Baška 4 Prizren

Page 1

K

BASKA B A L K A N E D E B İ YAT I - K N J I Ž E V N O S T - L I T E R AT U R E

MAYI İ Rİ AN EVO : T 5TL M AY S I S- -H HAZ AZ R A N2 0 12 60 1S6A R SA AJR A J E/V S OAYI / S4 A Y/I F 4 İYAT F İ YA : 5 T/ L4K/ M4 K/ M2EUR

1


Hiç bir kötülük, kötülükten söz etmekle son bulmamıştır - Theodor W. Adorno 2


BAŞKA PRİZREN

Saraybosna’ya girerken karşımıza komünist binaları çıkar, Üsküp’teki ikilik bizi birbirimize kırdırır. Belgrad’ın ise turistlere ayrı kendi halkına ayrı olarak sunduğu bir illüzyon gösterisi vardır. Balkanların neredeyse bütün şehirlerinde tam manasıyla bir bütünlükten söz edemezken karşımıza Prizren çıkıverir. Prizren’e kılıçtan çok insan eli değmiştir. Bir şehir olmak istesek belki de Prizren olurduk bir çoğumuz. Kendini böylesine muhafaza edebilmiş başka bir şehir bulmak mümkün müdür, bu sorunun cevabını belki ilerleyen sayılarımızda verebileceğiz. Ama gerçekçi olmak gerekirse, zannetmiyoruz. Prizren tipik bir Türk-Osmanlı şehri midir, Balkan şehri mi? Bize kalırsa Prizren kendine has orijinalliğiyle seleflerinin gıpta ettiği ünik bir şehirdir. Halefleri ise ondan ilham alarak gerçek bir şehir nasıl olur diye örnek alacaktır kuşkusuz. Kosova deyince akla başkent Priştina’nın değil de Prizre’nin geliyor olması ise kültürel zenginliğinin daha ağır basmasından kaynaklanmaktadır. Daha önce üç dille (Boşnakça, Türkçe ve İngilizce) çıkan dergimize bu sayımızda Prizren dosyamız vesilesiyle Arnavutçayı da eklemiş bulunuyoruz. Prizren’de Türkçe, Arnavutça ve Boşnakça dillerinin konuşuluyor olması da dergimiz içeriğinin ne kadar da Prizren’e hitap ettiğini bizlere bir kez daha hatırlatıyor ve böylece bu sayıyı siz değerli okuyucularımızın takdirine sunuyoruz.


BAŞKA EKİP Enes Güler

Genel Yayın Yönetmeni

Bilal Yakup Editör

Emin Akben Koordinatör

Ahmet Furkan Demir Yazı işleri sorumlusu

Margarita Design Studio tasarim - design

Kemal Mehmedovic

Kapak çizimi - Cover Illustratıon dergibaska@gmail.com twitter.com/baskadergisi facebook.com/baskadergisi balkanedebiyati.com Mis Irbina 3 Centar - Sarajevo

Amosgraf d.o.o Dzemala Bijedica 162 Bosna i Hercegovina / Sarajevo 4th Edition

İÇİNDEKİLER SADRZAJ CONTENT PËRMBAJTJA +7 Prizren: Balkanların Şiiri +8 Prizren’e Bir Saralı Bakışı +10 Bir Prizren Potpurisi +12 Prizren; An Ottoman City Frozen İn Time +14 Prizren’de Zanaat +16 Kosova Yolcusu +22 Merr y England +23 Bashka +24 Komünist +27 Prizden’de Tanıdık Bir Yabancı +30 Kızılkıpkırmızı +31 Uvedzınka +32 Ceznja +33 Jacquıne Lendıt +37 Gereksiz Drama +38 Bir Fili Düşündüm, Gülümsedim +39 Turma 97 +44 Hayal Şehir / Snovıtı Grad +45 S Trıdeset I Pet +46 Bir Yazarın Sonu +52 Brenna Maccrımmon Söyleşisi +58 Çağdaşımız Duşan Kovaçeviç +61 Doku Fest +63 Vicdan, Sorgulanır: Kesişen Hayatlar / Krugovi +65 İvo Andriç Eserlerinde Türk İmajı +68 İki Şehrin Öykücüsü +74 Fruljete Kosmike +75 Rumeli’de Bağ Bozumu +76 Rumeli’den Anadoluya; Boza +80 Gönülleri, Sokakları, Sofraları Gül Kokulu Şehir +83 İbrahim Rugova İle Aynı Adımda +84 Balkan Türk Şahirlerinde Cahit Sıtkı Tarancı’nın Etkisi +90 Balkanlar ’da Türkçe Yazmak +92 Kosova’da Türk Çağdaş Edebi Yaratıcılığı +96 Beauty Wıll Save The World +98 Soyka Yakışıklı Kurt Ve Sarajevolu Jana +100 Fıku Qe Te Ve Ne Gjume +102 Fer yat +103 I Can’t Explain +106 Balkan Sözlük


PRIZ REN 5


6


Prİzren: Balkanların ŞİİRİ Mehmet Arif

Osmanlı şairi Sûzi Çelebi’nin ifadesiyle ‘şairler menbaı’ bir şehir. Şiirin, estetiğin, medeniyetin, zerafetin, letafetin şehirleşmiş hâli bir nevi.

Sırtını Şar Dağı’na yaslamış, ortasından Akdere geçen, Sinan Paşa Camisi’nden ezanlar, Halvetî Tekkesi’nden zikirler yükselen bir şehir Prizren. Camileri, Arnavut kaldırımları, çarşısı, dar sokaklı mahalleleri ve tarihi kalesiyle Balkanların ortasında Osmanlı medeniyetinin kadim nöbetçiliğini yapmakta Prizren. Prizren doğumlu, divan edebiyatımız güçlü temsilcilerinden, 15. yüzyılın sonu - 16. yüzyılın başında yaşamış Osmanlı şairi Sûzi Çelebi’nin ifadesiyle ‘şairler menbaı’ bir şehir. Şiirin, estetiğin, medeniyetin, zerafetin, letafetin şehirleşmiş hâli bir nevi. ‘Gökte yapılıp yere indirilen şehir’ tabiri Prizren için kullanılsa yeridir. Tarihte farklı milletlere ev sahipliği yapmış olmasına rağmen her kültüre, dine ve geleneğe bağrını açmıştır. Küçük bir şehir olmasına rağmen büyük örneklikleri içinde barındırır. Keçeye Veto Mesela Prizren’de bir Türk’ün başına keçe taktıramazsınız. (Keçe Arnavutların milli takkesidir diyebiliriz) Fakat başına keçe takılmasına asla izin vermeyen Türk, Arnavut komşularıyla onların dilinde konuşmaktan çekinmez. Çoğunluğu Arnavutlardan oluşan şehir halkından “Günaydın” ve “Merhaba” tabirini bilmeyen yoktur. Öyledir, öyleyizdir… Balkan insanı bazı konularda ölümüne inatçıdır fakat hoşgörüde Batı’yı sollar. Mevlid-i şerif okununca gözlerinden yaşlar boşanan bu milletleri hangi güç ayırabilir ki? İçtın Yandın Prizren Şadırvan Meydanı; şehrin en bilinen yeri. Meydanda bulunan

7

şadırvanın etrafında birçok tarihi yapı boy gösteriyor. Şehir hayatı bu meydanın etrafında şekillenmiş durumda. Camiler, dükkanlar, kafeler, börekçiler, çayhaneler, köfteciler, mağazalar vs. şadırvanın etrafında. Meydanın ortasındaki şadırvandan su içenin en az üç, farklı bir rivayette ise yedi kez daha Prizren’e geleceğine inanılır. Diğer bir rivayette ise yabancı biri eğer şadırvandan su içerse artık onun kısmeti bu şehre bağlanır, eşini de Prizren’den bulacaktır. “Prizren’i görmeye geldim” diyen Bayrampaşalı bir abinin şadırvandan su içtikten sonra “Celdım cürem Prizren’i be more” dediği rivayetler arasında. Şadırvan suyu; yanan içer, içen yanar. Her giden oradan su içse Prizren kıyamete kadar küffarın eline düşmez biiznillah. Prizren Şiirdir 500 yıllık Gazavatnamesi’yle Divan Edebiyatı’na damgasını vurmuş Sûzi Çelebi Prizren doğumludur. Keza Âşık Çelebi, Âşık Ferkî, Mü’min, Nehârî, Sa’yî, Baharî, Şem’î, Tecellî, Sucudî, Şevkî gibi yirmi iki önemli şair kazandırmış bir şairler kaynağıdır. Çağdaş Kosova Türk Edebiyatı’nın yaşayan en güçlü kalemlerinden şair Zeynel Beksaç ‘Bir haykırabilsem / Haykırabilsem keşke / Tuna akar Vardar akar Akdere akar / Ben dertlerimle çağlar giderim / Rumeli, o benim işte!’ diye haykırmaya devam etmektedir. Bu mısralar Prizren’in kendi özünden ab-ı hayat akıtmaya devam ettiğini kanıtlıyor. Bu şehir yüzyıllar boyu kendi hikayesini hatırlatmaya devam ediyor. Evet, Prizren başlı başına şiirdir. Akdere’nin aktığı gibi… Bitmek tükenmeyen şiir. Balkanların şiiri…


çe bir cevap bulamıyorum, Abidin Dino mutluluğun resmini değil de mutluluğun şehrini çizecek olsa burayı çizerdi diyerek Prizren kalesine çıkıp bu düşüncemi pekiştiriyorum.

Enes Guler

Prİzren’e Bİr Saraylı Bakışı

Bu şehrin suratı gülüyor, pastel renkler kullanılarak yapılmış bir yağlı boyamanın son rötuşlarını sanki Bob Ross yapmışçasına tebessüm ediyor. Camiler, kiliseler, köprüler, evler, kahvehaneler tebessüm rengine boyanmışlar.

Bu şehrin suratı gülüyor, pastel renkler kullanılarak yapılmış bir yağlı boyamanın son rötuşlarını sanki Bob Ross yapmışçasına tebessüm ediyor. Saraybosna’dayız; rehberlik yapan dostumun gezdirdiği bir çocuk, Prizren’i öve öve bitiremiyor. Yahu diyorum Prizren’de ne vardı da bu kadar övüp duruyorsun. Abi diyor, ortadan geçen nehri ve köprüsü vardı. Prizrendeyim, nehre bakıyorum, tam ortasında köprü var, neredeyse Saraybosna’ya bakar gibiyim. Sağımdan solumdan geçen insanlar Türkçe konuşuyor olmasalar neredeyse inanacağım. Bir de çarşısı var ki nehrin solunda olsa tamam işte burası Saraybosna, biz yanlış gelmişiz diyeceğim. Birileriyle konuşuyorum, ya burası Saraybosna’ya amma da çok benziyor diyorum. Yapma ya diyerek benimle alay ediyorlar. Anlıyorum ki bu benzetme oldukça yaygın. Başka bir yerden yürümem gerekiyor ama nereden yürüsem bilemiyorum.

Bankta otururken bir türkü tutturmak istiyorum, ezan bitiyor ve başlıyorum türküye;

Saraybosna’ya geri dönüyorum ve Prizren’i öven çocuğu buluyorum. Evet haklısın diyorum, Prizren çok güzel bir şehir ama öyle abarttığın kadar da değil. Olur mu abi içinden nehir... demeden susturuyorum, tamam onu biliyoruz başka ne var diyorum. İşte köprü... demeden yine susturuyorum. Ee camiler demeye kalmadan tamam bu iş seninle olmayacak, bu saydıklarının hepsi hatta daha fazlası Saraybosna’da da var diyorum. Tekrar Prizrendeyim, Burada okunan ezanlar İstanbul’un ezanları sanki. Bir bankta oturuyorum, bir ömür boyu o bankta yaşarmışım gibi geliyor. Rüzgarın salladığı çam ağaçları mı yoksa şehrin gülen surat ifadesine boyanmış sarımtırak rengi mi beni bu kadar çekiyor, düşünüyorum. Düşündük-

8

Rumeli’ndeyim, tarifsiz kederler içindeyim Prizren’in ortası şadırvan, Saraybosna’mda sebil Bu hakikatin manasını bil, ille de bil Tekrar Saraybosna’dayım, Gün içinde hiç durmadan yağan yağmur Milyatska nehrini taşırmış. Saraybosna ağlamış gün boyunca. Bu bir sürpriz değil elbette ama Prizren’deki abartılı mutluluktan sonra Saraybosna’nın kasvetli havası insana biraz dokunabiliyor. Bir tarafta gülen bir şehir diğer tarafta melankoliye bağımlı, hüzünlü bir şehir. Çocukla tekrar karşılaşıyorum, üzerimize yağmurlar yağarken soruyorum. -Fikrin değişti mi? -Hayır -Peki neden? -Çünkü ben mutlu şehirleri seviyorum!


9

Illustration . Irma Zmiric Çetinkaya


Bİr Prİzren PotpurİSİ

Bütün Balkan şehirlerinde gördüğümüz bir kaç öğe var. Peki nedir bunlar? Birincisi; şehrin tam ortasından geçen bir nehir. Bu nehir ile şehir ikiye bölünmüştür genellikle. Şehir bu nehir yatağının sağına ve soluna kurulmuştur. Tabi ki susuz bir medeniyet düşünülemez. Ama şehirleri kurarken illa ki yanında olmak istemişlerdir bu hayat kaynaklarının.

Mikail Türker Bal

Nehirlerin geçtiği şehirlerde olmazsa olmazdır köprüler. Birbirinden güzel taçlar takmışlardır nazlı nazlı akan nehirlerine. Her şehrin muhakkak bir taş köprüsü vardır. Bu taş köprüler; estetiğin zirvede olduğu devirlerde yapılmıştır. Bugün betonarme olarak yapılan köprüler sadece geçmelik. Tarihi taş köprüler ise doyumsuz seyirlik. Doyamazsınız saatlerce seyretmeye. Bu uzun seyirler insana bıkkınlık vermek ne kelime, bilâkis huzur verir, sükûnet verir.

Dağın yamacına sırtını vermiştir ki oradan güç alsın. Ama ne komşusunun güneşine engel olmuştur ne de kendi güneşine.

Bir diğeri dağdır. Dağ, gücü simgeler. Sırtını dağa vermiş nice şehirler görürüz. Dağın yamacına sırtını vermiştir ki oradan güç alsın. Ama ne komşusunun güneşine engel olmuştur ne de kendi güneşine. Yamaca kurmuştur şehrini. Çünkü ovada ziraat yapar. Hem doğal afetler için de akıllı bir tercihtir yamaç yerleşimi. Ve tabi ki şehrin mabedidir olmazsa olmazı. Bu mabet şehrin tam da göbeğindedir. Ama köprüye yakın olanı makbuldür. Bir bütünlük oluştururlar taş köprülerle. İki kardeş gibidirler aynı malzemeden, aynı özden. Ne kadar da uyumludurlar birbirleri ile. Bütün bu özellikleri kendinde barındıran bir şehirden konuşalım isterim bu yazıda. Bu şehir bütün gü-

10

zelliği ile Prizren şehridir. Sinan Paşa Cami, Taş Köprü ve Bistriça Nehri. Bu üçlünün bir de bir de can kardeşi vardır ki, şehrin sırtını verdiği tepede yer alan kaledir. Prizren Kalesi’nden şehre baktığınızda Sinan Paşa Cami ve Bistriça nehri üzerindeki Taş Köprü ilk göze çarpan yapılardır. Nehrin kenarında yürüyüş yapan insanların nehrin diğer köprülerinden de geçerek sürekli tur attıklarına şahit oluruz. Genelde akşamları yapılan bu yürüyüşün adı ‘volta’dır. Yugoslavya döneminde şehirdeki farklı etnik unsurlar bir araya gelsin, kaynaşsın diye oluşturulmuş bir adettir. Herkesin bir araya toplandığı şehir merkezi ve nehir boyu yürüyüşleri... Bistriça nehri boyunca yürüyüş yapmak isterseniz siz siz olun Maraş’tan başlayın. Tabi ki Kahramanmaraş değil kastettiğimiz. Prizren’in Maraş’ından bahsediyorum. Eski değirmen ve nehrin paralelindeki su kanalı arasından taş döşeli, ince yoldan yürümeye başladığınızda Sâdî tarikatı piri Süleyman Acize Baba’nın türbesini görürüz solumuzda. Ve tabi Maraş Camisini. Şehrin içine doğru yürüdükçe nehir kenarındaki birçok kafenin içinden geçeceğiz. Gide gide önümüze Sinan Paşa Cami ve Taş Köprü çıkacak. İşte Prizren’in orta yerinde bıraktığımız imzamız. İşte Prizren bu kadar! Ama kime göre? Tabi ki Türkiye’den Balkan turuna çıkan turiste göre. Neden peki? Çünkü tur firması bu güzel şehre sadece birkaç saat zaman ayırmıştır programında. İsterler ki, insanlar birkaç saatte bu şehri görsünler. Sırf görmekten ibarettir istenen. Oysaki buraya yaşamaya gelmeli. İliklerine kadar canlı bir açık hava müzesidir bu şehir. Bizim turist grupları


asla seyyah olamayacak. Çünkü ara sokaklara girmek istemez, hep ana caddeden yürür. Ah bir ara sokaklara girse ve arka sokaklara geçse neler görecek neler. Prizren’de bir çok tekke hâlâ faaliyettedir. Yüzyıllar önce gazi dervişler ile Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan da Balkanlar’a gelmiş olan tasavvuf kültürü, bugün bu kutsal mekânlarda geleneksel olarak yaşatılmaktadır. Belki birçok yerde kültürel olarak yaşamaktadır. Ancak şu bir gerçektir ki; Balkan insanının özünde vardır derviş meşreplilik. Güzel insanlar ülkesi Kosova’da Prizren şehrinde olduğu gibi bütün Balkanlar’da bu ruhu görebilirsiniz. Birçok adet, gelenek ve görenek Anadolu’da olduğu gibidir. Kendimizi Anadolu’da herhangi bir şehirde hissedeceğimiz bu şehre, seyahatimizde birkaç saati değil birkaç günü ayırabilirsek yeridir. Çünkü; Prizren camilerinden okunan ezanlar ile mest olup, camilerinde namaz kılmalı, hâlâ faaliyette olan dergâhlarında zikirlere katılmalı, bir Anadolu insanı sıcaklığında olan bu güzel insanlar ile tanışıp sohbet etmelisiniz.

11


Prizren: An Ottoman city frozen in time Betül Kayahan

Prizren in Kosovo still remains an authentic Ottoman city, which has preserved its old roads and beauty There are some cities in other countries that somehow seem so familiar that you almost feel like you are at home; it is the language you hear, the many familiar words you catch here and there on shop and street signs, and a song which you can easily sing along to. Sometimes the streets, the buildings and maybe the faces of the people make the air you breathe magical, just like in Prizren. From the moment you first set foot in Prizren you feel like you are in an Anatolian city such as Bursa, a typical Ottoman city. But in Prizren it feels more Ottoman as time has been virtually frozen since 1455. Prizren is the second biggest city of Kosovo and as a settlement it dates back to ancient times. It was established in a convenient location as an important trading

12

town where old roads passed toward the Adriatic coast and the interior of the Balkan Peninsula. Many civilizations, including the Roman and Byzantine, settled in Prizren throughout history but the Ottoman Empire was the most influential empire to rule there for 550 years. In the era of Roman rule it was called Theranda. After the Romans, under Byzantine dominance, it was referred to as Prizdrijana. When Fatih Sultan Mehmet conquered the town in 1455 it was avowed as Purzerin, which means “full of jewelry.” The city’s long tradition of religious and ethnic tolerance stemming from the Ottoman notion of “la convivencia,” which means “the art of living together,” is still apparent in the close proximity of the city’s mosques, dervish lodges and Catholic and Orthodox churches. Today Prizren is a true open-air museum. It is located on the slopes of the Sharr Mountains and on the banks of the Bistrica River. Thanks to its well-preserved architecture, the town is rich in historical structures. An old stone bridge that serves as Prizren’s landmark was built by the Ottomans in the first half of the 16th century and touches the two shores of the Bistrica River. In 1979, heavy floods washed the bridge away but it was renovated in 1982. Şadırvan is the name of the city center, a word meaning “fountain with many streams.” There is a small fountain in the middle of the square which interlaces oriental and western styles of architecture. The square is located at the center of a mosque and two churches. When the Ottomans first arrived


in Prizren, a commander of Fatih Sultan Mehmet named Isa bey built a namazgah (open-air mosque) in a very short time so worshippers could partake in common prayers together. It was the first cultural Islamic monument in the city. Restoration work on the mosque was done by the Turkish Cooperation and Coordination Agency (TİKA) in 2010. There are more than 20 mosques in the city. One of the most important is the Mosque of Sinan Pasha. It was built in 1615 by Sofi Sinan Pasha, the Ottoman Governor of Bosnia. The mosque overlooks the main street of Prizren and is a dominant feature of the town’s skyline with its huge dome and elegant minarets. A madrasa and a library once belonged to it too. The mosque has a square plan and the dome apex is decorated with colored paintings in different motifs encircling a Qur’an verse. It is very rich in ornaments of many colors and shapes with flora and fauna decorated in the baroque style. During World War I, parts of the mosque were damaged. The mosque was restored by TİKA and has a capacity of 800 people for prayers. The sermons are still held in Turkish and last year Necdet Özel, the Turkish chief of general staff, visited the mosque. “May you have a large congregation,” wrote Özel when he signed the mosque’s guest book. Beside the mosques, there are some dervish lodges in Prizren, which have been around since Ottoman rule, such as Melami, Halvet, Bektashi, Saadi,Kadiri and RufaiTekkes. Another important monument and one of the oldest buildings to hold the rich history of the city is St. Fri-

day’s Church, also known as Juma Mosque. The building was actually a pagan temple over which a Roman Catholic basilica was built. A Byzantine basilica was then constructed on the remains of the Roman chapel and in 1306 expanded by King Milutin into the Nemanjic Orthodox Cathedral. In 1455 with Fatih Sultan Mehmet’s conquest of the town, the great Ottoman sultan performed

Prizren is dotted with Ottoman works of architecture in almost every corner of the city. his Friday prayers in this Orthodox cathedral and it was consequently converted into a mosque. In 1912 after the Serbian invasion, it was turned back into a Serbian Orthodox church. The Church of St. George is another prominent monument in the city center with an interior that was once elaborately decorated with ashlar stones and marble panes. The Cathedral of the Catholic Church is another historical monument. It has played a central role in the Roman Catholic Church in the Balkans. It was built in 1871 on the foundations of an age-old church and is dedicated to the Holy Virgin. Prizren is dotted with Ottoman works of architecture in almost every

13

corner of the city, including houses. They were mostly built with two floors and big gardens and fountains. In Prizren, a house with big doors suggests that the house belongs to rich people or local notables. Albanians make up the majority of the city, with the addition of Turks and Serbians. People speak Albanian, Turkish and Serbian and even municipal signs are written in all three languages. Almost everyone in Prizren can understand and speak Turkish. The city’s older people claim that if there are people who can’t speak Turkish then they are probably çövli-köylü (villagers). The Turkish accent here sounds like that of people from Trabzon and Rize of the Black Sea region. Yunus Emre Cultural Center in Prizren was founded by the Turkish government and hosts special Turkish language courses and even poetry readings. For the people of Prizren, literature and poetry still holds much importance. Ottomans used to describe Prizren as the “home of the poets.” Turkish national poet Mehmet Akif Ersoy was born in a village nearby Prizren. Prizren has many more attractive features to describe here, but it would be best to see them for yourself. After walking the streets and drinking some tea in a traditional café by the river nearby Sinan Paşa Mosque, you will breathe the history of a real Ottoman city and I assure you it will feel like home.


Dilara Meco

Prİzren’de Zanaat Zanaatlara sadece iş gözüyle bakanların kayıpları büyük olur. Mahrumdur zanaatta saklanan sırlardan. Hele ki her sokağında bir zanaatçı barındıran bir şehirde yaşıyorsa.

Sabahın tüllenen ışıklarıyla, zamanın çıldırtıcılığına adeta karşı koyan, kendini koruyan Bristica’nın serin suları dökülüyordu. Şırıltısının ahengi Prizren’in taşında toprağında yankılanıyordu. Ardından minarelerden gönülleri şâd ederek yükselen ezan sesine kavuşup, Prizren’i baştan aşağıya büyülü bir atmosfere bürüyordu. Yüz yılların şehri Prizren, sokakları tarih kokan, Fatih Sultan Mehmed Han’ın mübarek ayaklarının topraklarına değdiği Prizren, bilmem ki sana tılsımındaki gizli eşsizliğini anlatabilecek miyim? Nice insanlar saklarsın bağrında, nice yanık yüreklerin çığlıkları sinmiştir dağlarına taşlarına, nice elleri nasır tutmuş ustalar vardır evlatlar yetiştiren, inadına güçlü, inadına kılı kırk yararcasına yaşayan insanlar

vardır, hâlâ eski günlerin hasretiyle yanıp tutuşan. Hülyalarını süsler; babalarından, amcalarından, dedelerinden öğrendikleri zanaatların kıymeti. O zanaatlar ki her bir insanın bir parçası olmuştur. İlmek ilmek tıpkı bir dantela işler gibi işlenmiştir çocuk zihinlerine ve bir daha silinmez ne zihinden ne gönülden... Babalarıyla amcalarıyla usta çırak ilişkisi yaşayan çocuklar vardır, hem meslek sahibi olurlar hem de hayat dersi öğrenirler ustalarından. Kimisi nalın yapmak için odun toplar, kimi gümüşten yüzük yapmanın püf noktalarını yakalamaya çalışır, kimi boza yapmanın kıvamını tutturmaya çalışır, kimi kalayları parlatmakla uğraşır, kimisi de yemenlere ince oyalar işler. İşte o çocuk eller böyle büyük işlerin ucundan tutar. Elleri öpülesi

14

ustalarının gizli kahramanları olurlar. Tıpkı demircinin, ısıda demiri döve döve istediği şekle getirdiği gibi bu küçük kahramanları da ustalar sabır ve zahmetle biraz da çileyle olgunluğa erdirir. Prizren’deki zanaat öyle eşsiz bir yerdedir ki, bu, insanların ölesiye sahip çıkmasıyla bu denli günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Her ne kadar zamanın akıcılığına kapılıp gidenler olduysa da halen devam edegelen zanaat ve zanaatçılar vardır. Kimisi geçim kaynağı olarak sürdürse de kimisi babasından yadigâr sanatının yok olmasına kıyamaz. Yüreği el vermez. Bıçakçı, tüfekçi, kuyumcu, demirci, nalbant, dökümcü, sarraf, bozacı, kunduracı ve daha niceleri. Tavan arasında saklanan tozlu sandıklar gibidir. Hangi zanaatçının


yüreği el verir zanatını bir tozlu sandıkta saklamaya veya hangi zanaatçı cesaret edip de açabilir o tozlu sandıktaki hatıralarını? Hangisi daha zor? Hasretini çeke çeke gurbet yaşamak mı yoksa kendi ellerinle yok olmasına izin vermek mi? Bir ülkenin hatta Balkanların zanaatta en zengin şehri ünvanına sahip olmak, ne kadar gurur verici ise de şimdilerde göz göre göre birçok zanaatın eriyip gittiğini görmek de ne kadar da dayanılması güç bir sahne. Peki o büyüyen çocukların şimdiki çocuklara anlatmak istedikleri? Toprağınıza, taşınıza, dedemizden bize bizden size miras kalanlara sahip çıkın diyen kim bilir kaç çift göz vardır bizim bakıp da göremediğmiz. Biz sizlere ellerimizde, hatıralarımızda yaşattığmız sanatımızı ve zanaatımızı anlatmaya öğretmeye hazırız diyen kaç kişi vardır? Gün buralara, bulut dağlara düşüncesiyle yaşayan günümüz hoyrat gençleri bir tek zanaatın bile insana neler neler kattığını acaba anlayabilecek mi? Öyle zanaatlar var ki evlerin duvarlarına kadar sinmiş. Çünkü o zanaatı yaparken kazandığı alın teriyle evini yapmıştır. Kimi zanaatlar da yavrulara lokma olmuştur. Şimdilerde biz yok olmaya yüz tutmuştur diyoruz fakat Prizren’de işlenen, yapılan her bir zanaatın gölgesi gezer daracık sokaklarda. Zaman ve tekonoloji eski değerini alıp götürse de nesiller büyümüştür bu zanaatlarla. İnsanların içinde yaşar, sofrasında yaşar. Gözler görmese de ruhlar hisseder, gönüller duyar. Babalarımızın nasihatlerinde, tecrübelerinde yaşar. Bizim ellerimiz işlemese de bu zanaatları, biz de bir nevi bu zanaatların kazançlarıyla büyümekteyiz. Zanaatlara sadece iş gözüyle bakanların kayıpları büyük olur. Mah-

rumdur zanaatta saklanan sırlardan. Hele ki her sokağında bir zanaatçı barındıran bir şehirde yaşıyorsa. Gidip bulmuyorsa zanaatla uğraşan insanları, sormuyorsa, ne büyük bir kayıp. Zanaatın tarihini, yapılan eşyaları, işlenen oyaları, kullandığı bıçakları, evinde duran süs eşyaları, nasıl yapıldığını hiç merak etmediyse ne büyük bir kayıp. Çünkü evinde bulunun bir çok eşya nice ustaların elinden geçmiş. Bizler için sadece bir süs eşyası iken veya sıradan bir bıçak iken, babalarımız için bir hayat barındırıyor. Kültür mirası gibi süslü cümlelere sığdırılmaya çalışılan bu zengin zanaatlar, babalarımızın yüzlerindeki çizgilerde yaşar. Layıkıyla sahip çıkılmasa da birileri alacağını almış, görmesi gerekeni görmüş. Eski zamanın çocukları bu günün büyükleri, bize kadar getirmiş bu zanaatları, kaybolsa da, değişime uğrasa da. Şimdi sıra bizde, Prizren’i Prizren yapan, elimizde kalan bu zanaatları, birilerinin dediği gibi kültür mirasımızı korumaya var mısınız? Bir filmde dendiği gibi; başka zamanın çocukları olmak gurbette yaşamak gibi eksik, küskün... Doğru, başka zamanın çocuklarıydı onlar, çünkü ellerinde en değerli hazineleri taşıyorlardı; zanaatlarını. Şimdi büyüyen bu çocuklar geçmişlerinin gurbetini yaşıyorlar.

15


KOSOVA YOLCUSU Bilal Yakup

2008 yılının kışıydı. Üniversite eğitimi için geldiğim Bosna-Hersek’te görülmesi gereken her yeri görmüş, artık diğer Balkan ülkelerini gezip, görmek için sabırsızlanıyordum. Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılıp, bağımsızlığını ilan ettiği gün, ilk rotam belli olmuştu. Haberin ertesi günü, iki arkadaş bir araba kiralayıp, kendimizi bu çiçeği burnunda ülkenin sınırında bulmak istedik. Fakat yoğun kar ve sis Saraybosna’dan geçit verir mi hiç! Vermedi. Hayalimizi yaza erteledik. Beklenen gün geldiğinde, geçen sene bağımsızlığına kavuşan Karadağ’ı da eklemiştik rotamıza. Bize katılan üçüncü arkadaşla, müthiş bir görev de üstelenmiştik bu yolculukta. Keşke Kosova’ya giren ilk turistler olsaydık diye hayıflanırken, sevinçle karışık bir şaşkınlıkla yaklaştı bize sınır görevlisi. Ne yapacağını tam olarak bilmiyordu. Sanırım onun dilini konuşamayan ilk turistlerdik. Biz onunla İngilizce anlaşırız diye düşünürken, görevlinin bambaşka bir dil konuştuğunu fark etmemiz uzun sürmedi. İngilizce-Türkçe ortak kelimelerden bir iletişim yolu bularak, pasaportlarımızı damgalatıp Kosova’ya girmiştik. Dağın eteklerinden Kosova’ya doğru arabamız süzülürken, heyecanla nereleri gezeceğimizi planlıyorduk. İlk uğrayacağımız şehir Priştina’ydı. Ve sonrasında Prizren. Fakat arabamızda ne bir navigasyon cihazı ne de elimizde bir harita vardı; tabelaları takip edip, kaybolduğumuz yerde yavaş yavaş sorarak ilerliyorduk Priştina’ya. Balkanları gezenler bilir; kime adres sorarsanız, eliyle size yolu göstererek ‘samo pravo’ yani ‘düz de-

16


vam et’ denir. Kosova sınırına kadar bu adres tarifi işe yaramıştı. Fakat Kosova yolları biraz daha karmaşık, tabelalar daha anlaşılmazdı. Arnavut abilerin söylediklerinden bir şey anlamıyorsak da, yine de sadece düz gidiyorduk. Kosova’ya gideceğimizi öğrenen arkadaşlar bizi sıkıca tembihlemişti, sakın Boşnakça konuşmaya çalışmayın size ters ters bakarlar diye. Arnavutlar’ın Sırplarla arası hoş olmadığından, Sırpçayla neredeyse aynı olan Boşnakça konuşulduğunda Sırp muamelesi görüldüğü yönündeki uyarıları dikkate almıştık. Kosova’da olduğumuz süre boyunca, ağzımızdan tek kelime Boşnakça çıkmamasına özen gösteriyorduk.

dar sıcak nemli bir hava vardı ne de insanları bu kadar aceleciydi. İlginçtir, Priştina’ya girer girmez kendimi, Saraybosna ve Belgrad’tan çok daha farklı bir trafik düzenin içinde bulmuştum. Burada aynı İstanbul’daki gibi herkes birbirini sollamaya çalışıyor, çok aceleci davranıyordu. Mesela, Saraybosna’nın büyük caddelerinde makas atma gibi bir alışkanlık yoktur. Burada yeşil yanmadan bir saniye öncesinde arkamızdaki araçlar kornaya asılıyor, hayat olabildiğince hızlı akıyordu. Priştina’da pek tutunamadık. Saraybosna benzeri iç açıcı bir şehir beklerken Priştina Gaziosmanpaşa’nın arka mahalleleri gibi can sıkıcıydı.

Hızlıca yola koyulduk. Plakanın Yepyeni bir ülkeyi görmenin yanınyabancı olduğunu fark eden her poda, bir başka amacımız daha vardı lis bizi çevirip, halimizi hatırımızı ki yüzyıllık bir tarihe şahitlik edecektik bu vesileyle. Yanımızdaki arkadaşlardan birisi Koso‘2009 yılında Türk va’dan göçmüş Arnavut bir ailenin çocuğuydu. pasaportuyla geldiğin Prizren’de kalan akrabaBosna’dan, Yugoslav larıyla görüşmek daha doğrusu tanışmak için pasaportuyla Sırbisbizimle yola çıkmıştı. Artan’a girdiğin doğru kadaşın bizim gibi anadili Türkçeydi. Arnavutça mu?” bilmiyordu ve derdini anlatacak kadar Boşnakçası vardı. Yol boyunca çocukluk hatıralarından hayal meyal soruyordu. Anlaşacak ortak bir dil hatırladığı amcasının, halasının onu bulamayınca, Prizren diyorduk, eliynasıl karşılayacağını, onlarla nasıl le yolun devamını gösteriyor, ‘samo anlaşacağını düşünüyordu. pravo’nun Arnavutçasını söylüyordu. Yolun kenarında meyve satan Sorup soruşturduktan sonra Prişamcaya yaklaşıyor, Prizren diyoruz. tina’ya vardığımızı anlıyoruz. NeAmcanın el hareketleri o kadar kardense kendimi Türkiye’nin Trakya maşık ki anlamak imkansız. Yarım illerinden birinde gibi hissetmiştim. saattir onu anlamaya çalışırken, Diğer Balkan ülkelerinde ne bu kaağzımızdan kazara bir Boşnakça

17

kelime çıkıyor. Şaşkın bir bakış atıyor bize. Tam hapı yuttuk derken, madem Boşnakça biliyorsunuz bre şaşkınlar neden konuşmuyorsunuz diye sorarak cümleye başlıyor ve sorularını sıralıyor; nerelisin, nereden geliyorsunuz, nereye gidiyorsun, Prizren’de ne yapacaksınız… Sevinçten ilk bi kekeledik, sonra gurbette hemşerisini bulmuş gibi başladık anlatmaya. Meğerse yol ayrımını kaçırmış, 50 kilometre kadar yanlış yolda ilerlemişiz. Tekrar yola koyulduk, bir saat sonra Prizren’e varmıştık, dediğinde İsmet abi, sonunda dosya konumuza geldi artık diye sevinerek sordum: Prizren nasıldı? Şimdi burada Prizren’i mi konuşalım? Asıl hikaye, Prizren’in civar köyünde yaşadıklarımız diyerek sorumu geçiştirdi ve yarım saattir gelmeyen çayın başına ne geldiğini sorarak Eser abiye çıkıştı. Masada oturan Ahmet F. bunun güzel bir belgesel olabileceğinden bahsederken, Enes G. bana bu hikayeyi dergide kullanabilir miyiz anlamında bir bakış attı. İsmet abi, yarım kalan hikayeyi devam ettirmek için istediği çayın gelmesini beklerken, kafamda hikayeyi sinematografik olarak canlandırıp kurguluyordum. Çayların gelmesiyle kaldığı yerden devam etti İsmet abi. Prizren’de yalan yok çok durmadık. Tabii ben daha sonra çok gittim. Prizren’de Türkçenin konuşulan bir dil olması Balkan yolculuğuna Bosna’dan başlayan birisi için şaşırtıcıydı tabi ki. Tesadüfen gittiğimiz bir Türk kahvesinde çaylarımızı yudumlar-


kelime çıkıyor. Şaşkın bir bakış atıyor bize. Tam hapı yuttuk derken, madem Boşnakça biliyorsunuz bre şaşkınlar neden konuşmuyorsunuz diye sorarak cümleye başlıyor ve sorularını sıralıyor; nerelisin, nereden geliyorsunuz, nereye gidiyorsun, Prizren’de ne yapacaksınız… Sevinçten ilk bi kekeledik, sonra gurbette hemşerisini bulmuş gibi başladık anlatmaya. Meğerse yol ayrımını kaçırmış, 50 kilometre kadar yanlış yolda ilerlemişiz. Tekrar yola koyulduk, bir saat sonra Prizren’e varmıştık, dediğinde İsmet abi, sonunda dosya konumuza geldi artık diye sevinerek sordum: Prizren nasıldı? Şimdi burada Prizren’i mi konuşalım? Asıl hikaye, Prizren’in civar köyünde yaşadıklarımız diyerek sorumu geçiştirdi ve yarım saattir gelmeyen çayın başına ne geldiğini sorarak Eser abiye çıkıştı. Masada oturan Ahmet F. bunun güzel bir belgesel olabileceğinden bahsederken, Enes G. bana bu hikayeyi dergide kullanabilir miyiz anlamında bir bakış attı. İsmet abi, yarım kalan hikayeyi devam ettirmek için istediği çayın gelmesini beklerken, kafamda hikayeyi sinematografik olarak canlandırıp kurguluyordum. Çayların gelmesiyle kaldığı yerden devam etti İsmet abi. Prizren’de yalan yok çok durmadık. Tabii ben daha sonra çok gittim. Prizren’de Türkçenin konuşulan bir dil olması Balkan yolculuğuna Bosna’dan başlayan birisi için şaşırtıcıydı tabi ki. Tesadüfen gittiğimiz bir Türk kahvesinde çaylarımızı yudumlar-

ken, çaycının siz demek Türk’sünüz be more diye başlayan ve bitmeyen sorularını cevaplandırdık. Bize bütün Balkan tarihini özet geçen amcanın yanındayken, kendimizi tanıdık bir yabancı gibi hissetmiştik. Daha sonra adresini az çok öğrendiğimiz köyün yolunu tuttuk. Arnavut arkadaşımız nerdeyse heyecandan bayılacaktı. Şimdi köyün ismi aklımda yok. Seneler oldu tabii ki... Prizren’de Türkçe konuşan kişilerle karşılaşınca, köye çıkınca da bu devam eder dedik. Ama öyle olmadı. Amcasıyla halasıyla ilk kez görüşen arkadaş ne diyeceğini bilemiyordu, aralarında ortak dil dahi yoktu. Ne onlar Türkçe biliyor ne arkadaş Arnavutça. Haberi duyan bütün akrabalar karşılamak için toplanmıştı. Evin bahçesinde oturuldu; selamlaşmalar, ağlaşmalardan sonra türlü türlü yemeklerle dolu masaya oturtturulduk. Tarifsiz bir manzaraydı. Kim bilir böyle kaç parçalanmış aile vardı. Bakışmalar bir süre sürdü, sonra Allah’tan köyde Türkçe bilen biri bulundu da, bir şeyler anlatabildi iki taraf birbirine. Biz daha fazla dayanamadık bu duygusallığa, tüm ısrarlara rağmen orada kalmadık. Manastır’a geçtik. Ohri ve Üsküp’ü gezip, arkadaşı geri almak için Prizren’e döndük. 3 günlük misafirliğin ardından, iyice alışmış olacak ki ayrılık onun için zor oldu. Amcası arabanın bagajına kaşkavalıydı, balıydı ne varsa doldurmuştu. Çok uzattım biliyorum. Ne yapalım hikaye uzun. Neyse Zvornik’teyiz, Karakaj sınır kapısında, Sırbistan’dan Bosna’ya girmeye çalışıyoruz. Görevli giremezsiniz diyor, der demez İsmet abi, gülüşmeler oldu masada.

