DEPLASE TEMMUZ AYI E-DERGİ SAYISI

Page 1




4 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

5


6 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

7


8 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

9


10 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


Oyunun Genel Kuralları

Sıcak yaz günlerinde sizleri serinletecek bir sporu tanıtmaktan başka bir çaremiz yoktu bizde bu yüzden bu ay Nedir? Köşemizde Su Topu branşını tanıtmaya karar verdik.

7’şer kişiden oluşan 2 takımla 2 yarı – 4 periyot süresince suda yüzerek ve topu kaleye sokmaya çalışarak oynanan bir oyundur (6 oyuncu, 1 kaleci, 7 de yedek oyuncu vardır). Oyuncu değişikliğinde sınır yoktur. Oyun 7’şer dakikalık 4 devreden oluşur.Gerekirse 3’er dakikalık 2 uzatma devresi oynanır. Oyuncular sadece oyun durduğunda, yani periyot aralarında ya da gollerde değiştirilebilir. Tüm oyun içinde 2 mola hakkı vardır. Periyot araları 2 dakika, molalar da 1 dakikadır. Molalarda havuzdan hiç çıkılmaz, oyuncular kendi yarı sahalarına çekilip taktiklerini alırlar. Bir oyuncu 3 şekilde oyundan atılabilir. 20 saniye kuralı: 20 saniye ya da bir atak boyunca oyuncu dışarıda kalır. Bir oyuncu en fazla üç kez bu cezayı alabilir. Üçüncü kez aldığında bir daha oyuna dönemez ve yerine yedek oyunculardan biri girer. Değişmeli atılma kuralı: Atılan oyuncunun yerine yedek oyuncu girer. Değişmesiz atılma kuralı: Direkt olarak rakibi sakatlamaya yönelik yumruk ve kafa darbeleri gibi hareketler oyundan ihraç ettirir ve yerine oyuncu giremez. Su topu, süratli bir takım oyunudur ve oyuncuların iyi yüzücüler olmalarının yanı sıra, ciğer kapasitelerinin de çok yüksek olması gerekir. Her takımın atak yapabilmeleri için 35 saniye vardır. Bu zaman havuzun kenarlarındaki oyuncular, antrenörler, hakemler ve seyirciler tarafından rahatça görüntülenen kronometrelerle belirtilir. Bu süre bittiği zaman kronometreden “gonk”sesi gelir ve hakem topu diğer takıma verir.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

11


Su Topu Havuzu

Olimpiyatlarda kullanılan havuzların ölçüleri burada gösterildiği gibidir.Su en az 1.8m derinliğinde olmalıdır.Diğer şampiyonalarda bu derinlik değişkenlik gösterebilir.Oyuncuların ayaklarının yere basmasının yasak olduğu bu sporda havuzun derin olması tercih edilir. Havuzun boyutları ne olursa olsun oyun alanı şamandıralarla belirlenir.Oyun alanında kale çizgileri,2metre çizgileri, 4 metre çizgileKim Nerede Oynar? ri ve 7 metre çizgileri orta alanın her iki yanında bulunur.Havuzun boyu 33metre, eni ise 20metre olmalıdır.Kalenin boyutları 3met- Yukarıda belirttiğimiz üzere bu spor 6 oyuncu artı bir kaleciyle beraber havuzda 7 kişi ile oynanmaktadır.Peki mevki dağılımı nasıl reX90cm’dir. oluyor gelin onu inceleyelim. Kaleci; orta çizgiyi geçmeleri yasaktır.Kaleyi korumakla görevlidir. Birinci kanat; iki kanat oyuncusu 2 metre çizgisinde bulunan atak oyuncularıdır. Hakem İkinci kanat; bu kanat oyuncusu oyunu diğer kanatta kontrol eder. Sahanın iki tarafında Birinci sürücü;bu oyuncunun görevi golü yaratabilecek pozisyona birer hakem vardır ve Orta Çizgi topu taşımaktır. Her çeyrek, hakemin şa- suya girmezler mandıralarla belirlenmiş İkinci sürücü; birinci sürücüye yardım eden oyuncudur. orta çizgiye topu bırakÇakılı oyuncu; hücum sırasında karşı kaleye en uzak pozisyonda ması ile başlar. yer alan oyuncudur. Forvet; Genelde 2metre ile 4 metre çizgisi arasında rakip kale önünde yer alan hücum oyuncusudur. Kaleci hariç tüm oyuncular sahanın istediği noktasına gitmekte serbesttir.Forvet oyuncusu atağı organize eden ve yönlendiren oyuncu olduğundan diğer 5 oyuncu çevre oyuncuları olarak da bilinir.Diğer oyuncular sürekli defans oyuncularını oyalar ve şut pozisyonu ararlar aynı zamanda da olası bir top kaybında kontra atağı engelleyecek şekilde pozisyon alırlar.

5 metre çizgisi Savunmadaki takım,hücum yapan takıma bu çizgi içinde faul yaparsa penaltı verilir.

Kale Alanı Kale ölçüleri su üstünde 3m x 0,9m’dir

Su topu İngilizcede ‘’water polo’’ olarak adlandırılır ve at sırtında oynanan poloya atıfta bulunmaktadır.Bunun sebebi, su topunun ilk hallerinin suda yüzen variller üzerinde sopalarla oynanmasıdır.

12 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

Kale çizgisi Oyuncular her çeyrek başlangıcında bu çizgide dizilirler.

2 metre çizgisi Bu çizgi ofsayt çizgisidir.Hücum oyuncuları topun önünde yer alacak şekilde 2 metre alanına girerse top diğer takıma geçer.

Top ve Kıyafetler

Bütün oyuncular mayo ve numaralandırılmış renkli bone giymek zorundadır.Mayolar harekete imkan tanıyacak şekilde hafif ve sıkı olması gerekmektedir.Yaralanmaya neden olabilecek herhangi bir aksesuara izin verilmez. Topun şekli kurallarla belirlidir.Su geçirmez plastik çeper, hava basılan iç lastik ve kendiliğinden kapanan siboba sahip olmalıdır.Topun ağırlığı genelde 400-450 gram olup siyah çizgili ve sarı renge sahiptir.

ZAFER ÇOCUKLARI 1956 yılında soğuk savaş döneminde Macaristan’ın Sovyet İmparatorluğu’nun işgalinde olduğu zamanlarda Macar Milli su topu takımı yenilmez bir süper güçtü. Sovyetlerin baskıcı yönetimi karşısında halkın kahramanı olan su topu takımının gerçek hikayesini bu filmde izleyebilirsiniz.


DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

13


14 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

15


Şimdi sizi bu ‘Epik’ sezonu tekrar gözden geçirmeniz için kısa bir yolculuğa çıkarmak istiyorum. Filmin başına dönecek olursak Şampiyonlar Ligi gruplarının belli olduğu zamana gidelim ve o dönemki öngörüleri hatırlayalım.

Gruplar belli olduktan sonra ilk göze çarpan grup C grubu olmuştu.Ölüm grubu tabirinin hakkını veren bir kura olmuştu. Sezona şampiyonluk parolası ile giren Arabik Fransız temsilcisi PSG ile geçen sezonun finalisti Liverpool’un yanına Ancelotti’li Napoli ve bir de tribün azmanı taraftara sahip Sırp takımı Kızılyıldız. B grubu da Barcelona, Tottenham, PSV ve Inter ile çok şey vaat ediyordu.Ronaldo’yu transfer ederek her şeyden çok Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu istediğini tüm dünyaya haykıran Juventus birçok otorite tarafından kupaya en 16 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

yakın takımlardan biri gibiydi. Real’in güç kaybettiği aşikardı ama ne de olsa Şampiyonlar Ligi’ne 5 senedir ambargo koymuş bir topluluktu onlar da yine favoriydi. Barcelona yıllardır uzak kaldığı finale bu sefer çıkmaya kararlıydı. Manchester City’de ise Pep Guardiola kazandığı tüm kupaları taçlandırmak için Şampiyonlar Ligi’ni kazanması gerektiğinin farkındaydı. Liverpool ve Klopp geçen seneden tecrübeliydi fakat Anfield sakinlerine kalsa bir Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yerine Premier Lig şampiyonluğu tercih edilirdi.

İşte tüm bu beklentiler yumağında başlayan bir şampiyonlar ligi yolu hafta hafta aşılarak geçildi.


Bu grupta BVB ve Atletico sürprize yer vermeden el ele bir üst tura adını yazdırmış oldular. Burada şaşırtan takım ligde de çok kötü bir sezon geçiren Monaco oldu.

Bu grupta her şey son ana kadar belli olmadı. Ekran karşısında bir Nou Camp’a bir San Siro’ya zap yaparken son düdük sesi ile Tottenham 0/2 ile başladığı grupta son dört maçından 8 puan alıp gruptan çıkmış oldu. Tottenham grup aşamasının ilk maçında 2-1 yenilirken Eriksen’in attığı o gol sayesinde ikili averajda Inter’e karşı aldığı 1-0’lık galibiyetle turu kapıyordu. Galiba kader ağlarını örüyordu.

Yine çarşı pazarın karıştığı bir grup. Herkesin herkesi yendiği enteresan sonuçların çıktığı ölüm grubunda Liverpool son maçta aldığı 1-0’lık galibiyetle gruptan kıl payı +2 gol averajı ile çıkabildi. Kızılyıldız deplasmanında alınan 2-0’lık yenilgi sonrası PSG deplasmanında da mağlup olan Klopp’un öğrencileri Napoli ile final maçına çıktı ve kendini üst tura atmayı bildi. PSG ise çok fazla vites yükseltmeden lider şekilde tur atladı. Bu grupta da kader ince işçilik ile çalışıp bu sezonun temellerini oluşturmaya başlamıştı.

Bu grupta Porto adeta elini kolunu sallaya sallaya liderliği aldı. Burada sürprizi Alman temsilcisi Schalke 04 yaptı dersek yanılmış olmayız. Lokomotif Moskova’nın 1. torbadan gelip tüm beklentilerin altında kalması ve temsilcimiz Galatasaray’ın da yetersiz performansı bu grubun en sönük mücadelenin olduğu grup olmasını sağladı.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

17


Beklentilerin çok üstünde bir performansı izlediğimiz grup oldu. Ajax’ın namağlup olarak tur atlaması hatta bunun yanında Allianz Arena’da Bayern’e karşı ortaya koyduğu futbol izleyenleri büyüledi. Aynı şekilde gruptaki son maçında da 3-3’lük skorda kimseden korkmuyoruz mesajını verir gibiydi ama futbolseverlerin bu mesajı tam olarak algıladığını pek sanmıyorum. Bayern ve Ajax’ın ağır basarak turladığı bu grupta Benfica iç sahadaki Ajax maçında kaçırdığı fırsatlar yüzünden sezona diğer kulvarda devam etmek zorunda kaldı.

Futbolseverlerlerin gole doyduğu, her maçı ayrı zevkli ve gollü olan ‘F’ grubunda toplam 47 gol atıldı. Manchester City beklenildiği gibi grubu lider bitirirken diğer 3 takım arasındaki maçlar adeta gol düellolarına sahne oldu. Lyon-Hoffenheim arasındaki iki maç toplamda 5-5 beraberlikle sonuçlandı. Zaten grubun kaderini beraberlikler belirledi desek yanlış olmaz. Lyon aldığı 5 beraberlik ve 1 galibiyet ile ikinci oldu ve tur atladı. Peki bu grupta o galibiyeti kime karşı aldı diye sorsam? Lyon tek galibiyetini ilk hafta City deplasmanında Etihad’da aldı ve o ‘3’ puan grupta farkı yaratan olay oldu.

Son şampiyon Real Madrid ve geçen sezonun yarı finalisti Roma’nın ağır favori olduğu grupta belki biraz zorlanılsa da beklenenler gerçekleşti ve Real ile Roma 1-2 olarak tur atladı. Real Madrid’in aldığı iki yenilginin de CSKA Moskova’dan olduğunu ve CSKA’nın buna rağmen grup sonuncusu olması da akıllarda kalan enteresan detaylardan oldu.

Şampiyonluk için yola çıkan Juventus, aldığı şok Manchester United mağlubiyeti ve grubun son maçında aldığı Young Boys mağlubiyetine rağmen lider olarak gruptan çıktı. Mourinho’nun bireysel şovları eşliğinde üst tura kendini atan Manchester United’ta ise geleceğe çok güvenle bakılmıyordu ama yine de az da olsa umut vardı.

18 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

19


Turun ağır favorisi Pep Guardiola’nın öğrencileriydi. İlk maçta ortaya çıkan penaltısı bol gol düellosunun ardından Ettihad stadyumundaki ikinci maçta tek taraflı gol bombardımanı sonucunda Manchester City turu geçen taraf oldu.

Grup aşamasında adeta son dakikalara kadar çıkması belli olmayan Pochettino’nun Spurs’ü ilk maçta Vertonghen’in mükemmele yakın sol bek performansının da büyük katkısı ile ilk maçtan turu neredeyse almıştı. İkinci maçta da Kane’in golü gelince Dortmund’un herhangi bir geridönüş hikayesi yazması da imkansız hale geldi ve İngilizler çeyrek final biletini rahatça aldı.

20 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

İlk maçlar sonunda Atletico’nun aldığı 2-0’lık iç saha galibiyeti Juve’nin ve Ronaldo’nun büyük hedefinin sekteye uğraması anlamına geliyordu. İlk maçta Diego Simeone’nin tribünlere dönüp yaptığı ‘nahoş’ hareket maçın gerilimini arttırırken, Atletico taraftarlarının maç içerisinde Ronaldo’ya yönelik tezahüratları ve Ronaldo’nun kazandığı Şampiyonlar Ligi sayısına ithafen elleri ile 5 işareti yapması ikinci maç önü Ronaldo’nun daha da motive olmasını sağladı. İkinci maç Juventus’un baskısı ile başladı. 27.dakikada Ronaldo ilk fitili ateşleyen isim oldu. Atletico bir gol bulursa turu bitireceği mantığıyla oyuna devam etti. Fakat ikinci yarının başında gelen ikinci Ronaldo golü maçın tüm akışını değiştiren olay oldu. Maçın büyük bölümünde iyi oyun sergileyen Bernardeschi’nin sürüklediği atak sonunda Angel Correa’nın hatalı müdahelesi sonucunda Ronaldo soluğu penaltı noktasında aldı. 3-0 maç ve tur Juventus’un. Ronaldo yaptığı hat-trick ile ilk maçta yaşananlara nazire yaparcasına bir senaryo ile takımını çeyrek finale çıkartıyordu.

Ole Gunnar Solskjaer’in göreve gelmesiyle farklı bir çehreye bürünen Manchester United ilk maçta Old Trafford’da hayal kırıklığı yaratan bir performans sergiledi. Maç özelinde Kylian Mbappe ve Angel Di Maria’nın ekstra oyunu ve Tuchel’in aldığı önlemler ve oyun taktiği maçı kolayca PSG’ye getirmiş oldu. İlk maçta büyük avantajı cebine koyan PSG çeyrek final kuralarını düşünmeye başlamıştı. 0-2. İkinci maçta açıkçası belki tur değil ama bir çok kişi United’ın en azından gol bulmasını bekliyordu fakat Solskjaer’in öğrencileri herkesi (özellikle de Neymar’ı) şaşırtarak turu son dakika penaltısı ile geçmeyi başardı. Maç sonunda Neymar’ın verdiği fotoğraf ise futbol dünyasında tarihin dramatik spor fotoğrafları klasöründe kendine yer buldu.


Barcelona beklenildiği gibi turu geçen taraf oldu. İlk maçta gruptan yenilgisiz gelen Lyon o ünvanını Fransa’da koruyabilmiş olsa da Nou Camp’ta adeta elleri havaya kaldırarak Messi ve arkadaşlarına teslim oldu.

Liverpool ilk maçta favori olarak çıkmasına rağmen karşılıklı kaçırılan pozisyonlar sonrası maç başladığı gibi 0-0 bitti ve tur Almanya’daki maça kaldı. Allianz Arena’daki maçta Klopp’un tek planı bir gol bulup deplasman golünün avantajını ele geçirmekti. İlk yarıda atılan karşılıklı goller ile tur %51 Liverpool’a yakınken ikinci yarıda sezonun İngilizler adına tartışmasız yıldızı olan Virgil Van Dijk harika asistinin yanına bir de gol ekleyerek turu takımına getirmiş oldu. Mane’nin golü de skoru tayin eden gol olunca Bayern için Avrupa defteri burada sona ererken Klopp’un kırmızıları dolu dizgin yoluna devam etmiş oldu.

Belki de turun favorisi İtalyanlardı ama Porto bu maç döneminde çok iyi bir ritim tutturmuştu. Galip gelme alışkanlığı olan bir takımdı ve gol bulmakta sıkıntı çekmiyordu. Olimpico stadyumunda buldukları gol ise turun anahtarı anlamına geliyordu. İkinci maç sonunda toplam skorda tabelada eşitlik vardı. Maç uzatmaya gitti, tur bir o tarafa bir bu tarafa giderken Dzeko’nun kaçırdığı gollerin ardından maçın hakemi Cüneyt Çakır porto lehine beyaz noktayı gösterdi. Topun başında tanıdık bir isim vardı; Alex Telles. Maçın ve turun galibinin Porto olduğunu gösteren gol Brezilyalı sol beke kısmet oldu.

Ajax’tan bir şeyler bekleniyordu. Fakat kurada Real Madrid çıkınca çoğu kişi onlar için üzülmüştü. İlk maçta Amsterdam Johan Cruyf Arena’da oynadıkları ilk 45 dakikalık oyunda gol bulamamaları mucizeydi. Real Madrid’i adeta kıskaca almışlardı, sağlı sollu ataklar hiç bitmeyen ön alan baskısı, pozisyonlar arası dengeleri mükemmele yakındı. İkinci yarı yine aynı oyunla sahadalardı ki

bir kontra atak sonucunda Benzema skoru 0-1 yaptı.Oyuna aynı düzende devam edip baskıyı arttıran Ajax Ziyech ile golü bulsa da 87.dakika’da Asensio’nun baskın golü karşısında adeta yıkıldı ve ilk maç 2-1 Real Madrid üstünlüğü ile bitti. İkinci maçta ekran karşısına oturduğumda bu maçı seçme sebebim gecenin diğer maçının ilk maçta nerdeyse turu garantilemeseydi. Zaten Ajax oyuna yine öyle bir sert giriş yaptı ki 7. ve 18. dakikalarda gelen iki gol ile bir anda maçı kendi lehine çevirmiş oldu. İlk maçta değerlendiremediği fırsatları anında sonuçlandırınca işler değişmiş oldu. 62. dakikada iki asist ile oyuna direkt etkisi olan Tadic 3. golü bulduğunda Santiago Barnebau ölüm sessizliğine gitti. 70.dakikada Asensio golüne 72. dakikadaki muazzam kavisli Schöne frikiği ile cevap verilince tabela efsane futbolcu Johan Cruyff’a selam çakar nitelikteydi. 1-4... Ajax çeyrek finale çıkarak tüm otoriteleri şaşkına çevirmiş ama oynadıkları muazzam futbol ile de saygıyı çoktan kazanmıştı. Tadic ile uygulanan sahte forvet düzeni ve oyun taktiği muazzam çalışıyordu. Tadic’in boşalttığı alanlara orta sahadan Van de Beek kanatlardan da Neres ve Ziyech’in koşuları rakip savunmaları hazırlıksız yakalıyordu. Bu oyun onları nereye kadar götürecekti merak konusuydu ama bir gerçek vardı ki Ajax çeyrek finalistti.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

21


İki takımda Son 16 turunda adeta tarihi maçlar çıkartarak çeyrek finale kalmıştı. Bu maç ve bu eşleşme bir çok futbolseverin iştahını kabartıyordu. Nitekim ilk maçta oyun harika başlamıştı, 41. dakikada gelen Ronaldo penaltısı ibreyi Juventus’a çevirse de ikinci yarının ilk atağında soldan adeta bir kuğu gibi süzülen David Neres muazzam bir ayak içi vuruşla uzak köşeye beraberlik golünü bıraktı ve turu ikinci maça Torino’ya bıraktı. İlk maçta galibiyeti kaçıran tarafın Ajax olduğunu ekleyerek ikinci maça geçebiliriz. İkinci maç başlamadan önce birçok kişi Ajax için son durağın burası olduğunu düşünüyordu. Maç yine Ronaldo’nun golüyle açıldı ama karşılık bu sefer sahte 9’u bu sene farklı bir boyuta taşıyan Sırp virtüöz Tadic’in boşalttığı alanlardan birine koşu yapan orta sahanın sürpriz ismi Van de Beek’ten geldi. Morallenen Ajax sahada başka bir oyun oynamaya başladı. Ajax pozisyonları cömertçe harcamaya başladığında herkes Hollanda ekibinin bir kaza kurşununa gitmesinden korkuyordu fakat yine kaçan bir gol sonrası kullanılan kornerde Juventus defansının arasından yükselen De Ligt Ajax’a turu müjdeleyen golü getiriyordu. Ajax yine otoriteleri şaşırtmıştı hem de bu sefer geçen tur Atletico gibi savunma sanatını mükemmele yakın icra eden takımı 3-0 ile tarumar etmiş Juve’yi pozisyona dahi girmesine izin vermeden geçmişti.

22 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

Sözün bittiği eşleşmelerden biri daha; çeyrek finali kolay göğüsleyen iki İngiliz takımının eşleşmesi adeta bir futbol şölenine döndü. İlk maç Tottenham’ın yeni stadındaydı ve belki de 180 dakikalık bu filmin en önemli anı ya da turu getiren an 13. dakikada Hugo Lloris’in Agüero’nun penaltısını kurtardığı an olabilir. Çünkü o gol City’ye avantaj getirebilirdi fakat öyle olmadı. Tottenham büyük bir mücadele örneği ile skoru tutmayı bildi ve 78. dakikada Güney Koreli süper yıldızı Son’un attığı gol ile maçı 1-0 kazandı kazanmasına ama en önemli oyuncusunu, golcüsü Harry Kane’i kaybetti. Guardiola maç sonrasI basın toplantısında çok endişeli gözükmüyordu ve şöyle diyordu; ‘‘Maçın kontrolü bizdeydi fakat sonucu alan biz olmadık ve bu bizim için kötü. Hafta sonu Crystal Palace maçına odaklanmalıyız. İkinci maçı daha sonra düşüneceğiz.’’ İkinci maçta televizyon karşısında adeta kala kaldığımız, yok artık dediğimiz bir 11 dakika seyrettik. 4. dakika Raheem Sterling 1-0 olduğunda Tottenham için pekte parlak olmayan bir başlangıç gibi gözüküyordu ama 7. dakikada Son skoru dengeleyince bu maç daha bitmeyecek demiştik ki daha o golün şokunu yaşayan Ettihad sakinlerine bir darbe daha 10. dakikada yine Son’un muhteşem ayağından geldi. Skor 1-2 oldu ve bütün dengeler bir anda değişti. 11.dakika santra oldu soldan gelişen atak, ceza sahasına gönderilen top, arka direkte Bernardo Silva 2-2...Koltukta izlerken şoktan şoka giren bizleri bir kenara koyun, kenarda kulübede takımların hocaların yaşadığı duygu geçişlerini bir an düşünün derim. Soluksuz bir 11 dakika ve 4 gol...

