- 10 -
KAPAK
H覺fz覺 Topuz r繹portaj覺...
İçindekiler
- 22 -
- 26 -
Edebiyat
Röportaj -2
Sahaflarda bir kitap; Uçurtma Avcısı
Tolga Pancaroğlu Röportajı
-9-
- 36 Sergi
İran filmi “Taxi” Akbank Sanat’ta
-6Kültür-Sanat haberleri
Büt Dergisi
Resmen tanıdıklarımız
-6Altın Lale’nin Juri Başkanı Müjde Ar
- 38 Röportaj - 3 Yalvaç Ural Röportaj
Dergimize her türlü haber ve yazı gönderebilirsiniz... info@butdergisi.com butdergisi@gmail.com
3
E d i t
ö
r
Merhaba...
4
Hani insan o kadar çok şey anlatmak ister de kelime bulamaz ya şu yazının başında o haldeyim. Nereden nasıl başlasam diye saatlerdir düşünüyorum. Etrafıma bakınıyorum sonra karar veriyorum. Bilgisayarımı açıyorum ki zaten hep açık sadece ekran kararmış, wordde o temiz sayfayı ön plana çıkarıyorum ama yine sonuç hüsran, tek kelime yok. Tekrar dakikalarca ekrana bakıyorum ve tekrar bir şeyler yazamamanın sıkıntısıyla kalkıyorum. Bu sefer yatarsam kendime gelirim düşüncesiyle boylu boyunca kendimi yatağa atıyorum. Tabi bilgisayarım hala açık. Sağa dönüyorum gözlerimi kapıyorum yönümü yadırgayarak sola dönüyorum, sola dönüp gözlerimi kapıyorum yine uyku yok. En iyisi her zaman yaptığım gibi bir film açıp uyurum düşüncesiyle film sitelerinden bir film seçiyor ve oynat tuşuna basarak tekrar uzanıyorum. Konu güzel, filmin akışı güzel diye hatırlıyorum çünkü bu sefer yarı ölü halime bürünerek dünyayla ilişkimi kesiyorum. Sanırım bir saat geçtikten sonra yine dünyayla irtibatımı kurmak için gözlerimi açıyorum. Biraz zaman geçtikten sonra
tekrar bilgisayar başında, editör yazımda nelerden bahsedeceğimi düşünmeye başlıyorum. Yaklaşık 6-7 saattir bu düşünceyle savaşıyorum. Cümle kuruyorum, beğenmeyip siliyorum. Konu bulup giriş yapıyorum, bunu da beğenmeyip siliyorum. Ama yazmalıyım… Birden cümleler kendi kendine dökülüyor ve bunları size anlatmakta buluyorum kendimi. Çok zor şey şu duyguları yazıya dökmek ya da çok fazla duygudan birini seçip aktarmak. Aslında bu durumu çok fazla yaşamam ama nedense böyle bir durumda kendimi buldum. Ne demeli, ne anlatmalı sizlere. Neyden dem vurmalı neyden şikayet etmeliyim. Aklımda çok fazla şey var belki ama şu anda hiçbir şey yok. Her şey var ama hiçbir şey yok. Karmaşada yok olmuş. Kendimle olan savaşımı kazanıp galip çıkmalıyım. Çünkü sayfam boş kalmamalı. Onca verilmiş emek gün yüzüne çıkmalı. Bir giriş okutmalı sizlere. Misafiri buyur etmeliyim. Dediğim gibi yazmalıyım… Bir yardım çığlığı atmalıydım belki.
Künye: Attım da. İşin aksi tarafı son zamanlarda kendimi dinlemekten alıkoyamadığım Tunuslu şarkıcı Emel Mathlouthi’nin Malkit şarkısı da bana yardımcı olmuyor, olamıyor. Halbuki sevdiğim sesleri dinlerken ilham alır onun verdiği destekle yazarım ama bu sefer o da yetersiz kaldı. Kafamda ve dünyada onca akan şeyden kendime bir baraj kurup yolunu kesemiyorum. Gidiyorlar. Belki bana bakmıyorlar ama ben bana bakarak gittiklerini hissediyorum. Bu arada Emel sürekli çalıyor. O bitiyor ben başlatıyorum, o bitiyor ben tekrar başlatıyorum ve bitiyor ben yine başlatıyorum… Başta da dediğim gibi çok şey anlatmak istiyorum ama anlatacak kelime bulamıyorum. Çok şey söylemek istiyorum ama cümle kuramıyorum. Çok fazla bağırmak istiyorum ama buna nefes yetiremiyorum. Çok fazla kaçmak istiyorum ama kaçış yolu bulamıyorum. Çok fazla yok olmak istiyorum ama beni bulamıyorum… Sağlıcakla kalın…
Büt Dergisi
Aylık Online Kültür-Sanat Dergisi
Yazı İşleri
Ulya Altıntaş Editör
Mustafa Doğan Reklam
Mısra Yıldız reklam@butdergisi.com
Katkıda bulunanlar
Mustafa Doğan Dilan Eser Ulya Altıntaş Türkan Yıldız Sosyal Medya
www.facebook.com/butdergisi www.twitter.com/butdergisi tr.linkedin.com/in/butdergisi 17 Şubat 2008 günü aramızdan ayrılan Aysel Gürel’i saygı ile anıyoruz...
www.instagram.com/butdergisi
www.plus.google.com/+BütDergisibütdergisi www.butdergisi.tumblr.com www.pinterest.com/butdergisi/ www. freelyshout.com/butdergisi
info@butdergisi.com www.butdergisi.com Büt Dergisi
5
Altın Lale’nin jüri başkanı Müjde Ar İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Akbank’ın desteğiyle 7-17 Nisan tarihleri arasında yapılacak 35. İstanbul Film Festivali Altın Lale yarışmalarının jüri başkanları belirlendi. 35. İstanbul Film Festivali Altın Lale Uluslararası Yarışma jüri başkanlığını Arjantinli yönetmen Pablo Trapero, Altın Lale Ulusal Yarışma jüri başkanlığını ise oyuncu Müjde Ar üstlenecek.
Tema “Sinemaya Yeni Bakışlar”
Altın Lale Uluslararası Yarışma jürisinin seçtiği filmler Eczacıbaşı Topluluğu tarafından 25.000 avroluk para ödülüyle destekleniyor. Bu ödülün 10.000 avrosu Altın Lale’nin sahibi olacak filmin yönetmenine, 10.000 avrosu filmin Türkiye’deki dağıtımını üstlenecek firmaya, 5.000 avrosu ise Jüri Özel Ödülü’nü kazanacak filmin yönetmenine verilecek. Altın Lale Uluslararası Yarışma’ya “Sinemaya Yeni Bakışlar” temasını izleyen filmler katılıyor.
Toplam 9 Dalda Ödül Verilecek
Yarışmada, En İyi Film, En İyi Yönetmen, Jüri Özel Ödülü, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Kurgu ve En İyi Müzik olmak üzere toplam 9 dalda ödül verilecek. En İyi Film’e 150.000 TL, En İyi Yönetmen’e ise 50.000 TL ödül verilecek. Anadolu Efes, bu yıl da Onat Kutlar anısına verilecek Jüri Özel Ödülü’nü kazanan filmin yapımcısına 60.000 TL takdim edecek. En İyi Kadın ve En İyi Erkek Oyuncu da 10.000’er TL ile ödüllendirilecek.
6
Edebiyat düny Eco’yu ka
İtalyanların dünyaca ünlü göstergebilim uzmanı, ele Umberto Eco, 84 yaşında h
İtalyan basınına yansıyan ha dünyaya kazandırdığı, son 50 çalışmaları ve fikirleriyle dam genelinde pek çok kitleye ula Eco iki senedir gördüğü pank rası evinde hayatını kaybetti
Eco’nun özellikle kendisinin d masını sağlayan 1980 yılında ile Foucault Sarkacı, Baudolin son çıkardığı Sıfır Sayı kitapla iş, milyonlarca adet basılmışt li düşünürlerinden biri olarak uluslararası boyutta pek çok ya, Fransa’dan devlet nişanla vardı.
84 yaşında hayatını kaybede lano kentindeki Castello Sfor katılımıyla cenaze töreni yap
Büt Dergisi
yası Umberto aybetti
yazarı, bilim adamı, eştirmen ve düşünür hayatını kaybetti.
aberlere göre, İtalya’nın 0 yıla eserleri, bilimsel mgasını vuran ve dünya aşan aydın isim Umberto kreas kanseri tedavi soni.
dünya genelinde tanına yazdığı Gülün Adı kitabı no, Prag Mezarlığı ve arı farklı dillere çevrilmtı. Döneminin önemk kabul edilen Eco’nun k ödülü ve İtalya, Almanarı ve şövalye unvanları
en Umberto Eco için Mirzesco’da binlerce kişinin pıldı.
Redd’in Yeni Albümünün çıkış şarkısı “Aşk Virüs”
Redd’in uzun süredir beklenen “Mükemmel Boşluk” albümü 4 Mart’ta Pasaj Müzik etiketiyle çıkıyor. Doğan Duru, Güneş Duru ve Berke Özgümüş’ten oluşan Redd’in 12 şarkıdan oluşan 6. Stüdyo albümü ‘Mükemmel Boşluk’un çıkış şarkısı “AŞK VİRÜS” olarak belirlendi. Söz ve müziği Doğan Duru’ya ait “Aşk Virüs” şarkısına Cemil Ağacıkoğlu yönetmenliğinde video klip çekildi. Lena-Marie Peterson’ın rol aldığı çekimlerin görüntü yönetmenliğini ise Gökhan Atılmış yaptı. Sanat Yönetmenliği Adnan Elmasoğlu, Miks’leri Mert Medeni, Mastering’leri ise Grammy ödüllü Evren Göknar tarafından yapılan “Mükemmel Boşluk” iki yıl süren yoğun ve titiz bir çalışmanın ürünü.
Rihanna’dan “bilboard” rekoru Dünyaca ünlü müzisyen Rihanna, son albümü ‘Anti’den yayınlanan ilk single’ı ‘Work’ü Billboard listelerinde 1 numara yapmayı başardı. ‘Work’, Rihanna’nın Billboard listelerinde 1 numarayı gören 14’üncü hiti oldu. Böylece RiRi, bugüne kadar 13 single’ı 1 numara olmuş Michael Jackson ve Madonna’yı geride bıraktı. Rihanna, Elvis Presly ve Beatles’ın da tahtını zorlamaya başladı. Beatles 20, Elvis Presley’in 18 bilboard birinciliği bulunuyor.