18

“İsmet abi,” dedim “ bunları yazacağız, müsaade var mı?” “Olur, tabi,” dedi, “yalnız şunu unutma, Kosova’ya girerken 50 Avro aldılar bizden, onu da yaz.” Laheri’den kalkıp Enes’le Ferhadiye’de yürüyorken, hikayeyi nasıl kurguladığımı anlattım. İlk, bir olmaz diyecek gibi oldu, sonra bu sayıda çok hikaye var ama bu dosya konusuyla ilgili hem. Olsun, ama bir şeyler eksik sanki dedi. Ardından hemen Harun’u aradım ve hikayeye bir boyut daha kazandırmak için sordum: “‘2009 yılında Türk pasaportuyla geldiğin Bosna’dan, Yugoslav pasaportuyla Sırbistan’a girdiğin doğru mu?” “Evet doğru. Yalnız 2009 değil, 2010’du. Bosna’ya Türk değil Yugoslav Pasaportumla girmiştim. Ayrıca Yugoslav Pasaportu, Sırbistan’a giriş için değil, Türk pasaportuyla girdiğim Sırbistan’dan çıkıp Kosova’ya giriş içindi. Ve Yugoslav pasaportuyla değil Türk pasaportuyla Sırbistan’dan çıkıp Kosova’ya girmiştim. Çünkü olmayan bir ülkenin pasaportuyla, olmayan bir ülkeye buradan gidemezsin denmişti. ”


19


Kemal Mehmedovic 20


+22 ERVANUR ERDOĞAN - MERRY ENGLAND +23 TAXHUDIN SHABANI - BASHKA +24 MILJENKO JERGOVIC - KOMÜNİST +27 MELEK RADA - PRİZDEN’DE TANIDIK BİR YABANCI +30 SELİM BEKTAŞ - KIZILKIPKIRMIZI +31 DZEMAL SUREJA - UVEDZINKA +32 ADELINA PILJUG - CEZNJA +33 AHMET FURKAN DEMİR - JACQUINE LENDIT +37 EMİN AKBEN - GEREKSİZ DRAMA +38 OSMAN PALABIYIK - BİR FİLİ DÜŞÜNDÜM, GÜLÜMSEDİM +39 ERVİNA HALİLİ - TURMA 97 +44 YAHYA KEMAL - HAYAL ŞEHİR / SNOVITI GRAD +45 CAHİT SITKI TARANCI - S TRIDESET I PET +46 ELİF DAVARCI - BİR YAZARIN SONU

21


Ervanur Erdoğan

MERRY ENGLAND Bir düşman soğuktur Bir düşman boylu poslu cilveli çirkin Bir yelve kuşu yırtıcıdır

burjuvazinin halk bayramında

Göbek şişer tıkanır soluk borusu Eklemler kireçlenir WELCOME TO MERRY ENGLAND Ne demişti pagan şairi ceplerimde cani rekabet ceplerim delikçesine sapkın ve kör diyememişti. Tükenmek için İskoç damıtım evin de tüketerek süt ve süt ürünlerini Ah senatörler! Cenaze alayların da Af komisyonun da Ve halk bilir Tanrı da sevmez vefatını politik bir nedene bağlayarak huzurla uyuyanları yeraltında Lutfediniz yaban kitle Lutfediniz Harita da bir kara kıta var

taş çağı tunç çağı Dahası var dipçik ve süngü darbeleri Senato da bir albay var ölü gömücüdür güzel rol yapar Ve böylece şiirimizin sonunda Don Ridgo’da kovarak Mağriplileri Calatrava’dan Kavuşur nişanlısına. Hani sosyalizm eli tepilesi faşizm? Hep söylüyoruz WELCOME TO MERRY ENGLAND

22


Taxhudin Shabani

`BASHKA` Ishte një tis i rënë pasditeje, por vonshëm i’u vërsul një tregimit të shkurt, si kjo natë disi “bashka” çdo gjë bënte të lidhur me trotuarin e kalldrëmtë të Sarajevës të Gjirokastrës, të Shkupit e të Prizrenit nën një vargmal të bardhë të veshura me xhupa dimri të përkëdhelur nën kaltërsinë e horizontit si katër vasha që jetonin bashkë, disi “bashka” por me buzë të rrahura prej historisë e nga përvuajtja e dëmtimeve kolaterale janë kokulur, të balsamosur me qepje të plandosur Dëmtimet, po, dëmtimet janë të dëshiruara kanë bardhësinë që si kupton njeri! janë pikante, sepse strucin të dashurën liri. Po ç’ne me të vërtetën? si lajmëtare e sakatosur, e përzier bashkë me kurm të dyllosur si kukulla që shpërndahen nëpër kioske, e nën tutelë i mbajnë të ngrira buzëqeshjet, çdo vrap është kthim mbrapa, vërtetësishtë të qepura me vërtetësinë e pakthyer... shpresë a ka!

23


Miljenko Jergović

Komünİst Çeviren: Beliz Çoşar

İvo T. her zaman bir komünistti, -ve her zaman da öyle kalacak. Savaştan bir yıl önce, seçimleri çeşitli milliyetçi partilerin kazanmasından kısa bir süre sonra, karısını ve çocuklarını apartmanın önündeki çimenliğe götürdü, bir ateş yaktı ve şişte bir kuzu çevirmeye başladı. Bunu penceremizden seyretmekten kendimizi alamadık, ama manzara hoşumuza da gitmiyordu. İvo T. beyaz gömlek ve düğme iliğine kırmızı bir karanfil taktığı bir takım giyiyordu. Şişi çevirirken başını Franz Josef gibi yukarıda tutmaya önem verdi. Sanki artık hiç kimsenin Bir Mayıs’ı kutlamadığını unutmuştu. Karısı ve çocukları aynı şekilde neşeyle gülüşerek, ahşap taburelere tünediler. Fakat dışarıdan bakan biri için uyumsuz bir görüntü sergiliyorlardı. Yoldan geçenler aile-

ye tasvip etmediklerini ifade ederek dik dik bakıyorlardı, hatta bazıları laf atıp gülüştüler. İvo T. hiçbir şey görüp duymuyormuş gibi yapıyordu, ama kendine hakim olamadığı zaman, Bosna’nın ulusal işaret diliyle, kolu dirsekten itibaren sallayarak yapılan müstehcen bir hareketle cevap veriyordu. Bin dokuz yüz altmışların altında başında İvo T. şehir meclisine başkan seçilmişti. Her gün işine bisikletiyle gelirdi, işçilerden farklı görünmek istemezdi. Pantolonun paçalarında her zaman bisikletinin zincirinin izleri bulunurdu ve her zaman kıçında selenin damgasını görebilirdiniz. Buna karşın Pazar günleri, karısını ve çocuklarını Yugo 1300’e koyup,

24

Princip sokağında ya da Vitez çevresinde ağır ağır dolanmayı alışkanlık edinmişti, böylece herkes onları görebilirdi. Elbette Yugo’yu sadece ülkenin ekonomisine yardım etmek için almıştı – Mercedes alıp, kapitalistlere yardım edecek değildi ya. Ama sadece bir ay sonra İvo T., meclisteki işinden istifa etti. Suçlularla iş yapamayacağını iddia etmesine rağmen hiç kimse nedenini anlayamadım. Tito, Bugojno yakınındaki ormanda ödüllü bir ayı öldürdüğü zaman İvo T., “Sanırım ayıya yazık oldu, ama yine de sadece vahşi bir hayvan. Ölmesinde yarar var,” dedi. Kimileri İvo T.’nin devlete ve özerk yönetime karşı olduğunu iddia ettiler ama o, “Bırakın ayı avını, ben, Tito Stalin


ile bozuştuğu zaman bile doğru yolu buldum,” diye cevap verdi. Diğerleri başlarını eğdiler ve tek kelime söylemeden evlerine gittiler. Tito öldüğü zaman İvo T. kendini odasına kilitledi ve gün ağarmadan önce bir şişe cin içti. Karısı Ruza’yı, oğlunu ve kızını çağırdı ve onlara hararetli bir konuşma yaptı, “Bizim ihtiyar öldüğüne göre, artık haytalık yok. Hepinizden sorumlu davranmanızı bekliyorum...” Bütün parti görevlileri, tabutu taşıyanlar Tito’yu mezarına indirirken hazırol vaziyette durdular. İvo T. de hazırola durdu. Enternasyonel çalınırken gözyaşlarına hakim olamadı. Ne var ki Ruza dindar bir kadındı. Noel arifesi her zaman toz alır, perdelerini yeniler, kuaföre gider ve kocası somurtup bakarken, çocukların derli toplu görünmesine dikkat ederdi. İvo T. Ruza’nın huyunu biliyordu. Noel’den iki ya da üç gün önce ona sokuldu ve eline bir bez verdi. “Bu evde Noel kutlamaları olmayacak,” dedi. “Zaten durumumu açıklığa kavuşturdum, diğerleri gibi olmayacağım. Ne derler bilirsiniz – hem komünist, hem de evi Zagrep Katedrali’ne benziyor. Eğer Noel kutlaması istiyorsan, çocukları al ve annenin evine git ya da benim anneminkine, ya da nereye olursa. İstediğin kadar kutla, ama beni karıştırma.” Ruza çocuklarla birlikte bir sene annesinin evine, ertesi sene kayınvalidesine gitmeyi alışkanlık edindi. İvo mutlaka, Ruza hangi evdeyse, birkaç gün sonra orada görünürdü; sanki sadece oradan geçiyormuş gibi. Üzerindeki gündelik kıyafetiyle oturur, bir içki ve bir lokma alır, aileye iyi Noeller diler ve sonra, “Sosyalizm ibadet özgürlüğünü garanti eder,” derdi.

İvo T. hırsızlar hariç herkesle arkadaştı. Vitez boyunca yürürken, aslında tanıdıklarını kibarca selamlamadan geçmezdi. Almanlara, İngilizlere ve Amerikalılara aynı derecede düşkündü. Kapitalizme rağmen. Doğrusu, nefret ettiği tek millet Japonlardı. Hiç kimse nedenini bilmiyordu. Bir akşam çocuklar televizyonda bir Japon filmi seyrediyordu ve o sandalyesinde uykuya dalmıştı. (Her zaman sıradan, ahşap bir sandalyeye otururdu, sırtı sakattı ve uzandığı zaman canı daha çok acıyordu.) Bir Samuray aniden bağırıp, onu uykusunda korkuttuğu sırada horluyordu. Televizyona bağırmaya başladı –“Japonlara da, size de,” diye. Çocuklar babaların sakinleştirmeye çalıştılar ama o tiradını garip bir soruyla sonra erdirdi. “Pekala, benim sevgili Darvin’im,” dedi İvo, “Eğer insan maymundan geliyorsa, Japonlar nereden geliyor?” Sonra sandalyesine geri döndü ve tekrar horlamaya başladı. Daha sonra Vitez’deki herkes İvo’nun Samuray hikayesine güldü. İşyerinde kendini bir Yugoslav olarak algılamak moda oldu. Fakat İvo T.’ye ne olduğu sorulduğu zaman, “Hırvat olduğumu söyleyebilirim,” diye cevap verdi. İş arkadaşları şaşkındı, ama İvo T. devam etti, “Böyle doğdum ve bunu değiştiremem. Eğer beni bir Hırvat olarak sevmiyorsanız, neden bir Yugoslav olarak sevesiniz ki?” Bir kez daha başlarını eğdiler ve gittiler. O zamanlar hayat böyleydi. Oğlu Zagreb’e okumaya giderken, İvo T. Zenica’ya kadar ona eşlik etti, onu kucakladı, cebine 100 Alman markı koydu ve dedi ki, “Zagreb’deki insanlar da Vitez’deki insanlarla anynıdır. İyileri de vardır kötüleri de. Sen nereden geldiğini unutma-

25

dığın sürece iyi olanlar seni sevecektir.” Oğlanın babasını dikkate alıp almadığını bilmek zor. O, iyi vakit geçirmek istiyordu. Geride ne bıraktığı ya da Zagreb’de onu bekleyen hayat onu ilgilendirmiyordu. Aynı gün Vitez’de korkunç bir fırtına çıktı. Gökyüzü gürledi. Kruşcica’da hamile bir kadının şimşek yüzünden öldüğü söylendi. Bazıları bebeğin ölü annesinin karnının içinden ağladığını duydular –ama bir süre sonra susmuştu. Diğerleri hâlâ canlıyken annesinin karnından çıkarılması gerektiğini söylediler. Komşuları vaftiz edilmemiş bir ruhu, vaftiz edilmiş birinin içinde gömmek zorunda kaldılar. Yaşlı kadınlar daha sonra, bu gibi şeylerin her zaman şanssızlık getirdiğini iddia ettiler. Sanki biri İvo T.’nin kulağına fısıldamış ve oğlunu herhangi bir talihsizlikten koruması için onu ikna etmişti. Vitez savaşın ilk yılları boyunca bombalanmadı, ama zaman geçtikçe Müslümanlar ve Hırvatlar, liderleri arasındaki fesatçıların sözüne kulak asmaya başladılar. Birbirlerine şüpheyle bakmaya başladılar ve sonra birbirlerinin evlerinin yakmaya giriştiler. Her cemaat kendi yoluna gitti –bazıları Zenica’ya kaçtı, diğerleri Zenica’dan komşu kasabalara. Birkaç hafta siper kazdılar ve sonra büyük karışıklık başladı. Nereye gitseniz kanla ve silah sesleriyle karşılaşıyordunuz. Bakacak başka bir şey yoktu. Bir gerginlik hüküm sürüyordu, biz de gergindik, ama en azından evini terk etmek zorunda kalana kadar, herkesin içi biraz daha rahattı. Daha önce farkında bile olmadığımız tarlalar, arazi parçacıkları için savaştık. Bosna, sıcak suda yıkanıp çekmiş bir eşarp gibiydi. İvo T., Vitez çevresinde eski ben-


liğinin bir gölgesi gibi dolaşıyordu. Mahvolmuştu. Büzülüp içine kapanmıştı. Kiliseye bir top mermisi isabet ettiğinde, yanaklarından dökülen gözyaşlarıyla kapının önünde durdu. Hepimiz üzgündük ama onun gibi her zaman komünist olmuş ve her zaman da olacak birinin, bombalama nedeniyle, kendini neden rahipten daha kötü hissettiğini anlayamadık. “Ağlama İvo,” dedim. “Kolayca onarırız.” Ama artık hiçbir şeyin onarılamayacağını tekrarlayıp duruyordu. “Ne demek istiyorsun, seni aptal ihtiyar?” Delik sadece elli santim iken neden kilise onarılamasın?” diye düşündüm. Ama hiçbir şey söylemedim. Zavallı adamın savaşı kaybettiğini görebiliyordum, yanlış bir şey söylemek ve benim önümde ağlamasını göze almak istemedim. Ama o sözünü bitirmemişti. “Atalarımın çan kulesini gördükleri yerden, ben ancak gökyüzünü görebiliyorsam, neyi onarabiliriz Rudo?” diye sordu. Birden boğazıma bir şey tıkandı. İvo’yu kucakladım ve suratımı ceketine gömdüm. On dakika boyunca orada öyle kalmış olmalıyız – dört bacağın çektiği iki adam. Eğer bizi ayırsalardı, sanırım ikimiz de düşer ve tekrar kalkmayı beceremezdik. Zagreb’den İvo’nun oğlundan küçük bir paket getiren bir Amerikalı geldi. Üç karton sigara, 450 gr. kahve ve iki konserve. Adamın bütün taşıyabildiği bunlardı. İvo T. sigara kutularından ikisini aldı ve herkese bir paket vermek için kapı kapı dolaştı. Üçüncüyü kendisine ayırdı. O akşam hepimiz İvo’nun evine kahveye gittik. Konuşmanın ortasında Ruza’ya bağırdı ve ondan

teybi getirmesini istedi. “Dışarıda makineli tüfeklerin müziği duyulurken, şimdi neden bir teybe ihtiyacımız olsun ki?” diye düşündüm. İvo, Amerikalı ile Zagreb’deki oğluna bir cevap yollamak istediğini söyledi. Yazmak istemiyordu çünkü sesini duyarsa oğlunun kendini daha ciddiye alacağını hissediyordu. Cebinden cüzdanını çekti, bir resim çıkardı ve konuşmaya başladı. “Oğlum, kötü insanlar bize bunu yaptı. Ne senin arkadaşların, ne de benimkiler sorumlu. Ne de, garajının önüne park ettiğim için birkaç yıl önce arabamızın lastiklerini delen sarhoş Avdo. Ne de, halkına, domuzlarını kestikleri günlerde Katoliklerle el sıkışmamalarını ve öpüşmemelerini söyleyen imamı sorumlu tutabiliriz. Sorumlu olanlar sadece kötüler. Lütfen hiç kimseden nefret ettiğini söylediğini duymayayım –ve başımıza gelenler yüzünden herhangi birine küfür ettiğini duyarsam, Tanrı sana yardım etsin. Çünkü bacaklarını kırarım. Her ne olursa olsun, dediğimi hatırla. Her kötü kelime, en savunmasız olduğun zamanda bir taş gibi sana geri dönecektir. Benden bu kadar, çok çalış ve yollayabildiğin zaman bize tekrar bir şeyler yolla, ama çok fazla para gönderme, çok içki içme ve gece geç vakit kasabada dolaşma, ah, evet bir de kız arkadaşına göz kulak ol! Benden bu kadar, oğlum. Sevgiler, baban.” Kaydı bitirdiği zaman, hiç kimse tek kelime söylemedi. Dışarıda bombalama devam ederken, biz masanın etrafında sessizce oturduk. Kahvemi içerken, biraz tuzlu geldiğini düşündüm, şaşırdım çünkü ben ağlamıyordum. Kim bilir? Belki de bir insanın içinde gizli gözyaşı damarları vardır. O gece herhalde hepimiz bebekler gibi ağladık, hatta

26

karşı taraftaki insanlara ateş ederek günler geçiren, cepheden yeni dönen Domo bile. Herhalde, o gece gözünü bile kırpmadı, çünkü hiç durmadan ağlıyordu. İnsan kalbi yumuşaktır, sanırım özellikle de eğer doğru yerde atıyorsa. İvo T. hakkında bir hikaye yazabilirsiniz ama neleri koruyup neleri çıkaracağınıza dikkat etmelisiniz! Ne yaparsanız yapın her zaman bir komünist olduğunu ve her zaman da olacağını söylemeyin ve karısına Noel’de eğlenmesine izin vermediğinden bahsetmeyin. Tito’yu da bir kalemde geçin ve belki şehir meclisi başkanı da olduğunu da yazmayın çünkü eski sistemde kimlerin başkan olduğunu hepimiz biliyoruz. Belki de yalan söylemek ve İvo T.’yi bir rahip olarak takdim etmek daha mantıklı olacaktır – şimdi düşünüyorum da, bunu yapamazsınız, çünkü rahiplerin evlenmeleri ya da çocuk sahibi olmaları yasaktır. Neden sadece iyi bir adam olduğunu söylemiyorsunuz? Yazılacak tek şey bu.


PrİZren’de tanıdık bİr yabancı Melek Rada

Elindeki çantasını otobüsün basaatin ne kadar da çabuk geçtiğini gajına yerleştirdi. İçeri girdi ve bir fark edemedi. Kosova sınırına geldi numaralı koltuğa oturdu. Çok heen sonunda. Otobüsten apar topar yecanlı ve mutluydu. On yedi sene indi ve derin bir nefes aldı. Ciğersonra tekrar kendi ülkesine, memlerine doldurabildiği kadar Kosova leketine gidiyordu. Uçak değil de havası doldurdu. Sonra aklına İsotobüsü tercih etmesinin nedeni de tiklal Marşı’nın yazarı büyük şair memleketinin her karışını görebilMehmet Akif Ersoy’un memleketi mek içindi. On yedi sene önce KoKosova için yazdığı şiiri geldi ve mısova’da savaş patlak vermişti. Savaş rıldanmaya başladı: başladıktan bir müddet sonra da bavullarını alıp Nerede olsam karşıma çıkıyor bir kanlı ova Türkiye’ye gelmişlerdi. Sen misin yoksa hayalin mi vefasız Kosova Savaş döneminde küçükHani binlerce mefahirdi senin her adımın tü ama savaşın ne demek Hani sinende yarıp geçtiği yol Yıldırım’ın olduğunu bilemeyecek Hani asker, hani kalbinde yatan şah-ı şehid kadar küçük değildi. KoSöyle Meşhed öpeyim secde edip toprağını sova’yı terk etmek isteyen Yok mudur Murad’ın sende iki üç damla kanı araçlarla doluydu sınır. Araçların içinde de öldürülmüş aileler vardı. Bütün bunları Yüzünde bir tebessüm oluştu, tekgörünce ‘’ya biz de ölürsek?’’ demişti rar memleketine kavuşmanın tarif kendine. Tarifsiz bir korku sarmıştı edilemez mutluluğuyla dolup taiçini. Korktuğu gibi olmadı zaten. şıyordu. Uzun sürmeyen pasaport Türkiye’ye sağ salim varmışlardı fakontrolünden sonra tekrar otobüse kat sağ salim varmaları içindeki acıyı bindi. Yolculuk boyunca hiç uyuyok etmiyordu. Sınırda gördüğü bir mamıştı, şimdi de uyumayı düşünsürü ölü bedeni unutturmuyordu, müyordu. Güzelliklerle dolu ülkememleketinde bıraktığı bir sürü arsini otobüsün kirlenmiş camından kadaşını da unutması imkansızdı. seyretmeye başladı. Ağaçlarla dolu Kosova’ya dair her şeyi ne kadar da yemyeşil dağları, sabahın yedisinçok özlemişti. Televizyonda savaşın de dükkanlarını yeni açan esnafları bittiğini öğrendiğinde mutluluktan seyretti bir süre. Kaldırım kenarında ne kadar da çok ağlamıştı. Ülkeyi oyun oynayan ve otobüsün geçtiğini terk ettiklerinde sanki kalbinin bir fark edince el sallayan çocuklara o da yarısı orada kalmış gibiydi. Anneel salladı gülümseyerek. İki saat sonsi, babası ve kız kardeşiyle beraber ra şehri Prizren’e ulaştı. Ağır adımTürkiye’ye gelmişlerdi. Ailenin diğer larla otobüsten indi, gri renkteki küüyelerinin gönülleri ülkeyi bırakıp çük çantasını aldı ve çocukluğunun gitmeye razı değildi. ‘’Ülecegisek geçtiği sokaklarda özlemle yürümecendi evımızde ülürüz’’ demişti baye başladı. Babaannesine geleceğini baannesi. Şimdi gidecekti, on yedi haber vermemişti. Sürpriz yapmak yıl görmediği babaannesine sıkı sıkı istiyordu. Acaba yıllar sonra sadece sarılıp, özlediği o temiz kokusunu internet aracılığıyla gördüğü toruiçine çekecekti. Hayallere dalmıştı. nunu karşısında görünce ne tepki Acaba ülke hala bıraktığı gibi miydi? verecekti? Mutlu olurdu, hemde çok Bütün bunları düşünürken on dört mutlu olurdu. Babaannesini görmek

27


için sabırsızlanıyordu. Bu yüzden de adımlarını sıklaştırdı. Eskiden yaşadıkları ev şehrin merkezine çok yakındı, Maraş’taydı. Evin önünden Bistrica deresi geçiyordu. Küçükken hava sıcak olunca her gece balkona çıkıyor ve derenin akışını izliyordu. Şırıl şırıl akan dere ona huzur veriyordu. Evin önüne gelmişti. Dedesinden hatta dedesinin babasından kalan ev hiç onarılmamıştı. Çok eskiydi. Zaten evi güzel yapan şey eski olmasıydı. Kapının koluna uzandı, içindeki heyecanla tahtadan eski kapıyı açtı. Kapı kilitli değildi, hiçbir zaman da kilitli olmamıştı. Babaannesinin neden kapıyı hiç kilitlemediğini hep merak ediyordu ama bu soruyu sormaya hiçbir zaman fırsatı olmamıştı. Karşısına çıkan manzara kalbinin daha da hızlı çarpmasına neden oldu. Hiç değişmemişti. Çocukken oyunlar oynadığı bahçe hala aynıydı. Kenarlarda bir sürü çiçek vardı. Özellikle babaannesinin çok sevdiği Hatim Çiçeği hala aynı yerde duruyordu. Bahçenin ortasında da bir havuz vardı. Çocukken o havuzdan kana kana su içerdi. Şimdi de içi balıklarla doluydu, rengarenk süs balıklarıyla. Yan tarafta da küçük, yaklaşık bir metre kadar kapı vardı. Kapıcık adı verilen o kapılar eskiden bütün evlerde vardı. O kapılardan yan komşunun bahçesine çıkılıyordu. O dönemde komşunun ne kadar değerli olduğu, insanların birbirlerine ne kadar güvendiği belli oluyordu. Şimdi de o kapıcıklarda kocaman bir kilit vardı ne yazık ki. Komşuluk günden güne yok olmaya yüz tutuyordu. Evin içinden gelen bir sesle düşüncelerinden sıyrıldı. Babaannesi uykusundan yeni uyanmış, bahçeye çıkıyordu. Seksen beş yaşındaki yaşlı kadın kapının önün-

de durdu. Torununa baktı ama gözlükleri olmadığı için uzağı tam olarak seçemiyordu. ‘’Çimsın sen? Ne araysın?’’ ‘’Ana seçmedın mi beni? Benyım senın unukan.’’ Yaşlı kadın torununa yaklaştı. Torununu iyice süzdükten sonra onu tanıdı. Gözleri parladı ve mutlulukla gülümsedi. ‘’Hoşceldın more çocok. Niçın haber vermeysın çi celecen?’’ yaşlı kadın torununa özlemle sarıldı. On yedi senenin özlemiyle, gözlerinden birkaç damla yaş aktı. Torununu ne kadar da çok özlemişti. Kosova’yı terk ettiklerinde karşısındaki kocaman adam daha on iki yaşındaydı. Yıllar ne kadar da çabuk geçmişti. Torunu da babaannesine sıkı sıkı sarıldı. Hiç bırakmak istemiyordu. Bahçenin ortasında sabaha kadar babaannesine sarılmak istiyordu, ondan ayrılmak istemiyordu. Yaşlı kadını yanaklarından öptü. Yüzünde seksen yılın getirdiği çizgiler vardı ama mavi gözleri her zamanki gibi şefkatle bakıyordu. Çok temiz bir kadındı. Başındaki başörtüsü de bembeyazdı. ‘’Hade çocogom cel içeri, dinlen biraz. Yorolmisın.’’ ‘’Yok ana ben biraz araym çikma cezma Prizreni ze çok üzlemişım. Cezeym biraz, sora celırım.’’ ‘’Dane çocogom.’’ Evden dışarı çıktı. Maraş köprüsünden derenin öbür tarafına geçti ve etrafı inceleyerek yürümeye başladı. Sağ tarafta bir zamanlar Belediye binası vardı. O bina yıkılmış, yerine de park yapılmıştı. Birkaç adım ilerde Prizren Birliği Müzesi vardı. Orası da tadilat yapılmıştı. Savaştan önce orada Abdyl Frasheri(Abdül Fraşıri) ve Ymer Prizreni(Ümer Prizreni)’nin kocaman heykelleri bulunuyordu fakat onlar da savaştan nasibini almış, Sırplar tarafından bombalanmıştı. Yürümeye devam etti. Taş Köprüsüne ulaşmıştı en sonunda, köprüyü

28

geçti ve şehrin merkezine ulaştı. Taş Köprüsünü konuşmadan geçersen, bir dileğin kabul olur, diyorlardı. Acaba öyle miydi? Köprünün karşısında duran Şadırvan’a yaklaştı ve kana kana su içti. Başka bir rivayete göre de bu Şadırvan’dan su içen biri ya Prizren’e tekrar gelir ya da Prizrenli biriyle evlenirdi. Bu tür şeylere çok inanmazdı fakat çeşmeden su içerken tekrar Prizren’e gelmeyi diledi. Kalbinin en derinlerinden diledi. Etrafa doya doya baktı. Birçok şey değişmişti. O giderken ardında bıraktığı birçok şey değişmişti. Prizren daha güzel bir şehir haline gelmişti. Kötü olsa bile ona göre şehirde yaşayan insanların güzel olması önemliydi ve Prizren halkı çok misafirperver insanlardı. Onun için şimdilik bu kadar gezmek yeterliydi. Eve gidip dinlenecek, uyandığında Prizren’i karış karış gezecekti. Geldiği yoldan tekrar eve döndü. İçeri girdiğinde babaannesi koşa koşa yanına geldi, torununa tekrar sarıldı ‘’Hoşceldın. Yoroldon mi?’’ ‘’Yol yorgonlogi. Şindi biraz yatim uyim ben.’’ ‘’ Ema ben sabalık hazırladım. Dedım biçe yersın ekmek sora uyursun.’’ Özlediği ne kadar da çok şey varmış. Bunlardan biri de babaannesinin hazırladığı kahvaltıydı. İçeri geçtiler, yemek masasına babaanne ve torun karşılıklı oturdular. ‘’Bak senın içın cittım aldım topli, üzlemisın. Ayvar, lutenica hem Şar pinıri da var.’’ Babaannesi ne kadar sevdiği şey varsa sofraya getirmişti. Babaannesi konuşmaya başladı. ‘’Ne oli evdeçiler? Niçın celmedi onlar da?’’ ‘’Ya çok işleri var. Ben gayri dayanamadım, çok üzledım seni, Prizren’i hem celdım.’’ Yaşlı kadın karşısındaki koca adam olmuş torununa sevgiyle baktı. ‘’Hayt çok sülema şindi. Sora


cene mabet ederız. Ye ekmegıni.’’ Babaannesinin sofraya getirdiği her şeyi silip süpürdü. ‘’Ana ellerıne saglık. Çok lezzetliydi herbi şi’’ ‘’Afiyet olson çocogom. Sen cit şindi biraz istirahat et. Bak yokardaçi sobada hazırladım yatagıni.’’ ‘’Ayredesın ana.’’ deyip yukarı kata odasına gitti. Yatağına uzandı, mutlu bir şekilde uykuya daldı. ……. Annesinin sesini duyuyordu. Kendisine sesleniyordu. İyi ama annesinin burada ne işi vardı ki? Prizren’e tek başına gelmişti. Yavaş yavaş gözlerini araladı, etrafına bakındı. Sol tarafta üzerinde yığınla dosya olan çalışma masası, karşısında bir LCD televizyon ve sağ tarafta kocaman bir kitaplık vardı. Burası Prizren’deki odası değildi. Burası İstanbul’daki odasıydı. Her şeyin bir rüya olduğunu o an anladı. Kalbi sızladı ve gözünden özlemle bir damla yaş aktı. ‘’Keşke o rüyadan hiç uyanmasaydım’’ dedi kendi kendine.

Prizren’de bir dükkan

29


Selim Bektaş

KIZILKIPKIRMIZI Babasından kalan kol saatine gözlerini diktiğinde saatin henüz erken olduğunu düşünüyordu. Me-kanik kol saati arada sırada geri kalırdı, hatta durduğu da olurdu. Ona babasını hatırlattığı için çı-karmayı ya da tamir ettirmeyi hiç düşünmemişti. Az çok alışmıştı da bu duruma. Güzel de bahane oluyordu doğrusu. “Nerede kaldın?”, “Saatim geri kaldı yine.” Ancak bu defa babasının saati onu ters köşeye yatırmıştı. Saat yaklaşık iki saat ileri gibi görünü-yordu ve bu da televizyon saatini kaçırdığı anlamına geliyordu. Gözleri bir kedi gibi büyüdü. Hemen televizyonun düğmesini açıp kanepenin en sevdiği köşesine oturdu. Neyse ki program daha baş-lamamıştı. Reklamları izlemek de güzeldi. Ayçiçeği yağı, tıraş bıçağı, tabanca, mobilya, çikolata, terlik, bisküvi, fare zehri, başka bir ayçiçek yağı, halat, tuvalet kağıdı, telefon, ayakkabı reklamlarını büyük bir keyifle izlemeye başladı. “Televizyon,” diye düşündü, “yorucu bir günün ardından televiz-yon gibisi yok.”

Reklamlar bittikten sonra en sevdiği program olan “Kes Bakalım” başlıyordu. Dört şanslı yarışmacı büyük ödülü kazanmak için onlarca kesici alet ve 5 litrelik cam fanuslardan oluşan bir odaya konup kendi vücutlarından en fazla kanı akıtmaya çalıştıkları bir yarışmaydı bu. Şu ana kadarki rekor 2,5 litreydi, yarışmacının adını hatırlamıyorum, zaten merak etmediniz. Şimdi fark ediyorsunuz ki kah-ramanımızın da zaten bir adı yok. Devam edelim. Yarışma başladığında adeta yarışmacılarla yekvücut oluyordu. Biri bacağına usturayla bir kesik attığında bacağından kasıklarına kadar bir titreme geliyordu. Hatta geçen hafta delinin teki gözünü çıkardığında rüyasında gözleri olmayan adamlar tarafından kaçırıldığını görmüştü. Bunun dışında genellikle tatmin edici şeyler olurdu Kes Bakalım’da. Ters bir kum saati gibi doluyordu fanuslar. Şimdilik yaşlı bir çiftçi önde götürüyordu ama onun amatör olduğu çok belliydi. “Aynı anda çok yerden kesmek mi? Gerizekalı! Sprint değil maraton yarış-ması gi-

30

bidir bunlar.” diye söylendi televizyona. Böyle yarışmacılar da olmasa zevki de kalmazdı aslında. Tüm bu teknik ve sıkıcı düşünceleri geride bırakıp yapışkan koyu kırmızı sıvının garip şekilli fanusları dolduruşunu zevkle izlemeye başladı. Tüm bunlar olurken karşı komşusu yetmiş altı yaşındaki kocasının boğazını kesmek için doğru bıçağı seçmeye çalışıyordu. Ekmek bıçağı ve şef bıçağı arasında gidip geliyordu kadıncağız. Çok geçmeden ekmek bıçağının tırtıklarının daha keyifli olacağına karar verdi. Bağrışmalar birbirine karıştığında Crimson ülkesinde doruk noktasına ulaşılmıştı. Bu sırada kimse farkında değildi ama bir de kanlı askeri darbe oluyordu ancak o da başka bir öykünün konusu. Crimson ülkesinin kan kırmızı bayrağı her daim dalgalanacak.


Džemal Sureja

/

prijevod - translation: Kerima Filan

Uverdžinka Ovako ćemo se opet grliti samo na određenim mjestima Najljepši je taj tvoj vrat da se izdrži ili da se nada ne izgubi U jednom smo tramvaju što sa Lalelija odlazi u svijet I odjednom, kako to, ti srce moje dodiruješ Al’ kako to ti, kad ruka srce dodirnuti ne može Opet nadolazi ljubav Na svim kontinentima I Afrika je uključena. Dobro znaš da pametno razmišljaš, dugo mi živjela, Jednako dobro kao što znaš da spavaš Bog grijeh je odredio s tobom biti, kako to, Zar da zalud je tvoja kosa toliko dugačka Takvu kosu u životu svom ja video nisam U svakoj njenoj vlasi po jedno srce kuca Za sve kontinente I Afrika je uključena. Ti imaš neki duh i to je ono što osvaja me Disati s njim još vrednije postaje Gladan je kad svane jutro i u pravu je Lijep je kad dan se završava jer proživio ga je Lijep je kao imena što smo ih dali mnogim cvjetovima Što cvjetaju najpoznatijom crvenom Na sivim kontinentima I Afrika je uključena. Zajedno pišemo stihove, nekad dobre nekad lose Tvoj vrat kažem, tvo vrat niko ne može znati kao ja Kad bismo još jedan stih izrekli, kao da bismo sve u red doveli

31

Još samo dva koraka, al’ ne možemo dalje, drže nas Eto tako nas još jednom drže i uzimaju na nišan Nas svaki dan od jutra do mraka uzimaju na nišan Na svim kontinentima I Afrika je uključena. Sad je pravo vrijeme da progovorim o tvojoj hbrabrosti Onoj kad si se pridružila pjesmi o slobodi na ulici Bila je to velika hrabrost, takvu nema svaka žena Prisjećam se kako si čašu držala Predvečer u Pasažu Cvijeća Stvarna bijeda nakon toga je počela Na svim kontinentima I Afrika nije isključena.


