Son bizimle başlar...
Sayı : 1
Aylık Kültür- Online Dergisi
Yıl : 2013
Kral’ın Uyku Tulumu Aktüel Kağıdın Ölümü Spor
117 yıllık çınar : Yaşamın İçinden
Pando Kaymak Dükkanı
Bizi rahatsız etmeye gelen sosyolog
Portre
Dr. Ali Şeriati
Büt Dergisi Aylık Kültür- Online dergisi
Editör
Mustafa Doğan
Yazı İşleri Emre Ceylan Efe karasu
Reklam
içindekiler Spor:
Kralın Uyku Tulumu - Efe Karasu Sinema:
Handan Aşık Mısra Yıldız
Türk Sinemasında Bilinmeyen Adam “Muhsin Eruğrul” - Ege Küçükkiper
Ön ve Arka kapak fotoğraf
Aktüel:
Emre Ceylan
Grafik Tasarım Mustafa Doğan
Yazarlar
Emre Ceylan Efe Karasu Ege Küçükkiper Efe Polat Handan Aşık Uğur Ugan Kübra Efe Elif Cengiz Büşra İlarslan
Online Dergi
www.butdergisi.com Facebook http://www.facebook.com/butdergisi
https://twitter.com/ButDergisi Bize ulaşmak için info@butdergisi.com
Kağıdın Ölümü - Uğur Ugan Yaşamın İçinden:
117 Yıllık Çınar ‘ Pando Kaymak Kahvaltı Dükkanı! - Emre Ceylan Tarih:
Geçmişten Tanıdık Bir Ses: TARİH Efe Polat Portre:
Bizi Rahatsız Etmeye Gelen Sosyolog: Dr. Ali Şeriati - Kübra Efe Foto Haber:
Sokağın Sanat-çılar-ı - Emre Ceylan Kitap:
Kralın Güzeller Güzeli Eşi Nefertari Handan Aşık Tiyatro:
Günlerden Tiyatro - Elif Cengiz Dans:
Dans Bizimle Doğdu - Büşra İlarslan
Editör Merhaba...
-Mustafa Doğanmstf.doqan@gmail.com
M
erhabalar efendim. Değerli zamanınızı ayırıp, bu yazıyı okumaya karar verdiğiniz için öncelikle size teşekkürü bir borç bilmekle beraber görevimi yerine getirerek “Teşekkür Ediyorum”. Bu dergimizin ilk sayısı olması münasebetiyle size bu yazımda kısaca dergimiz hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. İlk olarak ismimizden başlayalım. Büt, “bütünleme”nin kısaltılmışından meydana geliyor, “dergi” kelimesinin ne anlama geldiğini biliyorsunuz zaten. Dergimiz her ay online olarak internet üzerinden yayın hayatına başladı, yayın hayatını sürdürecektir. Ve belirtmekte fayda var dergimize her ay “ www.butdergisi.com “ adresi üzerinden ücretsiz ulaşabilirsiniz. Dergimizin var oluş amacından kısaca bahsetmek gerekirse. Karanlığın aydınlanması için ufak bir ‘mum’un ateşlenmesi yeterlidir. Sonra ateşlenen mum ısınmanın etkisiyle içindeki aydınlatma duygusunu en uzak yerlere taşımayı arzular ve de yapar. Ateşlenen mum başta kendi çevresini aydınlatır, daha sonra aydınlık ‘hale’ler şeklinde etrafa yayılır. Ateşlenen mumdan çıkan aydınlık yaşantının belirtisi, saklanbaçın sobeleme evresidir. İşte biz bu yaşantının belirtisi, saklanbaçın sobeleme evresindeki “ebe”leriz. Karanlıkta yok olmaya yüz tut-
muş, baktığımız şeyleri aslında görmemiz gerektiğini, olaylara birde burdan bakmanıza destek olmak isteyen birkaç üniversiteli gençiz. Size yeni bir dünya sunmak yerine var olan dünyanın karanlıkta kalan yüzünü yazılarımızla aydınlatmaya çalışacağız. Olayların varlığını kurguladığımız ışıklarla aydınlatacağız. Yani olaylara farklı bir bakış açısı… Dergimizin çıkış tarihine de kısaca değinmek gerekirse; Dergimizin yeni sayıları her ayın ortaları yani 21’inde sizlerle buluşmakta. Peki neden ayın ortası? Çok geç değil mi? Öğrenciler veya okul sıralarından