City tekrar oyunu dengeledikten sonra 21. dakikada ele avuca sığmayan Sterling yine sahne aldı ve skoru 3-2’ye getirmeyi bildi. 21 dakikada 5 gol ama tur hala Tottenham’a yakındı. Tottenham’ın yapması gereken gol yememekti ama ne kadar direnebileceklerdi? İkinci yarı dalga dalga gelen City atakları 59. dakikada sonunda ağlarla kavuşabildi. Skor 4-2 oldu ve artık tur bu skorla City’ye yakındı. Fakat Pochettino ve öğrencilerinin söyleyeceği bir söz daha vardı. Tüm sezon eleştrilere maruz kalan İspanyol forvet Llorente bir duran top so nucunda topu City ağlarına gönderdiğinde eleştri sahipleri çoktan Llorente güzellemelerine başlamıştı bile. Maçın hakemi Cüneyt Çakır VAR’a gidip tekrardan golü vermesi golü iki kere kutlamalarını sağladı. Fakat daha maçın bitmesine 20 dakikaya yakın bir süre vardı. Maçın bitimine doğru City adeta Tottenham ceza sahasını kuşatmıştı. Ataklar, gel-gitler, kontralar derken +5 verilen uzatmanın 3. dakikasında Eriksen’in yorgunluk ve kararsızlık ile çıkarken kaybettiği top savunma arkasındaki Agüero’nun önüne geldi. Ceza sahasına girip hazırlıksız Tottenham savunmasını oyundan düşüren bir pas ile Sterling’i topu buluşturduğunda Sterling iki savunma oyuncusunu ve kaleci Lloris’in yanında topu ağlara gönderdiğinde stadyumdaki atmosferi tarif edecek tek bir kelime var; çılgınlık... Fakat Cüneyt Çakır’ın kulaklığına bütün o stadı ölüm sessizliğine boğacak kelimeler söylendi; pozisyon ofsayt... Video yardımcı hakem inceleme sonrası topla ilk buluşan Agüero’nun ofsaytta olduğunu belirleyip turun kazananın Tottenham olduğunu ilan etmiş oldu. Transfersiz Tottenham dar kadrosuyla yarı finalde.


Liverpool adına çok şanslı bir kura olduğu aşikardı ve turun geneli de öyle oldu diyebiliriz. İlk maçta Anfield’da alınan 2-0’lık galibiyet ikinci maça rahat çıkmalarını sağladı. İkinci maçta da erken gelen Mane golü turun kapılarını sonuna kadar Liverpool’a açmış oldu ve ikinci yarıda da bulduğu fırsatları gole çevirince ortaya 4-1’lik bir skor ortaya çıktı. Liverpool kolay bir şekilde yarı finalist olmanın avantajını yarı finalde görebilecek miydi? Klopp geçen sene final oynadığı turnuvada tekrar finalist olabilecek miydi?

Turun favorisi Barcelona’ydı fakat Ole Gunnar Solskjaer ile çok iyi bir ritim bulan United’ın bir önceki turda PSG’yi elemesi ile küçük de olsa bir şansları var gibiydi. İlk maç Old Trafford’da oynandı. Barcelona’nın pas oyununa herhangi bir panzehir üretemeyen her takım gibi United da bir formül bulamayınca Barcelona tempoyu çok yükseltmeden 1-0’lık avantajı aldı ve İspanya’ya döndü. İkinci maçta Lionel Messi erken sahne aldı 16. ve 20. dakikalardaki iki golüyle turu çok rahat şekilde ekibine getirmeyi bildi. Skoru belirleyen gol de Coutinho’dan geldi. Yarı finaldeki rakip yine bir İngiliz Liverpool olacaktı.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

23


Şampiyonlar Ligi’ne damga vurmuş iki sıra dışı takımın eşleşmesi kim elense gerçekten üzüleceğimiz bir 180 dakikaydı ve öyle oldu. Boşu boşuna ‘Epik Sezon’ benzetmesi yapmadık yazının başında. Bir tarafta en son transferini 2018 Ocak ayında Lucas Moura ile yapan ve dar rotasyonla buraya kadar gelmesi bile büyük iş olan Poccetino’nun Tottenham’ı, diğer tarafta oynadıkları oyunla taraflı tarafsız herkesin beğenisi grup aşamasından beri toplamış genç oyuncularla bezeli Ten Haag önderliğindeki Ajax.

İlk maç Londra’da yeni Tottenham stadyumunda sonuçlandığında tabelada sürpriz sayılabilecek bir sonuç vardı. Tottenham gol atamamıştı ve Ajax 0-1 ile Amsterdam’a mutlu dönüyordu. Yıllar sonra yeniden Ajax, Şampiyonlar Ligi’nde finale belki de şampiyonluğa gidiyordu.

8 Mayıs günü Amsterdam Johan Cruyff Arena adeta tıklım tıklımdı. Taraftarlar, Şampiyonlar Ligi finali için hazırdı. Futbolcular da hazırdı ki maça fırtına gibi giren Ajax 35. dakikada ikinci golü ağlara gönderdiğinde stadyumda ve Amsterdam’da sevinç doruklara ulaşmıştı.

Tottenham tarafındaysa ise bu duygu tahmin edilmesi zor olmayacak şekilde üzüntü ile kaplıydı. Fakat oyunu bir şekilde çevirebilmek için Ajax’ı iyi olduğu yerde değil de zayıf olduğu yerden vurmak için kulübeden bir formül üretmeyi düşünebildiler. Neydi bu formül? Topu Ajax’ın sevdiği gibi hep yerde değil de biraz havada oynamaya başlamak. Bunun için en ideal isim tabiki Fernando Llorente’ydi. İspanyol forvet oyuna girdikten sonra neredeyse her atılan hava topuna koştu ve dokundu desek yanılmayız herhalde. 55. ve 59. dakikalarda gelen Lucas Moura golleri Amsterdam Arena tribünlerini ve Ajax’lı futbolcuları adeta dağıttı. İki golde de uzun ve havadan gelen topların devamı niteliğindeki ataklar sonucunda geldiğini de hatırlatalım.

Skor hala Ajax lehineydi fakat şoku atlattıktan sonra Ziyech ve Tadic ile çok büyük fırsatları değerlendiremeyen Ajax Şampiyonlar Ligi finalinin kapısını çalıyordu ama açan kimse yok gibiydi. +5 dakika verilen maçın uzatma anlarında kronometre 04:53’ü gösteriyordu. Top Tottenham’daydı fakat orta sahanın kendi tarafına bakan yarım dairenin olduğu yerde bir bölümdeydi. Sissoko kendisine gelen topu Ajax ceza sahasına doğru şişirdiğinde Llorente yine tüm maç yaptığı gibi pozisyon almakla meşguldü. Yine tüm maç yaptığı gibi o topa bir şekilde De Ligt’in müdahalesine rağmen diziyle dokunduğunda kronometre 04:57 idi. Düşen topu alan Dele Alli hiç kontrolü düşünmeden arkasından koşu yapan arkadaşı Moura’nın önüne bıraktığı an ise 04:58. Lucas Moura penaltı noktasının olduğu noktaya doğru süzülen topu defans oyuncularından önce yakalayıp vurması için fazla süresi olmadığını biliyordu. Topu yakalayıp vurduğunda kronometre tam tamına 05:00’ı ve top kale çizgisini geçtiği an 05:01’i gösteriyordu. İşte sanki o an tüm dünya bir anda yerinden oynadı. Bir tarafta dünyaları başlarına yıkılan Ajax diğer tarafta dünyaları kazanan Tottenham... Lucas Moura’nın sevinci, Tottenham kulübesinin sevinci uzun süre akıllarımızdan silinmeyecek bir futbol anısı olarak hep baki kalacak. Aynı şekilde bu epik sezona oyunları ile damga vuran Ajax’lı oyuncuların üzüntülerini de unutmayacağımız gibi.

24 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


Barcelona’yı eleyebilirsiniz bu dünya da ilk defa yapılan bir şey değil ama Barcelona’nın ilk maçı 3-0 kazandığı bir eşleşmede Barcelona’yı elemekten bahsediyorsanız bunun kelime karşılığı destandır.

Eşleşme belli olduğunda Barcelona ligde neredeyse şampiyonluğu cebine koymuştu, Kral Kupası’nda da finaldeydi o yüzden tek hedefi ve motivasyonu bu kulvar ve eşleşmeydi diyebiliriz. Aynı şey Liverpool için geçerli diyemeyiz çünkü ligde City ile inanılmaz bir yarışın içindeydiler ve karşılarında Messi’li Barcelona vardı. Messi de Ronaldo’nun olmadığı bu nadir Şampiyonlar ligi mevsiminde yürüyüp kupasını kaldırmak istiyordu. Nitekim ilk maçta Nou Camp’ta Liverpool iyi bir oyun oynamasına rağmen pekte oyunun karşılığı olmayan bir skorla karşı karşıya kaldı; 3-0. Maçın son bölümünde sahne alan Messi’nin önderliğinde skoru alan Barcelona için bence turun kırılma anı 90+7’de yine Messi’nin getirdiği ve ceza sahasında Pique ile Dembele’ye pas verdiği an olabilir. Penaltı noktası yakınında Pique’den önce davranan Dembele kaçırdığı golle turu daha da rahatlatma şansını elinden kaçırmış oldu. Tabi Anfield’da kimse böyle bir geceye tanıklık edeceğini bilmiyordu ama yine de İngilizlerin içinde bir yerde bir umut kırıntısı vardı. Çünkü bu kulüp imkansız denilen şeylere inat bir çok kez geri dönüşlere imza atmıştı. Hatta maç önünde sakatlığı sebebiyle kadroda olmayan Mohamed Salah ekrana geldiğinde üstündeki tişört sanki geceye dair bize bir spoiler gibiydi. Salah’ın tişörtünde ‘ASLA PES ETME’ yazıyordu ve Klopp maç önü soyunma odasında oyuncularına ‘Burası Anfield ve buranın Anfield olduğunu onlara gösterelim’ derken tam da bundan bahsediyordu galiba. Maça Klopp’un alameti farikası olan ‘gegenpressing’ ile inanılmaz iştahlı başlayan Liverpool, Barcelona’nın tüm pas bağlantı noktalarına baltalamayı hedefler gibiydi ve bunda da bir çok kez başarılı oldular. Golü de istedikleri gibi erken buldular. 7.dakikada gelen gol olası bir geri dönüş hikayesi için mükemmel bir senaryo başlangıcıydı. Golden sonra oyunu dengeleyen Barcelona bulduğu 1-2 fırsatı kaleci Alison’a emanet edince ilk yarı bu skorla bitiyordu. İkinci yarıya sakatlanan sol bek Robertson’un yerine Wijnaldum oyuna girerken Milner sol beke, Wijnaldum da Milner’dan boşalan orta sahaya geçiyordu. Kader ağlarına örer deriz ya hani işte öyle bir şey. Belki de sol bek sakatlanmasa oyuna sonra giremeyecek olan Wijnaldum ceza sahasına yaptığı iki dikine koşu ve iki bitirici vuruş ile skoru bir anda 3-0’a taşıyordu. 54. ve 56. dakikalarda gelen bu iki gol zaten umut dolu olan tribünleri ve takımı adeta şahlandırıyor. Bu dakikadan sonra Barcelona moral motivasyon olarak tamamen dağıldı.

Dakikalar 79’u gösterdiğinde Liverpool çok büyük baskı kurmasa da girdiği bir pozisyon sonrası köşe vuruşu kazanmıştı, topun başına pozisyon icabı o bölgede olan sağ bek Trent Alexander-Arnold geçmişti ki bir anda ceza sahasında kalabalık olmayan takım arkadaşlarını görünce atışı kullanmaktan vazgeçmişti. İşte o an ne olduysa oldu ve saniyeler içerisinde karar değiştirip geri dönen Trent Alexander-Arnold korneri bir hışımla ceza sahası içinde tek başına duran Origi’ye attı. Dikkatsiz ve düzensiz Barcelona savunması ne olduğunu anlamadan topu ağlarında gördü skor 4-0. Anfield yine yapacağını yapıp yine imkansızı bizlere sunmuştu.Barcelona’yı sahadan silen Klopp ve öğrencileri Şampiyonlar Ligi finaline bir kez daha adını yazdırmıştı. Final bir İngiliz eşleşmesi olacaktı.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

25


Tarihinde ilk defa Şampiyonlar ligi finaline çıkmayı başaran acemi Tottenham ve Şampiyonlar Ligi’ni daha önce 5 kez kazanmış gedikli Liverpool. Böylesine epik maçlarla dolu bir sezonun son maçı gelip çatmıştı işte. 1 Haziran günü iki takım Atletico Madrid’in sahası Wanda Metropolitano stadyumuna çıktığında maçın favorisi geçen sene Real Madrid’e şanssız şekilde yenilen Liverpool olsa da rakip Tottenham bu şansın bir daha kolay kolay gelmeyeceğinin bilinciyle sahadaydı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Daha maçın 1. dakikasında arkadaşına gitmesi gereken yeri gösteren Sissoko vücudundan seken topun eline çarpması sonucunca 28. saniyede penaltıya sebebiyet verdi. Salah penaltıyı gole çevirince final golle başlamış oldu. Fakat golden sonra maçın daha önce ki turlarda olduğu gibi daha da hareketleneceğini düşünürken maçın temposu git gide düştü. Geçen seneden ağzı yanan Liverpool bu sefer yoğurdu üfleyerek yemeye karar vermişti belli ki. İkinci yarıda da Tottenham’ın gol bulmasına hatta pozisyona girmesine bile izin vermeyen Liverpool maçın son bölümünde bu senenin gizli kahramanı Divock Origi’nin bulduğu golle kupaya uzanmayı biliyordu. Tüm sezon izlediğimiz Şampiyonlar Ligi standartının çok çok altında bir final olsa da Liverpool adına kazanılan 6. Şampiyonlar Ligi Kupası olması, Premier Lig’de 97 puan alınmasına rağmen gelmeyen şampiyonluk, geçen sene muazzam sezon geçiren Salah’ın sakatlanıp çıktığı final ve son olarak çıktığı birçok finali kaybettiği için bazı kesimlerce final kaybeden – loser- hoca ilan edilen Jurgen Klopp’un kaderi gibi tüm detayları topladığımızda Liverpool adına harika bir şampiyonluk olduğunu söylesek yanılmayız. Belki kupayı Tottenham kazansaydı daha ‘epik’ bir son yazabilirdik ama Tottenham’ın buraya kadar gelmesi, final yolunda yaşadığı maçlar göz önüne alındığında gerçekten 2018-19 Şampiyonlar Ligi sezonu her anlamıyla tarihe geçti. Böylesi bir epik sezona şahit olduğumuz için kendimizi şanslı saymalıyız. Çünkü daha iyisi yapılana kadar en iyi turnuva 2018-19 Şampiyonlar Ligi sezonu olacak...

26 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

27


28 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

29


2018-2019 sezonun bitmesi ile futbol severlerin en büyük gündemi transfer oldu. Geldi, gelecek, gitti, gidiyor, uçağı kalktı, iniyor derken her gün yeni bir son dakika gelişmesi ile karşı karşıyayız. Tabi ki gündemdeki futbolcuların pek çoğunun transferini gerçekleşmese de her yıl kulüplerimiz pek çok oyuncu alıp satıyor. Deplase Dergi’nin bu sayısında Türk futbol tarihinin en pahalı transferlerini inceleyeceğiz.

30 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


2017-2018 sezonunun devre arasında Beşiktaş’tan Everton’a tam 22,5 milyon euro karşılığında transfer olan Tosun Paşa listemizde ilk sırada yer alıyor. Gaziantepspor’dan bedelsiz olarak 2014’te Beşiktaş’a gelen ve zaman içerisinde büyük bir gelişme yakalayan Cenk büyük çıkışını 2016-2017 sezonunda yaptı. Ligde 33 maçta 20 gol 4 asist, Şampiyonlar Ligi’nde 6 maçta 1 gol ve Avrupa Ligi’nde 6 maçta 3 gol ile kendini Avrupa’ya tanıttı. Beşiktaş’tan ayrıldığı sezonun ilk yarısında ise Lig’de 16 maçta 8 gol 1 asist, Şampiyonlar Ligi’nde 6 maçta 4 gol 2 asist ile yıldızlaştı. Bu performansı onu Avrupa’nın en büyük ligi Premier Lig’e taşıdı. Premier Lig’de 1,5 yılda beklediğimiz performansı sergileyemese de hala Türkiye’nin en pahalı transferi durumunda. Şu an onu geçmesi muhtemel isimler ise milli yıldızlarımız Ozan Kabak ve Cengiz Ünder.

UEFA Kupası’nı kazanan Galatasaray o yıl çok büyük bir transfer başarısına imza atarak Mario Jardel’i kadrosuna katmıştı. 27 Temmuz 2000 Galatasaraylıların unutamayacağı bir gündür. Türkiye futbol tarihinin tam 18 yıl boyunca en pahalı transferi olan Süper Mario tam o gün Porto’dan Galatasaray’a transfer olmuştu. Bu transferde hiç şüphesiz ki Cem Uzan’ın çok büyük bir katkısı vardı. Galatasaray’da sadece tek bir sezon kalan Jardel 2000-2001 sezonunda Galatasaray forması ile Süper Lig, Şampiyonlar Ligi ve Süper Kupa’da çıktığı 41 maçta 33 gol 5 asistlik performansla yıldızlaşmıştı. Eşiyle yaşadığı sorunlar sebebiyle o sezondan sonra hayatı çalkantılı bir hal alan Jardel’in kariyeri 2001’den sonra bir türlü yolunda gitmedi. 2012’de ise ülkesi Brezilya’da kariyerini noktaladı. Ancak Süper Mario hala Türk kulüplerinin bonservis ödeyerek aldığı en pahalı futbolcu.

2015’te Norveç’ten sadece 350 bin euro karşılığında Türkiye’ye Osmanlıspor’a gelen 2017’de 7,5 milyon euro’ya Galatasaray’a transfer olan Ndiaye sadece yarım sezon kaldığı sarı kırmızılılardan 16 milyona Stoke City’nin yolunu tuttu. Stoke City’nin küme düşmesinin ardından ise o sezon sonunda kiralık olarak yeniden Galatasaray’a döndü. Senegalli oyuncu önümüzdeki sezon nerede olacak bilmiyoruz ama Türk futbol tarihin en pahalı üçüncü transferi olarak şu an listemizde.

2012’de Lille’den 10 milyon euro’ya Fenerbahçe’ye gelen ve 2015’te Al-Ahli’ye 16 milyona transfer olan Moussa Sow, Ndiaye ile üçüncülüğü paylaşıyor. Kendisini daha çok attığı inanılmaz röveşata golleri ile tanıyor olsak da Türk transfer tarihinde kendine bir yer edindi. Moussa Sow Al Ahli’den Fenerbahçe’ye kiralık olarak geri döndü. Sonrasında da Shabab Dubai ve Bursaspor formaları giydi. 2018-2019 sezonunda Gazişehir ile Süper Lig’e yükselen Sow bakalım önümüzdeki sezon nerede forma giyecek…

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

31


32 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


Yakın zamanda Polonya’da düzenlenen U-20 Dünya Kupası yine futbol adına bizlere birçok değer kattı. Dünya futboluna yakın dönemde damga vurmasını beklediğimiz ya da hiç tanımayıp turnuva sayesinde yeteneğinin farkına vardığımız isimler oldu. Turnuva öncesi kadrolara bakıldığında Avrupa’dan Portekiz ve Fransa bir iki adım öne çıkıyordu ancak bu tarz turnuvalarda günlük performanslardan ve isimlerden ziyade takım halinde

hücum, takım halinde savunma ne kadar önemli bir kez daha görmüş olduk. Bu oyunu en iyi yansıtan Ukrayna ve Güney Kore zorlu eşleşmeleri geçerek finale gelmeyi başardılar. Finalde de henüz 5. dakikada geriye düşmesine rağmen kaliteli ayakları ile oyuna dönen Ukrayna 3-1 kazanmayı başardı ve şampiyonluğa ulaştı. Şimdi kısa kısa şampiyonada dikkat çeken isimler, hayal kırıklıkları gibi birkaç başlık ile turnuva hakkında konuşalım.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

33


Bu turnuvanın en büyük sürprizi final eşleşmesi oldu diyebiliriz. Turnuva öncesinde ben dahil kimsenin beklemediği bir final eşleşmesi oldu ve bu yönden de herkesi şaşırtan bir turnuva oldu. Özellikle İtalya, Portekiz, Fransa ve Arjantin gibi kalburüstü yetenekleri olan takımlar varken bu iki ekip kimsenin aklına gelmemiştir. İkinci bir sürpriz ise Portekiz’in turnuvaya grup aşamasında veda etmesi olmuştur diye düşünüyorum. Kadro kalitesi tartışılmaz olan ve çoğu oyuncusu Premier Lig, Ligue1 gibi top seviyelerde oynayan Portekiz, grup aşamasında elenince otoriteleri baya şaşırttı.

Turnuvanın en değerli kalecisi de şampiyon Ukrayna’nın eldiveni Andrii Lunin oldu. O da 2018 yazında 8.5 Milyon Euro karşılığında Real Madrid’e transfer olmuştu. Lunin, Real Madrid oyuncusu ancak geçtiğimiz sezonu La Liga ekiplerinden Leganes’te kiralık olarak geçirmişti.

34 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

Fransa Milli Takımı turnuvanın hayal kırıklığı oldu bence. Çok iyi bir ekiple geldiler ki alt yaş gruplarının ne kadar geniş ve kaliteli olduğu aşikar. Ancak hem grupta hem de üst turda oynadıkları etkisiz oyunla hayal kırıklığı yarattılar. Bu kötü oyun sonucunda da 2-1 önde oldukları ABD karşısında bir anda 3-2 mağlup olarak turnuvaya veda ettiler.

Norveç forması giyen ve geçtiğimiz ocak döneminde 5 Milyon Euro karşılığında Molde’den Salzburg’a transfer olan Erling Braut Haland 9 golle turnuvanın gol kralı oldu. Norveç grup aşamasında elendi ancak Haland grupta Honduras’ı 12-0 mağlup ettikleri maçta 9 gol birden atarak krallığı o maçta garantiledi diyebiliriz.

Güney Kore Milli Takımı’nın saha içi lideri olan Kang-İn Lee turnuvanın en değerli oyuncusu ödülüne layık görüldü. Valencia oyuncusu olan Lee turnuva boyunca takımını sürükledi ve oyun zekasıyla olsun topla yaptıkları ile olsun büyük fark yaratan isimlerden oldu.

Bu ödül genelde en az sayıda kart gören takıma veriliyor. Japonya takımı da turnuvada oynadığı 4 maçta toplam 7 kart görerek bu ödüle layık görüldü. Bu turnuvada oynayan çoğu oyuncu Avrupa devleri tarafında keşfedilmiş ve transfer edilmiş isimlerdi genel olarak. Ancak Asya, Afrika, Okyanusya ve Güney Amerika’nın bazı takımlarında çok iyi performanslar gösteren isimler bu turnuva sonrası kariyerleri açısından daha iyi hamleler yapacaktır. Bizler de bu isimleri ileride izlemeye devam edeceğiz ve bakalım kaçı potansiyelleri ölçüsünde dünya futbolunda fark yaratan isimler olacak.


Ekvador takımıyla sol bekte yaptıkları ile oldukça öne çıkan bir isim. Geçtiğimiz sezonu Hollanda ekiplerinden Willem’de kiralık geçirmişti. Yeni sezon için oyuncunun ismi Barcelona, PSV, Lyon gibi devlerle anılıyor. Yakın zamanda bu seviyelere transfer yapmasını bekliyorum.

Ekvador orta sahasının lideriydi ve oynadığı oyunla ciddi derecede fark yarattı. Topu yönlendirmesi, fiziksel oyunu onu öne çıkarttı. Turnuva öncesinde de takip edilen bir oyuncuydu turnuva sonrası direk transfer yapmasını beklediğim isimler arasında.

Ukrayna savunmasında Popov ile ilk maçtan itibaren fark yaratan bir oyuncu oldu. Takımının kaptanlığını yaptı ve lider duruşu, fiziksel oyunda üstünlüğü ile savunmada çok iyi işler çıkarttı. Oyuncu hali hazırda zaten Shakhtar Donetsk takımında oynuyor ancak Avrupa devlerinin listesine girmeyi başaran bir isim oldu.

Kore savunmasının lideriydi diyebiliriz. Oyuncu alt yaş turnuvalarında Dinamo Zagreb tarafından keşfedilmiş ve transfer edilmişti. Bu turnuvada da takımının finale kalmasında payı olan isimlerdendi açıkçası. Turnuva sonrası daha da değerlenecek ve ciddi kulüpler tarafından izlenecektir.