Adelina Piljug

Čežnja O ti zemljo daleka, Ti merak si moje duše, I merak i čežnja si postala, U moju dušu se uplela. O ti zemljo junačka, Ti junaštvom svojim sijaš, I sijaš i osvajaš obale srca, Junačkim čarom trag ostavljaš. O ti zemljo ljubavi, Ti ljubav si meni donijela, I ljubavu i srećom ispunila, Pečat ljubavi i sreće, Na ovo srce si spustila. O ti zemljo čežnje, Ti u plamen si moje srce stavila, Žarom čežnje ašikom učinila, Okeanom čežnje dušu ispunila. O ti zemljo, zemljo moje čežnje...

32


Jacquine Lendit Ahmet Furkan Demir

“Tanrım; suyu bu kadar niye sessiz yarattın? Ses vermeden alıp götürdü bizi”

Hayat sebepsiz olayların üstüne kurulu olamaz. Hayatı ciddiye almanın bir bedeli ve bedelsizliği var. Bedeli ödenen her kuşağın kendine ait bir serzenişi, kendine ait bir ciddiyetsizliği olur, hayat tekrar edilenden çoğu zaman hoşlanmaz; ya olur derseniz şanslısınız demektir. Ya ona şansızlık dersiniz ya da olayın bedeli, eğer ki tekrar ediyorsa o süreç yeteri kadar geçirilmemiştir. Çünkü şans diye sunulmuş ise o geçmişte mutlak bir hata vardır. O hata geçmiştir ve önümüze şans diye konulmuştur. “Hayır” dedi Jacquine. Zaten “geçer” dediklerimiz çoktan onlardan geçtiğimizdir. Yani henüz başlarken anı kaybettiğimiz durumdur. Yarına odaklanırsak geçmiş bize gelecekten bir misal bırakır ama bu dönemki eylemle-rimiz korkutucu derecede olabilir. Zaten hâlihazırda herkesin sıkça bildiği insanlar; özlerinde sade ve şık olabilir ancak yansıttıkları bir kavmi helak edecek derecede korkunç…Eğer bu şekilde devam edeceksek yarınlardan umut bağımızı kopartmalıyız. Jacquine düşündükten sonra usulca ve dikkatli bir şekilde etrafına göz gezdirdi, diğer ayağını yavaşça sallamaya başladı ve koltuktan gelen gıcırtılı sesin ahengine kapılarak, dinle-yenleri hipnotize edercesine söze başladı. “Tekrar düşünün” dedi. -Tam anlamıyla sebepsizliği çağırarak- hafifçe etrafına göz ucuyla tekrar bakındı. Herkesin kafasının karıştığı belliydi. Gözlerini yerde gezdirdi. Jacquine bu olaya her zaman şahittir; çünkü kendi deyimiyle “ben hayata hep bakarken yakalanırım, bu sefer farklı olmasını dilerdim” dedikten sonra doğruldu ve ileriye doğru adım attı. Onları geride bırakacak ama kendisini çıkışa yani

33

ileriye doğru götürecek bir adım… Adımları ne ufak ne de kısa… Belki bir insan ölçülerinde adımları olan, sakinliği ve bakış açısının getirdiği farklılıklardan dolayı gayet olumlu adımlar atmaya çalışırdı. Ama bilerek, su dolu bir çukura adım attığı da olur. Yürürken -düşünmekten olacak ki- gözlerini hızla açıp kapatıyordu. Elleri titremeye başlamış ve vazodan gelen ışık, burnunun tam üzerindeki yaraya yansıyordu. Gözüne bir kapı ilişti ve doğruca ona yürümeye başladı -ki geldiği şehirde kapılar yoktur.- Yani beklenilen ne bir kapı var ne de bir yol… Yalnızca bir kapı, mahremiyeti korumak adına yapılan bir çeşit tahta duvar, belki de o yüzden kapıya vururlar ama Jacquine kapıyı tıklatmaz: Eğer önündeyse açılması gerektiğini bilir. İçeri girdi ve kapıyı arkadan bir daha kapattı. Aklını kurcalayan sorulara bir yanıt bulamadığı için ayağını sertçe yere vurdu. Kendisine doğru ba-ğırmaya başladı: “Canı sıkılan her kimse, dövüşmeye hazırım. Yok, eğer bu şekilde devam edecekseniz, sadece diğer kirli işlerinizi terk edin. Olmaması gerekenler üzerine çokça düşü-nüyorsunuz. Bu korkutucu olmalı” dedi. Bunları kendi başına söylemesinde sadece bir sebep var; gizem duygusu insanları her zaman cezbeder… Kapının karşı tarafından dinlendiğini biliyordu. İnsanlar sadece kapıları değil duvarları da dinlerler. Arkasında kim olursa olsun gizemlidir -ki birkaç dakika önünden geçtiğini gördükleri halde… Jacquine aslında kendince çabalarına faydası olacağını inandığı insanlara konuşuyor olabilirdi! Kendi içinde Don Kişot ile benzerlik taşıyordu ama dışarıdan gözüken sadece bir cisim… Ve bu cisim kesinlikle diğerleri ile benzerlik göstermi-


yor. Heykelleri düşünün! Taş halini. Ham diğerlerinde sadece farkı içerdiği öz ama işlenmemiş, bir tabiat deyimiyle estetiğin saf hali... Jacquine ne kadar da benzerlik gösterir. Hatta benzerlikler bile araya mesafe koyar; belki de tamamen odur. Cehaletin göbeğinde doğan, bilgiye yatay geçiş yapan bir toplumda yaşıyordu ama şunu biliyordu: Bazı derslerin gözden geçirilmesi gerekir. Çünkü her yeni süreç ötekinden birkaç durumu reddeder ve kendisi görmek ister. Kendi ismini dahi zikretmekten hoşnut olmayan, hoşnutluğu gamlardan gelen, insan olma coşkusuyla yaşayan biri... Sizden denemez ama bizden de değil. Coşkusu, sıradanlığı, hayat perdesine bakışı, gerçekliği ile birlikte yalın... Belki şu an nefes alsa vakıfların çokça çağıracağı bir adam değil ama örnek gösterilecek bir boyutta... Üniversitelerde yapmadığı, yaşamadığı örnekleri vermeyi hoşnut olmayacak; belki de bu yüzden oralarda bulunmaktan öte var olmayacaktı. Ünlü olmayı o seçmedi. Başarılı olmayı hiçbir zaman önemsemedi. Başarı putuna bir göz dahi atmadı. Hoşnut idi fakat sadece yaşadığı her şey onun için anlamsız değil, belki de hâlâ o odada durması bile anlam içeren durumları hissetmek sebebi ile... Karanlık kapılı odalarda zaman geçirirdi. Onu kabul etmiş, onu düşünmüş sade içeriği olandan beslenen bir mahlûkat… Jacquine biraz daha kendinden geçtikten sonra doğruca girdiği kapıya yöneldi. Kapıyı hızlı bir biçimde açarak diğer insanların sanki onu görmemesi için hızlıca adımlar

yaşayan biri... Sizden denemez ama bizden de değil. Coşkusu, sıradanlığı, hayat perdesine bakışı, gerçekliği ile birlikte yalın... Belki şu an nefes alsa vakıfların çokça çağıracağı bir adam değil ama örnek gösterilecek bir boyutta... Üniversitelerde yapmadığı, yaşamadığı örnekleri vermeyi hoşnut olmayacak; belki de bu yüzden oralarda bulunmaktan öte var olmayacaktı. Ünlü olmayı o seçmedi. Başarılı olmayı hiçbir zaman önemsemedi. Başarı putuna bir göz dahi atmadı. Hoşnut idi fakat sadece yaşadığı her şey onun için anlamsız değil, belki

ben hayata hep bakarken yakalanırım, bu sefer farklı olmasını dilerdim

de hâlâ o odada durması bile anlam içeren durumları hissetmek sebebi ile... Karanlık kapılı odalarda zaman geçirirdi. Onu kabul etmiş, onu düşünmüş sade içeriği olandan beslenen bir mahlûkat… Jacquine biraz daha kendinden geçtikten sonra doğruca girdiği kapıya yöneldi. Kapıyı hızlı bir biçimde açarak diğer insanların sanki onu görmemesi için hızlıca adımlar attı fakat fark etmiyordu ki her attığı adım daha fazla dikkat çekiyordu. Doğruca kendi odasına yöneldi ve masasının üzerine oturdu. Gelecek kişiyi bekliyordu. “Mutlaka biri gelecek” diyordu. ‘Mutlaka gelecek’

34

derken kapı açıldı ve gelen kişi orayı kendince yönetmeye çalışan ve her şeye sahip olduğunu düşünen bir adam yani insanlara kendi ihtiyaçlarını gözeterek satın alan ve gerektiğinde yolda bırakan veya yolu değiştiren... Girdiğinde anlamsızca bir surat ifadesi gözeterek ve yavaş hareketlerle “Ne olduğun anlayabilmiş değilim. Her sene biraz daha deği-şiyorsun. Bunu durdurmanın bir yolunu biliyorum” dedikten sonra hızlıca durduğu yerde döndü ve dedi ki “Seni depodan sorumlu müdür yapmak istiyorum. Sahip olduklarımdan ve istersem sattıklarımdan sorumlu… Orada makinelerle daha iyi vakit geçirirsin; bundan eminim!” Jacquine; “hafifçe gülümseyerek bu kadar makinevari insan gördükten sonra gerçeğiyle tanışmak büyük bir mutluluk olur ama kesinlikle bu teklifi kabul etmiyorum. Ama bir dakika depo müdürü olmak nasıl bir duygu anlamak isterim doğrusu. Açıkçası; emanet duygusu bana korku veriyor. Ama bunu denemeliyim” dedi. İstemeden de olsa kabul etti. Herkes halinden memnunmuş gibi davrandı belki de bir oyundan ibaretti ama devam edecekti. Jacquine geriye baktığında geri kalanların haline üzüldü. Aslında bunu yapmamalıydı. İlerisi görünürken, neden geriye dönüş veya bir bakış... Yakınında bulunan esmer tenli, gözlerinde parıltısıyla zekâsını ele veren kızla göz göze geldi ve “hayatın tam anlamıyla geç-mesini beklerken niye aynı yerde hayatını harcıyorsun” dedi. Kız usulca saçlarını geriye attıktan sonra hızlı bakışlarla Jacqui-


ne’den gözlerini kaçırdı ve sonra “ne diyeceğimi bilmiyorum; gayet haklı ve ince bir düşünceye sahipsiniz ama eksik olan bir şeyler var” diye ekledi. Hayat gerçek anılarını kaçırmayacak kadar değerli. Aynı hava dolaşımı içinde bulunmak aynı dairenin içine tıkılmak, hayatı değersizleştiren birer öğeler… Nasıl ki hayvanlar için hayvanat bahçesi doğallığı temsil etmiyorsa diğer kümeler de insandan belli bir zaman ürün sağladıktan sonra yine doğasına geri gönderilebilir mantığı ya da düzlemi saçmanın en yakın arkadaşı ve yahut dostu... Geri götürülebilen maddelerin taşınması ne kadar mühim ise geleceğe yönlendiren fikirler ve hayaller birer mühimmat… Fakat hareketin yerini hareketle kapatan, bir fikir ile hemhal olan insan topluluğu Jacquine ile benzerlik taşır. Jacquine gözlerini kaçırmadan karşısındaki kişinin yüzüne odaklandı. Doğru tarafı ol-malıydı, doğru düşünceler elbette var idi. Sanki Jacquine‘i dağlayan bu fikir değil, buna ait olmak ya da düşünce başka bir düşünceye yol değil de kendisini bir nevi hapsetmesine üzüldü. Çaresizliği ve ümidini maddeye bağlamak ya da zenginliği çalışma saatlerine bağlamak üzüyordu. Kıza dönerek: “Düşüncene hapsolmuşsun. Aynı yerde düşünenlerinin ortak özelliğidir bu. Hiç işin bitmeden önce gerçek anlamda ayağa kalkmaya çalıştın mı? Unutma; sadece buradan ayrılırken bir eyleme giriyorsun bu durum sana bir şey anlatmalı” dedi. Kız ise sadece gözlerini kaçırarak, küçük işlemcinin başında şunları ekledi: “Hayatı anlamlaştırmak isterim ama yaşamam lazım. Mahcubum! dedi. Jacquine ise düzgün tavırla-

rından ve ne istediğini bilmesinden dolayı hafifçe gülümsedi ve hızla gözlerini açıp kapadı. Çıkışa doğru yavaşça ilerledi. Jacquine Lendit ay ışığının doğurduğu bir adam. Günlük kelimeleri zeki sayılacak şekilde değil. Felsefeyi sever fakat aynı yerde dönmesine karşıdır. Körfezi olan ülkelere hayrandır. Denizde her zaman bir şeyler gizli olduğunu bilir. Denizi, kendi açığını, insana vurma çabasını, körfez olarak niteler.

35


36


GEREKSİZ DRAMA Emin Akben

Saçlarını aslında tarz olsun diye değil de döküldüğü için kazıtmış olduğu çok belli olan bir adam merdivenleri hızlı adımlarla çıkıp hemen yanımdaki masaya doğru kollarını açarak buruk bir gülümsemeyle yürüyor. Onu gören diğer az okuyan, az bilen ama bunları iyi pazarlayan kemik gözlük, üzerinde milyonlarca cebi olan savaş muhabiri yeleği ve başarılı geçmiş önemli bir toplantının ardından çözülüp boyna asılmış kravat yavaşça ayağa kalkıp; -oooo işte ekibin dördüncüsü de geldi- edası ile ona kollarını daha masaya 20 metre kala açmaya başlamış olmasının gereksizliğini hissettirmemek adına akla gelebilecek tüm karşılama ritüellerini gerçekleştirdikten sonra tekrar yerlerine geçiyorlar. Aralarında geçen bir takım muhabbetlerden sonra üniversiteden arkadaş olduklarını anlıyorum. Konuşmalara göre kel okulu bitirdiğinden beri Hollanda’da yaşıyor ve hayatından çok memnun. Kemik gözlük ile kravat ortak bir iş kurmuş, savaş muhabiri yeleği ise önündeki lüks araba anahtarından anladığım kadarıyla okul sonrasında üst üste gelen ticari başarılarını yıllardır milletin gözüne yeterince soktuğu için mesleki hayatından bahsetmiyor. Tüm bunlar yaşanırken elbette ben kıyafetlerini süzmek ve konuşmalarını dinlemek dışında başka şeyler de yapıyorum ama şimdi konumuz bu değil. Her neyse; laf lafı açıyor bizimkilerin masasında ve sonunda Yelek yanında duran bağlama çantasına uzanıyor ve -ooooo- tepkileri ile mızrabını eline alıp bir türkü söylemeye başlıyor; Bülbülleri Har Ağlatır Aşıkları Yar Ağlatır Ben Feleğe Neylemişem Beni Her Bahar Ağlatır

37

Yahu bir saniye durun orada! Bu neyin draması şimdi? Hayır benim anlamadığım, herkes hayatından memnun, ufak tefek aksilikler olur elbet, yıl olmuş 2016, metroya falan biniyoruz ama dönüp dolaşıp bütün muhabbetlerin sonu dramaya bağlanıyor. Ülkede sürekli gereksiz bir drama hakim. Hep bir acıklı hal. Bundan zevk alıyoruz. Misal, arkada bir karadeniz türküsü çalıyor; türküde adam istediği kızın verilmemesinden bahsediyor ve o esnada adamın biri efkârlanıp sigara yakıyor. Halbuki bu adam evli, baya istemiş vermişler. Ee şimdi bu adam hangi acıya tutunacak? Adamın ömür boyu acıklı karadeniz türküsü dinleyebileceğini garantileyecek bir kaç sabit derde ihtiyacı var. O yüzden bu adam hayatın içinden fındık kabuğunu doldurmayacak basit meseleleri bulup, onları büyütüp kendi kendine bir acı yaratıyor ve türküsünün tadını çıkarıyor. Yani ülke olarak acılara tutunarak yaşıyoruz. Acılara tutunmak bu işte aslında. Belki de bu binlerce yıl çekilmiş çilelerin ortak bilinç aracılığı ile günümüze tezahürüdür. Ama ne olursa olsun bu gereksiz drama bana çok yapmacık geliyor. Ortada gerçekten o türküleri yazanlar ile aynı dilden konuşan insan yok. Bence ülke olarak caza yönelmeliyiz.


Osman Palabıyık

“bİr fİlİ düşündüm, gülümsedİm” “Peki, Sabahattin Ali hep haklı mıdır?” dedi. “Sabahattin Ali, katili bulunana kadar hep haklıdır!” dedim hiddetle. Neden böyle çıkışmıştım bilmiyorum ama Sabahattin Ali’nin kalbini kırmış olmaları kalbime dokunuyordu. Geçeceğini ümit ettiğim günler, gerisinde kötü hatıralar bırakıyor ve ruhumun sendelemesine yol açıyordu. Mesele, geçmesi değil bıraktığı yaralardı esasında. Haliyle şu kötü günlere ancak okuyarak direniyor ve kötü günlerin geçeceğini ümit ediyordum, elimden başka da bir şey gelmiyordu. Bana bak Zehra, dedim. Her şey tükenir ama acı anımsandıkça birikir. Yani seni bana kıran şu kuvvet var ya, kalbindeki masumiyeti eskitir… “Oysa mendil satar yine de bakardım bu kente olsaydın içinde” diyor ya Özge Dirik, tam manasıyla bu belki de. İyi şeyler olur mu diye ba-

kıyorum etrafıma, olmuyor. Olunca da benim inanasım gelmiyor. Her gece uyumadan önce, her sabah da uyanınca; bazen yağmurlarda, bazen de gri zamanlarda, bir ağacın kendine kırılan dalı gibi hissedip kalemi elime aldığımda Sylvia’nın “Yazıyorum, çünkü içimde susturamadığım bir ses var” dizesi aklıma düşüyor, bense bulunduğum noktadan boşluğa düşüyorum. Her gelen bir öncekini aşağıya itiyor; fikirler, mısralar, filler, pandalar, kitaplar, çocuklar ve zaman… Düşen için bir sorun olmuyor bu, çünkü insan sürekli düştüğünde düşmeyi öğreniyor da ya düşmeyen? En büyük sorun işte orada başlıyor, zamanda bitiyor. Geçenlerde bir ağaç görmüştüm, geçenlerde dediğim yaklaşık 8-9 ay öncesiydi belki de. Neyse. Ben o ağacı gördüm ve sevgim acıdı. Dalları kırılmış ve kırıldığı yerde asılı kalmıştı, düşse neyseydi de, hala asılı duruyordu; bu bir nevi, bir insanın kolunun kemikten ayrılıp sadece derisine ası-

38

lı kalması gibi bir şeydi. İnsan bir uzvundan elbette ayrılabilirdi, ağaç da; görmediği sürece buna alışabilir, farkında olma durumunu ikinci plana atabilirdi. Peki, ya ayrılmayıp da onu sürüklemek ya da rüzgârda bir oraya bir buraya sallanmasını seyretmek? Bu olay canımı sıkıyor. Sabahattin Ali’nin katilinin hala bulunmayışı gibi canımı sıkıyor. Ya da “hiç ölmesin” dediğimiz şairlerin ölümü gibi canımı sıkıyor. Kısacası canımı sıkıyor. Sonra o ağacı orada bıraktım, dalları asılı ve biraz da rüzgârlıydı en son gördüğümde; bir daha ziyaretine gitmedim. Gitseydim eğer Birhan Keskin’in Delilirikler şiiri olabilirdim ya da Onur Ünlü’nün Beş Şehir’i ama Nuri Bilge’nin yerinde olsam o ağacın görüntüsünü kesinlikle kaçırmazdım. Sonra eve dönerken bir fili düşündüm, gülümsedim; çünkü filler bazen insanlardan daha neşeli olabiliyorlar…


Turma 97 Ervina Halili Prishtinë, Tetor 1997

Mami po qëron qepët. Më tha që qepët përmbakan amino acid sulfoxides. I futi në nji tenxhere plot ujë, ua vuni nji kapak përmbi dhe u siguru që unë po e shihja çka po bante dhe ku po i vente. Të rritunit nuk flasin edhe aq, veç sigurohen a i ke pa mirë çka kanë ba, e kur shtirresh që nuk i sheh, ata e përsërisin veprimin. Çfarë ofendimi! Babi para disa vitesh na e kishte nda koridorin n’dysh, me dërrasat që kishin fjetun për shumë kohë në shupë, kundërmonin myk. Koridori ishte i gjatë tetë metërsh, mbulue me nji ndezje të kuqe tepihu që mamit tim i shkaktonte obsesion krejt neurotik pastrimi, përshkak shiblave të bardha që binin mbi të, e edhe ato që nuk ishin të bardha dukeshin të tilla në sytë e saj. Bashkë me koridorin, edhe tepihu solemn u pre në dysh. Në anën tjetër të tepihut ka mbetë edhe dhoma ime me të gjitha orenditë aromue ftue të thame e dru të moçëm. Nën raftin e lektyrave fundoset dollapi i suvenirëve të papërdorun, defekti i bazamentitit të të cilit asht arkiva ime sekrete. Ajo dërrasë fundore shkulet me veshtirësi dhe letrat e mia, që kryesisht janë kërkesa, ankesa dhe dëshira, renditen njëra bri tjetrës dhe ngulfaten sërish me dërrasën e bazamentit të dollapit. Cdo fletë duhet mbajtun aty derisa kërkesa të plotësohet. ”Do t’ta bajmë nji dhomë tjetër, me dritare ma të mëdha” – më tha Babi. Dritare. Dritare?!! Tashma kishim dy shtëpi në nji. Andej nga pjesa tjetër e koridorit që papritmas u ba e hueja, ishte improvizu nji derë - banorë vinin, shkonin, vinin. Babi ma tha që janë

39

studentë, të dëbuem konviktesh. Tej muri ngjante si nji kafene sekrete me shumë biseda, përplasje pjatash e lugësh, erë kafeje, muzikë e gagaritje që nuk pushonin deri natën vonë. Të dëbuem. Të dëbuem?!! Nganjiherë sytë më mbylleshin këmbkryq e mbështetun për dërrasën që kundëmonte mykun e shupës, tuj përgju zânat e andrru egzaltueshëm jetën time prej nji studenteje të dëbueme - ahh do ta kem nji shtëpi n’të cilën askush nuk ka me m’gjetë, me shumë zhurrmë deri në mësin e natës, ç’qejf. Mami po vesh montin vjollcë. Që kur nuk shkon ma në punë ajo nuk vishet si gru, nuk ve grim, flokët i mban të pa mbledhuna. M’pat thanë që e kanë përzanë edhe atë prej pune por hiç me e kuptu pse nuk ka shku edhe ajo me punëtorët e tjerë në nji shtëpi sekrete dëbuemish, unë kisha me shku për vete. Ah kur të rritem e kur të më dëbojnë… “T’mos m’i lësh vetëm voglushët, mos dil në rrugë, derën e oborrit mos e mbyll me çelës! More vesh?”

“Si urdhëroni Captain Hook.” – Mami m’kqyri papërfillshëm. Ka kohë që me ato shikime provon me m’tregu që jam ba e madhe tashma për ato lloj hajgaresh. E trupi im rri pezulluem nga grimca adrenaline prej imagjinatës së të qenurit e rritun - ah kur t’më dëbojnë! “Daja im jeton me shtatë anëtarët e familjes së tij në banësen time dy dhomëshe e shtëpinë e tij e bani shkollë të mesme - nxënësit i përzunë ” –ma tha Mimi. E imagjinova sa bu-


studentë, të dëbuem konviktesh. Tej muri ngjante si nji kafene sekrete me shumë biseda, përplasje pjatash e lugësh, erë kafeje, muzikë e gagaritje që nuk pushonin deri natën vonë. Të dëbuem. Të dëbuem?!! Nganjiherë sytë më mbylleshin këmbkryq e mbështetun për dërrasën që kundëmonte mykun e shupës, tuj përgju zânat e andrru egzaltueshëm jetën time prej nji studenteje të dëbueme - ahh do ta kem nji shtëpi n’të cilën askush nuk ka me m’gjetë, me shumë zhurrmë deri në mësin e natës, ç’qejf. Mami po vesh montin vjollcë. Që kur nuk shkon ma në punë ajo nuk vishet si gru, nuk ve grim, flokët i mban të pa mbledhuna. M’pat thanë që e kanë përzanë edhe atë prej pune por hiç me e kuptu pse nuk ka shku edhe ajo me punëtorët e tjerë në nji shtëpi sekrete dëbuemish, unë kisha me shku për vete. Ah kur të rritem e kur të më dëbojnë… “T’mos m’i lësh vetëm voglushët, mos dil në rrugë, derën e oborrit mos e mbyll me çelës! More vesh?”

“Si urdhëroni Captain Hook.” – Mami m’kqyri papërfillshëm. Ka kohë që me ato shikime provon me m’tregu që jam ba e madhe tashma për ato lloj hajgaresh. E trupi im rri pezulluem nga grimca adrenaline prej imagjinatës së të qenurit e rritun - ah kur t’më dëbojnë! “Daja im jeton me shtatë anëtarët e familjes së tij në banësen time dy dhomëshe e shtëpinë e tij e bani shkollë të mesme - nxënësit i përzunë ” –ma tha Mimi. E imagjinova sa bu-

kur mund të jetë të shkosh në nji shkollë por ajo të jetë nji shtëpi sekrete që ende vie aroma e gjellëve e ndihet ngrohtësia e avujve të njerëzve që kanë banu me vite në të. Nji shtëpi me piktura të zgjedhuna, libra TV, video-kaseta familiare, kuzhinë me enë të përdoruna me fjoka plot me sheqer të derdhun, oriz, fasule, koridor me tepih të kuqërremtë ku më parë kanë vrapu të lumtun fëmijët e kanë ra shibla të bardha si në koridorin tim ku të gjitha grimcat duken të tilla, nji shtëpi me vitrina plot kërkesa, ankesa dhe dëshira të fshehuna deri në realizimin e tyne. “Po neve kur do na përzanë moj?” U përplas dera e oborrit. Mami para se me dalë nxitimthi, më tha që këto ishin protesta të vërteta, unë duhej të rrija brenda e të lueja me voglushët e mi, jashtë bante ftohtë. Në parkun e qytetit, mu prapa shtëpisë sime, ne fëmijët e lagjes ashtu kështu çdo ditë luejmë protestash me lloj-lloj parrullash të shkrueme me markera shumëngjyrësh në fleta të bllokut 5 të vizatimit, bilez shoqja ime di edhe gjermanisht t’i shkruajë. Mblidhemi mu aty te dyert e garazhës së shtëpisë sime edhe vazhdojmë deri poshtë te shkolla e muzikës. Rrugës mbledhim fëmijë të tjerë e te shkolla na bashkohen fëmijët e lagjes së muzikëse kështu ngadalë e rrisim turmën. Axhi Ismail âsht zhytës, thonë që âsht ma i miri në botë. Kur na pa nji ditë teksa po shkonte në shtëpi përmes parkut, nuk i pëlqeu fare por fare loja jonë. Na tha që duhej ta gjenim nji lojë ma sportive, nji lojë që kish me na mundësu forcimin e muskujve edhe lirimin e mushkërive. Ne kundërshtuam një-

40

herazi tue u mundu me e bindë sa e vyeshme ishte loja jonë për trupin . I treguem rrugëtimin dhe se si luhej loja, tue e ftu në grup. “Ti nuk e di” -i tha Mimi- “ Njiherë kur mbërritëm me turmën poshtë te SloveniaSporti me parrullat në duer, na ndoqën mllefshëm përpjetëzës së përmendorës, e ne vraponim e vraponim e varponim të shpërndamë e krejt mushkëritë na u liruen. Të nesërmen të gjithë kishim dhembje muskujsh e disa prej nesh edhe muskuj ma të fortë e të fryem”

Vëllai e motra po shikojnë TV. Unë jam Hotaru Tomoe - Sailor Saturni “Hyji im mbrojtës âsht planeti i heshjes, ushtar i vdekjes dhe rilindjes”. Motra ime âsht Sailor Jupiter, agjente e dashunise edhe e guximit, ajo ndëshkon me fuqi elektrike në emën të Jupiterit. Vëllai im âsht i ndryshueshëm, varësisht nga disponimi edhe ngjarja në epizodë, të tjerët personazhë janë fëmijët e lagjes, secili sipas marrëveshjes, muajit të lindjes dhe planetit mbrojtës. Lart te përmendorja e dëshmorëve mblidhemi për me u ngjitë në majat e thepisuna të monumentit në kodër, prej nga e vrojtojmë perëndimin e diellit edhe nuhasim aromën e furrave të bukës që vijnë nga poshtë e përzihen me grinë që mbulon qytetin. Aty nisë rituali i shndërrimit tonë nga fëmijë të lagjes në Sailor Moon, Saturn, Mars etj. Moon udhëheq: Ich bin Sailor Moon. Ich kämpfe für Liebe und Gerechtigkeit. Und im Namen des Mondes - werde ich dich jetzt bestrafen.1 Pas zhndërrimit, poshtë rrugës Robert Gajdiku nisemi me vrap të fuqishëm e të mbrojtun. Nganjëherë


dikush nga ne edhe arrin me vrapu aq shpejtë e me qenë aq i paprekshëm sa nuk shkel hiç në tatëpjetën

shtëpitë e lagjes. As teta Suada kësaj here nuk po tymoste.

1 Unë jam Sailor Moon. Unë luftoj për dashuri dhe drejtësi. Në emër të hënës, unë ju nëshkoj tani!

Nisem drejt dyqanit të Axhit Sefë. Poshtë lagjes nga dyqani i tij gjithmonë ndihen aromat e vajnave të lëkurës së këpucëve, çantave e kërcitjet e çekanëve. Axhi Sefë nuk ishte veç këpucëtar, ai dinte edhe poezi përmendësh, pastaj edhe krijonte për neve fëmijët gjthmonë emna të rinj që rimonin. P.sh mu gjithmonë më thërriste Vina-Shkina tue i zbulu dhambët që krijonin nji hapësinë aq të madhe në mes të harkut të sipërm sa të ngjallte nji imagjinatë kurreshtare për botën brenda gojës së tij. Në dyqanin e tij miniaturë ka nji kolltuk të shqyer lëkureje që kundërmon, dhe unë kujdesem të mos ulem asnjëherë në të sepse jam e sigurtë që e ka veshë me lëkurën e këpucëve të mbathura. Jam e lumtun që kam nji shok poet-këpucëtar të talentuem si axhi Sefë por po të mos ishte, ma mire kish me qenë, mami kish me na ble këpucë të reja kur të shqyhen në vend se me i dërgu te Sefa n’harrnim. Dyqani i axhit Sefe qenka i mbyllun, edhe furra përballë tij. Asnji njeri nuk po kalon lodhshëm përpjetëzës, asnji biçikletë nuk po fluturon vrullshëm tatëpjetëzës, as zânat e papërmbajtun të fëmijëve kthye prej shkolle.

e lagjes. Unë kurrë nuk kam pa këtë fenomen pezullimi në ajër por Moon m’ka thanë që ajo e ban gjithmonë e që ashtë herët me u pa prej syve të mi.

Mërzitshëm në shtëpi me dy sailorët e mi. Toxedo Max gjithmonë i sjell nji trëndafil dashunie Sailor Moon, por mu në këto epizoda romantike, vëllai im nuk dëshiron me qenë Max, sepse Moon âsht nji vajzë nga lagjja që atij fare nuk i pëlqen. Vëllai im kthehet në Toxido Max kur Toxido i shpëton shokët nga Makaiju ose nga Black Moon Clan . Ata dy po zihen. Motra gjithmonë i thoshte atij që nuk mund ta ndërronte rolin pa marrëveshjen e grupit. Dera e oborrit mezi u hap nga unë, tu e lëshu nji zhurrmë harmonikeje të çakordueme. Asnji njeri në rrugë. Unë e ulun para derës së llamarintë. Të rriturin ofendojnë keq. Përballë shtëpisë sime Teta Suada gjithmonë dilte dhe pinte cigare në ballkonin që shtrihej nga fillimi e deri te fundi i ballinës së shtëpisë së saj. Fëmijët thonin që kishte nji shtëpi të bukur për lakmi, por mu nuk më dukej e tillë, veçse e madhe ishte, që ia lejonte përgjimet në të gjitha

E mpime jam aty në mesin e rrugës. E mashtrueme ndjehem sikur kanë ba marrëveshjen e nji boshatisjeje kolektive. Qëndroj në mes. Poshtë shtrihet gri qyteti, lart udhët kryqëzohen. Kam sytë e ngulitun drejt thepave të largët të përmendores që prekin qiellin.

41

Ne, âsht dashtë me e ditë që ofenduesit kanë me na lanë vetëm, âsht dasht me pasë planin B. Nji makinë e madhe e pazakontë formë tankeje gri kaloi zhurmshëm rrugës lartë e përcjellun nga nji jeep policie me xhama të blinduem tue m’lanë në hundë aromën e gomave të djeguna të lyeme me vaj. Moon më kishte marrë njiherë lart lagjes sonë. Kishim ba gjysmë dite udhë për me mbërri në vendin që ajo e quante Velani. Ajo thoshte që këtu do të duhej të kishim ardhë me fëmijët e lagjes e me u shndërru në sailorë. Velania ishte vend i frikshëm me robotë të instaluem. “Macht des Mondes, verwandel es Zurück”2 jehonte Moon kur shihte që diçka ishte deformu deri në pakuptimësi nga forcat e këqija. Ajo ngritet lart në qiell me shpejtësi të rrufeshme dhe e rrethueme nga 2 Fuqi hënore, ktheje atë në gjendjen e mëparshme.

nji aurë drite i kthen objektet e njerëzit . Por sytë e mi ende nuk arrijnë me depërtu te kjo shpejtësi fluturimi. Te Moon unë shoh veç gjestikulacionet e saj të pakontrollueme të duerve, kambëve përtoke e mimikave të fytyrës në papërputhshmëri, por gjithmonë e imagjinoj që në të njejtën kohë ajo âsht diku në qiell e mu ka me mu dasht ende përvojë me e kuptu. “Macht aller zeiten lass die liebe sich verbreiten. Macht des light sieg und heile!!”3 Thërret ajo nga qielli që unë ende nuk e shoh dot.


Makinat u zvogluen në zhdukje e shikimi im u ngul përsëri në vendin ku dikur përmendorja e bardhë e dëshmorëve qëndronte me thepat që e shponin qiellin. Sytë e mi zgurdullueshëm shohin që thepat papritmas zgjaten edhe më tej drejt réve t’u u zhndërru në ngjyra fluoreshente kaltroshe, rozë e vija të pakontrollueme zig-zage që lëvizshëm imtësohen në turma mizash kërkuese. Përmendorja po shkrihet dhe unë mpishëm qëndroj në mesin e kryqëzimit e vetëdijshme që poshtë âsht qyteti dhe lart përmendorja. Kthej kryet poshtë dhe qyteti papritmas âsht zhdukë, dhe lart përmendorja nuk âsht ma. Kthej kryet ka dyqani i axhit Sefë. Edhe ai âsht ngranë nga turma e mizave fluoreshte hiperaktive që mbuluen tan pasqyrën e lagjes përmes syve të mi. Nuk po shoh, nuk po shoh? Une e di që dyqani ishte në krahun tim të majtë dhe shtëpia ime drejtë meje ne krah me dyqanin. Prek nji mur që do te më çonte drejt shtëpisë– grafiti i të cilit ishte zhdukë papritmas, gjithcka që provoja ta fotografoja me sy, mizat fluoreshente e shoqëronin fotografinë t’u e zbukuru marramendshëm deri në verbëri të tërësishme. Muri më mban derisa prek derën e llamarintë të shtëpisë sime dhe tani âsht fare e thjeshtë, njoh zhurrmën e çakordueme të derës së oborrit.

Brenda te garazha. Garazhës gjithmonë i vie era pluhun dhe âsht e shtresëzueme pluhërisht aq shumë sa uji nuk depërton në tokë por krijon balonë të pluhno-

sun. Në kanalin për rregullimin e veturës ishte shumë e sigurtë heshtja, kur sytë të kaploheshin prej turma mizazh fluoreshente. Bilez nganjherë mblidhemi e tërë turma e lagjës kur e kemi veturen përmbi e fshihemi aty. Moon, që ishte më e madhe se unë, më thoshte gjithmonë që ne jemi fëmijë Jugosllavë. “Cka âsht Jugosllavia bab?” – “Jugo, âsht ajo vetura që kemi në garazhë, e sllavia âsht popull” “dmth bab, krejt populli në veturë?” – të rritunit ofendojnë keq.

Saturni ka nji shpatë që quhet shpata e heshtjes. Ajo mundet me i ba tri gjana me atë shtapë. Shkatërrimin, Vdekjen dhe Rilindjen. Ajo mundet me asgjësu nji planet, ose edhe krejt sistemin diellor e me nisë evoluimin nga e para me shpatën e saj të heshtjes. Unë jam Sailor Saturni dhe shpata ime shkatërron krejt turmen verbëruese fluoreshente në sytë e mi. “Në emëm të planetit të heshtjes, ju ndëshkoj tani!” Turmat e mizave gradualisht po zhndërrohen përsëri në vija lëvizëse. Vijat lëkan ma shumë hapësirë për me pa botën sesa pikat.

Po ngjes shkallët e metalta të improvizueme të kanalit. Po dëgjohet nji korr që po ushëtinë nga jashtë. Dera e studentëve në shtëpi, âsht e mbyllun. Po mundohem me shiku për xhami. Nuk po shihet asgja, përveç pandoflave të kuqe kryqëzue. Vrapoj te dera e jashtme. Korri po rritet. Tatëpjeta e zbrazët edhe te-

42

naltëzja. Ka nisë me u randu ajri, dhe tek tuk ndonji derë po dëgjohet derisa po hapet e mbyllet. Nji ushëtimë e njëtrajtshme ehoje e mbulon lagjen si requiem. Nga telantëzja po vijnë çaravitje vrapimi si të kuajve garues që dalin nga mjegulla e filmave epik, e zânat e korrit reflektueshëm përplasen për ndërtesa e përdridhen nëpër pishat e lagjës. Një, tre, plot plot, me bluza të bardha përgjakshëm, e sy të mavijosun vinin drejt meje të pafrymë. Të parealtë, Jeni miza fluoreshente, jeni vija. Zgjas duert drejt tyne.. “mondstein flieg und sieg!!”4 Shndërrohuni, shndërrohuni! Ata më shohin... Shtyejnë derën ku unë rri mbështetun, nji dy, tridhjetë, plot mbushet oborri. “Ku janë qepët?” Beograd 2014


Kemal Mehmedovic

43


Yahya Kemal

/

prijevod-translation: Adnan

Mulabdic

HAYÂL ŞEHİR

SNOVITI GRAD

Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir’den bak! Bir zaman kendini karşındaki rü’yâya bırak! Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan; Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan; O ilâh isteyip eğlence hayalhânesine, Çevirir camları birden peri kâşânesine, Som ateşten bu saraylarla bütün karşı yaka Benzer üçbin sene evvelki mutantan şarka. Mestolup içtiği altın şarabın zevkinden, Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen, Nice yüz bin senedir şarkın ışık mîmârı Böyle mâmûr eder ettikçe hayâl Üsküdar’ı. O ilahın bütün ilhâmı fakat ânîdir; Bu ateşten yaratılmış yapılar fânîdir; Kaybolur hepsi de bi anda kararmakla batı.