geçenler bilir; yapılan tüm sınavlarda başarısız olmuş öğrenciye, sınıfta kalmaması veya dersi geçmesi için son bir şans yani sınav hakkı verilir. Bu sınavın adı “bütünleme” sınavıdır. Dergimizinde adını aldığı bu sınava ithafen, dergi okumalarınızı bitirmediğinizi, son olarak bizimle bitişi yapmanızı istememizdendir. Kısacası son bizimle başlar… Dergi içeriği ve çıkış tarihi hakkında kısaca bilgi verdikten sonra sizi dergiyle baş başa bırakıyorum. Bir sonraki sayımızda karşılaşmak dileğiyle…
Unutmayın, Son bizimle başlar…
S por KRALIN UYKU - Efe Karasu -
TULUMU
efekarasu@gmail.com
Kral, sporu çirkin emellerine alet edebilmek için büyük
“
stadyumlar inşa ettirdi. O stadyumlar doldu taştı.Sokaklarda kanlı bıçaklı olan insanlar tribünde omuz omuza gelince gerçeğin farkına vardılar. Stadyumlarda uyanışın ilk kıvılcımları görülmeye başlandı.” İspanya’da, General Francisco Franco’nun komutasındaki milliyetçi güçler, seçimle göreve gelen Cumhuriyetçi “Halk Cephesi” koalisyonuna karşı 1936’da bir ayaklanma başlattı. Üç yıl süren ve ülkede büyük bir yıkıma yol açan iç savaş, 1939’da milliyetçilerin zaferi ile sonlandı. Franco, yönetimi ele geçirdikten sonra adamlarına tarihe geçecek bir emir verdi.
uyku tulumu bunu sağlayabilmek için olabilir miydi?Bir nevi halkı halktan koruyan ve daha da ileri gidebilmek için özel bir uyku tulumu diktiren kralın hesapları o gün için tutmuş olabilir. Ancak şimdilerde farkındalık merkezi haline gelen stdyumlar, insanlara örgütlü bir şekilde tepki koyabilme ve bu tepkiyi geniş kitlelere duyurabilme imkanını sağlamakta.
Stadyum tuval oldu,halk ise ressam...
“Bana 100 bin kişilik bir uyku tulumu yapın.”
Bu emir ile dikildiği bahşedilen tulum, günümüzde de faliyet gösteren Real Madrid’in Santiago Bernabéu Stadyumu’dur. Ne ilginçtir ki bu stadyumun açılış yılı olan 1947’de dönemin İspanya’sının tarihini değiştirecek bir olaya rastlanılmaktadır. Franco, bu tarihte veraset yasasını kabul ettirerek kendisini devletin ömür boyu koruyucusu ve kral naibi olarak atadı. Dikilmesini emrettiği
Elbette sporun hala halkı uyutma emeline medya aracılığı ile alet edildiğini inkar edemeyiz. Portekizli diktatör Salazar’ın, ülke yönetimi ile ilgili 3F maddesinden biri olan futbolu yani sporu, onun gibi kullanmaya çalışanlar oldu. Ama bu kişilere yeri geldiğinde tepkiler yine stadyumları dolduran seyircilerden geldi. Etkiye tepki gösteren halkın ta kendisiydi. Halkın örgütlendiği mekan ise stadyumdu. 1830-1962 yılları arasında Cezayir’i sömürgesi altında tutan Fransa, kendi yetkili ağızlarının ifadelerine göre
Cezayirli milyonlarca kişiyi yargısız infaz etmiş ve işkenceden geçirmişti. Tam anlamıyla büyük bir katliama uğrayan Cezayir, haklı nedenlerle Fransa’dan bir özür bekledi. Politikacılar, artık geçmişe değil geleceğe bakmak lazım diyerek siyasi çıkarları uğruna özür dilemeye bile tenezzül etmediler. Buna karşılık Fransız takımı olan Marsilya’nın taraftarlarının, resmi bir müsabakada sergiledikleri Cezayir bayrağı kareografisi gayriresmi bir özür niteliğindeydi.Bu kareografi vicdanın resmedilmiş haliydi.