Gençlik eğitimini Almanya’da alan oyuncu hücum bölgesinde turnuvada takımın en etkili ismiydi. Attığı 4 golle de takımının çeyrek final oynamasında büyük pay sahibiydi. Yeni sezonda takımında daha düzenli süre bulacaktır ve ilerleyen dönemlerde de daha üst seviyeye çıkabilecek bir potansiyeli var.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

35


36 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

37


Pablo Escobar, 1 Aralık 1949’da Rionegro, Antioquia, Kolombiya’da doğdu. Fakir bir ailenin çocuğuydu; dede Escobar Ekvador’dan kaçak alkol getirip Kolombiya’da satıyordu. Pablo Escobar’ında dedesinin yolundan gidip milyon dolarlar kazanan bir adam olduğunu Netflix’te yayınlanan ‘Narcos’ dizisiyle tüm Dünya yakın zamanda öğrenmiş oldu. Pablo Escobar 1975 yılında Medellin kartelinin liderlerinden birini öldürerek önce bu şehri daha sonra da diğer şehir kartellerine hükmetmeye başladı. Pablo’nun sağ kolu olan yakın zamanda da Luis Suarez ve Edinson Cavani’ye video ile mesaj gönderen Jhon Jairo Velásquez Vásquez nam-ı diğer “Popeye” Pablo Escobar’ı şöyle anlatıyor; “Yeraltı dünyasını o yönetirdi, onun sözleri bir emirdi. Yetkili tüm makamlar Pablo’nun elindeydi. Bogota, Cali ve Medellin kartellerini yönetir dünyanın diğer ucundaki Ruslar ve İtalyanlarla operasyonlar yapardık.”

38 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

Pablo Escobar’ın Avrupa ve ABD’ye ihraç ettiği kokainin tutarı milyar dolarlar düzeyinde olduğu söylenir. Pablo’nun günde 50 milyon dolara kadar para kazandığı bile söylenir. Sonuçta bu kadar kazanılıyordu ve bu paralar hiç birzaman çek yada bir banka hesabında görülmüyordu. Çünkü Pablo Escobar buna karşıydı. Peki, bu kirli para nasıl değerlendiriliyordu? Mafya her zaman parasını aklamanın yolunu arardı Pablo bu yolu milyon dolarlar dönen ve çok sevdiği bir dünyada buldu; Futbol... Futbol dünyası ve şartları tam Pablo Escobar’a göreydi. Hem istediği şekilde uyuşturucu parasını aklayacak hemde sevdiği takım olan Atletico Nacional’i yönetecekti. Para aklamayı çeşitli yollarla yapıyorlardı. Örneğin bilet satışlarını şişirmek çok kolaydı, ya da bir oyuncu transferinde alırken de satarken çok kolay fiyatlarda oynamalarda yapılıyordu, aynı şekilde oyuncu maaşları ve bunun gibi birçok konuda para konusunda istediklerini yapıyordu. Pablo Escobar’a bir kulüp yetmemişti ikinci hamlesi Medellin kulübü oldu. Hatta bu iki kulübü kardeş kulüp bile ilan etti hem de aynı ligde burada İlhan Cavcav başkanı da rahmetle anmadan olmaz... Uyuşturucu parası aklanmaya devam ederken diğer uyuşturu kartellerinin de gözleri açıldı onlarda kendi şehirlerinde ki futbol takımlarını satın aldılar. El Mexicano karteli = Millionories kulübünü Miguel Rodriguez (Cali) karteli = America de Cali kulübünü Bundan sonra ise futbol uyuşturucu baronlarının mücadelesi halini aldı Narco-Soccer dedikleri kavramda böylelikle ortaya çıkmış oldu. Cali karteli’nin oğlu Fernando Rodriguez o dönemi şöyle ifade ediyor; “América de Cali babamla amcamın oyuncağıydı. Sanki uzaktan kumandalı arabasıyla oynayan bir çocuk gibi... Önce oyuncağınızı alırsınız ardından sizinkinin en iyi oyuncak olmasını istersiniz. Amcamın yakın dostu olan bir hakem vardı.Pazartesi veya salı günü kendisine şöyle bir not ilettik.‘Hafta sonu için kolay gelsin ama şunu unutma.América takımı kazanmalı.’”

Pablo’nun sağ kolu Popeye ise yine o dönem yaşanan bir anıyı şöyle anlatıyor; “1989 yılında bir Kolombiya Kupası maçı oynanacaktı. Karşılaşmanın hakemi Alvaro Ortega’ydı. Pablo’nun takımıyla América de Cali karşılaşıyordu. Bahisçiler Medellín’in galibiyetine 1’e 3 veriyorlardı. Medellín’e yüklü miktarda bahis oynandı. Ancak América kazandı. Patron’un yanındaydım. Hakem bariz şekilde maçı elimizden almıştı.Patron, hakemi bulup öldürmemizi emretti.” Bu ve bunun gibi örnekler çok ama Pablo Escobar kanlı eylemleri yapabilecek güce sahip olduğundan onun takımlarına daha iltimaslı davranıldığına şüphe yok diyebiliriz. O dönemde Pablo kendi takımındaki iyi oyuncuların yurt dışına transferini yasaklamıştı fakat kazançları son derece yüksekti ve yabancı üst düzey transferlerde yapılıyordu. Aynı zamanda oyuncuların fahri koruyuculuğuna üstleniyordu kimse Pablo’nun oyuncularına bir şey yapamazdı. Bu arada sadece paranın aklanması sağlanmıyor takımın başarı sağlaması içinde her şey yapılıyordu ki bunun meyveleride kısa sürede toplandı. Atletico Nacional tarihinde ilk defa Güney Amerika Şampiyonlar Ligi olarak bilinen Libertadores Kupasını [1989] kazanan ilk Kolombiya takımı olma başarısını gösterdi. Böyle bir futbol ikliminde iken 1994 Dünya Kupası katılan Kolombiya milli takım kadrosu da bu narco-soccer denen ağa takılmıştı. Zaten oyuncuların bir çoğu bu narco-soccer denilen takımlarda oynayan oyunculardan oluşuyordu. Oyunculardan biri vardı ki belki de tarihe daha farklı bir şekilde geçecekken kendi kalesine attığı bir gol yüzünden kendi ülkesinde ki mafyanın hain planına kurban gitti. Yukarıda da belirttiğimiz gibi o isim Andres Escobar’dı. Andres, Atletico Nacional takımında yıldızlaşan bir savunma oyuncusuydu ve adı turnuva öncesi bir çok Avrupa takımıyla da anılıyordu. Turnuva öncesinde Kolombiya’da, Amerika destekli operasyonlar sonucu Pablo Escobar uzun ve kanlı çatışmalar sonucunda 3 Aralık 1993’te öldürülmüştü. Narco-Soccer’ın patronunun öldürülmesi diğer paydaşların kendi içerisinde bir yarışa girmesine sebep olmuştu.


Narco-Soccer’ın patronunun öldürülmesi diğer paydaşların kendi içerisinde bir yarışa girmesine sebep olmuştu. Bu durumdan fayda sağlamak isteyip bahis yapmak isteyen bazı gruplar milli takım oyuncularına açıkça tehditler de bulunuyordu. Oyuncular da ne yapacaklarını bilemedikleri bir ortamda maçlara hazırlanıyorlardı. İlk grup maçına 18 Haziran günü Hagi’li Romanya karşısında çıkan ve Hagi’nin jeneriklere giren o meşhur füzesi de dahil yenilen toplam 3 gol ve atılan 1 gol sonucu ilk maç mağlubiyetle sonuçlanmıştı. İkinci maç ülkenin bölgesel ve siyasi rekabet içinde olduğu Dünya Kupasının ev sahibi Amerika Birleşik Devletlerine karşı olacaktı. Bu maçı kaybetmek Dünya Kupasına veda anlamına gelecekti. 22 Haziran günü maç başladığında esasında Kolombiya maça daha iyi başlamış taraftı fakat 35.dakika da o malum hata bir anda oluvermişti. Kaleci Oscar Cordoba ile Andres Escobar’ın anlaşmazlığı pahalıya patlamıştı. Skor olarak geriye düşen Kolombiya milli takımı moral-motivasyon olarak da düştüğünden ikinci yarıda da yediği bir golle turnuvaya vedasını kesinleştiriyordu. Maçtan sonra ağır eleştirilere maruz kalan milli takımda basının, ülkenin ve tabii bahis mafyasının hedefinde kendi kalesine gol atan Andres Escobar vardı. Andres ise bu eleştirilere şöyle yanıt veriyordu; “…evet kendi kaleme gol attım ama bu dünyanın sonu değil, hayat benim için devam ediyor.”

İşte o gün halkı ile yüzleşmeye gittiği bir barda yaşadığı tartışma Pablo Escobar’ın ölümü sonrası kaos içinde olan Medellin sokakların da bu sefer Andres’in ölümüne neden oldu.

Arabası içinde otomatik silahlarla katledilen Andres tüm ülkeyi hatta dünyayı yasa boğdu.

Evet, hayat devam ediyordu, etmeliydi 3 Aralık 1993 Cuma ile 2 Temmuz 1994 Cumartesi arası 211 gün. Bu iki tarih arasında Kode fakat öyle olmadı. Turnuvadan sonra ülkesine dönen mil- lombiya iki Escobar’ı da kaybetmiş oldu. Bu ve bunun gibi binlerce ölümün sebebi Narco-Soccer’dan başkası değildi. Kolombiya 2010’lu yıllara ulaşana dek bu ölümleri ve bu acıları tekrar li takımın çoğu oyuncusu sokağa dahi çıkamazken Andres, 2 Temmuz 1994 günü hem tekrar kendi içinde yaşadı ve günümüzde biraz daha normale yakın bir iklime kavuşmuş durumda umarım hiçbir ülke bir daha bu tip bir durumla karşı karşıya kalmaz. biraz kafasını dağıtmak hem de halkı ile yüzleşmek için tek başına dışarıya çıkmaya ka- Son söz; umarım 2 Temmuz 2019 günü Andres Escobar’ın 25.ölüm yıldönümünde ben de onu layığıyla anabilmişimdir. rar verir çünkü bu onun için normaldi hayat Hayat devam ediyor, Andres ve seni unutmuyoruz… devam ediyordu.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

39


40 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


‘Antrenörüm Osman Yıldız, sponsorlarım THY, Intermobil ve Saray Restaurant’a verdikleri desteklerden ötürü çok teşekkür ederim’ Instagram’dan yaptığınız bir paylaşımda görmüştüm. Sanırım küçükken geçirdiğiniz bir rahatsızlık sonucu sinirleriniz zarar görmüş. Bunu biraz anlatabilir misiniz? 19 Mayıs 1994 doğumluyum. Doğumumdan sonraki ilk 6 ayda sürekli ağlayarak geçen bir bebekliğim olmuş. Tabi ki doktorlara gitmişiz ama tek söylenen şey ‘Çocuğun gazı var, eve götürün’ olmuş. En sonunda yapılan tetkikler sonucunda vücudumda tümör olduğu anlaşılmış. 2 yıllık kemoterapi süreci ve 2 ameliyat sonrasında kanseri yenmişim fakat o esnada tümörün sinirlerime verdiği hasardan dolayı belden aşağısını hissedemiyorum. Yani hiç yürümedim, yürüyemiyorum. Tenis kariyeriniz nasıl başladı? Farklı sporlar yaptınız mı yoksa direkt tenis ile mi başladınız? Neden tenis? Küçüklüğümde çimlerde sürünerek erkek arkadaşlarımla futbol oynardım. Spora karşı her zaman bir ilgim vardı ama tenis aklımızın ucundan geçmezdi. O zamanlar 1 ya da 2 kez televizyonda görmüştüm sadece. Engellilerin bu sporu yapabildiğini zaten bilmiyordum. İlk olarak basketbola gittim ama basketbol sert bir spor olduğu ve düşmeler vb yaşandığı için korktuk açıkçası çünkü benim sırtımda platinler var. Daha güvenli bir spor yapmak istedim. Eğitim hayatım boyunca beden eğitimi derslerinde genellikle kenarda otururdum. Spor yapan arkadaşlarımı izlerdim. Çok sıkıcı bir şey aslında bu. Lise birinci sınıftayken bir gün çok sıkılmıştım, masa tenisinin masasını duvara yaklaştırarak tek başıma masa tenisi oynamaya başladım. Sonra oynayabildiğimi görünce arkadaşlarım benimle oynamaya başladı. 2009 yılının şubat ayında bir gün ailemle dışarda gezerken bir tenis kulübüne denk geldik. Girelim, bakalım belki bana masa tenisi dersi verebilirler dedik. Engellilerin masa tenisi oynayabildiğini de bilmiyorduk çünkü televizyonda tek gördüğümüz şey basketboldu. Bize, ‘Masa tenisi değil ama tenis dersi verebiliriz’ dediler. Tabi önce inanmadık. Hem sandalyede oturacağım hem raketi tutacağım hem de topa yetişip vuracağım… Ama işte insan sevince, isteyince yapabiliyormuş. 2009’dan beri oynuyorum. Sizin adınızı arama motorlarına yazdığımızda karşımıza hep ‘Madalya aldı, şampiyon oldu, kupa kazandı’ gibi haberler çıkıyor. Bu kadar başarılı olmanızı neye borçlusunuz ? Doğruyu söylemek gerekirse tam anlamıyla olabileceğimi düşündüğüm seviyeye gelebilmiş değilim. Çünkü yeterli desteği tam anlamıyla bulamamıştım bu 10 yıl içerisinde. Çünkü tenisin antrenmanı, turnuvaları, malzemesi her şeyi masraf… Ve ben her şeyi tek başıma yapmak zorundayım. Normalde bir İngiliz sporcunun turnuva planlayıcısına kadar bir ekibi varken ben sponsor bulmak, turnuva planlamak, röportaj için gerekli şeyleri ayarlamak… Her şey ile birebir ilgilenmeye çalışıyorum.

Kendimin aynı zamanda menajerliğini yapıyorum. ‘Nasıl olsa kendin için yapıyorsun, ne kadar zor olabilir ki?’ diye düşünülüyor ama enerjimi tenisten daha çok bunlara harcıyorum. Bu da beni yoruyor. Şu an çok daha farklı bir konumda olmak isterdim. Ama yine de şükürler olsun ki bu camiada bulunabilecek belki de en büyük sponsorlukları buldum. THY ve İntermobil firmaları… Kendime göre başarılıyım evet ama tabi ki bu tek başına yapılabilecek bir şey değildi. Her ne kadar tenis bireysel bir spor olarak görülse de tam bir ekip işi. Başta ailemin desteği bugün burada olmamın sebebi. Maalesef Türkiye’de hala evinden çıkamayan engellileri görüyoruz. Sadece bizim ülkemizde değil başka yerlerde de var elbet ama bizim ülkemizde şahit olduklarımız için böyle söylüyorum yanlış anlaşılmasın. Ama ben her türlü şeyi yapabildim. Gitar çalabildim, arkadaşlarımla çimde sürünerek futbol bile oynayabildim. Ben ilk defa tek başıma otobüsle Buca’dan Alsancak’a gelişimi 15 yaşımda yaptım. Ve bu tenis sayesinde oldu. Onun öncesinde ben her yere annemle, ailemle giderdim. 15 yaşında onu yaptıktan 4 yıl sonra tek başıma yurt dışına çıkabildim. Bu benim hayal edebileceğim bir şey değildi ama tenis sayesinde gerçekleştirdim. Çok güzel şeyler yaşadım. Başarımın sırrı ailem ve antrenörüm. Antrenörüm Osman Yıldız, yeri geldi ağabey oldu yeri geldi kardeş oldu… Antrenörden ötesi her şey oldu… Başarımın sebeplerinden biri de antrenörümle aramızdaki güven duygusunu bu seviyeye çıkartabilmemiz. Normalde teniste gönüllü antrenör çok bulamazsınız. Bir antrenman saati 100 TL iken insanlar ‘Neden oynayalım? Bizim masraflarımız var’ diye düşünüyorlar. Haklılar. Ama benim antrenörüm benimle 6 yıl haftada 3 saat gönüllü oynadı. Gerçekten sahip olduğum başarımın çoğunu ona borçluyum. Başarımın sırrı çevremde iyi insanlar biriktirmek diyebilirim. Kariyerinizin başlarında tesis, sponsor gibi konularda ne gibi sıkıntılar yaşadınız? Tabi ki bize herkes kortlarını açtı, İzmir’de özellikle. Ama bazen insanların ‘Acaba tekerlekler kortu çizer mi?’ gibi düşünceleri oluyordu. DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

41


Ben daha önce birisinin altın madalya kazandığı bir branş yapsaydım ve ben de altın madalya kazansaydım belki bu kadar gururlu olmayacaktım. Çünkü ben hiç yapılmamış bir şeyi başardım. Destekçilerimle birlikte… Bu ölene kadar benimle kalacak bir şey. Tabi ki daha iyisini yapmak istiyorum. Tabi ki ilk giden olmak benim için çok büyük bir onur. Artık insanların ‘Türkiye’de de olimpik tenisçiler var’ demesi benim için çok büyük bir onur. Ama ben oraya giden tek sporcu olmak istemezdim. Tenisten tek sporcu olarak oraya gittim. Okçular, basketbol ekibi vs kalabalıktı ancak tenis branşından ben tek başımaydım. Branş anlamında çok yalnız hissettim. Tabi ki diğer branşlardaki arkadaşlarımızla birbirimizi destekledik sürekli ama ben isterdim ki tenisten de kafile halinde gidebilelim. İnşallah bu gerçekleşir ve ben de yine gidebilirim. Umutlarım hayallerim bu yönde… Dünyada ilk 32’ye girenler Olimpiyatlara gidiyor dediniz. Ben 28 diye okumuştum. Doğrusu 32 mi? Sistemi biraz anlatır mısınız? İlk 24 direkt gidebiliyor. Sonraki 8 kişiye wild card veriliyor. Siz mesela 33 numara iseniz wild card alamıyorsunuz. Ama bir ülkeden en fazla 4 kişi gidebildiği için 4 sporcusu giden ülkelerin 5. sporcusu olması durumunda onun hakkı bir sonraki sporcuya geçebiliyor. 2020 Tokyo Olimpiyatları’na katılmak için turnuvalara katılıp puan topluyorsunuz şu an. Önünüzdeki turnuva takvimi nasıl?

‘Tamam oynayalım onlarla, vakitleri iyi geçsin’ insanların düşünceleri bu şekildeydi. Bunun profesyonel bir spor hayatına dönüşebileceğini çok fazla kişi düşünmemişti. Çünkü tam anlamıyla bir örneğimiz yoktu Türkiye’de. Ama biz zamanla daha çok çalışarak ve madalyalar, kupalar getirerek bunu onlara kanıtlamış olduk. Ve şu an ben hangi tenis kulübüne gidersem gideyim orada rahatça oynayabileceğimi biliyorum. Zaten milli sporcular istediği yerde oynayabilir, antrenman yapabilir. Ama onun dışında gerçekten tenis camiasında artık paralimpik tenisin ne olduğunu bilen çok fazla insan var. Bilmeyen çok az kişi vardır. Bu da açıkçası beni mutlu ediyor. 2016 Rio Olimpiyatları’na katılma hakkı elde edip ‘Paralimpik oyunlara katılma hakkı elde eden ilk Türk kadın milli tenisçi’ oldunuz. Olimpiyatlara katılmak en büyük hayalinizdi sanırım. Açılış töreninde ve sonraki süreçte ne hissettiniz? Olimpiyatlarda olmak nasıl bir duygu? Spora başladığım ilk günden beri bana söylenen şey ‘Bu engel oranıyla olmaz’… Çünkü benim engelim diğer sporculara göre ağır. Teniste normalde servis atma hareketini biliyorsunuz. Yürüyen sporcular servis atarken ayaklarından aldıkları desteğin yanında bellerinden de destek alırlar. Ama ben belimi hissetmediğim için onu yapamıyorum. Benim tek yapabildiğim şey omzumu kullanarak, bileğime de biraz güç vererek servisi karşıya geçirmek. Paralimpik oyunlara dünyada ilk 32 gidebiliyor. Ben 30. olarak gittim. İlk 32’de benim dışımda engeli benim gibi olan sadece 1 sporcu vardı. O da 10 numara. Geri kalanlar yürüyebiliyor, ya bir bacağı diğerinden kısa ya da mesela bir bacağı yok. Ama hepsi belini hissedebiliyor. Bu onlar çok büyük bir avantaj teniste. Daha hızlı sandalye sürmelerine de katkı sağlıyor. Dezavantajlarım var evet ama düşüncem şu ‘O kız 10 numara olduysa ben neden daha iyi olmayayım’. Evet o kızın 5 yaşından beri düzgün imkanları vardı, her türlü sisteme ve desteğe sahipti. Ama ben geç olduğunu düşünmüyorum hala yapabileceğime inanıyorum.Asıl sorunuza gelecek olursak… 42 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