U suton pođi, doba ovo, s Cihangira gledaj! Ti snu pred tobom što je neko se vrijeme predaj! Jer ovaj sumrak drukčiji baš od sumraka je svih; Od prozora dvore stvara drhtaj traka sunčevih; Tom božanstvu razonoda za sanjarnicu mila, Prozore mahom pretvara u gn’jezda puna vila, Sva druga strana s dvorima tim od plamena čista Istok velebni od pr’je tritisuć’ je v’jeka ista. Pijan od slasti vinca, boje zlaćane, što pije, U ruci s ćásom grimiznom za obzorje se krije, Stotisućljeća mnoga Istoka sv’jetli neimar Ovako stvara sve dok sanja snoviti Üsküdar. No trenutan zanos cijeli božanstva je toga; Nestalne zgrade sazdane od plama su ovoga; Te jednoga trena sve s tminom zapada nestaje.

Az sürer gerçi fakîr Üsküdar’ın saltanatı; Esef etmez güneşin şimdi neler yıktığına; Serviler şehri dalar kendi iç aydınlığına, Ezelî mağfiretin böyle bir iklîminde Altının göz boyamaz kalpı kadar hâlisi de. Halkının hilkati her semtini bir cennet eden Karşı sâhilde karanlıkta kalan her tepeden, Gece, bircok fıkarâ evlerinin lâmbaları En sahîh aynadan aksettiriyor Üsküdar’ı.

Carstvo sirotog Üsküdara zbilja kratko traje; Ne tuguje za svim onim što zatire sunce sad; U nutarnje svjetlo svoje ponire čempresa grad, Sred ovakvog jednog kraja iskonskog oproštaja Oči ne maže čisto k’o ni zlato lažnog sjaja. Ćud tamošnjeg svijeta čini rajem četvrt svaku Suprotnoga žala gdje sa brda svakog u mraku, Mnogih kuća sirotih, po noći svjetiljaka žar Iz ogledala najstvarnijeg zrcali Üsküdar.

44


Cahit Sıtkı Tarancı

/

prijevod - translation: Amina Šiljak Jesenković

S trideset i pet Na pola puta sam s trideset i pet K’o pjesnik Dante, u sred svog sam v’jeka Uzalud je molit, zalud plakat, klet Mom biseru mladost više nije školjka Ne mareć’ za suze, stvara se u sn’jet Je’l mi to na vjeđe napadao sn’jeg Je’l s pečatom bora sada moja slika Ispod oka modar što stvori se krug? Ogledalo, pamtim, prijatelj, navika Izdajica posta, više nije drug. O kako se čovjek m’jenja vremenom! Kad pogledam slike – više nisam ja. Gdje su oni dani s žudnjom iskrenom? Laž je svaka slika bezbrižna moja Nestao je osm’jeh sad na licu mom! Moja prva ljubav – tlapnja, utvara I sjećanja na nju odavno daleka Razvrgla se mnoga prijateljstva stara S ljudima što skupa ponese me r’jeka Svaki dan sve veća samoća me smara. I nebo je nekad više plavo bilo! Grubost mi je kamen prekasno otkrio I voda i vatra da su smrti krilo Svaki dan sa bolom da je zazorio S godinama ovim mi se razjasnilo. Svakog ljeta sve jasnije, kao dan Žute dunje, nar crveni, jesen, znam Što je ptice obuzeo nemir sam?

45


Bİr Yazarın Sonu Elif Davarcı

46


Saç Telleri Buraya bırakılma amacımla şu an bulunduğum yer arasında bir bağlantı kuramıyorum. Oysa şimdi onun bir kitabının arasında duruyor olsaydım bu kadar kırılmazdım muhtemelen. Sesini duyuyorum, ama bana hitap etmiyor, bizi bir şeylerle suçluyor, tamam, aslında beni değil, onları, bu önemli değil çünkü ben yine de alınıyorum, o beni anlamıyor. Genç Adam O güne geri dönmek istiyorum, o zaman her şey daha farklı olurdu! Buna inanıyor musun? E… Hayır! O zaman? Denerdim, uğraşırdım, elimden geleni yapardım ve belki o zaman bu kadar mutsuz olmazdım… Olmazdım, değil mi? Değil. Her neyse. Beni dinlemenizi istiyorum, size ihtiyacım var, birileri tarafından duyulması lâzım kelimelerimin… Zihnimdeki çalkantının bu şekilde sona ereceğine inanıyorum, konuşarak. Konuşmalı ve o kelimelerden kurtulmalıyım. Anlamasanız da olur. Her şey o gün başladı. Bir kâbustan sıyrılıp bir başka kâbusa uyandığımı nereden bilebilirdim ki? Nefes nefese bir halde uyandıktan birkaç dakika sonra kapının çaldığını duymuş ve bıkkınlıkla ayağa kalkmıştım, aslında bu saatte kapının neden çalmış olabileceğini merak ediyordum. Kimse yoktu, etrafa bakınca da kendi halinde yürüyen birkaç kişiden başka kimseyi göremedim, içeri gireceğim esnada bir hediye paketi ilişti gözüme. Kapının kenarında, duvar ile taş arasına sıkıştırılmış küçük bir şeydi. Elime

aldığımda paketin boş olduğunu düşünmüştüm hatta, o kadar hafifti ki… Yeniden etrafa baktıktan sonra içeri girdim. Paketi açıp açmama konusunda kararsızdım, gözlerimin önünde kâbusun izleri vardı. Birkaç dakika sonra paketi açtım, içinden birkaç saç teli çıktı, kızıl… Neden evimin önüne böyle bir paket bırakıldığını anlamadım, saçları paketin içine yerleştirdikten sonra kitaplığın kenarına bıraktım. Ve sonraki günler… Birkaç gün arayla kapının önünde bulduğum paketlerdeki saçı gördükten sonra bedenim titremeye başlıyordu. Buna engel olamıyor, güçlükle odaya geçmeye çalışıyor ve çoğunlukla bunda başarılı olamıyordum. Titreme durduğu an kapanan gözlerim… Bir uykuya geçiş yapıyor gibiydim, ama bu oldukça huzur veren ya da rahatlatan bir uyku değildi. Saçların sahiplerini görüyordum, ne durumda olduklarını. Onlara yardım etmem gerektiği fısıldanıyordu kulağıma ve ben uyanır uyanmaz yollarda buluyordum kendimi. Eğer o kişiye yetişemezsem… Ona karşılık benim ailemden biri… Evet, şu kocaman evde tek başına yaşama nedenim, bu duvarı kaplayan panonun üzerindeki saç telleri! Fakat ben… farklı illerdeki olaylara nasıl dâhil olabilirim ki? Bu oyunun bir parçası haline nasıl geldiğimi anlayamamış olsam da hayatımın parçalanmasına engel olamadım. O paketleri açmamaya karar verdim bir süre sonra, ama ellerim beni dinlemiyordu. Şimdi ben ne yapacağım? Bu evde, bu saçlarla, bu yalnızlıkta… Keşke o güne gidebilsem. Sadece o kızıl saçların sahibini göremedim rüyamda ve ben o güne gidip bütün bu lânetin üzerime bulaşmasına neden olan kişiye ulaşmak istiyorum. Belki

47

de haddini bildirmek… Yitirdiğim bütün sevdiklerime karşılık… Genç Kız Şu an yapmam gereken tek şey gözyaşlarımı silmek olmamalıydı, biliyorum. Aynı zamanda bir pencerenin kenarına sinip, sevdiğim adamın sözlerini dinlemek yerine onu bu lânetten kurtarmak için uğraşabilmeliydim, ama yapamıyorum. Elimden gelen tek şey, her sabah buraya gelip o paketi bırakan kişinin ardından onu hızla kapıp çöpe atmak. Yetişemediğim günler, onu sevdiklerinden ayırdı. Oysa ben sadece birkaç saç telim onda bulunsun istemiştim, fazlasını değil. Buralardan gitme ihtimalim olduğunu öğrenince, ona sevdiğimi söyleme cesaretimin olmaması nedeniyle böyle bir yol seçmiştim. O zamana geri dönebilsem… Ertesi gün ayaklarımın beni buraya getirmesine engel olamadım. Bir ağacın gölgesinde bekledim. O evden çıkacaktı ve ben onu görüp mutlu olduktan sonra işe gidecektim, beklediğim gibi olmadı. Tanımadığım bir adam koşarak ulaştı kapı komşusunun evinin önüne, elindeki paketi kapının kenarına bıraktı -sanki beni taklit ediyor gibiydi- ve kapıyı birkaç kez tıklattıktan sonra geldiği gibi koşarak uzaklaşırken kayboldu görüntüsü. Onu tanımıyordum, ama paketin içinden ne çıkacağını da merak ediyordum. İhtiyar bir adam güçlükle eğilip aldığı paketi açtı, etrafa göz attıktan sonra bir şeyler mırıldandı ve dışarı çıkıp paketi onun kapısının önüne bıraktı. Bir süre sonra işe gitmek için dışarı çıktığında fark etti paketi ve açtığında titremeye başladı. Ona bir şey olduğunu anlıyor, korkudan


yanına gidemiyordum. Yere yığılınca etraftakiler yardımına koştu. Neler olduğunu merak eden insanların arasına karışıp yanına gittim, kimse onu uyandıramıyordu, bayılmış mıydı yoksa başka bir şey mi olmuştu bilmiyordum. Bir süre sonra kendine geldiğinde koşarak uzaklaştı kalabalığın arasından. Nereye gittiğini anlıyorum şimdi, ailesini yitirme nedenine de… Anlayamadığım şey ise o ihtiyar adam, saçlar ve o saçları bırakan kişi arasındaki bağ. O güne dönebilirse beni öldürecek, her şeyin sorumlusu olarak beni görüyor, ama ben o paketlerin birçoğunu alıp yakmamış olsaydım daha çok kişiyi kaybetmiş olacaktı. Evet, evet kendimi rahatlamaya çalışıyorum bir nebze, bunun için bana teşekkür edecek hali yok. Biliyorum, bir lânetin içine çekilmesine neden olduğum için beni hiçbir zaman sevmeyecek. Oysa ona anlatabilsem her şeyi… 2.Genç Adam Ders çalışarak sabahladığım günlerden biriydi. Ezberlediğim şeyleri unutmamak için kendi kendime konuşuyordum. Arkadaşıma kütüphaneye gideceğimi söyledikten sonra çıktım evden, kapının önündeki kutuya çarpmamış olsam onu görmeyecektim belki de. Sarsılan kutu bir sonraki basamağın üzerine düştü ve kapağı açıldı. İçinden hafif bir paket çıktı, üzerinde de bir not vardı. Gerilim müziğinin çalmaya başladığını hissettim o an desem, bana inanır mısınız? Bu paketin içindeki saç tellerine bakmadan, onu tek başına yaşayan kır saçlı amcanın kapısının önüne bırakmamı istediklerini yazmışlardı ve buna karşılık okuduğum her bilginin hafızamda kalacağını

da garanti ettiklerini belirtmişlerdi. Okuyunca güldüm, kahkaha attım hatta, böyle bir şeyin içinde herhangi bir gerçeklik aramadım, ama yine de istenileni yaptım ve sahiden o andan sonra hiçbir şeyi unutmamaya başladım. Bolca ezberlemeniz gereken bilgilerin yer aldığı bir bölümde okuyorsanız eğer, kendimi ne kadar şanslı hissetmeye başladığımı tahmin edebilirsiniz. Notlarım yükselmeye başlamıştı ve bu yaptığım şeyin nelere sebep olabileceğini düşünmüyordum bile. Sınavlarım bitince bu kutuyu bırakan kişiyi merak etmeye başladım. Onun sayesinde iyi notlar almış, mutlu olmuştum. Birkaç gece uyumadan bekledim. Kapının kenarındaki pencerenin önünde, perdenin arkasında gizlenmiş bir şekilde… Kutuyu getiren kişiyi merak ediyordum. Fakat her sabah yedide kendiliğinden bir kutu göründü orada, bunun nasıl gerçekleştiğini bir türlü anlayamamıştım. Daha sonra kutuyu bırakıp hızla eve koşmak yerine, kapının önünde bekleme kararı aldım. Merdivene oturdum ve amcanın evinin önündeki kutuya bakmaya başladım. Bu tarafa doğru bakan genç bir kız gördüm, ama o beni görmedi. Gözleri ıslaktı. Koşarak kapının önüne gitti ve o kutuyu alıp ağlayarak uzaklaştı. Ertesi gün yine bekledim, kutunun kendiliğinden belirmesini kanıksamıştım artık. Bu sefer ihtiyar adam, genç kızdan hızlı davranmıştı. Bir şeyler mırıldandı ve kutuyu komşusunun kapısına bıraktı. Aynı sokakta yaşayan üç kişi arasında dolaşıyordu kutu ve bir de genç kız vardı, o aldığı kutulara ne yapıyordu, içinde neler olduğunu biliyor muydu, haberim yoktu. Günler sonra karşılaştık, beni gördü bu sefer. O kutuları neden alıyorsu-

48

nuz, diye sordum. Hangi kutuları dedi, tereddütle, onu gördüğümden habersizdi. Bana baktığı halde beni görmemiş olmasının nedenini de merak ediyordum aslında. Her sabah, şu kapının önüne bıraktığım kutuları, dedim sağ elimin işaret parmağı ile kapıyı gösterirken. Ben, dedi, sustu. Böyle olmasını istemezdim, deyip ağlamaya başladı. Sokağın köşesindeki pastaneye gittik beraber. Hızlı bir şekilde servis edilen çaya bakıyor, sessizce mırıldanıyordu, onu duyamıyordum. Bir süre sonra çay bardağını sardı ince ve uzun parmaklarıyla, tırnaklarının birçoğu kemirilmişti ve kenarları kan lekeleriyle doluydu. Kendine ait birkaç saç telini bırakma kararını aldığı günden itibaren yaşanan her şeyi anlattı. Kutunun evimin önünde kendiliğinden belirdiğini söylediğimde yüzündeki şaşkınlığı fark etmemekse imkânsızdı. —Ne yapmamız gerekiyor, dedim. Bütün bu anlattıklarınız çok üzücü ve ben farkında olmadan bir insanın hayatını karartmışım. —O kutuların sırrını çözmemiz gerekiyor, ama nasıl yapacağımızı bilmiyorum. Bir süre konuştuk, ardından ertesi gün görüşmek üzere anlaştık. Ona, eğer isterse sevdiği genç ile konuşabileceğimi söyledim, her şeyi anlatırsak onlar için bir şans olabilirdi belki. Ondan bahsederken ışıldayan gözleri acıyla gölgeleniyordu ansızın. Belki de bunu gördüğüm için yardım etmeyi istiyordum. Yahut iç sesim yüzünden, kendin söyleyemedin en azından seven birine yardım et, deyip durduğu için. Kapının önünde beliren kutuya dokunmadan çıkacaktım sokaktan, istediğim buydu, ama olmadı. Evden bir metre uzaklaş-


mıştım ki, ayaklarıma bir şeyler dolaşmaya başladı. Kutunun içindeki saç telleriydi bunlar, anlamıştım. Bileklerimi acımasızca sıkıyorlardı. Onlardan kurtulamaya çalıştığım esnada inlerken gözlerim kapanmış, kötü bir kâbusun içinde bulmuştum kendimi. Bir yandan o kişileri hafızama kazıyor, diğer yandan genç kızın söylediklerini düşünüyordum. Birazdan uyanacağım ve bu kişileri bulmam gerekecek, aksi halde… Hayır, buna dayanamam. Uyandım, korku kaplı bakışlarla etrafımı süzerken bedenimde hüküm süren ayrıyla yüz yüze geldim. Çok geçmeden genç kızın sesini duydum, bağırıyordu. —İşte orada! Yazar Bir pencerenin önündeyim, elimde kalemim, masanın üzerindeki sarı yapraklı defterim ve akıp giden zaman… Yüzümdeki çizgiler elimden tutuyor ve beni mutlak sona doğru yaklaştırıyordu, bunu hissediyordum ve bekliyordum o anın gelmesini. Karakterlerin dünyasında kaybolmaya o kadar alışmıştım ki artık oradan geri dönmeyi istemiyordum, öyle ki bana bu dünya bir azap gibi gelmeye başlamıştı. Bir gün rüyama geleceklerini düşünerek uyuyordum, karşılaşacağımızı umarak çıkıyordum yola. Fakat… Böyle bir karşılaşma beklemiyordum. Genç kız sevdiğine kavuşacaktı, beni bekleseydi. Kutunun içindeki notu okuyan genç, bunu anlatmasaydı ulaşacaktı hayallerine, bir anda kuvvetlenen hafızası anîden yokluğa karışmayacak, rüyalarının peşinden koşamayacak kadar bîtap düşmeyecekti. Ve o genç… İlk paketin içindeki saçların sırrını kavrasaydı, böyle bir öykü-

nün karakteri olmayacak, belki de hiçbir zaman yazılmayacaktı.

bir sesle… Parmaklarım çözüldü ve elimdeki kalem yere düştü.

Genç Kız

2.Yazar

Pencereden bakan kişinin gözlerini gördüğüm an… Bizi yazdığını anladım, aksi imkânsızdı. Bakışları kendini ele vermişti ve o an duyduğum fısıltılar… Bağırarak evine doğru koşmaya başladım. Kapısı aralıktı, yukarı doğru koştum, basamaklardan yükselen toz genzimi yakmaya başlamıştı. —Bırak o kalemi, diye bağırdım. Kitaplığının kenarından aldığım kalemi onun kalbine saplamayı düşündüğüm an bu söylediğiyle sarsıldım. —Öleceksiniz. İkiniz de… —Hayır, dedim güçlükle ve çok geçmeden ‘öldür’ diyen bir başka sesi duydum, kalbim ikiye bölündü, bölülen parçalar da, onların parçaları da. Hızla geri döndüm, göz göze geldik, nefret doluydu. —Her şey senin yüzünden oldu, dedi sert bir sesle. —Fark etseydin, dedim, cümlemi tamamlayamadan Yazar konuşmaya başladı. —Fark etseydi sizi yazmazdım, mutlu olurdunuz. —Ne mutluluğu, neyi fark etmekten söz ediyorsunuz bilmiyorum, ama şu saatten sonra sana beni öldürmemeni söylemeyeceğim. Tüm sevdiklerimi öldürdün zaten, yaz şu öykünün sonunu! —Hepsini mi, diye mırıldandım acıyla, sevilen olmadığını hissediyordum hissetmesine ama bunu duymuş olmanın acısı daha farklıydı. —Hepsini, dedi tereddüt etmeden, hepsini! —Peki, bizi öldür, dedim güçsüz

Bir şeyler söylemek istedi Yazar, başaramadı. Öleceğini anladı ve korktuğu şeyin başına geldiğini, yarım bir öyküyle göç edeceğini. Kimse bilmeyecek, ama ben onları gördüm, bu yeter, dedi iç sesi. Kimse duymadı sesini. Ben duydum, duymuş olmasaydım bu öykü yazılmazdı.

49


50


+52 ENES BAYRAM - BRENNA MACCRIMMON SÖYLEŞİSİ +58 BİLGE EMİN - ÇAĞDAŞIMIZ DUŞAN KOVAÇEVİÇ +61 DOKU FEST +63 TALHA ULUKIR - VİCDAN, SORGULANIR: KESİŞEN HAYATLAR / KRUGOVİ +65 YUNUS DİLBER - İVO ANDRİÇ ESERLERİNDE TÜRK İMAJI +68 SİBEL BAYRAM - İKİ ŞEHRİN ÖYKÜCÜSÜ +74 FAHREDİN SHEHU - FRULJETE KOSMİKE +75 ZEYNEL BEKSAÇ - RUMELİ’DE BAĞ BOZUMU +76 HATİCE TOKUZ - RUMELİ’DEN ANADOLUYA; BOZA 51


BRENNA MACCRIMMON İLE SÖYLEŞİ Enes Bayram

52


Başka bir Balkan edebiyatı dergisi, siz Balkanları karış karış gezmiş ve Balkanları sadece müziğiyle değil, tarihi, kültürü ve sosyolojisi ile incelemiş bir müzisyensiniz, sizce Balkanlarda edebiyat nasıl? -Balkanlar aslında çok geniş bir yelpaze. Öncelikle Balkan ne demek bunu iyi bilmemiz gerekiyor. İçinde o kadar çok farklı dil ve kültürler barındırıyor ki modern veya klasik hepsini bulabiliyorsunuz. Balkan edebiyatı olarak sadece İngilizceye çevrilmiş eserleri okudum. Edebiyatında da Balkanların kendine has karakterini görebiliyorsunuz. Edebiyat müziğinizi ne derecede etkiliyor? -Edebiyat ve müzik her zaman birbirlerini beslemişlerdir. Bence farklı bir kültürden şarkılar seslendiriyorsanız o kültürden bir şeyler öğrenmeniz gerekiyor. Şarkıların içindeki önemli karakterleri tanımanız, bilmeniz gerekiyor. Örneğin; sadece müziğe bakıp tarihe ve edebiyata bakmıyorsanız bir çok şeyi kaçırırsınız. Bunlar birbirine çok yakın ve bağlı şeyler. Ben Balkan müziği yazmıyorum ama iş herhangi bir şarkı yazmaya geldiğinde, farklı sanat dallarından referans noktalarına ihtiyacınız olacaktır. Bu yüzden edebiyatı iyi bilmeli ve şiirleri iyi anlamalısınız. Müziği ve diğer her şeyi bir akarsu olarak tasvir edecek olursak, bu dalları da o akarsuyu besleyen kaynaklar olarak hayal edebiliriz. Yaptığınız iş küçük gibi gelebilir ama aslında daha büyük bir oluşumun bir parçasıdır. -Son zamanlarda Balkanlardan pek fazla eser okuyamadım. Şu sıralar

Makedon ve Bulgar halk hikâyeleri ve efsanelerinin çevirilerinin bitmesini bekliyorum. Makedoncadan çevrilen kitabın ismi 19. Yüzyılda Makedon Halk Hikâyeleri ve yazarı Marko Cepenkov. Bir tane de Türkçe bir kitabı bekliyorum. Kitabın ismi Makedonya ve Kosova Türk Halk Edebiyat Metinleri. Bunun da yazarı Nimetullah Hafiz. Şu sıralar arada sırada olsa da Türkçe olarak

-Sanırım yirmi sene kadar önceydi. Prizren’e gittim, dolaştım. Savaş yeni bitiyordu o sıralarda. İstasyonlarda, şehrin her köşesinde askerler bekliyordu. Oraya tek başıma gitmiştim. Bir arkadaşım; “- manyak mısın, sen bir kadınsın savaşın henüz bittiği bir yere tek başına mı gittin?” diye sormuştu. Ben de gayet doğal bir şekilde; ‘evet ne olacak ki’ diye cevaplamıştım.

Balkanlardan olmayan birisinin o coğrafyadan birisi olarak anılması beni çok onurlandırıyor

Uzun süre Kuzey Yunanistan’da ve özellikle Üsküp’te kaldıktan sonra bana çok çok farklı bir şehir olarak geldi Prizren. Karakter olarak birbirlerine çok yakınlar fakat bir o kadar da ayrılar aslında. Aynı zamanda Prizren’i çok çekici buldum diyebilirim. Beni dünyanın bambaşka bir parçasına adım atıyormuşum gibi hissettirdi. Bence Selanik, Üsküp gibi şehirler büyük modern şehirler ama buradan Prizre’nin modern olmadığını çıkartamayız. Prizren beni geçmişe yakın hissettirdi. Her ne kadar şehir dağın tepesinde olmasa da dağdaki yaşam kültürünü, dağ insanın hayat tarzını Prizren’de hissettim ben. Bana çok farklı duygular yaşatması çok hoşuma gitmişti. Aslında inzivaya çekilmek için ideal bir yer, kesinlikle bana o hisleri verdi kaldığım süre boyunca.

Elif Şafak ve Orhan pamuk okuyorum. Bunun dışında Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal her zaman için ayrı bir yere sahip. Benim için klasikleşmiş diyebiliriz. İstanbul’a son seyahatimde Ahmet Haşim’in eserlerinden oluşan bir cilt ve IAN edebiyat dergisini aldım ama henüz okumaya vakit bulamadım. Balkanlarda sizi en çok etkileyen şehir hangisi? - Çok zor bir soru. Selanik ve Üsküp arasında büyük bir çekişme var. Bu iki şehir benim için çok özel yerler. Hem Selanik hem Üsküp diyebilirim. Başka’nın 4. Sayısı Prizren dosyası olarak çıkıyor, Prizren size ne ifade ediyor? Prizren hakkında bir kaç şey söyleyebilir misiniz?

53

Rumeli Türküleri deyince akla gelen ilk isimlerdensiniz. Bir Kanadalının Rumeli Türküleri ile bu denli anılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? -Öncelikle bunu duymak benim için büyük bir onur. Ne yaptım ki bu iltifata layık oldum. Bu benim için çok güzel ve dokunaklı bir şey. Duygulanıyorum aslında böyle güzel iltifatlar alınca.


Dışardan birisi olarak o bölgelerin kültürünü ve zenginliğini bilemiyor olabilirim ama dışardan bakan birisi olunca da farklı bakış açılarına ve perspektiflere sahip olmuş oluyoruz. Örneğin, Türk bir arkadaşımla Yunan müziği konuştuğumuzda bütün Yunan müzikleri bize aittir, Yunan arkadaşımla Türk müziğini konuştuğumda ise tüm Türk müzikleri bize aittir diyerek sahipleniyorlar. İki kültür de birbirlerine bağlı kültürler olduğu için haklılar aslında. Tabi bu demek değil ki diğeri ötekinden daha üstündür. Bu kültürler birbirlerini her zaman kapsarlar ve beraber gelişirler. Rumeli müziğine baktığımızda ise bu kültürün orijinal olduğunu ve sadece bu coğrafyada başladığını söyleyebilirsiniz kolaylıkla.

bence insanlar benim yaptığım müziği bu yüzden seviyorlar. Bu şekilde dinç kalabiliriz. Bu sadece benim için geçerli değil. Benim atalarım Selanik’ten veya Kumanova’dan değil. Bildiğim kadarıyla hiçbir akrabam Balkanlardan değil. Balkanlardan gelmemiş birisi olarak, benim dahil olabileceğim büyük bir mesafe var aslında. Soruya tekrar geri dönersek, insanların beni onlardan birisi olarak görmesi, dışardan birisinin, bir Kanadalının atalarının Osmanlıdan, Rumeli’den, Yunanistan’dan veya Balkanlardan olmayan birisinin o coğrafyadan birisi olarak anılması beni çok onurlandırıyor ve duygulandırıyor. İnsanlar beni takdir ediyorlar ve ortaya çıkarttığım şeylerden dolayı teşekkür ediyorlar.

Böyle durumlarda, dışardan bakıyorsanız, her şeyin nasıl birbirine bağlı ve alakalı olduğunu oralarda doğup büyümüş kişilerden daha iyi anlıyorsunuz. Müzik çok zengin bir şey ve bazen şarkılardaki görüşler sizinle uyuşmuyor olabilir ama o şarkı da o kültürün bir parçası ve insan doğasının bir parçasıdır aslında. Biz sanatçılar şarkıların hikayelerini anlamak, öğrenmek zorundayız. Herhangi bir şarkıyı söylediğinizde, dinlediğinizde içinde ufak bir hikayeyi günümüze taşıyorsunuz aslında. Günümüz insanları için neleri ifade ettiğini ve devamlı öğrenebildiğimiz kadarını öğrenmek gibi bir sorumluluğumuz var. Bu bir çok şeyi değiştirebilir ve ben de insanların siyasi görüşüne, kültürüne veya dini görüşüne göre bazı şeyleri şarkı söyleyerek değiştirebileceğime inanıyorum. Dışardan biri olarak bakarsak eğer, ben o kültürdeki insanlara göre daha rahat bakış açımı değiştirebiliyorum. Bunun bana faydası oluyor tabi ki ve

Sizce bizler kendi Türkülerimize sahip çıkıyor muyuz?

54

Çok ilginç bir soru gerçekten. Örnek verecek olursak Karadenizliler sahip çıkıyorlar diyebilirim. Lazca öğreniyorlar, o bölgeye gidip gözlem yapıyorlar. Diğer bölgeler dair pek bilgim yok. Aynı zamanda bu tarz şeyleri satılması için reklam malzemesine dönüştürülmesi yönünde son zamanlarda çok çalışmalar var. Olabildiği kadar hızlı, büyük ve geniş kitlelere hitap etmeye çalışıyorlar. Ama en azından halk müziğinin fikrin gerçekliğine, samimiyetine ve güzel yorumlanmasına ihtiyacı var. Bu işi kalpten yapmanız gerekiyor. Öte yandan internet bu iş için sarf edilmiş emekleri ne yazık ki yok ediyor. İnsanlar internette buldukları ilk şeyi doğru kabul edip onunla yetiniyorlar. Doğru olup olmadığına ve ne kadar iyi yansıtıldığına bakmıyorlar. Bu şekilde yapılan, gerçek


güzel işleri ıskalamış oluyorlar. Bu şekilde uluslararası bir platforma taşınmış oluyor ama ne yazık ki internetin eksileri artılarından fazla.

yıllardır böyle, Kanada ile Balkanları bu açıdan birbirinden nasıl ayırırsınız veya nasıl benzeştirirsiniz?

Balkanların o kendine has vurdumduymaz tavrını şarkılarınıza yansıtıyor musunuz? Yada şarkılarınızda ne kadar yer buluyor?

-Şaşırtmacalı bir soru bu. Kanada çok büyük ve ulus olarak genç bir ülke. Biz Balkanlar gibi eski bir tarihe sahip değiliz. Ama bu demek değil ki Kanada tarihi hiçbir şeye sahip değildir. İnsanların neden ulus dediklerini geçmişe dönüp baktı-

-Bu gerçekten çok ilginç bir soru bunun hakkında saatlerce konuşabilirim. Yabancı bakış açısıyla baktığımız soruya geri dönersek, önce dışardan sonra içerden baktığımızda büyük bir güç ve metanet var. Kadınların iş yaparken yada normal zamanda mırıldandıkları müziği düşündüğümde, bu bana çok ama çok güçlü bir şey gibi hissettiriyor. Bence bu tamamen geçmiş ile dünya arasındaki büyük bir bağ. Bir yandan eskiye götürürken öte yandan dünyada olduklarını hatırlatıyor. Böylelikle insanlara bir referans noktası bir ev sağlıyor. Türkçe ‘de şarkı için söylemek denir ancak Türkü’de bu okumak oluyor. Türküler sizce neden okunur? -Bayıldım bu soruya! Şarkı söylemek dediğinizde o şarkı büyük ihtimalle başka birisi tarafından bestelenmiştir. Türkü okumak ise eminim konuya hakim birileri tarafından, yani o türküyle ilgili gerçek bilgisi olan kişiler tarafından okunmuştur ve o şekilde kalmıştır. Türküyü okumak için hissetmek gerekiyor. Türkü okuyarak aslında orada önceden olan bir şeyleri günümüze ulaştırıyoruz. Kanada gibi çok kültürlü bir yerden Balkanlar gibi çok kültürlü başka bir yere geldiniz. Ancak Bal-

nin kaynağı oluyor. Bu derin tarihe karşı aslında insanları bir yandan da ayağa kalkmak istiyor. Biz ‘necessity is the mother of invention’ diyoruz. Yani buluşlar ihtiyaçlardan doğar. Çok kültürlülük size bir yandan rahatlık, ilham verirken öte yandan bir çok kapıyı da kapamış oluyor. Bu sebeple yazarların, şairlerin, sanatçıların Balkan gelenekleri için olan yaratıcılığı hem Balkan kültürüne sahip oluyor hem de olamıyor.

Müzik olmasaydı korkunç bir yer olurdu dünya ama aynı duyguları hikayeler yazarak vermeye çalışırdım

ğımızda görebiliriz. Yazılı olmayan Amerikan ve Kanada kültürü de çok geniş ama bizler bunu bilmiyoruz. Balkanlardaki insanlar 400-500 yıl önceki geçmişlerini istediklerinde ulaşabiliyorlar. Ama bizim için 100 yıl öncesi tarihi bir dönemmiş gibi geliyor. Bu çok genel bir tutum beklide ama bence Balkanlar gibi derin bir tarihi olan yerler, bir yandan sizin için kaynak olurken aynı zamanda rahatlığın ilhamın ve ifade etme-

55

Geçenlerde Kanada’ya bir arkadaşım geldi ve Kanada’da olduğu için çok heyecanlıydı. Yolda yürürken İslami bir vakfın Müslümanlıkla ilgili broşür dağıttığını görmüş. Bende İstanbul’da İstiklal caddesinde Hristiyan bir vakfın veya derneğin Hristiyanlıkla ilgili broşür dağıttığını hayal ettim ve aklıma broşür dağıtanların elinden broşürlerinin alındığını veya sataşıldığını belki de tutuklanabilecek olmaları aklıma geldi. Arkada-


şımın veya benim Müslümanlıkla ilgili broşür dağıtılmasına karşı bir tepkimiz yok. Ama burada önemli olan nokta, Kanada’da bu mümkün. Burada insanlar çok farklı kültürlerden gelerek yaşadığı veya yetiştiği bir yer. Güzel olan her şey korunmalı. Ülkeler meyve bahçeleri gibi aslında elimizde her şeyden var sadece onları koruyup yetiştirmek bizim elimizde. Kanada’da Balkan müziği seviliyor mu? -Balkan bando müziği için son zamanlarda popülerleşti diyebilirim. Diğer türlerdeki Balkan müzikleri henüz popüler değil. Buradaki insanlar genelde İngilizce müzik tercih ediyorlar. Burada bir çok farklı çeşit müzik için farklı farklı mekanlar var. Güney Hindistan’dan, Pakistan’dan, Madagaskar’dan müzik yapmaya gelen arkadaşlarım var. Yani bu insanlar Kanada’ya gelirken yanlarında müziklerini, enstrümanlarını da getirdiler ve şuan ki Kanada’yı oluşturdular. Ama tabi baskın olarak, insanlar İngilizce dinliyorlar. Balkan bando müziğinin popüler olmasında ki bir başka sebep ise partilerde veya dans etmek için dinlenmeye başlamış olmasıdır. Şu sıralar Boban Markoviç, Koçari orkester veya çingene müziği baya popüler diyebiliriz. Bunun dışında Amerika’da ve Kanada’da eski Yugoslav, Rumeli, ve Yunan göçmenler var. Son zamanlarda farklı kültürlerden farklı milletlerden insanlar bir araya gelerek müzik grupları oluşturuyorlar. Bir çoğu Kanada’da doğup büyüdü belki ama ailelerinden duydukları öğrendikleriyle bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Aralarında gerçekten çok başarılı olacak olanlar var ve bunu zamanla hep birlikte göreceğiz.

Türkiye’de uzun zamandır Rumeli kültürünün bastırılıp Anadolu kültürünün daha hakim kılınmaya çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. Anadolu ile Rumeli kültürü arasında bir gözlem yaptınız mı daha önce? -Rumeli veya Balkan türküleri için konuşacak çok şey var aslında. Hepsi halk tarafından bestelenmiş şarkılar yani kim veya kimler tarafından bestelendiği belli değil. Son zamanlarda insanlar Yunan, Balkan veya Rumeli’den gelen şarkılara daha fazla ilgililer. Türkiye’de bile bazen yabancı olan veya aslında Rumeli

türküleri ortaya koymasıdır. Halkın içinde olduğu durum türkülere yansır ve bundan dolayı da bizim için ayrı bir önemi vardır. Örneğin 1920’lerin Anadolu’suna baktığımızda günümüze kadar o dönemlerden gelen pek bir şeyin kalmadığını göreceksinizdir. Bunun nedeni o dönemlerde yeni bir müzik türü ortaya çıkarılmaya çalışılmasıdır. Çağdaşlaşmaya çalıştıkça da şarkıların anlamını yitirmiş olduk. Evlerine gele gide usandım çok düşmanları varmış bilmezdim sözleri size ne hissettiriyor? Bu şarkının bir aurası var bizce. Sizce de

Çağdaşlaşmaya çalıştıkça da şarkıların anlamını yitirmiş olduk. türküsü olmayan bir türküyü Rumeli türküsü diye bilenler var. Rumeli türküleri çok sofistike, çok şehirsel bir kültürden ve yine çok fazla bir şekilde harmanlanmış türkülerdir ve Anadolu’daki türkülerle kıyaslayamayız aslında. Anadolu’da mesela ekin şarkısı denir. Umarım yakın zamanda birileri bir şeyler ortaya koyar yada albüm çıkartır ve tarihsel ve ruhsal anlamada da büyüleyici bir şey olur. Asıl ilginç olan, aslında toplumun bu tarz

56

sevgili bekletiyorsa, usandırıyorsa daha mı çok sevilir? -Bu tarz eserler toplumlarda farklı yorumlara açıktırlar. Ne hissediyorsanız yada o şarkıyı söylerken ki ruh haliniz nasılsa şarkının anlamını değiştirecektir. Böyle imkansız bir aşkı anlatan şarkı da ise ‘çok dostları düşman imiş bilmedim’ sözlerinden ihaneti görebiliyorsunuz aslında. Bunu kelimelerle anlatmak gerçekten zor. Bana bir tiyatro oyunundan bir sahne gibi geliyor. Şarkının


aslında tamamına bakınca aslında bir film gibi geliyor insana. Şarkının büyüsü aslında; herkesin aklında farklı bir senaryo canlandırıyor olması. Herkes bambaşka şeyler hayal ediyor. Zaten ‘evlerinin önü gül ve dikendir’ sözleri bütün olayı özetler nitelikte. Ayrıca benim kafamda canlanan şey çok güvendiği birisi tarafından sadece sevgilisi değil başkaları tarafından da ihanete uğramış birisi. Halk şarkılarının sevdiğim yönü de bu aslında, bütün dinleyicilere farklı duygular canlandırabilecek kadar güçlü olması. Dünyada müzik olmasa insanlar acıyı hangi sanatla ifade ederdi ya da siz müzikle uğraşmasanız şarkılarla bize verdiğiniz hissi hangi sanatla aktarmayı seçerdiniz? -Müziğin ve şiirin her zaman var olduğuna inanıyorum. Müziği ortadan kaldırırsanız şiiri de ortadan kaldırmış olursunuz. İnsanları çok zor bir duruma sokmuş olursunuz böylece değil mi? Müzik olmasaydı korkunç bir yer olurdu dünya ama aynı duyguları hikayeler yazarak vermeye çalışırdım. Günümüz yerli müzisyenlerden kimleri takip ediyorsunuz? Genç müzisyenlerden hangilerinde ışık görüyorsunuz? -Son zamanlarda çok fazla yeni çıkan şarkıları, müzisyenleri takip edemedim. Şu sıralar eski kayıtlarla haşır neşirim. Genelde eski Blues ve İngiliz halk müziklerini dinliyorum ama dediğim gibi çok takip edemedim. Umut ediyorum ki birileri bir gün bizden bayrağı devralacaktır. Önceki sorularda bahsetmiştim Karadenizli gençlerin müziğe olan ilgi-

sini. Ayşenur Kolivar mesela benim çok beğendiğim ve gelecek vadettiğine inandığım bir sanatçı. Gençlerin geçmişlerini, yok olmaya yüz tutmuş enstrümanları öğrenmesi, müziğe olan aşklarının en büyük göstergesi. Bunlar gerçekten beni mutlu eden şeyler. Selim Sesler ile yaptığımız karşılama albümünü bile, aradan neredeyse yirmi sene geçmiş olmasına rağmen, insanlar gelip onlar için ne kadar önemli olduğunu, sevdiklerini ve hala da beğenerek dinlemeye devam ettiklerini söylüyorlar. Ben ilk albümümü çıkardığımda; insanlar ne kadar hoş bir Kanadalının Rumeli türküleri söylemesi, sadece merak, hevesi geçince bırakır gibi yorumlarını duymuştum. İnsanlar on sekiz yıl sonra bile hala çıkardığım albümü unutmamışlardı. O yüzden zaman, genç sanatçıların yaptıklarını ortaya çıkartacak olan şey. Bekleyip görmek gerekiyor. + Başka Saraybosna merkezli bir Balkan dergisi, sizi Saraybosna’da ağırlamaktan keyif duyarız, Yakın zamanda Bosna Hersek ile alakalı bir projeniz var mı acaba? -Keşke olsa çok isterim gerçekten. Bir çok geleneğini biliyorum Bosna’nın. Sevdalinka mesela çok başka çok güzel. İlk Sevdalinka dinledikten sonra Rumeli ve Anadolu Türkülerini de dinlemiştim. Anadolu ve Rumeli türkülerinden sonra tekrar Sevdalinka dinlediğimde ise bütün şarkıları gerçekten hissetmiş oldum. Önceden dizeleri o şekilde anlamamıştım. Birçok genç Boşnak’ın da Sevdalinka ile ilgilendiklerini biliyorum. Bu çok muhteşem bir şey ve Sevdalinka’nın halen ayakta durması ve yaşatılmasından dolayı çok mutluyum. Tekrardan Bosna’da Sevdalinka dinleyip, söylemek isterim.