Altın Ayı Fuocoammare’nın 66. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” ödülünü İtalyan yönetmen Gianfranco Rosi’nin “Fuocoammare” adlı filmi kazandı. Almanya’nın başkenti Berlin’de düzenlenen festivalin ödülleri, Berlinale Palast’ta yapılan törenle sahiplerini buldu. Tören öncesinde siyaset ve sanat çevresinden bir çok ünlü, kırmızı halıda yürüdü. ABD’li oyuncu Meryl Streep’in jüri başkanlığını yaptığı festivalde “Altın Ayı” ödülünü İtalyan yönetmen Gianfranco Rosi’nin, İtalya’nın Afrika’ya en yakın noktası Lampedusa adasındaki sığınmacıların durumunu anlatan “Fuocoammare” adlı filmi layık görüldü. Belgesel tarzında bir film yapan Rosi, ödülü aldığı sırada yaptığı konuşada, “Düşüncelerim şu anda Lampedusa’ya ulaşamayan insanlarda. Bu ödülü Lampedusa’daki insanlara adamak istiyorum. 20-30 yıldan beri oraya insanlar geliyor. Lampedusa’daki insanlar bu diğer insanlara kalplerini açtılar” dedi. Jüri Büyük ödülünü Danis Tanovic’in yönettiği “Smrt u Sarajevu” filmi, en iyi yönetmen dalında Gümüş Ayı ödülünü “L’avenier” filmiyle festivale katılan Fransız yönetmen Mia Hansen-Love aldı. Uluslararası Jüri, en iyi erkek oyuncu ödülünü “ Inhebbek Hedi “ filminde oynayan Tunuslu Majd Mastoura’ya verirken, en iyi kadın oyuncu ödülüne “Kollektivet” filmindeki rolüyle Danimarkalı oyuncu Trine Dyrholm layık görüldü. En iyi senaryo dalında Gümüş Ayı ödülünü “”United States of Love” filmiyle Polonyalı yönetmen Tomasz Wasilewski alırken, festivalin “Berlinale Shorts” adlı kısa metrajlı film yarışmasında, en iyi film dalında “Altın Ayı” ödülünü, Portekizli yönetmen Leonor Teles’in “Balada de um Batraquio” kazandı. 66. Berlinale’de “Altın Ayı” ve “Gümüş Ayı” ödüllerinin diğer kategorileri ve kazananlardan ise şöyle: En iyi sanatsal performans (Kamara): Mark Lee Ping-Bing/”Chang Jiang Tu” Alfred Bauer Ödülü: Lav Diaz/”Hele Sa Hiwagang Hapis” En iyi ilk film: Mohammed Ben Atia/”Inhebbek Hedi” FIPRESCI Jüri Ödülü: “Danis Tanovic/”Mort a Sarajevo” Caligari Film Ödülü: Tamer El Said/”In the Last Days of the City” Uluslararası Af Örgütü Ödülü: Gianfranco Rosi/Fuocoammare ve Mehrdad Oskouei/”Royahaye Dame Sobh” Barış Film Ödülü: “Maher Abi Samra/”Makhdoumin” Berlin’de 11 Şubat’ta başlayan 66. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde 77 ülkeden 434 film gösterilmiş, 18 film “Altın Ayı” ve “Gümüş Ayı” için yarışmıştı.
88
Tahran’da Mimar Sinan Sergisi açıldı İran’da Yunus Emre Enstitüsü Tahran Türk Kültür Merkezi, İslam Ülkeleri Kültür Enstitüsü ile birlikte Mimar Sinan sergisi ve Mimar Sinan konferansı düzenledi. Programa, ECO başkanı İftihar Hüseyin Arif, Yunus Emre Tahran Türk Kültür Merkezi Müdürü Doç.Dr. Şamil Öçal, Enstitü Kültür Sanat Koordinatörü Eyyüp Azlal, Tacikistan’ın Tahran Büyükelçisi Nimetullah İmamzade ve Afganistan’ın Tahran Büyükelçisi Nasır Ahmednur katıldı. Etkinlikte, Mimar Sinan’ın Türkiye ve Osmanlı coğrafyasında yer alan 33 eserinin bulunduğu bir serginin de açılışı yapıldı. Program öncesinde İran ve Türkiye’nin milli marşları çalındı.
Cafer Panahi’nin son filmi “Taxi” Akbank Sanat’ta
7-17 Mart tarihleri arasında düzenlenecek 12. Akbank Kısa Film Festivali’nin Deneyimler bölümünde, İran’ın yasaklı sinemacısı Cafer Panahi’nin geçen yıl 65. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülü kazanan son filmi ‘Taxi’ gösterilecek. Usta yönetmenin Altın Ayı ödüllü son filmi ‘Taxi’ 11 Mart Cuma günü saat 20.30’da sinemaseverlerle buluşacak. Gizlice çektiği ve Berlinale’ye ulaştırdığı ‘Taxi’ filmi için direksiyon başına geçen Panahi, Tahran sokaklarında gezinerek, yolcularla ceza , yasaklar, ahlak ve sinema aşkı üzerine muhabbet ediyor. İran’daki 2009 seçimleri sonrası protestoları çektiği için tutuklanan, 20 yıl film yapmaktan men edilen ve ülke dışına çıkamayan Panahi, 65. Berlin Film Festivali’ne gelememişti. Altın Ayı ödülünü filmde de rolü olan yeğeni Hana Saeidi alırken gözyaşlarını tutamamıştı. Ayrıca film gösterimi öncesi aynı gün saat 18.30’da Müge Tüfenk moderatörlüğünde yönetmenin kızı Solmaz Panahi ve kurgu yönetmeni Mastaneh Mohajer’in konuşmacı olarak katılacağı bir söyleşi gerçekleştirilecek. Festivalde 10 gün boyunca 28 ülkeden toplam 104 film seyirciyle buluşacak.
Büt Dergisi
9
HIFZI İ
TOPUZ
letişim Araştırmaları Derneği (İLAD)’nin kurucusu ve Unesco’da çalıştığı uzun yıllar boyunca iletişim alanında pek çok yenilik gerçekleştiren duayen gazeteci-yazar Hıfzı Topuz bizi evinde ağırladı. Kitaplarını okurken kendisiyle röportaj yapmanın hayalini kurardık. Bu hayalin gerçekleşmesinin yanı sıra Topuz ile gazetecilik ve deneyimleri üzerine sohbet etmek de paha biçilemezdi. Hıfzı Hoca ilk gazetecilik deneyiminden bahsederken: “Asgari ücret muhabirlerde 90 liraydı. Ben de para için gazeteci olmuyorum. Paranın önemi yok dedim ve başladım” diyor. Nazım Hikmet’le de yakın dostluk kuran Sevgili Hıfzı Topuz’a hem Nazım’ı hem de Atatürk’ü özel olarak anlattığı yeni çıkacak kitabını da sorduk. Karşımızda bizim de gönül verdiğimiz bu mesleği uzun yıllar pek çok macerayla yaşamış bir yazar duruyordu. Aklımıza gelen her soruya hatıralarla dolu yanıtlar aldık ve çok değerli anekdotlar öğrendik. Bize oldukça misafirperver davranan Sevgili eşi Ayşe Hanım’a da teşekkür ediyoruz. Keyifli okumalar...
10
Büt Dergisi
11
Hıfzı Topuz nasıl bir ailede yetişti? Birkaç kuşak İstanbulluyum. Nişantaşı’nda doğdum. Evvela Papaz okuluna gittim. Sonra Galatasaray’a geçtim. Galatasaray’la ilişkilerim devam ettiği için kendimi hep Galatasaraylı saydım. Evde benimle meşgul olan anneannemdi. Onu çok severdim. Beni Galatasaray’ın yatılı yeri paralı olduğu için kendi üç aylığından vererek yazdırdı. Dört abim, bir de kız kardeşim var. Babamın durumu iyiydi sonra iflas etti. Sıkıntılı dönemler yaşadık. Bir sene Güzel Sanatlar Lisesi’ne gittim. “Yazar olacağım” derdim. Sonra orayı bıraktım. Hukuk bitirirken de gazeteci olmaya kalktım. Zaten annem ve anneannem de benim hep gazeteci ve yazar olmamdan yanaydı. Gazetecilik deneyimleriniz nasıl başladı? Evvela kapı kapı dolaştım. Tasvir-i Efkar’a gittim. Cihat Baban gazetenin başındaydı. “Yarın başla” dedi. Beni, Topkapı Sarayı’nda Vali Lütfi Kırdar’ın basın toplantısına yolladılar. Orada ilk kez basındaki gazetecileri gördüm. Ahmet Emin, Nadir Nadi, Zekeriya Sertel... Geldim, haberimi heyecanla yazdım. Ertesi gün de yine heyecanla bekliyorum. Resim altında üç satır ‘Vali Lütfi Kırdar, basın toplantısı yapmıştır’ diye yazmışlar. İstihbarat şefinin yanına gittim, ukala bir çocuktu. “Biz haberi okumadık bile. Stajyerlerin yazılarını okumayız” dedi. Ben de gazeteyi bıraktım. Altı ay sonra Akşam Gazetesi’ne gittim. Akşam’ın iki sahibi vardı. Biri o zaman ki Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’tı. Gazeteye uğramazdı, başyazardı. Öbürü de Kazım Şinasi Dersan’dı. Beni Fransızcayla imtihan etmişti. Bir iki hafta sonra beni aylık 50 lirayla işe aldılar. Asgari ücret muhabirlerde 90 liraydı. Ben de “Para için gazeteci olmuyorum. Paranın önemi yok” dedim ve başladım. Yazı İşleri kadrosunda o zaman istihbaratta çalışan büyüklerden biri Enis Tahsin Til vardı. İstihbarat şefi de Mustafa Ragıp Esatlı’ydı. Beni korudular ve hemen röportajlara başladım.
