı bile olmayan Müslüman Arnavut çocuklarının işgalci Bulgar askerlerinin postallarını boyarken çekilmiş olan bir fotoğraf hazin manzarayı sergilemesi açısından insana bir hayli hüzün vermektedir.

Yıllarca, Yogoslavya’ya bağlı olarak, özellikle Tito idaresinde büyük sıkıntılara maruz kalan Üsküp, 1991’de Bağımsızlığını elde eden Makedonya’nın başkenti olur. Yine’de Osmanlı’nın mirası olan eserlerin ve Müslüman nüfusun sıkıntıları sona ermez. Ortasında hızla akan Vardar nehri ve üzerindeki ünlü taş köprüsü ile şehir bambaşka bir görünüme kavuşmaktadır. Tam da burada şehir artık 1912’den beri Müslümanların aleyhinde gelişen olayların neticesinde günümüzde Müslüman ve Gavur/Bulgar mahallesi olarak ikiye bölünmekte. Şehrin iki yakası, adeta iki ayrı âlem gibi.. Taş köprü üzerinden Şehrin bir yakasından, diğer yakasına geçildiğinde insana, boyut/âlem değiştiriyormuş gibi bir hiss hakim olur. Şehrin Gavur/Bulgar yakası, modern-Batılı bir planlama çerçevesinde yapılanmışken, uzun yürüyüş yolunun iki tarafında sıralanan dükkan ve mağazalar, Rahibe Theresa başta olmak üzere son yıllarda dikilen dev heykelleri, Batı Avrupa kentlerine özenen/öykünen ceberut, boğucu ve şımarık bir hayat tarzının adeta dayatılmasını hissettirir. Şehrin Müslüman yakasında ise, Mustafa Paşa, İsa Bey, Murat Bey Camileri, Kalesi ve diğer eseleri ile, sokakları ile çok farklı dingin daha ahengli bir âlemi yansıtır. Aynı zamanda, referansları çok farklı medeniyet farkını da orta yere serer. Ancak, bakımsızlığı ile çökmekte olan, dinamizmini yitirip kaybolmaya yüz tutan, yenilgiye uğratılmış yorgun/bitab düşmüş bir medeniyetin unsurları olarak bize yansır. Üsküp, bu kadar bitab/mahzun ve yaralı haliyle de bizim için, bir Bursa’dır, İzniktir. Tarihi bağlar ve zayıflatılmış da olsa, halen medeniyetimize ait taşıdığı nişanelerle ve iman bağı ile bizimdir. Bize ait, sevdiğimiz bir İslâm şehirdir. 89


Mehmed Arif

Biz Bu Maçı Alacağız! Ah Üsküp... Balkanların kalbi, Osmanlı'nın aziz hatırası. Üsküp; Rumeli türkülerinin membaı, Yahya Kemal'in çocukluğu, Âşık Çelebi'nin dizelerinin ilhamı... Muhteşem bir saltanatın ve kahredici bir çöküşün şahidi şehir... Tarih boyunca çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış olan Üsküp şu anda Sosyalist Yugoslavya ve Osmanlı döneminin izlerini taşımaktadır. Mimaride, sanatta, sosyo-ekonomik ilişkilerde bu iki anlayış hakim olmuştur diyebiliriz. Son dönemde modernizmin etkisiyle "globalleşen dünya"da, farklılıklar bir potada eritilmeye çalışılsa da halkların alışkanlıklarında Yugoslavya dönemi ve Osmanlı dönemi derin izler bırakmıştır. Üsküp şimdi ne halde gelin bir hasbihal edelim...

Nehrin bu yanı benim yanım, senin, bizim, Türklerin, Arnavutların, Boşnakların yani Müslümanların. Sisteme entegre olmakta sıkıntı çekenlerin, beş asırlık hükümranlığın hasretini bağrında hissedenlerin yanı. Ve biz bu yanı terk etmeyeceğiz!

"Mareşal Tito öldü mü? Issız acun kaldı mı? Felek öcün aldı mı ? İmdi yürek yırtılır"

Putları devir İbrahim Sorma Ne Haldeyim? Gelgelelim şehrin meydanını ve etrafını çevreleyen heykellere. Makedonya'daki iktidar partisi "Üsküp 2014" projesiyle, asrın değil milenyumun en gereksiz, en pahalı, en taklitçi projesini hayata geçirdi. Şehrin görüntüsünü tamamen değiştiren projeye milyon dolarlar harcandı, harcanıyor. Ülke tarihiyle alakalı alakasız birçok şahsiyetin heykelleri dikildi. Barok tarzında kocaman binalar inşa edildi. Şehre yapay bir karizma vermek istenen projeyle sanat, tarih, estetik dumura uğratıldı. Avrupa'da işsizlik oranı en yüksek olan ülke olarak girişilen bu proje için iktidar partisini kutluyorum ve putları devirecek İbrahim'i bekliyorum!