57


Bilge Emin

ÇAĞDAŞIMIZ DUŞAN KOVAÇEVİÇ 64 yaşında olan dünyaca ünlü Sırp yazarı Duşan Kovaçeviç, 44 yıldır büyük bir sevgiyle yazıyor. Diğerlerinin arasında, yazarın amacı insanları güldürmek. Çünkü hayatın ta kendisi, kara komedidir. İnsan hayatının beşinci mevsimi “savaş”tır diyen Kovaçeviç; kendi insanının bireysel ve kolektif zaaflarını, eksikliklerini ve safsatalarını çok iyi biliyor. Tüm bunları da, büyük bir aşkla oyunlarında ölümsüzleştiriyor. Kovaçeviç, 1948 yılında patlak veren Tito-Stalin çatışmasının olduğu yıl doğdu. Tito’nun Moskova’dan kopmasıyla, yazarın doğduğu ülke başka bir siyasi forma büründü. Annesinin; “herkes sevinirken, sen çok ağladın” dediğini , dünkü bir olaymış gibi hatırlıyor. Böyle bir atmosferde doğan yazar, ülkesinin daha nice rejim değişikliğine şahit olacak ve tüm bunları usta kalemiyle yaşatacaktır. Kovaçeviç, 14 yaşına kadar doğduğu şehir Şabac’ta yaşar. Sekiz yıllık eği-

timini bu şehirde tamamlar. En büyük tutkusu güvercin beslemekmiş. Her sabah erken kalkar, güvercinliği temizler, kışın güvercinliği kardan korur ve her nesli takip edip, bahar mevsiminde daha genç olanları serbest bırakırmış. 24 saat konsantrasyon isteyen bu uğraş, Novi Sad’a taşınmakla sona erer ve yazarın hayatındaki ilk büyük düş kırıklığı olur. Hayatındaki en büyük trajik olaylardan birini de, güvercinlerini dostlarına veya güvercin besleyenlere vermek zorunda kaldığında yaşar. Novi Sad şehrinde; bahçe yerine, balkonu olan bir evde 4 yıl geçirdikten sonra, elinde bir valisle Belgrad’a taşınır. Kovaçeviç’i çevirmek oldukça eğlenceli. Ama aynı zamanda eğlenceli olduğu kadar da zor. Kara mizahı başka bir dile aktarmaktır zor olanı. Çünkü her dilin kendine özgü deyimleri vardır. Kendine özgü günlük dil kullanımı, kendine özgü sahne dili vardır. Dil yaşayan bir organiz-

58

madır ve yaşanan sosyo-ekonomik şartlar dili sürekli biçimlendirir. Çünkü oyun çevirmek, sadece başka bir dile aktarım eylemi değildir, çevirdiği dildeki metnin aynı zamanda yaratıcısıdır. Yapıtlarını çevirdiğim yazarları seçmemin ilk nedeni yazdıkları tiyatro metinlerinin evrensel olması ve dünyanın her yerinde kabul görmesidir. Barut Fıçısı, Profesyonel, Hasanağa’nın Karısı, Derviş ve Ölüm oyunları dünyanın birçok yerinde sahnelenmiştir. Hepsi en az 30 dile çevrilmiş olan metinlerdir. İkinci bir neden ise daha çok modern dramları çevirmeyi tercih etmem, metinlerin bugünkü yaşadığımız dünyayı ve olayları çok net, saydam bir şekilde ifade etmeleridir. Genelde oyun çevirirken, yazarı tanımak isterim. Bu konuda şanslı sayılırım. Yazarları sadece araştırmalardan değil, şahsen tanıma fırsatım oldu. Şu ana kadar çevirdiğim tüm oyun yazarları hayatta. (Dejan Du-


kovski, Ljubomir Simovic, Ljubomir Djurkovic ve Duşan Kovaçeviç). Böylece hangi koşullarda, tahminen hangi duygularla, hangi ideallerle, hangi sözü dünyaya duyurmak istediklerini de kestirebiliyorum. Özellikle yazarların yaşadığı olaylardan esinlenerek birçok eserlerini yazdıklarını da biliyoruz. Çeviride, yazarın, orjinal metindeki iletisini, kişisel ve toplumsal duruşunu bilmek önemlidir. Böylece çevrilen dilde bunları doğru yansıtabiliriz. Yazarın hayat görüşünün, duruşunun önemli olması kadar, oyunu yaratan koşullar da önemlidir. Yani, yazarın ait olduğu kültürü de iyi tanımak gerekir. Bu konuda da şanslı sayılırım. Yazarın ait olduğu kültürü tanımakla kalmadım, o kültürü bizzat yaşadım. O topraklarda doğup büyüdüm. Oralarda yetiştim, ve o kültürü benimsedim. Hala o topraklarla bağım çok güçlü. Bu nedenle, o topraklarda (Balkanlarda) yaşananlar beni hem yakından ilgilendiriyor, hem de etkiliyor. Bir oyunu çevirirken, orjinal metnin dili ile Türkçeyi yazınsal bağlamda iyi kullanıyor olmak gereklidir. Genelde ana dil denilince, tek dil aklımıza gelir. Benim üç ana dilim oldu. Yugoslavya döneminde, Makedonya’da doğan baba tarafı Türk, anne tarafı Boşnak olmamdan dolayı üç ana dilim oldu. Duşan Kovaçeviç, eserlerinde Sırpçanın günlük kullanımlarını ve deyimlerini bir arada kullanır. Bunu da kara mizah yoluyla yapar. İşte bahsettiğim zorluk da tam burada. Bu durumda, tüm yukarda bahsettiklerimi iyice benimseyip, içselletirip, Türkçenin günlük kullanımlarını ve deyimlerini kara mizah yoluyla bir araya getirmeye çalışıyorum. Orjinal dilin söz oyunlarını doğru algılamaya çalışıp, Türkçede karşılığını bul-

maya çalışıyorum. Çevirmenin, gereğinde uygun müdahalelerle, çevirdiği dilde uyarlama iznini de kendine vermesi gerekir. Bazen sadece bir cümle veya replik söz konusu olmayabilir, tek bir sözcük bile olabilir. Günlerce o sözcük üzerinde düşünürsünüz. Özellikle o sözcük oyun adı ise. Şu anda öyle bir sorunla karşı karşıyayım. Duşan Kovaçeviç’in yazdığı son oyunun adı “KUMOVI”, Türkçe karşılığı yok, ingilizce karşılığı

rer. Yani burada, vaftiz babalığı da, manevi babalık da söz konusu. Ama sadece o değil. Belki de “BABALIK” demek en doğrusu. Oyunu çevirmeye başladığımda bu kelimeyle uğraşacağımı düşünüyorum. Çeviri yaparken karşılaştığım sorunu, tek bir kelime üzerinden anlatmaya çalıştım. Bu bir cümle veya replik olunca daha da karmaşık ve zor bir hal alıyor. İşte tam da bu noktada, orjinal metnin yazarın bilgisi, yaşadığı toplumsal olaylar, kültürü bilmek ve içselleştirmek, çeviride yardımcı olan unsurlardan biri oluyor. Bizlere de, kendi kültürümüzün bilgisiyle onu harmanlayıp, sahne diline aktarmak kalıyor. Çevirilen cümlenin bire bir anlamı değil, diğer dilde kişiye ilettiği anlam aynı olmalıdır. Oyun çevirisi yaparken, bir diğer önemli unsur da dilin akıcılığıdır. Özellikle karakterlerin özelliklerini belirlemede çok önemlidir. “Oyun sanki Türkçe yazılmış”, denmesi, bir çevirmenin çevirdiği dildeki yetkinliğini ve başarısını gösterir. Dilin akıcılığı; seyircinin oyuna odaklanmasına yardımcı olur. Yazarımız Duşan Kovaçeviç’e geri dönersek, kendisi en acı durumlarda bile, gülmekten ve insanları güldürmekten vazgeçmiyor. 16 Ocak 2012 tarihinde, kalp krizi geçiren Kovaçeviç, hastanede yattığı sürece, hastane çalışanlarıyla şakalaşmış. Kendi yazıp, yönettiği son oyun “Godfather”in prömiyerine bu nedenden dolayı katılamayan yazar, oyunun da alt başlığı olduğu gibi, “Günlük trajedinin komedisi”ni yaşamış oldu.

Yugoslavya topraklarındaki halk 1991’den beri o kadar acılar yaşadı ki, her şeyle alay eder oldu.

ise “GODFATHER”. “Godfather” deyince, ilk önce Francis Ford Coppola’nın yönettiği, Marlon Brando ve Al Pacino’nun başrollerini paylaştığı kült film “THE GODFATHER” filmi aklımıza gelir. Dilimize “BABA” diye çevrildi. “Godfather”in Türkçe karşılığı ise “vaftiz babası” veya “manevi baba”. Sırp kültüründe ise “Kum” kelimesi, “vaftiz babası” veya “manevi babanın” ötesinde. Öncelikle nikah şahididir. Evlenecek çiftin yakın arkadaşı olmalıdır. Tüm düğün öncesi hazırlıklar ve düğün organizasyonu ondan sorulur. Çocukların isimlerini, ailenin de onayıyla onlar verir. Vaftiz törenlerini onlar yapar. Ve iki aile arasındaki bağ ömür boyu sü-

59


Sırp halkının belirgin özelliklerinden biri, (Balkan halkının da diyebilirim), kendiyle dalga geçmektir. Eski Yugoslavya topraklarındaki halk 1991den beri o kadar acılar yaşadı ki, her şeyle alay eder oldu. Duşan Kovaçeviç, günlük hayatın tüm cephelerinden hikayeler yaratır. Onun oyunlarında, sosyal hayatın tüm sınıflarından insanlar vardır. Farklı mesleklere, farklı ideoloji görüşlere ait insanlardır bunlar. Onların yaşadığı zaman, bizlere yakın, yaşadığı olaylar da, tanıdık gelir. Kovaçeviç’in oyunlarını yazdığı yıla göre incelersek, Balkanlar ve Avrupa tarihinin gelişimiyle yakından ilişkili olduğunu görürüz. Son yazdığı üç oyununa bakarsak bile bunu görürüz. “İntiharın Genel Provası” (2008), “Dar Ayakkabıyla Yaşamak” (2011) ve “Babalık” (2012). 2008 – intihar sayısının artması. 2011 – işsizliğin tavan yapması ve açlık grevlerin boy göstermesi 2012 – işsizliğin, aile trajedisine dönüşmesi. Kovaçeviç, çekirdek bir durumu esas alıp, ondan fabeli geliştirir. Bunu da, kasvetli, sıkıntılı, karanlık bir hikayeye dayar ve bu hikayenin içine kara komediyi yerleştirir. Kovaçeviç, öncelikle, trajikomedinin ustasıdır. Oyun kişileri; devletin yada genel siyasetin kurbanlarıdır. İktidar; her zaman kendi kurbanlarını yaratır. “İktidarlı olanlar sayısal olarak çok değiller, az olan benim gibiler. Benim gibilerin sayısı artmış olsaydı, çok daha kolay olurdu. (D. Kovaçeviç, Klostrofobik Komedi, 1987)

60


DOKU

FEST

The sun goes down, the projectors fire up

It’s 10pm on a balmy moonlit evening and 200 pairs of eyes are gazing at a cinema screen perched on the banks of a river. Above us, where an uplit castle stands majestic on the hillside, another audience is captivated by the flickering images projected on to its ancient walls. Further along the promenade, packed pavement cafes buzz with chatter while the call to prayer echoes from Ottoman-era mosques. It feels romantic, peaceful. But there is also a curious undercurrent. For one thing, the film we are watching isn’t some Hollywood blockbuster, but the documentary Dirty Wars, a hard-hitting piece of reportage about US counter-terrorism attacks in the Yemen. And for another, this isn’t your standard summer tourist haunt. It’s Kosovo – a place that has experienced more conflict in the past 15 years than most of Europe has seen in generations. But this is the point of Dokufest. This annual documentary film festival in the pretty medieval town of Prizren, at the base of the Sharr mountains, makes a point of tackling tough issues. The festival’s creative director, Veton Nurkollari, tells me: “I always want to challenge the audience, which sometimes means reminding them how terrible war is. Because if people forget, it can happen again.” The festival is now in its 13th year, and will see 10,000 tickets sold for 250 films shown in nine venues over one hot week. Its growing reputation attracts filmmakers from all over the world. And because the programme features mainly English-language or English-subtitled movies, approximately a quarter of festival

61

visitors are international, with audiences bringing an estimated €3m to Kosovo’s struggling economy. “Twenty years ago, Prizren was Kosovo’s cultural capital, and it was very normal for us to go to a film,” says Veton. “And then, in 1999, the war happened. We just thought that if we put on some screenings, it might trigger someone to restart the cinema.” In 2002, Veton and his friends put on three days of movies in the disused shell of the open-air Kino Lumbargi cinema; they chose documentaries for the simple reason that they were easier to get hold of than US blockbusters. On the first night, torrential rain flooded the roads, but still the cinema was half full. On the second night, it was sold out. On the third, the last film closed to a standing ovation. Movie-going was back from the dead. What marks Dokufest out from the rest of the international documentary scene, however, isn’t that it’s in Kosovo. It’s in its pop-up approach. Prizren hasn’t had a working cinema since before the war. So the festival organisers had to improvise, creating makeshift movie theatres by fixing screens to an assortment of unusual surfaces, from the walls of the Byzantine fortress to the inner caverns of a disused Turkish hammam. The result is that cinema and city merge to create something magical. The sun goes down, the projectors fire up, and hundreds of people fall silent with a beer in hand and a cool breeze on their skin. When the movie finishes, the audiences join Prizren’s late-night throngs pulsing to techno beats in the packed-out bars before heading to one of Dokufest’s


late-night gigs. It’s intellectual arts meets Balkan street party. Which isn’t to say that the festival, and indeed the town of Prizren, is solely about nocturnal pursuits. Centred on Shadervan square on the south bank of the shallow Bistrica river, the old town’s pleasant hillside setting and Ottoman sites have long been a summer draw for Balkan families and the occasional western backpacker. Prettier than the Kosovan capital Prishtina, Prizren, in the south of the country near the Albanian and Macedonian borders, has cobbled streets winding around the 400-year-old Sinan Pasha mosque and a Unesco-listed Serbian monastery. Tourists are becoming aware of its delights: the new Hotel Prizeni (see below) opened this year near Shadervan square, two more hotels are to follow in the next 12 months, and the lovely Hotel Cleon on the river bank has brought the town its first boutique-style lodging. But with Dokufest, the old town gets an annual cultural facelift. A young crowd from France, Ireland, the US and, of course, Kosovo and Albania, make the trek up the hills to the ruins of the Dušan fortress, not to see the remains of what once marked the capital of the 13th-century Serbian empire, but to grab a bottle of Peja beer and watch an outdoor screening of Searching for Sugarman. And as well as joining the local Prizrenis in whiling away a hot afternoon in a promenade cafe, Dokufest invites visitors to take in a photo exhibition or participate in a series of daytime talks.

evening that the town really comes to life. Popular restaurants such as Ambient on the river and Ego on Shadervan square serve meze-style dishes and kebabs as well as the usual steaks, fish and pasta dishes, all in euro prices far lower than you’ll find in the west. Groups of teenagers and twentysomethings hang out on the Kej, the riverside promenade, where you can still see the cinema screens while chatting into the night. Red and green lasers from the Check Inn club illuminate the sides of the old mosque. We push through the throngs, grab a Peja for a euro and join Veton and the Dokufest volunteers at Bar Aca (on Mimar Sinani), just one of the score of bars that have transitioned from their day-cafe selves. It’s packed, full of laughter and heated discussion on the next day’s programme. Soon, we’ll move on to the Dokunights stage, a short walk away, where a young crowd dance to DJs and Balkan bands until 5am, rolling to bed with the sunrise and doing it all again the next day. It wasn’t what we’d expected from a trip to Kosovo. “People just really want to enjoy life,” says Veton. “Film and music – these things make that possible. If anyone says they can make a film that can change the world, that’s a big lie. But small changes, yes. Film can do that.”

It’s when the heat dies down in the

62


Vİcdan, Sorgulanır: Kesİşen Hayatlar Krugovi Talha Talha Ulukır Ulukır

Ses çıkarmamak, olaylara kayıtsız kalmak insanın en kolay kaçış yoludur. Karşısında, gözlerinin önünde bir haksızlık oldduğunda susmak, insan için en kolay ve güvenli seçimdir. Üç maymundan birisi olmuştur ve tamamen masum olduğuna inandırır kendini; peki ne zamana kadar? Birileri tarafından sorgulanana kadar mı? Hayır, kendisiyle yüzleşmeye başlayana kadar çünkü insanın kaçamayacağı tek sorgulama budur. Hakim de kendisidir, zanlı da; olanların sorumlusu da kendisidir, cezayı verecek olan da. Peki ya kendisini suçlu bulursa cezasını kim verecektir? İnsanın kendi kendine ceza vermesi aslında pek basit görülebilir fakat aslında gerçek çok daha farklıdır, başkasının verdiği ceza sonucunda belki belirli bir süre haklarından mahrum olabilir ve cezasının bitişiyle beraber ‘acı’sı biter fakat kendine verdiği ceza bir ömür sürecek bir pişmanlıktır. Krugovi (Kesişen Hayatlar), tam da insanın pişmanlığı ve suçluluğu üzerine kurulmuş; sessiz kalanların sessizliğine belki bir ömür lanet ettiğine tanık olduğumuz, suçu işleyip başkası tarafından cezalandırılanların ise belirli süre hak mahrumiyeti ile kendilerini kurtardığını gördüğümüz bir film. Bosna, 1993. Üç Sırp asker Müslüman bir sivili döverken meydandaki herkes sadece gözlerini kaçırmakla yetinir. Kendisi de asker olan Marko yerde tekmeler yiyen Haris’i kurtarmak için ayaklanır, adaletsizliğe karşı gelmeye kara vermiştir. Etrafta onlarca insan gözlerini çevirip olanları görmezden gelirken Marko’nun bu çıkışı elbette ‘cezasız’ kalmayacaktır. Adaletten taraf olmak her zaman güzel sonuçlar doğurmaz, özellikle adaletle muamele etmeyen insanlarla

63


muhatapsanız. Marko’nun müdahale edişini gördükten sonra bir anda 12 yıl sonraya gideriz; her şey değişmiş, savaş bitmiştir. 12 yıl öncesinde ne olmuştu? Marko’nun müdahalesinden rahatsız olan askerler Marko’yu onlarca insanın ortasında döverek öldürmüştür. Marko’yu döverek öldüren askerlerden biri olan Todor, yıllar sonra bir kaza sonucu hastaneye kaldırılır. Ameliyatı yapıp Todor’u kurtarabilecek tek doktor ise Marko’nun arkadaşıdır. Kesişmelerden birisi burada yaşanırken diğeri de Marko’nun sevdiği kadın Nada’nın başkasından olan çocuğuyla beraber Haris’in yanına gelip yardım istemesidir. Üçüncü ve belki en büyük kesişme Marko’nun babası olan Ranko ile Marko’nun katillerinden olan Bogdan’ın beraber çalışmasıdır. Tüm bu kesişmeler kendi içerisinde bağlantılı olduğu gibi birbiriyleriyle de bağlantılıdır. Bu bağlamda filmin içinde nedensellik olgusu izleyicide soru işareti bırakmayacak bir biçimde işlenmiştir. Yönetmen Srdan Golubevic, filmin sonunda belirttiğine göre Sırp askeri Srdjan Aleksic’in gerçek hikâyesinden yola çıkıyor fakat filmin sorduğu sorular ve yerleştirdiği küçük detaylarla meselesini hem evrenselleştirmeyi hem de felsefi bir bütünlük içinde sorgulamayı beceriyor. Kesişen Hayatlar, suçlunun kim olduğunun sorgulanmasından çok ‘suçluluk psikolojisi’ üzerine yoğunlaşıyor ve bu bağlamda tarihselci bir bakıştan öteye geçerek genel geçer bir meseleyi anlatıyor. Suçluluğun kişininin hangi pencereden baktığına göre değişen bir yapıya sahip olduğunu ve bu doğrultuda mutlak suçlunun aslında hiçbir zaman tam olarak bilinmeyeceği mesajını veren

yönetmen yine de kendi tarafını belli etmekten çekinmiyor. ‘Savaşın doğası gereği’ putunu kıran yönetmen, suçun ve vicdanın her zaman geçerli olan kavramlar olduğunu anlatıyor. Marko’nun öldürülmesini izleyenler evlerine gittiklerinde ya da bir zaman sonra bununla yüzleştiklerinde bir bahane ararlarsa, onlar da savaşa sarılmayacaklar mı? Katilleri gösterip içlerini ferah tutmayacaklar mı? İnsanların gönüllerini rahatlatmak için yaptığı bu öz-avuntular ne zamana kadar sürecek? Bir gün gerçek suçluları ararken kendilerine de bakacaklar mı? Film, bu sorulara cevap aramak üzere çıktığı yolculukta, izleyenleri umut verici sonuçlara değil aksine umutlarını yok eden sonuçlara götürüyor. Umutları yok eden cevaplar karamsar bir tablo çiziyor elbette. Bu karamsar tabloyu destekleyen birçok unsur da var filmde, en önemlisi de oyunculuklar. Filmin negatif enerjisini oyuncular üzerinden gözlemlemek oldukça mümkün, yaşananın üzerinden onca zaman geçmesine rağmen insanlardaki ‘ifadesizlik’ devam ediyor ve neredeyse tebessüm eden bir karaktere bile rastlanmıyor. Oyuncuların salt yeteneklerinden ziyade filmin karakter tasarımı da bunda etkili tabii ki. Özenli bir biçimde oluşturulmuş karakterlerin filmde boşluk bırakmayacak şekilde tasarlanması, birbirleriyle ve ‘öz’leriyle çatışmayan eylemleri filmin akışını ve atmosferini destekliyor. Senaryonun giriftiliğini başarıyla taşıyan oyunculukların yanı sıra filmin estetiği ve anlatım dili de filmin öne çıkan unsurlarından. Karakterlerin yalnızlığı, mutsuzluğu ise filmin görselliğine sirayet ediyor. Go-

64

lubevic, Bosna’da geçen bölümlerde savaşın tahribatını sarı tonlarıyla, Almanya’daki sahnelerde tutunamama ve yabancılık hissini gri ve mavi soğukluğuyla mekanlar üzerinden kuruyor. Mekan seçimi ve kullanımı karakterlerin psikolojilerinden ve geçmişlerinden izler taşırken aynı zamanda bu mekanların kullanımındaki estetik başarı seyircinin filmin duygusunu hissetmesini kolaylaştırmış. Kurgusal zemindeki gitgeller bu estetik görüntüler ve başarılı mekan kullanımıyla birleştirilince her anlamda vasatın üzerine çıkan bir film olmuş; tek taraftan sarkması önlenmiş. Kesişen Hayatlar, Marko’nun ölümü üzerinden savaş yıllarını, savaş atmosferindeki insanların psikolojik altyapısını, etrafındaki insanların nasıl etkilendiğini, geride kalanların ölüm ile yüzleşmelerini, suçluluk ve pişmanlık duygularını ve daha birçok şeyi gerek biçimsel gerek duygusal olarak başarıyla anlatan bir film. Tarihsel düzlemde okunabileceği gibi evrensel bir bakışla da okunabilen film sadece yapıldığı döneme hitap eden bir şey olmaktan uzaklaşıp yıllar sonra da izlenecek bir yapıt olarak kendini gösteriyor.


İvo ANDRİÇ ve Eserlerİnde Türk İmajı Yunus Dilber

Bosna-Hersek’in Osmanlı Devleti tarafından Berlin Antlaşması ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bırakıldığı 1878 döneminden 10 yıl gibi bir süre sonra doğan İvo ANDRİÇ, bölgenin atalarından duydukları ile geçmişi; yaşadıkları ile Bosna’daki geçiş ve Türklerin geri çekiliş dönemini yaşayan ve sonraki süreçte I. ve II. Dünya Savaşlarını görmüş, farklı siyasi ortamlarda ve coğrafyalarda yaşamış, yurt dışında eğitim görmüş, konsolosluklarda görev yapmış, Yugoslavya Komünist Partisi üyesi olmuş, nihayetinde 1945 yılında yazdığı ve 1961 yılında Nobel Edebiyat Ödülü ile Türk okuyucuların dünyasına girmiş Travnik doğumlu Hırvat kökenli bir Boşnak’tır. Bu yazıda incelemek istediğimiz husus ise, yazarın eserlerindeki ince, sinsice, dil yeteneğini kullanılarak işlenmiş olumsuz Türk ve aslında müslüman imajını analiz edebilmektir. Aslına bakılırsa Andriç’in Türklere ve müslümanlara bakış açısı, yüzyıllarca süren Avrupa merkezli bakış açısından farklı değildi. Romanın tarihsel argümanlar ve olaylarla desteklenmeye çalışılması, dili akıcı ve etkili bir üslupta kullanmış olması ve Türklere (Müslümanlara) karşı olumsuz bakışı, bu ödülün verilmesindeki bir kaç sebepten birisidir. Ivo, Drina Köprüsü eserini Türkçeye çeviren yazarlarımız ise, ‘büyük bir hümanist ve sanatçı olan Ivo’nun her satırında derin bir insan sevgisi görmek’, ...‘romanlarında yer verdiği kötü kişileri bile yermeye kıyamayan’, Drina Köprüsü’ndeki Abid Ağa’nın köprüye sabotaj düzenleyen birisini “4 sayfa”lık kazığa geçirilmesi sahnesini ‘o çağlarda dünyanın her yerinde insanları kazığa geçirmek ya da diri diri ateşe atmak gibi olaylara

65

bol bol rastlandığını düşünürsek, bu olaylarda bir olağanüstülük göremeyiz’ gibi bir bakış açısıyla okunabileceğini ifade eden Hasan Ali Ediz’in 1962 yılındaki değerlendirmesiyle eseri nasıl okumamız gerektiği hususunda mütercimler tarafından bilgilendiriliyoruz. Hikayede ise Osmanlı döneminin zulmünü kazığa geçirilen bir Hristiyanın köpekler yemesin diye gizlice gömülmesini, köprü geçişlerinden rüşvet adan görevlileri resmeder. Esere edebiyatçılarımız tarafından ilgi gösterilmesindeki bir diğer husus ise, 300 sayfalık eserinde yaklaşık 200 civarında Türkçe kelimenin kullanılmış olmasıdır ve bu da edebiyatçılarımız açısından esere ayrı bir değer ve özellik kattığını düşünmüş olmalıdır. Andriç’in Drina Köprüsü’nün haricinde Türkler ile alakalı olan ve Türkçeye çevrilen Ömer Paşa, Travnik Günlüğü (1945) ve Bosna Hikayeleri gibi eserleri de bulunmaktadır. Drina Köprüsü isimli kitabında Sokullu Mehmet Paşa Köprüsü’nün yapılış hikayesini anlatırken, sabah köylerinden alınıp o ‘korkunç İstanbul’a’ götürülmek üzere olan çocukları, yeniçeri ağalarının köylere geldiklerinde Hristiyan ailelerin çocuklarını ormana saklamalarını ya da aptal görünmelerini öğütledikleri ve seçilen çocukların peşlerinden ağlayarak koşan anaların acıklı hikayesini anlatır. Kitapta Sadrazamın adamı olan ve Hristiyanlara zulmeden Abdi Ağa vardır. Abdi Ağa’nın sonu yağlı kazıkta biter ve kitapta bu sahnenin anlatımı “Osmanlı Ağasına” kin duyan okuyucuya zevk verir gibi sayfalarca sürer. Abdi Ağa, geçmişte köprü inşaatına karşı çıkan ve sa-


botaj girişimlerinde bulunanları da vakti zamanında kazığa oturtan kişi olarak canlandırılır. Kazığa oturtulurken öyle dikkat edilirmiş ki, iç organlarının zedelenmemesine ve ibret-i âlem için hemen ölmemesine özen gösterilmesi gibi bilgilere ayrıntılı bir şekilde sahnenin anlatımında verilmiştir. Osmanlı çekildikten sonra bölgeye gelen Avusturyalılar ise cezalandırılıp köprü kapısına kulaklarından asılanları kurtarır ve Bosna’ya köprüler, tüneller ve tren yolları yaprak Bosna’nın kalkınmasında önemli bir pay sahibi olur. Bosna Hikayeleri kitabının önsöz kısmına Üsküplü edebiyatçımız Yaşar Nabi NAYIR’ın Ivo Andriç hakkındaki yazısını, Türkçeye tercüme eden Zeyyat Selimoğlu tarafından konulmuş. Üsküplü edebiyatçımızda Ivo Andriç’in eserleri hakkında önsözde ‘Müslüman yönetimin ve toplumun gerilemesiyle çöküşünü, hiçbir düşmanlık belirtisi göstermeden ve hatta denilebilir ki adeta acırcasına bir duyguyla inceler. Anlatılan olayların kahramanları ister Müslüman, ister Hristiyan olsun aynı slav ırkından kişilerdir. Aynı dili konuşurlar, aynı dinsel tutuculuk ile gereksiz birbirlerine düşman olur ve eziyet ederler’ şeklinde ifade eder. Bosna Hikâyeleri kitabının ilk kısmı Veli Paşa’nın Oynaşı’sı ile başlar ve bu hikâyelerde Andriç’in çok tarafsız ya da olumsuz bir Müslüman veya Türk imajı ortaya koyduğu pek söylenemez. Birinci hikâyede, Osmanlı döneminde Veli Paşa’nın ve Hristiyan ailesi tarafından korkudan, fakirlikten kapatma verilen köylü kızı Mara’nın hikâyesi vardır. Veli Paşa, birçok cephede savaşmış, Bosna’ya görevlendirildiğinde ise cebi delik bir paşa olarak gösterilmiş ancak Veli

paşa olarak gösterilmiş ancak Veli Paşa, kendini tümüyle içkiye veren, genellikle hastalığından dolayı ağzında apsesi beliren, gururlu, sert, yanına yanaşılmaz bir adamdır. Halkın, onun hakkındaki düşüncesi ise, Kafkaslarda bütün şehirleri yağma eden, borca gömülü olan, Rusların dostu olup İngiliz konsolosuyla şehvet âlemleri yapan, şarap içip domuz eti yiyen, ordusu için gerekirse gaddar ve pervasız davranın, Yahudilere para cezası kesen, Bosna’ya cebi boş gelen ama Bosna’dan ayrılırkan cebi dolu dönen bir “Osmanlı Paşası”dır. Veli Paşa, Bosna’ya yerleştikten sonra daha 16 yaşında bile olmayan, yaşlı babası ile yaşayan Mara adlı kız, paşaya kiralanır ve konağın yanındaki ev ona hazırlanır. İlerleyen zamanlarda Mara, arkadaşı Yahudi Sara’ya Paşa ile yaşadıklarını aktarır. ‘Paşanın okşamalarına ise daha güç alışılıyordu. İlk acı ve ilk korku geçtikten sonra bunları gergin ve çocuksu bir şaşkınlık karşılar oldu. Ama zamanla buna da alıştı. Özellikle paşanın cildindeki koku hoşuna gidiyordu. Onun olağanüstü sakin gözlerine, sol yanağındaki kokunç lekeye, daima biraz nemli olan ve konuşurken loş dağın pınarındaki otlar gibi titreyen bıyıklarına pek de korkusuz bakamıyordu. Ama vücudundan çevreye yayınlan koku ona çekici geliyor, onu kuvvetlendiriyordu’...’Sara ile emir eri ortadan kayboluyorlar, paşa için hazırlanmış olan Mara bitişik odadan gelip kucağına oturuyordu. İkisinin arasında ‘sandığın üstüne oturmak’tı bunun adı.’ Andriç, Mara’nın yanlız başına kaldığında utandığını, soysuzluk yaptığını ve kızın mecbur kalarak paşanın yanında çalıştığını ama bunu ailesi için yaptığı imajını vermeye çalışıyordu. Hristiyan kız Mara, kiliseye

66

yordu. Hristiyan kız Mara, kiliseye gittiğinde ise papaz dahil herkes sırtını dönüyor, ondan nefret ediyorlar ve kiliseye sokmak istemiyorlardı. Bunu duyan paşa ise kilisenin papazına işkence ediyordu. Hikayenin ilerleyen bölümlerinde hangi millete ya da dine mensup olduğu bilinmeyen ama Boşnak birisini andıran Salçin isimli gencin, küçük bir kıza tecavüzünü zihinlere işlemeye devam ediyordu. Veli Paşa’nın tayini çıktıktan sonra ortada kalan Mara, Bosna’da Pamukoviçlerin konağında sığınma olarak çalışmaya başlar. Soy isimlerinden Müslüman olduğu anlaşılan ancak hikâyenin sonunda Hristiyan bir aile olduğunu ifade ettiği Pamukoviçler ile alakalı olumusuz hikâyeler bitmez. Ortada kalan Mara, Pamukoviçlerin konağına sığınır lakin konak sahibinin kardeşi, daha önce bu eve hizmetçi gelen ve ömür boyu evlenmeyen Jela adlı kıza 16 yaşında tecavüz eder. Veli Paşa’nın kapatması/oynaşısı Mara’nın hamile olduğu anlaşılır ve babası da malum Veli Paşa’dır. Mara, kızı dünyaya getirir ama yarım saat bile yaşayamaz. Birkaç gün sonra da Mara hastalanır ve ölür. Hikayedeki bütün olumsuzluklara sebep olan kişi ise haliyle Osmanlı’nın görevlendirdiği Veli Paşa’dır. Diğer hikâye ise ailesi Müslüman olmuş üst kademe bir asker olan Macar Mustafa’dır. Avusturyalılara karşı Bosna’yı savunmuş büyük bir kahramandır ama ilerleyen kısımlarda sudan sebeplerle papazlara eziyet eden, keşişleri döven bir asker olacaktır. Daha sonra Sultanın özel emriyle Bosna’ya gönderilen ve önüne geleni devlete isyan etti diye asan, boğan ve zulme devam eden bir Kulakehaya Lütfibeg gelir. Kahraman Macar Mustafa ise hikayenin


sonunda eziyet ettiği çingenelerden birinin sinirlenerek attığı bir demir parçasının şakağına denk gelmesiyle olduğu yere yığılır ve ölür. Son hikâyede ise bir çingene kadınla, Anadolulu bir erin oğlu olan Corhan ‘bahtsız bir piç’ olarak karşımıza çıkar. Hikâye; Tek gözü olmayan, hamallık yapan, meyhanelerde vakit geçiren Corhan, sirklerde insanları eğlendirerek hayatını devam ettirir. Ama bölgenin idari amiri olan Başçavuş İbrahim, sirkten rahatsız olan mahallelinin şikayeti üzerine, Corhan’ı tutuklattırır ‘Yeter İbrahim, dinin hakkı için’ gibi yalvarmalarına rağmen dövmeye devam edilir ve dudaklarından köpükler çıkıncaya kadar dövülür. Corhan, sokakta bir yere bırakılır. Kafayı yiyen çingene, sokakları inleterek şarkılar söylemeye devam eder. En sonunda kulağında başlayan uğultular ve ‘çarşı değildi burası artık, gülen bir denizdi, bütün genişliği ve uzunluğu ile’ cümlesiyle biter. Bu, Corhan’ın yediği dayak sonucu öldüğünü okuyucuya kısmen hissetiren bir sondur aslında. İki kitap ve hikayeleri analiz etmeye çalıştık. Mütercimlerimizin aksine sanki eserlerde bilinç altında bir Türk Müslüman düşmanlığı, tarihi hikayelerinde kin tohumları eken bir edebiyat ödüllü yazar var karşımızda. Verilen her edebiyat ödülünün safiyani niyetlerle verilmediğini ve yazarların kasıtlı olarak seçildiğini açık bir şekilde görebiliyoruz. Unutmayalım ki, bu eserlerin basıldığı, okunduğu, tartışıldığı, ödül verildiği bir coğrafyada insanlar belli bir süre sonra Türkleri öldürerek “intikam aldık” naralarıyla yüzbinlerce insanı öldürdüler.