12
İki ay sonra aylığım 90 liraya çıktı. Kendimi kabul ettirmiştim. O sene Hukuk Fakültesi’ni de bitirip avukatlık stajına başladım. Baroya da yazıldım ama altı ay sonra istifa ettim. Hakimlerin karşısında sırada durup emir beklemek bana hakaret gibi geldi. Gururlu olduğunuz için barodan ayrıldınız. Peki Fransa macerası nasıl başladı? Evet o meslek bana göre değildi. Kendimi gazeteciliğe verdim. İstihbarat şefi oldum. Doktora yapmayı da istiyordum. Galatasaray’da Fransız bir müdür muavini vardı. Kültür ataşesiydi. Ona sormuştum burs bulabilir miyim diye. Birkaç ay sonra haber verdi. 10 aylık bir burs bulmuştu. O para geçimimi sağlıyordu. Gazeteye de bildirdim. Haftada iki röportaj istedi. Ve yine aylığım 50 liraya düştü. Yeni Asır ve Yeditepe dergilerine de röportaj gönderiyordum. Paris’e gidince oradaki Türkler ve gençlerle yapılan röportajlar tuttu. Ama 10 ayda doktora yapmama imkan yoktu. Tekrar gazeteye döndüm. Bu süreçte de gazetede yükselişiniz devam ediyor... Enis Tahsin “Bir süre sonra benim yerime siz geçeceksiniz” derdi. Estağfurullah derdim. Hakikaten de öyle oldu. Bir süre sonra Yazı İşleri Müdürü oldum. Yenilikler yapmak adına bir edebiyat sayfası yaptım. Yanıma Melih Cevdet’i aldım. Bedri Rahmi gelip gidiyordu. İyi arkadaş olduk. Kendinizi bir edebiyat çevresinin içinde bulmuşsunuz. Ve sonrasında yeni fırsatlar... Evet. Fakat tüm bunlara rağmen gazetede gergin bir hava vardı. Necmettin Sadak’ın damadı Necdet vardı ve o gazeteye solcuların gidip gelmesinden hoşlanmıyordu. Ama onlar da komünist partili insanlar değillerdi. İlerici aydınlardı. Patron beni tuttu. Necdet gitti ben kaldım. O sıralar Hürriyet Gazetesi çıktı. Büyük işlere giriştiler.
Büt Dergisi
Yüksek tirajlar oldu. Patrona böyle bir atılımı öneriyordum ama “Benim param yok, sermaye bul yap” diyordu. Ben de iş adamı değilim ki nereden sermaye bulayım. Bizim sınıfta tahin fabrikası olan bir armatör vardı. “Gazete çıkartmaya kalkarsan beni düşün ortak olurum” demişti. Ona telefon ettim. Kalktı geldi. Gazetede hiçbir şeye karışmayacağını söyleyerek gazeteyi satın aldı. Ama her şeye karışmaya başladı. Her gün sabah benimle gelip “Bugün neyi manşet yapıyorsun?” diye soruyordu. Bir süre sonra dayanamadım istifa ettim. Bir yıl işsiz kaldım. O sıra Türkiye’de ilk Gazeteciler Sendikası’nı kurdum. Sendika gittikçe güçlendi. Bir sene sonra da Strazburg’da (Strasbourg) bir gazetecilik kursu düzenlendiğini haber aldım. Bu sefer de iki aylık bir bursla Strazburg’a gittim. O kurs bana yeni ufuklar açtı. Fransa’nın bütün gazetecilerini tanıdım ve farklı ülkelerden pek çok gazeteciyle tanıştım. Tabii önemli bir kariyer olan Unesco’daki göreviniz. Unesco’ya nasıl girdiniz? Unesco’da İletişim Araştırmaları Toplantısı yapılıyordu ve dünyada ilk olan bir toplantıydı. Oraya gittiğimde bir münhal olduğunu öğrenip adaylığımı koydum. Yetkili de 80 aday olması dolayısıyla şansımın 80’de bir olduğunu söyledi. Ben kazandım. Paris’e taşındım. Unesco’da çalışmak nasıldı? Beklentilerinizi gazetecilik anlamında karşıladı mı? Uluslararası bir örgütte çalışmak heyecan vericiydi. Ama endişe verici bir heyecan. Fransızcam iyiydi, İngilizcemi geliştirdim. Önemli toplantılara gönderdiler. Geniş yetkilerim oldu. Gazetecilik eğitimi için kurslar düzenleniyordu. Ayrıca arazide çalışmak ve yeni insanlar tanımak da çok güzeldi. Özellikle Afrika’daki seminerlere çok isteyerek gidiyordum. Kongo’da gazeteci yetiştirilmesi ve yeni araçların kurulması gibi iletişim anlamında sorumluluklarım oldu. Ekip şefiydim
"
Beni aylık 50 lirayla işe aldılar. Asgari ücret muhabirlerde 90 liraydı. Ben de “Para için gazeteci olmuyorum. Paranın önemi yok” dedim ve başladım.
"
13
15
ve bir sene kaldım. Afrikalılarla dost oldum. Uzak Doğu ve Latin Amerika’ya da gittim. TRT sebebiyle tekrar Türkiye’ye döndünüz... Ecevit, Başbakan olmuştu. “Seni çağıracak” dediler ama o İsmail Cem’i çağırdı. Cem de “Gel beraber çalışalım” dedi. Gittiğim yerlerde mutluydum ama TRT’ye geçmem söz konusu olunca döndüm. Unesco’ya gidip “Ayrılıyorum” dedim. “Hükümet değişir açıkta kalırsın, gel sana bir yıl izin verelim” dediler. Kabul ettim. TRT’de radyolardan sorumlu genel müdür yardımcılığı yaptım. TRT’de de yenilikler yapabildiniz mi? Ben Unesco’ya girdikten bir sene sonra Fransa’da enformasyon kavramı çıkmıştı. Bizde ‘Habercilik’ deniyordu. Radyo haber veriyordu ama halk nasıl anlıyordu. Bunun karşılığı da komünikasyondu. Radyoda sansürü kaldırdım, çok yönlü iletişime geçtim. Ayrıca kadınlara yönelik iki kadın arkadaş canlı yayında program yaptı ve bu da müthiş hamle oldu. Radyoda böylece çok yönlü iletişimi kurmuş olduk. Batı müziğine ağırlık verdik. Radyo yalnızca magazin radyosu olmaktan çıktı. Bir sene sonra gerçekten iktidar değişti ve ben de Unesco’ya yeniden döndüm. Afrika’yı çok sevdiğinizi oradaki görevlerinizi şevkle yaptığınızı söylüyorsunuz. Hocam bu Afrika merakınız nereden geliyor? Ben çocukken evde bacılar yani dadılar vardı. Zerafet ve Fetanet Dadı. Biri Habeşli, biri Sudanlı’ydı. Ben onları büyükannem gibi görüyordum. Onlardan masallar dinlerdim. Çok severdim. Hatta bir Hayrettin Efendi vardı. Son Harem Ağası ve ben onunla röportaj yapmıştım. Nasıl kaçırıldığını nasıl hadım edildiğini falan anlatmıştı. Afrikalı halkla aranız nasıldı? İnsanlara insan gözüyle bakıyordum. Türk’ü nasıl görüyorsam Afrikalı’yı da öyle görüyorum. Gözümde hiçbir zaman küçümseme olmadı. Onlar da beni kendilerinden sayıyor-
16
du. Gece sokağa çıkardım, hiçbir zaman tehlikeye maruz kalmadım. Orada verdiğim seminerlerden 50 küsur sene sonra, yani bundan iki sene önce Kongo Büyükelçisi beni aradı. “Kongo’daki ilk gazetecilik derslerini veren Topuz siz misiniz?” diye sordu. Kalkıp karısıyla evime geldi. Üniversiteye davet ettiler. Fahri Doktora verileceğini söyledi. Ben de kalktım gittim. Büyük bir devlet töreniyle İstiklal Marşı eşliğinde verdiler. Afrika’da aklınızda kalan anekdotlar var mı? Burkina’nın başkenti Ouagadougou’da dört seminer düzenlemiştim. Bir gün oradaki eski öğrencilerimden biri telefon etti ve Paris’te olduğunu söyledi. Yanında da ordudan yeni ayrılmış, Enformasyon Bakanı olmuş bir teğmen vardı. Adam “Gelin burada gazeteci yetiştirin” dedi. O zaman Yeni İletişim Düzeni konusu çıkmıştı. Bilgi ve belge verdim. Sohbet ettik. Afrika’ya gittiğimde uçaktan indim. Görüşme yaptığım radyo müdürü öğrencim “Hocam bu iş olmayacak. Bakanı görevden aldılar” dedi. Meğer Bakan, benim anlattıklarımdan dolayı çok ateşlenmiş ve ‘İletişimde sömürgeciliğe paydos’ diye afişler yaptırmış. “Semineri iptal edemeyiz. Biz uluslararası bir örgütüz” dedim ve komşu ülkelerden de adam çağırdık. Ben semineri açtım ama bakan hapiste olduğu için gelemedi. Ona moral verdik. Üç beş ay sonra bir darbe daha oldu. Bu bakan da darbeyi yapanlardan biriydi. Başbakan Yardımcısı oldu. Aradan bir sene daha geçti Devlet Başkanı oldu. İsmi Thomas Sankara. Genç bir çocuktu. Burkina’da çok popüler oldu. Emperyalizmin de baş düşmanı oldu. İki-üç sene de iktidarda kaldı. Ama ne yazık ki arkadaşı Sankara’yı evine girerken öldürdü. Geçen sene bir halk ayaklanması oldu. Öğrenciler sokaklara döküldüler bu adam da kaçtı. Yaptığınız en güzel röportajlardan anımsadıklarınız hangileri?
Nikolaos Trikupis’le yaptığım röportajı unutamam. Trikupis, İstiklal Savaşı’nda Yunan Orduları Başkomutanı’ydı. 1952 yılında gazetecilerin de olduğu bir heyetle Atina’daydım. Büyükelçi, Atatürk’ün arkadaşı Ruşen Eşref Ünaydın bir resepsiyon veriyordu. Ruşen Eşref ‘General Trikupis’ diye tanıtınca, ‘Siz, Anadolu harekatında Yunan...’ diye başladım ve “Evet” dedi. Hemen kendisine “Ben sizinle röportaj yapmak istiyorum” dedim. “Yarın evime buyurun” dedi. Senin gibi makinemi boynuma astım kalktım gittim. Kapıyı yaşlı bir hanım açtı. Bakıcısıydı. Ben de 30 yaşında bile yoktum. Röportajda “General, siz savaşı nasıl kaybettiniz?” diye sordum. “Oğlum bizim Anadolu’da işimiz neydi? Bizi İngilizler oraya gönderdi. Onların aleti olduk” dedi. Atatürk’le nasıl karşılaştığını da anlattı mı? Elbette. Trikupis karargaha esir olarak girdi-
Büt Dergisi
ğinde; “Kaç gündür yemek yemiyordum aç susuz oturuyordum. Biri geldi. Anladım ki Başkumandan Kemal Paşa. Ve beni o halde yorgun üzgün görünce “General üzülme. Napolyon da bir savaş kaybetti” diye teselli etti diyor. Düşünün, Atatürk yendiği kumandanı teselli ediyor. Sonra General’e yemek yemeyi teklif ediyor. General de “Yemek yiyecek halde değilim” diyor. Atatürk bir pafta istiyor. Anlatıyor paftanın üzerinde “Siz şuradaydınız. Biz burada. Şuradan kaçabilirdiniz” diyor. General de “Ah düşünemedim onu” diyor. Böyle güzel diyaloglarla dolu bir röportaj olmuştu. O zamanlar ilk yurt dışı deneyimimle Türkiye’den çıkıp Suriye’deki hükümet darbesi sebebiyle Şam’a gittiğimde, darbeyi yapanlarla röportaj yapmıştım. O haberler de manşetten gösterilen haberler olmuştu. Şair Jacques Prevert ile evinde yaptığım röportaj da özeldir. ‘Cumhuriyeti Kuranlar Anlatıyor’ başlığıyla,
17
Atatürk’ün arkadaşlarıyla konuştum. Meksika Cumhurbaşkanı ile de konuştum. Ekvatorda röportajlarım oldu. Devrimci Çeka, Sırrı Bellioğlu ve İnönü röportajı da unutamadığım röportajlardandır.
bir adamı dinlemektir. O zaman esnemeye başlarım.