Van üşüdü, Şeref Bey dondu
Van depreminden sonra bazı televizyon kanallarında insanlık dışı yorumlar yapılırken, Şeref Bey stadyumunda Van’ın plaka numarası olan 65. dakikada binlerce insan üstlerini çıkardı ve yarı çıplak kalan bedenleriyle milyonlara müthiş bir toplumsal
dayanışma mesajı verdi. Buz gibi havada yarı çıplak kalarak empati yapıyorlardı ve herkesi empati yapmaya davet ediyorlardı. Daha sonra atkılarını boyunlarından söküp sahaya attılar. Yeşil sahadan toplanan atkılar tırlarla Van’a gönderildi. Belki bu yardım bedenlerin ısınmasına yetmedi ama yürekleri ısıttığı kesindi. Uyku tulumu olarak düşünülen bir stadyumda o güne kadar hiçbir politikacının veremediği içtenlikte bir kardeşlik mesajı verildi. Stadyumdaki bir tribün organizasyonu ülkenin temellerini sağlamlaştırabilecek kadar etkiliydi.
Susarak haykıran adamlar
Sadece sporu izleyenler değil onu icra edenlerde toplumsal olaylara tepkisiz kalmadılar. Bunun en çarpıcı örneği ise Meksika’da düzenlenen 1968 Yaz Olimpiyatları’nda gerçekleşti. Mexico City’de 200
metre koşusu finalinde Amerikalı (siyah) atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken, ikinciliği Avustralyalı (beyaz) Peter Norman elde etti. Amerikalı atletler ödül töreni için kürsüye çıkmadan önce ayakkabılarını çıkardılar ve siyah çorapları ile kürsüye çıktılar. Hoparlörde Amerikan milli marşı çalındığı sırada siyah eldiven taktıkları ellerini yumruk yapıp havaya kaldırdılar. Peter Norman da bu harekete desteğini göstermek adına eşofmanının üstüne iğnelediği ‘İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi Hareketi’ kokartıyla kürsüdeki yerini almıştı. Martin Luther King’in yıllarca anlatmaya çalıştığı şeyi bir olimpiyat organizasyonu sayesinde bu üç adam tüm dünyaya haykırıyordu. O yıllarda Amerika, Neil Armstrong’u aya gönderip bilimsel açıdan şampiyonluğa oynarken, dayanılmaz ırkçılık politikaları nedeniyle insanlık açısından küme düşüyordu. Bu hareket içinde biraz olsun insanlık taşıyanların yüreğine güneşi doğurmuştu.
Kral artık deplasmanda
Spor, bunca güzelliklere vesile olurken bilinçsiz insanların dolasılığıyla istenmeyen olaylara da vesile oldu. Örneğin iki komşu ülke olan El Salvador ve Honduras arasında 1970 yılında futbol yüzünden çıkan savaşta 4 bin kişi ölmüş, 12 bin kişi yaralanmıştı. Ben buna karşılık size 1967 yılında Pele’yi izleyebilmek için kendi aralarında anlaşarak iç savaşı durduran Nijeryalıları sunuyorum. Sporun daha iyi bir dünya için olumlu etkide bulunabileceğine ve spor seyircisinin artık uykudan uyandığına inanıyorum.