Her hafta bizim dünya sıralamalarımız değişiyor. O yüzden sistem sizi sürekli aktif tutuyor, sürekli turnuva oynamanızı sağlıyor. Bu tabi ki ekstra masraf demek. Şu an 40 numarayım. Cardiff’e gittiğimden beri çok fazla turnuva oynamak istemedim çünkü oradaki fizyoterapi, masaj, antrenman programı vb. şeyleri en iyi şekilde değerlendirmek istedim. Paralimpik oyunlara katılabilmek için 7 Haziran 2020’ye kadar turnuvalara gitmem lazım. Bizim son 1 yıldaki puanlarımız sayılıyor. Yani 7 Haziran 2019 ve 7 Haziran 2020 arasında kazandığımız puanlar önemli. O yüzden şu an turnuvalara gitmeye başlıyorum. Stratejik ilerlemeniz de gerekiyor. Daha önce de gidebilirdim ama o puanlarım silinecekti, bir işime yaramayacaktı. Ayrıca bu 1 yıllık süreçte kaç turnuvaya giderseniz gidin en fazla puan aldığınız 8 turnuva sayılıyor sadece. O yüzden doğru seçmek, en iyi puanları toplayıp dönmek gerek. Benim şu an ilk hedefim Güney Afrika. 1 hafta sonrasında İsviçre’de bir turnuvam olacak. Bu iki turnuva benim için önemli. Bunlarda istediğim nokta atışlarını yapabilirsem eğer üzerimdeki yük hafiflemiş olacak. Sonrasında da Temmuz ayında İtalya’da 2 turnuva oynayacağım. Birazcık yorucu olacak ama inşallah iyi bir stratejik planlamayla başarabileceğimizi umuyorum. Peki sizce bu bahsettiğiniz sistem sporcular için adil mi? Yoksa farklı mı olması gerekli? Eğer tenisin adaletinden bahsedeceksek bu konu bitmez. Mesela masa tenisinde engel derecesine göre bir sürü kategori var. Belini hissetmeyen bir kişi belini hissedene karşı oynayamaz.Çünkü bel


gerçekten önemli. Bizim en çok istediğimiz şey bizde de engel derecesine göre kategori açılmasıydı. Eğer o açılmış olsaydı ben paralimpik oyunlarda en kötü ihtimalle gümüş madalya ile dönmüş olacaktım. Çünkü benim gibi olup oraya giden sadece 2 kişiydik. Ama maalesef öyle bir şey yok. O yüzden biz de elimizdeki avantajları en iyi şekilde kullanmaya çalışıyoruz. Mesela ben oyun planı kurarken aklımı daha iyi kullanmaya çalışıyorum. Tam anlamıyla tenisteki sistem adil diyemem ama o 8 turnuvanın sınırlamasını da şunun için yapıyorlar. Belki Afrika’da bir sporcu var ve Avrupa’ya gitmesi gerektiğinde kıta değiştirmesi çok masraflı olduğu için gidemeyecek. O yüzden en azından onun kıtasında düzenlenen turnuvalar onun için avantaj. Sadece paraya yönelik bir sistem olsaydı bu sefer Avrupa’daki sporcular her yere giderdi ve daha fazla puan toplarlardı. O yüzden herkese avantaj sağlanmaya çalışıyor ama hala kategori anlamında yapılan hiçbir şey yok. Ülkemizde paralimpik sporlara yeterince önem verildiğini düşünüyor musunuz? Çünkü biz geçen ay 1907 Fenerbahçe Engelli Yıldızlar Basketbol Takımı ile röportaj yaptığımızda onlar bu konudan çok şikayetçi oldu. Ulaşımda, salon bulmada çok zorluk çektiklerini söylediler. Siz ne söylemek istersiniz? Bu konularda Türkiye’deki en şanslı branş basketbol diyebilirim. Ama onlarda da çok fazla takım olduğu için sponsor bulma konusunda sıkıntı yaşıyor olabilirler. Ama mesela benim 1 yıllık bütçem 3 tane okçunun 1 yıllık bütçesine bedel. Teniste gerçekten sponsor bulmak zor. Az önce dediniz ya başlarda nasıldı diye… Ben 6 yıl boyunca haftada 3 saat antrenörümle antrenman yaptım geri kalan zamanda da duvarla antrenman yaptım. Mesela bir yıl vardı ben o yıl boyunca sadece duvarla antrenman yaptım. Federer’e ‘Sen Federer olacaksın, belki olacaksın. Geç duvarla antrenman yap’ deseniz o da düşünürdü herhalde… Kimse duvarla antrenman yapmak istemez. Teniste maddi bütçeniz yeterli değilse tam anlamıyla istediğiniz yere ulaşamıyorsunuz. Ama şu an özellikle sosyal medyada ve basında daha çok yer alabildiğimiz için her geçen gün artan bir ilgi var. Daha iyi olmalı mı? Evet daha iyisi de olmalı. Çünkü benim inancıma göre Türkiye bu sporda başarısız bir ülke değil. Yeteneksiz sporcuları da yok. Bizim sadece sistem sorunumuz var. Tam anlamıyla bir spor politikası uygulamıyoruz. Bizde daha çok sporcular bir yere gelebildiğinde destek bulabiliyorlar, bir yere gelebilmek için değil… En büyük sıkıntımız bu olabilir. Medyanın paralimpik sporlara yeteri kadar yer verdiğini düşünüyor musunuz? Özellikle yayın anlamında. Çok fazla madalya kazanmışsınız vs. diyorsunuz ya hani. Ben yerel medyanın çok dışına çıkamamıştım aslında. O sıkıntıyı en çok yaşayan sporculardan birisi oldum. Ne zaman ki paralimpik oyunlara gideceğim kesinleşti o zaman basında çok fazla yer aldım. Ama benim noterde yaşadığım bir sıkıntıyla ilgili bir olay vardı. Cardiff Metropolitan Üniversitesi’nde tanıştığım Türkler beni ‘Noter Kız’ olarak biliyorlar. Paralimpik oyunlarına katılan ilk Türk kadın tenişçi

olarak değil...Buradan aslında anlaşılabiliyor durum… Bir gün basında daha fazla yer alacağımıza inanıyorum. Ege Üniversitesi Spor Yöneticiliği bölümü mezunusunuz sanırım. Şu anda da Cardiff Metropolitano Üniversitesi’nde Spor Yöneticiliği ve Liderlik alanında master yapıyorsunuz. Spor Yöneticiliği ve Liderlik hakkında ne düşünüyorsunuz? Çünkü Spor Yöneticiliği ülkemizde çok tartışılan bir kavram. Aslında Aydın Adnan Menderes Üniversitesi mezunuyum ama oraya gidip gelmem zor olduğu için oradaki derslerimi özel öğrenci statüsünde Ege Üniversitesi’nde aldım. Ben sporun içinden geldiğim için sporcuların ne tür sıkıntılarla karşılaşabileceklerini biliyorum. Bu bölümü okumamın sebebi de aslında benim gibi (Benim gibi derken paralimpik olarak değil. Olimpik sporcu da olabilir ya da olimpik bir sporcu olmak da isteyebilir bu kişi, sağlıklı sporculardan bahsediyorum) maddi yönde, destek anlamında sıkıntılar yaşayan sporcuların önünü açabilmek ve bu sistemde düzeltebileceğim bir şey varsa onu düzeltip sporculara yardımcı olabilmek için bu bölümü okuyorum. Zor tabi ki… Hayallerim akademik yönde de yüksek, ulaşabilir miyim bilmiyorum ama bir gün illa ki sporu bırakacağım ve sporu bıraktığımda da faydalı olmaya devam etmek istiyorum. Çok geniş bir alan aslında yapılabilecek çok şey var ama bu konuda yeterli olduğumuzu düşünmüyorum. Mourinho’nun bir lafı vardı ‘Jokey olmak için önce at olmaya gerek yok’ gibi bir şeydi. Ama en azından spor alanında da bir tecrübeye sahip olmak gerekiyor illa ki. Spor yöneticisi olan kişi geçmişinde oyuncu olamayabilir ama gerekli tecrübeleri edinmiş olması gerekiyor bence. Hayallerimden birisi de ülkemde spor adına yönetimde de bir şeyler yapabilmek. Sosyal Medyayı aktif kullanan bir sporcu olarak sosyal medya konusunda ne düşünüyorsunuz? Özellikle sporcular özelinde. Çünkü özellikle Türkiye’de bazı sporcular sosyal medyaya olumsuz bakıyorlar, uzak duruyorlar. DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

43


Ülkemizde engellilere verilen değer ve gösterilen saygı konusunda neler söylemek istersiniz? Bu konuyla ilgili sitemkar bir paylaşımınız da olmuştu sosyal medyada. (Görsel yukarıda yer alıyor) İngiltere’ye gitmemin en büyük sebeplerinden birisi tek başıma yaşayabilme isteğimdi. Ben bunu İngiliz sporcuların başarabildiğini bildiğim için orada yaşamak, görmek istedim. İngiltere’de taksinin içerisinde bile rampa var, böyle bir hayatları var. Oraya gittiğimde kendimi engelli gibi hissetmiyorum, her şeyi tek başıma yapabiliyorum orada. İngiltere’den Türkiye’ye döndüğümde ilk gün yaşadığım bu görseldeki olayla şok oldum. Rampanın orada arabasını çeksin diye beyefendinin gözünün içine bakarak bekliyorum, yüzüme bakarak devam ediyor. Küçük bir tebessüm, kusura bakmayın, bu bile yeterli artık. Belki acil bir işi vardı, düşünememiş olabilir ama küçük bir tebessüm bile yeterli olabilirdi. Gözüme bakmaya devam edince ‘Böyle devam edin biz çıkamayalım sorun değil’ dedim, tamam dedi gülümsedi ve binip gitti. Bu çok üzücü bir şey aslında. Benim için değil o kişi çok üzücü… İngiltere’de bugüne kadar sadece 1 kez benzer bir olay yaşadım onda da genç bir çocuk gelip onu çıkartıp benim geçmemi sağladı. İngilizlerin bunu yapabilmesi ırklarından dolayı değil orada yaşayan insanların sahip olduğu sistemden dolayı bence. Orada herkes İngiliz de değil. Pakistan’dan, Afganistan’dan, Bangladeş’ten çeşitli ülkelerden insanlar var ama insanlar bu sistemi kabullenmiş. Umarım burada da olur.

Benim tek görevim sporumu yapıp kenara çekilmek olmamalı. Ben sosyal medyanın şu ana kadar hiçbir dezavantajını görmedim. Hiç linç de yemedim. Ama ben doğru amaçlar için kullanmaya çalışıyorum. Bu yönde kullanıldığı sürece çok büyük ve çok güzel bir alan aslında. Paralimpik sporcular sosyal medyada çok aktif değildi ama artık paralimpik sporcular da daha fazla kullanmaya başladılar. Sosyal medya çok güzel bir yer bence. Bir olayı duyurabilmenin en kolay yolu. Özellikle Twitter… Ben daha çok Twitter kullanıyorum zaten. Ben eğer twitter kullanmasaydım, basında, gazetelerde çıktığım haberler yeterli olmayacaktı duyulmam açısından. Şu an mesela THY sponsorluğunu alabilmemin en büyük destekçilerinden birisi Galatasaray. Ben Galatasaraylıyım. Galatasaray resmi hesabının bir tweeti vardı ‘Siz Büşra’ya sponsor olun biz mutluluktan uçalım’ diye. Çok güzel bir şey… Evet ben Galatasaraylıyım ve Galatasaray taraftarlarına bir yakınlığım var ama bu tarz şeyleri Beşiktaşlılar da Fenerbahçeliler de yapıyor. Bu yönde kullanıldığı sürece bence çok güzel. Daha fazla kullanılması gerektiğini ama doğru bir şekilde kullanılması gerektiğini düşünüyorum.

44 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

45


1976 Montreal Olimpiyat Oyunları’nda tarihin en unutulmaz performanslarından birini sunan Nadia Comaneci’nin hikayesi...

46 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

Montreal 1976’da Olimpiyat sahnesine ilk kez çıkan 14 yaşındaki Nadia Comaneci, oyunlarda 10 tam puan almayı başaran ilk jimnastikçi olarak adını tarihe altın harflerle yazdırdı. Dünya çapında büyük bir üne kavuşan Comaneci, jimnastik sporunun da altın çağını başlatan isim oldu. Montreal’deki oyunlar başlamadan kısa süre önce, Olimpik sporların süre ve derecelendirmesini tutan İsviçreli Omega firması, IOC’ye yeni bir düzenleme fikriyle gelmişti. Bu, skorboardların 9.50, 9.85 gibi üç basamaklı mevcut düzende değil, dört haneli düzene uygun şekilde tasarlanması fikriydi. Ancak IOC, 10.00’lık tam puanın alınmasının imkânsız olduğunu belirtince skorboardlar üç haneli olarak tasarlandı. Gelin görün ki Montreal’daki oyunların ikinci gününde kimsenin beklemediği bir olay gerçekleşti. Nadia Comaneci adında 14 yaşındaki bir Rumen kız ortaya çıkıyor ve sergilediği performansla herkesi hayret içinde bırakıyordu. Asimetrik paraleldeki hareketleri tek kelimeyle kusursuzdu. 10 tam puanı sonuna kadar hak etmişti. Hakemler de aynı fikirdeydi. Ancak ortada tek bir sorun vardı; o da skorbordun bu puanı göstermeye elverişli olmayışıydı. Hakemlerden biri, Omega yöneticisi Daniel Baumat’a yaklaştı ve ne yapmaları gerektiğini sordu. Baumat puanı 10.00 olarak göstermenin mümkün olmadığını ancak 1.00 ve .100 olarak gösterebileceklerini ifade etti. Bunun üzerine hakemler 10 tam puanı skorboarda 1.00 olarak yansıttılar. İşte tarihi bir performansın skorboarda yansıması böyle tuhaf bir biçimde gerçekleşiyordu. Aslında IOC, 10 tam puana ulaşmanın imkânsız olduğunu düşünmekte pek haksız sayılmazdı. Çünkü daha önce Olimpiyatlarda yarışan hiç bir jimnastikçi buna ulaşamamıştı. Ta ki 1.50 boyunda, 39 kilo ağırlığındaki kız sahneye çıkıncaya kadar... 14 yaşındaki Rumen daha önce kimsenin başaramadığını başarıyor. 10 tam puana Montreal’da tam yedi kez ulaşarak tarihi baştan yazıyordu. Böylece bir önceki Olimpiyat Oyunları’nda Rus Olga Korbut’un performansıyla üstündeki ölü toprağını atan Jimnastik sporu, Comaneci’nin sayesinde spot ışıklarını hepten üstüne çekiyor ve bir efsaneyi spor dünyasına hediye ediyordu. Comaneci Montreal’de yedi tam puanın dördünü asimetrik paralelde, diğer üçünü ise büyük yetenek ve konsantrasyon gerektiren, sporcuların ters parendeler attıkları, kendi etraflarında döndükleri, yalnızca 10 cm genişliğindeki denge aletinde alıyordu. Asimetrik paralel ve denge aletindeki performanslarıyla üç altın madalyayı boynuna asan sporcu, takım ile bir gümüş, yer hareketlerindeki performansıyla da bronz madalya alarak, toplamda beş madalya ile oyunları tamamlıyordu. Kusursuz performanslara imza atan 14 yaşındaki kızın buz gibi duruşu ise izleyenleri şaşkınlık içinde bırakmıştı. Onun bu derece sakin ve ruhsuz görünmesinin elbette nedenleri vardı...


1961’de Karpat dağlarındaki Onesti adında küçük bir kasabada otomobil tamircisi Gheorghe ve fabrika işçisi Stefania-Alexandrina’nın kızı olarak dünyaya gelen Nadia, henüz altı yaşında jimnastikçi olmaya aday görülen çocukları yetiştiren yatılı bir okula verilmişti. Bu okul eski bir boks şampiyonu olan Karolyi ve eşi tarafından idare ediliyordu. Sonradan tarihteki en başarılı jimnastik antrenörlerinden biri olarak anılacak olan Karolyi, Comaneci’nin yanı sıra 1981’de sığındığı Amerika’da da pek çok şampiyon sporcu yetiştirdi. Yenidünyada Mary Lou Retton, Kim Zmeskal gibi şampiyonlara antrenörlük yapan Karolyi’nin bazı yöntemleri ile sporculara davranış biçimi oldukça tartışmalı bulunuyor. Çalıştırdığı pek çok isim onu kötü anılarla hatırlıyor. Karolyi’nin yönettiği yatılı okula 12 yaşındayken giren Emelia Eberle, hata yaptıkları zaman antrenörlerinin kendilerine acımasızca davrandığını ve vurmaktan hiç çekinmediğini anlatıyor. Bir başka jimnastikçi Rodica Dunca ise okulun cezaevinden farklı olmadığını dile getiriyor. Comaneci’ye o günler hatırlatıldığında, rejimin kendilerinden çok şey beklediğini ve hayatın o dönemde herkes için çok zor olduğunu söylüyor. İlk uluslararası yarışmasına yalnızca 13 yaşındayken Wembley stadyumunda çıkan Comaneci baskıyla baş etmeyi başarabilen sporculardan biri oldu. İlk uluslararası deneyiminden yalnızca bir ay sonra, Avrupa Şampiyona sında dört altın ve bir gümüş madalya kazandı. Ve kısa süre sonra da bir efsaneye dönüştüğü Montreal Olimpiyatları’na katıldı. Comaneci, her ne kadar 1984’e kadar sporü sürdürse de, hiç bir zaman 76 Montreal’daki performansına yaklaşamadı. 1977’de, yıldızının parladığı olimpiyat’tan bir yıl sonra İngiliz Guardian gazetesine verdiği röportajda, jimnastiğe artık keyifli bir gösteri olarak değil formalite icabı yapılan angarya bir iş gözüyle baktığını itiraf etmişti. Ancak yine de katıldığı yarışmalarda madalyaları toplamaya devam etti. 1978’de Strasbourg’da bir altın ve bir gümüş madalya kazandığı Dünya Şampiyonası sonrası bir kez daha jimnastiğe doyduğunu söylüyordu. 1980 yılında Moskova Olimpiyatları gelip çattığında ise dünya dört yıl önce hayranlıkla izlediği küçük kızın genç bir kadına dönüştüğüne şahit oldu. Ancak ilk olimpiyatında kusursuz performansına hakkını veren hakemler bu kez anormal kararlara imza atıyorlardı. Denge aletindeki performansı kusursuz olmasa da alacağı bir 9.95’lik puan, altın madalyayı kazanması için yeterli olacaktı. Ama hakemlerin değerlendirmesi uzadıkça uzadı, yarım saatten uzun sürdü. Ve Comaneci’nin performansı ancak 9.85 puana layık bulundu. Rumen sporcu bu tartışmalı kararla gümüş madalyaya razı olurken, altın madalya Rus Alena Davydova’ya gitti. Moskova’da diğer yarışmalarla beraber iki altın ve iki gümüş madalya kazansa da Comaneci bir daha burada yarışmadı. Öyle ki bir sonraki sene düzenlenen Dünya Şampiyonasında formda ve takımla birlikte Rusya’ya seyahat etmiş olmasına rağmen yarışmayı reddetti. Dünya çapında şöhretli ve sevilen bir sporcu olan Comaneci’nin, Çavuşesku rejiminin baskısı altında özgürlüğü oldukça kısıtlıydı. Romanya hükümeti onun bu şöhretini paraya çevirmekten hiç geri kalmadı. Comaneci’nin başrolünü üstlendiği Amerika’daki gösteri turundan hükümete 250,000 dolar kalırken, gösterinin yegâne yıldızının payına düşen yalnızca 1000 dolar oluyordu. Rumen sporcu, 1989’da rejimin düşmesinden yalnızca bir kaç hafta önce, çamurlu ve engebeli bir yolda altı saatten fazla yürüyerek sınırdan önce Macaristan’a, sonra da Avusturya’ya geçti. Ve buradan atladığı uçakla ona sığınma hakkı verecek olan Amerika’ya uçtu. Bugün 50 yaşında olan Comaneci, Amerika’nın Oklahoma eyaletinde eşi Bart Conner ile yaşıyor. Connor da 1984 Olimpiyat Oyunları’nda Amerika’ya jimnastikte iki altın madalya kazandırmış bir sporcu. Şimdi birlikte bir jimnastik akademisini işletiyorlar. IOC kurallarına göre bugün artık 14 yaşında bir sporcunun Olimpiyatlarda yarışması mümkün değil. Puanlama sisteminde yapılan değişiklerden sonra 10 tam puan almanın mümkün olmadığı gibi... Montreal 1976’da Nadia Comaneci’nin 14 yaşında gösterdiği eşsiz performans ise tarihteki yegâne yerini hep koruyacak. (Kaynak: The Guardian’ın “Unutulmaz Olimpiyat Anları” yazı dizisi)

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

47


48 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


Eminim siz de benim gibi mahalleden, sokaktan, okuldan en yakın arkadaşınızla ‘’-ulan acaba şu ülkeye gitsek milli takımında oynayabilir miyiz?’’ diye düşünmüşsünüzdür. Şahsen ben ve arkadaşlarım bu ve buna benzer birçok ülkeye dair hayallere dalmıştık. İşte Paul Watson ve Matt Condrad bu hayalleri sadece diyalog aşamasında bırakmamış bizzat uygulamış iki İngiliz arkadaş olarak bu kitapta karşımıza çıkıyor. Evet yanlış duymadınız İngiltere’de Bristol City takımı taraftarı olan Paul Watson, Euro 2008 elemeleri sırasında Andorra-Rusya maçı sonrası arkadaşı ile birlikte ‘Acaba dünyanın en zayıf milli takımında futbol oynayabilir miyiz’ sorusu üzerine dünyanın en zayıf milli takımını araştırmaya başlarlar ve Pohnpei’yi bulurlar. Pohnpei’nin kazandığı herhangi bir kayıtlı maç yok ve Dünya’nın en zayıf ve futbola uzak milli takımı. Futbola uzaklığı kadar coğrafi olarak da çok uzak bir ada ülkesi burası. Tam olarak Avustralya’nın binlerce kilometre kuzeyinde toplam 607 ada ve adacıktan oluşan Mikronezya Federal Devletlerine bağlı küçük bir ada ülkesi. Fakat adalar arasında en kalabalık ülkelerden biri olduğunu belirtmeliyiz.

Kitaba dönecek olursak; kahramanlarımız futbol oynama hedefi ile geldikleri adada çeşitli prosedürlere takılınca futbolcu olma hayalleri suya düşüyor fakat pes etmeyip antrenör olmayı deniyorlar ve başarıyorlar da. Kitap tüm bu süreçleri ve devamında takım ile girişilen macerayı anlatıyor. Konusundan da anlaşılacağı üzere bu eğlenceli kitap her sporseverin okuması gereken eğlence dolu, spor dolu bir spor kitabı. Okumaya başlayınca bir çırpıda bitirebileceğiniz bu kitap 2014 yılında Domingo Yayınları’ndan yayınlanmış olmasına rağmen çok fazla bilinirliğe sahip değil. Fakat halen piyasada kolayca ulaşabileceğiniz bir eser olduğunu belirtmeyelim. Uzun lafın kısası topu şişirmeyelim; AYAĞA OYNA POHNPEİ! İyi okumalar...

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

49


50 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


Bir olimpiyat şampiyonluğunun unutulmaz hikayesi olan bu film tamamen gerçek bir hikayeden esinlenerek beyaz perdeye aktarılmış.2013 yılında vizyona giren bu Fransız yapımı 1988 Seoul Olimpiyatlarında şampiyon olan Jappeloup isimli at ve onun binicisi Pierre Durand’ın azim dolu hikayesini bizlere anlatıyor. İzleyenleri gerçekten derinden etkileyecek bir film olduğunu düşünüyorum çünkü hem atın hem de binicisinin hayat hikayeleri gerçekten çok farklı bir şekilde gelişiyor ve kesişiyor.Kısa bir özet yapmak gerekirse; Jappeloup herkesin zayıf,hırçın ve atçılık tabiri ile sağlam bir orijine sahip olmayan 1.58cm boyunda bir at.Jappeloup 4 yaşına kadar bir başarı elde etmez o yıl ünlü binici Pierre Durand’a önerilir fakat atın boyunu gören Durand ata binmeyi bile düşünmeden teklifi reddeder.Fakat reddettiği Jappeloup bir yarış esnasında atlama tekniği ile onu çok etkiler.Daha sonra ki senelerde Pierre Durand,Jappeloup’a binmeye karar verir ve hikaye yeni bir yöne doğru evrilmeye başlar. 1984 Los Angeles Olimpiyatlarında Jappeloup’un engel önünde yaşadığı talihsizlik ve hırçınlık sonucu turnuva hayal kırıklığı ile sonuçlanır. Fakat Durand, Jappeloup’a olan inancını yitirmez ve 1988 Seoul Olimpiyatlarında altın madalyaya kadar uzanacak bir serüvene imza atar

Film içerisinde ve sonunda gerçek görüntülere yer verilerek filmin ve hikayenin tamamen içerisine gireceğinizin garantisini de veriyoruz. Film sonrası eminim sizler de bu başarılı atın hayatını incelemek isteyeceksiniz çünkü son ana kadar sizi içinde tutmayı başaran bir spor biyografisi ile karşı karşıya kalacaksınız. Filmin vizyona girerken ki sloganı olan ‘Bazı tanışmalar efsane yaratır’ sözü de filmin sonunda aklınız da daha iyi yer edeceğine eminim.

https://www.youtube.com/watch?v=bJ5G49bYMT0

Yarışın Gerçek Videosu...

‘Jappeloup’ tüm zamanların en başarılı engel atlama atı olarak biliniyor. Emekliye ayrıldığı 1991 yılında Jappeloup için Eyfel Kulesinin altında çok özel bir tören düzenlenmişti.Ancak bu törenden 3 yıl sonra geçirdiği bir kalp krizi sonucunda hayatını kaybetmiştir.Bu efsane atın heykeli günümüzde Lozan Olimpiyat Müzesi’nde sergilenmeye devam etmektedir. DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

51


Kömür ? Belki gerçek anlamda kömür diyebiliriz ancak bir futbol dergisinde elbette bu konulara değinmeyeceğiz. Genel olarak muazzam yeteneklerin yetiştiği, dışarıdan gelenlerin harmanlandığı, artık çoğu kulubün gözü üzerinde olan bir lig; Fransa Ligue 2. Fransa’nın da en değerli madenlerinden biri olma yolunda ilerliyor belki de. Arsenal bu değerli madeni keşfetmiş olacak ki geçen transfer döneminden hatırladığımız gibi Mattéo Guendouzi, Ligue 2 ekibi Lorient’ten 8 milyon € karşılığında transfer edilmişti. Markette ligin en yüksek piyasa değerine sahip olan Alexis Claude-Maurice’te aynı şekilde büyük bir transfer yapacak gibi gözüküyor.