Hocam, çok güzel araştırmalarınız var. Pek çok bilgi ve belge karıştırıyorsunuz. Fotoğraflarla da destekleyerek görsellik oluşturuyorsunuz. Sıkıldığınız oluyor mu, nelerden yararlanıyorsunuz? Hiç sıkılmıyorum gayet zevkli yazarım. Sabah kalkınca başlıyorum bir de bakmışım üçdört saat geçmiş. Eşim Ayşe çaya yemeğe çağırıyor öyle farkına varıyorum. Katiyen sıkılmıyorum. Beni sıkan şey hoşlanmadığım
Hocam ne olacak bu gazeteciliğin hali desem... Türkiye’de o kadar çok İletişim Fakültesi var ki, mezun olanlardan çoğu işsiz. Ne yapmak lazım? Her şeyi okuldan beklememek lazım. Fakülte, bilgilerin çok az bir kısmını sağlar. Onun dışında kendi kendini yetiştireceksin. Mesleki kitapları bol bol okumak ve genel kültürü zenginleştirmek lazım. En önemlisi de dayanmak lazım ve artık dayanmak çok
Nazım Hikmet’le ilgili arşiviniz ve pek çok anınız var. Yine bunların dışında fazlasıyla koleksiyonlar ve değerli belgeler... Kültür SANSÜRLEMEK ZORUNDA KALDIĞIM Bakanlığı’ndan ya da bu tarz yetkili bir HABERLERİ 20 SENE SONRA DA OLSA kurumdan müze oluşturmak, aslına sahip KULLANDIM çıkmak açısından teklif geldi mi? Kimse bir şey söylemedi. Mesela ‘Afrika Mesleki anlamda fedakarlıklarınız oldu Sanat Eserleri’ koleksiyonumda 400 maske mu? ve heykel var. Bunlar İzmir’de sergilendi. Aradıklarıma kolayca ulaştım. Ama gazete1984’ten beri her röportajımda bunları lerin havasına göre yazıp kullanamadığım bağışlamak istiyorum diye söylüyorum. Kayhaberler oldu. Yazıp sakladım, sonra kulbolmalarını istemiyorum. Bunları satmaya landım. Adam “Bunu kes, yazma” dediğinde niyetim yok; para beklemiyorum. Hiç talip sansürlemek zorunda kalıyordum ama 20 çıkmadı. Ama geçen sene Büyükçekmece sene sonra da olsa kullanBelediye Başkanı Önceden gazete patronları dım. Arşiv odamda bütün Hasan Akgün konuşmalarım, mektupla- meslekten gelmiş insanlardı. Tek- aradı. “Bunları rım tasnif edilmiş halde bize verin” dedi noloji gelişince gazetecilik de durur. Nazım Hikmet’in, kabul ettim. İzbüyük sermayeyi gerektirdi. Hasan Ali’nin mektupları... mir’de sergi Gazetelerin buna parası yoktu. açılınca da İzmir Bilgisayara hiç güvenmeHoldingler medya sahibi olmaya Büyükşehir Beledim. Kimse de güvenmesin. Belge olarak saklasın- başladı. Tabii holdinglerin başka diye Başkanı Aziz lar. alanda işleri olduğu için hükümet- Kocaoğlu “Biz bunları alıp müze le iyi geçinmek zorundalar. Sizce gazeteci olmak için yapalım” dedi. bir insanda ne gerekli? Durum böyle Öncelikle insanın bir gazetecilik niteliği olunca “Aranızda halledin” dedim. Hasan olmalı. Kendiliğinden yazı yazmaktan zevk Bey, Aziz Kocaoğlu’nu ikna etmiş. Büyükçekalacaksın ve bol bol yazıp kendi kendini dü- mece’de inşa edilen büyük belediye zelterek, gazetecilik eğitimi ve okumakla da sarayının bir katını bize ayırdılar. Afrika geliştireceksin. Müzesi olarak sergilenecek.
18
güç. Eskiden daha kolay iş bulunabiliyordu. Belki de bir yıl işsiz kalınıyordu; ama şimdi insanlar senelerce işsiz. Türkiye’deki bu dönem basını da tarihte görülmüş şey değil. Gazetecilik, failleri bulunamayan gazeteci ölümlerinden sonra bitti. Önceden gazete patronları meslekten gelmiş insanlardı. Teknoloji gelişince gazetecilik de büyük sermayeyi gerektirdi. Gazetelerin buna parası yoktu. Holdingler medya sahibi olmaya başladı. Tabii holdinglerin başka alanda işleri olduğu için hükümetle iyi geçinmek zorundalar. Basında da böylece hem patron hem hükümet baskısı oluştu. ATATÜRK’Ü KENDİLERİNE DÜŞMAN SAYAN BİR KESİM VAR Türkiye’de ‘Dindar olan ya da muhafazakar yetişen insanlar Atatürk’ü sevemez’ gibi davranılıyor ya da öyle yetiştiriliyor. Bu düşünce yapısına sizin bakışınız nedir? Atatürk’ü kendilerine hep düşman sayan, onu kötülemek için ellerinden gelen her şeyi yapan ve uyduran bir kesim var. Geçen gün ben, yakında piyasaya çıkacak olan ve Atatürk’ü anlattığım kitabımda bir şey için bilgisayara bakayım dedim (ki) bu konularda hiç bakmam. Bir de baktım ki ne yalanlar. Atatürk’ün ajanlara hizmet ettiğine dair cümleler ve daha neler neler... İnanamadım. Yahya Akyüz diye bir profesör var, kendisini de kaynak olarak göstermişler. Ama o hocayı da tanıyorum öyle bir şey yazmaz. İnsan, bu kadar önemli bir kişiliği mutlaka doğru kaynaklardan araştırmalı; çünkü Atatürk’ü kendilerine düşman sayan bir kesim var. BEN TÜRKİYE İÇİN YAZIYORUM Türkiye’de zaman zaman git-geller içinde ama pes etmeden yaşadığınız bir gazetecilik geçmişiniz var. Hıfzı Topuz’un işsiz kaldığı yıllar da oldu. Buna karşın Fransa’da elde ettiğiniz güzel imkanlar ve çalışma şartlarından sonra neden tekrar
Büt Dergisi
Türkiye’ye döndünüz? Ben bir gazeteci olarak mesaj veriyorum ve bu mesaj Türklere. Fransızlara değil; çünkü Fransa’ya bir mesaj vermek beni ilgilendirmiyor. Ben Unesco’dan ayrıldığım zaman Paris’te bir evim ve emekli aylığım vardı. Orada pekala kalabilirdim. Türkiye’ye döndüm burada gazetecilik yapmak için ama yapamadım; ondan sonra da yazarlığa başladım. Türkiye’de de kitaplarım yabancı dillere çevrilsin diye bir merakım olmadı. Bunu bana çok soruyorlar. Ben de diyorum ki “Ben yabancılar için yazmıyorum. Türkiye için yazıyorum. Benim mesajım buraya.” Buraya bir etkim olursa, halkıma bir şeyler üretebilirsem ne mutlu bana. Beni dinleyenler Atatürkçü, ilerici insanlar oluyor. Ben onlarla gayet rahat konuşuyorum. Ben bunu Fransa’da ya da Kongo’da yapamam. Türkiye’ye döndüğünüzde pişman olduğunuz zamanlar oldu mu? Hayır hiç olmadı. Benim Paris’te bir arkadaşım var. ‘Gizli Aşklar’ kitabımda da isim vermeden onu anlatmıştım. Mimardı ve iyi gazeteciydi de. Benim gibi Türkiye’ye dönebilirdi ama dönmedi ve burada unutuldu. Geçenlerde “Pişman mısın?” diye sordum. Bana bir ay sonra cevap verdi. “Dönseydim Paris’te böyle bir evim olmazdı, böyle yaşayamazdım. Onun için pişman değilim” dedi. Ama daha da telefon ediyor “Kitabımı orada bastırabilecek miyiz?” diye... Sen tercihini yaptın diyorum. İkisi birlikte olmuyor. NAZIM HİKMET KENDİNİ ÇOK ÇABUK SEVDİRİRDİ Nazım Hikmet’le olan dostluğunuz hep merak ediliyor. Siz onu hem yakından tanıdınız hem de arkadaşlarıyla yakın dostluklar kurdunuz. Bir algı var ki Nazım Hikmet sol kesimin şairi gibi lanse ediliyor. Sizce Nazım “sol”un şairi mi? Nazım’ı tanıyan insanlar benim dostumdu evet, ben o zaman Nazım’ı tanımıyordum.
19
Onun en yakın arkadaşlarından Vala, hapishaneye gider gelirdi, bize de onun şiirlerini okurdu. Nazım hapisten çıktı Vala’nın evinde kaldı; ama evde toplantı yapılıyor izlenimi verilir korkusuyla Vala bizi evine çağıramıyordu. Nazım’ı Moskova’dan sonra Paris’e geçince orada tanıyabildim. Çakı gibi bir adam. Kucaklaştık. Akşam yemekleri yedik. Gayet alçakgönüllü bir insandı. Konuşmasını, kadınlara iltifat etmesini bilirdi. Kendini çok çabuk sevdirirdi. Otorite ve sertlik yanlısı değildi. Komünistti ama partiyle ilişkisi yoktu. Stalin’i eleştirirdi. Hiçbir zaman rejim adamı olmadı. Özgürlüklere saygılıydı ve bu konuda ödün vermedi. Sabahattin Ali, Bedri Rahmi, Abidin Dino hepsi dünya tatlısıydı. Hıfzı Hoca zamanını nasıl geçirir, araştırmalar yazılar dışında neler yapar merak ediyoruz... Senede iki defa eşimle Fransa’ya gidiyoruz. Davetler de oldukça fazla, hepsine katılamasam da icabet etmeye çalışıyorum. Evde bol bol okumaya devam ediyorum. Ayşe televizyon seyrediyor ama benim hiç merakım yok. Bakınca da küfredip kapatıyorum. Okumaktan vazgeçmiyorum. Bilhassa araştırdığım konularda okuduğum kitaplar çok oluyor. Yoksa vakit geçirmek ya da eğlenmek için kitap okumuyorum.