S inema
TÜRK SİNEMASINDA BİLİNMEYEN ADAM
“MUHSİN ERTUĞRUL” - Ege Küçükkiper -
“Türk sinemasını 1922’den itibaren ele almak daha doğru olur. Burada karşımıza çıkacak olan ilk ve (o dönemlerde) tek isim hiç şüphesiz Muhsin Ertuğrul’dur. ”
Sinema deyince (siyah – beyaz dönem başta olmak üzere) insanın aklına ilk gelen isim “Charlie Chaplin”dir. Neden böyle bir algı yaratılmış anlaması güç bir olay. Lumiere Kardeşler, “sinematograf ” adı verilen bir kaydediciyi kullanarak ilk filmlerini çekmiş (Lumiere Fabrikasından Çıkan İşçiler - 1895) ve trenin istasyona giriş görüntüsü ile salonda ki seyircilerin korkup, oturdukları zyerlerin altına girmeye çalışmaları hatta bir an önce dışarı çıkmak istemeleri, günümüzde düşünüldüğünde bir hayli komik gelebilir. (Film, Paris’te Grand Cafede gösterilmiştir.) Şimdiye kadar fotoğraf makinasıyla durağan görüntülere alışan toplum hareketli bir görüntüyle karşı karşıya geldiğinde bu sonucun doğması kaçınılmazdır. Aslında sinema, fotoğraf makinasının çektiği durağan görüntülerin ard arda verilip hareketli bir görüntünün oluşturulmasından başka bir şey değildir. Dünya sineması oluşumunu bu şekilde devam ettirirken, biz Türkler sinemayı yaklaşık 10 yıl sonra yani 1905’lerde tanıdık. Fakat 1922 yılına kadar çekilmiş olan filmler elimizde bulunmadığı ve
de çekenin belli olmamasından ötürü Türk sinemasını 1922’den itibaren ele almak daha doğru olur. Burada karşımıza çıkacak olan ilk ve (o dönemlerde) tek isim hiç şüphesiz Muhsin Ertuğrul’dur. Zaten sinemanın ilk dönemi olarak adlandırılan “Tiyatrocular Dönemi” bu tanımlamaya uyum sağlamıştır. Muhsin Ertuğrul’u, “tiyatrocu” kimliğinin aksine Türk sinemasında ilkleri gerçekleştiren ve gelişim sürecini hızlandıran “sinemacı” kimliğiyle anarsak daha “gerçekçi” bir tanımlama olabilir. O dönemde (1922-39) sinemaya gönül vermiş kişilerce birtakım olumsuz eleştirilere maruz kalan Ertuğrul, tiyatrodaki başarısını, sinemada da göstermeye devam etmiş ve söylenenlere kulak asmamıştır. Muhsin Ertuğrul’un Berlin’e tiyatro bilgisini geliştirmek için gitmesi onun sinemaya olan bağlılığını daha da kuvvetlendirmiş ve yabancı yönetmenlerle çalışma fırsatı bulmuştur. Kendi adına “İstanbul Film” yapım şirketini kurmuş ve faaliyetlerine devam etmiştir. İstanbul’a dönüş yaptığında yine tiyatronun yanı sıra sinema çalışmalarına önem vererek ilk özel yapım şirketi olan “Kemal Film”e girmiş (1921-24) ve 6 film çekmiştir. (En önemlileri; İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk, Ateşten Gömlek, Leblebici Horhor.) -LEBLEBİCİ HORHOR’UN TALİHSİZLİĞİMuhsin Ertuğrul, Kemal Film adına çekmiş olduğu filmlerde başarıya ulaşmış, halkın daha çok sinemayı