52 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

Avrupa kulüplerinin birkaç senedir ciddi takip ettiği Ligue 2’ye Süper Lig kulüpleri de yavaş yavaş yönelmiş durumda. Son olarak Ligue 2 ekibi Troyes’ten Mamadou Samassa, Sivasspor’a transfer oldu. Ligue 2 kulüpleri ise transfer hakkını genelde oyuncu kiralamak ve bedelsiz oyuncuları transfer etmekten yana kullanıyor. Trabzonspor’a transfer olan Yusuf Sarı’da geçen sezon Ligue 2 ekibi Clermont Foot’da kiralık olarak sezonu geçirmişti. Bu bağlamda ligin genel transfer politikası olabildiğince az harcama ve altyapıdan oyuncu yetiştiriciliği. Avrupa’nın önde gelen liglerinden sonra tahtaya ilk yazılan Fransa Ligue 2 daha çok oyuncu satışı yapacaktır. Bu değerli pazarda söz sahibi olmak kulüplerimizin elinde.


Biri Peru’da bir şehir,diğeri Çanakkale’nin ilçesi. Birinin kıyısı Büyük Okyanus’a, diğeri Çanakkale merkeze 1,5 saat. Belki gitmeye kalkarsanız, bugüne kadar gitmeyi denemiş bir adet insan evladı olmasa bile, yine belki, sadece belki 1,5 günde 4 aktarma ile ulaşabilirsiniz. Peki bu hattın benim için “İnce Kırmızı Hat” olmasını sağlayan unsur neydi? Tabii ki futbol!

Tarih: 29 Eylül 2005. Saatler: 19.00(Peru Yerel Saati) 00.00(UTC) 03.00(TSİ) Stadyum: Estadio Mansiche Seyirci: 19.000 Baş Hakem: Franck De Bleeckere

Biga’da Dedeoğlu Apartmanı’nın birinci katındaki dairede, salonda yankılanan melodiye anlam veremiyorum. O saatte uyanmak, saat kurmak çok da akıllıca değil. Neler olduğunun idrakına varmaya başladığımda 17 Yaş Altı Milli Takımımız’ın Brezilya ile oynayacağı U-17 Dünya Şampiyonası maçı olduğunu hatırlıyorum. İstanbul’a kafa izni için gittiğimde, babamla, bir gece vakti izlemiştim bizim çocukları ilk kez. Grup müsabakasıydı. Oldukça övülen Meksika karşısında - ki Meksika turnuvada şampiyon olacaktı - 1-0 geriye düşseler de, maçın son dakikasına kadar ayağa pas oyunundan vazgeçmeyen, soğukkanlı ve birbirini tanıyan bir takım olduğumuza kanaat getirmiştik. Nitekim ilk yarıda 1-1’i, 90+1’de de Caner Erkin’in kafa golüyle 2-1’i bulmuştuk ve grubu 3’te 3’le lider tamamlamıştık. “Bu takım izlenir, keyif veriyor.” düşüncesiyle kurmuştum saati 03.00’a Biga’da...

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

53


Goller 1’ CELSO (BRA) (1-0) 26’ ANDERSON (BRA) (2-0) 32’ MARCELO (BRA) (3-0) 47’ ERKIN Caner (TUR) (3-1) 70’ KOSE Tevfik (TUR) (3-2) 76’ SAHIN Nuri (TUR) (3-3) 90’ IGOR (BRA) (4-3) BREZİLYA [1] FELIPE (Kaleci) [2] LEYRIELTON [4] SAMUEL [5] ROBERTO [6] MARCELO [7] DENILSON (C) [8] ANDERSON [9] IGOR (-94) [10] RAMON (-73) [14] SIMOES [19] CELSO (-93) Yedekler [12] LUIZ CARLOS (Kaleci) [15] JOAO (GK) [3] SIDNEI [11] MEZENGA [13] VINICIUS (+94) [16] MAURICIO (+73) [17] TACIO (+93) [18] RENATO [20] JOSE CLAUDIO T.Direktör RODRIGUES Nelson (BRA) TÜRKİYE [1] BABACAN Volkan (Kaleci) [2] YILMAZ Mehmet [3] BIKMAZ Ferhat [4] FERIN Erkan (C) [5] KESCI Serdar [6] KARADAS Harun (-46) [7] YILMAZ Deniz [8] ERKIN Caner [9] KOSE Tevfik [10] SAHIN Nuri [14] YILMAZ Aydin (-46) Yedekler [12] KIVRAK Onur (Kaleci) [20] BIRNICAN Eray (Kaleci) [11] OZCAN Ozgurcan (+46) [13] BALAK Emre [15] TASDEMIR Anil [16] BERISHA Ergun [17] COBAN Cengiz [18] DURUER Murat (+46) [19] DEMIR Aykut T.Direktör AVCI Abdullah (TUR) 54 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

Plastik taburenin üzerinde yer alan 37 ekran tüplü televizyonumu açıyorum. Yüzümü yıkamaya gidiyorum. Salona geri döndüğümde o da ne! 14. saniye, gol Celso. Brezilya 1-0 önde. Bizimkilerin basireti bağlanmış gibi adeta. Brezilya üstün. Daha sonra Manchester United’a transfer olacak, ancak sakatlıkların etkisiyle de bekleneni veremeyecek olan ve geçtiğimiz sezonu Adana Demirspor’da geçiren Anderson’un 26.dakikadaki golüyle skor 2-0 oluyor, 32’de ise, sonraki yıllarda Real Madrid’in sol bekine demir atacak olan Marcelo ile 3-0 öne geçiyor Brezilya. İlk yarıdaki şok bununla da bitmiyor. Takım kaptanımız Erkan Ferin 45+1’de ikinci sarıdan atılıyor ve 10 kişi ile 3-0 yenik giriyoruz soyunma odasına. Dişimi fırçalarken hüzünleniyor, hayıflanıyorum maçın gidişatına, aklımda ise tek şey var, vurup kafayı yatmak. Ancak izlediğim hiçbir maçı yarım bırakmadığımdan mıdır bilmiyorum, o maçı da o saatte bırakmadım, bırakamadım. Ekran başındayım, umudum yok, derken o da ne! Dakika 47, gol Caner. 3-1. Çocuklar canavar kesildi. Herkes iki kişilik oynuyor. Tutunuyorlar birbirlerine, tırmalıyorlar, tırnaklarıyla kazıyorlar. 70. dakika, gol Tevfik Köse. 3-2. Yine de çok heyecanlanmamak lazım. 10 kişiyiz, çocuklar geberdi. Mikrofonda Güntekin Onay vardı ve dakikalar 76’yı gösterdiğinde şuna benzer bir anlatım yaptığını hatırlıyorum: Nuri, müthiş bir çalım, ortası içeri-kısa bir an duraklar- kaleye doğru... Gooooool!!! Öyle ki gerçekten sol çaprazdan, ceza sahası dışında topu alır almaz harika bir bacak arası atar ve hemen ardndan orta-şut karışımı bir top atar kaleye doğru Nuri Şahin. Sol ayağıyla topa vururken sağ eli sol omzuna doğru gider ve öne çıkmış olan kaleci Felipe’yi öyle bir avlar ki skoru 3-3’e getirir. Ben Türkiye saati ile yaklaşık 04.30 sularında ölüm sessizliğine bürünmüş olan Biga’yı ayağa kaldıracak şekilde “gol bee!” diye müthiş bir çığlık attığımı hatırlıyorum. Tıpkı bu yazıyı yazarken olduğu gibi, o gün de tüylerimin diken diken olduğunu hatırlıyorum. Bunun, “Sevemedim Kara Gözlüm” repliğiyle karşılığı şuydu: “Futbol neydi? Futbol emekti.” Gençlerimiz terlerinin son damlasına kadar savaşarak, Brezilya gibi bir yetenekler topluluğuna, 3-0’dan 10 kişiyle geri gelmiş, skoru 3-3’e getirmişti. İmkansızı başarmıştı. Emek koydular sahaya. Futbol bunu gerektirirdi. Çalışmak, çabalamak, mücadele etmek, asla vazgeçmemek. Biz spor izleyicileri de emek koyuyorduk aslında. O saatte kalkmak, 17 Yaş Altı maçını izlemek için uykusuz kalmak. Bunlar herkesin yapacağı şeyler değildi. Kimse de yapmamıştır zaten. Çok az sayıda kişi o maçı canlı takip etmiştir. Gelgelelim mevzu spor ise ve tutkulu yaşayabilirseniz aşkınızı, o zaman keyif alıyorsunuz ilişkiden. Statta yer alan Trujillo sakinleri geri dönüşümüz karşısında hiç de sakin kalmamışlardı elbette. Millilerimize destekleri muazzamdı. Son golümüze kendi ülkeleri gol atmış kadar sevindiler. Sonrasında 90.dakikada yedik golü. Igor attı. 4-3, Brezilya. Hüzün vardı, ama gurur barındırıyordu. Kabullenmek kolay değildi. Bu yüzden 90+2’de Serdar Keşçi, 90+4’te de Özgürcan Özcan atıldı. 8 kişi tamamladık ve kaybettik maçı. Fakat futbola biraz olsun ilgi duyan insanlar olarak, yenilmiş olsak da unutulmaz bir gece - ya da sabaha karşı- yaşadık. Maç bittiğinde, dramatik şekilde elenmemize üzülürken, ekrana yansıyan görüntülerle kendi hüznümün hiçbir şeye eşdeğer olduğunu anladım. Futbolcularımız şakır şakır ağlıyorlardı. Böylesi bir maçı kaybetmek, genç yaşlarının da etkisiyle gözyaşlarına dönüşüyor, sahada inanılmaz bir duygu patlaması yaşanıyordu. Bugün seversiniz, sevmezsiniz ama o gün 17 yaşında olan Caner Erkin’in katıla katıla ağladığı sahneyi ben ömrüm boyunca unutamam. Ve bu yüzdendir ki sporun heyecanından ve sunduklarından asla vazgeçemem.


DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

55


Başarılı Fransa kariyerinde özellikle Marsilya forması ile adını tüm Dünya’ya duyuran Fransız forvet, 2015 yılında 29 yaşına geldiğinde kariyeri adına önemli bir karar verip Meksika Ligi’ne transfer olmuştu. 4 sezondur Meksika’nın Tigres ekibinde forma giyen Gignac, istikrarlı performansını Kıtada çeşitli kupalar ile de taçlandırınca bir Tigres efsanesi olma yolunda ilerlemeye başladı.

Vélez altyapısında yetişen oyuncu henüz 20 yaşında iken yurtdışı kariyerine Arap Yarımada’sında başlamıştı. 15 Milyon Euro bonservis bedeli ile Al Saad’ın yolunu tutan Mauro, ardından gelen yıllarda İtalya’da adını duyurmuştu. Lazio ve Inter forması ile gösterdiği performans ile dönemin en popüler Arjantinli oyuncuları arasına girmişti. Zárate 2013’te yeniden Vélez’e dönse de Arjantin macerası kısa sürmüş, yeni bir İngiltere ve İtalya kariyeri inşa etmişti kendisine. Arjantin’e son ve temelli dönüşü 2018’de oldu Mauro’nun. Evine, Vélez’e döndü… Burada gösterdiği performans ile Boca Juniors’un dikkatini çekti ve Vélez taraftarının büyük tepkileri eşliğinde Boca Juniors’a transfer oldu. Zárate şu anda 32 yaşında ve halen Boca Juniors forması giyiyor.

56 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


38 yaşında bir yıldız; Maxi Rodriguez… Newell’s’te başlayan kariyeri, gösterdiği performans ile La Liga ekibi Espanyol’de devam etmişti Maxi’nin. Espanyol, 6 Milyon Euro bedelle transfer ettiği oyuncuyu 3 sezon oynattıktan sonra 5 Milyon Euro bonservis karşılığında Atlético Madrid’e satmıştı. Maxi, Atlético Madrid ve ardından Liverpool ile gösterdiği performans ile tüm futbolseverlerin tanıdığı bir Arjantinli haline gelmişti. Çoğu Güney Amerikalının olduğu gibi Maxi Rodriguez’İn de kariyerinin son yılları kıtada geçiyor. Altyapısından yetiştiği Newell’s’e 2012’de geri dönen yıldız oyuncu, bir dönem Uruguay’ın Peñarol ekibinde de forma giydi. 2019’un başında Newell’s’e tekrar transfer olan Maxi, 38 yaşında ve Arjantin Süper Lig’i ekibinde forma giymeye devam ediyor.

Avrupa kariyerine Milan gibi bir devde başlayan Coloccini, zaman zaman İspanya La Liga ekiplerinde de kiralık olarak forma giymişti. 17 yıllık Avrupa kariyerinde son olarak Newcastle United forması giyen başarılı savunmacı, 2016’dan bu yana Arjantin ekibi San Lorenzo’nun formasını giyiyor. 37 yaşındaki Coloccini, son olarak Arjantin 23 yaş altı milli takımına Maxi Rodriguez ve Mascherano ile birlikte tecrübeli oyuncu olarak davet edildi.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

57


River Plate’de forma giymeye başladığında Arjantin Milli Takımı’nın yeni 10 numarası olacağı ve o döneme damga vuracağı bekleniyordu D’Alessandro’nun. Bu umutlarla geldiği Wolfsburg’ta zaman zaman etkileyici performanslar sergilese de beklenen damgayı vuramadı. Dünya futbolunda 2008 yılında kıtaya geri dönüp San Lorenzo forması giyen ‘’Dale’’ yine aynı yıl Brezilya’nın Internacional kulübüne transfer oldu. Halen Internacional forması giyen D’Alessandro, 38 yaşında ve formunun zirvesinde.

Fred denildiğinde akla Lyon gelir. Avrupa’da Lyon’dan başka bir kulübün formasını giymemiş olan Fred’in adı ülkemiz takımlarıyla da anılmıştı yıllarca. 4 sezonluk Lyon kariyerinin ardından Brezilya’ya dönen Fred, sırasıyla Fluminense, Mineiro ve Cruzeiro formalarını giydi. Fred, şu anda 35 yaşında ve Cruzeiro forması giyiyor.

58 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


Tıpkı D’Alessandro gibi Buonanotte de geleceğin süper starı olarak gösteriliyordu River altyapısından çıktığında. 2011’de 4.5 milyon Euro bedelle Málaga’ya transfer olan Diego, bu yıllarda geçirdiği trafik kazası sonucunda uzun süre yoğun bakımda kaldı. Bu kaza sonrasında tekrar futbol oynayabilmesinin bile çok zor olduğu belirtilen Diego, kariyeri düşüşe geçse de futbol oynamaya devam etti. Avrupa’da en son 2015 yılında AEK forması ile top koşturan Buonanotte, 2016’da Şili ekibi Universidad Católica’ya transfer oldu ve 3 sezondur Católica formasını başarıyla terletiyor.

36 Yaşındaki yıldız, Paraguay’ın yetiştirdiği en önemli santrforlardan. 3 de Febrero takımında başlayan kariyeri, Nacional Asunción’da devam etti ve orada gösterdiği performans onu ülke dışına taşıdı. 2016’de Newell’s forması ile kendisini kanıtlayan golcü, 1 yıl sonra adını dünyaya duyuracağı Benfica’ya transfer oldu. Yıldız oyuncu 7 sene Benfica, 2 sezon Trabzonspor, 1 sezon da Olympiacos forması giydikten sonra ülkesine döndü ve 2017’den beri Paraguay ekibi Libertad forması giyiyor. Yıldız golcü oynanmakta olan Copa América 2019’da da ülkesi Paraguay’ın en önemli gol silahlarından.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

59


Listemizin belki de en ‘’isimsiz’’ oyuncusu Juan Miguel ‘’Juanmi’’ Callejón… İkizi José Callejón ile birlikte Real Madrid altyapısından çıktıklarında oldukça gözdelerdi. José, kariyer basamaklarını sırasıyla Espanyol, Real Madrid ve Napoli’de forma giyerek nasıl çıktıysa Juanmi de o basamaklardan benzer şekilde indi. Real Madrid altyapısından, 1 milyon euro bedelle Mallorca’ya transfer olan Juanmi Callejón, İspanya’da çeşitli takımlarda şansını denedikten sonra önce Yunanistan’ın Levadiakos takımına, oradan da Bolivya’nın Bolivar takımına transfer oldu. Bolivar’da 4 sezon kalan Callejón, 1 sezon Al-Ettifaq forması giydikten sonra tekrar Bolivar’a döndü. Bolivya ekibinde takımın yıldızı konumundaki oyuncu şu anda 32 yaşında.

İngiltere futbolunu yakından takip eden futbolseverlerin hatırlayabileceği bir isim Jean Beausejour. Birmingham City ve Wigan Athletic’te geçirdiği toplam 4 senede başarılı performanslar sergileyen ‘’sol kanat’’ oyuncusu, bu 4 yılın ardından ülkesi Şili’ye döndü. 2014-1016 yılları arasında Colo-Colo’da forma giyen Jean, 2016’dan beri Colo-Colo’nun ezeli rakibi La Universidad de Chile forması giyiyor.

60 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


Uzun Athletic Bilbao kariyerinden dolayı futbolseverlerin İspanyol olduğunu düşündüğü ancak Venezuelalı olan tecrübeli stoper Farnando Amorebieta… Athletic Bilbao altyapısından çıkan ve futbol hayatının önemli kısmını Athletic’te geçiren Amorebieta, bir süre İngiltere’de de forma giydikten sonra Arjantin ligine adım attı. 1.5 sezon Independiente forması giyen 34 yaşındaki Fernando, bir süredir Paraguay ekibi Cerro Porteño forması ile top koşturuyor.

Nelson Váldez denildiğinde akla ilk gelen şey uzun saçları ve Borussia Dortmund. 2001 yılında Werder Bremen forması ile Almanya’ya ayak basan Paraguaylı, 4 sezon oynadığı Dortmund’ta adını tüm futbolseverlere duyurmuştu. Kariyerinin sonlarına doğru 1.5 sezon MLS’te de forma giyen golcü, 2 yıldır Paraguay ekibi Cerro Porteño’nun formasını giyiyor.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

61


Birçok genç futbolsever hatırlamayacaktır belki ama Paolo Guerrero Almanya’daki 3-4 sezonluk kariyeri ile adından sıkça söz ettiriyordu 2000’lerin başında. O zamanlar Bayer Münih’in genç yeteneği olan Guerrero, özel hayatında yaşadığı sorunlar, uyuşturucu bağımlılığı gibi konular yüzünden beklenen noktalara gelemedi ve Avrupa futbolunda uzun yıllar barınamadı. Peru tarihinin en büyük golcülerinden olan Paolo Guerrero, 2018 Dünya Kupası’ndan önce de yasaklı madde kullanımından dolayı ceza almış anca Peru’nun Dünya Kupası grubundaki rakiplerinin kaptanlarının FIFA’dan ettikleri ‘’Guerrero’nun cezası iptal olsun, Guerrero Dünya Kupası’nda oynasın’’ şeklindeki talep kabul görmüş ve Guerrero 2018 Dünya Kupası’nda forma giymişti. Bu olay oyuncunun ülkesinde nasıl bir idol olduğunu, kıtadaki diğer ülkelerde de nasıl saygı gördüğünü kanıtlar nitelikte bir olay. Paolo Guerrero 35 yaşında olmasına rağmen, Brezilya Serie A’da Internacional forması giymeye devam etmekte, aynı zamanda Peru milli takımında 11’deki yerini korumakta.

Santos’tan Porto’ya 2004 yılında transfer olan Diego, dönemin en önemli Brezilyalı genç yeteneklerindendi. 2006’de Werder Bremen’e transfer olduktan sonra ise onu tüm Avrupa tanıdı. 2009’da Juventus’a 27 milyon euro karşılığında transfer olan Diego, bir yıl sonra 15 milyon euro bedelle Bremen’ geri dönmüştü. Daha sonra Avrupa’da Atlético Madrid ve Fenerbahçe formalarını da giyen Ribas, 2016 yılından beri Flamengo’nun formasını giyiyor ve takımının kaptanlığını yapıyor.

62 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


Listemizin en genç isimlerinden Gabigol. 22 Yaşındaki forvet, 2016 yılında Santos’tan Inter’e 29.5 milyon euro bedelle transfer olduğunda kendisinden beklentiler büyüktü. Geçen 3 yılda çeşitli takımlara kiralık olarak gönderilen Gabigol, 2019 yılının başından bu yana Brezilya ekibi Flamengo’nun formasını terletiyor.

3 Yıllık Avrupa kariyerinde sadece Fenerbahçe forması giyen, bu süre zarfında Şampiyonlar Ligi çeyrek finali gören tecrübeli stoper, Fenerbahçe’den ayrıldıktan sonra piyasası da olmasına rağmen ülkesine dönmeye karar verdi. 38 yaşındaki stoper, 2016 yılından beri son Brezilya şampiyonu Palmeiras’ta forma giyiyor.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

63


Avrupa’ya Benfica ile adım atan Ramires, Chelsea formasıyla kaldı herkesin aklında. 22 milyon euro bedelle transfer olduğu Chelsea’de başarılı bir 6 sezon geçiren Ramires, 28 milyon euro bedelle Çin’in yolunu tutmuştu. Ramires, 2019’da 32 yaşına geldiğinde ise ülkesine döndü ve Palmeiras forması giymeye başladı.

Yunanistan’ın Olympiacos kulübü onu 7.5 milyon euro karşılığında transfer etmişti 2008’de. Yunanistan’da 1 sezon bile kalmayan Arjantinli, Porto’nun yolunu tutmuştu. Daha sonra Genoa ve Bursaspor’un da formalarını giyen Belluschi, 3 sezon oynadığı Bursaspor’da adeta efsaneleşti. 2016’dan bu yana San Lorenzo’da forma giyen maestro, şu an 35 yaşında ve ülkede sözü geçen aktif futbolcular arasında.

64 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


Hem İngiltere’de hem İtalya’da müthiş bir kariyer, ardından Çin’de dünyanın en çok kazanan futbolcularından biri olmak, son olarak da başladığı yere dönüş. Birçok genç futbolcunun hayalindeki kariyer planlaması bu. Carlos Tevez, 2004 yılının sonunda çıktığı Boca Juniors kulübünün kapısından 2015’te tekrar girdi. 2 sezon Boca’da oynadıktan sonra bir Çin macerası geçiren Tevez, 2018 yılının başında Boca’ya geri döndü. Carlitos, beklenen performansı veremeyip yedek beklese de çoğu zaman, kulüp efsanelerinden biri olarak gösterilmeye devam ediyor.

Paraguay asıllı Arjantinli oyuncu, Kıta’da Cerro’dan Quilmes’e transfer olduktan sonra Quilmes’te bir süre forma giyip Porto’nun dikkatini çekti ve 2011 yılının başında Porto’ya transfer oldu. Avrupa’da, özellikle İtalya’da kendisine iyi bir kariyer yapan Iturbe, İtalya dışında İngiltere’de de forma giydi. 2017 yılında Club Tijuana’ya dönerek Meksika ligi kariyerine başlayan Juan, halen Meksika liginde, Pumas takımında forma giymekte. 26 yaşındaki yıldız tekrar Avrupa’ya döner mi merak konusu…

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

65


32 yaşındaki Fransız hücum oyuncusu bir Avrupalı olup da kıtada forma giyen ender oyunculardan. Başarılı Fransa ve İtalya kariyeri ile adını tüm dünyaya duyuran Menez, yarım sezonluk Türkiye macerasının ardından Meksika’nın yolunu tuttu ve Club América forması giymeye başladı.

Şili’nin son dönemde yetiştirdiği en tehlikeli hücum oyuncularından biri olan Eduardo Vargas, U de Chile’de gösterdiği performans ile dikkat çekmiş 2012’de Napoli’ye 13.5 milyon euro bedelle transfer olmuştu. Napoli’den çeşitli takımlara kiralık giden Eduardo, Hoffenheim’da gösterdiği performans ile hafızalara kazınmıştı. 2017 yılından bu yana Tigres forması giyen 29 yaşındaki Şilili oyuncu, Meksika liginin en önemli hücum oyuncularından biri.

66 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


Ekvador’da Caribe altyapısından yetişen oyuncu, Emelec’in altyapısına transfer oldu ve orada A takıma çıkıp 4 sezon da Emelec’in formasını giydi. Bu 4 sezonun ardından kıtanın maddi gücü yüksek takımlarından Pachuca’ya transfer olan forvet, yarım sezon sonra 15 milyon euro karşılığında West Ham’ın yolunu tuttu. İngiltere’de geçirdiği 3 yıl içinde herkesin tanıdığı bir oyuncu olan Enner, 2017’de Meksika’ya geri döndü ve Tigres forması giymeye başladı.