67


Sibel Bayram

İkİ Şehrİn Öykücüsü: Sait Faik ve Miljenko Jergovic

Farklı edebiyatlardaki eserleri karşılaştırmak, farklı kültürler hakkında bilgi edinmemizi ve aynı durumun farklı ya da benzer bakış açılarını görmemizi sağlar. Türk edebiyatının önemli hikâye yazarlarından Sait Faik ile Bosna-Hersek edebiyatına ait son dönem önemli hikâyecilerinden Miljenko Jergoviç, mekânı ve çevredeki diğer unsurları hikâyelerinde işleyiş tarzı bakımından benzerlikler göstermektedir. Farklı milletlere ait hikâyeler de olsalar teknik bakımından ortaklıklar bulunmaktadır. Arnold’a göre: ‘’Her yerde bir ilişki ve her yerde bir örnek bulunur. Tek başına hiçbir olay, hiçbir edebiyat başka olaylardan, başka edebiyatlardan kopuk olarak ele alındığında yeterince anlaşılmaz.’’ Bosna-Hersek edebiyatının son dönem hikâyecilerinden Miljenko Jergoviç, Saraybosna Üniversitesinde felsefe ve sosyoloji eğitimi gördü. “Gözlemevi Varşova” kitabını ya-

yımladı. Daha sonra 1994 yılında “Sarajevo Marlboro” adlı günlük hayata dair kısa hikâye kitabını yayımladı. Modern Türk hikayeciliğin kurucusu olarak kabul edilen Sait Faik, klasik hikaye kurallarını yıkmış, getirdiği yeniliklerle “kökü kendisinde olan” bir yazar olarak kabul edilir. Daha çok kendisinden yola çıkarak çevresindeki izlenimlerini anlatan yazar, insan gerçeğini anlamaya çalışmıştır. İnsanların yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek kendisine özgü bir tarz oluşturmayı başarmıştır. Saraybosna’da doğan Miljenko Jergoviç ise, Sait Faik gibi hikayelerinde hayatı aşırılıklara kaçmadan şiir tadında ifade etmiştir. Akıcı bir dille olayları anlatırken başka insanların dikkat etmediği küçük unsurlara farklı anlamlar yükler. Farklı milletlere ait

68

olmakla birlikte iki yazarın tekniği ve bakış açıları arasında benzerlikler gösterilmektedir. İkisi de çevredeki canlı cansız unsurları kullanarak hikayelerinin temasını oluştururlar. Her iki yazarın hikâyelerinde mekân önemli bir karakter olarak karşımıza çıkar. Yaşanılan mekânlar, şehirler, aynı zamanda hayat öykümüzün belgeleridir. Her şehir binlerce, milyonlarca hayat saklar. Aynı zamanda geleceğe dair hayalleri de barındırır. İnsanlar yaşadığı mekânlardan izler taşır aynı zamanda izler de bırakır. Mekânla insan arasında karşılıklı bir alış-veriş söz konusudur. Bu alışveriş sadece mekânla sınırlı olmayıp insanın çevresindeki her nesne her unsurla varolan bir alışveriştir. Jergoviç’in hikâyelerinde Saraybosna’yı ele alış biçimi ile Sait Faik’in İstanbul’u ele alışı bakımından benzerlikler gösterir. Her iki yazarın hikâyelerinde şehir, olayların arka fonunda her zaman kendisini hisettirir. Oku-


yucu mekânı unuttuğu anda şehir yine karşımıza çıkar. Eserlerinde trajedileri göremeyiz. Miljenko Jergoviç, Bosna savaşını hikayelerinde konu ederken dahi savaşın arka planındaki sıradan günlük hayatın fotoğrafını bize verir. Sait Faik ve Miljenko Jergoviç, yaşamın sahnelerini böylece küçük fotoğraflarla betimler. Bildiğimiz gibi romanlarda, hikâyelerde mekân önemli bir unsurdur. ‘’Bachelard, ‘Mekânın Poetikası’ isimli eserinde ev, yuva, kabuk kavramlarından yola çıkarak en ilkel imgelemlerle mekânı açıklamaya çalışır. Kaplumbağanın, istiridyenin, çekirdek içinin kabuğu, kuşun yuvası, insanoğlunun kendisi için yaptığı evi ve inşa ettiği çevresi yaşamı mümkün kılan mekânlardır. ‘’ (Özdemir, 2006:3) Mekân, tarihin ilk yıllarından itibaren insanın hayatını etkileyen önemli unsur olmuştur. İnsanoğlu en başta barınak problemini çözmüş ve çevresiyle karşılıklı iletişime geçmiş, hayatındaki her nesne gittikçe ayrı bir anlam, önem kazanmıştır. Kendisine göre anlamlar yüklemiştir. Şehirler, insanoğlunun kullandığı nesneler kültürünü, hayat felsefesini, dünyaya bakışı tarzını yansıtmıştır. Ayna görevini görmüştür. Aynı zamanda şehirler ve nesneler geçen sosyal zamanın göstergesi olmuşlardır. Mekânla, nesnelerle ve insan arasında zamanla güçlü bir bağ oluşmuştur. Öyle ki insanoğlu bunları kaybetmemek için zaman zaman çatışmaya girmiştir. Savaşların, kavgaların bir nedeni de budur. Kaybetmemek için canını feda etmeyi göze aldığı olur.

Yazarlar, hikâyelerde farklı karakterler yaratarak mekânlara, eşyalara okuyucunun farklı bakmasını sağlarlar. Özellikle realistler için eşya çok önemlidir. Gerçeki anlatılan eşyalar okuyucu üzerinde çok fazla etki bıraktığı düşünülür. Bu yüzden uzun uzun tasvirler yapılır. Natüralistler bu konuda realistlerden daha da ileriye giderek çevreyi insan hayatıındaki en önemli unsur haline getirirler. Çünkü çevrenin insanın kişiliğini belirlediği düşünülür. Mekân, hikâyede birer kahraman olarak karşımıza çıkar. Hikâyede gerçekleşecek iyi ya da kötü olayları okuyucuya mekân aracılığıyla sezdirir. Hem Sait Faik hem de Miljenko Jergoviç mekânı eserlerinde birer kahraman gibi kullanmışlardır. Sait Faik için Gümüş: ‘’Çağcıl ve yenilikçi bir değişimin başlıca yaratıcısıdır.’’ der. Jergoviç, Sait Faik gibi gelenekçi bir hikâyeci değildir. Bosna savaşının anlatıldığı “Sarajevo Marlboro” adlı eserinde yaşanılan savaşın trajik yönünü okuyucuya göstermek amacında değildir. Savaşın gölgesindeki insanların günlük yaşamını anlatır. Bu anlamda bu eser savaşı anlatan diğer roman ve hikâyelerden apayrı bir konuma sahiptir. Sıradan günlük yaşamla savaş biraradadır. Perde önünde küçük insanların, küçük uğraşları sergilenirken aslında perdenin diğer tarafında savaş devam etmektedir. Ancak savaşı konu edinen diğer eserlerde karşılaştığımız gözyaşı, çaresizlik, trajedi, acıma gibi durumları hafif dokunuşlarla geçiştirir. Savaş bir yerlerde sürüyordur ama hayat her şeye rağmen devam ediyor izlenimini okuyucuda bırakır. Sait Faik’in hikâyelerinde İstanbul

69


önemli yer tutar. “Eftalikus’un Kahvesi” adlı hikayede: ‘’Taksim bahçesinde edebiyat meraklısı genç bir hayranıyla oturan yazarın bu gencin “Hikâyeyi nasıl yazarsınız? Sorusuna verdiği örnekleyici cevaplar anlatılır. Hikâyede bulundukları konum itibariyle Taksim Bahçesi, Harbiye ve Şişli’nin isimleri geçer. Yazar o civarda vakit geçiren kör bir adamın hayatının ve hissettiklerinin nasıl bir hikâye konusu olabileceğini genç hayranına anlatmaya çalışır.’’ Miljenko Jergoviç’in “Sarajevo Marlboro” adlı eserinde Sarajevo, olayların, hayatların arkasındaki asıl kahramandır. Savaş sırasında Saraybosna’da yaşayan insanlarıın hayatlarını abartısız, gündelik hayatlarını konu edinir. Savaş dönemi olmasıyla birlikte savaş ana olay değildir. Küçük insanlar ve Saraybosna ana karakterlerdir. “Yolculuk” adlı hikâyede yazar: “Saraybosna her zaman olduğu yerde. Ama biz artık orada değiliz.’ der. Görüldüğü gibi mekân öykünün önemli bir unsurudur. ‘’Bu unsurun varlığı metinleri öykü olmaya bir adım daha yaklaştırır. Mekân insanın konumunu belirtmesi açısından önemlidir. Ayrıca anlatıcıya farklı bakış açıları sağlar. Kahramanın mekana bakışı oradaki nesnelerle ilgili görüşleri ve tasvirleri kişilerin maddi kültürel ve ruhsal durumlarıyla ilgili ipuçları verir.’’ (Aydın, 2011:104) İki yazar arasındaki ortaklıklar sadece mekânı ve eşyaları eserlerinde kullanış biçimiyle sınırlı değildir. Üslûp bakımından da benzerlikler görmek mümkün. Miljenko Yergoviç, hikâyelerini yazarken bir arkadaşıyla konuşuyormuş gibi ifadeler

kullanıp çok içten ve sıcaktır. Giriş bölümlerinde öykücü çok zaman harcamaz. Öykülerini olayın geçtiği yeri ve kişileri anlatarak başlatır. “Akbaba” hikâyesinde olayları anlattıktan sonra ‘’Her neyse, İzzet’in kapısında durmuş, kapıyı açmazsa boğazını keseceğini haykırıyordu.’’ ifadesini kullanıp sözünü tamamlar. “Her neyse’ sözü daha çok konuşma, sohbet ifadesidir. “Kütüphane” adlı hikayesinde de okuyucuyla sohbet

lerdeki yaşantının kendisi olur ve onunla özdeşleşir. Anlatım biçimiyle varolan öyküler yazmaya başlar bu dönemde. Konuşma dilinden, argodan giderek daha çok yararlanır.’’ (Akt.Tarhan Gündağ, 2009:18) Jergoviç ve Sait Faik sokağı anlatırken argodan sık sık faydalanır. Sait Faik, “Haritada Bir Nokta” adlı hikâyesinde: ‘’Ne yapalım gelmesinler. Kırmızı götlü ile davet mi ettik?’’ (Abasıyanık, 2012:108) Sait Faik, toplumsal sorunları anlatırken dahi şiirsel bir anlatım kullanır. Toplumda yaşayan küçük insanların birbiriyle olan çatışmasını, insan öyküsünü anlatma gayesindedir. Var olan çatışmalarda dahi her şeyden önce birey ön plandadır. Bu Jergoviç ile Faik arasındaki diğer bir ortaklıktır. Jergoviç’in “Hırsızlık” adlı hikâyesinde yazar komşusu Rade, bahçelerindeki elmaları çaldığı için onunla kavga eder, bu olayın ardından iki komşu arasında kavga olur ve yıllarca süren bir küskünlüğe dönüşür. Daha sonra savaş başlar ancak iki komşu arasında değişen bir şey olmaz onlar küçük dünyalarında elma hırsızlığından başlayan küskünlüklerine devam ederler: ‘’Aşağı yukarı yirmi yıl boyunca birbirlerine selam vermediler, tabii kız kardeşler de bir daha hırsızlık amacıyla gelmediler. Birçok ağustos, eylül geçti, elmalar aynı güzellik ve kışkırtıcılıktaydı, fakat iki aile birbirlerinin yüzüne bakmadan yan yana yaşamaya devam ettiler.’’ (Jergoviç, 2001:24)

Saraybosna’da doğan Miljenko Jergoviç ise, Sait Faik gibi hikayelerinde hayatı aşırılıklara kaçmadan şiir tadında ifade etmiştir. eder gibidir. Cümlelerini yazarken 2. çoğul kişi ekini kulllanır: ‘’Kafanızın üstünde bir düdük sesi duyarsınız. Olay mahallini her zaman pencerenizden açıkça görebilirsiniz.’’ (Jergoviç, 2001:169) Jergoviç, halktan kopuk olmayan yalın samimi bir dil kullanır. Jergoviç’in dili okuyucuyu yormaz, sohbet havasında olup hikâye anlatıcısı değil de sizinle konuşan, biri rolündedir. Müzik nağmeleri gibi yazarın hikâyeleri sizi dinlendirir. Sait Faik’in üslûbuna baktığımızda onda da yenilikçi, sıcak bir teknik buluruz. Ertop: ‘’Dil bazen öykü-

70


‘’Sarnıç’ta yayımlanan öyküleri inceleyen Peyami Safa bunlarla ilgili olarak; ‘Onun hiçbir öyküsünde muayyen vak’a, tahlil, tip aramayınız. Onun her öyküsü bir anılar sarnıcına rasgele daldırılmış bir avuçtur’ sözleriyle yazarın edebiyatımıza bir yenilik getirdiğini belirtir.’’ (Akt. Tarhan Gündağ, 2009:19) Bu ifadeyi Jergoviç’in hikâye kahramanları için de kullanabiliriz. Jergoviç, “Kaktüs” adlı hikâyesinde baş karakter olarak kaktüsü ele alır. Yazarın sevgilisi ona bir kaktüs hediye eder ve tüm hikâye kaktüsün etrafında şekillenir. Savaş döneminde sığınakta olduğu zamanlarda dahi savaş tehlikesine aldırmadan üst kata kaktüse bakmak için gider: ‘’Kaktüs hayatımızın keyifli bir ayrıntısı haline geldi. Bir duygusal ilişkiyi hatırlamaya değer kılacak türden bir ayrıntı.’’ (Jergoviç, 2001:21) Klasik hikâyecilikte bir kaktüsün hikâyenin merkezinde olduğu görülmez. Sait Faik’in “Zemberek” adlı hikâyesinde ise zemberek hikâyenin merkezindeki kahramandır. Okulda sadece Cemil’in saati vardır. Bir gün saatinin zembereği kırılır ve sınıfın alay konusu olur. Tüm hikâye zembereğin etrafında döner. Jergoviç’in “Tosbağa” adlı hikâyesinde yazarın eski bir arabası vardır. Tosbağa yazarın arkadaşıdır. Kendisini arabasına benzetir: ‘’Komşum Salko, mükemmel bir çift olduğumuzu gözlemlemişti. Koca kafam kısa boylu ama sağlam yapılı vücudumla ben yumuşak kavisleriyle o.’’ (Jergoviç, 2001:30) ‘’Sait Faik öykülerindeki karakterler önemli değildir. Bu yüzden öykülerinin bazılarında kahramanlarına bir isim bile vermez. Yazar, bu karakterlere cinsiyetlerini anlatan sıfatlarla örneğin ‘bir kadın’, ‘bir kız’, ‘bir

adam’ ya da yaşlarına göre ‘bir genç’, ‘bir çocuk’, ‘yaşlı bir adam’, ‘nine’ diyerek hitap eder. Bu durum, karakterlerin önemli olmadığını, önemli olan şeyin bir sorunun varlığını dikkatlere sunma olduğunu gösterir.’’ (Tarhan Gündağ, 2009:20) Jergoviç’in hikâyelerinde de kahramanlar önemli olmayıp sıradan insanlar ya da bir eşya hikâyenin kahramanı olabilir. “Sarajevo Marlboro” adlı hikâye kitabında kaktüs, bir hırsız, tosbağa, arabası, yüzük, Boşnak güveci, alabalık, akbaba, çan, mektup, saksafoncu, mezarcı, bahçıvanı hikâyelerin merkezinde görürüz. Mezarcının, bahçıvanın adları hikâyede geçmez. ‘’Edebi metinlerde başlık metnin kendisinden bağımsız farklı bir süreç değil, onunla bütünleşen metinle birlikte ortaya çıkan iletişim sürecinin ayrılmaz birer parçasıdır.’’ (Lüleci,2010:201) Sait Faik ve Jergoviç hikâye isimlerini belirlerken hikâyenin içerisinde geçen basit nesneleri hikâye ismi olarak kullanır. Sait Faik’te “zemberek, fındık”, Jergoviç’te “güveç, tosbağa” gibi. Her iki yazar da kötü olayları ele almakla birlikte hikâyelerinde kötümser, depresif bir atmosfer yaratmazlar. İki yazarın güçlü gözlem yetenekleri bulunur. Çevredeki en ufak eşyayı iyi gözlemleyip tasvir ederek hikâyelerini oluştururlar. Jergoviç’in “Bay Ivo” adlı hikâyesinde Bay Ivo’nun giyimini davranışlarını ayrıntılı olarak anlatır. ‘’Tosbağa hayatında ilk kez düzenli ve temizdi. Bütün o mazdaların hondaların toyotaların arasına sıkışmış romantik fütürüzmin altın çağından mimari modeli andırıyordu.’’ (Jergoviç, 2001:30) İki yazarın kahramanları hırslı de-

71


ğildirler. Büyük hayalleri yoktur. Aslında bu biraz da yazarların kendi dünya görüşlerinin kahramanlarına yansımasıdır. Sait Faik, hayatında hiçbir zaman çok gösterişli bir yaşam tarzı sürdürmemiştir. ‘’Sait Faik’in eserlerinde yazarın kendisiyle ve birbiriyle benzerlik gösteren anlatıcılerın olduğu bir gerçektir.’’ (Güven, 2010:7) Jergoviç de bu bakımdan Sait Faik’e benzer. Jergoviç’in “Boşnak Güveci” adlı hikâyesinde Zlatan zengin bir ailenin oğlu olmasıyla birlikte sevdiği kızla Zagrep’te yaşayabilmek için Boşnak güvecini yaparak aşçılığı dener. Eşyalar farklı anlamlarda karşımıza çıkar. Jergoviç’in “Hırsızlık” adlı hikâyesinde elma ağacı sadece bir ağaç değildir. Kahramana canlılık tazelik yaşam sevinci veren bir meyvedir. Sait Faik’in hikâyelerinde de gerçeklik farklı anlatılır. ‘’Sait Faik’in gerçeklik meselesine dikkat çeken Mehmet Kaplan onun gerçekliğe yaklaşımını şöyle değerlendirir: ‘Sait Faik hayata bakış ve anlatış tarzı bakımından gerçekçidir. Fakat o gerçeği sade dış görünüşü bakımından anlatmaz dülger balığında olduğu gibi çirkin dış görünüşünün arkasında iyi bir ruh derin bir anlam bulur. Sait Faik kainatın sadece dışını değil içini de görür.’’ (Aslan, 2007:30) Sait Faik, hikâyelerindeki nesnelere farklı anlamlar yükleyerek anlatır.

yata bakış tarzını hikâyelerinde yakalamaktayız. Bu bağlamda Jergoviç de “Sarajevo Marlboro” adlı hikâye kitabında Saraybosna’da çocukluğundan itibaren karşılaştığı kahramanların sıradan hayatını anlatırken kendi geçmişinden, yaşam tarzından sahneler bize sunar. Toplumsal çalkantıları kendi ruh dünyalarındaki süzgeçten geçirdikten sonra okuyucuyla paylaşırlar. Geleneksel kalıplardan sıyrılarak en basit nesneyi en sıradan mekânı öykülerinde işleyip en trajik durumları ise basitleştirerek verirler. Sait Faik’in hikâyelerinde toplumu değiştirmek ya da bireyi değiştirmek gibi birtakım fikirler empoze etmek gayesi yoktur. Hatta bu yüzden zaman zaman eleştiriye uğramıştır. Jergoviç de hikâyelerinde böyle bir maksat gütmez. En küçük ayrıntıyı dahi atlamadan bir kompozisyon çizer.

Sait Faik ve Miljenko Jergoviç aynı dönemlerde yaşamamış olmakla beraber hikâye tekniği ve üslup bakımından benzerlikler göstermektedirler. Sait Faik geleneksel hikâye tekniğine bağlı kalmayıp mahalleleri, yoksulluğu, İstanbul sokaklarını, balıkçıları günlük hayatını anlatarak aslında kendi kişiliğini de ortaya koymuştur. Onun yaşam tarzını ha-

72


Kemal Kemal Mehmedovic Mehmedovic 73


Fahredin SHEHU

Fruljetë kosmike Në dimrin e ngrohtë pranverë e pafilluar Kajsitë çelën për mua me dashurinë e re Ku ecën makadamit të rëndë kur ngrit Duart në ajër shpresat duke i humbur Kur këndova përlotshëm si fëmija Ato lot të njelmët nga faqet i lëpij Kur vetës i sillesha si fruljetë Si haxhinjët, tevaf rreth Qabesë duke bërë Kur mblodha vetën si tufë rrezesh në llupë Për ta djegur cipën e qenies sime Me dashuri kosmike në tokë Kur dhëmbët kërcitnin nga frika Për t’u ballafaquar me vetën në ëndërr Kur mbaja peshën e të gjitha dashurive Të dhëna pa shpresë se do të më kthehet Engjëlli emrin të cilit dot s’i shqiptoja Kur më thanë se të përhumbur në troje Të reales kodet e së cilës vetëm unë i njihja Kur më llastuan si sugar dielli nëpër vena Duke më parakaluar Kur më thanë se duhet…të cilën Në sofrën e huaj ëmbëlsi të shijoj e të mos Ndahem së puthuri buzët e njoma bojëgjaku valë Kur mbeta me orën e thyer me dalldinë e furishme Këtë jetë ta jetoj me dashurinë plake të stolisur me epsh zanash Të njoma në shkurt e prill kur 3 dhe 5 bëjnë 7 të rrumbullakuar Derisa ndahet në pikën e pushimit si ëndërr të zhveshur pa turp.

74


Zeynel Beksaç

RUMELİ’DE BAĞBOZUMU - Suat Engüllü’ye -

Düştük yollara Asfalt yerine yüreğimizi döşeyerek Göç bizim hasret bizim Bir söğüt dalı gibi soyulan Ömür bizimdi Dert dinledik Dost lokması yedik Yörük köylerinde Ballara duramayan istemler Kalemin sivri ucunda yas tuttu Yokuşlara vurduk Düze çıktık Aşımız direnç Gurbet yazgımız Dilimiz namusumuzda Rumeli’de bağbozumu şimdi Kırlangıçlar telâşlı Eski nallar yol gözlüyor Yüreklerde kavalın içli sesi Fırtına koptu kopacak Prizren 1990

75


Rumelİ’den Anadolu’ya; Boza Hatice Tokuz

76


Yaklaşık çeyrek asırlık bir ömür, bir şeylerin nostaljisini yapmak için fazla erken olsa da yaşanmış olan mutlu anlara özlem duymak için yeterli bir süre. Oysa “yaşanmış” ne iddialı bir kelime ! Belki de bu sebeple olacak, nedense bazı günler ben, yani hayal ile hakikat arasındaki çizgiyi kaybedip de yaşadığıma dair kalbimi tatmin edecek bir delil aradığımda, o günlere dair tatlar ve kokular gelir aklıma. Gözlerimi kapatıp da çocukluğumu bir film olarak kafamın içinde oynattığımda ise, bir akşam vakti sırf canımız boza çektiği için arabamızla yollarını aşındırdığımız Vefa, benim için arabalara hamburger ve kolaların servis edildiği Amerikan filmlerine taş çıkarır; kafalarında külahları, ellerinde parlak metal tepsileriyle bembeyaz giyimli bozacıların arabamızın penceresinden uzattığı bozaları içmeyi çok güzel bulurdum. Bir de hemen ardından torpidodan çıkartılan çay kaşıkları ile bardakta kalan bozayı sıyırmayı... Şimdi size bir sır vereceğim; Balkan bozasını kaşıkla sıyırmanıza gerek yok! Evet yok, çünkü Balkan bozasının kıvamı bizim bildiğimiz bozadan çok daha akıcı. İlk defa Üsküp’te korkarak denediğim Balkan bozası, Vefa’da içilen meşhur bozanın yanından bile geçemez gibi gelmişti. Fakat sonraları; Prizren, Üsküp ve Saraybosna’da denediğim bu kıvamı daha akışkan içecek bana, ferahlatıcı bir yaz içeceğini anımsattı. Bizde daha çok kışın tüketilirken Balkan bozası ise serinletici etkisi sebebiyle yazları daha çok tüketiliyor. Aslında bozanın Rumeli’den Ana-

dolu’ya geldiğini öğrenmek hem şaşırtıcı hem de sinir bozucu olabilir. Çünkü boza her haliyle çokça sahiplendiğimiz, çokça bizden bir içecek. Balkanlardan bunca şeyin yanı sıra bozayı da ithal etmiş olmamız nereden bakarsak bakalım bizim o bölgeyle ne kadar hemhal olduğumuzu gösteriyor. Prizren’in meşhur Bistriça nehrinin sularından aldığı lezzet birikimini Boğaz’a karıştıran Hacı Sadık Efendi bozayı bekletip fazla suyunu süzerek daha saf bir kıvama dönüştürmüş ve bugün bayılarak içtiğimiz bozanın tarihini adeta yeniden yazmış. Öyle ki; Fatih’teki Meşhur Vefa Bozacısı, Sadık Efendi’nin bulduğu formülle hala ilk günkü gibi boza severleri bu asırlık lezzetten mahrum bırakmamaya devam ediyor. 1884 yılında ise, yine Prizren’den ama bu sefer Sakarya’ya Ali Koka isimli bir Türk yerleşip bozanın yine bir su kaynağından pek uzak olmayan müdavimlerini toplama sürecini burada devam ettirmiş. Böylece boza Balkanlardan Anadolu’ya geçmiş ve biz de kıvamı daha yoğun olan bu içeceği, üzerine leblebi serpiştirerek afiyetle içmişiz. Yeri gelmişken; her ne kadar Balkanlarda bu kültür olmasa da İstanbul’un soğuk kış gecelerinin gizli kahramanları bence, “Taze Boooozaaaa! ” bağırışları ile karanlık sokakları arşınlayan seyyar bozacılardır. Bugün yaşları o sesi dimağına kazıma bahtiyarlığına erişemeyenler bilmeseler de bu ses, tüm satıcılar arasındaki en etkileyicisi ve en sevilenidir. Onlar, herkesin sıcacık evlerine çekildiği bir saatte, tamamen onlara kalmış sokaklarda dolanır, hem acıma hem de saygı uyandı-

77

rırlar. İşte bu yüzden belki de dışarıdaki en ufak sesten uzak, yüksek apartmanlarımızdaki iyi yalıtımlı pencerelerimizde; mahrum olduğumuz ve yok olduğuna üzülmemiz gereken en güzel şeylerden birisi de budur. Çünkü bugün, her şeyin tek tipleştiği bir çağda bozalar da plastik bardaklarda satılıyor ve yanında sıyırmak için plastik kaşık veriliyor. Vefa’daki tarihi bozacının karşısında parlak renkleriyle bir çiğköfteci açıldı. Eskiden mermer küplerden doldurulan bozalar da artık fabrikalarda üretiliyor. Bir tek leblebicinin yiyebileceğinizden fazla leblebi satmaktaki ısrarlı tavrı hâlâ değişmedi. Ama duyduğuma göre Ali Koka Prizren’den getirdiği özü, küçük ve sevimli dükkanında hâlâ koruyabiliyor; böylece Prizren’den İstanbul’a, sonrasında ise Anadolu’ya bu enteresan içeceğin ulaşma serüveni tamamlanıyormuş. Sözün özü; boğazda su gibi kayan Balkan bozasını alıp da kıvamını daha koyu bir hale getirmek kimin fikriydi bilmiyorum ama ben iki halini de çok sevdim, seviyorum. Bir gün siz de Balkanlar’ın herhangi bir yerinde, güneşin tam tepede olduğu bir zamanda eğer olur da boza yerine kola içerseniz, bilin ki kendinize yazık edebilir; aynı şekilde soğuk ve yağmurlu melankolik bir İstanbul akşamında, tercihinizi bozadan yana kullanmazsanız Hacı Sadık Efendi’nin kemiklerini sızlatabilirsiniz.


78


+80 FAHRİ TUNA - GÖNÜLLERİ, SOKAKLARI, SOFRALARI GÜL KOKULU ŞEHİR +83 DİLEK KÜTÜK - İBRAHİM RUGOVA İLE AYNI ADIMDA +84 OSMAN BAYMAK - BALKAN TÜRK ŞAHİRLERİNDE CAHİT SITKI TARANCI’NIN ETKİSİ +90 ZEYNEL BEKSAÇ - BALKANLAR’DA TÜRKÇE YAZMAK +92 TANER GÜÇLÜTÜRK - KOSOVA’DA TÜRK ÇAĞDAŞ EDEBİ YARATICILIĞI +96 HALİT REVAHA ZİNİ - BEAUTY WILL SAVE THE WORLD +98 NEVRA NERETVA - SOYKA YAKIŞIKLI KURT VE SARAJEVOLU JANA +100 MEDADIN LIMANI - FIKU QE TE VE NE GJUME +102 ISKENDER MUZBEG - FERYAT +103 ORHAN VELİ KANIK - I CAN’T EXPLAIN +106 BALKAN SÖZLÜK 79


sınız. Taşa saygınız sevginiz katlanacak; tıpkı ecdadınıza, Fatih’e, Fatih’in iki şehri İstanbul’a ve Prizren’e sevginizin artacağı gibi.

Fahri Tuna

Prİzren; Gönülleri, Sokakları, Sofraları Gül Kokulu Şehİr Prizren; gönüllerin, güllerin şehri. Her milletin bir resmi devlet sınırları olur bir de doğal sınırları. Türk milletinin Batıdaki doğal sınırı nereden başlar bilir misin? Batıda en Batıda… Sabrını zorlamadan söyleyeyim: Kosova Ovası’ndaki Sultan Murat Hüdavendigâr Türbesi’nden, Prizren’den. Prizren bize Fatih Sultan Mehmet hediyesi, hatırasıdır. 1453‘de İstanbul’u fethederek “çağ kapatıp çağ açan” yirmi bir yaşındaki genç Fatih, aynı heyecanla Balkanların fethine devam edecek, “Kostantiniyye”nin fethinden sadece iki sene sonra Prizren’i “ehl-i hilâl” topraklarına katmayı başaracaktır. Bilesiniz ki o gün bugün; başı Şar Dağlarında 590 metre yüksekteki kalede, ayakları ovada, yamaçtan aşağıya süzülen Akdere (Bistriça) akarsuyunun iki yakasına kurulmuş bir Türk şehridir Prizren; her şeyiyle Türk, her şeyiyle Müslüman, her şeyiyle İstanbul…

Kaleden Prizren’e bir göz attığınızda 33 minarenin, 33 caminin sizi selamladığını göreceksiniz. Saat kulesi, minareler, kubbeler, hamamlar, şadırvanlar, taş köprüler şaşkına çevirecek sizi ve içindeki ses kulak verdiğinizde; “işte tarih, işte Osmanlı… tarihin koynunda, İstanbul’un koynundayım; Dersaadet’te, huzur yurdundayım” sözlerini fısıldadığını duyacaksınız. Şehrin içine, ovaya indiğinde hâlâ ayakta olan “Fatih Sultan Mehmet sahra mescidi”ni göreceksiniz; fetih’ten, Fatih’ten yadigâr bizlere. Taşın, minberin, mihrabın ayağa kalktığını, safa durduğunu, el bağladığını, secdeye geldiğini hatta dile geldiğini görürsünüz Prizren Mescidinde. Yerel halkın Kırık Cami dediği namazgahın hâlâ dimdik ayakta olmasından, o ruhun da Prizren’de hâlâ ayakta oluşuna yorumlayacak-

80

Şunu iyi bilesiniz ki Balkanlara medeniyeti Osmanlı götürmüştür. Osmanlının kurduğu hiçbir şehir olmasın ki camiler, şadırvanlar, hamamlar, çeşmeler, hanlar, kervansaraylarla bezenmiş olmasın. Altı asır önce başlayan bu çabaların eserlerinin büyük çoğunluğunu bugün hâlâ görmenin şaşkınlığını ve mutluluğunu yaşayacaksınız. İşte bunlardan birisi Prizren Tren İstasyonu. Sultan II. Abdülhamit’in sadece “hicaz demiryolu” değil Balkanları da inci gerdanlık misali adım adım demiryollarla ördüğüne, hemen her şehre de o döneme göre oldukça görkemli istasyonlar yaptırttığını göreceksiniz. Safranbolu’da, Beypazarı’nda, Odunpazarı’nda, Taraklı’da hissedeceksiniz kendinizi Maraş Mahallesinde. Amasya’da Yeşilırmak kıyısında tarihi Türk evleri arasında gezintiye çıkmışsınız. Süleymaniye’de, Üsküdar’da, Fatih’te hissedeceksiniz. Özgün Türk-İslam mimarisiyle bezeli ahşap evlerin arasından geçecek, Altı Topuklu Çeşmeden şahane Şar dağı suyunu yudumlarken, İstanbul’dasınızdır bilin ki; Ebu Suud caddesinde eski Şeyhülislamlık Makamı önündeki her yanı medeniyet kokan çeşmeden su değil tarihi yudumlayacaksınız kana kana. “Temizlik imandandır” hadis-i şerifinin hayat bulmuş hâlini Balkanlarda en çok da Prizren’de göreceksiniz. O nedenle Balkan şehirlerinin cami kadar hamam, şadırvan ve çeşmeler-


le donatıldığını da… Öte yandan Evrenosoğulları’nın Balkanlarda büyük hizmetlerini göreceksiniz; hele de Prizren’de. Evrenos Beyin torunu Ahmet Şemsüddin Beyin Prizren’de 1498’de inşa ettirdiği hamam, beş asır sonra da bütün ihtişamıyla hayatta ve bugün şehrin arkeoloji müzesi olarak gönül temizliği alanında hizmetini sürdürüyor. Hemen bitişiğinde Cennetmekân Sultan II. Abdülhamit hanın hediyesi görkemli saat kulesiyle birlikte. Bir Cuma günü namazı eda etmek için “Emin Paşa”nın şadırvanında abdest alan kardeşlerini göreceksiniz. İçeriden “Türkçe” vaaz gelecek, ardından gönüllere huzur bahşeden “ezan-ı Muhammedi”yi duyacaksınız bütün camilerden yükselen… Saf tutan Müslümanlara katılıp “saf olmanın”, “bütünün parçası olmanın”, “kardeş olmanın” gururunu, huzurunu yaşayacaksınız. Temiz tertemiz yüzlerle gönül gönüle eda edeceksiniz; Ortaköy Camiinde yahut Dolmabahçe’desiniz zira; o kadar aşina yüzlerle, seslerle, renklerle birliktesiniz... Bu şehirde de – bütün balkanlarda olduğu gibi – Türkçenin bir “medeniyet dili” olduğunu müşahede edeceksiniz; Arnavut, Boşnak, Sırp, Türk… kadın erkek kız kızan… genç yaşlı gelin kaynana, dede nine… herkesin Türkçe konuştuğu, Türkçe bildiği bir şehirde olduğunu görecek; dilinizle kimliğinizle tarihinizle bir kez daha iftihar edeceksiniz. Sokaklarından insanlar göreceksiniz Prizren’in; dillerinde bülbül misali Türkçe, gönüllerinde ay yıldızlı bayrak, hayata, yarınlarına umutla bakan. Yürüyecek yürüyecek yürü-

yeceksiniz onlarla birlikte geleceğe, hep bir özlemle, hep bir umutla, hep bir sevgiyle… Üsküdar yahut Beyazıt meydanındasınız sanki; o kadar sıcak o kadar bizden o kadar sevimli görüntüler, yüzler, ifadeler… Kafeteryalarda kahvelerini umutlarını hayallerini yudumlayan gençler dikkatinizi çekecek Prizren’de. Ortaköy sahilinden bir farkı olmadığını görecek, yaşayacak, hissedeceksiniz; “bu kadar mı İstanbul’a benzer bir şehir Ya Rabbi, bu kadar mı İstanbul’u yaşar bir şehir, bu kadar mı İstanbul’a gönül verir bir şehir” cümleleri dökülecek gönlünüzden… Mısır çarşısına doğru yürüyen iki genç kız düşünün Yeni camii önünde; Prizren çarşısında adeta bunun aynısına şahit olacaksınız; o kadar sıcak ve benzer görüntülere aşina olacaksınız. Sinan Paşa Camiinin tıpkı Sultan Ahmet Camii ve meydanı gibi insanları nasıl “cem ettiğini”, topladığını, toparladığını ve birleştirdiğini göreceksiniz. Prizren Türkçesi biraz farklı bir Türkçedir yalnız; Rize-Artvin Türkçesini hatırlatacak sizlere. “Gece”ye “cece”, “giderim”e “ciderım” dediklerine şahit olacaksınız. Camiler, hamamlar, şadırvanlar şehridir demiştik Prizren’e. Vanlı Mehmet Kukli Bey tarafından yaptırılan Saraçhane’deki Kukli Camii, nehrin kıyısında Veteriner Kasım Bey tarafından yaptırılan Hacı Kasım Bey Camii, Tabakhane semtindeki Suzi Çelebi Camii, 1526’da Evrenos Yakup beyin yaptırttığı Arasta Camii, Budin, Bosna, Bağdat Valiliği de yapan Sinan Paşa tarafından Akdere (Bistriça) nehrini kıyısında yap-

81

tırılan, İstanbul’un Beyazıt Camii atmosferini veren ve neredeyse Prizren’in sembolü olan ünlü Sinan Paşa Camii... Ve Prizren’in ünlü Taş Köprüsü… Şar Dağının eteklerinde kurulan şehri ortadan ikiye bölerken diğer yandan ikiye bölerken, diğer yandan ona hayat bahşeden Bistriça nehrinin üzerinde kurulu Prizren’in adeta Mostar’ı diyeceğimiz Taş Köprü. Bu köprüden geçerken sanki “sırat”tan geçtiğini hissedeceksin; iki dünyayı, iki kıtayı, ki kalbi, iki gönlü birbirine bağlıyormuşcasına, İstanbul’dasınız ve Boğaz köprüsünden geçiyormuşsunuz sanki… Bütün medeniyetin de Prizren’in de bütün şifresi Fettah Emin’in dedesinden duyduğu şu sözde gizlidir: “ Oğul unutma, İstanbul baş, Prizren kuyruk!” Biraz ilerleyince meşhur Şadırvan Meydanına gelecek; sanki Arafat’a gelmiş, sanki Sultanahmet Meydanına gelmiş, sanki Üsküdar sahilindeymiş gibi hissedeceksiniz kendinizi, Arnavut kaldırımlı şehir meydanında dolaşırken. Şadırvandan avucunla suyu yudumlarken, o tadına doyum olmayan enfes Şar Dağı suyunu kana kana içecek; bir yandan da İstanbul’un ünlü Hamidiye‘sinden fazlası var da eksiği yok diye düşüneceksiniz. Şadırvan’ın çevresindeki lokantalardan birisine misafir olup, ünlü Prizren mutfağını yakından tanıyabileceksiniz; koyun-kuzu etinden yaptıkları “Paşa Çorbası”yla başlamanızı tavsiye edeceğim. Sonra yuvarlak biçimli “Çüfte” dedikleri enfes köfte kokularını duyacaksınız önce. Sultanahmet’ten geri kalmayan. İnegöl kıvamında parmak şeklinde olanlar


kebap – onların deyişiyle – “çebap” yiyeceksiniz. Kaşarlı köfteleri de bir başka lezizdir. Prizren düğünlerinin bayramlarının baş tacı yemeği “tava” dedikleri bizim “güveç” benzeri bir yemektir ki, mutlaka tanıyasınız. Dolmaları da sarmaları da çok meşhurdur ve lezizdir Prizren’in. Bilesiniz ki Prizren’de tatlı demek; revani demektir; güllaç ve sütlaç demektir. Sanki İstanbul’dasınız ve güllaç yiyorsunuz, üstelik Prizren’in gül şurubu eşliğinde. Zaten bahçelerinde de ortancaları, rengârenk gülleri bol bol göreceksiniz gezerken. Prizren’in insanları “gönüllerindeki gül sevgisi”ni, “Muhammed” sevgisini bahçelerine, tatlılarına, şuruplarına kadar yansıtmışlar. Güle bu kadar aşina, güle bu kadar sevdalı, gülle bu kadar hemhâl, gülle bu kadar iç içe başka bir şehir başka bir halk başka bir sofra bulmanın zor olduğunu da bilmelisiniz.