sevmesini sağlamış ve “konulu film” anlamında tek isim olmaya devam etmiştir. Fakat Kemal Film’e çektiği “Leblebici Horhor”, Ertuğrul’u büyük bir hüsrana uğratmış, aynı zamanda yapım şirketinin batmasına sebep olmuştur. Kemal Film’in kapanmasının ardından Sovyetler’e giden Ertuğrul, dünya sinemasında kullanılan teknikleri ve sinema anlayışını öğrenip “Tamilla” ve “Spartaküs” adında 2 film çekmiştir. İstanbul’a geri döndüğünde “İpek Film” adında bir yapım şirketiyle anlaşıp, (192841) 20 film çekmiştir. İlk konulu filmleri çekmesinden başka Türk sinemasına ilk sesli film olan “İstanbul Sokaklarında”, ilk belgesel film olan “Zafer Yolları”nı kazandırmıştır. Leblebici Horhor’u İpek film için de çekmek istemiş ve çekmiştir. Aldığı sonuç ise aynı olmuştur. Yine hüsran… Bu film, hem Kemal Film’in hem
İpek Film’in kapanmasına ve de Muhsin Ertuğrul’un sinemaya küsmesine sebep olmuştur. -SİNEMASINDA TİYATRO RUHU VARMuhsin Ertuğrul, çektiği ilk filmlerde sinema artistlerini ya da aktiristlerini oynatmayı tercih etse de, tiyatrocu ruhu onu, filmlerinde tiyatro sanatçılarını oynatmaya sevk etmiştir. Böylece okullu oyuncular devreye girmiş ve filmlerde ki oyunculuk kalitesi artmıştır. (O dönemde filmler sessiz çekiliyor ve seslendirme – dublaj – tiyatrocular tarafından yapılıyordu.) Ele aldığı konular itibariyle de Türk tiyatrosunun önemli yapıtlarını filmlerine konu edinerek, tiyatrodan uzak kaldığı dönemlerdeki özlemini ve tiyatroya karşı olan hazzını bu şekilde gidermeye çalışmıştır. Muhsin Ertuğrul, yönetmenliğin haricinde, yapımcı, senarist ve oyuncudur. Çok sayıda ödülü olmakla birlikte, kendi adına verilen bir ödül de vardır. (Afife Tiyatro Ödülleri – Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü) Tüm bu sıfatlar tek bir isimde nasıl toplanıyor diye soracak olursanız, Dünya tiyatrosunun en önemli isimlerinden Anton Çehov’un bir sözüyle anlatmak isterim: “Çalışmak, çalışmak ve daima çalışmak.” -SON SÖZYazının girişini, sinemanın doğuşuyla yaptım, son sözü de sinemanın bir sanat dalı olduğunu vurgulayarak bitirmek isterim. Evet, sinema bir sanattır ve “Yedinci Sanat” olarak tanımlanmaktadır. (1. Sanat; “Resim ve Heykel”, 2. “Müzik”, 3. “Tiyatro”, 4. “Dans”, 5. “Edebiyat”, 6. ise “yapı”dır.) Bu tanımlamalar ne kadar doğrudur? Tartışılır…
A ktüel
Kağıdın Ölümü - Uğur Ugan -
“Neden insanlar bir başkasının fikrine ihtiyaç duysunlar? Neredeyse gün 24 saat, dört bir yandan tüm iletişim araçlarıyla bilgi, haber ya da yorum bombardımanına tutulan insanlar için bir başkasının fikri ne ölçüde değerli ya da gereklidir. Birinin çıkıp size kendi dilinin döndüğünce bir şeyler aktarmasının gündelik hayata katkısı nedir?”