Meksika ekibi Querétaro’da yetişen Meksikalı oyuncu, Avrupa’ya ilk adım attığında rotası İtalya’ydı. Porto kariyeri ile hatırlanan Layún, Avrupa’da ilk olarak Atalanta forması giydi. Avrupa’da İtalya, İspanya, Portekiz ve İngiltere liglerinde forma giyen başarılı bek, 2019 yılı başında ülkesine döndü ve ülkesinin köklü takımlarından Monterrey Rayados’un formasını giymeye başladı.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

67


Flamengo altyapısında yetişen defansif orta saha oyuncusu, Cruzeiro ve Gremio formaları da giydikten sonra Mallorca ile Avrupa’ya adım attı. İspanya macerasını Racing ve Almeria forması altında sürdüren Melo, 2008’de İtalya futboluna Fiorentina’ya transfer olarak merhaba dedi. Burada geçirdiği 1 yılın ardından 25 milyon euro gibi rekor bir bonservisle Juventus’a transfer olan yıldız; mücadeleci futbolu, hırçınlığı ve kazanma azmi ile ilk yılında dikkat çekti. İkinci sezonunda ise İtalya’da her yıl düzenlenen yılın en kötüleri oylamasında yılın en kötüsü seçilerek gözden düştü ve Galatasaray’ın yolunu tuttu. Galatasaray’da taraftarın sevgilisi olan Felipe, 2015-2017 yılları arasında da Inter forması giydikten sonra ülkesine, Palmeiras’a döndü. 35 yaşındaki Melo halen Palmeiras formasını giyiyor ve şampiyonluk yarışında takımının en önemli isimlerinden birisi.

Racing Club altyapısından yetişen Lisandro López, 2015’te Porto’ya transfer oldu. 4 senelik Porto performansından sonra 24 milyon euro karşılığında adını tüm dünyaya duyuracağı, dönemin Fransız devi Lyon’a transfer oldu. Fransa’da da 4 yıl geçiren Lisandro, lider karakteri ile de büyük saygı kazandı. Lyon’un ardından 2 yıllık bir Katar serüveni, ardından da 1 yıllık Brezilya serüveni geçiren Lisandro, 2016’de evine döndü. Racing Club kulübünde takım kaptanlığı rolünü de üstlenen 36 yaşındaki Arjantinli yıldız, takımının 20182019 sezonu lig şampiyonluğunda da başrolü oynadı.

68 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

69


İlk Macera: 1966 Dünya Kupası

1966 Dünya Kupası, Kuzey Kore futbol takımının tarihinde katıldığı ilk Dünya Kupası idi. Turnuvaya ev sahipliği yapan İngilizler, turnuva öncesi diğer her takımı değerlendirirken, Kuzey Kore hakkında herhangi bir bilgi sahibi olamadıklarından onlara “Uzaydan gelenler” diye bir lakap takmışlardı. Nitekim o güne kadar bir Asya takımının bir Dünya Kupası organizasyonuna katılmışlığı çok nadirdi. Kuzey Kore, bilinmezliğin de sihriyle gruptan çıkmayı başarıp, çeyrek finale kadar geldi. Çeyrek finalde ise dram filmlerini aratmayacak bir trajik futbol hikayesinin altına imza attılar. Eusebio’lu Portekiz ile eşleşmişlerdi. Portekiz, onları sadece o güne kadar oynadıkları maçları izleyerek onlar hakkında bir fikir sahibi olmaya çalışmıştı. Nitekim bu bilinmezliğin ve kapalı kutululuğun sonucunda Portekiz maçta 3-0 geriye düştü. Kuzey Kore için erken dakikalarda gelen 3 gol, rüya gibiydi. Ancak, maçın devamında Portekiz tecrübesini ve Eusebio’yu da kullanarak Kuzey Kore’yi 5-3 yenmeyi başardı ve onları kupanın dışına itti. Sonuç olarak, Kuzey Kore uluslararası futbol arenasına ismini 1966 Dünya Kupası çeyrek finalisti olarak yazdırmıştı ve futbol kamuoyu yeni doğacak bir futbol ülkesinin onlara yaklaşmakta olduğunu sanıyorlardı ama maalesef ki yanılıyorlardı.

44 yıl sonra, bu sefer Afrika’da: 2010 Dünya Kupası

Kuzey Kore, 1966 Dünya Kupası’ndan sonra hiçbir Dünya Kupası organizasyonuna katılmayı başaramamıştı. Özellikle devlet büyükleri bu durumdan epey şikayetçiydi. Halkın, ülke içinde bir uğraşının olmasını istiyorlardı. 2010 Dünya Kupası’nda ise şeytanın bacağını kırdılar ve 44 yıl sonra en son çeyrek finalist olarak veda ettikleri kupaya bir kez daha “Merhaba” demeyi başardılar. Takım yola çıkmadan önce Kuzey Kore Devlet Başkanı oyunculardan bir şart istiyordu: “Yenilmemek.” Portekiz, Brezilya ve Fildişi Sahilleri’nin bulunduğu gruptan puan alamadılar. 3 maçta 1 gol atıp, kalelerinde ise 12 gol gördüler. Hal böyle olunca, Kuzey Kore Devlet Başkanı, ülke içinde Dünya Kupası’nı izlemeyi yasakladı. Bırakın maçların canlı yayınını, maçların banttan görüntülerini bile izleyicilere sansürleyerek veriyorlardı. Ülkede haber almanın olanaksız olduğunu da düşünerek, devlet bu rezil sonuçları örtmek adına farklı bir uygulama yapmaya karar verdi. Kuzey Kore hükümeti, devlet televizyonu aracılığıyla maçların skorlarını yanlış bir biçimde aktardılar. Kuzey Kore halkı, Kuzey Kore’nin gruptan 5 puanla çıktığını biliyor. İşin daha komik boyutu, 7 yılın ardından Kuzey Kore halkı, bu yalanın bir gerçek olduğunu bilerek yaşamlarına devam ediyor.

2014 Dünya Kupası Şampiyonu: Kuzey Kore

Evet, yanlış okumadınız. Brezilya’da düzenlenen 2014 Dünya Kupası’nın finali Kuzey Kore halkının da hatırlayacağı üzere Portekiz ile Kuzey Kore arasındaydı. Yine Kim Jong’un komik ama bir o kadar da garip planlarından biri sonrasında bu oldu. 2014 Dünya Kupası’na katılamayan Kuzey Kore, yine ülkedeki sansür aracılığıyla halka öyle bir anlatıldı ki, Dünya Kupası’nda finalde Portekiz ile oynadıklarını düşünüyorlar. “Neden diğer finalist takım Portekiz?” diye soracak olursanız da, 1966 Dünya Kupası’ndaki 5-3, ve 2010 Dünya Kupası’ndaki 7-0’lık mağlubiyetin intikamını almak adına böyle bir seçim kararı almış Kim Jong. Sansürlü haberlerde, Kuzey Kore’nin rakip devletler olan Japoya’yı 7-0, ABD’yi 4-0 ve Çin’i 2-0 yendikleri seyircilere aktarıldı. Böylece, 2017’de Kuzey Kore halkı kendi ülkelerinin son Dünya şampiyonu olduklarını biliyorlar ve kendileriyle büyük gurur duyuyorlar.

2015 yılında Macaristan U20 Milli Takımı’nın Kuzey Kore U20 Milli Takımı’nı 5-1 yenmesinin ardından Kim Jung buna bir hayli sinirlenmiş olacak ki, Kuzey Kore’deki devlet televizyonundan maçın 98-0 Kuzey Kore U20 takımının lehine bittiği haberini yaptırtır. Kim Jung’un en azından şu an bizim bildiğimiz kadarıyla futbol adına yaptığı en son çılgınlık bu olay olarak kayıtlara geçmiştir. Ancak yazının başında da belirttiğimiz gibi, yerel liginden 2010 yılından beri haber alamamaktayız. 70 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

Disütopik bir ülkenin, disütopik futbolunu inceledik sizlerle. Aslında uzaktan bakıldığında çok komik olsa da, içindeki insanların ne hissettikleri, ne düşündükleri ve hatta en önemlisi ne bildiklerini üzüntülü bir şekilde merak ediyoruz. 21. yüzyılda, Uzay Çağı’nda her anlamda bu kadar disütopik bir ülke yaratmak zoru başarmaktı. Kim Jung da eserine bakarak kendi kendine eminim övünüyordur. Umarım Kuzey Kore halkının kendi içinde bildiği şeyler bir gün tamamen dışarı çıkar da, biz de onların ne bildiklerini öğreniriz ve onlara gerçekleri anlatabiliriz.


Harbiye’deki meşhur salon, olabildiğince ihtişamlı hale getirilmiş, o gün ağırlanacak olan misafirler için gereken şaşalı ortam hazırlanmıştı. Avrupa Futbolu’nun patronu UEFA, 34 yıl aranın ardından 2012 Olağan Kongresi’ni İstanbul’da yapma kararı almıştı.Salon o gün,UEFA Başkanı ve Fransız futbolunun kült isimlerinden Michel Platini’nin yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı da konuk edecekti. 1150’yi aşkın basın mensubunu arasında, o dönem Fenerbahçe muhabirliği görevini üstlendiğim Habertürk Gazetesi’ni temsilen yerimi almış, heyecanla UEFA heyetiyle etkileşime geçeceğimiz anı bekliyordum.Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı ve yöneticileri cezaevinde,tutuklu yargılanıyor, 3 Temmuz Sözde Şike Davası’nın yankıları tüm hızıyla sürüyor,durmadan meşhur ‘‘UEFA Sopası’’yla ilgili, okuduğumdan andan itibaren gazeticilik diliyle ‘’sipariş’’ olduğuna inandığım haberler yapılıyordu. UEFA’nın düzenlediği bu kongre benim için bu anlamda tarihi bir fırsattı;zira futbolun patronlarıyla ilk kez bu kadar yakından etkileşime geçme şansına sahiptim . Aylardır peşinden koştuğum,UEFA Çağrı Merkezi’ni defalarca telefon ve e-mail yoluyla taciz ettiğim ve UEFA müfettişlerine ulaşmaya çalıştığım her yol tıkanmış, hiçbir sağlıklı geri dönüş alamamıştım. Fenerbahçe’nin yerine o yıl, tüm evrensel hukuk ilkelerine aykırı olmasına karşın başka bir takım Şampiyonlar Ligi’ne gönderilmiş, sonuçlanmamış bir davaya ilişkin hüküm verilmiş, cezalar infaz edilerek yüz yıllık bir geleneğe çamur atılmış,uluslararası bazda repütasyonu zedelenmiş,maddi ve manevi anlamda zarara uğratılmıştı. Bu anlamda Platini’ye sormam gerekenler vardı...

Platini, benim İngilizce hamleme karşılık,sorumu anlamış olmasına karşın, kulaklık takarak Fransızca çeviriyi dinledi ve televizyonlardan canlı yayınlanan basın toplantısında zaman kazandı.Ardından, ‘’Hangi maçtan bahsediyorsunuz?’’ gibi ilginç bir cevap verdi.Soruyu kısmen tekrarlamamın ardından: ‘’Maç konusunda,herhangi bir problem görmedik.Hakem ve temsilcilerden, gözlemcilerden gelen raporlarda bir şey görmedik.Tabii kendi alarm sistemlerimiz, kendi izleme gözleme sistemlerimiz var.En ufak bir kuşku dahi doğmadı Lyon-Zagreb maçında.En ufak bir kuşku gölgesi,kuşku zerresi bile yoktu.Şayet olsaydı hemen bir soruşturma başlatırdık.Bizim için bu kapanmış bir konudur.Sonradan bir delil çıkmazsa. ‘’7 Aralık 2011’de, Dinamo Zagreb ve O.L- Tabii bir delil çıkarsa ona göre hareket yon arasında bir Şampiyonlar Ligi maçı ederiz.Tabi ki Türkiye için yapıldıysa Franoynandı.Lyon’un,Ajax’la çekiştiği gruptan sa için neden yapılmasın?’’ çıkabilmesi bol gol atarak averajın düzeltmesi gerekiyordu ve maç 7-1 Lyon lehine Platini, sorunun asıl can alıcı kısmına bitti.Maçın ardından, bu maçla ilgili bir- cevap vermek kaçınarak toplantıyı sonlançok şike iddiası ortaya atıldı ve bu konu dırmıştı.Tabii ki, bu cevap kamuoyu vicdasizin gündeminize geldiğinde ‘Hakem ra- nında hiçbir şekilde kabul görmemişti ve porları temiz, bu maçta şike yok’ gibi bir herkes sosyal medyada, Platini’nin bu yecevap verdiniz. Fenerbahçe’nin 2010-11 tersiz cevabını konuşuyordu.Bahse konu sezonunda oynadığı tüm maçların hakem maçta özellikle Zagreb’li oyuncuların yeraporları da tertemiz.Bu durumda, Fener- nilen gollerden sonraki tavırları ve gollerin bahçe’nin şike yaptığına sizi inandıran şey yeniliş şekli itibariyle gösterdikleri refleksler nedir?’’ dünya kamuoyunda fazlaca şüphe uyandırmıştı.Ancak buradaki asıl önemli olan nok(O grupta Ajax’ın Real Madrid’le oyna- ta,UEFA’nın bu maçla ilgili raporları ve maça oynanan bahis istatistiklerini göz önüne dığı maçta ise 2 nizami golü verilme- alarak ilerlemesi, söz konusu Türkiye olunmişti ve Lyon gruptan çıktı) ca aynı teamüllerin uygulanmaması Fenerbahçe’nin yargısız infaz edilmesiydi. Neyse ki, gerçeklerin ortaya çıkması çok da uzun sürmedi.UEFA’nın kongresinden 1 ay önce ilk kez duruşmaya çıkan ve duruşma salonunda benim de aralarında bulunduğum gazetecilere ‘’Şikeymiş! Ne şikesi, memleket elden gidiyor’’ ifadesini kullanan Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım, bu kongreden 1 yıl sonra, şu sözlerle kamuoyu karşısında çok konuşulacak ve sonuçlarını daha sonra hepimizin göreceği ciddi bir iddiayı dile getiriyordu; Yapılan konuşmalar, gerçekleştirilen çalıştayların ardından sonunda Platini ile soru-cevap kısmına geçilmişti.Şahit olduğum tüm diyaloglar,Fenerbahçe’nin kesinlikle şike yaptığı üzerine temellendiriliyor,muhtemel cezalar değerlendiriliyordu.Bu sırada Platini’nin UEFA’nın yaptırımıyla ilgili ‘Sıfır Tolerans’ ilkesine nasıl bağlı olduklarını böbürlene böbürlene anlattığına şahit oluyorduk. Soru-cevap kısmı, bu minvalde devam ederken ‘son soru’ uyarısı geldi ve elimi kaldırdım.Çeviriden kaynaklı zaman kaybını önlemek; bir yandan da aslında sorduğum sorunun cevabını düşünme fırsatı tanımama adına, İngilizce bildiğine emin olduğum Michel Platini’ye, İngilizce şu soruyu sordum:

‘’UEFA çatırdayabilir...’’ Sahi, Platini’ye sonra ne oldu? DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

71


camiamızla paylaşılmasının sağlanacağı bir iletişim platformunun kurulmasıdır. Bu davada bizim adlarımız olsa da dava bizim şahsi davamız olmaktan çok Fenerbahçe’nin davasıdır. Bu yönde müşterek bir anlayış ve duruşun olmaması ya da sağlanamaması halinde hukuki süreç sonunda başarılı olabilmek mümkün değildir.

Bu davanın Fenerbahçe’ye etkileri her alanda oldu fakat bugün geldiğimiz noktada ‘ekonomik’ etkisinin çok daha büyük olduğunu görüyoruz. Ekonomik etkinin boyutları ne derecedeydi, bizi bu konu hakkında biraz bilgilendirir misiniz?

3 Temmuz Kumpasının 8. yıl dönümünü yaşadığımız bugünlerde sizin için 3 Temmuz 2011 gününün sizin için unutamayacağınız anı neydi? 3 Temmuz 2011 gününe dair somut bir anım yok. Ancak bugün geriye dönüp baktığımda Türkiye tarihinde bizlerin karalandığı, itibarsızlaştırıldığı kadar yoğun ve uzun bir medya çalışması yapılan bir başka dönem olamayacağını düşünüyorum. Bu dönemin tüm aktörleri, haklarında yapmış olduğumuz onlarca suç duyurusuna rağmen, o günlerden ve yaptıklarından hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi bugün hala medyada kendilerine alan bulabiliyorlar. Maalesef her zaman dediğim gibi spor medyasında ve bizzat sporda bu hain örgütün unsurları halen varlıklarını koruyorlar, bunlar mutlaka ortaya çıkarılmalı ve temizlenmelidir. Aklıma şuanda gelen o döneme ilişkin belki de ilk anı taraftarlarımızın caddeden boğaz köprüsüne yürümesi ve Fenerbahçe’ye ve bizlere kurulan kumpasa isyan etmesi ve sarı lacivert bir duvar gibi göğsünü FETÖ’nün karanlık varlığına karşı siper etmesidir. Buna ilişkin haberler o gün televizyonlarda; Fenerbahçe taraftarının bizi desteklemekten vazgeçtiği, köprüde sona eren cadde yürüyüşüne desteğin ve katılımın son derece zayıf olduğu şeklinde küçültülerek veriliyordu. O akşam, kendisi de avukat olan eşim beni ziyarete geldi ve katılımın yüzbinlerle ifade edildiğini söyledi. Yalnız olmadığımızı o an anladım. Dışarıda büyük bir direniş doğmuş ve mücadeleye başlamıştı. İşte o zaman içimde umut ve direnmek için güç oluşmaya başladı. 3 Temmuz Şike Kumpası davasının geleceğini nasıl görüyorsunuz? 27 Mayıs’ta Silivri’de ki son davaya o dönemin mevcut yönetimi olarak tam kadro katıldınız, davanın gidişatını o gün nasıl gözlemlediniz? Fenerbahçe’yi neler bekliyor? Kumpas Davası ile ilgili olarak Fethi Bey ile görüşüyorum, konuşuyoruz. Kumpas davasının takip şekli bizim dönemimizde biraz daha farklıydı. Kumpas davasının başlangıcında, kulüp üyesi olan, avukatlarla geniş katılımlı bir toplantı yapmıştık. Bu toplantıya başkan ve yönetimimiz katılmıştı. Bu toplantılarda davanın takibine ilişkin bir yol haritası ve ilkeler belirlendi. Bu ilkelerden en önemlisi davaya müşteki olarak Fenerbahçe’nin katılmasının sağlanmasıydı. İlk duruşmadan itibaren bunun mücadelesi verildi. Mahkeme Fenerbahçe’nin suçtan zarar gören mağdur sıfatını kabul ederek davaya taraf olmasına karar verdi. Bu yüzden bizim dönemimizde ben duruşma salonunda, şikâyetçi olarak değil, mağdur Fenerbahçe Spor Kulübü avukatı olarak oturuyordum. Sorgulara katılıp, dilekçeler veriyor, beyanda bulunuyordum. Bu şekilde tüzel kişiliği olan Fenerbahçe Spor Kulübü, duruşmada vücut bularak davayı adeta bizzat kendisi takip ediyordu. Kolektif bir karar olarak daha en başında belirlenmiş olan ilkemizin gereği bütün duruşmalara Fenerbahçe Spor Kulübü avukatı olarak ben katıldım. Başkanımız Sayın Aziz Yıldırım, gelmesini istediğimiz bütün duruşmalara bizzat gelerek duruşmalara katıldı. Benim fikrim gönüllülerden oluşan geniş bir hukuk kadrosu ile davanın takip edilmesi ve anlık gelişmelerin, duruşma günlerinin, duruşmalarda olup bitenin camia72 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

3 Temmuz Kumpasının görünmeyen ve fakat eninde sonunda hissedileceğini daha en başından itibaren öngördüğümüz etkisi, kulübün ekonomik parametreleri üzerine olan etkisidir. 3 Temmuz kumpası ile Fenerbahçe’nin canına kast edilmiştir. Bu kumpasın temel sebebi Fenerbahçe’yi yok etmek, bitirmektir. Bu da ancak Fenerbahçe’nin ekonomik varlığı üzerine vurulacak büyük bir darbe ile mümkün olabilecektir. Nitekim böyle de olmuştur. 3 sezon UEFA’dan men edilmek, hakkedilmiş katılım paylarını alamamak, sponsor desteğini kaybetmek, maç gelirlerinde meydana gelen azalmalar, ticari ürün satışında meydana gelen büyük düşüş bu kumpasın Fenerbahçe’ye vurmuş olduğu ağır darbelerdir. Ayrıca kumpasın camiamız üzerindeki sosyolojik etkilerinin giderilmesi, taraftarın azalan motivasyonunu güçlü tutabilmek için bu dönemde özellikle futbol şubesine ve basketbol şubesine daha büyük yatırımlar yapılmıştır. Bu yatırımlar hali ile giderlerin artmasına sebebiyet vermiştir. 3 Temmuz sonrasında, bu örgüt ile maalesef özellikle futbolun yönetiminde ve spor medyasında hiçbir şekilde mücadele edilememiş, bu yapıya dahil unsurlardan özelde futbol genelde spor dünyası temizlenememiştir. Bu yapıya dahil unsurlar, rakibimiz kim olursa olsun adil olmayan yönetimlerle sahada hep karşımızda olmuşlardır. Hata ile izahı mümkün olmayan sistematik hakem kararları, kurul kararları hep aleyhimize olmuştur. Şampiyonluk yarışını bizzat etkilediğine inandığım bu kararları alanlar, kaçan şampiyonlukların ve buna bağlı olarak kaybedilen gelirlerin baş sorumlusudur. Sahada durdurulamadığımız durumlarda da 12 Mayıs’ı, 4 Nisan’ı tertip etmişlerdir. Her biri kendi içinde başlı başına komplo ve kumpas olan bu hadiseler ile Fenerbahçe’nin yolu hep kesilmiştir. Bu yüzden maalesef Fenerbahçe’nin olası sportif başarıları ve bu başarılara bağlı gelirleri olumsuz yönde etkilenmiştir. Bugün yaşanan ekonomik temelli sorunlarımızın ana sebebi bana göre budur.


