Son bizimle başlar...
Sayı : 4 Aylık Kültür- Online Dergisi
1
Bu Ay
-Spor26-“Cristiano Ronaldo dos Santos Aveiro” Portekizli çelimsiz, kıvırcık saçlı
çocuğun Madeira Adası’ndan, Madrid’e uzanan büyüleyici öyküsü... O çocukken sokakta “Figo” olarak gol atıyordu, şimdi ise dünyanın her yerinde, sokakta top oynayan çocuklar “Cristiano Ronaldo” ismiyle gol atıyor .
2
içindekiler 5- Editör
-Foto Haber-
8-“Kültürümüzün yadsınmazı Minibüsler” Minibüslerin
kültürümüzdeki yeri yadsınmaz bir gerçek. Minibüsler deyince akla gelen elbette arabesk müziği ve derbeder şöforleri. Şimdilerde pek olmasa bile eski zamanlarda minibüsün arkasını kaplayan arabesk müziğin ‘baba’ları...
-Sinema6- “ALFRED HİTCHCOCK VE ÜNLÜ
YAPITI “PSYCHO”NUN BİLİNMEYENLERİ” Hemen hemen her üniversitede tez konusu olarak verilen film, dönemin ve dönemimizin kült filmleri arasına girmeyi başarmıştır. Böyle büyük bir yönetmenin şaşırılacak yönü ise, hiç “Oscar” ödülü olmamasıdır.
-Portre-
“4. sayımızla karşınızdayız...” 45- Yaşamın İçinden
“Şehirdeki Köy” 35- Tiyatro
“Inıshmore’lu Yüzbaşı” 34-Kitap
“İlişkinizde Kaçıncı Şahıssınız? / Aldatmak-AHMET ALTAN ” Röportajlar 14- ‘Vatan Haini Bile İlan
Edildim / Niran Ünsal”
10- “Korkunun Zihnimizdeki 36 - Savaşın İçinden Efendisi: Stephan Edwin King” Bildiriyor: Hakan Kumuk Stephan Edwin King, yazdığı roman ve senaryolarda yıllardır bizi korkularımızla sınayan 1.93 boyunda, 90 kiloluk, çocukluğundan beri gözlük takan bu dev adamın korkularına gelince uçağa binmek, karanlık ve hemen hemen her yazarın ortak korkusu olan Alzheimer.
3
büt dergisi
Aylık Kültür- Online dergisi
Editör
Mustafa Doğan
Yazı işleri Emre Ceylan Reklam
Efe karasu
Mısra Yıldız
Grafik Tasarım
Mustafa Doğan
Ön ve Arka Kapak Mustafa Doğan
Yazarlar
Emre Ceylan Efe Karasu Ege Küçükkiper Müge Gül Elif Cengiz Büşra İlaslan Handan Aşık www.butdergisi.com
www.facebook.com/butdergisi www.twitter.com/ButDergisi
Bize ulaşmak için info@butdergisi.com butdergisi@gmail.com
Tüm hakkı saklıdır. Yazılarla ilgili tüm sorumluluk yazarlara aittir.
4
Editör
4. sayımızla karşınızdayız... -Mustafa DOĞAN-
Merhaba sayın okuyucu. Dördüncü sayımızla yine karşınızdayız. Bu sayımızda içerik bakımından her zamanki gibi zengin bir Büt Dergisi sizleri bekliyor. Ege Küçükkiper ‘sinema’da Alfred Hitchcock ve ünlü filmi “Psycho”yu kou aldı. Küçükkiper, Psycho’yu en ufak ayrıntısına kadar inceleyip siz değerli okurlarımız için eleştirdi. Bu eleştiriyle filmin hem eksiklerini hem de hayran bırakan yanlarını göreceksiniz. Eleştirdiği filmi izleyenler Küçükkiper’in eleştirileriyle tekrar izleme gereği duyacak, izlemeyenler ise zaten filmi hemen izlemek isteyecek. Müge Gül ‘portre’de ünlü korku yazarı Stephan Edwin King’ı konu aldı. Gül’ün yazısını okuduğunuzda Stephan King’in hayatı hakkında detaylı bilgiye sahip olacaksınız. Korkmaya hazır olun… Futbol severlerin yakından tanıdığı ve hayranlıkla takip ettiği futbolcu Cristia-
5
no Ronaldo’yu ne kadar tanıyorsunuz? Ünlü futbolcunun kalp hastası olduğunu biliyor muydunuz? Efe Karasu bu ay ki ‘spor’ yazısında Cristiano Ronaldo’yu anlattı. Toplu taşımada önemli bir yeri olan minibüsler ‘Foto Haber’e bu ay konu oldu. ‘Kitap’ta Handan Aşık, Ahmet Altan’ın Aldatmak kitabını hem tanıttı hem de eleştirdi ve Emre Ceylan şehir hayatındaki şaşırtıcı köy hayatını ‘Şehirdeki Köy’ü kaleme aldı. Bu ay pop şarkıcısı Mısra Yıldz’ın yaptığı Niran Ünsal röportajında; Ünsal’ı bir kez daha tanıyacaksınız. Bir diğer röportajımız da savaş muhabiri Hakan Kumuk ile gerçekleştirildi. Röportajı Mustafa Doğan ve Emre Ceylan geçekleşitrdi. Sizleri daha fazla editör yazısıyla meşgul etmemek için fazla yazıyı uzatmadan susuyorum. Keyifli okumalar…
Sinema
ALFRED HİTCHCOCK VE
ÜNLÜ YAPITI “PSYCHO”NUN BİLİNMEYENLERİ -Ege KÜÇÜKKİPER-
Hemen hemen her üniversitede tez konusu olarak verilen film, dönemin ve dönemimizin kült filmleri arasına girmeyi başarmıştır. Böyle büyük bir yönetmenin şaşırılacak yönü ise, hiç “Oscar” ödülü olmamasıdır. Yani akademi tarafından değil halk tarafından sevilmiştir. Gerilim filmi deyince, akla ilk gelen isim kuşkusuz Alfred Hitchcock oluyor. İlk filmi “No:13”ü, 1922 yılında çeviren Hitchcock, “Kuşlar”, “Vertigo”, “Arka Pencere” gibi filmlerle başarıdan başarıya koşmuş ama asıl ününü “Psycho” yani Sapık filmiyle kazanmıştır. Hemen hemen her üniversitede tez konusu olarak verilen film, dönemin ve dönemimizin kült filmleri arasına girmeyi başarmıştır. Böyle büyük bir yönetmenin şaşırılacak yönü ise, hiç “Oscar” ödülü olmamasıdır. Yani akademi tarafından değil halk tarafından sevilmiştir. Bu ön bilgilendirmeden sonra, Türkçe ismiyle “Sapık” olarak hafızalara kazınan
bir başyapıtın ortaya çıkışını, çekilişini, etkilerini ve bilinmeyenlerini hep beraber inceleyelim. Filmin seri olduğunu bilen de var, tek filmden oluştuğunu sanan da… Bilinçaltında en çok yer eden sahne ise meşhur “duş” sahnesi… Evet, Sapık bir seri… Dört filmden oluşan ve soluksuz izlenen bir seri…
Bilinmeyen 1: Sapık filmi, yazar Robert Bloch’un aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Baş karakterimiz Norman Bates, küçük yaşta annesini zehirleyerek öldürmüş ve hala yaşıyormuş gibi cesedini evin içerisinde
6
–annesinin kendi odasında- tutmaktadır. Annesini öldürmesinin derin üzüntüsünü yaşayan Norman, kendi kimliğinden sıyrılmış ve annesinin kıyafetlerini giyerek cinayet işleyen bir sapığa dönüşmüştür. Genel olarak bu eksen çevresinde olaylarını ören filmin bir diğer bilinmeyen özelliği ise;
Bu süreç zarfında tüm çekim mekanları (ev – motel), aksesuarlar, kostümler, seslendirenler ve oyunculardan Anthony Perkins aynı kalmıştır. Konu olarak da özünden ayrılmıyor oluşu, filmin devamlılığını sekteye uğratmamış, aynı ilginin görmesini sağlamıştır. Farklı olan tek bir şey vardır. O eksiklik, filmin can damarıdır. Evet, tahmin edeceğiniz gibi filmin efsanevi Bilinmeyyönetmeni Hitchen 2: “Norcock, ne yazık ki man Bates” 1980 yılında -81 karakterinin Ünlü Yönetmen ALFRED HİTCHCOCK yaşında- yaşaismi oluşturuma veda etmiştir. İlk filmin meşhurluğu, lurken baz alınan ölçüt, (Nor)mal + man bilinçaltına yerleşirliği, gişe oranının yüksek şeklinde olmuştur. olması ve en önemlisi kendisine daha da şöhret kazandırmasına karşın seri fikrini Hitchcock, serinin ilk filmini 1960 senaklının ucundan bile geçirmemiştir. Sapık esinde çekmiş ve romana son derece sadık adlı filminin haricinde diğer çektiği tüm kalmıştır. İlk film siyah – beyaz olarak filmleri de tek başına birer başyapıt özelliği karşımıza çıkmış ve meşhur duş sahnesini taşımaktadır. barındırmıştır. Norman Bates karakterine ise yine o rolle ünlenen Anthony Perkins Bilinmeyen 4: Hitchcock, romanın can vermiştir. Filmin sonunda 22 yıl akıl telif haklarını adını vermeden ve gizlice hastahanesine kapatılan Norman, ikinci 9.000 dolara almıştır. Ve kitabın bütün filmin çekilişinden habersizdir. Çünkü; kopyalarını piyasadan satın alarak, sonun öğrenilmemesini sağlamıştır. Bilinmeyen 3: Serinin ikinci filminin çekilmesi için, gerçek hayatta da 22 yıl Günümüzde malum, durum tam tersi beklenmiş ve Anthony Perkins 28 yaşından yönde. Para ve şöhret ön planda olmasına 50 yaşına gelmiştir. rağmen çekim ve hazırlık süreçleri özensiz.
7
“PSYCHO” filminin meşhur “duş” sahnesi…
İyi yönetmen olmanın yolunun, bu tarz maddi ve manevi ölçütlere asla dayandırılmayacağının altını usta yönetmen Hitchcoch sayesinde bir kere daha çizmiş oldum. Filme geri dönersek; Norman, serinin devam filminde, akıl hastanesinden çıkmış ve evine geri dönmüştür. Her şeyden, özellikle annesinden kurtulduğunu sanmaktadır. Fakat serinin ilk filminde öldürülen kadının annesi, intikam yolunu seçmiş ve türlü oyunlarla Norman’ı tekrar çıktığı deliğe sokmaya karar vermiştir. Yavaş yavaş hastalıklı haline geri dönen Norman, cinayet işlemeye devam etmiş ve yıllardır annesini öldürmenin üzüntüsüyle boş yere yaşadığını anlamıştır. Çünkü öldürdüğü kişi gerçek annesi değildir! Öz annesine kavuşan Norman, üvey annesine hazırladığı sonu ona da hazırlamıştır. Ölüsünü gömmek yerine, yine
odasına koymuştur. Film tekrar başa dönmüş, sil baştan olmuştur…
Bilinmeyen 5: Bıçaklama yani cinayet sahnelerinde, bir karpuza bıçak saplanılarak ses elde edilmiştir. 1982 yılında çekilen serinin üçüncü filminin yönetmen koltuğunda ise, değişmez başrol oyuncusu Anthony Perkins oturmaktadır. Bu filmde hastalığının düzelmeme sebebi ise; ilk filmde öldürdüğü kadına çok benzeyen bir kadının, Norman’ın işlettiği motelde kalıyor oluşudur. Son film ise, Norman’ın çocukluk yıllarına aittir. Aslında bütün karakteri analiz edebilmek için gerekli olan filmdir. Norman evlenmiş, annesini kafasından atabilmiş ve mutlu sona ulaşılmıştır.
8
Alfred Hithcock’un ünlü yapıtı “PSYCHO”nun film afişi
Çekim türü ve konusu açısından eleştirebileceğim film, serinin üçüncü filmidir. Diğerleri kadar heyecanlı olmayıp, amatör hatta üçüncü sınıf bir video filmi kıvamında çekilmiştir. Gereksiz ve bir amaca hizmet etmeyen çok sayıda sahne bulunmaktadır. Yönetmen farkının ne kadar önemli bir ölçüt olduğu aşikardır. Ayrıca süre olarak içlerinde en kısa olanıdır. İzlenirlik açısından üç seri olmasını tercih ederdim. Bir bütün olarak Sapık filmi, kesinlikle izlenmeye değer, IMDb puanı 8.6 olan, gerilim türünde verilmiş en iyi örnektir. Filmin dikkat çekici bir diğer yönü ise müzikleridir. Sırf müzikleri için bile seyredilebilir. Hemen hemen sitcom tarzında bir filmdir. Sitcomdan tarzım, komedi ve plato / stüdyo oluşu değil, neredeyse bütün filmin iki mekanda geçişidir. Mekan sayısı az olmasına rağmen izleyiciyi sıkmayan, serinin sonuna yaklaştıkça önceki filmlerle arasında bağ kuracak nesnelerin oluşu, aradan on yıllar geçmesine karşın seyircinin dikkatini ve ilgisini dağıtmamıştır. Zaten 53 yıl sonra bile bu filmden bahsetmemiz bazı gerçekleri göstermiyor mu?
Filmin ortak yönü: Hem Hitchcock’a, hem de Anthony Perkins’e şöhret getirmiş ve isimlerinin kalıcı olmasını sağlamıştır. Hitchcock, bütün filmlerinde olduğu gibi bu filminde de, detaylı bir storyboard çalışması yapmış, cinayet sahnelerinde bile
9
yalnızca birkaç damla kan göstermiştir. Çünkü kan, bir korku filmine daha çok yakışacak, gerilim filminin doğasına aykırı olacaktır. Sırf bu nedenden dolayı ilk filmini siyah – beyaz çekmiştir. Kan belli olmasın diye… Hithcock’un bir diğer özelliği ise, çektiği bütün filmlerde, birkaç saniyeliğine bile olsa kendisini göstermesidir. Bu filmde ise, 7. dakikada gözükmektedir.
Bilinmeyen 6: “Alfred Hitchcock and the Making of Psycho” adlı Stephan Rebello imzalı bir kitap basılmıştır. İlk kez romandan uyarlanan bir film, film haliyle tekrar bir romana dönüşmüştür. ege0692@hotmail.com
Portre
Korkunun Zihnimizdeki Efendisi
Stephan Edwin King -MĂźge GĂœL-
10
Maine eyaletine bağlı Portland kentinde 1947 yılının Eylül ayının 21’inde, bulutlu bir pazar günü bir şirkette satıcı olarak çalışan Donald ve eşi Nelli Ruth King çiftinin 2.oğulları olarak dünyaya gelen bebeğe Stephan Edwin ismi verildi.
Stephan Edwin King, yazdığı roman ve senaryolarda yıllardır bizi korkularımızla sınayan 1.93 boyunda, 90 kiloluk, çocukluğundan beri gözlük takan bu dev adamın korkularına gelince uçağa binmek, karanlık ve hemen hemen her yazarın ortak korkusu olan Alzheimer.
11
Babası o dönem oldukça mali sıkıntılar çekiyor, ailesine bakmakta zorlanıyordu. Birikmiş kira borcu ve faturalardan oluşan bir deste zarfla eşini ve oğullarının bırakarak ortadan kaybolduğunda David 4, küçük Stephan ise sadece 2 yaşındaydı. Nelli Ruth bir dünya borç, 2 afacan erkek çocuğu ve terk edilmişlik duygusuyla nasıl başa çıkacağını pek kestiremiyordu. Bir süreliğine çocukları kız kardeşinin yanına bıraktı. Günde 2 vardiyalı işlerde çalıştı. Garsonluk yaptı, bulaşık yıkadı, hatta kendi çocuklarına ayıramadığı zamanı başka çocuklara bakarak paraya çevirmeye çalıştı. Tabii bunun bir bedeli vardı, çocuklarına yeterince ilgi gösteremiyor onları yabancı dadılara emanet ediyordu. Stephan, 4 yaşındayken bakıcısı tarafından şiddete maruz kalmış, ancak bunu yıllar sonra kendi otobiyografisini yazarken açığa çıkarmıştır.
Öğretmen olarak iş bulamadı... 1958 yılında annesi ve ağabeyi ile birlikte Durham’a taşınan King, burada okula başladı. 1966’da kolejden mezun oldu ve üniversitede İngilizce öğretmenliği okurken, çalıştığı kütüphanede tanıştığı kendisi gibi yazar olan Tabitha ile evlendi. Evliliklerinin ilk 3 yılında Naomi Rachel ve Joe Hill isminde
2 çocukları oldu. Stephan için bu yıllar oldukça zordu. Öğretmen olarak iş bulamadığı için bir çamaşırhanede işe başlamıştı. Bir yandan çamaşır yıkıyor, bir yandan da geceleri küçük hikayeler yazıp bunları satarak ailesine bakmaya çalışıyordu. Çamaşırhanede çalıştığı dönemde bir mesai arkadaşı çamaşırları sıkmak için kullandıkları mengeneye iki elini kaptırdı. Bu deneyim daha sonra yazarın “Mengene” isimli kitabına da esin kaynağı olmuştur. King, kısa öykülerle başladığı yazarlık hayatında “Carrie” ile sağlam bir adım attığında henüz 27 yaşındaydı. Bu romanı için 2500 dolar avans almış ve en iyi ihtimalle 25-30 bin dolar arası bir para kazanacağını umuyordu. Çamaşırhaneden ayrılıp, öğretmenlik yapmaya başladığının 3.yılı kitabının kabul edildiğiyle ilgili aldığı telefonda bahsedilen rakam tam 400 bin dolardı. Bu da onun 200 bin dolar kazandığı anlamına geliyordu. O dönem için bu hayal bile edilemeyecek bir rakamdı. Bu oldukça iyi bir başlangıçtı. 1977 Şubatı’nın 21’inde çiftin 3.cocukları Oqen Phillip dünyaya geldi. Pek çok şey King ailesi için yoluna girmeye başlamıştı. Ancak çok geçmeden aile bir kayıp verdi. Oğlu ile gurur duyan anne Nelli Ruth kanserden hayatını kaybet-
tiğinde genç sayılacak bir yaştaydı. Küçük oğlu Stephan ise annesini son kez uğurlamaya gelmeden körkütük içmiş, ona bir veda konuşması yapacak kadar bile kendine malik değildi.