Sabahları herhangi bir toplu taşıma aracına
büyük yığılmalar halinde binmeye çalışan ya da beyaz bir servis aracının avını bekleyen yılan edasıyla yavaş yavaş sokularak köşe başlarında bekleyen insanları şehir merkezlerine dağıttığı görüntü bana cehennemden bir kare gibi gelir. Hemen her yerde rastlayabileceğiniz bu sıradan görüntü bir nevi çağımızın özeti gibidir. Gündelik yaşamı şekillendiren başat unsurun geçim meselesi olması ve buna yönelik gelişen tüm algı ve yorumlama disiplinlerinin belirleyicisi olduğu aşikar. Bugün ‘sabah sekiz akşam yedi’ gibi bir mesaisi olup da akşam evine gidip farz edelim ki roman okuyan bir insan bana çağımızın en erdemli insanıymış gibi gelir. Benim bu durumda anlatmak istediğim ise bütün bu yaşam koşulları içerisinde bilginin sunumu, genel geçerliliği, söylemi ve etkileri üzerine. İnsanların büyük çoğunluğunun uzun mesailere kapatıldığı bir zaman diliminde yaşadığımız göz önünde bulundurulursa buna yönelik bilgi edinme süreçlerinin dozu, şiddeti, değeri ve niteliği bugün ciddi bir önem arz ediyor. Öncelikle yeni bir oluşumla yola çıkan bu dergide
bir ilk yazı olması hasebiyle şu sorunun altı çizilmesi kanısındayım: “Neden insanlar bir başkasının fikrine ihtiyaç duysunlar?” Neredeyse gün 24 saat, dört bir yandan tüm iletişim araçlarıyla bilgi, haber ya da yorum bombardımanına tutulan insanlar için bir başkasının fikri ne ölçüde değerli ya da gereklidir. Birinin çıkıp size kendi dilinin döndüğünce bir şeyler aktarmasının gündelik hayata katkısı nedir. Tüm bu sorulara yanıt aramak için bilgi edinme süreçlerinin gelişimi açısından meseleyi irdelemek gerekiyor. Yakın tarihe bakacak olursak 19. Ve 20.yy’ın insanoğlunun fikirler uğruna dünyayı kasıp kavurduğu, bilginin günümüze oranla daha fetişleştiği görülecektir. Uygarlığın ve kapitalizmin gelişimiyle birlikte çoğalan bu unsurlar beraberinde moderniteyi getirmiş ve teyellenen birbirinden farklı bir çok düşüncenin ifade ediliş biçimi kendine yazılı, sözlü, görsel, işitsel platformlar yaratmıştır. Şöyle bir analize girişecek olursak; 19.yy insanı kağıtla kurduğu ilişki üzerinden yaygınlaşarak sorular sorarken, 20.yy insanı kağıdı çeşitlendirip göze, kulağa ve bir çok duyuya hitap ederek bir önceki yüzyılın yanıtlarını
ararken, 21.yy insanını ise toplu taşıma araçlarında eline yapışmış i-phone’larıyla tüm bu enformasyonların kirliliği ve sıkışmışlığı içinde hayal edebiliriz. Bu noktadan hareketle tüm değer yargılarının, ahlak biçimlerinin ve inanç ritüellerinin yeniden yorumlanıp şimdiye kadar biriktirdiği geleneği bir yönüyle reddederek bunu değişip, dönüştürdüğü görülecektir. Sosyal medyanın adeta yeni bir ilah gibi hayatımıza girdiği son yıllarda ise insanların olaylar ve durumlar karşısında kendini daha soyut ve simülatif bir söyleme kaptırdığı göze çarpıyor. Sosyal medya kullanımında hemen herkesin kendini bir yolla ifade ediş biçiminin toplumsal yaygınlığı bir çok şeyi domine ettiği söylenebilir. Gerek siyasi, gerek güncel ya da felsefi durumlar üzerine aforizmalardan beslenen, sloganlarla konuşan ve kolay anlaşılır basit argümanlara sığınan bir dilin yanı sıra günü birlik ve çok hızlı değişen gündem karşısında ise takınılan tutumlar aynı oranda hızla değişebiliyor ve bu internet söylemini yaygınlaştırır biçimde gündelik hayata sirayet ediyor. Kimselerin artık detaylarla ilgilenmediği, bir meselenin veya olayın derinini kurcalamaksızın kendini yaygın olan söyleme ve