Bugün bu kumpası kuran,yazan ve işleme koyan herkes ya ceza evinde ya da firari.Ben bu isimlerden ziyade size bu işin UEFA ayağını sormak istiyorum, dönemin UEFA başkanı Michel Platini rüşvet iddiaları ile gözaltına alındı zaten bu olaydan önce UEFA başkanlığından adeta al aşağı edildi. Siz o dönemde UEFA’nın uygulamalarını ve yaptırımlarını nasıl yorumluyorsunuz? UEFA ve Platini temiz mi? 3 Temmuz sürecinin soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde yer alan hakim, savcı, polislerin pek çoğu, bugün, adalet önünde sanık koltuğuna oturmuştur. Bir bölümü ise firardadır. Adalet önünde sanık durumunda olanların büyük bir kısmı başka davalarda da örgüt ve örgütsel faaliyetlerinden dolayı cezalandırılmıştır. Beraat etmiş olduğumuz davamızın Yargıtay’da ki inceleme süreci aradan geçen uzun sürede henüz tamamlanamamıştır. Bize kurulan kumpas ile alakalı davamız da hala sürmektedir. Ayrıca HSK’da son aşamasına gelmiş bir suç duyurusu dosyamız bulunmaktadır. Yine sivil unsurlarla ilgili yapılmış ancak henüz hiçbir işlem yapılmamış bir suç duyurusu bulunmaktadır. 12 Mayıs ve 4 Nisan ile ilgili de süren soruşturmalar da halen sonuçlanmamıştır. Bütün bu dosyalar, Fenerbahçe’ye kurulan kumpasın büyüklüğünün ve kapsamının anlaşılması için yeterlidir. Buna rağmen hala kumpas olgusunu sorgulayanların, FETÖ ile ilgili düşüncelerinde samimi olmadıklarını düşünmek gereklidir. Sürecin TFF ve UEFA ayağı da önemlidir. UEFA’nın konu ile ilgili olarak yürüttüğü soruşturmalara TFF’den kimlerin ne şekilde destek oldukları maddi delilleri ile sabittir. UEFA’nın da Olimpiakos örneğindeki yaklaşımı ile bize yaklaşımı arasındaki farklıklar çok açık bir şekilde gözükmektedir. Bütün bunları UEFA ve FİFA’da yaşanan son gelişmeler ışığında değerlendirdiğimizde kumpasın oralara da sirayet etmiş olduğunu düşünmemizi gerektiren sebeplerin yeterince mevcut olduğunu düşünüyorum. Ancak bu çok büyük ve karmaşık bir konudur. Bugünden yarına kısa sürede çözümü mümkün değildir. Sabırla ve kararlılıkla takip edilmelidir. Önümüzdeki günlerde belki de yıllarda spor alanında FETÖ’ye karşı devletimizin başlatacağı kapsamlı bir mücadele ile konunun her yönü ile anlaşılması mümkün olacaktır. Bunun için ilk günkü heyecanımızı ve inancımızı kaybetmeden süreci takip etmemizde büyük yarar bulunmaktadır. Bu mücadele adı bilinen ve bilinmeyen binlerce Fenerbahçelinin başlatıp, büyüttüğü ve sonrasında milyonlarca bireyden oluşan geniş Fenerbahçe ailesinin sahip çıkarak sürdürdüğü kutsal bir mücadeledir. Mücadele içinde süren uzun yıllarda gözyaşı döken, üzülen çocuklarımızın, kardeşlerimizin döktükleri gözyaşının elbet bir bedeli olacaktır. Bu bedel son kuruşuna kadar ödettirilene dek bu mücadele sona ermeyecektir.

karşı olduğudur. Bunun içindir ki Fenerbahçe’nin şampiyonlukları her şeye rağmen kazanıldığı için diğer şampiyonluklardan daha değerlidir. Bu kurgulanmış düzende ise büyük ölçüde hakim olan bu karanlık güç olmuştur. Bu itibarla ben bu sürecin hala devam ettiği ve sonlanmadığı düşüncesini güçlü olarak hissediyor ve düşünüyorum. Geçtiğimiz sezonun, “her şeyi 3 Temmuza bağlamayın”, “3 Temmuzu mazeret olarak ileri sürmeyin “diyenlere de değerli bir tecrübe kazandırdığını düşünüyorum.

‘‘3 Temmuz Şike davası’’ ‘’Şike Kumpası’’ davasına evrilmeden önce ve evrildikten sonra birçok kez Fenerbahçe’nin başına gelen bazı hadiseleri hem siz hem de yönetim kurulu ‘bu olaylar 3 Temmuz’un devamı olarak’ lanse etmişti. Sizce günümüzde halen 3 Temmuz’un devam ediyor mu, bitti mi? Bu soruya cevap verdim. Cevabıma şunu ilave etmek isterim. Bizler yönetimde iken bu söylemi çok tekrarladığımız için zaman zaman camiamız içinde çok eleştirildik. Kaçan şampiyonluklara, sportif performanstaki olumsuzluklara bahane yarattığımız söylendi. Her şeyi 3 Temmuza bağlamayın diyenleri bugün gibi hatırlıyorum. Yönetimden ayrıldığımız bir yılın sonunda Sayın Ali Koç ve ekibi “yeniden” sloganı ile ortaya çıktı. Olaylara olumlu bir bakış açısından bakarak farklı bir davranış biçimi ortaya koymaya çalıştılar. Bir süre sonra onlarda gördüler ki mevcut iklim Fenerbahçe Spor Kulübüne karşı yaratılmış bir iklimdir. Hatta Ali Bey mevcut futbol düzenini kurgulanmış bir düzen olarak değerlendirdi. Bizim yıllarca karşı karşıya olduğumuz, dillendirdiğimiz, mücadele ettiğimiz, çoğu kez bu mücadelemizden dolayı eleştirildiğimiz düzen tam da bu kurgulanmış düzendir. Sadece bir yılın sonunda Ali Bey’de bunu görebilmiştir. Kurgulanan düzenin hangi zamansal dönemde kimin yararına olduğunun hiçbir önemi yoktur. Önemli olan bu kurgunun varlığıdır. Yine önemli olan bu kurgunun daima Fenerbahçe’ye DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

73


Premier ligin televizyonda açık kanalda yayınlandığı yıllardı. Kendi ligimizi açık kanalda izleyememizin verdiği futbol açlığı ile Cumartesi, Pazar ve hatta yeri geldiğinde haftaiçi akşamlarımızın futbol ziyafetine döndüğü zamanlardı. Tam da o yıllar Arsene Wenger’in Arsenal’i zirve oyununa çıkardığı dönemlerdi.

74 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

Öyle ki 2003-04 sezonunda tarihe ‘İNVİNCİBLES’ olarak geçen ‘Yenilmezler’ kadrosu ile sezonu 26 galibiyet 12 beraberlik şampiyon tamamlamışlardı. Bizde pozitif futbolun birer neferi olarak bu kadroyu ve maçlarını hiç kaçırmadan izlemeyi kendimize görev kabul etmiştik. O sezon oynanan oyun, ortaya konan futbol hala hayatımda izlediğim en iyi futbol takımları listemde ilk 10’un içinde kendine her zaman rahatlıkla yer bulur.Oyuncu isimlerine baktığımız zaman kimler var kimler; kalede Alman eldiven Jens Lehmann, savunmada adeta bir kaya gibi duran Sol Campell yanında henüz 22 yaşında olan Kolo Toure, sol bek rotasyonunda Ashley Cole ve 18 yaşında parlamaya başlayan Gael Clichy, orta saha zaten yıldızlar topluluğu başta Patrick Viera adeta bir orkestra şefi gibiydi giydiği 4 numaralı formasıyla ve ince uzun bacakları ile orta sahada onu hemen fark ederdiniz. Brezilyalı joker oyuncu Gilberto Silva, 16 yaşında Barcelona altyapısından direkt A takıma transfer olan 57 numara giyen Cesc Fabregas. Kanatlarda durmak bilmeyen Robert Pires ve Fredrik Ljungberg ve yine İspanya’dan gelen 20 yaşındaki genç yıldız adayı Jose Antonio Reyes.Son olarak forvet hattı belki Dünya futbolunun gelmiş geçmiş en estetik adamlarından biri olan Hollandalı klas isim Dennis Bergkamp, Nijeryalı dev kule Nwanko Kanu, ve Fransız asilzadeleri Sylvain Wiltord ve Thierry Henry. Yukarıda belirttiğim üzere 38 maçlık uzun lig maratonunda 26 galibiyet, 12 beraberlik alan yenilgisizlerin o sezon aldığı 26 galibiyetten değil de 12 beraberlikten belki de en kritik olanına ve o maçta giyilen forma etrafında sizlere anlatmaya çalışacağım.Hangi beraberlik olduğunu belki de o sezonu izleyenler hemen gözünün önüne getirmiş olabilir.Old Trafford meydan muharebesi...

OLD TRAFFORD MEYDAN MUHAREBESİ 21 Eylül 2003 tarihinde oynanan 6.hafta maçında 0-0 biten ve gerginliklerle dolu bir Manchester United maçı. Zaten yıllardır aralarında büyük bir rekabet olan Arsenal – Manchester United’ın hikayesi bu maçta yine gerginlikle gün yüzüne çıkacaktı.Maç oldukça sert müdahalelerle başlarken sahadaki tansiyon git gitde artıyordu. Hakem Steve Bennett kart konusunda ilk yarı bir kartla geçiştirse bile ikinci yarı Arsenal’in her yaptığı müdaheleyi faul olarak değerlendirmeye başlayınca oyuncuların hal ve hareketleri değişmeye başlamış oluyordu. Hele bunun üstüne Manchester United’ın Hollandalı golcüsü Ruud Van Nistelrooy’un Arsenal’li oyuncuları adeta çıldırtan tiyatro oyunculuğu eklenince işler rayından çıkmaya çoktan karar vermişti.79.ve 80. Dakikalarda üst üste 2 sarı kart görerek oyun dışında kalan Patrick Viera bir hava topu mücadelesinde uyanık Nistelrooy’un tuzağına düşüp tekmeyi sallayınca Arsenal sahada 10 kişi kalıyordu. Maç giderek gergin bir hal almışken son bölümde bu sefer sarı kartlı Martin Keown ceza sahasında oyuna yeni giren Forlan’ın kurduğu tuzağa yakalanan isim oluyordu. Hakem Bennett penaltı noktasını gösterdiğinde maçın uzatma dakikaları oynanıyordu. Topun başında bütün maç tuzaklarıyla Arsenal’lileri çıldırtmış Ruud Van Nistelrooy vardı. Kalede Jens Lehmann, Hollandalı golcünün dikkatini dağıtmak için bir sağa bir sola gidip elinden geleni yapıyordu. Nistelrooy topa hızlı bir şekilde gelip sağ ayağının üstüyle sert bir vuruşla kaleciyi ters köşeye yatırmıştı yatırmasına ama üst direğe takılan topun sesi hala kulaklarında yankınlandığına eminim. Penaltıyı kaçıran Nistelrooy’un etrafına bir anda üşüşen sarı formalı Arsenal’li oyuncular Nistelrooy ile uğraşırken oyun devam ediyordu. Sonrasında ceza sahasına bir kez daha şişirilen top ve Arsenal savunmasının tehlikeyi savurmasının ardından gelen son düdük. Ardından Martin Keown başta olmak üzere birçok Arsenal’li oyuncunun Van Nistelrooy ile uğraşması işi neredeyse kavga boyutuna getirirken Arsenal yenilgisiz tamamlayacağı sezonun belki de en kritik namağlub 90 dakikasını tamamlıyordu.


Sezon boyunca 38 maçlık uzun maratonda bir çok maçta giyilen bu sarı formanın yenilmez ünvanını hak eden maçların başında gelen bu 90 dakika. Arsenal’in efsane sezonunun temel taşlarından biri olarak karşımıza çıklıyor. Arsenal sezonu şampiyon tamamlarken Thierry Henry sezonu 30 golle tamamlayıp gol kralı oluyordu.Giyilen bu sarı forma da efsane formalar arasına kendisini yazdırmış oluyordu. İşte meşhur İnvincibles yani Yenilmezler ve meşhur ‘O2’ logolu sarı forma...

Maçın küçük bir özeti için link; https://www.youtube.com/watch?v=P4CZgblO65o

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

75


Shapi Suleymanov, Rusya’nın yetiştirmekte olduğu en büyük potansiyellerden biri. 1999 doğumlu Krasnodar oyuncusu için bu sezon harika geçti. Bu sezon toplamda 46 maça çıkan sağ kanat oyuncusu tüm kulvarlarda toplam 14 gol – 6 asist ile oynadı. İstatistikler sizi aldatmasın, Suleymanov bu istatistikleri tüm sezonda maç başı ortalama 45 dakika süre alarak elde etti. Profesyonel kariyerine Anzhi’de başlayan Suleymanov 2013’te Krasnodar’ın Akademi takımına katılarak sürdürdü. 2 sene akademide oynadıktan sonra 2015’te Krasnodar’ın 2. takımına çıktı. 2017’de ise potansiyeli göze çarptı ve Krasnodar’ın as takımıyla antrenmanlara çıkmaya başladı. Suleymanov, ayrıca bu sezon temsilcimiz Akhisarspor’un, Krasnodar ile UEFA Avrupa Ligi mücadelesinde de oyuna 70. dakikada dahil olarak boy göstermişti. Aslında Suleymanov’un bu sezon en parladığı kulvarın da bu kulvar olduğunu söylemeden geçmeyelim. Avrupa Ligi elemelerinde son 20 dakika oyuna girdiği 3 maçta da (Valencia 15 dakika, Leverkusen 20 dakika, Standart Liege 17dakika) skor bulmayı başararak gözleri zaten üzerine çekmişti. Suleymanov’un boyu 1.70 metre. Bir 3. bölge oyucusuna göre ortalamanın altında olsa da gerçekten güçlü bir oyuncu olduğunu söyleyebiliriz. Elleriyle denge sağlayan koşuş stilini gördüğünüzde onu sahadaki tüm oyunculardan rahatlıkla ayırabileceğinizi belirtmeliyim. Bu sayede rakip oyuncuların üzerine çok rahat top sürüp, çevikliğiyle keskin dönüşler yapıp adam geçebiliyor. İki ayağını da iyi kullanabiliyor. Bitiriciliğini de hafife almak rakip için çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir zira bir kanat oyuncusuna göre bitiriciliği de oldukça iyi. Ayrıca Krasnodar 2’de attığı serbest vuruşlar da gelecek adına set oyunları açısından oldukça umut vaat edici. Oyun görüşü ve saldırgan oyun stili de onu ayıran diğer özellikleri. Bu özellikler sayesinde 3. bölgede çok rahat mevki değiştirerek oynayabiliyor. Arkadaşlarının açıklarını kapatabiliyor. Zaman zaman ofansif orta saha oynadığı da oluyor. Zayıf yönleri ise kısa boyundan dolayı hava topları ve yüksek hücum temposundan dolayı defansif özellikleri. Az süre almasına rağmen yaptıkları onun üstün potansiyelli bir oyuncu olduğunu elbet kanıtladı. Daha fazla süre aldığında çok daha fazlasını yapabileceğinden hiç şüphem yok.

76 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


Premier Lig’de gelmiş geçmiş en golcü 5. oyuncunun neden bir orta saha olduğunu hiç düşündünüz mü? Ben çok düşündüm ve oturup bu orta saha hakkında araştırmalar yapmaya, onun hakkında bilgiler toplayıp bunun nedenini öğrenmeye çalıştım. Oturup baktığımda karşımda bir tecrübe abidesi gördüğümü, çalışmanın ve azmin aslında her şeyin önünde olduğu kanısına vardım diyebilirim. Lafı fazla uzatmadan başlayalım o zaman; karşınızda Frank Lampard DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

77


Frank Lampard, 20 Haziran 1978 tarihinde Londra’da dünyaya geldi. “Bazı insan doğuştan şanslıdır” klişesi belki de en çok küçük Frank için geçerliydi. Kendi adını taşıyan a-babası o dönem West Ham United’ın önemli futbolcularından biriydi. Bununla da kalmıyor, eniştesi dönemin ünlü futbol insanlarından Harry Redknapp olmakla birlikte, sonrasında eniştesinin oğlu da gelecekte futbolcu olacak olan Jamie Redkanpp olacaktı. Küçük Frank’ın böyle bir aile ortamına doğmuş olup, büyümesi onu futbolla olan bağlarını daha da sıkılaştıracak, ve futbolla ilgilenmeme gibi bir olanağı olmayacaktı. Ailesinin bu bireylerini sadece futbola başlarken kullandı. İlerleyen dönemde amiyane tabirle “Adam kayırma” gibi bir muamele hiçbir zaman yapılmadı Frankie’ye. Daha 8-9 yaşlarındayken futbolu çok sevdiğini ve evde futbol dışında başka bir şey konuşulmadığını aktaran Frank, babasının da formasını giydiği West Ham’da futbol kariyerine başladı. Burada genç takımlarda forma giyerken sürekli babasından ve eniştesinden nasıl daha iyi olabileceğine dair fikirler alan ve futbolcu olma konusunda okuldaki sınavları bile bir kenara koyup tamamen buna odaklanan Lampard, sonunda hak ettiği konuma sahip oldu. 1997-98 sezonu, onun için bir dönüm noktasıydı. İlk 11’de oynamaya başlayan Lampard, özellikle orta sahadaki üretken yapısıyla daha ilk zamanlardan futbol otoritelerini dikkatini çekmeyi başarmıştı. Keza, 1998-99 sezonunda Londra ekibinin 5. olmasında büyük pay sahibi olan İngiliz orta saha, 2001 yılında hikayenin başladığı yer olan Chelsea’ye 11 milyon Sterlin karşılığında transfer oldu. Chelsea, o dönemler Premier Lig’in kalburüstü takımlarındandı. Başında Roman Abramovich gibi bir milyarder yoktu ve maddi anlamda kolay para harcayabilen bir kulüp değildi. Tuttuğu takımın şehrinde bulunan bir başka takıma gitmek Frank’ın düşüncelerini epey karıştırmışa benziyordu. O, hiçbir zaman tuttuğu takım olan West Ham’ı bir kariyer basamağı olarak görmediği gibi, Chelsea hakkında da hiçbir zaman kötü bir düşünceye sahip değildi. 23 yaşında Di Canio ile penaltı konusunda anlaşamaması onun en büyük sorunuydu şimdilik. Bu denli çabuk gelişebileceğine kendisi dahi inanmıyordu.

78 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

Bundan 2 yıl sonra ise, Rus milyarder Roman Abramovich, Chelsea’yi satın aldı. Maviler için de, Frank için de bir başlangıçtı bu. 26 yaşındaki Lampard, bulunduğu kulübün sahibinin yıllar sonra boş zamanlarında yatını kullanacağını o dönem aklına dahi getirmemişti. Yapılanmaya giden Chelsea, zamanla paranın ve sermayenin de artmasıyla başarıdan başarıya koşmaya başladı. Bu yapılanmanın bir anda değil de, adım adım olması Frank’in yine en büyük şanslarından biriydi. 2004 yılında Şampiyonlar Ligi şampiyonu Porto’nun teknik direktörü Jose Mourinho’nun Cheslea’ye transfer olması herkes gibi onu da şaşırtmış ve merakla bu esrarengiz adamın neler yapacağını merak etmişti Lampard. Sıradan bir Londra ekibi olmaktan çıkan Chelsea, Jose Mourinho ile tarihin ilk Premier Lig şampiyonluğunu kazanırken, Frank Lampard da o takımın vazgeçilmez orta sahası konumundaydı. Lampard, sonraki yıllarda Mourinho hakkında, “O, hayatımda gördüğüm en farklı insanlardan biriydi. Bir maçı ‘Kazanacağız’ dedikten sonra, kazanıyorduk” değerlendirmesinde bulunmuştu. Bu yazıda Frank Lampard’ın sizlere sezon sezon ne yaptığını yazmak sizin zamanınıza bir hakarettir diye düşünüyorum. Di Matteo ile kazanılan Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, Avram Grant ile son anda Terry’nin ayağı kayması sonucunda kaybedilen o büyük kupa ve Rafael Benitez ile elde edilen UEFA Avrupa Ligi Kupası… Bunların hepsi Lampard’ın kariyerinin birer nişaneleri ama ben burada sizlere bu oyuncunun nasıl özel biri olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ona verilen rollerin, onun üstüne kurulan oyun şablonlarının Lampard sayesinde bir şekilde doğru uygulanması onu bugünlere getirmeyi sağladı. İngiltere Milli Takımı’nda Liverpool’un efsanesi Steven Gerrard ile karşılaştırılması bile onun kariyerinde büyük bir gelişme sağladı.


Bundan 2 yıl sonra ise, Rus milyarder Roman Abramovich, Chelsea’yi satın aldı. Maviler için de, Frank için de bir başlangıçtı bu. 26 yaşındaki Lampard, bulunduğu kulübün sahibinin yıllar sonra boş zamanlarında yatını kullanacağını o dönem aklına dahi getirmemişti. Yapılanmaya giden Chelsea, zamanla paranın ve sermayenin de artmasıyla başarıdan başarıya koşmaya başladı. Bu yapılanmanın bir anda değil de, adım adım olması Frank’in yine en büyük şanslarından biriydi. 2004 yılında Şampiyonlar Ligi şampiyonu Porto’nun teknik direktörü Jose Mourinho’nun Cheslea’ye transfer olması herkes gibi onu da şaşırtmış ve merakla bu esrarengiz adamın neler yapacağını merak etmişti Lampard. Sıradan bir Londra ekibi olmaktan çıkan Chelsea, Jose Mourinho ile tarihin ilk Premier Lig şampiyonluğunu kazanırken, Frank Lampard da o takımın vazgeçilmez orta sahası konumundaydı. Lampard, sonraki yıllarda Mourinho hakkında, “O, hayatımda gördüğüm en farklı insanlardan biriydi. Bir maçı ‘Kazanacağız’ dedikten sonra, kazanıyorduk” değerlendirmesinde bulunmuştu. Bu yazıda Frank Lampard’ın sizlere sezon sezon ne yaptığını yazmak sizin zamanınıza bir hakarettir diye düşünüyorum. Di Matteo ile kazanılan Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, Avram Grant ile son anda Terry’nin ayağı kayması sonucunda kaybedilen o büyük kupa ve Rafael Benitez ile elde edilen UEFA Avrupa Ligi Kupası… Bunların hepsi Lampard’ın kariyerinin birer nişaneleri ama ben burada sizlere bu oyuncunun nasıl özel biri olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ona verilen rollerin, onun üstüne kurulan oyun şablonlarının Lampard sayesinde bir şekilde doğru uygulanması onu bugünlere getirmeyi sağladı. İngiltere Milli Takımı’nda Liverpool’un efsanesi Steven Gerrard ile karşılaştırılması bile onun kariyerinde büyük bir gelişme sağladı.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

79


2006 Dünya Kupası’nın kahramanlarından Fabio Grosso, futbolu bıraktıktan başladığı teknik direktörlük kariyerinde henüz beklentileri karşılayabilmiş değil. Bu başarısız tablonun sebebi ise, elindeki imkanları gerektiği gibi kullanamamasından kaynaklanıyor.