Alkol ve uyuşturucu kullanmaya başladı... İlerleyen yıllarda alkol sorunu çok daha ciddi bir hal alan King, uyuşturucu hap ve kokain kullanmaya başladı. Sabahlara kadar içiyor, yüksek sesle müzik eşliğinde en derinlerimizde yaşadığımız korkuları satırlarla buluşturuyordu. 1990 yılına geldiğimizde yazar düzinelerce roman yazıp, milyonlarca dolarlık bir kazanç elde etmişti. Ancak bedenen ve ruhen akıl almaz bir değişim ve bozukluk içindeydi. Sonunda eşi Tabitha isyan etti. Ailesini kaybetme korkusu Stephan’a önce kokain ardından uyuşturucu haplar ve son olarak ta alkolü bıraktırdı. 1999 haziran ayının 19’una kadar King hayatına dair pek çok şeyi yoluna koymuş, kötü günleri geride bırakmıştı. Sabah koşuya çıktı, her şey oldukça sıradandı. Birden ne olduğunu bile anlayamadan kendini yerde buldu. Huysuzlaşan köpeğini sakinleştirmek için gözünü yoldan ayıran bir karavan şoförü ona arkadan çarptı. Bu yazarın hayatın-
12
da ilk kez onu ölümle karşı karşıya getirmişti. Çocukluğunda bir arkadaşının tren altında kalmasına şahit olmasını saymasak tabii. Olay sonrası kendine gelmesi aylar bulmuştu. Olaydan sonra eve geldiğinde sessiz ve tepkisizce oturmuş, birkaç saat sonra annesine olanları anlatabilmişti. 240 saatte tam 5 ameliyat geçiren Stephan hayata geri döndü. 5 ay boyunca özellikle ilk bir ayı son derece acılı ve sancılı bir fizyoterapi gören yazar, doktorların dahi mucize olarak değerlendirdiği bir hızla iyileşti. Hastaneden çıkar çıkmaz ilk işi o karavanı satın almak oldu.
Amerikan edebiyatı ve yazarlık dersleri veriyor. Yazdığı roman ve senaryolarda yıllardır bizi korkularımızla sınayan 1.93 boyunda, 90 kiloluk, çocukluğundan beri gözlük takan bu dev adamın korkularına gelince uçağa binmek, karanlık ve hemen hemen her yazarın ortak korkusu olan Alzheimer.
Hayatta herkes zaman denen o sayısız an döngüsüne bir şekilde iz bırakır. Kimimiz asker olur savaşır ve zaferler kazanırız. Kimimiz hayat kurtarır, bir diğerimiz insanları eğitiriz. Yaşam boyu başarı ödülü aldı... Bazılarımız ise kelimeleri yönetir ve onlardan yeni dünyalar ve karakterl2000 yılında yazmaya geri dönerek, er yaratırız. Şüphesiz bir yazar için en “Yazma Sanatı” isimli eseriyle kendine anlamlı an onun dünyasına dahil olduğunuz andır. Bu gerçek sihirdir ve ve yazarlığına dair bir özeleştiri yapStephan King’te bunu en iyi yapanlaran King, okuyucusu ile tekrar buluştu. dan biri. İçinizdeki korkunun kokusunu 38 yıllık yazarlık hayatına 49 roman, alıp, iz süren bir gözcü. 9 öykü kitabı, 11 senaOnun görevi kaçtığınız ryo ve kendi biyografiskaranlık yüzünüzle ini sığdıran yazar, farklı karşılaşmanız ve onu kategorilerde kazandığı yenmeniz için bir şans ödüllere 2003 yılında Nayaratmaktır. O ortamı tinal Book Awards(yaşam yaratır, size silahlarınızı boyu başarı ödülü) ekleysunar ve bekler. Gerierek onu genelde yetersiz si tamamen sizin bulan akademisyenlere avuçlarınızdadır. Ya hiçbir kendini bir kez daha şey olmamış gibi saklankanıtlamış oldu. maya devam edersiniz ya da kendinize karşı Bir dönem Richard vereceğiniz en büyük Bachman takma adıyla da savaşı verir o arenadan yazarlık yapan King, aynı zamanda tam bir müzik tutkunu ve yerli kazanan olarak ayrılırsınız. bir Rockn Roll grubunda gitar çalıyor. muugegul@gmail.com Günümüzde Main Üniversitesi’nde
13
Röportaj -1
‘Vatan haini ilan edildim!’ Niran Ünsal, sanatçı kimliği ile gönüllere taht kurmuş, 8 yaşından itibaren sanatla yoğrulmuş ve günümüze kadar çizgisini bozmadan gelmeyi başarabilmiş, nadir isimlerden biridir. -Mısra YILDIZ-
Kendisiyle yapmak istediğimiz söyleşi için bizi kırmadı. Evinin kapılarını bize açan, egolarından arınmış Ünsal, tüm samimiyetiyle bizi ağırladı. Onun hakkında bilmediklerimi öğrenmek için aklıma takılan bütün soruları, onu bulmuşken sordum. Keyifli bir sohbet ettik kendisiyle… Aslında herkesin bir kendi gözünde bir de dış gözlerde farklı tanımları, farklı anlamları vardır. Kendi gözünde çok çirkin olan başkasının gözünde çok güzel olabilir ya da bu tam tersi başkasının gözünde çirkin kendi gözünde güzel olabilir… Niran Ünsal ise kendi gözünde kendisini şöyle tanıtıyor: “8 yaşında müziğe başlamış, besteci, söz yazarı aynı zamanda kurumsal bir kimliğe sahip olan bir yapım şirketi sahibiyiz. Eşimle beraber Nü prodüksiyonun iki ortağıyız. Niran Ünsal hem yapımcı, hem prodüktör, bunun yanı sıra besteci ve yorumcu kimliği olan bir müzisyendir.” İşte Ünsal kendini bu şekilde tanımlıyor. Hep gıpta ile baktığım ünlülerin aslında bizden çok da farklı insanlar olmadığına yakından şahit oldum. Herkesin farklı çocukluk günleri, çocukluk aşkları ve çocukluk arkadaşları vardır. Hepsi çocuklukta kaldı. Acaba Niran Ünsal’ın çocukluk yılları nasıldır diye merak ediyordum. Niran Ünsal çocukken nasıl hayaller kurmuştu ve bu hayalleri gerçekleştirebilmiş miydi? Kendi ağzından dinleyelim Niran Ünsal’ın çocukluk yıllarını ve hayallerini. Ünsal, “Çocukluğumda hayal kurmaya çok fırsatım olmadı. Çünkü ben çok küçük yaşlarda evin ikinci annesi olarak annem tarafından bir sorumluluk
14
bilinciyle yetiştirildim. Dolayısıyla evin temizliği, yemeği vesaire bana aitti. Çünkü 3 kardeşiz biz. En büyük abim, sonra ben, bir de kız kardeşim var. Evin ilk kız çocuğu olmam sebebiyle, annem de çalıştığı için doğal olarak evin ikinci annesi ilan edildim. Sorumluluklarım çok fazlaydı. Bir evin dönmesi için ne gerekirse o sorumlulukların bilincinde olarak yetiştim. Çocukken çok fazla hayal kuramadım.”diyor. Çocukluğu anlaşılan sokakta evcilik oynayarak geçmemiş. He tabi çocukluktan aldığı tecrübeyle hem işi hem de evini idare etmekte zorlanmıyor.
“Çocukluklarını benden daha iyi yaşadılar.”
Zor bir çocukluk dönemi geçiren Niran Ünsal’ın kendi çocukluğuyla çocuklarının çocukluğunu karşılaştırmasını istedim. Ne gibi farklar var acaba diye de merak etmiyor değildim. Sanki çocukluk yıllarını özlercesine Ünsal, bir iç çekip anlatıyor, “Dağlar kadar fark var. Onlar bir parça daha kendi çocukluklarını yaşayabilecek kıvamda bir hayat içindeler. Onlara hiçbir zaman okudukları için herhangi bir sorumluluk yüklemedim. Evin işi vesaire yani bir evin dönmesiyle ilgili olan hiçbir konuda. Yeri geliyor yataklarını bile toplatmıyorum. Sadece okusunlar. Onlar çocukluklarını benden daha iyi yaşadılar, yaşıyorlar.” Ünsal çocuklarının okumasına her anne baba gibi önem veriyor. Ünsal devam ediyor, “Çocukluklarımızı karşılaştırdığımda çok fazla benzerlikler yok. Fakat benzer huylarımız var. Genetik aktarım var öncelikle. Çocuklarım yaramaz değildir. Hiç değil hem de. Aklı başında çocuklar ve çocuklarımdan yana hiçbir şikayetim yok. En büyüğü Hande, 21 yaşında İTÜ’de. Ama onun hiçbir döneminde, dersin bitsin yemek yap gibi bir şey söylemedim. Benim için önemli olan öncelikle onların okulları. Zaten ileride hayatlarını kurdukları zaman bu sorumlulukları fazlasıyla alacaklar. O yüzden şuanda gerek duymuyorum. Mesela Hande, çok güzel yemek yapar. Ama ne zaman yapar? Genelde tatil dönemlerinde. Evde yemek pişmesi gerekiyorsa ya ben yaparım ya da yardımcımdan isterim. Hande’nin keyfi yerindeyse ve içinden geliyorsa yemek yapar. Yani mecbur olduğu için yapma gibi bir durum söz konusu değildir.
15
“Çalışan her anne babanın sorunu aynı.”
Demiştim ya çocukluktan aldığı tecrübeyle hem işini hem evini idare etmekte zorlanmıyor diye... Ama ben yinede sormak istedim mesleği yani sanatçılığı çocuklarına vakit ayırmasını zorlaştırıyor mu? Buna da şöyle cevap veriyor Ünsal, “Yok, ben öyle düşünmüyorum. Çünkü çalışan her anne babanın sorunu aynı. Avukat olan bir anne baba için de geçerli, hastanede çalışan bir doktor -kadın ya da erkek- hiç fark etmez anne baba için de geçerli. Eğer hayat için ve yaşamak için para kazanmak gerekiyorsa ki bu böyle gerçekten istediğimiz gibi yaşamak için para kazanmak zorundayız. Dolayısıyla bu bizim işimizin gereği. Bu, iş hayatında olan herkesin ortak sorunu.” Ünsal, çocuklarıyla 24 saat zaman geçirmekten sıkılacağını söylüyor. Bunu da çocuklarının gözünden “kendi yaşıtımı ararım” diyerek haklı bir nedene bağlıyor. “Ben şunun da doğru olmadığını düşünüyorum. Ben çocuğumla 24 saat vakit geçirsem çok mu mutlu olacak? Ben sıkılırım. Yani annemle babamla oturup 24 saat zaman geçirmekten sıkılırım çünkü kendi yaşıtımı ararım. Çocuk bilinci bunu öngörür. Her şeyin bir zamanı olmak zorunda. Mesela çocuklar denize girmek isterse, bu ancak yaz döneminde olabilir. Belli kurallarım vardır. Çocuklarımla gerektiği kadar ilgileniyorum. Kaliteli zaman geçirmek önemli olan.”diyor Ünsal. Yanlış anlaşılmaktan korktuğunu ifade eden Niran Ünsal, röportaja yardımcısı Şermin Hanım’la devam etmek istedi. Konuşmamıza Ünsal’ın yardımcısı da katılmışken ona da soru sormadan geçemezdim. Acaba Şermin Hanım’ın evdeki Niran Ünsal ile ekranlarda gördüğü Niran Ünsal arasında farklılıklar görüyor mudur? Şermin hanım süper farklılık olduğunu söylüyor ve devam ediyor: “Dört dörtlük bir anne, eş, bir arkadaş. Evde olduğu sürece eşine ve çocuklarına zaman ayırıyor. Zamanının çoğunu hafta içi evin üst katındaki ofisinde geçiriyor.” Aslında son zamanlar çoğu insanın yaptığı home ofis uygulamasını Niran Ünsal da yapıyor. Peki ama neden home ofis sistemini tercih etti. Bu soruma da
şöyle cevap veriyor Niran Ünsal, “Berlin’de bir karı koca arkadaşımın, bir temizlik şirketleri olduğunu öğrendim ve onların evinde misafir kaldım. Onların yarattığı bir sistem. Hem çocuklarınızla aynı çatı altındasınız, hem evinizle ilgili herhangi bir eksiğe yetişebiliyorsunuz. Yapım, organizasyon, menajerlik, basın-pr hepsi aynı çatı altında. Dolayısıyla hem zamandan, hem benzinden, hem gıdadan tasarruf ediyoruz. Her şeyi tasarruflu bir biçime dönüştürdük. Hem işçiyiz, hem patronuz.”
“Zor olan şeyleri seviyorum.”
Çocukluktan beri ne kadar annelik tecrübesi olsa da yorulur insan diye düşünüyordum. Hem işçi hem patron hem anne hem eş olmak yoruyor mudur? Bunu kendisine de sorarak aslında yanlış düşündüğümü anladım. Ünsal, “Ben zor olan şeyleri seviyorum. Karakter olarak kolay iş sevmiyorum. Yemek yaparken bile. Gece yarısı eşimin canı çiğ börek istediyse, saat iki bile olsa, o enerjim varsa, hasta değilsem, bir konserden gelmiş değilsem tabii ki oturur iki dakikada hamurumu tutarım, açar, yaparım. Çocuklarımı memnun etmek için de yapamayacağım şey yoktur. Ben her türlü fedakarlığı yapmaya hazırım.”diyor. Ünlü isimler genelde şehrin içinde, bilindik duyulduk o güzel sahil kenarlarında ya da ilçelerde otururlar. Ama Ünsal evini şehrin dışında seçmiş. Bunun belli sebepleri olduğunu düşünüyorum. Şehrin dışında olmasının sebeplerini sorduğumda “Avrupa yakasının yeşilliği az, binalar uzun, hava kirliliği fazla. Çocuklarımı öyle bir ortamda yetiştirmek istemiyorum. Doğayla iç içe olmaları gerek ve temiz havaya ihtiyaçları var. Sütümüzü ineğin, yumurtamızı tavuğun altından getirtiyoruz. Benim hep hayalimdi böyle bir yerde yaşamak.”cevabını veriyor. Bugün etrafımıza baktığımızda herkes bir sanatçı rolüne bürünmüş durumda. Televizyonda bir kere görünmüş olan bir insan bile daha sonradan kendini ünlü gibi gösterip sanatçı ilan ediyor. Bu konuda Niran Ünsal ‘‘Günümüzde Türkiye’de sanatçı denince akla maalesef herkes gelir oldu. Sadece
güzel kadın ya da güzel adam olmakla bizim ülkemizde bir gecede şarkıcı olan, bir gecede müzisyen olan, hatta ve hatta sanatçı olan insanlar var. Sanatçı üretendir. Ama maalesef ülkemizde herkese sanatçı der olduk.” Niran Hanım sanat işini haklı bir şekilde yetenek olarak işi olarak görüyor. Bildiğim kadarıyla çocukları bu tür yeteneklere sahip. Peki çocuklarının sanatçı ya da oyunculuk ve benzeri kamera önünde olan bir meslekte görünmesine nasıl bakıyor? Ünsal’ın görüşü “Yetenek çok önemli; fakat bu yeteneğin içi boş olursa hiçbir işe yaramaz. Yeteneği çok küçük yaşta keşfetmek önemli, bu yeteneğin içini doldurmak daha da önemli. Çocuklarımın yeteneği var. Büyük kızım öğrenci ve keman çalıyor, annemi örnek alıyor. Anneannesi gibi öğretmen olmak istiyor, konservatuarlara öğrenci yetiştirmek istiyor. Şeker’in resme yeteneği var. İbrahim Bey ile küçük kızımı hafız yetiştirmeyi düşünüyoruz. Aileden bir de hafız çıksın istiyoruz.’’şeklinde. Her mesleğin kendine göre zorlukları var elbette. Birde sanatçı kimliği taşıyan insanların meslekteki zorluklarını bilmek lazım. Müzik sektörünün ne gibi zorlukları vardır diye merak ediyorsanız Niran Ünsal’ı dinleyelim. ‘‘Avantajları da dezavantajları da kendi içinde barındıran bir meslek bu. Ülkemizde çeteleşmeler var. Örnekle açıklamak istiyorum. Ben bir yapım firmasıyım. Benim aynı zamanda radyom ve televizyonum var, gazetem ve dergim de var ve bünyemde çalışan sanatçılarım var. Bu da tekelleşm-
16
eye giriyor. Sadece kendi sanatçına prim veriyorsun. Televizyonun var, radyon var, gazeten var, güçlüsün ve ondan sonra da o insanlar sanatçı oluyorlar.’’ Niran Ünsal pop müziğin önemli isimlerinden kuşkusuz. Aynı zamanda ismi pop müzikte bir marka. Markalaşmak, ‘‘Çok ciddi özveri ve fedakarlığa borçluyum. Allah’ın bana bahşetmiş olduğu yeteneklerime borçluyum. Ailemden bana kalan en büyük miras olan genetik aktarıma borçluyum. Birlikte yürüdüğüm eşime borçluyum. Çocuklarıma, aileme borçluyum. Hayranlarıma borçluyum.’’diyor Ünsal.
“Biz hiçbir zaman arkadaş olmadık.”
Minik Serçe Sezen Aksu ile arkadaşlığınızın bozulduğu zamanlar vardı. Bu konuyu televizyonda birçok kez duyuldu. Bu konuyu daha fazla uzatmamak gerektiğinin farkındayım. Fakat bunu kendisine soramadan da edemedim. Aldığım cevap da beni yetirince tatmin etti. Niran Ünsal, ‘‘Bu konuyla ilgili çok fazla konuşmak istemiyorum. Sonuç itibariyle Sezen Aksu benim arkadaşım değil, benden çok büyük, çok sevdiğim bir sanatçı. Bu biraz özel bir konu olduğu için.. Biz hiçbir zaman arkadaş olmadık Sezen Hanım’la. Ben onun hayranıydım hala da hayranıyım.’’ Her konu hakkında onun görüşlerini merak ettiğimden her türlü soruyu sordum. Daldan dala atlamış gibi oldum ama Niran Ünsal’ı bir kez yakalamışken bırakmamak gerek. Dedim ya her konuda fikrini almak istiyorum. Ülkemizdeki magazini sordum kendisine. Niran Ünsal eskiye göre daha ılımlı bir magazin olduğu görüşünde. ‘‘Eskiye göre biraz daha ılımlı bir duruma geldi. Artık haberlerde bile magazin izler olduk. Gerektiği kadar olmalı. Gel-geç bir şey magazin. Bu işin içinde olmama rağmen çok
17
da umursamadığım bir şey. Magazin tabii ki olmalı. Ancak mecburi olarak gazeteyle evlere girmemeli, kişiler isterse magazin dergileri satın alarak takip etmeli. Güncel olan şeyleri artık internetten de takip eder hale geldik. O yüzden istediğiniz bilgiye, istediğiniz yer ve zamanda ulaşabiliyorsunuz.’’