ceksiniz: Terzi mahallesi, Hoca mahallesi, Atik yani eski mahalle, Yeni mahalle, Körağa mahallesi, Tabakhane mahallesi, Tuzsuz mahallesi, Muhacir mahallesi gibi. Bir yerin bir bölgenin “kim”e, “hangi medeniyete” ait olduğuna en başta mezar taşları ve türbeler belirler; Kosova Ovası, Sultan Murat o türbede yattığı sürece Türk’tür; türbelerin, camilerin avlularındaki beş asırlık mezar taşları var olduğu sürece de Prizren Türk’tür ve Türk kalacaktır. Evet Prizren, ben mi dedim sana güzel olasın, İstanbul’un kardeşi, gönüldaşı olasın…

Prizren, medeniyetimize özgü “Tekke kültürü”nü yaşatıyor büyük oranda. Hatmi çiçekli bahçeler ve şırıl şırıl akan çeşmeler arasından geçip Halveti Tekkesini, Şeyh Cemali Efendinin postnişinliğindeki Rıfai Tekkesini, Kadiri ve Nakşi Tekkelerinin –tarihteki coşku ve canlılığının yitirse de – hâlâ yaşadığına şahit olacak ve tarihinle kültürünle medeniyetinle bir kez daha iftihar edeceksiniz. Müspet ilimlerin yanı sıra gönülleri birbirine bağlayan tasavvufi ilimlerin Prizren’in başına gelen bunca badireye rağmen ayakta kalabilmesinde en büyük unsurlardan birisi olduğuna şahit olacaksınız… Bu kentte caminin hamamın köprünün şadırvanın yanı sıra mahalle isimlerinin de hâlâ yaşadığını göre-

82


Dilek Kütük

İbrahİm Rugova İle Aynı Adımda Edebiyat okumak zevklidir ama yazmak zordur, hele ki anlatmaya çalışacağım “zat-ı muhterem” ise mevzu bahis kalem oynatmak idrak ve güç ister. Belki başlık okunduğunda, “politik bir biyografi mi bu acaba?” gibi bir düşünceye kapılanabilir. Sonuçta bahsedeceğim kişi siyasi bir figür olarak bilinen, bağımsızlık öncesi Kosova’nın ilk cumhurbaşkanı; İbrahim Rugova. Fakat bir çok lider gibi o da “politikanın” gölgesinde kalmış, Cemil Meriç’in vurgusunu yaptığı idraklere giydirilmiş deli gömlekleri olan izm’ler içinde kaybolmuş bir profil. Amma velakin gölgeler âleminden biraz uzaklaştığımızda ancak İbrahim Rugova’nın bir edebiyat teorisyeni olduğunu, yanı sıra şiirler yazdığını, entelektüel bir hazineye sahip olduğunu anlayabileceğiz. Rugova; Fransa’da edebiyat eğitimi alıp, Batı’nın ünlü eserlerini çok yakından takip edip, ülkesine getiren,

Arnavut Çalışmaları Enstitüsü’nde dersler veren ve Kosovalı Arnavutların oluşturduğu aydınlar sınıfının yönetici kadrosunda yer alan bir isim. Kosova’nın bağımsızlığını sonuna kadar “barışçıl ve şiddetten uzak” bir anlayış ile savunan tek lider. Bağımsızlık ve gelecek için bir yapılanma oluşturarak evlerde ve garajlarda okullar açıp eğitime önem veren, gazete ve dergilerde kendi fikirlerini dile getiren, dayanışma ve birliği sağlayabilen önemli bir lider. Ona güvenen Kosovalı Arnavutların parasız ve çatışması bol dönemlerde kurulan yapılanmaya bağışlarda bulunduğu, Sırpların tüm baskılarına direnildiği bir dönemin mimarı. Miloşeviç gibi bir liderin ve bolca mit’in bulunduğu Balkanlarda, İbrahim Rugova benimsediği dünya görüşü ve Kosova’nın bağımsızlığa giden yolunda önemli ve güçlü dostlar edinmesiyle tarihte yerini almıştır. Clinton dahi kendisini “Balkanların karanlık tünelindeki tek umut ışığı” olarak tanımlamış, ABD Başkan Yardımcısı Albert Arnold Gore ise 1994 yılında bir resepsiyonda karısına “müthiş bir filozof ” sözleriyle Rugova’yı takdim etmiş, kendisine saygısını dile getirmiştir. Fakat o da ölen her lider gibi değeri sonradan bilinmiş, savunduğu düşüncenin meyve verdiğini göremeden vefat etmiştir. Aklını değiştirebileceğini fakat “düşüncesini” asla değiştiremeyeceğini söyleyen Rugova, Sırplarla olan mücadelede ve sorunlarda, barışçıl yollarla çözüm bulunabileceği ve bulunması gerektiği inancından asla vazgeçmeyeceğini defalarca belirtmiştir. Fakat en sevdiği uğraşısı edebiyattan vazgeçmek durumunda kaldığını “İnsanlar sokaklarda ölür-

83

ken ben masa başında edebiyatla uğraşamam” sözleriyle açıkça belirten bir dava tutkunudur. Diğer taraftan “sanat ve edebiyatın yaşam gibi olduğunu, her durumun kendine has naif anlamlarının bulunduğunu” dile getirebilecek denli saf-derun kimliğin sahibi. Bir devlette insani ilerlemenin ancak gerçek aydınlarla olabileceğini belirten bir yol gösterici. Umuyorum ki, benim de ilham aldığım, bu derin ve anlamlı mücadeleyi öğrenmemi ve hissetmemi sağlayan Rugova’nın en yakın dostlarından Adnan Merovci’nin, yazımın başlığını da esinlenerek Türkçeleştirdiğim “Ne Hap Me Rugoven” isimli kitabı, birçok kişiye ilham olur. NOT: Bu yazıyı yazmamda bana yardımcı olup, yakın arkadaşı Rugova ile olan hikâyelerini bana açan Kosova Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Avni SPAHIU’ya çok teşekkürler.


Gazi Hüsrev Bey saati göğsünü açmış Âşıklar burada dirilir yeniden Zaman eski kitaplara kaçmış Her görüşme daha güzel bir eskisinden

Osman Baymak

Balkan Türk Şaİrlerİnde Cahİt Sıtkı Tarancı’nın EtkİSİ Çağdaş Eski Yugoslavya şiirinin en önde gelenlerinden biri Necati Zekeriya’dır. Yirmidört saat, sanatla, şiirle iç içeydi. Her zaman yaşamaya, sevgiye, şiire bağlılığı vardı. Ama hastalanınca ölüme daha yakın, Tarancı’ya çok daha yakın oldu. Önce yalnızlık, içe kapanıklık ve ölüm... Hatırlıyorum, merhum Necati Zekeriya bir keresinde “Yovan Yovanoviç- Zmay” yazarlar karşılaşmasında Novi Sat’ta (Voyvodina-Sırbistan) bir röportajında ölüm hakkında ilk defa uzun uzun konuştu. Zekeriya, hiç bu kadar ölüme yakın olmamıştı. “Ölüm en yakın bir sevgilidir. Her zaman, her yaşta, herkese ölümü anlatmalı.” Ölümden korkuyor musunuz sorusu sorulduğunda: “Hayır, ölümden korkmuyorum. Ama ozan ölünce bir başka olur” demişti. Necati Zekeriya’nın, Tarancı’yla yakınlıkları şiirlerinde göze çarpar. Çekinmeyen, söyleyen dizeler, içindeki son fotoğrafını çektirir. “Ozan ölünce durur zaman” demiştir bir şiirinde. 21 Mart 1984 yılında Sarajevo’da “Dibek” Kahvesi’nde aynı adlı şiiri şu dizelere dökülür:

84

Onu düşündüm “Dibek” Kahvesi’nde Örste anılar dövülürken bu an Nedense yine herkes şiir hevesinde Oysa ozan ölünce durur zaman. Necati Zekeriya’nın şiiri ile Tarancı’nın 15 Ocak 1936 yılında Kültür Haftası’nda yayınlamış olduğu “Sanatkârın Ölümü” adlı şiiri arasında benzerliklerinin var olduğunu görüyoruz. Gittin gelmez bahar yeli; Şarkılar yarıda kaldı. Bütün bahçeler kilitli; Anahtar Tanrı’da kaldı. Geldi çattı en son ölüm. Ne bir yemiş ne bir çiçek; Yanıyor güneşte petek; Bütün bal arıda kaldı. “Ozan ölünce durur zaman”. Ve sanatkârın ölümü. Aynı yolun yolcuları. Aynı ölüm sancıları... Ama, ozanlar, sanatkârlar yeniden doğarlar ölümlerle, ve ebedileşirler şiirleriyle... Yalnızlık bir korkudur şaire. Yarı ölümdür. Vurur sarısı güzün yüreğine. Her gün söz eder ölümden, her gün sevgiye yeniden başlar. Necati Zekeriya, bakınız yalnızlığı, şiir dizelerine nasıl aktarmış: Güz her yere sinmiş sevgiyle dıştan Bilmem bir şey kalmış mı o eski aşktan? Yalnızım daha da, bu güzellikler içinde Ya da, Artar yalnızlık daha da eski ezgilerle, Ve yaşayıp ölürüz o eski sevgilerle Bir ömür geçer habersiz bizden. Şairin en son çıkar sözler hasta yüreğinden: “En son anı en güzel anıdır eskiden beri” der. Ölüm bir mavi penceredir açılan güne Dökülür yalnızlığım bir düşten engine. Sevgidir benden önce sıyrılan ereğimden.


Bir başka şiirinde Zekeriya ise, “Yalnızlık çağrışımlar diyarıdır. ......................................
 İçimde yaşamak hırsı, düşünemem ölümü. Evet, Necati Zekeriya’nın, yukarıda şiir dizelerini sizlere sergiledik. Ve şimdi de Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirlerindeki dizelerine ne kadar yakın ve benzerlikler içerdiğini görme imkânımız olacak. Şimdi de Tarancı’nın önce yalnızlığa yol macerasına çıkalım: Öyle yalnız kaldım ki hayatımda kimi gün öldüm kimi gün ilah oldum ok zaman annemim dizlerine hasret koydum başımı kendi dizlerime doya doya ağladım.

“Doğum yerim uzaktan el sallıyor içimde hâlen halen kuş sesleri yaşıyor.” Fahri Mermer, hastalanınca Tarancı’nın etkisi altında kalır. Yalnızlık bir çığ gibi büyür içinde. “Geri dönülmeyen yoldayız” der. Oysa bir kış daha yaşamak ister, gözlerinde bahar çiçekleriyle... “Biliyorum bir gün gidenler gibi ben de sessizce gitmeliyim buradan benliğimi yıpratmadan sönmeden son ışıklar anlayış olsa da yine.” Fahri Mermer, “Yarım Kalsa Bile” adlı şiirinde Belgrat’ta kendisini yalnızlık içinde, çaresizlik içinde Tarancı gibi akşam vakitlerinde acısıyla, rakısıyla, sükûnetiyle, tek başına, bir başına hisseder ve şöyle der:

Ya da,
Can yoldaşın olmazsa olmasın, yalnızım diye hayıflanmıyasın ......................................... “Yalnızlık nedir göreceksin öldüğün zaman Tarancı da, yalnızlığa dair hislerini şiirinde böyle betimliyor. “Otuz Beş Yaş” şiirinde: Hayata beraber başladığımız dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; gittikçe artıyor yalnızlığımız. Necati Zekeriya, “Yansa da Ateşe Uzanır Elim” şiirinde ustalığını bakın nasıl gösteriyor: Yaşamımı hüzne böldüm dilim dilim Özlemim daha yaralı eskisinden
 Yansa da ateşe uzanır elim
 Huzur sağlarım Fuzuli’nin Aşk Kasidesi’nden

Bu gece karanlık bir başka, nedeni bende değil bana öyle gelir
 hava soğuk ve bulutlu ne kar kokusu var ne de yağmur
 Koşava hızlı esiyor
 esiyor ve bıçak gibi kesiyor Bu gece ışıklar loş ya da bana öyle görünebilir
 sarhoş değilim yalnızlığımdan olduğum olur ama böylesi bir başka... Şair Fahri Mermer, yine yalnızlığı da çaresini de kendinde, dizelerinde bulur. “Yaşam Merdiveni” adlı şiirinde hislerini şöyle dile getirir:

Kosova şairlerinden Fahri Mermer de, Tarancı gibi erkenden bu dünyadan göç etmiştir. Mermer, “ölüm” kavramını en belirgin bir şekilde ele almıştır. Genç yaşta amansız bir hastalığa yakalanır, ömrünün en güzel yıllarında vefat eder. Acının şairi, yaratır yalnızlığını Tarancı gibi gizselliğiyle. Tarancı, Viyana’ya tedavi için gitmişti, kurtulamadı ve vefat etti. Fahri Mermer de Prizren’den (Kosova) tedavi için Ankara’ya gitmişti ancak Fahri Mermer de kurtulamadı ve öldü. Bosnalı şair Hamza Humo’nun dizeleri aklıma geliyor:

85

Ben açarım kapıyı gider
 Ben gene kalırım eskiden beri Bellenen o yerde
 Gecenin kör saatlerinde Sigaramın dumanı düğümlenir, İpin bir ucu bende
 Öbürü karanlığın bilinmezliğinde Önümde kırık basamağı Tepesine çıkmak istediğim Yaşamın uzun merdivenini


Makedon şairlerinden İrfan Belur da diğer şairler gibi Cahit Sıtkı Tarancı’nın etkisinde kalmıştır. Örneğin: “Yarıyolda insan durup bakıyor kendine erce düşmana dostça direngence
 kendince
sevi ile kin ile. Gölgeler görülmez oldu kapısız penceresiz
bir oda içinde
 her duygu kilit altında dil de sessizlik de kilitli İnsanın yapacakları biter ölünce gelir gider yok olur sonra gölgesi” Tarancı gibi şair İrfan Belur da yorgun, bitkin ve üzgün görünüyor. Rengi hafif solukta yarıyolda... “Şarkılar yarıda kaldı, dost ümidiyle ortalığa düşmeye gör.” Şairin, şiirinin son kıtasındaki dizeler aşağıda yer alan Tarancı’nın dizeleriyle çok benzerlikler içermektedir: Ve böylece bir ömür, bu ömür her dakika Bir buz parçası gibi kendinden eriyerek. Semada yıldızlardan yerde kurtaran başka, Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek!

Yapraksız bir ağaç gibi bomboş kalan yollarda çocuklar oyuncaklar dünyasında çığlık atarak yaşıyorlar bir gürültü kopar ardımdan
 çayhanelerde kalabalık var
 bugün acılarımı belirten gün
 esen yeller toprak kokusunu
 yeniden iletiyor burnumun ta içine bugünlerde başladıklarımı bitirdim
 aşkımın son ümit mumları söndü bugünlerde biricik ağabeyimi de yitirdim
 bana bahtsızlık yaratan Pazar gününde Şair Sabit Yusuf ’un erken vefat eden abisine şiir dizeleriydi bunlar. Pazar günü yaşamakla ölen anılardır. İçinde güneşler açmaz sanki, Tarancı gibi tükenir ve aşk hayallerine karışıverir. Sabit Yusuf, “Gece ve Sen” şiirinde Tarancı gibi geceleri sevmediğini ifade eder ve karanlıklar şairi boğar gibidir. Tarancı şunu der: Karanlıklarla kardeş Bahtım bir türlü ateş Almıyan çakmak gibi Sabit Yusuf ise şöyle diyor:

Yine Makedon şairlerinden Sabit Yusuf, hayatının en güzel döneminde dünyaya gözlerini yumdu. Genç ölen şairler hep Tarancı’yı andırır. Ölenler yeniden canlanır Tarancı’yla. Bir esrarengiz gemiyle yolculukları olur. “Bir başkadır yeniden canlanan yüzü düşüncemde bir başkadır günlerin yüzü sonsuzluğa taşınarak gecelerce” Şair Sabit Yusuf, hastalanınca geceleri içine hep bir serinlik dolar. Ve yalnızlık hafif müzikle çınlar yüreğinde. Ölüm, saltanatına başlarken, sessizlik nehrinin akışını dinlerken “ölüm” şiirini yazabilsin diye. Tarancı gibi ölümü içinde yaşayan, hep kulaklarında ölüm nehirlerinin uğultusu olan bir şairdir Sabit Yusuf. İşte bir şiiri daha:

86

“Gece kendine çekildikçe, Karanlık daha da çöküveriyor. ...
 Sihirli bir ateş gibi. Şair içindeki hüznü bu dizeleriyle anlatmaya çalışıyor. Sabit Yusuf karamsarlığı da yer yer yorumluyor. Ve diyor: “Eski bir ayna gibi/ Yüzümün aynası bu yazgı” Bir özlem duygusu içinde ve bu özlem kemiriyor derinden şairi. Ve devam ediyor: “Günlerdir solgun bir gülü kokluyorsun/ ve artık neşe kuşları uçmuyor/gencecik ellerinden.” Tekrar yaşama bakış açısının ne denli karamsar olduğunu dizelerinde görebiliyoruz. Yalnızlık sürgününe mahkûm gibidir. Sabit Yusuf, ölüme de yelken açmış dizelerinde. “Aldırma” şiirinde şöyle der:


Kaç kişi ölüyor günde bu havalarda Ölüm, güneşle de yağmurla da gelir Bunun için aldırma güzelim aldırma “Ölüm” kavramının işlendiği buna benzer dizeler Tarancı’nın şiirlerinde yer yer görülmektedir. Alâettin Tahir, Makedonya-Üsküp’te doğan, ünlü şair yazarlardan biridir. Önce şiirle edebiyata başlayan Tahir, sonra da öyküye geçer. Tarancı gibi genç yaşta vefat eder. Ölümünü sanki çok önceden biliyormuş gibi şiirlerinde yer yer yalnızlık, ölüm anlatılır; sanki Tarancı’nın şiirlerini okur gibi oluruz. Bakın Alâettin Tahir ölüm hakkında bir makalesinde sözlerine nasıl başlıyor: Önce Yahya Kemal Beyatlı’nın, “Ölüm, asude bahar ülkesidir” diyor ve devam ediyor Tahir sözlerine. Her yıl, bir gün gelir, hatırlatır yitirdiklerimizi... Ve büyük bir ağrı geçer içimizden. Öyle bir ağrı ki, sözü edilmeyecek kadar ağır. Şu yitirdiklerimizle yaşamak ağrısı, her yıl biraz daha çoğalıyor, çoğaldıkça da aramızda olmazlığı daha fazla seziliyor. Sonunda içimizde var olan gücümüzü emen bir yara olarak kanamaya devam ediyor. Ve insan ister istemez büyük Shakespeare’in “Ölüm peşimizi bırakmayan bir gölgedir” sözlerini hatırlatıyor. Ne kadar tuhaf ne kadar doğru! Oysa ölümden söz etmeyi hiç sevmem. Yine de alınyazgılarımızı dengeleştiren, eşitleştiren şu yaşamın son durağı, arada sırada dostlarımızı, sevdiklerimizi anımsadığımız dakikalarda kendiliğinden takılıyor dilimize, düşüncelerimize, yazılarımıza. Sevdiklerimizin, saydıklarımızın aramızda olmazlığını anımsarken, ardlarında bıraktıkları yapıtlara sarılıyor, yitirilmeyen dostluğumuzu yeni bir şekilde devam ettiriyoruz.

Bir sır gibi göklerde kaybolacağından korkuyor ve sanki ölüme meydan okur gibi dizeleriyle. Oh! Gözlerime on beş yıllık bir sisli resim beliriyor, Mezarlar caminin ardında kalmış bir avuç mezarlar, Öyle unutulmuş herkesten,
Tükenmez bir uykuya dalmışlar. Alaettin Tahir’in bu dizelerinde unutulmaktan korktuğunu ifade ediyor. Ölüm korkusu da elbette şiirinde seziliyor. Eğer inceden dikkat edersek “Dönüş” şiirinde Tarancı’nın yazmış olduğu “Dalgın Ölü” şiirinden etkilenmiş olmalı diye düşünüyoruz. Dün güzel bir kadın geçti kabrimin yakınından .......
 Ölümümü unutmuşum. Yine Alaettin Tahir “Dante gibi ortasındayız ömrün” ün başka bir versiyonunu bakın nasıl anlatıyor: Nasıl olurmuş, kızayım sana sevgilim,
 Amor yüreğimizi yaralarken söz vermiştik değil mi? Seveceğim, seveceksin dedim, demiştin,
 Dante gibi Beatriçe’yi unutmayacağım demiştim. Neylersin sevgilim kaderini ben yazmadım ki.

Alaettin Tahir, “Dönüş” adlı şiirinde bakınız nasıl karamsar oluyor, tıpkı Cahit Sıtkı Tarancı’nın bilinen karamsar ruh hâli gibi. Acaba Tarancı gibi mi kendine bir teselli ışığı buluyor? “Kayarken karanlık serilmiş karların üzerinden/dağlardan kovulmuş acı bir rüzgâr eserken” Hayatına karanlık çöküşünü algılıyor şair ve devam ediyor “Yorgunum artık, gözlerime yorgunluk düşüyor” diyerek hayat karşısındaki bezginliğini ifade ediyor dizeleriyle. Hayata bağlılığının gençliğinin, sevgisinin bir ışık gibi kaybolacağından korkuyor ve şu örneği veriyor:

Yukarıda görüldüğü gibi “Neylersin sevgilim kaderini ben yazmadım ki” dizesinde anlatılmak istenen hisler ile Tarancı’daki “Neylersin, ölüm herkesin başında” dizesinde kader ve ölüm karşısındaki çaresizlik ifadesi benzerdir. Kadere teslimiyet, ölüm karşısındaki çaresizlik benzer şekilde anlatılmış. Yine şair Alaettin Tahir, hayatı dolu dolu yaşamak gerektiğini görüyor, ölümün merhametsizliğini sağır taşlar gibi duymamazlıktan geliyor, uyku sularında boğulup, salkım söğüt gölgelerinde yok olur hayat ona göre. Ve bir gün bu sularda hiç biri kalmayacaktır ve şiirinin dizelerini sağır taşlara oyuyor, işliyor: Sağır taşlar!
 Bağır! Hayatının tadına doymadığına bağır Duyan kimse olmayacak,
 Belki başucunda kuruyan çiçek de duymayacak...

Hayatımı gökte yüzen bulutlara benzettim, Bir an içinde kaybolan ışık gibi,
 Kayboldu gençliğim senden uzaklarda, Dipsiz maden ocakların içinde.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın “hayatın kıymetini biliniz” felsefesini “Günün kaderini, kıymetini bil” dizesinden anlıyoruz. Çünkü gün gelir, gençliğimiz bir rüzgâr gibi geçer. Tarancı’nın “Gençlik

87


Böyledir İşte” şiirinde görüldüğü gibi bir pişmanlık başlar acı mısralarda Ah kadrini bilmediğim günler, Koklamadan attığım gül demeti Suyunu sebil ettiğim o çeşme Eserken yelken açmadığım rüzgâr! Gel gör ki, sular batıya meyleder, Ağaçta bülbülün sesi değişti Gölgeler yerleşiyor pencereme; Çağınız başlıyor ey hatıralar. Bayram İbrahim, Kosovalı bir şair Prizren’de doğan ve hayatının büyük bir kısmını Priştine’de devam ettiren Bayram İbrahim çok sayıda kitaplar yayınlamış olan bir şairdir. Cahit Sıtkı Tarancı’dan yine etkilenmiş şairlerden biri. Bakınız “Ölülü Nağme” de şair ölümü nasıl betimliyor: Kaşlarımın bir tarafından kulaklarıma dek yürür gelir Uçarı yağmurlar gibi bakar sokağıma son baharı Sonra cıvıl cıvıl durur sesler Ağaçların birer birer yalnızlaşır dalları Tarancı da “Neden Sonra” şiirinde “Etrafındaki korkunç ıssızlığın...Çıplak bir ağaç durgun suda aksın.” “Yalnızlık değdin hayatta başlar/ kabir boyunca devam etmek için” diyor. Nusret Dişo Ülkü, yine Kosova şairlerindendir. Prizren-Kosova’da doğmuş, Üsküp’te yaşamını devam ettiren değerli şairlerimizdendir. Ülkü de şiirlerinde ölümü çok kullananlardandır. Örneğin: “Ölüm haberini gazetede okudum ....................... İnan ki senin kadar yoruldum Yüreğimden vuruldum ............
............. Tabutun önünde nutuk çekmişler Yağmurda toprağa vermişler ...............
 Cenaze töreninde ben yoktum .................... Üç günlük yas tuttum
 Yaşamayı unuttum

Nusret Dişo Ülkü de görüldüğü gibi ölen sevdiği kişiye hitaben yazmış şiirini, bir ağıtla son yolculuğuna uğurlar gibi. Dağlarca’nın dizeleri aklıma gelir. Dağılır karanlık
 Hepsi hepsi hepsi gider evlerine Bu son yolculuğunda
 Seni kim taşır. Dizelerin taşır! Şairler, sevdiklerini son yolculuğuna dizeleriyle uğurlar. Bulgaristan şairlerinden Durhan Hasan Hatipoğlu, “Seçilmiş Şiirler” kitabında sayfa:14’de “Otuz Beş Yaş” şiiri başlığı altında altı kıtalık bir şiir yayımlamış. İsterseniz bu şiiri birlikte inceleyelim: Şakaklarıma yağan bir incecik kar, Anılar başımda dağılıp kaybolan duman, Otuz beş mil ötelerde kaldı çıktığım liman Yolcu yoluna gerek, şerefe dostlar! Kadrini bilmediğim enginlik çağı günler Oturup dizüstü ağlayan bu çocuk kim? Ne babamdan kalma anmalık, hüner, Ne fotoğrafı çekilmiş çocukluk resmim... Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirinde “Hangi resmime baksam ben değilim”, “Nerde o günler, o şevk, o heyecan” dizeleriyle benzerlikler içermektedir. Durhan Hatipoğlu şiirinin üçüncü kıtasında şöyle devam ediyor: Neydi o hayal üstüne hayal kurmalar, Şiirimizin lale devri üstelik ondokuz yaş. Dalında duran yarı olmuş meyvesi şimdi Bir acı imbat çatar, silkilir yavaş yavaş. Tarancı’da ise “hayal meyal şeylerden ilk aşkımız” kıtanın başlangıç dizeleriyle yine benzerlikler apaçık görülmektedir. Durhan Hatipoğlu’nun şiirinin dördüncü kıtasında ise; Her akşam dolu bir ledir aile borcu
 Alemde elemsiz içkisiz olmak yalan.
 Bu dünya derdi, alışık olduğumuz kavga,

88


Niye böyle erişilmez her zaman ölümsüz olan. Bir tek ümittir günbegün yaşatır bizi.
 Kim bilir kaç devir yapar damarlarımızda kan Bırakıp gitmek yok bu yaşanası dünyayı Sular kararmadan gün akşam olmadan. Kişi dost bilmeli sevdiklerini,
 Kederli günlerinde dost ümidiyle yansın. Dilerim ömrün yarısı olmalı bu,
 Kalanı çocuklarımıza bağışlansın. Durhan Hatipoğlu, “Otuz Beş Yaş” şiirini 1971 yılında yazmış ve bu şiirin son üç kıtasını okuduğumuzda yine Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirine akan aynı dalgadır. Durhan Hatipoğlu, şiirinde insanoğlu, yenilmek için gelmemiş dünyaya imajını veriyor. İnsanoğlunun bireysel duygularını yansıtıyor aynı zamanda insanoğlunun yaşama tutkusu anlatılmış; insan kederlenmek için gelmemiştir dünyaya derken hayat mücadelesindeki güçlükler hayatın tamamlayıcısı olarak gösterilmektedir. İnsanoğlu hayatı boyunca insanca yaşamalı, sevmeli, sevilmeli; ağlamak yerine gülmeli, her anının tadını çıkarmalıdır ona göre.


Zeynel Beksaç

BALKANLAR’DA TÜRKÇE YAZMAK

Ben; Prizrenli, Kosovalı, Balkanlı,Rumelili olarak Türkiye dışında Türk olmanın her tür cefasını çekmiş, bu topraklarda kimliğin, dilin, örf ve adetlerin, gelenek göreneklerin yaşatılması ve özdeş değerlerin yarınlara taşınması uğruna niceleriyle ömür harcamış biri olarak (Balkanlardaki diğer sanatçı dostlarımın da aynı görüşleri paylaştıkları inancıyla) diyorum ki: Balkanlarda yazmak, delikanlıca Türkçe’nin nöbetine durmak, yıkıntılarda yeni baştan doğmak, baharda güzü, güzde kışı yaşamaktır. Balkanlarda yazmak, direngenliği elden bırakmamaktır. Kuşkuyu tuzağa gülü kalbe gömmek,düzde yokuş tırmanıp, engellerde horon tepmektir. Balkanlarda yazmak, hüzünlü denizlerde demir atıp,Türkçe’ye ölesiye teslim olmaktır. Balkanlarda yazmak, yaşam gerçeğine Türkçe’yle yüreklenmek, avcıların namluları karşısında yılmadan Türkçe haykırmaktır.

Balkanlarda, Rumeli kavşaklarında yüzyılı aşkın yalnızlığımızda Türkçe hep siperimiz oldu. Adam gibi yaşamak için; dilimize, geleneğimize, eğitimimize, kültürümüze, kimliğimize sahip çıktık. Varmak istediğimiz hep yarınlar olduğu için, direncimizi hiç yitirmedik. Bir dünya dili olan Türkçemize yosunun taşa sarıldığı gibi, hanımelinin duvara yaslandığı gibi, öylece bağlandık. Balkanlarda Türkçe yazmak, soluk alışımızın dört dörtlük anlamı, görkemli yazgımız; kardelenimiz, ölmezotumuz, asırlara meydan okuyan çınarımız demekti. Türkçemiz, buğulu aynalarda pak ve biricik gerçeğimiz, Balkanlarda, Rumeli tuzaklarında Hızır’ımızdı. Kerpiç duvarlarımızda deste deste sararmış tütün yaprağı, viran tavanlarda tozlu kuru üzüm, bırakıp giden atların pas tutmuş nalı, uğurumuz, muştumuz, tiryakimizdi. Türkçemiz, Balkanlarda, Rumeli’de günün her anında üstümüze bir çığ

90

gibi yıkılan mutlu bellamızdı! Özlem, hasret yakamızı hiç bırakmadı. Bazen yangın gibi, bazen sel gibi, gün oldu deprem gibi çullandı üzerimize yaşam. Yakılan türküler yüreğimizi hem dağladı, hem de melhem oldu. Bu dil tanığımızdı. Burada çocuk yaşlarda Üsküp’ten ayrılmak mecburiyetinde olan Çağdaş Türk Şiiri’nin anıt ismi Yahya Kemal Beyatlı ve eserlerinde döne döne ata toprağı Kosova’yı yad edip, onun için yüreği kanayan İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u ve Balkanlardan göçeden nicelerini anmak gerekir. Evet, bizler buralarda kalanlar, vatan diye bellediğimiz bu toprakları terk etmeyenler olarak bu dille nakış nakış dokundu direnç kilimimiz Rumeli’de. Kaldırımda çiçek açıp, dilkalemizde bayrağı onurlu onurlu dalgalandırdık. Serpilmişliği bir ilenç diye yakıştıramadık kendimize. Hoşgörümüzle, sevgimizle Mevlâna’ydık, Yunus’tuk, Köroğlu, Kara-


caoğlan’dık. Balkanların rüzgârları sert ve acımasızdı. Biz hep sabrımızla nalladık dilatımızı. Yalnızlığı sineye çekeliden beri dilatımız huzursuz ve şaha kalkmış. Dilatımız yüzyılı aşkın bir dönemdir uykusuz ve nöbette. Balkanlarda kar yağdı Dildağımıza habire. Buna rağmen, kalbimizde güneşi gizlemesini bildik. Gül ektik içimizdeki taş duvara. Yadsınıldıkça çoğalıp taşmasını bildik. Mangalda küller altında Türkçemizin közünü korumayı bildik. Kanadın’ kırdılar Dilgüvercinimizin Balkanlarda. Kanadı, kırılıp gücendi, gene de pes etmedi, uçtu Bulgaristan’ın masmavi göklerinde özgün adıyla, diliyle, şanıyla, özgür özgür... Biz ki, Balkanlarda destisi Mevlâna mahzeninde kırılan, sabrı Yunus örsünde dövülen, Dilhançeri Dede Korkut’ta bilenen Türkçe’nin aşıklarıyız. Bundan özge kârda gözümüz yoktur. Balkanlarda yazmak, bu coğrafyada; yüzü ak, alnı açık, başı dik, aslımıza yakışır bir duruşla varolmak demektir. İnsanlık kıyılarına vuran dalgaydık ya, sözünün eri olana saygımız sonsuz oldu. Ancak, iç çamaşırlar gibi değişen insanlardan olmadık hiç. Ne ettiysek, kimliğimize, dilimize, edebiyatımıza şemsiye açarak, bizler için olmazsa olmaz özelliğini taşıyan bu değerleri doludan, selden, kem gözle bakanlardan korumak içindi. Bizler Balkan Türkleriydik; kırılıp gücendiğimizde, yıkılıp dört duvar arası sıkıştığımızda, Yunusça fidan dikildik çıplak tepelere, yosun diye taşlara sarıldık yunusça, damar damar daldık kıraç toprağa Yunusça, dilimiz Yunus, usumuz Yunus dedi hep.

Bizler ki Balkan Türkleriydik, Prof. Dr. Mustafa İsen’in dediği gibi “Ötelerden bir ses”tik yani. Oyuncağı elinden alınmış çocuklar misali...Hüznümüz yüreğimizde tutsak kaldı. Dokunsalar, hasret dağları gözyaşı döker içimizde. Bir haykırabilsek Tuna akar, Vardar akar, Arda akar, Akdere akar. Öylesine doluyuz Türkçe sevgisiyle, Öylesine dolup taşar Türkiye sevdamız... Bizler ki Balkan Türkleriydik; bir eşkıya gibi yağmalandı her yanımız, yemdik balıkçı oltasında. Gene de sevdamızda, kavgamızda, özlemimizde sen vardın ya Türkçem, gerisi hava! Bizler ki Balkan Türkleriydik, dilleri seven, anadiliyle övünç duyan, Rumeli’nin loş ışıklarında; kaygan, tuzak, bulutsu yollarında halkımıza bir ışık olmanın bilinciyle nice yılgılara aldırış etmeden kararlı adımlarla yürüdük. Türkçemiz bu topraklarda sonsuza dek yankılansın diye türküye sarıldık, saza gönül verdik. Şiir yazdık, şarkı besteledik, türkü derledik. Eğitimimizi illa ki anadilimizde görelim diye kitapsızlığa, sorunlara aldırış etmeden göğüs gerdik. Evet, Balkanlarda yazmak, hırçın, acımasız dalgalara Türkçe’yle siper almak demekti. Balkanlarda yazmak, Türkçe uğruna boynumuzun kıldan ince olması demekti. Yoksulluğa varsa da halimiz, Türkçe’nin eşiğine post kurmak kararlılığından dönmemek demekti. Zaman zaman unutulup kırbaçlanan, çamaşırlar örneği ipe serilen bir düş olsak da. Bizler, yani Balkanlarda Türkçe yazan şair yazarlar için Türkiye, doslayısıyla Türk dünyası, yüreğimizin güm güm attığı, unutulmuşluğumuzun umudunu yeşerttiği, direnç

91

yelkenlerimizi rüzgarlandırdığı vazgeçilmez etken, bengi sığınağımızdı. Evet, genelde bir avuçtuk Türkçe’nin Rumeli yakasında. Varlığını Türk kimliğiyle sürdüren bizler için kesilen fatura hep ağır oldu. Sayımızın azalmasıyla bu dili, bu kültürü, gelenek göreneği sürdürenlerin sırtına taşınılması ağır bir yükün daha eklenmesi demekti. Sözün kısası, Balkanlarda kayada çimlenmekti bizimkisi. Kayada çimlenip, Mevlânalaşmaktı. An an, yıl yıl, sorunlar yığınlaşsa da, ne pes ettik, ne de yıldık. Geçmişi zengin bir ulusun, yüce bir çınarın uzantısı olduğumuzu hiç unutmadık. Attığımız her adımda, üstlendiğimiz her görevde, başarıları göğüslememizin temelinde yatan bu gerçek oldu hep. Yüreğimizde sönmeyen Türkçe sevdası, bizi bu kutsal nöbette inançlı, dinç kalmayı olanaklı kılmış ve yaşadığımız ortamda ecdadımızdan miras olarak kalan hoşgörü ve sevgiyi her zaman en güçlü bir silah olarak kullanarak sağduyu yanlısı ve yapıcı unsur olmaya özen gösterdik. Bu değerlerin kıymetini bilip, özdeşlerini hiçbir şeye değişmeyen, yarınlara taşınması için ömür tüketenlere; yürekçe, başı dik ve karşılık beklemeden bayrağı taşıyanlara selam olsun. Evet, bizler BalkanTürkleri olarak, Türkçe’nin yarınlara uzaması için yüreğimiz hep güm güm atacak, elden gelen çabayı bedeli ne olursa olsun sunmaya devam edeceğiz. Balkanlarda Türkçe yazmak böyle bir şey işte!