Her şeyi okuldan beklememek lazım. Fakülte, bilgilerin çok az bir kısmını sağlar. Onun dışında → kendi kendini yetiştireceksin. Mesleki kitapları bol bol okumak ve genel kültürü zenginleştirmek lazım. 20
B端t Dergisi
21
Sahaflarda Bir Kitap;
Uçurtma Avcısı - Dilan Eser -
Duygu yoğunluğunun büyük ölçüde yaşandığı sayfalarda metroda ya da kafedeysem yüz ifademi saklamaya gerek duymuyordum. Hatta bazen sayfayı çevirirken elimi şaşkınlık içerisinde ağzımın üstünü örtmüş vaziyette bulduğum da oluyordu. FIRSAT buldukça sahaflara kitap kokusu
almaya giden pek çok insandan biri olarak her gidişimde okumadığım, yabana attığım veya okumayı hep ertelediğim çok fazla kitabın gözümden kaçtığını fark ederim. Sahafla kısa bir sohbet eder, ardından işin duayeni olarak bana içine sinen bir kitap önerisinde bulunmasını beklerim. Bu sefer biraz farklı olarak sosyal kuramsal kitaplardan çok etkileyici bir roman önerisi istedim. O zamana kadar adını birçok kişiden duyduğum fakat bir türlü ciddi ciddi okumaya karar veremediğim bir kitap önerdi; sonraları hatırladıkça kalbimi acıtacak ve bu vakte kadar nasıl olup da okumadığıma içerletecek o kitap; Uçurtma Avcısı… Birkaç kere yılın kitabı seçilmiş olan Uçurtma Avcısı’nı alıp kapağına şöyle bir göz attıktan sonra bindiğim ilk toplu taşıma aracında okumaya başladım. Kitap ilk sayfada okuyucuyu içine çekiyor ve tek bir an bile kapatıp başka bir işle ilgilenme ihtiyacı hissettirmiyor. Yine de en önemlisi hayata dair yanlış ve doğruları okuyucuya
22
tekrar tekrar sorgulatırken bir ismi hafızalara kazıyor; Hasan... Olay aslında Emir’in kaleminden Hasan ile olan arkadaşlığını, Afganistan’daki savaşın
yıkımlarını, vefayı, pişmanlığı ve kefaret ödemenin ihtiyacını anlatıyor gibi
görülse de son sayfayı kapattığınızda bir tek Hasan kalıyor aklınızda bir de Afganistan’ın aslında bildiğinizden çok başka bir yer olduğu... Kitabı okurken fark ettiğim bir şey vardı; tanımadığım bir kültüre, tanımadığım bir yaşam tarzına ait insanları kafamda çok net bir şekilde canlandırıyor ve onlarla samimi bağlar kurabiliyordum. Özellikle duygu yoğunluğunun büyük ölçüde yaşandığı sayfalarda metroda ya da kafedeysem yüz ifademi saklamaya gerek duymuyordum. Hatta bazen sayfayı çevirirken elimi şaşkınlık içerisinde ağzımın üstünü örtmüş vaziyette bulduğum da oluyordu. Aslında kitap çoğu kitabın yapamadığını yapıyor ve aşağı yukarı herkesi ağlatmayı
başarıyor. İtiraf etmeliyim ki ben de bu insanlar arasında yerimi alıyorum. Kitabın en etkileyici bölümlerinden birini okuduğum gün hayatımla alakalı başka bir olaya da içerlemiş olmamın etkisiyle toplu taşıma aracında çalan Müslüm Gürses’in “Tanrı Ne Yapsın? “ şarkısı eşliğinde ağlayıp kendimi rezil etmişliğim de var. Hemen önümde oturan minibüs şoförü peçete falan uzatmıştı çünkü. Çok utanmıştım.
çevirisine de baktım orada da baba diye geçiyor.) bu karizmatik, cüsseli, beyefendiyi çok sevdim. Kitabın belli bir yerine gelene kadar ‘baba’nın Emir’i sevmediğini düşünmüştüm fakat Emir, bu önyargımı sonraları çok geçerli bir sebeple yıktı. Okudukça anladım, okudukça kızdım ama sonunda okudukça hak verdim.
Hasan var bir de. Canımın içi Hasan… Onu kitabın birçok sayfasında kucaklayıp öpmek istedim. Kitabın en mükemmel karakteri. Yine de dönüp baktığınızda başka bir kiDolayısıyla en kötü şeyler de onun başına tabın size bunu yapamadığını fark edip geliyor. Ondan geriye kalan bir cümle saygı duyuyorsunuz, hem yazarına hem kitabı okuduğunuz süre boyunca aklınızde kurguya. Açıkçası yarısına gelene kadar okuduğum şeyin, gerçek olayların anlatıldığı da yankılanıyor; bin tane iste; senin için yakalayayım… Hasan ile ilgili söyleyecek bir kitap olduğunu düşünmüştüm. Çünkü çok şey var ama kitabı okumayanlara ya anlatılanların gerçek olaylarla bağlantısı da okuyacak olanlara saygısızlık yapmak ve anlatımın mükemmelliği o kadar kuistemiyorum. En iyisi bu eşsiz karakteri sursuz işlenmiş ki, bu yıkımı yaşamayan kendilerinin tanımalarına izin vermek. bir insanın bunları yazabileceği aklıma gelmemişti. Kitap, Afganistan’da yıkımın ne Romanı okurken Emir’i bir kenara atzaman ve nasıl başladığını, nerelere geldimazsanız, bir de yazar Khaled Hosseini’nin ğini bütün çıplaklıklarıyla gözler önüne seriyor. Ancak bunu bir tarih yazarı edasıyla ufaktan aralara serpiştirdiği Amerikan propagandasını görmezden gelirseniz değil, orada yaşayan ve bundan doğrudan okuyup okuyabileceğiniz en iyi on kitap etkilenen insanların gözünden aktarıarasında yerini alacak bir esere sahip olayor. Bu yüzden de hiç sıkılmadan oranın bilirsiniz. Kitabın bilge karakterlerinden tarihine ve insanlarına ilişkin fikir sahibi Rahim Han’ın da dediği gibi iyi biri olmak olmamızı sağlıyor. her zaman mümkün. Belki siz de kitabı okuduktan sonra iyi biri olmaya karar verirYeniden İyi Biri Olmak Mümkün siniz. Emir kitabın ana karakteri. Çocukluğu gençliği ve hayatıyla ilgili bütün gelişmeleri bildiğimiz tek karakter. Hayatım boyunca
Ne dersiniz?
korkak insanlardan pek haz etmediğim için okudukça Emir’e çok kızdım; onu hiç
Bir kitap insanı iyi biri yapmaya affedemeyeceğimi düşündüm ama başından yeter mi demeberi pişmanlıkla dolu kalbi ile kendini afyin; okuduktan fettirmeyi başardı. Çünkü aslında gerçekten sonra bir daha pişman olabilen insanları sevmeliyiz. konuşuruz. Emir’in babasına hayran kalmamak elde Sağlıcakla… değil. Kitapta gerçek ismiyle hiç anılmayan ve Emir’in bahsettiğine göre ona uygun görülen “baba” lakabıyla anılan(Amerikan
Büt Dergisi
23
24
V For Vandetta -2005B端t Dergisi
25
Röportaj Tolga Pancaroğlu:
İYİ İNSANLAR KÖTÜYÜ İYİ OYNAR
Y
etenekli oyuncu Tolga Pancaroğlu ortaokul yıllarından kalma sevdası olan tiyatroyu, meslek olarak da seçtiği için mutlu. Başarılı oyuncuyu şimdilerde TRT 1 ekranlarında yayınlanan ‘Baba Candır’ dizisinde izliyoruz. Ayrıca devlet tiyatrolarında da geçtiğimiz günlerde 100. temsili geride bırakan ‘Ellerimin Arasındaki Hayat’ oyununda da rol alıyor ve “Açıkçası ben yaptığım işe tiyatro-dizi-sinema oyunculuğu diye bakmıyorum. Benim kafamdaki oyunculuk anlayışı total bir oyunculuk anlayışı ve oyuncu da her yerde oyuncudur” diyor. Rolle gerçek yaşamı birbirine karıştırarak şahsa yönelik eleştiri yapan insanları anlayamadığını söyleyen Pancaroğlu: “İyi insanlar olduğumuz için kötüyü de iyi oynuyoruz; çünkü kötüleri de tanıdık. Onların derdini de anlamaya çalıştık ve gözlemledik. Yani kötüyü oynayan oyuncular kötü değildir” diyor. Kendisini keyif alarak dinledik, aynı keyfi alarak okumanız dileğiyle... Röportaj ve Fotoğraflar
ULYA ALTINTAŞ Tolga Pancaroğlu’nu kendisinden dinleyelim... 1990 Diyarbakır doğumluyum. Aslen Kayseriliyim. Annem ve babam polis olduğu için bu vesileyle çok gezdik. Mesleki anlamda da bunun çok avantajını gördüm; çünkü gittiğimiz her şehir bir kültürdü ve oyunculuk anlamında farklı kültürleri tanımak da çok büyük bir avantaj oldu. Oyunculuğa ilginiz nasıl başladı? Ortaokul son sınıftayken İstanbul’da Bakırköylü Sanatçılar Derneği’nde
26
amatör tiyatroya başladım. Lise döneminde oyuncu olmaya karar vermiştim ama o karar aşamasının nasıl geliştiğini ben de hatırlamıyorum. Çok severek yaptığım için içime yerleşmiş diye düşünüyorum. İstediğim okul da Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuarı’ydı. Orada Bozkurt Kuruç, Rüştü Asyalı, Ecder Akışık, Lemi Bilgin, Mithat Erdemli, Sinan Pekinton, Neslihan Ekmekçioğlu, Halit Ayla gibi Türkiye’nin en değerli sahne hocalarıyla çalıştık.