“Vatan haini bile ilan edildim!”
Benim için en önemli konulardan biri Ahmet Kaya şarkılarının seslendirmesinden sonraki süreçti. Bilindiği üzere Ünsal, vatan haini ilan edilen Ahmet Kaya’nın şarkılarını seslendirdi. Bu durum insanlar tarafından ve sanatçılar arasında aynı tepkiyle karşılanmamıştır elbette. Bir sanatçının şarkılarını hele o Ahmet Kaya ise ülkesinden kovulmuş bir sanatçı, seslendirdiği için zorluklar yaşamıştır. Vatan haini ilan edilen bir sanatçının şarkılarını seslendirdiği için elbette olumsuz tepkiler de almıştır. Ama bu yaşadığı dönemi kendi ağzından duymak istedim. Ünsal, ‘‘Hem olumlu hem olumsuz tepkiler aldım. Sanatçı olmanın verdiği sorumluluklar var; ancak sıkıntılar yaşadım. Çok uzun bir zaman vatan haini bile ilan edildim! Herkes beni PKK’lı ilan etti ülkede. Konserlerim iptal edildi. Bunlar bu işin cilveleri. Ama yılmadım. Sonuç itibariyle beni bilen biliyor, bilmeyen de bilmeyiversin.’’diyor. Her insan elinden geldiğince başkalarına yardım etmeyi ister. Özellikle de ünlü isimler çok faydalı sosyal sorumluluk projelerine imzalarını atıyorlar. Niran Ünsal’ın da bu yönde bir projesi var. Pek dillendirmekten hoşlanamasa da ben biraz bahsedeyim. Herhangi bir ücret almadan konserler veriyor. Ve ilk kez benimle paylaştığı, internet sayfası üzerinden yürüteceği bir projesi var. Kendi internet sayfasında s.o.s diye bir bölüm açarak, sahne kostümlerini, ayakkabılarını, takılarını ve buna benzer özel aksesuarlarını haftanın bir günü niranünsal.com. tr’de satışa çıkartacak. Haftanın bir günü, dünyanın her yerinden açık artırmayla bu eşyaları satıp burdan gelen paraya hiç dokunmadan sosyal sorumluluk projelerine yatıracak. Bizim de çorbada tuzumuz olsun diye sizlere bu proje hakkında buradan bilgisini vermek istedik.
Foto Haber
Kültürümüzün yadsınmazı Minibüsler Fotoğraflar: Mustafa DOĞAN
Minibüslerin kültürümüzdeki yeri yadsınmaz bir gerçek. Minibüsler deyince akla gelen elbette arabesk müziği ve derbeder şöforleri. Şimdilerde pek olmasa bile eski zamanlarda minibüsün arkasını kaplayan arabesk müziğin ‘baba’ların posterleri. Minibüsün dikiz aynasında sallanan tesbihler ve “son durak kara toprak” hayat dersi veren özlü sözleri unutmamak gerekir. Belediye otobüslerinin olmadığı yerlerde minibüsler hep hazırdır. Bir de minibüsçülerin sıcak kanlı konuşmalarını unutmayalım. Bizlerin en çok tercih ettiği araç olma özelliğiyle de kültürümüzde yeri hep ayrıdır. Son zamanlarda yapılan bazı çalışmalarla minibüslerin mesefaleri kısaltılarak yollardan çekilmeye zorlanıyor. Bu ay ki sayımızda yollardan çekilmeye zorlanan toplu taşıma araçları olan minibüslerin fotoğraflarını çekip sizler için derledik…
18
19
20
21
22
23
24
25
Spor
Cristiano Ronaldo
dos Santos Aveiro
-Efe KARASU-
Portekizli çelimsiz, kıvırcık saçlı çocuğun Madeira Adası’ndan, Madrid’e uzanan büyüleyici öyküsü... O çocukken sokakta “Figo” olarak gol atıyordu, şimdi ise dünyanın her yerinde, sokakta top oynayan çocuklar “Cristiano Ronaldo” ismiyle gol atıyor . Dinis Aveiro ve Dolares dos Santos çiftinin 4. ve son çocuğu olan Cristiano Ronaldo dos Santos Aveiro, 5 Şubat 1985 tarihinde Portekiz’e bağlı Madeira adasının Funchal bölgesinde dünyaya geldi. Halası ona Cristiano ismini uygun görmüştü. Annesi ve babası ise Amerika Birleşik Devletleri 40. Başkanı Ronald Reagan’ın isminden etkilenerek oğullarının ikinci ismini ‘’Ronaldo’’ olarak belirlediler. Cristiano’nun annesin mesleği aşçılık, babasının ise bahçıvanlıktı. Dinis Aveiro, bahçıvanlıktan kalan boş zamanlarında Santo Antonio’da amatör bir futbol takımı olan CF Andorinha’da malzemecilik görevi yapıyordu. Aynı zamanda Cristiano’nun kuzeni Nuno da Andorinha kulübünde futbol oynuyordu. Nuno’nun daveti üzerine Cristiano, babasıyla birlikte Andorinha’nın birkaç maçını izlemeye gitti. Babasının da çabalarıyla Cristiano, henüz 6 yaşındayken Andorinha kulübü ile birlikte antrenmanlara çıkmaya başladı. 9 yaşına geldiğinde ise kulübü ona lisans çıkardı. Genç Portekizli’nin başarılarla dolu futbol kariyeri böylece başlamış oldu. Cristiano’nun Andorinha kulübündeki ilk antrenörü olan Francisco Afonso, “Hızlı, teknik ve iki ayağını da harika kullanabiliyordu.
Zayıftı ama yaşıtlarına göre daha uzundu. Her zaman topu kovalardı. Doğuştan yetenekliydi ve sahaya damgasını vurmak isterdi. Oynayamadığı zamanlarda çok üzgün olurdu.” sözleriyle onun futbola başladığı ilk zamanlardaki halini özetliyordu. Andorinha kulübü başkanı Rui Santos’un paylaştığı anı ise oldukça etkileyici, “Andorinha, Camacha ile oynuyordu. O zaman için adadaki en güçlü rakibiydi. İlk yarı bittiğinde Andorinha 2-0 gerideydi. İkinci yarıda Ronaldo oyuna girdi ve 2 gol attı. Maçı 3-2 kazandılar. O sahadayken yıldız olduğunu çok kolay anlardık. Diğer çocuklardan çok daha üst seviyede oynuyordu. Kaybetmekten nefret eder ve bu olduğunda da öfkesinden ağlardı.” Arkadaşları ona kaybetmeye tahammül edemeyip ağladığından dolayı ‘ağlayan bebek’ ve çok çalışkan olduğundan ‘küçük arı’ lakabını takmıştı. Andorinha, güçsüz
26
bir takımdı ve Cristiano, takımı ligin güçlü takımlarıyla oynayacağı maçlarda sahaya çıkmak istemiyordu. Çünkü yenileceklerini biliyordu ve buna tahammül edemiyordu. Oğlunu çok iyi tanıyan Dinis Aveiro, onu sahaya çıkması için ikna edebileceği sözcükleri çok doğru bir şekilde yanyana getirmişti, “Sadece zayıflar pes eder.”
yetlerini gören antrenörler, onun özel bir yetenek olduğunu anladı ve adının yanına şu notu düştüler: “Olağanüstü bir yeteneğe ve tekniğe sahip. Özellikle hızlanma ve topa falso vermekte çok başarılı. Topun hareket halinde ya da durgun olması farketmiyor. Birçok pozisyonda oynayabiliyor. Mental olarak da çok güçlü.” Sporting Futbol Akademisi’nin başındaki, Luis Figo’yu keşfeden Aurelio Pereira da Cristiano’daki Madeira’dan ayrılık vakti... potansiyeli gördü ve onu ertesi Cristano’nun hayatı yavaş gün yapılacak olan idmana davyavaş futbol olmaya başlamıştı. et etti. Portekizli yetenek avcısı Andorinha adına yaptığı anikinci idman sonrası Cristiatrenmanlar ve maçların yanı sıra no’nun yeteneklerine ikna oldu sokakta da futbol oynuyordu. ve onun yeşil beyazlı formayı Aveiro ailesinin Madeira’daki evi sırtına geçirebilmesi, Nacional dik bir yokuşun üzerindeydi ve o da Madeira ile Sporting Lizbon bütün gün o yokuşta tüm gücünü ekiplerinin anlaşmalarına bağlı futbol için harcıyordu. Cristiakaldı. Bu transferin, kulüpler no’nun yetenekleri artık dile arasında mali aşamasının yanı gelmeye başlamıştı. 1995 yılında Madeira’nın yerel kulüplerinden Maritimo ve Nacio- sıra bir başka sorun daha vardı. Öyle ki 12 yaşındaki nal Madeira onunla ilgilenmeye başladı. Andorinha bir çocuğun Madeira’daki ailesinin yanından ayrılıp kulübü Cristiano için ilk transfer görüşmesini Mari- Lizbon’a taşınması oldukça zor bir olaydı. Madeira timo ile gerçekleştirdi. Küçük ayrıntılar yüzünden bu daha mütevazi bir kent iken, oradan Lizbon’a gidip transfer suya düştü. Daha sonra o dönemde Portekiz baş döndüren bu şehre adapte olmak yetişkin bir insan için bile oldukça zordu. Ama Cristiano farklı 2. Ligi’nde mücadele eden Nacional da Madeira bir çocuktu ve onun özgüveni inanılmazdı. Sporting kulübü yapılan görüşmeler sonucunda Cristiano’yu onu, o dönemde Nacional’e gönderdikleri Frantransfer etti. Ağlayan bebek, 10 yaşında siyah beyaco’nun yetiştirme bedeli olan 25 bin Euro karşılığınzlı formayı sırtına geçirdi ve takımıyla birlikte 12 da transfer etti. 12 yaşındaki bir çocuğun transferi yaş altı bölgesel gençler şampiyonasını kazandı. Bu için Sporting’e 25 bin Euro ödeten Aurelio Pereira Nacional da Madeira kulübünün tarihinde bir ilkti ve bu başarının mimarlarından biri de Cristiano idi. için deli diyenler çoğunluktaydı ama bu çoğunluğun Cristiano’yu çıplak gözle hiç izlemediği belliydi. 1997 yılında Dedesi Fernao Sousa, onu Portekiz’in büyük kulüplerinden Sporting’in denemelerine katılması için Lizbon’a götürdü. Hayal kurdu ve iyi bir futbolcu olacağını Cristiano, o zamana kadar hayatında hiç uçağa binmemişti hatta hayatını sürdürdüğü Madeira adasının dışına dahi hiç çıkmamıştı. Denemelere katılmadan önceki gün oldukça heyecanlıydı ve gözüne uyku girmedi. Cristiano, deneme günü sahaya çıktığında Sporting takımının antrenörlerinden Cardoso ve Osvaldo Silva, onu fiziksel olarak yetersiz buldular. Ta ki topu ayağına alıncaya kadar... Çelimsiz, kıvırcık saçlı çocuğun etkileyici mezi-
27
biliyordu...
Ailesini, arkadaşlarını, çocukluğunu kısacası her şeyini ona veren Madeira’dan 12 yaşında ayrılmak Cristiano için kolay olmadı. Lizbon’da zor zamanlar geçirdi. Yaşıtlarının sabah kalktığında yatağını toplaması gerekmiyordu ama onun kendine ait sorumlulukları vardı. Madeira’dan daha önce Sporting’in denemelerine gelen 15-16 yaşındaki çocuklar ikinci antrenman sonrası evlerine dönmek isterken o Lizbon’da kalıp savaşmayı seçti
ve Sporting’in genç oyuncularının eğitim gördüğü Alcochete futbol okuluna katıldı. Madiera özerk bir bölge olduğu için Cristiano’nun aksanı diğerlerinden hemen ayırt ediliyordu ve bazı çocuklar bu yüzden onunla dalga geçiyorlardı. Kendisiyle alay ettiği için okulda bir öğretmenine sandalye bile fırlattığı oldu. Ailesi Cristiano’nun iyi bir çocuk olduğunu biliyordu. Buna rağmen kulaklarına gelen bazı haberler onları endişelendirdi. Fırsat buldukça oğullarının yanına gidip ona destek oldular. 15 yaşına geldiğinde doktorlar Cristiano’ya kalp çarpıntısı tanısı koydu. Kalbindeki bu problem onu çok sevdiği futboldan sonsuza dek ayırabilirdi. Annesinin onayıyla hastaneye yatırıldı ve ameliyatla kalbinde soruna yol açan bölge lazer operasyonuyla yakıldı. Taburcu edildikten birkaç gün sonra antrenmanlarına kaldığı yerden devam etti. 16 yaşına geldiğinde Sporting ile profesyonel sözleşme imzaladı. Bu onun okulunu bırakıp kendisini futbola adaması anlamına geliyordu. Sözleşmeye imza attıktan sonra Portekiz 17 Yaş Altı Futbol Takımı’na çağırıldı. Burada ülkesi adına 9 maçta 6 gol kaydetti. Cristiano kendisiyle dalga geçen çocukların gözlerinin önünde yükselmeye devam ediyordu. O günlere dair bir anısını anlatırken şöyle diyordu, “Sporting’deyken antrenmanda yaptığım bir şey yüzünden cezalandırıldım. Akşamında çöpü aldım. Ve bütün çocukların olduğu yerden salona kadar yürümek zorunda kaldın. Sonra çöp kutusuna ‘Ferrari’ ismini verdim. Ne zaman ceza alsam oradan geçmek zorunda kalırdım ve çocuklar benimle dalga geçip araba sesleri çıkartarak Ferrari geçiyor diye dalga geçerlerdi. Bundan hoşlanmazdım. Benimle dalga geçenlerin bazılarıyla zaten iyi anlaşamıyordum. Bir gün onlara döndüm ve onlara gülmeye devam edin, bir gün gerçekten Ferrari’m olacak dedim.” Kendinden bu kadar emin olan bir çocuğun Sporting adına yaptığı şeyler hiçte şaşırtıcı değildi. 2002 yılında yeşil beyazlı forma ile Moreirense’ye karşı
çıktığı maçta 2 gol birden atan Cristiano, aynı zamanda Sporting tarihinin en genç golcüsü unvanını da almış oluyordu. Teknik direktör Laszlo Boloni’nin, lig maçında şans verdiği genç futbolcusunun attığı gollerden sonraki mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Genç yaşta şans bulmak Cristiano’nun yükselişini hızlandırdı. Attığı iki gol sonrasında Portekiz gazetelerinde manşetleri süsledi. Cristiano’nun annesi bu durumdan oldukça hoşnuttu. Çünkü oğlu, kendisinin tuttuğu takım olan Sporting formasıyla yükseliyordu ve hayranı olduğu Luis Figo’nun izinden emin adımlarla gidiyordu. Babası ise, oğlunun bu önemli maçın sadece özetini izleyebilmişti. Bu maç sırasında Andorinha’nın da maçı olduğu için, oğlunu radyodan takip eden baba Ronaldo, “Oğlum Andorinha’ya kiralık olarak gelirse, onu daha rahat takip edebilirim” sözleriyle oğlunun o dönemki yükselişini özetleyecekti. Cristiano, 1 sezon içinde Sporting U-16, U-17, U-18, B-takımı, ve A takımında oynayan ilk ve tek oyuncu oldu. 2002-2003 yılları arasında da Portekiz 20 Yaş Altı Futbol Takımı adına mücadele etti. Burada ise 5 maça çıkıp 3 gol kaydetti.
Ferguson’un elinde bir yıldız büyüyor...