Bölücü Vardar! Josip Broz Tito öldü mü? Üsküp'ün ortasından Vardar nehri geçmektedir. Vardar nehri türkülerin, kartpostalların, güzel anıların konusu iken şu anda şehrin ve halkların kaderini bölen bir mahiyete bürünmüştür. Ülkeyi kalkındıracak yatırımların bir çoğu nehrin karşı kıyısına yapılırken, nehrin bu yanı yatırımlardan yoksun bırakılarak fakirleştiriliyor. Nehrin bu yanı neresi?

Yani burada komünizme saydıran ama Tito'ya laf ettirmeyen bir Türk'e, Arnavut'a veya Boşnak'a her an rastlayabilirsiniz:

Yugoslavya'nın efsanevi lideri Tito, ölümüne kadar Yugoslavya halklarını bir arada tutmayı başarmıştır. Makedonlara karşı izlediği olumlu politikanın Makedonya'nın Yugoslavya'dan savaşsız bir şekilde ayrılmasında önemli rolü vardır. Tito döneminde Müslümanlara yapılan baskılar çoğu zaman Tito'dan soyutlanmıştır. 26 7890

Makedonya Türkleri olarak Makedonya siyasetinde neredeyse yokuz. İçimize girmiş fitne ateşini söndürmek yerine harlıyoruz. Kendimize siyasette, ekonomide, kültürde, sporda, bilimde yeni alanlar açmak zorundayız. Yerli insanlarla ve yerel birikimle bunu başarabiliriz. Kalıcı çözümler üretebilmek için birbirimizle didişmeyi bırakıp omuz omuza, sırt sırta, yürek yüreğe vermeliyiz. "Bir Türk dünyaya bedel iki Türk kavga eder" cümlesindeki mizaha yer bırakmayalım. Velhasıl kendimizi gavura güldürmeyelim. 90+5 Maçın sonuna doğru yaklaşıyoruz. Bulgarlardan, Sırplardan, Yunanlardan, Makedonlardan art arda goller yedik. "Beş asırdır şampiyonduk ulan!" sesleri yavaş yavaş duyulmaya başladı. Kardeşlerimizle paslaşmayı yeniden hatırlamaya çalışıyoruz. Tarihte attığımız deparları anımsıyoruz. Harekete geçiyoruz. Yenilmedik ve yenilmeyeceğiz. Bu maçı çevirecek kudretimiz, birikimimiz ve azmimiz var. Biz, evet biz bu maçı alacağız! Başka yolu yok!