Büt Dergisi
B端t Dergisi
27
Oyunculuğu dizi-sinema oyunculuğu diye ayırmak doğru mu? Açıkçası ben yaptığım işe tiyatro-dizi-sinema oyunculuğu diye bakmıyorum. Benim kafamdaki oyunculuk anlayışı total bir oyunculuk anlayışı ve oyuncu da her yerde oyuncudur. Ben tiyatrocuyum ama şimdi diziye geçiyorum gibi bir şey olmadı; çünkü benim sistemimde böyle bir ayrım yok. Genelde dizi çeken oyunculara ‘Tiyatroyu özlediniz mi?’ diye sorulur ve ‘Özledik de vaktimiz yok’ derler. Ben de haftanın yedi günü çalışıyorum ama İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda da başrol oynuyorum. Geçen sezon bu oyun (Ellerimin Arasındaki Hayat) ile birlikte ‘Yılın Genç Yeteneği’ ödülünü aldım. Bu durum oyuncunun azmi ve fedakarlığıyla alakalı. TRT 1’de devam eden ‘Baba Candır’ dizisinde de rol alıyorsunuz, diziye nasıl dahil oldunuz? İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda bu sezon da devam eden ‘Ellerimin Arasındaki Hayat’ oyununu sahnelerken menajerim İlker Coşkun’la tanıştım. Hem aktif olarak çalıştığım bir menajer yoktu hem de İlker Coşkun, Baba Candır’ın cast direktörlüğünü yapıyordu. Performansımı izledikten sonra çalışıp çalışamayacağımız üzerine kritikler yaptık. Daha sonra da bir işbirliğine girdik ve başladık.
Esasen Egemen bizim dizide içselliği en fazla olan karakter. Ben de bir oyuncu olarak böyle karakterlere hayat vermeyi daha çok tercih ediyorum. Peki siz senaryoyu okuduğunuzda şaşırdığınız oluyor mu? Yeter artık Egemen bunu da yapma diye söyleniyor musunuz? Aslında bu aşamada seyirciyi sürprizler bekliyor olabilir. Değişken bir karakter ve daha da kötü bir hale gelebilir belki de iyi bir hale bürünür. Bu karakterin bu dizideki çizgisi bu ve ben de verileni oynuyorum. Baba Candır’ın kamera arkası nasıl? Set arkası çok güzel geçiyor. Teknik ekibimiz de çok duyarlı ve çok sıcak insanlar. Zaten işin iyi gidiyor olma sebebi onlardan kaynaklanıyor. Londra’da büyümüş, orada okumuş çok dolu bir yönetmenle sevgili Yusuf Pirhasan’la çalışmak çok güzel. Aynı şekilde ikinci yönetmenimiz Bedrana Meriç de öyle. Gayet duyarlılar ve her durumda yardımımıza koşup samimi bir şekilde yaklaşıyorlar. 15 saatimizi sette geçirdiğimiz zamanlar oluyor. Tülay Bursa, Settar Tanrıöğen gibi ustalarla oynayıp, kamera arkasında da onlarla oturup sanat ve hayat adına bir şeyler konuşmak ufkunuzu çok dolduruyor. Mesleki anlamda da size çok şey öğretiyor.
Dizi de kısa süreli de olsa babalık duyDizide en dikkat çeken karakterlerden gusunu yaşadınız. Gelecekte çocuğunuz birini canlandırıyorsunuz. Dizinin başlaolduğunda onu nasıl yetiştirmek isterdima sürecinde de ‘Egemen’ rolü için mi niz? görüşmüştünüz? Diziye gelen çocuk oyuncu Gurur bizim Evet. Egemen kariyer hırsına bürünmüş bir sette maskotumuz oldu. Çok sevdik. Bizi doktor. Hatta bu hırs uğruna ailesini satabi- kendine alıştırıp gitti. Ben, çocuğum sokakta lecek derecede gözü kara. Ben senaryoyu ilk büyüsün isterdim. Elinde ipadle büyüyen bir okuduğum zamanda da bu rolü oynamak çocuk olsun istemem. Yani o meşhur tabirdeistemiştim. Tabii bir iki rol arasında git geller ki gibi balkon çocuğu olmasın. Ben de polis vardı ama benim gönlüm hep ‘Egemen’den lojmanlarında büyüdüm. Müthiş komşuluk yanaydı. ilişkileri vardı. Sokaktaydık, herkes birbirini tanırdı. Bence bir çocuk o küçük dostlukları Neden Egemen’i oynamayı bu kadar çok tadarak, oynayarak büyümeli. Bilgisayar istediniz? başında büyüyen çocukları anlayamıyorum.
28
Çoğu büyümüş de küçülmüş gibi. Kendi yaşlarını yaşamıyorlar. Çok şey biliyorlar ve her istediklerine hemen ulaşıyorlar bu da mutsuzluğu getiriyor. Küçücük çocukların elinde cep telefonu görüyorum ve o kadar şaşırıyorum ki. Ben şu an üçüncü cep telefonumu kullanıyorum. Ama baktığımızda beş yaşındaki çocuğa instagram, twitter hesabı açıyorlar. Bu durumun acilen gözden geçirilmesi taraftarıyım. Bırakılsın da çocuklar hayal gücünü kullanarak yaşasın.
Hiçbir zaman uzun vadede düzenli arkadaşlıklarım olmadı. Hani o Türk filmlerinde bir sahne vardır. Kamyon kalkar, arkasından çocuk mahalle arkadaşlarına el sallar. Çok trajik hatta klişe ama benim yaşadığım bir sahneydi.
Sizin canlandırdığınız aile ortamı ekrandan çok güzel görünüyor. Güzel, duygusal anlar da var. Set arkasında nasılsınız? Dizimizde bilindiği üzere babayı çok usta bir aktör olan Sevgili Settar Tanrıöğen oynuyor. HAYATIMDAKİ EN ÖNEMLİ DUYGULAR Settar Abi ile baba-oğul sahnelerinde aynı VİCDAN, MERHAMET VE SEVGİ duygusallığı gerçekten yaşıyoruz. İş bittikten sonra özel hayatlarımıza dönüyoruz ve etkisi Dizi üzerinden kişisel hayatınıza geçiş altında kalmamaya çalışıyoruz yoksa sonuyapacak olursak... Dizide bir kadının kalbini kırıp, para ve itibar için başka biriyle muz hastanelik olabilir (gülüyor).
Büt Dergisi
29
30
B端t Dergisi
31
evlendiniz. Rolü bir kenara bırakırsak, Tolga Pancaroğlu olarak sevgi anlayışınız nasıldır? Oynadığım karakterle uzaktan yakından alakam yok. Egemen ve Tolga ancak bu kadar tezat olabiliriz. Zaten benim hayatımdaki en önemli duygular vicdan, merhamet ve sevgidir. Sevdiğim kadını para için bırakmayı asla düşünmem. Konservatuar okumanın oyuncunun geleceği için ne kadar önemli olduğunu düşünüyorsunuz? Ben okul zamanında da şu an dizide canlandırdığım gibi sivri rollerde oynamıştım. Tiyatro yapmanın kullanabilen oyuncuya çok büyük faydaları var. Faydası şu ki sürekli antrenman halinde oluyorsunuz. Refleksleriniz ve sufleksleriniz gelişiyor. Düşünün ki sürekli tiyatro yapan ya da konservatuar
nasıl oldu? Hiçbir zaman uzun vadede düzenli arkadaşlıklarım olmadı. Hani o Türk filmlerinde bir sahne vardır. Kamyon kalkar, arkasından çocuk mahalle arkadaşlarına el sallar. Çok trajik hatta klişe ama benim yaşadığım bir sahneydi. Çok da kolay değildi. Bir yere gidip düzen kuruyorsunuz sonra sil baştan yeni bir düzen... Bana hayat deneyimi olarak kattıklarının yanı sıra tabii duygusal açıdan da zorlukları vardı. Neler sizi üzer ve nasıl mutlu olursunuz? Toplumsal olaylara çok duyarlıyım. Bence oyunculuk yapmak bunu da gerektiriyor. Etrafa gözlerinizi yumarak bakamazsınız. Acı çeken insanları görmek beni üzüyor. Birileri zulüm altındaysa empati kuruyorum. Mantıki olarak hareket etmek istesem de genel olarak duygularımla hareket ederim.
Herhangi bir diziyi izlemeye oturduğunuzda bir saat özet, iki saat yeni bölüm derken toplamda üç saatinizi vermek zorundasınız. Üç saat çok uzun bir süre ve bu zamanı harcadığıma değecek kalitede bir iş izlemek isterim. mezunu bir oyuncuyla, üç-beş ay yatıp iş gelince başlayan bir oyuncunun algısı aynı olmuyor.
Mutlu insanlar görmek beni de mutlu ediyor. 2015 millet olarak zor bir yıldı. Umarım güzel şeyler yaşarız.