2003 yılının ara transfer döneminde teknik direktör Laszlo Baloni, Lyon’un ünlü Fransız forvet oyuncusu Tony Vairelles’i transfer etmek istedi. Ancak Lizbon ekibinin bu transfer için yeterli bütçesi yoktu. Lizbon, Lyon kulübüne Tony Vairelles’in bonservisi karşılığında yetenekli genç oyuncularından Cristiano’nun bonservisini teklif etti. Bu teklif Lyon tarafından reddedilince Cristiano’nun Fransa serüveni henüz başlamadan bitti. 2003 yazında Estádio José de Alvalade’nin açılışında Sporting, Manchester United ile bir hazırlık maçı yapacaktı. Aurelio Pereira, bu karşılaşmadan önce Ricardo Quaresma’yı ve
28
Cristiano’yu Manchester ekibine önerdi. O dönemde ikisi de yıldız adayıydı fakat Cristiano, Quaresma’nın yedeğiydi ve yetenek avcılarının gözü Quaresma’nın üzerindeydi. 6 ağustos 2003’te oynanan karşılaşmayı 3-1 Sporting kazandı. Maçtan sonra konuşulan tek şey Cristiano idi. Roy Keane başta olmak üzere tüm Manchesterlı oyuncular, Alex Ferguson’a ‘Ronaldo’yu mutlaka almalıyız’ diye baskı yaptılar. Sir, o gün kendisini etkileyen 28 numaralı formayı giyen çocuğu transfer etmeyi kafasına koymuştu. Cristiano, bu karşılaşmadan 6 gün sonra 17.500.000 Euro karşılığında Manchester United’a transfer oldu. Bu transferle beraber Manchester United ekibinde forma giyen ilk Portekizli futbolcu oldu. Manchester United’da, Sporting’de de giydiği 28 numarayı giymek istedi. Ama Alex Ferguson, onun 7 numarayı giymesini istiyordu. Bu Ferguson’un Cristiano’ya verdiği önemi gösteriyordu. Öyle ki 7 numaralı formayı ondan önce George Best, Eric Cantona, David Beckham gibi efsane futbolcular terletmişti. Bu ona ekstra motivasyon kaynağı oldu. Cristiano kırmızı formayı ilk kez 2003 yılında ligin ilk maçında Bolton Wanderers’ı 4-0 yendikleri maçta giydi. Kırmızı şeytanlar adına ilk golünü Portsmouth’u 3-0 yendikleri maçta frikikten kaydetti. 2003 yılında Portekiz A milli takımı adına ilk defa Kazakistan’ı 1-0 yendikleri maçta oynadı. 2003-2004 sezonunda Manchester United, ligi 3. sırada bitirmesine karşın Ronaldo’nun da gol attığı karşılaşmada Millwall’ı farklı geçip Federasyon Kupası’nı aldı. 2004 Avrupa Şampiyonası A Grubu ilk maçında, Yunanistan’a 2-1 yenildikleri karşılaşmada 1 gol kaydetti. Çeyrek final maçında Hollanda karşısında 1 gol 1 asistle oynayarak ülkesini finale taşıdı. Cristiano, Portekiz’in finalde Yunanistan’a kaybetmesini engelleyemedi. Engel olamadığı tek şey finalde kaçan şampiyonluk değildi, ağlayan bebek gözyaşlarına hakim olamadı. Maç sonunda yeşil sahada hüngür hüngür ağlıyordu ve onu teknik direktörü Scolari teselli ediyordu. 2004-2005 yılları arasında yapılan Dünya Kupası Elemeleri’nde 7 gol atarak en golcü ikinci futbolcu oldu.2005-2006 sezonunda taraftarların oylamasıyla, ilk ödülü olan FIFPro Special Young Player of the Year ödülünü
29
kazandı. 6 Eylül 2005 tarihinde ise çok sevdiği babasını kaybetti. 2006 Dünya Kupası’nda Portekiz Milli Takımı adına 1 gol kaydederken Portekiz çeyrek finalde İngiltere’ye elendi. Cristiano, 2006 yılının Kasım ve Aralık ayında artarda Barclays Ayın Futbolcusu şerefine erişti. Dennis Bergkamp ve Robbie Fowler’dan sonra Premier Lig tarihinde bu şerefe ulaşan 3.futbolcu oldu. 2006-2007 sezonunun sonunda takımı ile İngiltere Kupası’nı kazanırken “FIFPro Special Young Player of the Year” ödülünü de tekrar kazandı. 2006-2007 sezonunda yaptığı gibi 2007-2008 sezonunda da İngiltere’de hem yılın futbolcusu hem de yılın genç futbolcusu seçildi. Böylece 1977’de Andy Gray’den sonra bu ödüllerin ikisini de aynı sene içinde almayı başaran ilk sporcu oldu. İngiltere’de Taraftarların Oyuncusu ödülünü de kazanarak o sezonda ödülleri üçlemiş oldu. 2007 Ballon d’Or’ı Kaká’nın ardından ikinci, FIFA Dünyada Yılın Futbolcusu ödülünde Kaká ve Lionel Messi’nin ardından 3. oldu. Aynı yıl Portekiz Milli Takımı kaptanılığına getirildi. Real Madrid’in kendisiyle ilgilendiği haberlerinden sonra kendisini Manchester United tarihinde en fazla kazanan futbolcu yapan haftalık 120000 sterlinlik ve 5 senelik kontrata imza attı. Sezon sonun takımıyla beraber Premier Lig şampiyonluğunu ve FA Community Shield kupasını kazandı. 2008’de, Bolton’u 2-0 yendikleri maçta takımının iki golünü de attı ve ilk defa Manchester United’ın kaptanlığını yaptı. Attığı ikinci gol, Ronaldo’nun o sezon attığı 33. goldü. Böylece 1967–68 sezonunda attığı 32 golle George Best’e ait olan 40 senelik rekoru kırmış oldu. O sezon toplamda 41 gol atarak bu rekoru geliştirdi ve Premier Lig’de 31 gol ile gol kralı oldu. Bu süper gol serisi Cristiano’ya 2007–08 sezonu Avrupa Altın Ayakkabı
Ödülü’nü kazandırırken bu performans Manchester United’ın yeniden Premier Lig şampiyonluğuna ulaşmasını da sağlıyordu. UEFA Şampiyonlar Ligi Finali’nde Chelsea’ye karşı Manchester United penaltıları 6-5 kazandığı maçta 1 gol atıp 1 penaltı kaçırarak maçın adamı seçildi. Johan Cruyff, yaptığı bir röportajında: “Ronaldo, Manchester United tarihindeki iki harika futbolcu George Best ve Denis Law’dan daha iyi bir futbolcudur.” demişti. Stoke City’yi 5-0 yendikleri maçta Cristiano, Manchester United forması altında oynadığı tüm müsabakalardaki 100. ve 101. golünü attı. Böylece Premier Lig’teki mücadele eden tüm takımlara gol atmış oldu. 2008 yılında Ballon d’Or ödülünü kazanarak 40 sezon sonra bu ödülü kazanan ilk Manchester United’lı futbolcu oldu. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Portekiz adına mücadele etti ve takımı çeyrek finalde Almanya’ya elendi. 2008-2009 sezonunda FIFPro Dünya’da Yılın Oyuncusu Ödülü ve FIFA Dünya’da Yılın Oyuncusu Ödülü’ne layık görüldü. Bu sezonda Manchester United, İngiltere Lig Kupası ve Premier Lig şampiyonluklarını kazanırken aynı zamanda bu başarılar Cristiano’nun İngiltere’deki son zaferleriydi. Şampiyonlar Ligi finalinde Manchester United, Barcelona’ya 2-0 kaybederken bu Cristiano’nun kırmızı şeytanlar adına çıktığı son karşılaşma oldu. Real Madrid kendisini 94 milyon Euro karşılığında transfer ederek eflatun beyazlı formayı giydirdi. Sir Alex Ferguson istemeden de olsa prensini İspanya’ya yolladı. Bu gidişi engelleyemezdi. Öyle ki dünyanın en pahalı transferi gerçekleşti.
Zirveye tırmandı, bulutlar geride kaldı...
Cristiano, senede 13 milyon Euro kazanacağı, kendisini 6 yıl boyunca Real Madrid’in futbolcusu yapan sözleşmeye imza attı. Cristiano’yu karşıla-
ma töreni ise sadece özel futbolculara nasip olacak cinstendi. 80 bin kişi Cristiano’yu karşılama töreni için Bernabéu Stadyumu’na akın etti. Cristiano oldukça heyecanlıydı. Daha önce böyle kalabalıklar önünde futbol oynamıştı ama daha önce bir stadyum dolusu insan sırf onu görmeye gelmemişti. Binlerce insan Cristiano Ronaldo diye haykırıyordu. İspanyol ekibinin başkanı Florentino Pérez, Cristiano Ronaldo’yu anons etti. Cristiano, Bernabéu’nun çimlerinin üzerine çıktı, adına haykıran 80 bin kişinin önünde bacakları titriyordu. Maçtan önce hazırladığı konuşması aklından uçuvermişti. Seyirciler arasında Madeira ve Portekiz bayrakları açanlar vardı. Cristiano hepsinin farkındaydı. Mikrofona eğilip üçe kadar saydı ve bütün statla beraber ‘Hala Madrid’ diye bağırdı. Cristiano için İspanya’da rüya gibi bir başlangıç olmuştu. Real Madrid’de ilk sezonunda 7 numara Raul’de olduğu için 9 numaralı formayı giydi. La Liga’da oynadığı ilk maç Deportivo La Coruña’ya karşıydı. Real Madrid’in 3-2 üstünlüğüyle biten bu karşılaşmada Ronaldo takımının 2. golünü penaltıdan kaydetti. La Liga’da takip eden 3 maçtada gol bulmayı başaran Cristiano, Real Madrid kulübü tarihinde çıktığı ilk 4 lig maçında da gol atmayı başaran ilk futbolcu olarak tarihe geçti. 2010 yılında evlilik dışı bir oğlu oldu. Çocuğunun adını “Cristiano Ronaldo Jr” koydu. Başarısız geçen sezonun ardından 2010 mayıs ayında teknik direktör Manuel Pellegrini’nin görevine son verildi. Hemen ardından bu göreve İnter ile Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazanan Portekizli teknik direktör Jose Mourinho getirildi. Ronaldo, vatandaşı için: “Mourinho’nun kazandığı başarılar, nasıl bir teknik direktör olduğunu gösteriyor. Kazanma mantalitesine sahip teknik direktörleri severim. Onunla yeni başarılar kazanmak isterim. Ben de Real Madrid’e yeni başarılar yaşamak için gelmiştim. Mourinho’yla beraber Real
30
Madrid’de önemli işler yapacağımıza eminim.” diye konuşmuştu. 2010-11 sezonunun başında Raúl, Schalke 04’ e gittiğinde Ronaldo 7 numaralı formayı aldı ve müthiş bir sezon geçirdi. Bu sezonda 54 resmi maça çıkan C. Ronaldo 53 gol atmayı başardı ve Real Madrid tarihindeki bir sezonda en fazla gol atma rekorunu kırdı. Önceki rekor 49 golle efsanevi futbolcu Ferenc Puskás’a aitti. Ligde ise 34 maçta 40 gol atarak, 82 yıllık lig tarihinin bir sezonda en çok gol atan futbolcusu olmayı başardı. Attığı 40 gol ile La Liga gol kralı oldu ve 2007–08 yılında kazandığı Avrupa Altın Ayakkabı Ödülü’nü tekrar kazanmayı başardı. Cristino, 2010 Dünya Kupası’nda Portekiz adına mücadele etti. Portekiz, bu turnuvada grubunda Brezilya’nın ardından 2. sırada son 16’ya kaldı ve çeyrek finale kalma mücadelesinde kupanın şampiyonu İspanya’ya 1-0 kaybederek elendi. Cristiano bu turnuvada ülkesi adına sadece 1 gol kaydedebildi. 2011 yılında Real Madrid, İspanya Kral Kupası finalinde Barcelona’ya karşı uzatmalarda Cristiano’nun attığı golle 1-0 kazandı ve kupanın sahibi oldu. Cristiano’nun kafayla attığı bu gol taraftarlarca yılın en güzel golüydü. Attığı gol ile gelen kupa, Cristiano Ronaldo’nun Barcelona karşısındaki ilk zaferiydi. 2011-2012 sezonunda Real Madrid, sezonu 100 puanla tamamlayıp en yakın takipçisi Barcelona’ya 9 puan fark atarak La Liga şampiyonluğuna ulaştı. Cristiano, attığı 46 golle gol krallığı yarışını ikinci sırada tamamladı. Ayrıca bu sezonda Real Madrid Süper Kupa’nın da sahibi oldu. Barcelona ile yapılan iki müsabakanın toplam sonucu 4-4 bitmesine rağmen deplasman golü kuralıyla Real Madrid kupaya uzandı. Cristiano Ronaldo, 2 maçta toplam 2 gol atarak kupanın kazanılmasında büyük rol oynadı. 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda attığı 3 golle ülkesinin toplam gollerinin yarısını kaydeden Cristiano, ülkesini yarı finale kadar taşıdı. Portekiz, yarı finalde İspanya ile 0-0 berabere kaldı. Uzatmalarda da eşitlik bozulmayınca penaltı atışlarına gidildi. Cristiano, 5. penaltıcıydı ama sıra ona gelmeden İspanya final biletini almıştı bile. 2012-2013 sezonu
31
oynanırken Cristiano Ronaldo, Real Madrid’de 3 sezonda da 30 golü geçen ilk futbolcu oldu. Atletic Bilbao karşısında attığı iki gol ile ligin bitmesine 7 hafta kala gol sayısını 31’e çıkardı. Şampiyonlar Ligi’nde en son Galatasaray’ı eleyip yarı finale çıktı. Cristiano Ronaldo, Madrid’de 1 gol ve İstanbul’da 2 gol atarak Galatasaray’ı yıkan isim oldu. Portekizli yıldız, Şampiyonlar Ligi’nde 11 gol ile 1. sırada yer alıyor. Cristiano, 2011 ve 2012 yıllarında FIFA Ballon d’Or ödüllerinde Lionel Messi’nin ardından 2. sırada yer alırken, 2005 yılından 2011 yılına kadar aralıksız aldığı Yılın Portekizli Oyuncusu ödülünü 2012 yılında da alarak istikrarını bozmadı.
Yeni Ronaldo
Ronaldo’nun 46 gol La Liga gol krallığında 2. sırada olmasını başarısızlık değil de şanssızlık olarak nitelendirebiliriz. Onun Messi’yle olan rekabetini izleme şansını bulan bütün futbol severler ise kendilerini şanslı saymalı. Zira aynı dönemde iki süper yıldız kozlarını paylaşması pek rastlanan bir durum değil. Messi mi Ronaldo mu tartışması yaşanırken buna artık herhangi bir ülkenin herhangi bir şehrinin sokaklarında tanık olabilirsiniz. Bu konu yıllarca tartışılır ve bir sonuca bağlanamaz. El Pais’in ünlü yazarlarından Manuel Vicent şöyle tanımlar Ronaldo’yu: “Cristiano, Euclid’in teorisini ispatlıyor: İki nokta arasındaki en kısa mesafe bir düz çizgidir. Daha da ötesi, sapma hızını ekarte ederek bitişe kadar ulaşmanız gerekir.” Messi’yi ise şu şekilde tarif ediyordu: “Leo ise Einstein’ı tercih ediyor. İki nokta arasındaki mesafe düz değildir, sona ulaşmanın tek yolu zikzaklar çizerek ulaşmalısınız. Ronaldo tutkuyu temsil ediyor, Messi ise hayranlık uyandırıcı.” İşte bu nedenle bu iki futbolcu modern futbolun en büyük iki ismi olarak gösteriliyorlar. Ronaldo’yu keşfeden Aurelio Pereira, onun Messi’den daha iyi olduğunu şöyle ifade ediyordu: “İki ayağını ve kafasını çok iyi kullanıyor. Güçlü, hızlı, atlet ve zeki. Benim şöyle bir düşüncem de
var; Cristiano Ronaldo ile Messi’yi yer değiştirelim. Ronaldo Barcelona’da da başarılı olur ama Messi’nin Real Madrid’de başarılı olacağı yönünde şüphelerim var.” Mourinho ise Ronaldo için: “Ne zaman benim gibi bir teknik direktörlerden birisi çıkıp ‘Benim oyuncum dünyanın en iyisi’ derse; ben de, ‘Benim oyuncum Madeira’da doğmadı, o Mars’ta doğdu. O tüm evrenin en iyisi’ derim.” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Bir başka açıklamasında, “Ronaldo futbolda bir başka seviyede. O futbol tarihini yazan isimlerden birisi. Pele, Maradona ve Di Stefano gibi efsaneler arasına girmesi için kupalar kazanmaya devam etmesi gerekiyor.” diyordu. Portekizli teknik direktör, Pele ve Maradona gibi isimlerle Ronaldo’yu aynı cümle içinde kullanarak bile oyuncusunun o seviyelere gelebileceğini ima ediyordu. Zaten Ronaldo genç yaşında, efsanevi Brezilyalı forvet Ronaldo ile kıyaslanıyordu ve ‘Yeni Ronaldo’ olarak lanse ediliyordu. O dönemde Brezilyalı efsaneyle kendisini karşılaştırmasının imkansız olduğunu belirten Portekizli oyuncu, “Onunla kendimi kıyaslamaya cesaret bile edemem. Ronaldo bir süper star ve dünyanın en iyi oyuncusu. Benim de en sevdiğim futbolcu” diyordu. Bazen kendisinin yakışıklı, ilgi duyulan, iyi bir futbolcu olduğunu da dile getiren Cristiano’nun bu tespitleri yanlış da sayılmaz. Portekiz’de bilinen “Fazla tevazu kibri gösterir.” deyimi ona bunları söyleme hakkını veriyor doğrusu. Arsenal Teknik Direktörü Arsene Wenger: “Ronaldo her gittiği yerde bir şeyler kazanan ve sezonda ortalama 50 gol atan bir oyuncu. O üst seviyede bir yıldız. Bu tarz oyuncuların egoları da çok yüksek olur. Bu oyuncular ortalama başarılarla mutlu olamaz. Onlar dünyanın en iyisi olmak ister ve bunun da bir bedelinin olduğuna inanır.” diye konuşmuştu. Ronaldo’yu dobralığından ve egolu bulduklarından dolayı sevmeyen futbolseverler de var, fakat bu duruma onun da bir cevabı var: “Tanrı bile herkes tarafından sevilmezken, benim şansım ne ki?”