Taner Güçlütürk

Kosova’da Türk Çağdaş Edebİ Yaratıcılığı Bugüne kadar bir edebiyatın sanatsal niteliğini ortaya koyan çalışmaların genelde edebi tenkid türündeki yaklaşımlar ile bilimsel araştırmaların oluşturduğu görülmüştür. Kosova ve Kosova dışındaki edebiyat eleştirisinde Kosova Türk Edebiyatı hakkında üç temel kaynak çeşidinin karşımıza çıkmaktadır. Bu kaynaklardan ikisi Abdülkadir Hayber ile Güven Kaya’nın, diğeri de yerli yazarımız Fahri Kaya’nın değerlendirmeleri olmak üzere, üç çeşit eleştirel nitelikli çalışmalar oluşturmaktadır. Abdülkadir Hayber, eserden yola çıkarak yazarların yaratıcılığını irdelerken, Güven Kaya genelden esere doğru derinleşen bir yaklaşımla bu edebiyatı ele almaktadır. Fahri Kaya ise daha çok edebiyat tarihi niteliğinde bilgiler vermektedir. Bunun dışında bu alanda görülen çalışmalar daha çok tanıtım nitelikteki makaleler, değiniler, derlemeler, değerlendirmeler ve antolojilerdir. Dola-

yısıyla eserlerin içeriliğine yapılmış bilimsel ve metodolojik bir araştırma özelliği taşımamaktadırlar. Kosova Türk çağdaş edebiyatının, uzun bir süre ilmi metodolojik ve objektif bir edebiyat eleştirisinden yoksun kalması, yazarların eserlerinin biçim ile muhtevasında bir çok eksik ve sorunun ortaya çıkmasına yol açtığı tespit edilmiştir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları döneminde Kosova’da Türk Edebiyatı varlığını, Türk halk edebiyatıyla sürdürdüğü belirlenmiştir. Kosova Türk halk edebiyatının zengin bir halk edebiyatı türüne sahip olduğu tespit edilmiştir. Geleneksel Türk halk edebiyatından gücünü alarak yeşeren Kosova Türk çağdaş edebiyatının ilk eserlerine, halk edebiyatının kaynaklık ettiği ve ileride eserlerin en önemli sanatsal-estetik motifleri olarak bu edebiyatta yerini aldığı görülmektedir. 1912 yılında Osmanlı idaresinin çekilmesinden 1951 yılına kadar devamlılığını sürdüren bu halk edebiyatı zenginliğinin, Kosova Türk halkının gündelik yaşamlarında, önemli günlerinde milli kültür ve geleneklerini sürdürmede, dolayısıyla milli bilincin korunması ve canlı kalmasına yetebilmiştir. Öyle ki bu tarihi süreç içerisinde Kosova Türk çağdaş edebiyatının gelişmesinde, dört önemli toplumsal gelişme karşımıza çıkmaktadır: a) 1951 yılında Kosova Türklerine eğitim ve kültür haklarının tanınması; b) Üsküp’te çıkan Birlik gazetesinin teşviki; c) 1969 yılında Tan gazetesinin Priştine’de kurulması ve ç) Dönemin sosyalist idaresinin bu edebi topluluğun yaratıcılığına sunduğu maddi ve manevi destektir. 80’li ve 90’lı yıllardan sonra toplumda yaşanan siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerin bu edebiyata

92

olumlu ve olumsuz yönleriyle birlikte yansıdığı görülmektedir. Dönem idaresinin destek ve teşvikinin kesilmesi ve idarenin değişmesiyle çağdaş edebiyat yaratıcılık ve yayıncılığının da eskiye oranla duraksama dönemine girdiği belirlenmiştir. Kosova Türk çağdaş edebi yaratıcılığında üslup unsuru bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Şiirde serbest nazım ölçüsünün yanlış algılanışı, sıradan ve tek düze bir anlatım biçimini doğurmuştur. Nesirde ise Kosova Türk ağızlarına özgü üslupla Türkçe edebi eser yaratma eğiliminden doğan sorunlar görülmektedir. Genelde yalın bir anlatım üslubunu tercih eden Kosovalı Türk şair ve yazarları, mecazlı anlatım ve değişik söz sanatlarını da denemişler, genç kuşaklar kendilerine özgü bir üslup da geliştirebilmişlerdir. Sözlü halk edebi verimleri yanı sıra, kendi şiirlerinden dörtlüklere de yer vererek nesir üslubunda yer yer şiirsel bir hava estirmişlerdir. Bireysel ve toplumsal olmak üzere didaktik ve lirik temalara eğilen Kosovalı Türk şair ve yazarları, konuda özgün (orjinel) olmaya çalışmışlardır. Çocuk dünyasını ilgilendiren didaktik konuların başında eğitim; yetişkinlere yönelik eserlerde ise dönemin güncel konuları işlenmektedir. Son dönemlerde ise tarihi konulara yöneldikleri tespit edilmiştir. Eserlerdeki kişi ve kahramanları genelde yaşadıkları çevreden seçen şair ve yazarlar, bazen eserlerinde konu gereği hayali-kurgu kişi ve tiplemeler yaratmışlardır. 1960’lı kuşak şair ve yazarlarında estetik ve sanat kaygısından ziyade daha çok yazma çabası ön plana çıkmaktadır. Sanat ve estetik anlayışında beklenen bilinçli tutum ve duruş, 1970’li ve 1980’li kuşakla birlikte


ortaya çıktığı görülmektedir. Başta toplum için sanat anlayışı hakimdir. Belli başlı sanat görülen akımları sosyal gerçekçilik, realizm, natüralizm, romantizm ve sürrealizm akımlarıdır. Toplum için sanat tutumunun, bir süre sonra yerini sanat için sanat anlayışına bıraktığı görülmektedir. Biçim estetiğini görsel olarak, yazılış tekniğiyle, mısra ve dörtlük dizilişiyle, vinyet çizim süslemeleriyle gerçekleştirdikleri görülmektedir. İçerikteki en önemli estetik motifleri, yörenin folklorik öğeleri yanı sıra halk edebiyatının sözlü ve yazılı verimleridir. Ayrıca tarih, felsefe, sanat ve edebiyatın önde gelen isimleri, fikirleri ve eserlerinden alıntılar estetik motifler olarak serpiştirilmiştir. Ancak bir süre sonra bu tutumun tekrarlanması ve yazarların bu alıntıları kendilerine mal etmeleri, taklitçi bir tavrın oluşmasına sebebiyet vermiştir. Öyle ki olgun örneklere erişmiş ve edebi niteliği yakalamış Kosova Türk çağdaş edebiyatının edebi estetik yönünün, zenginleşip geliştirilemediği, yukarıda saydığımız özelliklerle sınırlı kaldığı söylenebilir. Bu edebiyatın ortaya çıkması ve kendine özgü bir kimlik kazanmasında, tanıtılmasında dönemin (Birlik, Tan gibi) gazete ve (Sesler, Çevren gibi) dergilerinin de çok önemli rol oynadıkları görülmektedir. Kosova Türk yazar ve şairlerinin başlıca vasıflarını sanatsal ve profesyonel olarak çok yönlü simalar olarak nitelendirmek mümkündür. Kosova Türk çağdaş edebi yaratıcılığında toplam altı kuşak yetişmiştir. Toplam otuz altı isimle en fazla nazım türünde eserler yazılmıştır. Özgün tiyatro oyunculuğuyla temelleri atılan Kosova Türk çağdaş nesri, öykü ve roman yaratıcılığıyla devam etmiştir. Nesrin de-

ğişik türlerinde toplam on beş temsilci (yazar) karşımıza çıkmaktadır. Nazım bölümünde, 1960 ila 2000 yılları arasında toplam beş nesil yetiştiren Kosova Türk çağdaş şiir sanatı incelenmiştir. Kosova Türk şiiri çağdaş Yugoslav ve Türk şiiri arasında gelişmiş, kendine özgü ve seçkin bir yer bulabilmek için büyük bir mücadele vermiştir. Tür olarak lirik, didaktik ve pastoral şiirler yazılmıştır. Genelde serbest nazım biçimi tercih edilmiştir. Hece vezniyle yazılan şiirler dörtlük, üçlü veya ikili mısradan oluşan kıtalar üzerine kurulmuştur. Biçimde absürt deneyişlere da baş vurularak, o zamana kadar klasikleşmiş çağdaş şiir biçim geleneği yıkılmıştır. Kosova Türk şiir üslubunda genelde yalın anlatım hakimdir. Mecazlı anlatıma da baş vurulmuş, üslupta tasvir, teşbih, tekrir, tahlil, tezat, satir, tariz, tevriye gibi söz sanatları kullanılmıştır. Yerme, taşlama ve gönderme gibi halk edebiyatı üslubunda da şiirler yazılmıştır. Hitap, konuşma tarzı, ironi, mizah, absürt ve kara mizah gibi anlatım üslupları da tercih edilmiştir. İç ahenk unsuru genelde önemsenmemiştir. Serbest nazım ölçüsüyle, duygu ve düşüncelerin gelişi güzel anlatılabileceği yönündeki yanlış algılayış, Kosova Türk şiirini muhtevada iç ahenk unsurundan yoksun bırakmıştır. Tercih edilen başlıca motifler, geleneksel halk edebiyatının klasik motifleri, Kosova Türklerinin folklorik değerleri ve Türk halk milli kültürü örnekleridir. Şairlerin, felsefe, sanat, edebiyat, evrensel hümanist, sembolist, natüralist motifleri de seçtikleri görülmektedir. Kosova Türk çağdaş şiiri, ele alınan konular açısından çağdaş edebi nitelik ve estetik düzeyini yakalamıştır. Kosovalı Türk şairleri bireysel duygu

93

ve düşüncelerden yola çıkarak, yaşadıkların yerin ve dönemin, bunun dışında çağdaş evrensel konuları şiirine tema olarak seçmeye çalışmışlardır. Şiirde görülen başlıca konular insan (çocuk, kadın), tarih, toplum, devrim, memleket, Tito, Atatürk, milli kimlik, yabancılaşma gibi bireysel, toplumsal ve evrensel temalardır. Kosova’da çağdaş Türk nesri, Türk halk edebiyatı kaynaklarından, Yugoslavya edebiyatları ile çağdaş Türk nesir türlerinden esinlenerek ve etkilenerek gelişmiştir. Özellikle tiyatro türünde yazılan ilk eserlerde halk edebiyatı verimlerinden yararlanan Kosovalı Türk yazarları, hem nesir türünü, hem de Kosova Türk çağdaş edebiyatını özgün oyun yaratıcılığıyla başlatmışlardır. Kosova Türk çağdaş edebi yaratıcılığında nesir türleri olarak oyun, öykü, roman, anı, günlük, makale, deneme, röportaj, gezi yazıları görülmektedir. Ancak bunlar arasında edebi nitelik taşıyan ve nicelik olarak en fazla karşımıza çıkan türler öykü, roman ve tiyatro oyunlarıdır. Kosova Türk nesrinin genel sanat anlayışı iki edebiyat topluluğun etkisi altında şekillenir. Bu akımlar dönemin Yugoslavya ve Türkiye’deki çağdaş edebiyat zümresinde benimsenen natüralizm ve sosyal gerçekçi akımlarıdır. Nesir türünde yaratılan eserlerine göz attığımızda, sosyal gerçekçilik, natüralizm ve realizm sanat akımlarının yoğun etkisi görülür. Zaman zaman romantizm ve gerçeküstücülük (sürrealizm) sanat anlayışlarının izlerine de rastlanır. Kosovalı Türk nesircileri aynıca Türk Milli Edebiyatı ile bilhassa 1940’tan sonraki dönemin toplumcuların önemli temsilcileri sayılan Nazım Hikmet, Sait Faik Abasıyanık ve Haldun Taner gibi yazarların


eserlerini okur, oyunların sahneye taşınmasına vesile olurlar. Öyle ki Kosova Türk nesircilerinin toplu olarak bir sanat akımı peşinden gittikleri söylenemez. Ancak genç kuşak nesircilerinin, sanat anlayışında bilinçli tercih içerisinde oldukları ve edebiyatta belli bir edebi sanat tutumu sergiledikleri görülür. Tiyatro türünde ise, ilk dönem oyunlarında biçim olarak Karagöz Hacivat, orta oyunu gibi geleneksel halk tiyatrosunun ve halk edebiyatının biçim ve etkisine rastlamak mümkündür. Bunu daha ilerideki yıllarda kabare ve çağdaş tiyatro oyunu tekniğiyle yazılan tiyatro oyunları izler. Kosova çağdaş Türk edebi yaratıcılığında dil unsurunun iç ve dış etkiler yüzünden a) yazım-imla, b) fonetik, c) morfolojik, ç) sentaks, d) semantik, e) frazeolojik sorunları barındırdığı görülmektedir. Kimi yazarlar kendilerini geliştirdikçe dildeki bu sorunları da aşmışlardır. Yaratıldığı çok dilli ortamın etkisi, Kosova Türklerinin edebi dilden başka Kosova Türk ağızlarıyla konuşmaları, Türkiye’de Nurullah Ataç’ın öncülüğünü yaptığı öztürkçecilik akımının etkisi gibi etmenler, dil unsurunu etkileyen başlıca faktörlerdir. Şiirde sade bir dil kullanılmıştır. Şairlerin çoğu Nurullah Ataç’ın öztürkçeci akımını benimsemiş, bu tutumu daha da ileri götürerek yeni kelimeler türetmişlerdir. Kosova Türk şiirinin 80’li kuşağı ve ondan sonra yetişen temsilcilerinin öztürkçeci akımını terk ettikleri görülmektedir. Sadece Aluş Nuş türkü ve şiirlerinde Türkçenin Prizren ağzını kullanmıştır. Kosova Türk çağdaş nesri, günümüze kadar dil yönünden birçok sorunu beraberinde taşımıştır. Dil sorunu, yazarların hem edebi yaratıcılıkla-

rına, hem de Kosova Türk çağdaş nesrine gölge düşürmüştür. Kosova Türk çağdaş nesri dil bakımından edebi nitelik ve olgunluk düzeyini, öykü ve romanda Reşit Hanadan, tiyatroda Agim Rifat Yeşeren ve Nuhi Mazrek’le birlikte yakalamıştır. Ancak Hanadan, Yeşeren ve Mazrek’in dilde yakaladıkları başarı, nesirde dil bakımından istikrarın devam etmesine yeterli olmamıştır. Kosova Türk çağdaş edebi yaratıcılığı, biçim ve muhtevadaki özellikleri itibariyle Kosova (Yugoslavya) edebiyatları ve Balkanlarda yaratılan Türk Edebiyatı ailesi içerisinde ele alınmalıdır. Çünkü özgünlüğüyle Balkan Türklerinin ve Yugoslavya-Kosova çağdaş edebi ailesinin mensubudur. Bu edebi yaratıcılığın, Balkanlardaki Türkçe edebiyatı geleneğinin sürdürülmesinde ve gelişip canlı kalmasında rolü önemlidir. Genel olarak Türk Edebiyatının Avrupa yakasındaki gelişmesinde, tanıtılmasında, doğu-batı kültürleri arasında köprü vazifesi gören bu edebiyat topluluğu, Yugoslavya’da ve Türkiye’de edebiyat ödüllerine sahip olmuşlardır. Bu edebi zümre, kendi edebi tarihi süreci içerisinde Nimetullah Hafız, Nusret Dişo Ülkü, Hasan Mercan, İskender Muzbeg, Agim Rifat Yeşeren, Zeynel Beksaç, Reşit Hanadan gibi edebiyatta sivrilmiş isimleri yetiştirmiştir. Kosova Türk çağdaş edebi yaratıcılığı, sanatsal işlevi dışında toplumsal bir misyonu da yerine getirmiştir. Bu toplumsal misyonun başlıca amacı, bölgede Türk varlığının ispatı, milli kimlik değerlerinin canlı tutulması, Türkçenin yaşatılması ve edebiyat geleneğinin sürdürülmesi mücadelesidir. Ancak teşvik ve destek görerek ayakta kalabilen bu edebiyatın, sayısal olarak azınlık bir

94

topluluk içerisinde yaratıldığı göz önünde bulundurulursa, bütün eksik yönlerine rağmen edebi uğraşıları, azimleri ve sonunda kimi bireysel başarıları takdir edicidir. Kosova Türk çağdaş edebi yaratıcılığı, nazım ve nesrin değişik türlerinde, uzun süren bir acemilik ve emekleme döneminden sonra edebi nitelik ve estetik ölçütlerini yakalamış eserleri okuyucusuna sunabilmiştir. Ancak bu başarının ilk örnekleri ortaya çıktığı sırada Kosova Türk çağdaş edebi yaratıcılığının duraksama dönemine girdiği görülmektedir.


95


Beauty will save the world Halit Revaha Zini

96

Some of you may remember this remark. Just like the first cry out of a newborn, this was the first sentence ever greeted the sunlight from between Baska’s covers. The motto from issue #1, a quote from Dostoyevsky. Somehow this sentence stuck to my mind and kept me thinking on it over the past year, and now I would like to take you to a little trip with that train of thought. By the way, Baska will have turned one year old by the time you read these lines. So congratulations are in order. When I first heard the motto, I felt that it left a pleasant aftertaste. Talking about saving the world and delegating beauty for the job… a romantic’s dream! After a while that pleasantness left for feelings of sorrow and confused bitterness. Truly, why would anyone want to save this world? Does the world even wants to be saved? And pray tell me, where is beauty in all this cycle of violence, terror, and bloodshed that’s been going on all around us? Just look at the news worldwide, I’d say the world and everything within (and possibly without) is hellbent on not-saving the world. Besides, ever heard of apocalypse? The end of times? Every culture has one of these; a higher power waiting to input the “format” command for the world. So maybe the world is beyond saving. A few months ago a ray of light shone through these dark clouds of pessimism as I was doing some chore-reading. I was skimming through William Chittick’s book “Sufism”, then I flipped the page no. 4 where he was talking about a famous hadith of the Prophet Mohammad (peace be upon him), let me quote the passage here:


“According to this hadith, the Prophet and a few of his companions were sitting together when a man appeared and asked him several questions. When the man departed, the Prophet told his companions that this had been the angel Gabriel, who had come to teach them their religion (dîn). As outlined by Gabriel’s questions and the Prophet’s answers, the religion of Islam can be understood to have three basic dimensions. Those familiar with the Koran, the wellspring of Islamic teachings, will recognize these three as constant Koranic themes, though nowhere does the Koran provide such a clear and succinct overview. The three are “submission” (islam), “faith” (iman), and “doing the beautiful” (ihsan).” Hope you had a pleasant reading, now let me repeat the last set of words here: doing the beautiful. There it is! The beauty! Possibly because of the air of passivity plauging our society, for years I’ve thought that “ihsan” meant “to act with the knowledge that God watches your every action, thought, etc.” Although it is true that God is all-seeing and all-knowing, this still felt like living in Bentham’s panopticon. While this level of monitoring does encourage lawful and obedient behaviour, there is a chance of it misfiring as well. Imagine showing the middle finger to the big brother right before proceeding to thrash up his pretty little prison! Let’s keep the metaphor in mind as we go back to God and religion for a moment. Numerous scholars wrote untold amounts of times on the dangers of forgetfullness and negligence because humankind have the tendency to forget and neglect. In

terms of the metaphor above, this translates as acting as if nobody’s watching the residents of the panopticon. This could be because a) the residents get used to being watched and stop paying attention to it, b) they had enough of the watchfulness and rebel, or c) the watching is so subtle and the means of monitoring so out of reach that they don’t really feel like it’s there anymore or never have been. (couldn’t think of anymore reasons, if there are more I hope they don’t mind me leaving them out) Chittick not only completed and corrected my understanding of “ihsan” with his translation but continued to enhance my imagination when he associated “doing the beautiful” with “depths of the heart”. Since I think passivity is the reason for the abovementioned “flaws” in this top-down approach to responsibility, what if we reinforce it with an activity, something from deep within our hearts? Something not imposed but found and dug up. I said “reinforce” because, needless to say, a belief in God requires the belief that He is omnipotent, omniscience, omnipresent, and so on. But as I’ve tried outlining above, this may not be enough and I’m not talking about atheism here, even the most devout believer may lapse into the said forgetfulness, it is in human nature. However if we aspire for the most beautiful way of behaving, thinking, speaking etc simply because it is tasteful and in accordance with the wisdom imparted by Allah (swt) and through His messengers, then we would have a strong “failsafe” for fulfilling our responsibilities to ourselves, to each other, to the world, and to the transcendental.

97

Everything I’ve been trying to say in the paraghraph above, boils down to three key concepts that I can’t really translate (but will certainly give my best to do so): a sound sense, a sound taste and a sound reasoning. In order to understand them better, each of these concepts deserves to be addressed one by one but let’s deal with that later. The point is, each of us must set out on a personal journey to discover and refine our heart, sense and taste in order to enable this inner force of “doing the beautiful”. Going back to the motto “beauty will save the world”, after all this pondering I finally realized that since each and every one of us is a world in ourselves, whatever happens to this sun-orbiting-ball-of-misery, we can save ourselves and our fellow humans with every beauty we discover and enact. I forgot where and when (please excuse the sloppiness here) but very recently I’ve read an aphorism that roughly goes like this: “A learned man can see that each person is a miniature cosmos, whereas a wise man knows that each holds the universe within.” In other words, it turns out that beauty is not only able to save the world but has the potential to save “the multiverse”! If only we could see…


Nevra Neretva

SOYKA YAKIŞIKLI KURT VE SARAJEVOLU JANA Savaş başlamasaydı neler görecektim ne hikayeler dinleyecektim bilinmez ama Milyatska nehri kenarındaki yürüyüşüm, çocukluğumda kuvvetle meçhul olduğum bu ülkede şuan yaşıyor olmama sebeptir. Bir kadın oturuyor Grbavitsa’da, nehir kenarındaki bankta. Hayatım da böyle güzel yaşlanmış kadın görmedim ben, ikimizin de ayağında CAT botlar yağ yeşili birer parka bir de Sarajevo rüzgarı, bilmezsiniz o hayta hayta eser ama ılıktır. O hayta rüzgarın hemen ardından öğreniyorum kadının hikayesini . Onu Grbavitsa nehri kenarında hâlâ görürüm ve hâlâ çok güzel yaşlanmakta… Eğer 94 yılının Nisan ayında Boşnak sevgilisi Kurt Cobain ile aynı gün birbirlerinden habersiz birer av tüfeği ile kendilerini vurmasalardı, sevgilisi ile birlikte ABD’ye gidip yaptıkları müziği tanıtacaklardı Kurt Cobain’e. Ama bu şehirden kimse sağ salim bir akılla çıkmadı 94 yılından. Hiç anımsamak istemem

ama Kurt Cobain’de 94 yılının nisan ayından sağ çıkmadı, üstelik bir av tüfeği ile üstelik Jana’nın sevgilisi ile aynı gün başka av tüfekleri ile... Jana sanki hep yirmilerin de kalmış gibidir. Yeterince yetişkin olamayan genç kadınları bilirsiniz, sigara ellerine yakışmaz bir türlü, yürürken sekmeyi ihmal etmezler, ne bileyim belki de masumiyete bağımlı bu kadınlar ne yaparlarsa yapsınlar acemilik dolu kadın duruşlarında bir harmoni saklarlar. Jana kendi kendine konuşur nehrin dibinde bu harmonisiyle, ben o hikayeye ağlamak için Nevermind dinler yürürüm nehrin kenarında… Kurt Cobain ABD’li şarkı sözü yazarı, müzisyen ve sanatçı, Nirvana gurubunun vokali ritim ve solo gitaristidir. Kurt 1985 yılında Krist Novosele ile birlikte Nirvana’yı kurmuş. Bleach isimli ilk albümlerini 1989 yılında çıkarmışlardır. Doğum yılım olan 1989 yılında gerçekleşmiş her şeye tutkuyla bağlıyımdır, hani deseler ki savaş çıktı, ona da aidiyet hisseder var olduğum ülkeyi es geçerim. Ne diyeyim, bundandır belki de Sarajevo’da ne yaşansa şu nehir kenarında ki deliliğe baş koymuş kadının acısını kendi acım gibi benimserim. Sarajevo kuşatması da çocukluğumun ilk yıllarına denk gelir. Kurt Cobain o sıralarda çığır açmıştır. Grubun ikinci albümü Nevermind 1991 senesinde yayınlanır. Smells Like Teen Spirit şarkısı ile X kuşağının en başarılı grubu olarak etiketlenir ve Cobain 90 neslinin sözcüsü olarak nitelendirilir. Fakat Kurt mesajlarının ve söylemlerinin yanlış anlaşılmasından dolayı sık sık bunalım dönemlerine girmiştir, buna rağmen son albümlerin ‘de dinleyicilere manifesto tadında bir albümle sesle-

98

nirler. Müzik dünyası bu albümü bir meydan okuma olarak adlandırır. Hayatının son yıllarında Manik depresif oluşu, uyuşturucu bağımlılığı, ünü ve imajının yanı sıra hem kendi kişiliğinin hem de çevrenin eşi Courtney Love’ın üzerindeki baskıları ile mücadele etti. Bu sırada sağlık problemleri ile de hırpalanan Kurt, 8 Nisan 1994 tarihinde Saattle’daki evinde Sarajevo nehri kenarındaki kadının sevgilisi ile aynı gün yaşama veda etti. Kendisini av tüfeği ile başından vuran Kurt, bir neslin dünyaya olan umudunu kaybedişini simgeledi. Bir nesil kendini sürekli denek olarak kullanmaya mahkum hale getiriyordu. Kurt dev bir sanatçı olarak geçmişten bunu öngörebildi de mi yalan dünyayı terk etti dersiniz, yoksa Beat kuşağının izlerini taşıyan karakteri mi onu bitirdi dersiniz... ABD sınırları içinde 25 milyon albüm sattı. Dünya çapında ise bu rakam 50 milyonu buldu. Eşi intihar eden tüm sanatçı eşlerinin çaresizliği ile aynı açıklamayı yaptı ‘’Onun için ne yapacağımı bilemedim. ‘’Ne gerçek aşk, ne güçlü sevgi ne kızımızın varlığı, rehabilitasyon, tedavi ne de dualar…’’ İntiharı engellemek dev bir sanatçıyı kendine sadakatle bağlamış bir kadının elinden gelmemişti, gücü yetmemişti… Ben Kurt’un hayatını düşündüğüm de bu muhteşem kadından Kurt’dan daha fazla etkilenirim. Öyle bir kadın düşünün ki bir neslin tüm deliliğini görmüş, yaşamış. Zirvede bir adam ona kör kütük aşık olmuş, ona sadık kalmayı öğretmiş ama hayatta tutamamış. Yani anlayacağınız zirvedeyken ne kadar düştüyse Kurt, aşk’a da o kadar düşmüş, dibi görmüştür. İşte tam burada Turgut Uyar’ın Büyük ev Abluka’da şiirini,


ey hayta Cobain kim düşürdü seni ablukaya diyerek okuyup okuyup ağlayasım gelir. Bak ben seni nerenden tutup kaldıracağım şaşacaksın Şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan Bu asfaltı biz döktük biz onardık değil mi Bu yapıları on iki kat yapmak bizim aklımızdı Biz kurduk istersek umursamayız ya

ra kendini kurtarmak hiçbir dönemde yetmez, hele de sanatın hedonist zevklerini tatmış bir insansa eğer. Yıllar geçti Kurt göçtü. İçimdeki hüzne olan hazzımı dindirip Jana’ya bir daha anlat her şeyi Kurt’un öldüğü gün Sarajevo’da neler oldu, bir daha anlat diyemedim. Hep Nevermind* dedim, Sarajevo halkına ayak uydurdum. Ama sorabilseydim yada sorabilirsem bir gün o konuşma şöyle bitecek; Sarajevo’nun hıncı ABD’ye değil Avrupa’yadır. Bu yüzden Kurt

Bu sebeptendir ki şehrin tramvayının yenilenmesi umurumuzda olmadan yaşarız Sarajevo’da.

Abluka burada başlıyor çünkü… Bizim çağımıza düşen dev işler yapıp umursamamayı öğrenememek miydi ? Yaptığımız büyük büyük işleri zirve de terk etmek mi? Oysa bugün 2020’ye üç-beş kala başarısız bir nesil olmadığımızı ön görebiliyorum. Fakat Kurt Cobain’nin terk ettiği tüm yaşamına baktıkça insan gerçek aşkı bulmakla, 27 yaşında ebeveyn olmakla, başarının doruğuna ulaşmakla, dünyayı kurtaramamış ama kendisini kurtarmıştır. Bilge insanla-

Cobain dinlerdik doksanlarda, hala da dinleriz ne de olsa insan en yakındakilerine saldırır sinirlenince. Sarajevo insan değil mi diyeceksiniz, yanılıyorsunuz! Avrupa Bosna savaşını nasıl kayıtsızca izlemiş mucize bir yapıysa , Sarajevo halkı da doksanlı yıllarda hayatta kalmayı başarmış öyle mucize bir toplumdur ve bugünlerde modern dünya buhranında sürüklenen Avrupa’yı aynı kayıtsızlıkla izler. Orta Avrupa’nın

99

Cobain dinlerdik doksanlarda, hala da dinleriz ne de olsa insan en yakındakilerine saldırır sinirlenince. Sarajevo insan değil mi diyeceksiniz, yanılıyorsunuz! Avrupa Bosna savaşını nasıl kayıtsızca izlemiş mucize bir yapıysa , Sarajevo halkı da doksanlı yıllarda hayatta kalmayı başarmış öyle mucize bir toplumdur ve bugünlerde modern dünya buhranında sürüklenen Avrupa’yı aynı kayıtsızlıkla izler. Orta Avrupa’nın zamana karşı koyan tek halkı olarak kafaları her bozulduğunda deri ceketleri çeker, doksanlar müzikleri eşliğinde şehrin kapılarını kapatır ve müziğin sesini açarlar. Kimseye bağlanamama, ait olamama başarının içinde umutsuzca kıvranma buhranları Avrupa’nın işidir. Bu sebeptendir ki şehrin tramvayının yenilenmesi umurumuzda olmadan yaşarız Sarajevo’da. Bir çağ modern dünyaya teslim olacak diyerek Kurt Cobain ahir dünyaya göçmüştür… Balkanlarda bir şehir zamanı durdurup savaşı kazanmıştır, kelepir mi bu başarı bencilce mi dersiniz, ne derseniz deyin başarmıştır işte. Hala 90’lı yıllardayızdır ve yakışıklı soyka Kurt, Jana’nın Boşnak sevgilisi ile eş zamanlı olarak kendini vurmuştur. Kimin umurunda yarınlar? Yarın Allahın işidir, biz walkmanlerden Kurt Cobain dinleyip Juti tepesin’de akşamüstlerine gidelim Sarajevo, sen ağlama Avrupa ağlar ikinizin yerine…


Medadin Limani

Fiku që të vë në gjumë! “Një ditë të ngrohtë vere duke u freskuar nën drurin e një fiku bën dhikër dhe ha nga farat e fiqve të shkëputura, kur të zërë gjumi duke kërkuar falje dije se është shkas i një përjetimi, kënaqësie të thellë shpirtërore ”

Eja turmë më dil përballë . Ec mbi mua dhe vazhdo rrugën. Mos ke mëshirë, ecni pa t’u dhimbsur aspak, sepse progresi është kthyer i shqetësuar dhe çdo gjë e kalon në mënyrë të thjeshtë. Nuk ka aspak të ndalur, sigurish që sërish rruga vazhdon. Në fakt as mos dëgjoni. Ku dëshirojmë të arrijmë ne duke përshpejtuar? Mendoni pak, ne veçse paskemi rënë në dertin e kohës dhe pushtimit. Ende nuk po e kuptoj se çka qenka ky guxim. Përpara! Ecim vetëm duke brohoritur përpara, sepse vetëm duke shikuar përpara “me hapa të sigurt” do kenë kuptim ato gjurmët. Nuk bën edhe kaq...

Sakrifica që bie në rrugë të padiskutueshme; rrugët pa pyetje që merr luftëtari; mik i ngushtë, që ta fsheh mëkatin; po i numëroj edhe shokët të cilët heshtin para krimit; edhe ata që ia dalin me gënjeshtra - sigurisht duke i mashtruar ata që i kanë përballë – i vlerësojmë edhe për aftësinë, që e kanë për të të bindur. Urdhëroni ju që jeni shumë në numër. Ty të them. Nuk më dëgjove gabim, edhe ty të lëshova zë. Po edhe ty... Në fakt të gjithëve ju sfidoj. Mos u ndalni. Ejani. Të gjithë afrohuni dhe bëni një rreth afër meje. Ejani ju për të cilët fjala frikacak do të thotë të jesh i dobët dhe i vobektë. Urdhëroni, uluni. Ndjehuni të qetë. Në fillim qetësohuni e pastaj mbështetuni ngadalë. Juve edhe do të ju shërbejmë. Provo-

100

ni njëherë një shije të tillë do e ndjeni atë; në jetën tuaj aspak nuk keni ngrënë prej këtij ushqimi/ëmbëlsira. Pjatat nga druri edhe lugët nga druri kanë kujtesë. Nuk mund t’i gjeni në një vend tjetër. Vendi i vetëm që mund t’i gjeni është pikërisht ky vend. Mos më keqkuptoni, unë nuk jam këtu për t’i provokuar njerëzit e “shquar” sikur që jeni ju. Por për ta gjetur këtë ëmbëlsi nuk mjaftojnë as aftësitë e as sakrifica. Sidoqoftë... O ti me emrin Qamil, o njeri i përsosur, sido që të jetë na e sjell këtë ëmbëlsirë, që do ta shërbejmë. Prisni pak. Çfarë është ky mosdurim? Kjo nuk hahet ashtu me shpejtësi. Njëherë duhet ta dëgjosh historinë e


saj, pastaj do të gëlltitësh, se përndryshe nuk mund të kesh dobi. - Mirë. Por cila është historia? Po kur themi fik ndalohen lëvizjet njerëzore. Mblidhen përreth drurit dhe mbështeten në të. Bën që njeriu të pushojë e të dëgjojë. Bën të mendojë, të bëj dhikër. E pastaj kur të qetësohet bën të thellohet në gjumë. E kur ti hape sytë të mahnitet me atë që do ta shohë. Është e vërtetë. Uskudar’i ishte një qytet i cili kur shikohej prej anës përballë në Perëndim të diellit dukej si diçka e artë. Një ditë një njeri në këtë qytet e tejkaloi veten. Ai ishte i ulur mbi një qere dhe lexonte Librin. Papritmas dëgjoi një britmë nga një vajzë e cila po mbytej në ujë. Ai u fut me turr në det dhe shpëtoi vajzën.

ka edhe më tej. Dielli lind nga kjo anë. Qëndro vetëm pak, e do ta shohësh që do të të përqafojë të tërin. Mos u tremb o rob, se as ajo vajza nuk mbeti e ve. Rruga që do të shkosh është e qartë. Në vendin që do të shkosh, do e gjesh ngushëllimin që po kërkon. Ja pra... Tani mirë se vjen me qëllimin e çiltër.

Natyrisht për hirë të kësaj të mire vajza donte që këtë njeri ta shërbeje me diçka. Mblodhi disa fike nga një dru i fikut që gjendej aty dhe i përgatiti, duke shtuar edhe qumësht dhe oriz, që i kishin ngelë në shtëpi. Pastaj u takuan tek druri i fikut dhe e hëngrën bashkë këtë ëmbëlsirë. Aq shumë e pëlqyen sa që nën hijen e këtij druri i mbyllën sytë për të mos i hapur kurrë. Dhe për këtë prej atë ditë kësaj ëmbëlsire i thonë ‘’fiku që të bën të flesh’’ Banorët e Uskudar-it pas kësaj ngjarjeje thanë : O njerëz Mos harroni! Se pas këtij bregut të Uskudar-it,

101


İskender Muzbeg

FERYAT Ben her gün ve son kez, hep aynı yerdeÇoktan beri kaybolmuş ben’i bulurum Yeniden kazılan eski siperde Çarpık zamanların sırrına aşık olurum. Bir çiy var ve kırağı karanlıklı seherde

Ululanır uçurum, benlikler ululanır Birbiriyle yarışan hiçleri durduramam Sitemlerim düğüm düğüm içimde Baklayı ağzımdan atamam. Bir çiy var ve kırağı karanlıklı seherde

Kaygım beni yalçın dağa götürür Sürünür, yorulurum sevgi gurbetlerinde Tarifsiz mesafelerle gölgeler büyür Dostlukların özlenen hasretlerinde. Bir çiy var ve kırağı karanlıklı seherde

Ben her gün dostlar hep aynı yerde Çoktan beri kaybolmuş ben’i ararım Bil ve gör ki, ışık varmış eski siperde O ışıkla ben umuda vurulurum.

Ilgımların esiriyim, çölde aşk buram buram Sevgidir taptığım yır, kimlik türküsü sırdır Gölgeler büyür, acıyı durduramam Yaman duyguların döngüsü çok kısırdır. Bir çiy var ve kırağı karanlıklı seherde Döner akrepler, yelkovanlar, ne çare Yabancı bir melodi yıldızlı gecelerde Türküler öksüz kalmış, sesler biçare Tek başına her şey efkarlı hecelerde. Bir çiy var ve kırağı karanlıklı seherde Dostluklara hala lapa lapa kar yağar Ateş yağar kor yağar- nedir bu yağış Bir Anka kuşu olur, küllerden doğar Balkanlı gönlümdeki o gür çırpınış. Bir çiy var ve kırağı karanlıklı seherde

102


Orhan Veli Kanık

I CAN’T EXPLAIN

I CAN’T EXPLAIN

“Moro Romantico”

“Moro Romantico”

If I cried, could you hear My voice in my poems, Could you touch my tears With your hands?

If I cried, could you hear My voice in my poems, Could you touch my tears With your hands?

Before I fell prey to this grief, I never knew songs were so enchanting And words so mild.

Before I fell prey to this grief, I never knew songs were so enchanting And words so mild.

I know there’s a place Where you can talk about everything; I feel I’m close to that place, Yet I can’t explain

I know there’s a place Where you can talk about everything; I feel I’m close to that place, Yet I can’t explain

103


BALKAN SÖZLÜK

Macchiato: Espresso’nun sütlü versiyonudur. En iyisinin Kosova’da yapıldığı söylenir. Sebebi ise işsizliğin yüksek olduğu ülkede üniversite mezunlarının barista olarak çalışmasıdır. Barista: Kahveyi profesyonel olarak yapıp bundan para kazanan insanlara verilen isim. Fiço: Yugoslavya’nın milli arabası olan Zastava’nın Fiat 500’ü taklit ettiği mini arabadır. Severek binilir ve sürülür. Prizren Tava: Prizrenlilerin genellikle düğünlerde yaptıkları, etleri iri iri doğrayarak tavaya verdikleri yemektir. Şadırvan: Meydan kısmında yer alması sebebiyle Prizren çarşısının adıdır. Çeşmeden hareketle meydan ve meydana bağlanan sokak kollarını belirtmiştir. Boşnak Diyeti: Sabahları aç karne kahve ve Drina sigarası içmek suretiyle gerçekleştirilen diyettir. 2 haftada 5 kilo garantisi vardır. Drina Sigarası: Bosna’nın milli sigarasıdır. Savaş zamanında kitap sayfalarına sarılarak satılmıştır. Geçtiğimiz yıllarda Makedonya’da da satılmaya başlamıştır. Turbofolk: Sürekli aynı ritimde ilerleyen ve kim söylerse söylesin ses tonu aynı şekilde algılanan, Sırp halk müziği ile Pop müziğinin birleşimi olan müzik türüdür. Çizmeciluk: Begova camii avlusunun sol çıkış kapısından girilebilen, Saraybosna’da sanatsal hareketlerin döndüğü sokaktır. İçerisinde üç farklı ressamın dükkanını barındırır. Bonus olarak Makbule ablanın çay ocağını da bulundurur. Makbule Abla: Saraybosna’daki Gülistan adlı çay ocağı işletmesiyle gerek yerel halkın, gerekse de turistlerin takdirini kazanmış tatlı teyzedir. Pa Bosanac ba: Hareketleriyle ve tavırlarıyla Boşnak olduğunu belli eden insanlar için kullanılan deyimdir. Tam bir Boşnak manasına gelir. 104






Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.