80 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


Futbolu bıraktıktan sonra teknik direktörlüğe başlamak pekala sancılı bir süreci de beraberinde getirebiliyor. Özellikle kariyerinin son yıllarında Dünya Kupası kazanan ve bu başarıda ikonikleşen biri için çok daha sancılı olabilir. Fabio Grosso, 18 yıllık kariyerinde büyük takımlarda forma giydi ve bunun getirisi olarak pek çok kupa kazandı. Ancak onun kariyer zirvesi pek tabii 2006 Dünya Kupası idi. Turnuva boyunca hakkını verdiği rol bir kenara; gerek Almanya maçında attığı gol gerekse finaldeki son penaltıyı atması, onu sembolleştiren unsurlar oldu. 2012 yılında futbolu bıraktığı Juventus, Grosso’nun yeni görevindeki ilk adresi olacaktı. Futbolu bıraktıktan hemen sonra Juventus’un U19 takımı olan Juventus Primavera’da göreve başlayan Grosso, Andrea Zachetta’nın yardımcılığını yaparak yeni kariyerindeki ilk adımını atmış oldu. Zanchetta da tıpkı Grosso gibi yeşil sahalara henüz veda etmiş, akabinde Cremonese’nin genç takımın başına geçmişti. Sezona birlikte başlayan Zanchetta-Grosso ikilisi, Primavera Süper Kupası’nı kazanarak yeni kariyerlerine iyi bir başlangıç yaptı. Ancak bu birliktelik çok uzun sürmeyecekti. Mart ayının ilk günlerinde alınan kötü sonuçlardan dolayı Zanchetta’nın görevinden ayrılması, Grosso’nun artık birinci adam olduğu müjdeliyordu. Andrea Zachetta ağırlıklı olarak 4-2-3-1’i tercih etmiş, 4-1-4-1 ve 4-4-1-1 gibi birbirine yakın dizilişler de denemişti. İpleri eline almasıyla birlikte 4-3-1-2’ye geçen Grosso, sezonun kalan bölümünde 5-3-2 ve 4-4-2 gibi farklı formasyonları da kullandı. İlerleyen yıllarda saha içinde denemeler yapan, kullandığı dizilişleri çeşitlendiren Grosso’nun bu özelliği, henüz Juventus Primavera’nın başına geçtiği ilk günlerde kendini belli ediyordu. Kalan maçlarda biri ligde biri kupada olmak üzere sadece iki yenilgi alan Grosso, ilk sınavından başarı ile ayrıldı. Bugünlerde Serie A’da forma giyen Emil Audero, Filippo Romagna ve Federico Mattiello gibi isimlerin bulunduğu bu iyi jenerasyon, aynı sezonda Primavera Kupası’nda yarı finale çıkma başarısını da gösterdi ve sezonu ikinci sırada tamamladı. Juventus’un başında üç tam sezon daha geçiren Grosso, bu süreçte Viareggio turnuvasını kazanmış ve Primavera B’de şampiyon olmuştu. Öte yandan bir kez kupa, bir kez de play-off finali görmesiyle kendisini ispat etmiş, artık bir üst seviyeye çıkma vakti gelmişti. Haziran 2017’de Serie B ekiplerinden Bari’nin başına geçen Grosso, uzun yıllar boyunca zirve ligden uzak kalmış Puglia temsilcisinin mevzubahis hayalini gerçekleştirmek ile görevlendirildi. İlk bakışta taraftar gücü olan köklü bir kulüp ve doğrudan ilk sıralara oynayacak kaliteye sahip bir oyuncu grubu mevcuttu. A planı 4-3-3 olan Grosso, Bari’nin başında çıktığı 46 maçın 34’ünde takımını sahaya bu diziliş ile çıkardı. Geriye kalan maçlarda 3-5-2, 4-4-2, 3-4-3 ve 3-4-2-1 dizilişlerini kullanan genç teknik adam, elindeki geniş kadroyu olabildiğince efektif bir şekilde harmanlamaya çalıştı. Grosso’nun Bari’si iç saha güçlü bir oyuna, deplasmanlarda ise maçın gidişatına göre reaksiyon veren bir yapıya sahipti. Dörtlü savunmanın çizgilerinde yer alan Salvatore D’Elia ve Stefano Sabelli, 4-3-3’ün getirisi ile geniş alanlara yayılıyor, bu da Riccardo Improta ve Cristian Galano gibi içeriye katetmeyi seven kanat oyuncularına özgürlük tanıyordu. Bitmek bilmeyen enerjisi ile takım savunmasına destek veren Andres Tello, ceza sahasına yaptığı sürpriz koşularla da bir nevi joker görevi görüyordu. Orta sahadaki en kilit isim ise, aynı zamanda takımın saha içi lideri olan Migjen Basha idi. Arnavut oyuncunun görevi sadece standart bir 5 numara gibi topu savunmadan çıkartmak değil, aynı zamanda bir 8 numara gibi tempoyu belirleyip, hücum aksiyonlarına katılmaktı. Bu konuda yay civarına yaptığı koşular ve uzun mesafeli şutlarının etkisini görmek mümkün. Grosso’nun orta sahada en çok forma şansı verdiği diğer oyuncular kaptan Franco Brienza, Massimilano Busellato ev Jacopo Petriccione idi. Birbirinden farklı oyun dinamiği olan bu üç isimden de maksimum verim almaya çalışan Grosso, üçlü formasyonlar kullandığı zaman daha defansif ve güvenilir bir orta saha kurguladı. İleri hatta kullandığı tek santrafor için eli oldukça güçlü olan genç teknik adam, tercihini genelde Nene’den yana kullandı. Karamoko Cisse, Antonio Floro Flores ve Libor Kozak gibi isimleri de sürekli olarak denedi, her isimden verim almaya çalıştı. Hızlı geçiş oyunlarıyla kontra atak arayan, bu hızlı hücumların dönüşünde de savunma zafiyetleri gösteren Puglia temsilcisi, savunma disiplininin oturmaması yüzünden sezon boyunca sıkıntılar yaşadı. Aslında isimlere tek tek baktığımız zaman Serie A seviyesinde savunmacılara sahip olan Grosso, dörtlü savunma hattı ile çıktığı maçlarda en çok Norbert Gyömbér ve Luca Marrone ikilisini kullandı. 3-5-2 ve 3-4-2-1 gibi farklı dizilişlerde ise bu iki isime ek olarak genç savunmacı Elio Capradossi şans buldu. DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

81


Grosso’nun Bari günlerinde yaşadığı bir diğer sıkıntı ise kulübün yaşadığı ekonomik düzensizlikler oldu. Oyuncu maaşlarını yahut San Nicola Stadyumu’nun su faturasını bile ödeyemeyen Bari’nin, play-off üzerinden Serie A’ya çıkma hayali artık bir zorunluluk haline gelmişti. Bu süreçte Federasyon tarafından iki puanı silinen Bari, ligi yedinci sırada bitirdi ve play-off’lar öncesinde istediği avantajı yakalayamadı. İlk turda sezonun en formda ekiplerinden Cittadella ile 2-2 berabere kalan Bari, ligi rakibinin altında bitirdiği için elenmekten kurtulamadı. Sezon bittikten sonra iflasa doğru sürüklenen kulüpte Fabio Grosso ile yollar ayrıldı. Güney’de aradığını bulamayan genç teknik adamın ilk işi, tekrardan Kuzey’e dönmek olacaktı. Fabio Grosso’nun yeni adresi Hellas Verona oldu. Veneto temsilcisi Serie A’da geçirdiği başarısız sezondan sonra tekrardan Serie B’de yer alıyordu. İmkânlar çok, beklentiler yüksekti. Bu tezat denklemde Grosso’nun neler yapacağı merak konusuydu. Öte yandan iflasını açıklayan, akabinde ise Serie D’ye düşürülen Bari’deki oyuncular kulübü teker teker terk ediyordu ve bunu fırsat bilen Grosso, eski öğrencilerini Verona’ya getirdi. Bu isimler Karamoko Cisse, Jure Balkovec, Liam Henderson ve Alessandro Berardi idi. Ayrıca Bari’de kiralık oynayan Luca Marrone ve Alan Emperur da tekrardan eski hocalarına katıldılar. Ancak Serie A’dan düştükten sonra güç kaybeden Hellas Verona’nın transfer mesaisi henüz bitmemişti. Perugia’nın golcü oyuncusu Samuel Di Carmine’nin yanı sıra Karim Laribi, Alessandro Crescenzi, Antonino Ragusa, Samuel Gustafson, Pawel Dawidowicz ve Alberto Almici gibi ligin önemli isimlerini kadroya kattılar. Bu hareketli transfer dönemi sona erdiğinde ise Grosso’nun tıpkı Bari’de olduğu gibi ana planı olan 4-3-3 için koşullar uygun hale gelmişti. Verona kariyerine rahat bir başlangıç yapan Grosso, İtalya Kupası’nda erkenden elenmelerine rağmen ligin ilk beş haftasını dört galibiyet ve bir beraberlik ile geride bırakmayı başardı. Kaptan Giampaolo Pazzini gibi

82 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com

bu seviyelerde her zaman görevini yerine getiren bir golcüye sahipti. Bari döneminde takımın yaşlı olmasından dolayı yaşadığı sıkıntıların Verona’da tekrar etmesi de pek mümkün gözükmüyordu. Zira Santiago Colombatto, Mattia Zaccagni ve Andrea Danzi gibi yüksek potansiyelli, her maç maksimum enerji ile mücadele eden genç yetenekler mevcuttu. Yine Bari döneminden farklı olarak kadrodaki yaş dengesi çok daha haddinde harmanlanmış, bu doğru planlama ile ortaya geniş bir oyuncu havuzu çıkmıştı. İlk beş haftayı kazasız atlatan Verona’da sıkıntılı günler yakındı. Ritmini kaybeden takım, bir maç kazanan sonra iki maç puan kaybeden bir profil çizmeye başladı. Alınan dört mağlubiyeti telafi etmesi gereken Grosso, Aralık ayını iyi geçirdi ve 2019 öncesi biraz olsun nefes aldı. Öyle ki, basında sık sık gündeme gelen ‘Grosso’nun koltuğu sallanıyor’ minvalinde haberler, her an gerçekleşebilecek bir ayrılığın sinyallerini veriyordu. Nitekim Şubat ayının ortalarına gelindiğine yeni yılda henüz galibiyet görmemiş bir Verona mevcuttu. Bu süreçte taraftarın, yönetimin ve basının çıkardığı çatlak sesler artıyor, Grosso’nun sezonun sonunu getirebilmesi pekala zor gözüküyordu. Üç puandan uzakta geçen haftalar boyunca ilk sıralardan gittikçe uzaklaşan Hellas Verona, bu formsuzluğun devam etmesi durumunda zirveden tamamen kopabilir ve Serie A parolası ile başlanan sezon henüz bahar gelmeden fiyasko ile sonuçlanabilirdi. Bu bağlamda kadroyu daha da güçlendirmek isteyen Verona, devre arasında ligi iyi bilen oyunculara yöneldi. Grosso’nun planında büyük önem taşıyan savunma kanatlarında rotasyon oluşturmak adına Salernitana’dan Luigi Vitale ve Crotone’den Davide Faraoni alındı. Parma’dan da Gianni Munari ve Antonio Di Gauido gibi tecrübeli iki isim transfer edildi. Bu hamlelerden sonra alınan sonuçlar bir nebze olsun düzelmeye başladı. 4-1-4-1 ile üst üste iki maç kazanan Verona, sonrasında alınan Lecce mağlubiyetine rağmen Venezia ve Perugia gibi iki kritik maçtan da altı puan çıkarmayı başardı. Grosso takımını tekrardan ilk ikiye yaklaştırmıştı ama beklentiler büyük, baskı fazlaydı. Sırasıyla Ascoli, Cremonese ve Brescia maçlarında alınan beraberlikleri Palermo ve Benevento mağlubiyetleri takip etti. Pescara karşısında alınan beraberlik sonrası sahasında ligin zayıf ekiplerinden Livorno’yu ağırlayan Verona, maçı 3-2 kaybetti. Bu, uzun süredir beklenen ayrılığın kesinleştiğini gösteriyordu. Bazen şans faktörü, futbol gibi çok fazla değişken barındıran olgularda en büyük yardımcınız olabilir. Verona’da geçirdiği yaklaşık on aylık süre zarfında şanssızlıktan bir türlü kurtulamayan Grosso, bunu görevden ayrıldıktan sonra daha iyi anladı. Onun yerine göreve gelen Alfredo Aglietti, muhtemelen sakin bir şekilde sezonu tamamlamak ile görevlendirilmişti. Takım hâlihazırda playoff potasındaydı ancak Cittadella mağlubiyeti ile bu şansını son haftaya taşıyan Verona, sahasında Foggia’yı 2-1 ile geçmeyi başardı ve Serie A için son bileti kovalayan altı takımdan biri oldu.


Play-off’taki ilk maç Alessandro Nesta’nın çalıştırığı Perugia’ya karşıydı. Bu sezon harika bir performans gösteren Umbria ekibi, Palermo’nun aldığı ceza sonrası ortaya çıkan boşluğu doldurmuş, mental avantajı lehlerine çevirmişti. Ancak sahada ne yaptığını bilen, oldukça iyi bir Verona vardı. Kendi sahaları Marcantonio Bentegodi’de oynamanın verdiği avantajla uzatmalara giden maçı 4-1 kazanmayı başardılar. Sonrasında oldukça kısır geçen Pescara eşlemesini deplasmanda alınan galibiyet ile atlattılar. Finaldeki rakip, bundan bir ay kadar önce 3-0 mağlup oldukları Cittadella idi. Lokal bir rekabetin söz konusu olduğu bu eşleşmede ilk maçı 2-0 ile geçen Cittadella, Verona’ya giderken Serie A hayalleri kurmaya başlamıştı bile. Ancak Aglietti’nin öğrencileri görkemli bir oyun ile rakibini 3-0 mağlup etti ve tam bir yıl aradan sonra zirve lige geri döndü. Fabio Grosso, Juventus Primavera’dan ayrıldıktan sonraki üçüncü haziran ayı da geçmek üzere. Bari ve Hellas Verona günlerinde yaşadığı tecrübeler, şanssızlık kadar taktiksel bir yetersizliğin de işaretiydi. Ortada başarısız bir tablo mevcut ancak bu krizden çıkmayı başarması durumunda çok daha kendinden emin bir Grosso görebiliriz. Onun ihtiyacı olan olgu, tıpkı 2006 Dünya Kupası’nda yaptıkları gibi ‘doğru yerde, doğru zamanda’ denklemi olabilir. Bu ihtiyacı arayan, asla pes etmeden ideallerinin peşinde koşmak isteyen her genç antrenör gibi Fabio Grosso da doğru yerde. Zira İtalya gibi ülkelerde alt liglerin tozunu yutmadan kendinizi ispatlamanız pek mümkün değildir.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

83


84 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


“Tarsus’ta Ramazanoğulları ailesinin yakın akrabası ve Tarsus müftüsü Hacı Ahmet Hilmi Efendi, 1800’lü yılların başlarında vakıf hizmetleri ile birlikte ekonomik gücünü de artıran çalışmalara başladı. 1860’lı yılarda Tarsus’taki Eshabı Kehef’i tamir ettirmesi ve yaptığı hizmetler karşılığı Padişah Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan tarafından ödüllendirildi. Hayır, hizmetlerindeki başarısından dolayı “Eliyeşil” unvanını aldı. Oğlu Sadık Eliyeşil, iyi bir eğitim aldı, çiftçilik yaptı, 1904 yılında Tarsus Belediye Başkanı oldu. 1905 yılında Türkiye’de ilk kez Tarsus suyu üzerinde elektrik üreten tesisleri kurdu. Ve 1905 yılında da hizmetlerinden dolayı “Paşa” unvanı verildi.”

Yukarıda ki satırlar Adana, Mersin ve çevresi hakkında büyük araştırmalara sahip Cezmi Yurtsever’in ‘Çukurova Türkmenleri’ adlı kitabından bir kesitti. Bugün Eliyeşil ailesini ve ekürisini anlatacaksam bu ailenin nerelerden geldiğini, nasıl geldiğini sizlere belirtmek zorunda olduğumu düşünüyorum. Eliyeşil soyadı dört koca kuşaktır atçılık ile uğraşıp bunun yanında Türk atçılığına damga vuran bir marka. Sanmayın ki sadece atçılık alanında bir marka Karamehmet ailesi ile olan akrabalık ilişkileriyle beraber Türk sanayisinin de önde gelen ailelerinden oldular. Ancak ben bu yazıda sizlere geçtiğimiz Haziran ayının son Pazar günü; 30 Haziran’da gerçekleştirilen 93.Gazi Koşusunu daha önce 13 kez kazanan bu ailenin atçılık hikâyesini anlatmaya çalışacağım

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

85


Eliyeşil ailesi 1945’te önce Tarsus sonra da Adana’da yerel yarışlarda bir Arap atı ile atçılık hikayesine başlıyor. Daha sonra başarı gelince gözlerini İngiliz atlarına yönelten eküri yaptığı yatırımların karşılığı çok kısa süre sonra 1950 yılında ilk Gazi koşusunu kazanarak alıyor. DARLİNG isimli safkan aileye serinin ilk kupasını getiriyor. Bu safkanı daha sonra 1953’te KUSUN adlı safkan takip ediyor. Atçılık camiasına 3 yılda 2 Gazi şampiyonluğu ile çok hızlı bir giriş yapan Eliyeşil ekürisi 3.şampiyonluk için tam sekiz yıl beklemek zorunda kalıyor. 1961 yılında ATLIHAN,1963 yılında MELİKŞAH, 1964 yılında KAYARLI ile dört yılda üç şampiyonluk daha alan eküri adeta Gazi koşusunda hakimiyetini ilan ediyordu. Bu üç şampiyonun pedigrisindeki ortak nokta ise bu safkanların babası olan safkan CİHANGİR’di. Gazi koşularına başladığı ilk 14 yılda 5 şampiyonluk belki az görünebilir ama günümüzde bu koşuyu yatıp kalkıp sadece bir kez kazanmayı hayal eden ekürilerin var olduğunu bilmenizi isterim.

1964’te gelen şampiyonluktan sonra Eliyeşil ailesi için gayet uzun ama normal bir eküri içinse gayet makul bir süre şampiyonluk için beklemek zorunda kalındı.1971 yılında MİNİMO, 1972 yılında AKKOR ile eküri yine şampiyon olurken pedigride yine CİHANGİR ismi göze çarpıyordu. Şampiyonluk sayısını 7’ye çıkaran ekürinin üç yıl üst üste şampiyonluk için eline büyük bir fırsat geçmişti çünkü 1973 yılında Gazi koşusuna kayıt edeceği safkan efsane tay KARAYEL’di. Karayel lafın gelişi bir efsane değildi. Şöyle ki yarış hayatı boyunca katıldığı 18 yarışın tamamını 1. bitirmiş, hiç geçilmemiş bir attan bahsediyoruz.10 Haziran 1973 günü çıktığı Gazi koşusunu 2.34.62’lik dereceyle kazanırken ekürinin 8. şampiyonluğunu da ilan etmiş oluyordu. Karayel’in sahibi Sadık Eliyeşil, 2005’te verdiği bir röportajda –‘En sevdiğiniz at hangisi oldu?’ sorusuna şu yanıtı veriyordu; “1973’te Gazi Koşusu’nu kazanan Karayel’i tek geçerim. O, bir görenin aşık olduğu, anormal bir attı. Kimse unutamaz o atı. Hayatında 18 yarış koştu ve hiç geçilmedi.”

KARAYEL’in aynı zamanda Triple Crown yapan sekiz safkandan biri olduğunu belirtmekte fayda var.

86 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


1971 yılındaki şampiyonluk ile beraber eküri ve Ekrem Kurt ortaklığı da başlıyor diyebiliriz. 3 yıllık seride tüm kazanan safkanlara efsane jokey Ekrem Kurt biniyordu. Bu ortaklık eküriye birçok zaferin de kapısını aralıyordu. 1973 yılındaki şampiyonluktan sonra 1976 yılında bu sefer BUĞRA isimli safkan yine Ekrem Kurt idaresinde şam-

piyonluğu eküriye getiriyordu. Buğra da üç yıl öncenin şampiyonu Karayel gibi bir Prince Tudor tayıydı ve o da adını tarihe altın harflerle yazdıran bir Eliyeşil safkanı oluyordu. Buğra isimli safkanın bir diğer özelliği ise bir gözünün görmemesiydi buna rağmen yarışta bu eksikliğini hiç hissettirmeden şampiyon olmasını bilmişti.

Eliyeşil ekürisi Gazi şampiyonluğunu adeta sıraya koyar gibi yine altı yıllık bir aranın ardından 1982 yılında TORAMAN isimli safkanla 10. şampiyonluğa ulaşıyor.Jokey yine Ekrem Kurt iken, tayın babasının 1972 yılında Gazi şampiyonu olan AKKOR olduğu gözlerden kaçmıyor. 11. şampiyonluk bu sefer 1973 şampiyonu efsane KARAYEL’in yavrularından CARTEGENA’ya nasip oluyor. Ekrem Kurt idaresindeki Cartegena 1984 yılı Gazi koşusunda Eliyeşil ekürisini bir kez daha mutlu ediyor ve kırılması güç rekoru bir adım daha ileriye taşıyordu. Cartegena da babası Karayel gibi hiç geçilmeden pistlere veda eden bir diğer

efsane oluyordu. 1986 yılına geldiğimizde bu kez sahnede HAFIZ isimli İngiliz tayını görmekteyiz. Uzun yıllar sonra ilk defa bir gazi koşusunun 1.ve 2.’liği bir eküriye gidiyordu. Birinci Hafız’a Mümin Çılgın binerken ikinci KAPKARA’ya Ekrem Kurt biniyordu. Ancak değişen bir şey yoktu eküri 12. şampiyonluğuna merhaba diyordu. Sadık Eliyeşil ise şampiyon safkan Hafız’a bu ismin nasıl verildiğini şöyle anlatıyordu; “Onun babası Royal Shiraz’dı. Onunla alakalı ne koyalım dedik. Hafız olsun dedik. Meşhur şair Şirazlı Hafız’dan dolayı.”

Uzun aralara çok alışık olmayan eküri 1986 yılından sonra uzun bir sessizliğe bürünür. Doksanlı yıllarda Gazi koşularına katılsalar da şampiyonluk gelmez. Sadık Eliyeşil’in eküri ile fazla ilgilenememesi çocukları Necmettin ve Meliha Eliyeşil’in atçılığa daha fazla ilgilenmesine sebep olur.2000’li yıllara girildiğinde eküri Gazi koşularına katılmayı sürdürür fakat bir türlü bir sonraki şampiyonluk için doğru safkanı ve doğru şartları bir araya getiremezler. 2005 yılına gelindiğinde ise ilk Gazi şampiyonluğunu 1996 yılında elde eden Halis Karataş ile güç bela da olsa anlaşma sağlanır. Halis Karataş’ın bineceği safkanın ismi ise POPULAR DEMAND’dır. Bu isim aynı zamanda eküriye 19 yıl sonra 13. şampiyonluğu getirecek tay da olur. Ekrem Kurt ve Mümin Çılgın sonrası baş jokey sıkıntısı çeken Eliyeşil ekürisinin son temsilcilerinden Necmettin Eliyeşil Popular Demand ile gelen son şampiyonluğu 2005 yılında Özkan Güven’e şöyle anlatıyor;

“3 yaşındayken iyi bir at olduğunu ilk koşusunda anladık. Kısa mesafelerden sıkılan bir at. Mesafe biraz uzun olunca tuhaf bir stili ortaya çıkıyor. Gidiyor, olmaz, yarışı bitiremez, kaybetti bu at dediğiniz anda birdenbire sanki vites büyütüyormuş gibi atağa geçiyor. İlk gördüğümüz zaman çok şaşırdık tabii. Biz onun iyi olduğunu anlamıştık. Hatta jokey Halis Karataş’ın bile gözüne girmişti. Gazi’ye kadar üç yarışa katıldı, bunun dışında onu fazla yormadık. Halis’i ele geçirmek çok kolay bir iş değildi. Herkes onu istiyordu. “Bu at Gazi için ümit veriyor” dedi. Sonra bütün gelenlere “Ben Eliyeşillerin atına bineceğim” dedi ve 13. Şampiyonluk geldi.” Popular Demand 79.Gazi koşusunda şampiyonluğa uzandığı yarışta son virajı 22 at arasında 19. ya da 20.dönüyordu son metrelere girilmeden önce ön grupla arasında hala 5-6 at bulunuyordu fakat Popular Demand dış kulvardan öyle güçlü gelmişti ki hiçbir rakibi onun bu atağına cevap verememişti ve Türk atçılığının en büyük kupası olan Gazi koşusu 13.kez Eliyeşil ekürisine gelmişti.

DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

87


Yazının başında da belirttiğimiz üzere 30 Haziran günü gerçekleştirilmiş olan 93.Gazi koşusuna kadar olan bölümde Eliyeşil ekürisi herhangi bir şampiyonluk etmemiş durumda. Zaten eküri son yıllarda tüm taylarını sahadan çekmiş vaziyetteydi. Artık ailenin diğer fertleri atçılık ile pek ilgilenmiyor. Fakat bu yazının araştırmalarını yaparken bir bilgiye rastladım. Necmettin Eliyeşil’ in bir İngiliz tayı mevcutmuş ve o tay sağlıklı bir şekilde yaşını tamamlarsa ekürinin o ünlü yeşil formasını tekrar pistlerde görebilmemiz an meselesi olabilirmiş. Umarım bu beklentimiz gerçeğe dönüşür çünkü yarış pistlerinin böyle değerli bir eküriye her daim ihtiyacı olacaktır. Dile kolay ailenin 1945’te başlayan amatör atçılık hikayesi, 1950’de ilk gazi şampiyonluğu sonrası 93 yıllık kupa tarihine sahip bir organizasyonun 13’üne Eliyeşil ismini yazdırmak tarihi bir başarı. Bunun yanında Türk atçılığına verdikleri katkıyı söylemiyorum bile. Bu yüzden bu dergide atçılıkla ilgili ilk yazıda bu ekürinin başarılarına yer vermek istedim. Çünkü ne de olsa Türkiye’de Gazi koşusu denilince akla gelen ilk isim ELİYEŞİL’dir…

88 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


DeplaseDergi.com | Temmuz Sayısı

89


90 Temmuz Sayısı | DeplaseDergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.