“Ronaldo ile konuştum. Artık cennete gidebilirim”
Medya üzerinde Ronaldo için mahallenin şımarık
çocuğu izlenimi yaratılığından seveni kadar sevmeyenin de olduğunu gözlemleyebiliriz. Dolayısıyla Ronaldo’ya karşı bir ön yargı söz konusu. Çalışmayı sevmez, her gece barlarda gezer genel yargısı var. Gerçek aslında bunun tam tersi. Ronaldo, antrenman sahasına görevlilerden bile önce gelir. Aslında onun başarısı çalışmasıyla doğru orantılıdır. Babasını alkol yüzünden kaybeden Ronaldo’nun alkol ve sigara kullanmadığı biliniyor. Aslında medyada yansıtılandan daha sakin bir hayatı var. Ailesine oldukça bağlı ve zaman bulduğunda Portekiz’e onları ziyarete gidiyor. Hatta sırf ailesiyle gezerken onlar rahat etsin diye satın aldığı bir arabası var. Her yıl kan verir ve zaman buldukça hasta çocukları ziyarete giderek onları sevindirir. Ronaldo’nun kanser hastası çocukları ziyaret etmesinin değerinin farkında olan doktorlar ona hep müteşekkir kalıyor. Ronaldo’yu görünce yüzünde güller açan çocukların bu kısa zamanlı mutluluklarının tedavilerinde önemli bir yer edindiğini biliyorlar ve iyileşmelerine yardımcı olduğunu düşünüyorlar. Ronaldo’nun annesi 2007 yılında meme kanseri olmuştu. O, bu yüzden bu tür acıları yakından tanıyor. Onun hakkında son zamanlarda çıkan bir takım yardım haberlerini duymuşsunuzdur. Kesin kaynaklar olmadığı için buraya yazmayayım ama Portekiz Milli Takım Kaleci Antrenörü Dan Gaspar’ın kaleme aldığı şu hikaye Cristiano Ronaldo’nun nasıl bir kalbi olduğunu hakkında sizleri aydınlatacaktır, ‘’Bir kaç yıl önce, futbol akademisinde çalışan bir arkadaşım olan John Moreira’dan bir telefon aldım. Futbolcu adayı olan oğlu Brandon, dizinden bir problem yaşıyordu. O kemik kanseriydi. Ailenin oldukça zorlu bir karar vermesi gerekiyordu; Brandon’un ya bacağı kesilecekti, ya da kemoterapiye devam edilecek ve sonuç alınması beklenecekti. Brandon ise tam bir futbol aşığıydı. Ve bu genç adam için hayatının geri kalanını tek bacağı olmadan geçirmek tam bir kâbustu. Aile, kemoterapiye devam etmeyi seçti. Kemoterapinin istenen sonuçları verme-
32
di ve kanserin vücudun diğer yerlerine de sıçradı. Birçok futbolcu adayı gencin olduğu gibi Brando’nun da idolü Cristiano Ronaldo’ydu. O, Ronaldo’nun yeryüzündeki en iyi futbolcu olduğunu söylüyordu ve Brando’nun yatak odasının duvarları, Ronaldo fotoğraflarıyla kaplıydı. John bana Ronaldo’yla iletişim kurarak yıldız futbolcunun hayatını yitirmek üzere olan oğlunu arayıp arayamayacağını sordu. Ona Ronaldo ile Portekiz 23 Yaş Altı Milli Takımı’nda yalnızca bir maçta çalışma fırsatı bulduğumu söyledim. Ronaldo’nun beni hatırlayıp hatırlamayacağını bilmiyordum ancak elimden gelenin en iyisini yapmaya kararlıydım. Hemen Portekiz Milli Takım Teknik Direktörü Carlos Queiroz’u aradım ve Brandon’un durumunu anlattım. Carlos o günün akşamında beni aradı ve, “Her şey yolunda” dedi. Brandon’un Manchester United, Benfica ve Porto taraftarı olduğunu biliyordum. Birkaç isimle konuştum ve Brandon’u arayarak ona moral verip veremeyeceklerini sordum. Benfica’dan Jose Moreira, Porto’dan Vitor Baia ve Carlos Queiroz onu arayarak moral ve destek verdiler. Onların hepsi özel insanlardı, ancak Brandon’un gözünde Ronaldo’nun yeri apayrıydı ve o henüz aramamıştı. Daha sonra Hartford Üniversitesi’ne geri döndüm. Okul takımının maçı vardı en geç cuma günü orada olmam gerekiyordu. Cumartesi akşamı benim için çok keyifli geçmişti. Okul takımı maçı kazanmış ve John, Ronaldo’nun Brando’yu aradığını söylemişti. O an içim çok rahatladı ve kendimi çok huzurlu hissettim. Daha da güzeli, Brandon’a kendisini sık sık arayacağını söylemiş. Telefon konuşmasında Ronaldo hafta sonunda Chelsea ile oynayacakları karşılaşmada giyeceği formayı ve kramponu kendisine yollayacağını söylemiş. Brandon ise bu konuşmanın ardından “Şu an dünyanın en mutlu insanı benim. Az önce idolümle konuştum buna inanamıyorum” diyerek duyduğu mutluluğu dile getirmiş. Ronaldo o günün ardından Brandon’a yazmaya ve onu aramaya devam etti. Brandon henüz 17 yaşındayken, 3 Ekim 2008 tarihinde hayatını kaybetti. Bunun ardından Ronaldo, Brandon’un evine imzalı kramponlarını ve formasını yollayarak yanına
33
bir not yazdı. Notta: “Gerçek şampiyon, son nefesini verene dek savaşandır. Benim için Brandon, gerçek bir şampiyondur” yazıyordu. Daha sonra Carlos Queiroz, beni Dünya Kupası hazırlıkları için Portekiz Milli Takım teknik heyetine davet etti. Takımda 2008 FIFA Yılın Oyuncusu seçilen Ronaldo da vardı. Lizbon’daki milli kampta bir öğle yemeğinde Ronaldo ile yan yana yemek yiyorduk. Ona özel bir hikâye anlatacağımı söyledim ve birkaç dakika konuşup konuşamayacağımızı sordum. Kabul etti ve odama geçtik. Ronaldo ile görüşmemiz oldukça duygusal geçti ve onunla Brandon’un özel bir ayrıntısını paylaşmak istedim. Brandon’un günlüğünü masaya koyarak son sayfasını açtım. Sayfada, “Ronaldo ile konuştum. Artık cennete gidebilirim” yazıyordu”
Bu hikayenin sonu mutlu...
Real Madrid’in efsanevi golcüsü Raul Gonzalez, Atletico Madrid’e transfer olacakken onun otobüs parasını karşılamak istemeyen Atletico yöneticileri yüzünden bu transfer suya düşmüştü. Daha sonra Raul, eflatun beyaz 7 numaralı formasıyla adını efsaneler arasında yazdırdı. Benzer bir hikayede Ronaldo’nun Andorinha’dan Maritimo’ya transferi sırasında yaşanmıştı. Bu transfer küçük anlaşmazlıklar nedeniyle gerçekleşmedi. Daha sonra Nacional da Madeira kulübüne transfer oldu oradan Sporting ve Real Madrid’e uzanan serüvenin sonunda Raul’den devraldığı 7 numaralı formasıyla adını şimdiden Los Galakticos’un efsaneleri arasına yazdırmayı başardı. 7 yaşındayken hayalini kurduğu Michael Jackson’ın sahip olduğu türden bir ev şuan da kendisinin. Lizbon’da kendisiyle dalga geçen çocuklara ‘siz gülmeye devam edin benim bir gün gerçekten Ferrari’m olacak’ diye ettiği sözünü tuttu. Küçükken iyi bir futbolcu olacağından emindi ve kendisine çok güveniyordu. Büyüdü ve o artık Maradona, Pele gibi efsanelerle kıyaslanıyor. Çok sevdiği babası gökyüzünde, Cristiano Ronaldo ise yeşil çimlerin üzerinde babasını onurlandırmaya devam ediyor. efekarasu@gmail.com
Kitap Onunla bir kere daha buluşması,
İLİŞKİNİZDE KAÇINCI ŞAHISSINIZ?
yaşadıklarını bir kaçamak olmaktan çıkaracak kendisini bir labirent gibi -Handan AŞIKiçine alıp bu yaşananları bir daha kolay kolay dışına çıkılamayacak bir maceraya dönüştürecekti. Bunu hissediyordu. Kaçacaksa şimdi kaçmalıydı, daha sonra çok geç olacaktı. Böyle olacağını hissettiği, hatta bildiği halde kaçmak istemiyordu. Yaşadıklarının yarattığı heyecan ve zevk kadar, hatta belki de daha çok, bundan sonra neleri nasıl yaşayacağına dair içindeki merak, kaçmasına izin vermiyordu. Diyordu yazar kitabın arkasında ki alıntıda. Ahmet Altan kadını ve kadın dünyasını anlayabilen gerek soyut gerek somut ifadelerle bunu ortaya koyabilen bir yazardır. Denemelerini ve romanlarını okumuş biri olarak acaba Ahmet Altan bu güne kadar kaç kadın tanımış olabilir ki sorusunu defalarca kendime sorduğumu hatırlıyorum... Aldatmak’ı okurken de aynı ustalığı tekrar sergilemiş yazar. Bir kadının iç dünyasını onu aldatmaya iten nedenleri ve kadının hayata, olaylara bakışını erkek-kadın düşünce farklılıklarını kadının erkeğinden beklentilerini anlaşılır bir dille ortaya koymuş bu kitapta. Kitabın içeriğinden bahsederek bu ifadeleri somutlaştırayım sizler için. Ana karakterimiz Aydan... Bir bankada üst kademesinde çalışan başarılı hırslı çalışkan, tuttuğunu koparan güçlü ve güzel bir kadın. Eşi haluk beyin cerrahı. Başarılı bir doktor aranan bir isim fakat onun tüm başarısı ameliyat masasında, operasyonunu bitirene kadar sürüyor. Karısının da evlilikleri boyunca ameliyatlarda devleşen bir erkeğe sahip olduğunu bilmek içindeki tutkuyu taze tutabilmesinde ki tek neden... Haluk evin içinde, yatak odasında tek düze bir erkek. Sanki önceden tahmin edilebilirmiş gibi rutin, sürprizsiz bir erkek. Karısını seven ve arzulayan bir koca. Bir de Selin adında küçük bir kız çocukları var... Aydan’ı baştan çıkartan ya da Aydan’ın baştan çıkmak istediği için seçtiği erkek CEM. Kitabı okuyan herkes bunu mutlaka farklı yorumlayacaktır. Mimar ve zengin komşu Cem, babasının şirketinde yönetim kurulu üyesidir. Toplantılara katılmaktan başka yaptığı tek şey önüne gelen kadınla sevişmekmiş gibi bir algı oluşuyor tüm kitap boyunca. Site sakinleri bir mimara ihtiyaç duydukları sırada Aydan’ın aklına yakışıklı, zengin ve mimarlık eğitimi almış olan Cem gelir.
ALDATMAK-AHMET ALTAN
Aydan Cem’in kapısına gelir ve duştan yeni çıkmış yarı çıplak bir vaziyette kapıyı açan Cem’le ilk kez yüz yüze gelir. Kapıyı giyinmeden açan rahat tavırlı bu adamın fazla samimi tavırları kadının kafasını karıştırır. Bu aldırmaz tavırlı kendine çok güvenen adam aslında kadında adını koyamadığı bir ilginin uyanmasına neden olmuştur. Bu bir başlangıçtı. Yeni günahların, kalp yangınlarının ve kırıklıklarının, heyecanının ve de zevkin başlangıcı... İçinde uyanan bu merak Aydan’ı tekrar tekrar Cem’in kapısına sürükledi. Kadınları iyi tanıyan bir adamdı Cem… Tam bir avcı... Avının ne istediğini biliyor onu kendi ormanında özgür bırakıyordu. Av ürkmüyor o özgürlükte kendini rahat hissediyor hiçbir tehlike sezmiyordu ve sonrada avcının yemi oluyordu. Aydan da tıpkı bir av gibi gördüğüne kandı. Aralarında geçen diyaloglar, kelime oyunları, bilinçli ve zekice sorulmuş sorularla imalı cevaplar farklı bir ilişki içine girdiğini böyle bir adamla anlaşabildiğini görmek kendine, zekâsına ve güzelliğine olan inancını arttırdı. Özel ve özgür hissettiği bu evde adamın yatağına giderken hiç tereddüt etmedi ve bunu defalarca tekrarladı hatta kendi evinde, kendi yatağında, kocasıyla telefonda konuşurken, hatta kocası evde uyurken… Sadakatsizlik, sadık kalınmayan insanın tüm hayatını etkileyen aşağılık bir davranıştır. Meşru bir tarafı asla yoktur fakat bir kadının bu kadar kolayca kendini başka bir erkeğin kollarında bulmasının altında da nedenler yatmaktadır. Kadın sahiplenilmek, kıskanılmak değer görmek ister. Karı koca olmak bir evin içinde yaşamak ya da uzun yıllar süren birlikteliklere sahip olmak insanların birbirlerini tanımadığı, tanımaya da çalışmadığı gerçeğini değiştirmez. Bir kadının iç dünyasını onu aldatmaya iten nedenleri, düşünce yapısını değer yargılarını öğrenmek isteyen herkesin bu kitaptan öğreneceği bir şeyler mutlaka var. Mükemmel bir kitap olamayabilir hatta okurken midenizin bulanacağı zamanlarda olacaktır. Fakat farkındalığınızın artmasına mutlaka katkıda bulunacaktır. Siz aldatılmayacak ya da aldatmayacaksınız anlamına gelmeyecektir bu durum. Ahmet Altan Ankara doğumlu gazeteci ve yazardır. Çok sayıda dememesi ve romanları vardır. 2002 yılında yayınlanan Aldatmak isimli romanı fazlasıyla dikkat çekmiştir. handan.ist@hotmail.com
34
Tiyatro
INISHMORE’LU YÜZBAŞI -Elif CENGİZDünya tiyatrolar gününde seyretme fırsatı
bulduğum bu şahane oyunu dergimizin aylık bir yayın olması sebebiyle ancak anlatma fırsatı buluyorum. Seyredeli çok zaman geçmesine rağmen etkisini üzerimden atamadığım Inıshmore’lu Yüzbaşı; kedisi kim vurduya gitmiş Deli Padraic’in kedisi Arap’ı ararken katlettiği canları anlatıyor görünürde. Terör örgütü lideri olan Deli Padraic bu hayatta en çok kedisi Arap’ı sever. Sözgelimi ‘dünyayı kurtarırken’ kedisini babasına emanet eder. Padraic’in en değer verdiği şeyin kedisi olduğunu bilen eski yoldaşları ve arkadaşları Arap’ı katlederler. Bunu yapmalarındaki temel sebep Padraic’in kendilerinden ayrılıp başka bir terör örgütü kurmasıdır ve bu örgüt arkadaşlarının geçimlerini sağladığı uyuşturucu satıcılığı işini sekteye uğratmaktadır. Kedisini babasına emanet eden ve onu öldüreninde babası olduğunu düşünen Padraic babasının peşine düşer. Tam kedisi için babasını öldüreceği sırada aslında katilin eski arkadaşları olduğunu öğrenir. Arkadaşlarını öldürüp terörist sevgilisi Marierad ile yeni bir terör örgütü kurmaya karar verirler. Ancak Marierad kendi kedisi Cabbar’ın Padraic tarafından öldürüldüğünü anlayınca o da Padraic’i öldürür. O kedi o kadar çok şeyi temsil ediyor ki. Olaylar gelişirken patlayan silahların neden patladığını, öldürülenlerin neden öldürüldüğünü unutur hale geliyoruz. Tıpkı gerçeklikte olduğu gibi. Oyunda en dikkat çeken noktalardan biride insanların kişisel zaaflarını siyasi ideolojiler üzerinden ortaya koymaları olmuş. Bu durum ancak bu kadar açık ve net anlatılabilirdi. Deli Padraic kedisi öldü diye önüne geleni kılıçtan geçiriyor deyim yerindeyse. Oysaki kedisi ölmeseydi de aynı şiddeti içinde barındırıyordu. Sevgilisi Marierad özgürlükler için savaşıyor güya. Onun için eylemler kutlamalardan, partilerden farksız. Oyunda verilen en anlamlı mesajlardan biri de bu olmuş. Adolf Hitler ‘de zamanında
35
zaaflarını, otoritesini ve gücünü kullanarak gözler önüne sermemiş miydi? Ne farkı var Hitler’in, Kaddafi’nin, Mussolini’nin Deli Padraic’ten. Oyunun yazarı Martin Mcdonagh bu denli şiddet içeren bir oyunda espri yapabilmesi ve cidden güldürüyor olabilmesiyle hayranlığımı kazanmış durumda. Çok ağır olabilecek bu oyunu tekrar görme isteğimin uyanmasında yazarın payı büyük. Martin Mcdonagh’ın diğer eserlerine bakıldığında da aynı bünyenin çalışması olduğunu anlayabiliyorsunuz. In Bruges filmi Mcdonagh’ın tarzını anlamakta yardımcı olacaktır. Sahne dekoru ve kullanılan maketlere (cesetlere) gelecek olursak, fazlasıyla gerçekçiydi. Film izler gibi seyrettik bu oyunu tüm salon. Yönetmeni kutlamak gerek. Zaman zaman bu kadar kana dayanamayacağımı hissedip kaçmak istediysem de tam ortada oturmam buna engel oldu. Diyebilirsiniz ki kaçmak isteyecek kadar ne olabilir bu oyunda. O zaman gidip görün derim. Kostümler sağladığı uyumla hiç gözümüzü tırmalamadı. Dekorlar kadar müzikte oyunun içine girmemize yardımcı oldu. Bu müzikler olmadan eksik kalabilirdi oyun. Ses açısından rahatsız edici tek şey silah patlamalarıydı. Yersiz hiçbir patlama olmamasına karşın salon çok yoruldu her patlama sesinde sıçramaktan. Gidecekler hazırlıklı olsun derim. Oyunculuklara diyecek tek bir laf yok. Kimse beni bu saatten sonra Deli Patraic’in Reha Özcan, Mairead’ın Deniz Elmas, Donny’nin Cengiz Baykal olduğuna inandıramaz. Hiç biri diğerinden daha ön planda değildi sahnede. Kime başrol deseniz odur denebilir. İstanbul Devlet Tiyatrolarının yeni sezon oyunlarından Inıshmore’lu Yüzbaşı hikayesiyle, kurgusuyla, oyunculuklarıyla gidilmesi gerekenler listemin başını çekmekte şu an. Pişman olmazsınız, benden söylemesi. İyi seyirler. cengizelifelif@gmail.com
Röportaj -2
Savaşın içinden bildiriyor:
Hakan Kumuk
-Emre CEYLAN / Mustafa DOĞAN-
İnternette Hakan Kumuk’un hayatı hakkında bilgi edinmek için kısa bir araştırma yaptığımızda popüler internet sözlüğü İnci Sözlük “Türkiye’nin sayısı az olan savaş muhabirlerinden. Saraybosna’da 17 gün boyunca esir tutulup ağzında kalaşnikofla bekletilen, Kosova’da omuzunun köşesinden snipper geçen, Mardin’de mayın üzerinden geçerken arabasıyla havaya uçan ve uçtuğu sırada fotoğraf çeken, 1986’daki Sinagog patlamasından sonra içerideki hüzün tablosunu ilk fotoğraflayan ve çektiği fotoğraflar tüm dünya pres’lerinde yayınlanan başarılı fotoğrafçı ve gazetecidir. Kendisi 1960 doğumlu ve bu işlerde yanında yine kendiyle aynı yaştaki kader arkadaşı Bengüç Özerdem bulunmakta.”böyle tanımlıyor. İnternetten hayatı hakkında bilgi edinmek için araştırmalarımıza devam ederken “1960 tarihinde Allah’ın bir lütfu olarak dünyaya gelen Hakan Kumuk, aslında agresif ve sıradışı kimliğiyle, emekli bir gazetecidir.”yazısına ulaşınca oradaki “agresif” kelimesini okuyunca biraz korkmadık değil hani. Nasıl biriyle karşılaşacağımızı merak ederken kendisine telefonla ulaştığımızda “korku” duygusunda biraz azalma yaşadık. Bu korku duygusunun yok olması ta ki yüz yüze geldiğimizde tamamen yok oldu. Bunu da burada belirtmek isterim. Buluşmak için SHE Prodüksiyon’un Maslak’taki ofisine gidiyoruz. Biraz zorlansakta yeri bulduk. Kapı zilene basıp bekledikten sonra otomatik kapı açılıyor ve yukarıdan bir ses “yukarı gelin çocuklar” diyor. Hakan Kumuk ve SHE Prodüksiyon’un diğer ortağı olan Hakan Denker birlikte bir proje üzerinde çalışıyorlardı. Bizi samimi bir karşılamayla buyur ediyor. Selamlaşma faslından sonra
hakkında merak ettiklerimizi sormak ve sohbetimize başlamak için masaya geçiyoruz. “Savaş Muhabirliği artistlik iş değildir…” İnsanlar genelde savaş muhabirlerine duygusuz gözüyle bakarlar. Bunun sebebi ise orada insanlar ölürken gazetecilerin fotoğraf çekmeye çalışması olsa gerek. İlk olarak siz nasıl bakıyorsunuz bu görüşe diye sorduk. Hakan Kumuk çok soğuk kanlı bir şekilde “Yani fazla artistik yapmanın anlamı yok. Bu işi yapıyorsan birilerinin ölmesini bekleyeceksin. Savaş çıkmasında, çıkarsa da ona yapacak bir şey yok.”diyor. Savaşın çıkması elbette kötü fakat çoğu zaman kaçınılmaz bir şey. Savaş muhabirliği ülkemizde pekçok kişinin yaptığı bir şey değil. Avrupa ülkelerinde bu işi yapan yüzlerce gazeteci var. Avrupa’daki gazeteciler bu işi meslek edinmiş ve bu işten çok iyi paralar kazanıyorlar. Acaba ülkemizde az sayıda bulunan savaş muhabirleri para kazanıyorlar mı? Hakan Kumuk bu konuya kendi deyimiyle çok ters. Kumuk, “Avrupa’da yaparsan karlı çıkarsın. Savaş muhabirliği Türkiye’de yapılacak iş değil. Yabancı ajanslarla çalışırsan para kazanırsın; burada çalışırsan da sadece sana gülerler. 3 gün sonra da her şekilde seni işten kovarlar. Benim başıma geldiği için tersim biraz bu konuya, sevmiyorum. Hak yeniyor burada. Fotoğrafın telif hakkı yok. Senin yerine fotoğraflarını satarlar haberin olmaz. İlk yıllarda şimdiki kafam olsa, kimseye kuş uçurtmazdım. Nelerimiz
36
gitti nelerimiz. Duyduk ki biz dönene kadar 3 bin, 5 bin dolara fotoğrafımız satılmış, bize gelincede aferin evladım iyi iş çıkardın denirdi. Hani eskiden patronlar gazeteciydi falandı filandı ama böyle şeyler yine oluyordu. Hak yeniyordu. Benim başıma geldiği için biliyorum.”diyor.