Anne-babanızın mesleği dolayısıyla pek çok bölgede bulundunuz. Nasıl bir çocukluk geçirdiniz. Hayatınıza yansımaları
İki tane ödülünüz var. Ödül almak pekiştireç görevi görüyor mu? Ödül çok sembolik bir şey ve ödül almakla
32
iyi oyuncu olmuyorsunuz. Zaten Türkiye’de şu anda o kadar çok ödül veriliyor ki ödül almaktan ziyade, ödülün hangi mecradan çıktığı da çok önemli. Arda Kanpolat Ödülü’nü Erhan Gökgücü rejisinde ‘Küçük Burjuvalar’ oyunuyla konservatuar son sınıftayken aldım. Jüri içinde Lemi Bilgin, Ayşegül Yüksel, Sevda Şener, Akif Yeşilkaya ve rahmetli Arda’nın babası önemli beyin cerrahlarından Yücel Kanpolat gibi bilim ve sanat dünyasından önemli isimler vardı. Böyle bir ödül tabii ki de çok motive ediciydi. Devlet Tiyatrosu oyununuz ve gelen eleştiriler nasıl? Çok genel şeyler de yazıldı çok farklı eleştiriler de çıktı. 80 küsur temsil yaptık. Ekibimiz çok güzel. Kuliste de abi-kardeş, hoca-öğrenci sınırlarını çok iyi ayarlayabiliyoruz. Bu da ekibe çok güzel bir samimiyet katıyor. Ekibimiz de İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun lokomotif aktörleri yer alıyor. Oyunda İngiltere Adalet Bakanı’nın oğlunu oynuyorum. Tecavüz suçundan yargılanan genci babam idam cezasına çarptırınca ben de babama çocuğun asılmaması yönünde telkinde bulunuyorum. Savunduğum şu ki ‘Hiçbir suçun karşılığı ölüm olmamalı.’ BİR CANLININ BİR CANLIYI ÖLDÜRME MANTIĞINI ANLAYAMIYORUM Tiyatro oyununuzda savunduğunuz bu cümleye gerçekte de katılıyor musunuz? Katılıyorum. Çünkü ölüm bazen kurtuluş da olabilir. Nereden baktığınıza bağlı. Ben esasen bir canlının bir canlıyı öldürme mantığını anlayamıyorum ve buna katılmıyorum. Zaman buldukça nelerle ilgilenmek size keyif verir? Paso ligden beri stada gitmeyi düşünmesem de koyu Fenerbahçeliyim hatta Fenerbahçe kongre üyesiyim. Maçları televizyondan takip ediyorum. Çok fazla arkadaşım yok
Büt Dergisi
ama dostlarım kardeşlerim var. Onlara, ne kadar yoğun olursam olayım zaman ayırmaya çalışıyorum. Ailemle vakit geçirmek zaten benim vazgeçilmezlerimden. Çok sosyal bir işim olduğu için sosyal bir adam değilimdir. Kendime kalan vakitleri o yüzden ekstra sosyal aktiviteye ayırmak yerine yalnız kalarak terapi tadında geçirmeyi tercih ediyorum. Çalışmak istediğiniz oyuncular ve yönetmenler var mı? Tiyatro anlamında Haluk Bilginer’le ve yeni dönemde takip ettiğim oyunculardan Sermet Yeşil’le oynamayı çok isterim. Dizileri takip edebiliyor musunuz? Dizi izlemiyorum. Takip etmediğim için de neler olup bittiğini bilmiyorum. Yabancı dizilerden Narkoz’u izliyorum. Neden Türk dizilerini değil de yabancı dizileri takip ediyorsunuz? Breaking Bad, Game of Thrones ya da Narkoz izleyince alışıp skalayı yükseltmek istiyorsunuz. Bu tabii ki Türkiye’de kötü işler yapılıyor demek değil. Ama herhangi bir diziyi izlemeye oturduğunuzda bir saat özet, iki saat yeni bölüm derken toplamda üç saatinizi vermek zorundasınız. Üç saat çok uzun bir süre ve bu zamanı harcadığıma değecek kalitede bir iş izlemek isterim. Yönetmenin dünyayı iyi kurmuş olması, aktörlerin işlerini hakkıyla yapıyor olması ve senaryonun da aynı ölçüde işe hizmet ediyor olması lazım. Bu üslup birliğinde iş izlenir deyip izlersin. HAYATIMDA, OKUMADIĞIM BİR DÖNEM OLMADI Kitaplarla aranız nasıl, vakit kalıyor mu? Okumak benim için hatta oyuncular için bir hobi değil; çünkü oyuncuysan okumak zorundasın. Ama en son okuduğum kitap Marlon Brondo’nun ‘Annemin Öğrettiği Şarkılar’ isimli otobiyografisi. Ayrıca Bran-
33
do’nun dünya üzerindeki en büyük hayranlarından biriyim. Ondan öncesinde Boris Vian’ın ‘Mezarlığınıza Tüküreceğim’ kitabını okumuştum. Hayatımda okumadığım bir dönem olmadı. Bazı oyuncular çok tanınmaktan mutlu olmadıklarını söyleyebiliyor. Sizin seyircilerinizle aranız nasıl? Oyuncunun bu söylemlerine inanamıyorum. Tanınmak istemiyorsan Cihangir’de gezmeyeceksin. Bu onun elinde. Ben Kadıköy’de yaşıyorum ve burada o kadar çok oyuncu var ki, kimse de kimseyi rahatsız etmiyor. Yani ben tanınmayı hiç sevmiyorum kisvesi altında, en tanınabileceği yerlerde olup oralarda vakit geçiren, üstüne de bu durumdan rahatsız olduğunu söyleyen oyuncu arkadaşlar bana çok riyakar geliyor.
Bu tepkiler kırıcı oluyor mu? Oldukça. Çünkü şaşırdım ve bakakaldım. Dizide karakteri çok iyi canlandırdığım için övgüler alıyorum ve bu kadar ağır tepkiler verebiliyorlar ama kötüyü çok güzel oynadığımı söyleme noktası çok iyi. Sette yaşadığınız ilginç anılar oluyor mu? Babana böyle davranma demek için gelen de var. Yaa abi çok iyi oynuyorsun demek için gelen de... Egemen’i benimseyip sete gelen ambulans şoförü bir arkadaş vardı. Bağcılardan gelmiş. “Sen doktor olduğun için ben de ambulansla geldim. Senin dizideki rolüne hak veriyorum” dedi. Onun dünyasına da dokunmuş olabilmek güzel.
Kötü adamı oynamak Türkiye’de biraz daha zor galiba... Biz oyuncuyuz ve oradaki işimiz Tiyatroda oynadığınız karakterle karakteri canlandırmak. Biz o dizide canlandırdığınız karakter değiliz (gülüyor.) ‘Egemen’ rolü çok farklı. Tepkiler nasıl? üzerinden şahsıma kötü sözler Tiyatro da mizahi yönü çok kuvsöyleyen de oluyor. O noktada vetli, hazırcevap, esprili ve sağdudüşünmeye davet ediyorum. Bu yulu bir üniversite öğrencisiyken, bizim mesleğimiz. İyi insanlar dizide ise para ve kariyer için olduğumuz için kötüyü de iyi her şeyi yapabilecek inanılmaz oynuyoruz; çünkü kötüleri de makyavelist bir tip var. İki tarafın tanıdık. Onların derdini de anlaseyircilerinin tepkileri o sebeple maya çalıştık ve gözlemledik. Yani çok farklı. Yolda görüp “Babana kötüyü oynayan oyuncular kötü niye öyle davranıyorsun lan” diyen değildir. Erol Taş da dünyanın en izleyicimiz bile var. Mesela geçen tatlı en yardımsever adamlarıngün sete giderken yaşadım. Bir dan biriymiş. Cankurtaran’daki hanımefendi beni durdurdu ve “Bir kahvesinde fakir fukaraya her şey sorabilir miyim?” diye sordu. gün kumanya hazırlayıp elleriyle Buyurun dediğimde de “Neden bu dağıtırmış. Ama o kahvenin camkadar şerefsizsiniz?” dedi. Yani ları da her gün kırılırmış. bizim seyircimizde gerçeklik algısı yitirilebiliyor.
34
Tolga Pancaroğlu, TRT 1’de yayınlanan “Baba Candır” adlı dizide Egemen rolünde...
36
SERGİ
‘‘Ara Zamanlar’’ 18 Mart - 7 Nisan
Elif Okur Tolun’un ‘‘Ara Zamanlar’’ isimli resim ve seramik sergisi, 18 Mart’ta Galeri Eksen’de açılıyor. Sanatçı, günlük yaşamın içinden seçtiği sıradan nesneleri resim ve seramiklerine geçmişten bugüne farklı biçimlerde konu edinmiştir. Enkazlar üzerine kurulan yaşam/yaşanmışlıklar, serginin odak noktasıdır. Çürüyen kaportalar, parçalanmış araba parçaları arasında bir yaşam arayışı, zaman zaman resimlerine ve seramiklerine giren canlılarla ifadesini bulur. Bu sayede, karanlığa itilmiş yaşamlar ile ölüm arasında sıkışan ve kaybolan zamanlar varlık kazanır. Sanatçı, yapıtlarıyla bir tarafdan geçmişin izini sürerken, bir tarafdan da geleceğe pencere açar. Geçmişten gelenleri biriktirerek bir “ara zaman” yaratır. Üst üste yığılmış yüzlerce hurda, aslında kimliğini bilmediğimiz binlerce insanın yaşanmışlığını ifade eder. Bunlar tekrar kullanılmayı; yaşama dönmeyi bekleyen nesnelerdir. Sanatçının resim ve seramiklerinde de belleğin tekrar inşası için bu bir başlangıçtır. Bu bağlamda, sanatçının resim ve seramiklerine giren “yaşam arayışı içindeki” angut kuşları, kediler ve diğer canlılar, tekinsizlik karşısında zıtlık yaratan birer figür niteliği taşır. Sergi, 18 Mart – 7 Nisan tarihleri arasında pazar günleri hariç her gün Galeri Eksen’de ziyaret edilebilir. Maçka Caddesi | No:29 | Nişantaşı 0212 219 08 50 |info@galerieksen.com
Büt Dergisi
37
YALVAÇ URAL Ulya ALTINTAŞ
Sevgili Yalvaç Ural ile Koç Müzesi’ndeki Fenerbahçe Vapuru’nda buluştuk. Müzenin içinde yer alan Yalvaç Ural Oyuncak Müzesi’ne girdiğimizde çocuklar etrafımızı sardı ve Yalvaç Abileri ile bolca fotoğraf çekildiler. Yalvaç Abiyle tanışıklığımız Milliyet Gazetesi’nin Doğan Yayın Grubu’nda olduğu günlere dayanıyor. Mutlu olduğu günlerde bol bol ıslık çalmaktan keyif alır, çalışmalarına kitaplarla dolu odasında devam eder, arada bir de kapısının önünden geçen gazetecilerle şakalaşırdı. Hayatını çocuk edebiyatına veren Ural: “Geçmişin çocukları daha çok yaşamın içindeydi. Aileler çocuğunun teknolojik aletleri ne kadar iyi kullandığıyla övünürse, çocuk doğayı tanımaz, ne yiyip içtiğini bilmeden, tıpkı kavanozun içine sıkışmış uç uç böceği gibi kalır” diyor. Bir önceki röportajın üzerinden uzun zaman geçtiği için, boş vaktini bulur bulmaz gerçekleştirdiğimiz bu güzel söyleşiyi sizlere sunuyoruz...