Avni Engüllü

Üsküp’ün Ortasında Burmalı Camii yahya paşa ile serava arası

yanında imamı diğeri

bilir misin neredesin

güllerle çepeçevreydi evimiz

cemaat akın akın

burmalının müezzini kulağıma fısıldar gibi

babamın kitaplığının bulunduğu odaya

buradasın sesin kısık ama üsküptesin

girdim ufak ufak adımlarla sessiz sessiz

hatırlayanlar anlatırdı

kitapların arasından birini seçtim

her mevsim

kitap o kadar ağırdı ki o kadar ağır

burmalı cami etrafında aynı hareket

elimde evimizden getirdiğim bir deste gül

çocuksu ellerimin arasından yere düştü

aynı o resim

gül gül der

birikmiş kartpostallar her yana dağıldı bir bir

üsküp güzelliğinde bir cami

oysa bir hayli mahzun gönüller

aralarından biri bir caminin resmiydi

üskübün ortasında

bambaşka bir şeye hasret

minaresi kıvrım kıvrım

genç kızın saçları kadar lüle lüle

ve özlenen o noktada burmalı cami bir serap misali

bir anda ürperdim

kıvrım kıvrım katmer katmer

içinde acemden gelen halılar

sezince annemin saçımı okşayan elini

kokulu bir güldü cami

ülviye hanımın ince parmaklarının ürünü

ağzından nazik nazik

beyatlının üskübünün bursayla bağlandığı o yerde ipek seccadeler

ilk defa o gün işittim

eskiden kalma sadece taş köprü

etrafta tersine akan vardarın suları

burmalı caminin adını

eski haliyle yüreğime yakın

su sesi şırıl şırıl yayılırken etrafa

her zaman neşeliydi annem

benden bursa kadar uzak

ayrılıyordu içinden müezzinin sesi

ancak ben

yardıma muhtaç taş köprüdesin

sabah makamı belli ediyordu bir başka vakti

böylesine mahzun hiç görmedim kadını

başımda hala annemin eli tüm sıcaklığıyla varken

belliydi hıdrellezde

adım adım geçtim

her şey geri geri döndü bir anlığına

söğüt yapraklarının sallandığı o yerde

alacayı bitpazarı

önümde göklere değen o güzel minaresiyle

adı ile birlikte anamın yüreğinde

türk çarşısında selam verdim

burmalı cami

bir yara izi gibi kazılıydı burmalı cami

fesçi hamdi efendiye

gene doluydu şadırvan

son kazandibi tatlısını yedim

kurnalardan sular şırıl şırıl

böyleydi işte ilk tanışıklığımız

babamla hacı muratta

herkes namaza durdu

anamın üskübünün o endamlı camisiyle

bir başkaydı dünü ve geçtim bugün bağrı ezik

üskübün ortasında burmalı camide

evet böyle oldu ve ardından hep methini duydum mihrabı yıkık taş köprüsünü

hala yaşayan o eski hisle

sonra biraz daha büyüdüm kartpostallarda değişik değişik resmini gördüm

çok farklıdır bu saatlerde üsküpte ezan sesleri;

ve şimdi caminin yerinde

birinde sonradan boyanmış

hatırlatır duygusallığıyla o eski müezzinleri

o kara beyaz resimde gibisinden

bir kara beyaz resimde gök mavi zemin yeşildi

bir de müezzinler içinden

ne gök mavi ne zemin yeşil

bir başka resimde

burmalı caminin müezzinini

ama gelin görün gene her mevsim

bilmem bilemem

yürüdüm hızlı adımlarla az daha ileri

yaşanan her günün içinden

kaç kurnalı şadırvan

kulağımda sadece şırıltısı vardarın

aynı anlamda eser doğudan meltem

şadırvanın ortasında

belli o da üzgün

burmalı caminin yokluğunu sezerekten

her kurnanın başında

suları ağlamaklı bakışlar bulanık

abdest tazeleyen iki adam

mevsimin rüzgarıyla hatıralar darmadağın

biri caminin yanık sesli müezzini

gecenin bir vaktinde

yanında imamı diğeri

çok kısa süren bir rüya sonrası

cemaat akın akın

bir ses fışkırdı içimden

91


BALKAN BALKAN SÖZLÜK

SÖZLÜK

Carsijska Prica: Gerçekliği olmayan, boş konuşmalar, dedikodular. Çarşı’da geçen şehir efsaneleridir. Üsküp 2014: Makedonya Cumhuriyeti hükumeti tarafından finanse edilen ve iktidar partisi’nin Üsküp'e 2014 yılı itibariyle daha klasik bir görüntü verme hedefi doğrultusunda gerçekleştirilmiş projedir. Üsküp’ün tarihi dokusunu zedeleyen proje hayal kırıklığı olarak adlandırılmıştır.

Trileçe: Çeşitli rivayetler olsa da Arnavut tatlısı olduğuna inanılmaktadır. 3 sütten yapıldığı iddia edilen bu tatlı hafif olduğu kadar ucuz da bir tatlıdır. Enteresandır, Balkanlarda Türkiye’deki kadar popüler değildir.

Veliki Brat : Bosna Hersek’te diğer şehirlerin Sarajevo için kullandığı imalı tabirdir. Büyük ağabey manasına gelir.

Malo Sutra: Gerçekleşme ihtimali düşük olan bir durum için kullanılan Boşnak deyimidir.

Zanat : Bizdeki manası para kazanılan sanat icraası olsa da Bosna Hersek’te para kazanılmayanı

Calgija: Sırbistan ve Makedonya’da denk gelebileceğiniz geleneksek Türk sanat müziği formundaki müzik türüdür.

Pitaj Konobara: Özellikle Bosna’da denk gelebileceğiniz, kafeteryaların geleneksel wi-fi şifresidir. Manası, garsona sordur.

Pljeskavica: Balkanlarda neredeyse her yerde bulabileceğiniz

Kaşkaval:

Genellikle çalışma isteyen işler için kullanılır.

köftedir. Diğer köftelerden farkı boyutunun

için de kullanılır.

Balkanlar’da Bulgaristan ve Makedonya’da bulabileceğiniz hakiki kaşar peyniridir.

hamburger ekmeği büyüklüğünde olmasıdır.

Makedonya’da Kaşkavallı olanını yemek makbuldur. 88


89


TÃœRK BOSNA-HERSEK IS ADAMLARI DERNEGI TURSKO BOSANSKOHERCEGOVACKO UDRUZENJE PRIVREDNIKA

www.tubsiad.org

facebook.com/tubsiadorg

twitter.com/tubsiad


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.