Aklıma da 3.sayfa haberi olur gibi geldi. Bir gittim oraya içerden bir duman çıkıyor. Bir de baktım ki kapıda Sinagog yazıyor. İçeriden pufff diye bir ses geldi. Patlamayla karışık bir ses ama kuvvetli bir patlama değil. Neyse adamın üstünden atlayıp içeri girdim. Sütlüce mezbahası yanında halt etmiş.” Hakan Kumuk bunları anlatırken sanki o “Patlamada tesadüfen oradaydım. 17 kare anları bir daha yaşıyormuş gibi el hareketlerinfotoğraf çektim…” den, konuşmasının heyecanından bunlar çok Ve bu konudaki ilk deneyimini anlatmaya rahat anlaşılıyor. başlıyor. “Mesela siz hatırlamazsınız. Şişhane’de Hakan Kumuk, Sinagog’a girdikten sonraki bulunan Neve Şalom Sinagog’u manzarayı anlatırken tüylerimiz 6 Eylül 1986’da ilk o zaman diken diken oluyor ve pür dikkat patlatıldı. Hiç unutmuyoonu dinliyoruz. Kumuk devam rum, oraya ilk giren de benediyor Sinagog’u anlatmaya. “Bu im. Daha bismillah, ben içeri benim ilk ağır ve uluslararası girdiğimde kapıdaki adam işimdir. Beni o zamana kadar staj hala yaşıyordu. O bombalı yapmak için hastanelere, adliyelsaldırı da 27 kişi öldü. Bilerek ere gönderirlerdi. Polis telsizinden değil tesadüfen oradaydım. haber gelecek de 3.sayfa haberi Beyoğlu’nda sabahlamışım, çıkacak. İçeri bir girdim abartalkol almışım nerede yatıp mıyorum yarım bir beden kürsüde kalktığım belli değil ve üstümduruyor; alt tarafı yok. Bir tanede de takım elbise var. Bir sinin üst tarafı yok, birisi de kaveya iki gün önce Günaydın loriferlere gömülmüş kızartılmış Gazetesi Nikon FM2 makine et gibi. Bir tane bacak orada tek getirtmiş Japonya’dan. Bizim başına zıplıyor.Üzerimde geceden maaşlarımızdan cüzi rakamkalma bir mahmurluk var. Kendi larla kesilip, kullanmak üzere kendime Hakan dedim ne oluyor. bizlere dağıtıldı. Makinenin Kafam şöyle bir dalgalandı. Ondan Savaş muhabiri Hakan Kumuk ambalajını açtım tek kare sonra aklıma geldi fotoğraf çekdahi basmadım. Filmi taktım ama makinenin mek. Olayı önce bir seyrettim. Çıkarttım makiçinde hala nem torbaları duruyor. Sabah çıktım ineyi, dedim ya daha makinenin deklanşörüne Beyoğlu’ndan Çağaloğlun’da bulunan Günaydın basmamışım. Makineye flaşhını taktım ve çat bir Gazetesi’ne gideceğim. Geceden kalma olduğum- kare çekiyorum, çat bir kare daha çekiyorum bir dan açılmak için Tepebaşı’ndan yürüyerek indim. köşeye gidiyorum çat bir karede oradan çekiyoBöyle tak, tak, tak diye bir ses duydum. Orada rum. Fotoğraf çekerken tavandan üstüme ciğer Sinagog olduğunu bile bilmiyorum ve kimse de gibi bir şey düşüyor. Kürsüye bakıyorsun Papazın bilmez. Çünkü orası büyük bir duvardır ve ufacık- sadece kaburgası kalmış. Yani ortalık rezalet, ta bir tabelası vardır. Orayı bilen bilir yani çok içerisi leş gibi kokuyor. Böyle şok halinde fotoğraf insan bilmez. O sokağın başındayım yukarıdan çekiyorum. Ama nereye girsem hangi koridora aşağıya iniyorum. Baktım 100-150 metre uzakgitsem bir şeylerle karşılaşıyorum. O saldırıda 27 lıkta bir adam yerde çırpınıyor. Bir adam da kişi öldü. En son bir tabanca şarjörü gördüm, onu kaçıyor. Sabah sabah bir şey oldu sanırım dedçekeyim derken omuzlarımdan biri beni kaldırıp im kendi kendime. Birde bizim patron işle gelin dışarıya çıkardı.” her sabah, iş getirin derdi. Sabah toplantısına Kumuk manzara karşısında soğukkanlılıkla boş gitmemek için şunu çekip götüreyim dedim. fotoğrafları çekiyor. İçerideki dehşet anlarını
37
fotoğraflamak başka bir olay, fotoğrafları servis etmek de başka bir olay. Dışarı bir polis tarafından çıkarıldıktan sonra dışarıda yerli ve yabancı 150-200 gazeteci Hakan Kumuk’un fotoğraflarını çekmiş. Kumuk Sinagog’dan çıkan ilk gazeteci olarak İtalyan 2000 Dergisi’nin kapak fotoğrafı olmuş. Fotoğfaların basım aşaması daha çileli geçmiş Kumuk adına. Kumuk adeta fotoğrafların pozlama süresinde ölmüş ölmüş dirilmiş. “Neyse, cep telefonu yok o zamanlar. Orası da avizeciler sokağı, bir avizeciye girdim. Üstüm başım kan içinde telefon açtım şefim Behiç Ağabey’e. Behiç Ağabey Tepebaşı’nda ne oluyor. B: Sen neredesin? Tepebaşı’ndayım ağabey, neler oluyor. Telsizle polisleri dinledikleri için onlar bilir. Hemen dedi Sinagog’a git patlama oldu. Ağabey, ben Sinagog’un içinden çıktım zaten. Neeey dedi. Kıbırdama bir yere seni oradan aldırtacağım dedi. 3 tane araba geldi. Biri fotoğrafları aldı, biri çantayı ve biri de beni aldı. Gazeteye bir gittim ki karşımda Rahmi Bey; Tanrı, kardeşim! Haldun Bey, Tanrı’nın Tanrı’sı. Haldun Simavi bana baktı fotoğrafları nasıl çektin dedi. Ne cevap verebilirsin ki, 17 kare fotoğraf çektim efendim dedim. Çektiklerin İnşallah çıkmıştır dedi. Öyle bir tehdit ki şimdi bile elim ayağım titriyor.” “O zamanlar fotoğraflara banyo yapılıyordu. İdris Bey vardı karanlık odacımız. Ben gelmeden bütün banyoyu yıkmışlar, dökmüşler taze banyo kurmuşlar yani beni hazırda bekliyorlar. Haldun Bey, İdris Bey’e “yıka bakalım şu filmleri” dedi. Bir banyo 45 dakika sürüyor. O 45 dakikayı hayatım boyunca hiç unutmadım. Bin tane olay yaşadım ama o 45 dakika kanımın çekildiği, beynimin küçülüp burnumdan düştüğü ve elimin ayağımın çekildiği anlardı. Karanlık oda alt kattaydı bende yukarıdan bakıyorum, Haldun Bey odanın kapısında durmuş “İdris kaçıncı banyo, İdris kaçıncı banyo” diyor. Filmi böyle bekliyor. Hangi patron 45 dakika filmi bekler. İndim aşağıya dedim ki İdris ağabey çıkart şunları. Hakan dedi sanırım
filmde bir şey var. Üstümden terler akmaya başladı. Film makarası çıktı. Filmi açıyorlar siyah, siyah, siyah film hep siyah geliyor. İdris ağabey dedi ki: “Hakan geçmiş olsun; film yanık, olmamış.” Bunun olmasına imkan yok. Tamam, gencim ama fotoğraflada ilgili bir şeyler biliyorum. 36’lık filmin 120cm boyu vardır. Meğer filmi ters takmışlar 60cm’den sonra fotoğraflar tık tık gelmeye başladı. 17 kareden sonra çıkarıp attık ya filmi onlar yanık çıkmak zorunda, filmi de ters takınca öyle geldi. O 60cm’lik yer ayrı bir zülum. Kalpten gideceğim yani. Hiç unutmam o 17 kare cam gibi çıkmıştı. Film hemen kurutmaya alındı ve bir daha o filmi göremedim zaten. Film yürüdü gitti. Rahmi Bey dedi ki: “eline sağlık” Bende ağabey bir fotoğrafları görseydik dedim. Gazetede görürsün dedi. Biz o zamanlar bilmiyoruz, bu tip durumlarda fotoğraflar bizde var diye yabancı ajanslara haber veriliyor. Dedim ya film satılacak. Stern Dergisi’ne kapak oldu benim fotoğraflar. Benim fotoğrafların 17 tanesi de koyuldu Sterne. Birde yazmışlar soğuk kanlı Türk gazeteci diye. Normal olmayan ölümle karşılaştığım ilk karelerdir bunlar. 17 kare belkide benim ondan sonra gelecek kariyerimi tetikledi.”diye anlatıyor. Hakan Kumuk, 1985’ten 1990’na kadar hem fotoğraf çekmiş hem de haber yazmış. Kumuk, 1991 Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra fotoğraf çekimlerine kendi karar vermeye başlamış. İki kere evlenip boşanmış. Kendi deyimiyle “sabah evden çıkıp akşam kör bir yerden telefon açarsan kadınlar seni boşar.” İki yuva yıktığına üzülmüyor çünkü işini seven bir gazeteci Hakan Kumuk. Kumuk, “Mütevazi olmaya gerek yok hareketli fotoğrafın kokusunu alırım. Bu artık yılların vermiş olduğu bir şey. Sizde de olacak. Tabi bu işte yoruldukça kavruldukça alıyorsun bu kokuyu. Merminin, taşın her neyse o şeyin peşine düşüyorsun. Ona göre açı yakalayıp iki
38
taraftan da etkiyi göstermek için kadrajı oturtmak durumundasın, yorumsuz fotoğraf çekmek zorundasın ve ben bunu çok iyi hissederim. Sürü pisikolojisinden hep uzakta kalırım. Bana göre tek çalışmanın avantajları da budur. Bu yüzden ben tek çalışmayı severim.”diyor. Kendisini çok kaderci olarak tanımlıyan Kumuk bunu da şu şekilde açıklıyor, “Bir kere çok kaderciyim ama cehaletin verdiği cesaret değil. Bir ölüm hadisesi varsa bu savaşta fotoğraf çekerken de yolda yürürken de ya da merdivenden inerken gelebilir. Ben hayata böyle bakıyorum. Sonrasını düşünmüyorum. Ben ölürsem aileme çocuklarıma ne olur diye düşünmüyorum. Ben öldükten sonra bir şey düşünmek zorunda değilim ki zaten her şey bitmiştir. Benim hayat görüşüm bu.”
“Ehliyetim yok…”
Adrenalin Kumuk’u dinç tuttan şey. 53 yaşında olmasına rağmen hala gondola biniyor. Bu kadar adrenalin bağımlısı biri araba kullanmayı bilmiyor. Evet, ilginçtir Kumuk araba kullanmayı bilmiyor. Bunu da kendisi “Mesela araba kullanmayı bilmiyorum. Bak bu çok önemlidir. Çok iş bilirim ve birçok alternatif spor yaparım; paraşütünden uçağına kadar ama araba kullanmayı bilmiyorum ve de ehliyetim yok. Mesela o işi sevmiyorum. Herkes bana gülüyor her işi biliyorsun araba kullanmayı bilmiyorsun diye. Araba kullanmak artık çatal bıçak kullanmak gibi bir şey ama hayatım boyunca direksiyon başına oturmadım. Hiç kimsede oturtamadı. Çalıştığım gazetede bir dönem istihbarat şefliği yaptım. O dönem İstanbul Trafik Şube Müdürü Mehmet Çetiner bana hediye ehliyet göndermek istedi. Onu bile kabul etmedim.”diyor. Savaşlarda fotoğraf çekiyorsunuz ve çekerken birileri ölüyor. İnsanın ruh hali nasıl olur? O kadar insan ölürken siz fotoğraf çekmeye çalışıyorsunuz. Bu düşüncelere acaba Kumuk nasıl bakıyor. “Bunun ruh hali yok. Birileri ölecek zaten. Burada gerçekleri konuşalım fazla hümanist olmaya gerek yok. Kendimizi kandırmayalım. Bir savaş olmadan barış olmaz. İki kişi kavga etmeden barışma şansı yoktur. Bu kadar basit. Niye barışsın ki kavga etmiyorsa? Bu dünyanın
39
gerçeği. Bu Taş Devri’nden beri böyledir. İyi bir şey mi? Yine söylüyorum iyi bir şey değil. Ama bu işi yapıyorsan, bu işin içinde yer alan unsursan bu işi kabullenerek gideceksin. Ölecek, ölecek kardeşim. Hiç kimsenin ölmediği bir savaş var mı? Yaralanacak, düşecek, kalkacak ve ikiye bölünecek. Senin işin de bu pazarın içinde olanları çekmek. Cannes film festivaline gidip oradaki olayları da çekebilirsin. Tercih hakkı senindir, senin tarzındır. Savaşa gidip ölen insanları da çekebilirsin. Bu senin duygusuz olduğun anlamına gelmez ki. Bu bir iş. Bu işi birileri yapacak. Söylediğim gibi savaş muhabiriliğini öyle abartmaya gerek yok normal bir işmiş gibi algılamak lazım.”