38
RÖPORTAJ
Büt Dergisi
Lisedeyken olmayan sevgiliye şiirler okurdu. Hatta ben genelde Ömer Bedrettin yazarken, Çocuk Edebiyatına nasıl yöneldUşaklı’nın ‘Başaklar Arasında’ şiirini okuriniz? dum. Edebiyata profesyonel girişim 1966’lı yıllardır. Yetişkin şiirlerinin, dergilerinin çıkAİLELER, ÇOCUKLARI TEKNOLOJİK ması 70’li yıllar. Aslında ben hep yetişkinler ALET KULLANMAYI BİLİYOR için şiir kitabı çıkarmayı düşünüyordum. DİYE ÖVÜNMESİN 75 yılında da çocukluğumla ilgili beş-altı hikayenin yer aldığı bir kitap bitirdim. Sizce Türkiye’deki Çocuk Edebiyatı beklenKültür Bakanlığı’na gönderdim. O dönemde tileri karşıladı mı? de Kültür Bakanlığı’nın yeni bir yayın politi- Dünyanın her toplumunda sürekli kültür kası vardı. Ali Püsküllüoğlu’nun ‘Kırlangıcın devriminin olması gerekir. Siz, yaşama ara Kanat Vuruşu’ diye bir şiir kitabını ve verirseniz hayatınız kesintiye uğrar ama Dağlarca’nın bir şiir kitabı- Popüler Kültür, sanatın o toplumların hayatında nı yayınladılar. Benim, yekesintiler olursa, o zaman kadar da üzerinde durutişkin hikayeleri içinde yer yaşam geri gider ve topalsın diye gönderdiğim ‘Bir lacak bir şey olmadığını, lumu da götürür. Bazı gök dolusu güvercin’ kita- herkesin onu kolaylıkla topraklar üzerinde otubımı Kültür Bakanlığı, çoyapabileceğini, roman- rurken bir sanat eseri cuk kitapları arasında yagörür inanamazsınız. hikaye-çocuk kitabı yayınladı. O sıralar yetişkin3000 yıl öncesine aittir. leri yansıtan bir çocuk şiir zabileceğini ve kolaylık- Günümüzde böylesini kitabı da hazırlıyordum. O la gazeteci olabileceğini göremeyince anlarsın kitap Milliyet Çocuk Derki kültür sürekli bir sandırdı. Çünkü çocuk gileri’nde çıktı. O topladıdeğişim ve yenilenme bir süre sonra sana ğım şiirlerle ilgili olarak da içinde. Çocuk Edebiyatı farklı bir davranışla karşı- “Gazeteci mi olayım, ya- da böyle. Geçmişin çocuklaştım. Sonra o kitabı Mil- zar mı?” gibi bir soruyla larıyla günümüzdekileri liyet’ten Ülkü Tamer aldı kıyasladığında “Bugünün gelebiliyor. ve bir kitap yaptı. Adını da çocukları Ipad kullanı‘Sincap’ koydu. Belki de benim dişlerim yor” dersen, ben de sana geçmiştekilerin sincaba benziyor diye düşünmüştür de ağaçtan elma topladığını, yapraklarına (Gülüyoruz.) bakarak hangi ağaç olduğunu bildiklerini söylerim. Yani geçmişin çocukları daha çok Herkes çocuk yaşlardan itibaren önünde yaşamın içindeydi. Aileler çocuğunun tebir rol model olunca etkileniyor ve hayat knolojik aletleri ne kadar iyi kullandığıyla boyu yapacağı işini buna göre seçebiliyor. övünürse, çocuk doğayı tanımaz, ne yiyip Sizin edebiyata girmenizde etkili olan neler içtiğini bilmeden, tıpkı kavanozun içine vardı? sıkışmış uç uç böceği gibi kalır. Benim annem öğretmen olduğu için ve ailemdekiler edebiyata, şiire düşkün olduğu “Popüler Kültür, edebiyata büyük zarar için hep şiirin içindeydik. Annemin kendi verdi” diyebilir miyiz? hazırladığı defterde şiir antolojisi vardı. O Popüler Kültür, sanatın o kadar da üzerinde şiir atmosferi beni ve kardeşimi de sardı. durulacak bir şey olmadığını, herkesin onu Toplu bir akşam yemeğinde herkes bir şiir kolaylıkla yapabileceğini, roman-hikaye-
40
Büt Dergisi
41
42
B端t Dergisi
43
Bilmecelerinizi, hikayelerinizi yazarken amaç neydi? O bilmeceleri gülüp geçilecek bir mizah unsuru olarak görmüşler. Ama çok açık bir gerçek şu ki; asıl amaç görsel okumayı arttırmaktı. Görsel okuma kavramı diye bir şey yoktu; ama gazete, dergi ve karikatüristler bu işlevi gören ürünler sunuyordu. Ben de ‘Sessiz Zıpırlar’da bunu yapmaya çalıştım. Çünkü orada görsel okumayı geliştirecek Yalvaç Ural’ın yeni nesil çocuklarla arası mesajlar vardı. Hatta ne enteresan ki Ekşi nasıl? Sözlük’te mizahlarımıza “O iğrenç espriler” Çok ayrı kategorilerde öğrenci profili var. diye yorum yapan gençler var. Halbuki o Belki taşrada bir yere gidersin daha bilinçli kitaplar Türkiye’de gazeteler aracılığıyla çocuklar görürsün ama kente gelirsin, oladağıldı. Bazılarını Hürriyet her hafta sonu nakları ve paralarıyla farklı ve yeni şeylere dağıttı. 3-5 milyon çocuğun eline geçti. Meseulaşmış çocuklar görürsün. Düşünmek lazım la ‘Teneke Kutu Bilmece’ 75 bin gibi bir satışa ki ‘Acaba o yeni şeyler, çocuğun gelişiminde ulaştı. Çünkü bilmece aklı biler, çocuğun önemli bir parça mıdır? Yoksa tam tersine, içindeki mizah duygusunu ortaya çıkarır. çocuğun körleşmesine mi neden olur?’ Kentin kapalı kültürü içinde üretim araç Çocuklarla olan buluşmalarınızda aranızgereçlerinin isimlerini bilmek, onları kuldaki diyaloglar nasıl? lanabilmek medeniyetin kendisi midir diye Bugün gittiğim okulda “Üç ayaklı bir haybakarsan yanılgıya düşersin. Çünkü medeni- van biliyor musunuz?” diye sordum. Herkes yet aynı zamanda yaşamdan da kopmaparmak kaldırdı. Keçi, yengeç diyenler bile mak demektir. Ama yaşamın içinde de bizi vardı. Bir kız çocuğu söz aldı. “Üç ayaklı yarınlara hazırlayacak bir ortam bulunmalı. canlı biliyorum. Bastonla yürüyen bir dede” Yaşam, iyi nefes almak, iyi şeyler yemek, iyi dedi. Bizim amacımız bir tane de olsa o düşünmektir. Araç gereçlerin dimağımızda çocuğu kazanmaktır. O da birini kazanır yarattıklarıyla bizi erken öldürmesi demek böyle gider. Başka insanlar gibi falan kiminyaşamak demek değildir. Medeniyet, insanın le evlendi, kim kiminle çıkıyor? tarzında hayatında ona çevrilmiş bir silah gibi bulun- özel hayatlara müdahale ederek mütecessis duğu sürece o medeniyete insanlığın ihtiyacı olmazlar. Bugün sorduğumuz bir bilmece yok. onu düşündürür sonra meraklı bir şekilde irdelemeye devam eder. Çünkü bazı çocuklar Ailelerin maddi imkanı olmasına rağmen uydurmacıdır bazıları ise kıyas ve mantığıyçocuklarına edebi bilgi vermede neden bu la hareket eder. kadar zorlanıyorlar? Çünkü toplumların içinde bir kısır döngü Yıllardır gazete havası solumuş insanvar ve bu kısır döngüde çeşitli inançlar, lardansınız. Milliyet Gazetesi Demirören fikirler, oyunlar olduğu sürece aile kendi grubuna satıldığında siz de oradan çıkmak çocuğuna zaman ayırmıyor. İstanbul’da zorunda kaldınız. İçinizde bir kırgınlık Kültür Bakanlığı tarafından bir araştırma kaldı mı? yapıldı ve okunan kitapların %75-80’i aşk Evet son çıkışımda kaldı; çünkü Miço gibi romanları çıktı. Bu aslında çok da iyi bir du- bir dergi, yurt dışında bile konuşulan ve rumda olmadığımızın en açık göstergesi. yayıncılıkta tekrarlanması kolay olmayaçocuk kitabı yazabileceğini ve kolaylıkla gazeteci olabileceğini sandırdı. Çünkü çocuk bir süre sonra sana “Gazeteci mi olayım, yazar mı?” gibi bir soruyla gelebiliyor. Bunlar alışveriş merkezlerinde tezgahtarlık yapıp güvenlikçi olacak kadar hemen öğrenilen işler değil (ki) tezgahtar olabilmek için bile satış-pazarlama tekniklerini bilmek gerekir ve o işi de herkes beceremez.
44
cak bir dergiydi. İçinde bir çocuk dünyası hareketi vardı. Düşünsenize bir çocuk dergisi gazeteyle veriliyor. Üstelik de ucuz. Aile gazetesini alıyor ve bunun yanında eve bir dergi de giriyor. Üstelik o dergi çocuklar için özel hazırlanmış, onların dünyasına hitap eden bir dergiydi. Haftada 100 bin satıyordu. Renkli ve ofset basılıyordu. Hafifti, iyi bir yayın kadrosuyla hazırlanıyordu. Abdi İpekçi, Milliyet Gazetesi’ni aileyle bütünleşmek için, genci ve çocuğu kaybetmemek için de Milliyet Sanat’ı çıkarmıştı. Ben, bizim gazeteden gönderilmemizi bilinçsizlik ve yanlış politika olarak görüyorum. Miço’yla büyüyen bir nesil var... 11 yıl hiç kesintisiz sürdü. Öğretim Üyesi, Diş Hekimi, Gazeteci olmuş çocuklar bu dergiyle büyüdü. Şimdi “Yalvaç Abi nasılsın?” diye yanıma geliyorlar. Dergicikleri saklayan çocuklar bunlar. Ama kimileri, bir ülkenin çocuk kültürü olup idolleşmiş tek şeyini
Büt Dergisi
ortadan kaldırmaya çalıştılar. Biz dergileri bilgisayarla haşır neşir olan çocuklara bile satıyorduk. Devam etse Ipad’den interaktif şeyler de yapacaktık. BENİM BU ÜLKEDE ÜÇ KUŞAK OKURUM VAR Miço’lularla yıllar sonra selamlaşmak güzel duygu olsa gerek... Öyle. Eskişehir’e gidiyorum mantıcı geliyor. “Yaa Yalvaç Abi, ben seninle büyüdüm” diyor. Kırklareli’ne gidiyorum Gürkaşlar’ın peyniri ünlü diye İstanbul’a paket yaptırmak istiyorum, oradaki beyefendi “İki saattir utandım söyleyemedim ben Miço’yla büyüdüm” diyor. Benim bu ülkede üç kuşak okurum var. İçlerinde beni sevmeyenler çok azdır; o da şiirlerini yayınlamadığım için. Onun dışında kırdığım biri olduğunu zannetmiyorum. Umarım yoktur.
45
46
Fahri Kayahan
B端t Dergisi
47
aslında bir alıştırmadır umut öbürlerinin azıcık nefes diye bağışladığı baharı beklemeye benzer hain ve olmayanadır çünkü umutsuzluğu taşır yanında oysa nasıl olsa gelecektir bahar denen tarih önüne durulmaz mantığıyla doğanın yeşilden olma birim sudan gelme itmeyle”
Turgut Uyar - Umuttur Can Yayınları 1993
“sev beni, alış bana kimse ürkütemez bağlandığımız güzelliğin utkusunu sev beni, bir dağ gölgesi kadar sev şimdilik bırak musluğun sızmasını damın akmasını bir tırnak gibi büyü domuz bir tırnak gibi zorlayarak her bir yanı çünkü biraz sonra umut başlar her günkü, başlar