17 günlük tutsaklık günleri…
Saray Bosna Savaşı sırasında yaşadığı bir anısını anlatmaya başlıyor Kumuk, “Saray Bosna Savaşı sırasında Selçuk diye bir arkadaşımla beraber savaş bölgesine gittik. Hırvatlar 3 gün Müslümanların yanında yer alıyor 4 gün de Sırpların yanında yer alıyorlar. Giriş kanalları sürekli değişiyor. Bir gün Hırvatlar Müslümanlarla beraber yol tutuyorlar; he diyorsun şu yoldan girerim. Hırvatlar yanar döner oldukları için ertesi gün hop Sırplarla birlikte mütarekeye giriyorlar. O yol kapanıyor başka bir tehlikeli yol açılıyor. Böyle çok saçma bir harita var. Nerede ne olacağı belli değil. Yaşar adında bir adamla tanıştık ben sizi içeri sokarım dedi. Sen kimsin dedik. Ben Amerikadan geldim dedi. Böyle durumlarda insanlara güveneceksin. Alternatifin olmadığı için başka çaren yok. Bölge de çok karışık, bilmiyorsun. Biri sana götürürüm diyorsa ya Allah deyip ona güveneceksin. Artistlik yapmanın luzümü yok, güveneceksin. Güvendik adama. Onun bindirdiği otobüse bindik. Bu arada çok para harcıyoruz. Savaşta paranızın olması şart. Bizi yolda Sırplar çevirdi. Müslüman olmak suçtu o zamanlar hangi ülkeden olursan ol Müslüman olmak suç. Çünkü katliam var. 300-400bin erkek öldürüldü. Bunlar otobüste kimlik kontrolü yaparken bizim pasaportlara baktılar bize gelince inin aşağı dediler. Journalist yazıyor. İndik aşağı. Bizi alıp toprağa gömülmüş konteynerlara götürdüler. Yukarıdan görünmesin diye toprağa
gömmüşler ve orayı karakol gibi nezarethane gibi kullanıyorlar. Bildiğin yer altı hapishanesi, punker diyorlar. Bizi gömdüler içeri duruyoruz. Her şeyimizi aldılar. Müslüman kellesi o zaman 25 bin Mark idi. Sırplar bir Müslüman kamu görevlisinin kafasını götürdükleri zaman 25 bin Mark ödül alıyorlardı ve tatile gönderiliyorlardı. Öyle bir nefret vardı. Her sabah geliyorlar ağzıma kalaşnikofu dayıyorlar çıt, çıt, çıt diye tetik boşluğunu alıyorlar. Dolu mu boş mu bilmiyorum ama doluysa tık dediğinde orada anıt mezarsın ve kimse de seni bulamaz. Ben bölgeye gitmeden önce olayı Sırbistan tarafından izlemek istiyoruz diye Yugoslav konsoloslugundan kağıt almıştım. Karşı taraf Müslüman diye bende Müslümanım diye niye o taraftan izleyeyim. Belki de işin doğrusu bu. Birde olayın bu tarafından bakmalıyız. Böyle bir kağıt aldım. O kağıt zaten benim şuanda yaşamamı sağlayan şeydir. O kağıdı üzerimde buldular ve incelenmesi için Belgrad’a gönderdiler. Belgenin Belgrad’a gidiş gelişi 17 gün sürdü. 17 gün biz o punkerin içindeydik. Elimi saçıma atıyorum böyle tutam tutam dökülüyor. Xanax adlı antidepresan haplardan kaç kutu içtim bilmiyorum. Normal de bir tane atarsın rahat düşünürsün ama o an rahatlatmaya vaktin yok çünkü hemen arkasından bir olay geliyor. Tak arkasından biri geliyor ağzına silah sokup tetik boşluğu alıyor. Gazetemiz ile iletişim sağlayamadığımız için bu yaşadıklarımızdan haberleri yok. Biz orada bunları yaşarken birde şöyle bir olay oldu yeri gelmişken onuda anlatayım.”
“Artistik savaş muhabirliği yapan çok”
“Artistik savaş muhabirliği yapanlar çok. Şimdi onu anlatacağım. Türkiye’den Hasan Celal Güzel başkanlığında bir grup gazeteci arkadaşımız Saray Bosna’ya geliyorlar, sanarsınız sanki mavi tura çıkmışlar. Milliyet Gazetesi’nden gazeteciler; çelik yelekler, kafada bandanalar, botlar, kamuflaşlar giyinmiş ve suratlar boyanmış savaşa gelmişler. Böyle bir şey yok. Bunlar bir grup yola çıkmışlar bizim haberimiz yok bizim nasıl haberimiz oldu onuda anlatacağım. Yola çıkmışlar Moslar’a gelmişler. Moslar dediğimiz yerde İstanbul’dan Adapazarı kadar mesafe yani iki saatlik yol. Bosna’nın içinde değiller. Hasan
Celal o zaman ki siyasi atmosfer içinde şov yapıyor. Saray Bosna’ya geldik diye. Nereye geldin girsene Bosnanın içine. Türkiye gazetesinden (isim kullanılmasını istemiyor) bir arkadaş bir sipere girmiş bir Boşnak askerinin tüfeğini alıp dürbünden bakarken fotoğraf çektirmiş. Türkiye Gazetesi’nde şöyle bir manşet çıkmış “Cephede bir Sırp vurdum!” diye. Bunlar gazete arşivlerinde var girin bakın, Böyle tüfeklede fotoğrafını çektirmiş. Yazının devamında; işte baktım, tetiği çektim düştü diyor. Sen gazetecisin, hadi gazeteci olmasan bile sen kimsin ki o tüfeği tutacaksın. Gazetecilik böyle, bazen saçma bir iş. Yapılan yanlışa bak. İnfial yarattı bu haber. Gazeteci kınandı ama 8 sütuna manşet olmuş bir haber. Yerin altında esir durumdayız, bizden de kimsenin haberi yok. Bu gazete Sırp askerlerinin eline geçseydi neler olacağını Düşünebiliyor musun? Neyseki o kağıdın Belgrat’a gidip gelmesi sırasında Allah bize yardım etmiş o haber gözükmemiş. Gözükse o gün infaz edilirdik. “Bir gazeteci Sırpı nasıl mı vurdu. Bakın bizde iki gazeteciyi nasıl vurduk” derler birde kellemizi alır posta ile gönderirlerdi. Bu ne; savaşa gittim, tüfek tuttum. Sen savaşa gittiysen senin en büyük tüfeğin elindeki makinen, kalemin, daktilondur artık her neyse. Artistik yapmanın anlamı yok. Biz bu tantanadan kurtulduk 17 gün sonra. İş anlaşıldı ve hükümetler nota çekti birbirlerine, biz serbest kaldık. Yine Zagrep’e döndük. Elimizdeki 6 tane makineye el koydular, 7 bin dolarımızı aldılar. Problem değil olayı anlattık gazeteye, gazetemizden para ve makine istedik Zagrep’e gönderdiler. Bu arada da Bosna’ya tekrar gireceğiz çünkü giremedik . Bu arada bu olayı öğrenince Hasan Cemal Güzel ve ekibi Zagrep’teymiş onları görmeye gittik. Bakalım neler yapıyorlar diye. Bosna’ya gideceğimizi Hasan Cemal’e söyledik ekibininde bize katılabileceğini fakat akredit olmaları gerektiğini söyledik. Hasan Cemal buna sevindi ama yanındaki o bandanalı, kamuflaşlı gazeteci ekibi sevinmedi. Bize karşı tavır aldılar. Bizi orada bir dövmedikleri kaldı. Anlatmak istediğim şu ki bu iş bir gövde gösterisi işi değil. Huyun suyun, rahmetin bu mesleğe müsaittir yaparsın. Ya da sana ters gelir bu işi yapmak istemezsin; insanlık hali dönersin başka başka türlü bir muhabirlik
40
yaparsın. Çok abartılacak bir iş değil. Biraz deli işi tabi ki. Üzülürsün ama çabuk toparlanırsın. Vietnam sendromu falan ben yaşamıyorum. Ben işimi yapıyorum. Ertesi gün geliyorum başka bir yere gönderiyorlar oradan da geri gönderiyorlar.” Günlerce aç kalabilirsiniz eğer savaş muhabirliği yapmayı düşünüyorsanız. Yeri geldiğinde tuvaletinizi üstünüze bile yapabilirsiniz. Temiz iş değil pis iş. İstediğin yemek olmaz, istediğin yatak olmaz en önemlisi nerede kalacağın belli olmaz. Bu şartlara kendinizi alıştırmanız gerek. Yerine göre 3 günlük bayat ekmeği yemelisiniz, yerine göre de ne varsa yemeği bilmelisiniz. Her şeyden önemlisi bunlara katlanmak için işinizi sevmelisiniz. Kaçırılan Avrasya Feribot’unun ilk görüntülerini çeken gazeteci… Hakan Kumuk’un birde Çeçenler tarafından kaçırılan Avrasya Feribotu macerası var. Burada da çok büyük işler yapıyor. Hatta diyebiliriz ki ses getiren en önemli işi bu. Çünkü almış olduğu riskler sayesinde bu işin üstesinden geldi. Kumuk’tan bu olayı dinleyelim. “O olay, Uğur Dündar’a haber atlattığım olaydır. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde ders oldu. Burada işin özü en çabuk en seri halde haberi ulaştırabilmekti. O dönem 1996’de gazetecilik adına ne kadar ödül varsa bana verdiler ve hiçbirine ben müracaat etmedim. Çalıştığım kurum, Kanal E 1996’da bu haberden 300 milyar kazandı. 6 aylık maaş ödenmiyordu onların hepsi ödendi. Kanal sonradan satıldı CNBC-e oldu. Ben de bir şeyler kazandım ama 300 milyar gibi bir şey kazanmadım. Neyse o olayı anlatayım size. Ben televizyonu hep açık bırakıp uyurum. Sabaha karşı uyandım. Saat 5:00 gibi. Gözümü açtım bir baktım televizyonda, Trabzon’dan Avrasya Feribotu Çeçenler tarafından 110 yolcusuyla polisi de vurularak kaçırıldı haberi dönüyor. Haberi izleyip hemen evden çıkarak kanala gittim. Kanala bir geldim bizim gececiler 5-10 kişi hepsi uyuyor. Dedim oğlum kalkın siz nasıl uyuyorsunuz. Trabzon’da gemi kaçırıldı. Beni hiçbiri umursamadı. Ben hemen valiliğe telefon açtım. Zaten valilik kriz masasını kurmuş. Kendimi tanıttım ve geminin numarasını istedim, verdiler. Saat altı buçuk, yedi civarı
41
olmuştu; gemiyi aradım merhaba ben gazeteci Hakan Kumuk şöyledir böyledir dedim ama telefonu açan kişi şuan da konuşamayız deyip kapattı. Habere ilk adımı atmış oldum çünkü gemiyle direk bağlantı kurdum. Artık haber bende. Şansım yaver gitmişti. Sabah gündüz ekibi gelirken ben bilinmesi gereken her şeyi biliyordum. Haber bende dedim ama öğrendim ki Uğur Dündar’da bir balıkçı teknesiyle feribotu takip ediyor. Bunu öğrenince haber gitti, bu haberi ben kapamam dedim. Çünkü benim çalıştığım kurum küçük, imkanlar kısıtlı. Uğur Dündar ise Kanal D gibi büyük bir kurumda çalışıyor. O sırada genel müdürümüz Saner Ayar geldi. Ona hemen durumu söyledim. O da benim haberim var, senin burada ne işin var dedi. Ben erken işe gitmezdim ondan şaşırmış. Bu haber için geldim dedim. Beni bir şey çağırdı sanki, öyle çıkıp gelmiştim. Onu hissedebilmek çok keyifli bir durum. Sizinde o duyguyu yaşamanızı isterim. Aslında başına ne geleceğini bilmediğin sonucunun nasıl olacağını bilmediğin bir duruma doğru gidiyorsun. Ama işin sonunda bir şey elde edemesen bile, meslek adına yeni bir tecrübe kazanmış olacaksın. Ben kendim Kafkasyalı olduğumdan gemiye girebilmek için kendimi avantajlı hissediyordum. Genel müdürümüze gemiye girebileceğimi söyledim. O da bunu nasıl başaracağımı merak etti. Gemiyi tekrar aradım, bu arada Muhammet Emin Tokcan ile konuşuyormuşum ama bilmiyorum. Konuştuğum kişiye kendimi tanıttım; ismim Hakan soyadım Kumuk, Kumuk Türklerindenim, Kafkasyalıyım Dağıstanlıyım, Abhazya Savaşı’nda bulundum. Gemiye
gelmek istiyorum ben dedim. Karşımdaki kişide iyi tamam bakarız dedi ve kapattı. Bakarız demek bir adım daha ileriye attık demektir.” “Tabi gün içerisinde çalışanlarda kanala gelmeye başladılar. Patron geldi. Toplantıya girdik ve ben gemiye gireceğimi bana güvenmelerini söyledim. Bunu nasıl yapacağımı sorunca helikopterle gemiye atlayacağım dedim. Telefonla konuşmalar planlar vesair bir günümüz böyle geçti. Konuşmalar sırasında tabi gemideki Çeçenleri ikna etmek için Trabzonda yaraladığınız polisi verin bana, Çeçenistan’nın dünya gözünde tanınmasını istiyorsanız ve Rusların yapmış oldukları insanlık dışı davranışları duyurmak istiyorsanız iyi bir gazeteciye ihtiyacınız var diyorum. Bu şekilde ikna ettim. Çeçenleri ikna ettim ama şimdi de helikopteri kiralayacak parayı nereden bulacağımız meçhul. Sabaha kadar parayı toparladılar ve 5bin dolara Sancak Air’den helikopteri kiraladılar. Florya’da Sancak Air’ın helikopteriyle sabahın köründe havalandık. Helikopterdeyken bir kez daha gemiyi aradım ben geliyorum dedim. Gemidekiler bana gelemezsin dedi. Ben helikopteri kiraladım, ilaçları aldım bana, seni almayız gemiye diyorlar. Ben de o gemiye geleceğim ve beni alacaksınız başka şansınız yok dedim ve de telefonu suratlarına kapattım. Büyük bir risk aldım ama başka yapacak bir şeyim yoktu. Patronda bu iş olmazsa tüm masrafların parasını senden alacağım diyor artık hiç kaçışı yok gemiye girmeliyim. Karadeniz Ereğlisi’nde yakıt ikmali yaparken Sancak Air’in diğer helikopteri de yanımıza piste indi. İçinden Uğur Dündar indi çok şaşırdım. Çünkü ben onu tekne ile gemiyi takip ettiğini biliyordum. Üzerine can yeleği giymiş, bizimlede hiç muhattap olmuyor. Ben tekrar gemiyi aradım ve Muhammet’e ‘Tango Çarli Yirmi’ diye helikopterin kuyruk numarasını verdim.” “Uğur Dündar’ın helikopteri bizden önce kalktı gidiyor. Biz de hemen yakıt ikmalini tamamlayıp havalandık. Uğur Dündar önde biz arkada feribota doğru gidiyoruz. Denizde de fırtına var gemiyi tam göremiyoruz hava da kötü. Bir an böyle hava açılır gibi oldu ve geminin tam altımızda olduğunu gördük. Hemen kamaramana dedim Cenk aç kamerayı kayda başlayalım. Cenk kamerasını
çıkardı, işte şuan uluslararası sularda avrasya feribotunun üzerindeyiz gibisinden konuşmaya başladım. Biz o sırda bant çekerken karşı helikopterin pilotundan bilgi geldi; Uğur Dündar gemiye girdi diye. Muzaffer kaptan çabuk gemiye iniyorsun dedim. Dedi inemem. Ağabey nasıl inemem ya, Uğur Dündar gemiye girmiş hiç şansımız yok ineceksin. Neyse biz geldik geminin üstüne o sırada bammm diye bir el silah sesi. Aşağıdan biri bağırıyor gelme gelme diye. Kapıyı açtım aşağıya doğru bir sallandım bağırdım ben Hakan Kumuk bana gel dediniz bende geldim dedim. Helikopterler aynı firmadan ve aynı renk olduğu için bunlar Uğur Dündar’ı ben sanıp gemiye kabul etmişler. Doğal olarakta bana gelme diyorlar. Sonradan benim doğru kişi olduğumu Kumuk olduğumu anlayıp gemiye Kabul ettiler. Ama helikpter gemiye yanaşamıyor yükseklikte 6-7 metre. Kameramana hazırlan Cenk dedim gemiye atlıyoruz. Kameraman demesin mi ağabey yok ben gelmiyorum. Nasıl ben gelmiyorum saçmalama oğlum haydi yürü dedim. Yok ağabey ben atlayamayacağım gelmiyorum ben dedi. Tek kelime dedim Cenk’e; bak bu hayatının işi haberin olsun sonra çok üzülürsün. Sana güvendim ama neyse artık dedim. Sırt çantamı aldım içinde bir tane Panasonik MS4000 kamera vardı evden çıkarken koymuştum. Açtım kapıyı önce çantayı attım bunlar çantayı tuttular, Allah’tan tuttular içinde kamera var yoksa kırılacak. Sonra sallandırdım kendimi aşağıya lappp dedi düştüm geminin üzerine. Yerden kalktım selam dedim oradakilere, hepsi maskeli falan. Daha başka hiçbir şey demeden çantayı aldım kamerayı çıkardım ve direk çekmeye başladım. Etrafımdakiler Allahü Ekber Allahü Ekber diye bağırıyorlar ben de
42
onları ve etrafı çekiyorum. İşte Türkiye ve dünya basınında gözüken ve ses getiren o 3 dakika 18 saniyelik görüntüleri çektim. İçlerinden biri işin bittiyse tutuklusun dedi. Bir dakika diyerek kasedi kameranın içinden çıkarıp helikoptere alçal işareti yaptım ve kasedi helikoptere doğru fırlattım. Çok büyük bir riskti Allah’tan kasedi tuttular yoksa bütün her şey boşa gidecekti. Kasedi alıp helikopter uzaklaştı. Kasedi verdikten sonra derin bir oh çektim artık iş bitmişti. Uğur Dündar benden önce girmiş gemiye hiç umurumda değil. Nasıl olsa ben filmi çıkardım, elemanlara ulaştırdım onlarda kanala götürüyor. Birkaç saat sonra yayına girer kafam rahat. Beni bir kamaraya kapattılar. Birkaç saat sonra kamaraya geldiler.”
“Avrasya Feribot’unu kaçıran Çeçen militanlar tanıdık çıktı…”
“Selamlaşma faslından sonra içlerinden biri bana belindeki silahı ver, el bombası var mı? diye böyle acayip tuhaf benle dalga geçer gibi sorular sordular. Hatırlıyor musun Abhazya’da mayın tarlasına düşmüştün seni oradan kim çıkarttı dediler. Şöyle bir durdum düşündüm sonra aklıma isim geldi Muhammet Emin Tokcan dedim, dememle birlikte herifin maskeyi çıkarması bir oldu. Baktım ki Muhammet. Ulan dedim senin Allah cezanı vermesin, söylesenize biziz diye burada kabız ettiniz beni. Bilseydim siz olduğunuzu davulla zurnayla gelirdim. Bakın şimdi burada da iletişimin gücünü algılıyoruz. Ben Abhazya savaşında Sohum Cephesi’nde yanlışlıkla bir bölgeye girmişim. Meğer orası da mayın bölgesiymiş. Muhammet beni ensemden tutup çıkardı. 3-5 adım daha atsam belki havaya uçacağım. O olaylardan sonra ben bu adamlarla iletişimimi hiç kesmedim. Savaştan sonra kaç yıl geçmeseine ragmen bayramlarda seyranlarda mesaj atıp hal hatır sorup iletişimi kesmedim. Çünkü kimin ne zaman karşınıza çıkacağı belli olmaz. Al işte adamlar gemiyi kaçırmışlar. Onu gördükden sonra bendeki stres bitti. Zaten kasetide verdim iyice rahatladım. Bu Uğur Dündar ne ayak arkadaş biz onu vuracağız dediler. Vursalar vururlar yani atarlar denize kimsede bulamaz. Nasıl vuruyorsunuz eğer sesinizi duyurmak istiyorsanız dedim
43
oda gazeteci kanalı belli Kanal D. Böyle bir şey yapmayın saçma olur bırakın oda sizin gündeme gelmenize yardımcı olsun dedim ikna oldular. Üstümdeki telefonu her şeyimi aldılar ve çıktılar.” “Neyse bir süre sonra beni geminin salonuna çıkardılar. Yukarıda Uğur Dündar ve ekibi Hürriyet Gazetesi fotomuhabiri Kadir Can ile kameraman Şenol Çalabakan kameraları kurmuş çekim yapıyorlar. Bende tek başımayım Çeçen militanlardan birine kamerayı verip röportaj yapmaya başladım. Sonra Çeçen militanlar kameralarımızı kapatmamızı istediler. Bu arada geminin içinde hakikaten çok olağanüstü bir durum yok. Korkulacak bir durum söz konusu ama millete kalp krizi geçirtecek bir durum da söz konusu değil. Çay içmek için bizleri geminin taverna bölümüne çıkartılar. O sırada Uğur Dündar benle hiç muhatap bile olmuyor ben varmıyım yokmuyum umursamıyor. Bu sırada Uğur Dündar bana baktı, Sen ne yaptın şekerim çekebildin mi bari bir şeyler dedi hiç unutmuyorum. Çektim Uğur bey, filmi de gönderdim dedim. Hadi canım dedi güldü. Allah’ın tokadı yok ya o sırada garson içeri geldi, Kaptan bütün kanallar bizim gemiyi gösteriyor her yerde biz varız dedi. Herkes şaşırdı ve hemen televizyonu açtılar atv’de haber görüntüleri dönüyor. Baktım, Uğur Dündar’a olduğu yerde donup kalmış. Ona çok şey söylenebilirdi. Onun beni takmamaz tavrı gibi bir tavır da alınabilirdi ama ben saygımdan sustum. İlk tebrik eden Kadir Can oldu. Nasıl yaptığımı sordu anlattım. Uğur Dündar’a iyi bir ders verdiğimi söyledi. Kaptan köşküne çıktığımda Uğur Dündar’ın telefonla konuştuğunu gördüm. Sanırım Ertuğrul Özkök’le konuşuyordu. Herhalde Özkök sert konuşuyordu ki yüzü şekilden şekile girip savunma yapıyordu: “Sayın Özkök biz burada ölümle burun burunayız. Ölümün soğuk nefesini ensemizde hissediyoruz.”diyordu. Ne ölümü ağabey ya tek hissettiğimiz rüzgarın soğukluğuydu. Telefon görüşmesinden sonra Uğur Dündar yanıma geldi, bundan sonra her 16 Ocak bizim doğum günümüz olsun Hakan dedi. Vallaha benim doğum günüm 23 Temmuz Uğur Bey benim için değişen hiçbir şey yok ama sizin için ancak hatırlanacak kötü bir gün olabilir. Sonuçta işimi yapıyorum ve bundan
sonrada işimi yapmaya devam edeceğim deyip kenare çekildim. Kanalımı aradım iyi olduğumu söyledim.” Hakan Kumuk’un çektiği Avrasya Feribot’u görüntüleri ilk olması sebebiyle Türkiye ve tüm dünya basınına satıldığından dolayı kanalına büyük bir maddi gelir ve prestij kazandırmış. Görüntülerden elde edilen parayla kanal çalışanlarının birikmiş 6 aylık maaşları ödenmiş. Tabi görüntülerin kazandırdığı prestij tek kanala değil asıl kahramanı Hakan Kumuk’unda dünya basınında çokça söz edilmesine neden olmuş. O yıl yurt içinde gazetecilik adına ne tür ödül varsa hepsi Kumuk’a verilmiş. Kumuk bu büyük işten döndükten dört gün sonra işten ayrılıyor. Ayrılma sebebi ise işe geç gittiğinden dolayı aldığı uyarı. Aldığı bu uyarıyı kabullenemeyn Kumuk işten ayrılıyor. Kumuk gazeteciliği “adi” bir meslek olarak tanımlıyor. Tecrübeli gazeteci Hakan Kumuk üzülerek bunların geride kaldığını söylüyor ve malesef bunları siz yaşayamacaksınız. Bunları hep hatıra olarak tecrübeli gazetecilerden dinleyeceksiniz diyor. Hak vermemek elde değil. Biz bu konuşmaları dinlerken tüylerimiz diken diken oluyor. Tabi kendisi de o anları anlatırken olayları bir daha yaşıyormuş gibi. Onunda tüyleri diken diken oluyor, sesi çatallaşıyor. Olayı sanki yaşıyormuş gibi oluyoruz. Kumuk’ta o kadar heyecanlı anlatıyor ki olayları o an yaşamamak elde değil. Gazeteciliğin artık eskisi gibi olmadığını da tekrarlıyor.
“Savaşta paranız olmak zorunda…”
Savaş bölgelerine girmek oldukça zor bir durumdur. Çünkü o bölgelerde kaos ortamı yaşanmakta. Buna rağmen insanlar geçimlerini bir şekilde sağlamak zorunda. Savaş bölgelerine girmek sivil insanlar için oldukça zor hatta imkansız. Gazeteciler oradaki yaşananları anlatmak
amacıyla bu bölgelere girebilmek için bir sürü yasal veya yasa dışı yollar denemekte. Peki o anki şartlar altında savaş bölgelerine nasıl girebiliyorlar? Bununda cevabını Kumuk’tan dinleyelim. “Eğer yasal yollardan giremediysek aklınıza gelebilecek her türlü kaçak yollardan giriyoruz. Savaş ticareti diye bir olay var bütün dünya bunu biliyor. Gittiğiniz bölgenin yerel halkı para karşılığı size yardımcı oluyor. Mesela Sırbistan’da benim Sırp şoförüm vardı. Adamı dolara boğuyordum. O da beni istediğim yere götürüyordu. Herif savaş ticareti yapıyor. 5 dolarlık yere 55 dolar istiyordu ama olsun sonuçta gitmek istediğim yere götürüyordu. Savaş bölgesinde çoğu insan evlerinin odalarını kiraya bile veriyor. Savaş bölgesinde para harcamaktan çekinmeyeceksin mecbursun işi yapmak istiyorsan paraya kıyacaksın.”diyor. Türkiye’de savaş muhabirliğine gereken önem verilmiyor. Yabancı gazeteciler savaş bölgelerine geldiği zaman ciddi bir teçhizat kuruyorlar. Televizyoncular geldiklere yere baya ciddi reji kuruyorlar. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse; CNN Saraybosna’daki savaşta Saraybosna’daki Holidey İn Otel’in bir katını komple stüdyolaştırmışlardı. Yabancı basın çalıştıkları kurumlardan sağladıkları imkan dahilinde profesyonel çalışıyor. Ülkemizde ise malesef böyle şans ve imkan yok. Bu şekilde olunca onlarla rekabet etmek bir yana dursun onların servis ettikleri yazılı ve görsel metinlere bağlı kalmak zorundasınız… Keyifli ve bir o kadar tüylerimizi diken diken eden sohbetimizi bitirirken aslında üzülmedik değil. Eski ile yeni gazetecilik arasında ne kadar çok büyük farklar olduğunu gördük. Ne kadar üzülsek de her dönemin farklı zorlukları olduğunu biliyoruz. Hakan Kumuk’u tanımak ve engin tecrübelerinden yararlanmak bizler için çok büyük bir keyifti. Konuştuklarımızı yazıya dökerken dahi tüylerimiz diken diken oluyordu. Umarız sizde okurken beğenirmişsinizdir…
44
Yaşamanın içinden
Şehirdeki Köy -Emre Ceylan-
İstanbul’da sağınıza baksanız yüksek taş yığınları, solunuza baksanız beton yığınlar. Artık hava alacak, yaşayacak yer kalmadı İstanbul’da. Her yer beton yığını oldu. Acaba sonumuz ne olacak? Şimdi can sıkıcı bu durumu bir kenara bırakalım. Hayal gücümüzü zorlayıp; etrafı milyarlık lüks karı doğru; biri siyah, biri alacalı diğeri de beyaz
binalarla çevrili, çok fazla bakımlı olmamasına rağmen şirin olan, boğaz manzaralı, içinde birçok hayvan ve ağaç olan, içerisinde üç tane tek katlı küçük ev olan, yıllara meydan okumuş bir yeşil alan düşünelim. Ya da durun siz kendinizi çok fazla zorlamayın, ben sizin hayal kurmanıza yardımcı olayım. İstanbul’un Ulus semtini isim olarak neredeyse herkes bilir. Nerede olduğunu, nasıl bir yer olduğunu ise ancak gidip görenler ya da başkalarından duyanlar bilir. İşin doğrusu güzel bir yerdir Ulus. Ulus’ta, Ahmet Adnan Saygun Caddesi yani Portakal yokuşu üzerinde TRT Binası vardır. Arkadaşlar ile TRT’ye hocamızı ziyarete gittik. O günde İstanbul’da güneşli, açık ve sıcak bir hava var. Ziyaretten çıktıktan sonra hava güzel olduğu için portakal yokuşundan yürüyerek Ortaköy’e inme kararı aldık. Binadan çıktık, solo doğru yürümeye başladık portakal yokuşundan aşağı. Yaklaşık 400 metre sonra yol sola doğru kıvrılıyor. Bizde yolun o kıvrımıyla birlikte sola döndük doğal olarak. Tam sola döndük ki sağımızda Arnavut taşlı, bayır aşağı inen boğaz manzaralı bir sokak. Garip olan ise sokaktan yu-
45
renkli üç kuzu yavrusu ve arkalarında orta yaşta bir adam çıkması. Biz tabi hemen kuzulara doğru gitmeye başladık. Kuzular bizden kaçmak yerine aksine üstümüze gelip bize sürtünmeye, üzerime zıplamaya başladılar. Çok garipti. Bir köpekten beklenen davranışı kuzular yapıyordu. Kuzular baya evcilleşmiş anlaşılan. Hemen kuzuların yanındaki kişiyle yani Ali Bey ile tanıştık. Nerede oturduğunu, bu kuzulara nerede baktığını merak ettik. Konuşmaya başladık. Kendisi hemen o sokakta sağ tarafta bulunan dört dönümlük arazide yaşadığını söyledi. Kuzular adeta evcil köpek gibi üstümüze atlıyor... Arnavut taşlı bir sokak, sokağın sol tarafında 1-2 milyon TL değerinde lüks binalar; sağ tarafta ise dört dönümden oluşan etrafı demir çitlerle çevrili derme çatma denecek bir arazi. Arazinin
olduğunu öğreniyoruz. Hikayesini ise Ali Beyden dinleyelim biraz: “Benim dedem savaş gazisi. Savaşta ayağını kaybetmiş. Yıl 1918. Mustafa Kemal Atatürk gazileri hastaneye ziyarete gelmiş. –Üzülmeyin çocuklar, biz gerekli olan bütün yardımları size yapacağız. Size boş araziler vereceğiz, demiş. Neyse fazla uzatmayalım. Kimi asker Edirne’ye, kimi Bursa’ya gitmiş. Dedem ve altı yedi askerde İstanbul’a gelmişler. Mecidiyeköy’e, Beşiktaş’a falan dağılmışlar. Dedemde buraya gelmiş. O sağ tarafında gene yüksek pahalı binalar. günden beri biz buradayız. Arazinin yarısı bizim, Çok sıcakkanlı ve samimi bir kişi Ali Bey. Bizi diğer yarısı ise bir Ermeni aileye ait. Aile 1955 hemen içeriye davet etti. Araziye girdik gözlerim- yılında burayı terk edip Fransa’ya gitmiş. Burası ize inanamadık. Resmen şehirde ve lüks bir semtte da böyle olduğu gibi kalmış.”diyor. köy hayatı devam ediyor bu arazi içerisinde. Ali bey şuan burada yaşayan üçüncü kuşak. İçerisi yemyeşil ve hayvanlarla dolu. Koyunlar, Dedesi, babası ve şuan o. kuzular, hindiler, ördekler, kazlar, civcivler orBurası neredeyse yüzyıla yakın talıkta gezip duruyor. Her tarafta ağaçlar; akasya, bir zamandır var. Ancak taş ceviz, erik, dut, kiraz ve dört tanede üzüm bağı var. Yaklaşık toplamda 40’a yakın ağaç var. Arazi yığınlara, betonlara, gökdelenlere ve daha da doğrusu insaniçerisinde üç tane tek katlı ev var. lara direnmiş. İçeriye girdiğimiz yer arazinin en üst kısmı. Yukarıdan aşağıya doğru Arazi aşağıya doğru eğimli bir yapıya sahip. inmeye başladık. Arazinin sağ Başınızı kaldırıp tam karşınıza baktığınızda; tarafında üç tane açık renkli boğaz, köprü, kız kulesi… Manzara inanılmaz tek katlı ev var. Birinde Ali güzel. Birde böyle bir manzaranın yanında son zamanlarda görmeye muhtaç kaldığımız; yeşil bir Bey kalıyormuş, diğerlerinde ise kiracılar var. Biz aşağıya alan ve içerisinde çeşitli hayvanlar olan bir arazi. doğru inerken bu sırada hindilerde bize eşlik ediyor. Peşimizde gulu gulu gulu 1918’den beri var... gulu bağıra bağıra dolaşıyorlar. Bahçenin orta Bu sırada Ali Bey ile konuşmalarımız devam kısmında sol tarafta kuyuya benzer bir su birikediyor. Burasının 1918 yılından beri olan bir yer intisi var. Pekte hoş bir görüntüsü yok. Açıkçası pis gözüküyor. Hemen onun yan tarafında çitlerin yanında koca koca çuvallar var. İçlerinde plastik ve kağıt-karton var. Ali Bey’in kiracılarından biri kağıt toplayıcısıymış. Açık söylemek gerekirse böyle bir yere o çuvalların görüntüsü yakışmıyor. Az daha ilerliyoruz, sağda ceviz ağacına bağlı bir keçi. Bembeyaz, uzun güzel boynuzlu. İran keçisiymiş. Alt tarafta ise koyunların yerleri var.
46
Etrafında bu kadar lüksün olduğu bir yer, doğal olarak çevredeki herkes tarafından hoş karşılanmıyormuş. Ali bey birçok kez belediyeye şikayet edilmiş ve para cezası ödemek zorunda kalmış. Sebebi ise; görüntü kirliliği oluşturuyormuş orası. İnsanlar balkonlarında rahat yemek yiyemiyormuş. Birde hayvanların kokusundan rahatsız oluyorlarmış. (Biz orada bulunduğumuz süre içinde hayvanların kokusundan aşırı bir rahatsızlık duymadık. Fazla bir koku yok.) İşin doğrusu, dört dörtlük bir yer değil belki orası ama öyle aşırı derecede göze batacak bir yerde değil. İnsanlar farkında mı değiller, yoksa farkına mı varmak istemiyorlar anlayamadım ama Ali Bey’in yeri çevre için tam bir oksijen kaynağı. Bir sürü ağaç var. Temiz hava, oksijen kaynağı. Oradaki hayvanlarda toprağa katkıda bulunup daha verimli olmasını sağlıyor. Oraya koca bir bina dikilse daha mı iyi olacak acaba? Gönül isterdi ki daha derli toplu bakımlı bir yer olsun ama olan bu, buna da şükür demek lazım.
Ben ölene kadar böyle kalacak
Bunca yıl bu arazinin nasıl bu halde kaldığını, buranında taş yığını olmadığını merak ettim. Ali bey: “ Öncelikle şunu söylemeliyim. Dedem öldükten sonra burası babama kalıyor. Babamda bana ve kardeşlerime vasiyette bulundu ben ölene kadar burası böyle kalacak diye. Bende bu yaşantıyı sevdiğim için bende kendi çocuklarıma ve yeğenlerime dedim, ben ölene kadar burası böyle kalsın diye. Şimdi bunun yanı sıra birde şöyle bir durum var. Buranın tamamı bize ait değil. Yarısı Ermeni bir aileye ait ve tapuları var. Buranın satılabilmesi için onlarında izinlerinin olması lazım. Ancak kendilerine ulaşamadık bir türlü. Burası da böyle yeşillikler içinde kaldı.”diy-
47
or. Zaten arazi 1960 yılında Sit alanı ilan edilmiş. Yeşilliğinden, doğasından ve tarihi bakımından Sit alanı ilan edilmiş. Yeşil alan olarak. Ali bey geçimini balıkçılık yaparak sağlıyormuş. Birkaç restorana sipariş üzerine balık satıyormuş. O da balıkları Kumkapı’dan aldığını söyledi. Bunun yanında ise ara sıra nakliyecilik yapıyormuş. Birde bol olduğu zaman tavuklarının yumurtalarını ve hayvanlarının sütlerini satıyormuş. O üç sevimli kuzudan siyah renkli olanı ‘Karakul kuzusu’ olduğunu öğrendik. Karakul kuzularının önemi ise kıvırcık ve parlak bir posta sahip olmaları. Buna da “astragan” deniyor. Astragan dünya piyasalarında çok aranan ve satılan değerli bir kürktür. Sohbet, muhabbet, yeşillik, tatlı hayvanlar derken manzaranın da güzelliğine dalıp gittik. Yaklaşık iki saat olmuş biz oradayız. Yavaştan kalktık ve Ali Bey’den müsaade istedik. Ayrılırken bize: “Çocuklar buraya istediğiniz zaman gelin. Sizin yerinizmiş, evinizmiş gibi davranın. Hiç utanmayın, sıkılmayın. Canınız ne zaman isterse gelin. Gelin burada manzaraya karşı yeşilliklerin içinde piknik yapın. Geldiğinizde ben burada olmasam bile çekinmeden girin içeri” diyor. Gerçekten güzel ve ilginç bir yer burası. Yolunuz Ulus’a düşerse buraya mutlaka uğrayın. Bu arada cidden Ali Bey çok sıcak kanlı, samimi ve güler yüzlü birisi. Eğer giderseniz sizleri de en iyi şekilde karşılar. Ve size de “daha sonra gene gelin” der… emreceylan_91@hotmail.com
48