konjoktürel bir algıya hapsetmesi; bu hızına yetişilemeyen gündemde bilginin etkisinin ve şiddetinin azalmasına, habercilik alanında ise haber alma kaynaklarının bu kadar çoğalmasına rağmen bununla doğru orantılı olarak manipülatif hatta daha tehlikelisi provakatif bir haber dilinin oluşmasına sebebiyet vermesi belki de son yıllarda gözle görülür biçimde hissediliyor. Tüm bu internet söyleminin şekillendirdiği algıyla oluşan insan tipi ise özellikle toplumsal meselelerle kurduğu bağını genel bir duruş -ki bu ahlaki, vicdani,
siyasi bir tutum da olabilir- edinmek yerine, söz söyleme ihtiyaçlarını mevcut konjonktürün sunduğu dil üzerinden giderme yolunu tercih ettiği söylenebilir. Herkesin kendini soyut bir biçimde de olsa tatmin etme biçimi olarak kullandığı bu internet söylemi birbirinden farklı bir çok duygu ve düşünceden yana sanal anlamda bir tarafgirlik getirse de günümüz modernlerine sağlam bir bakış açısı ya da bir duruş kazandırmıyor. Madem ki aforizmaların bu kadar etkili oluşu yadsınamıyor öyleyse benim de bu durum karşısında bir alıntı eklemem sanırım göz çıkarmaz; Terry Eagleton’ın dediği gibi: “Modern zamanlarda inançlar çoktur ama iman yoktur” Yazının başında da bahsettiğim günlük çalışma hayatının kimseye düşünme fırsatı bırakmadığı yaşam koşullarında şu anki mevcut dil adeta sistematik olarak düşünülmüş ve bugünün insanının düşünsel ihtiyacını giderebileceği yegane söylem tarzı olarak ‘tweet atar gibi’ tüm yaşam alanlarına siniyor. Bir bilgi kirliliği çağında yaşadığımız ve sözün hacminin yok olmaya yüz tuttuğunu kabullensek bile tarih boyunca her düşüncenin kendi mütekabilini doğurduğunu bilmek şahsen beni rahatlatan en etkili unsur. Tabii ki teknolojinin gelişimiyle yeni enformasyon biçimlerinin çoğalması kaçınılmaz her ne yapılacaksa da çağın koşularına göre gerçekleşecek. Yine de insanın iyimser tarafı kelimelerin değiştirdiği dünyayı özlemek de çok haksız sayılmaz. Kağıdın yerini ışıklı monitörün aldığı günümüzde kağıtlarda yazanların çağını beklemekten şaşkın ve yorgun düşmüş ama bir o kadar da cevval bir savaşçı gibi dirayetini koruduğuna inanmak umudu diri tutuyor. uganugur@gmail.com
Yaşamın İçinden 117 Yıllık Çınar
Pando Kaymak Kahvaltı Dükkanı bir mekan. Aslında görünüşüyle de dikkat çekmesine hiç gerek yok. Çünkü onu farklı kılan sunduğu tatlar.
-Emre Ceylan“Adeta ulu bir çınar, Pando Kaymak Kahvaltı Dükkanı. Az değil tam 117 yıldır özünü yitirmeden Beşiktaş çarşıda insanlara hizmet etmeye devam ediyor. “ Her sabah taptaze kaymaklar çıkarılıyor tezgaha. İlk kurulduğunda ismi Hayat Süthanesiymiş. Daha sonraları ise ismi Pando Kaymak olarak değiştirilmiş. Adından da anlaşılacağı üzere burası yıllardır var olan bir kaymakçı. Ama sadece kaymak değil, bunun yanında size farklı lezzetlerde sunuyor. İstanbul’da olup Beşiktaş’a yolu düşünler kim bilir kaç kez Pando Kaymağın önünden geçmiştir ama fark etmemiştir. Çünkü burası yeni nesil kahvaltı mekanları gibi gösterişli, şatafatlı değil. Kendi halinde küçük, sevimli, samimi ve salaş
Kapıdan içeriye girdiğiniz zaman önce yüzünüze süt kokusu vuruyor. Kapının hemen sol tarafında ise yumurtaların, balların ve servis edilmek üzere bekleyen kaymakların yer aldığı üç kısmı çatlamış mermer tezgah bulunuyor. Tezgahın alt kısmında ise ahşaptan yapılmış eski dolap ve çekmeceler yer almakta. İçerisi öyle çok büyük bir yer değil. İçeride ikisi sağ tarafta ikisi sol tarafta olmak üzere dört adet masa yer almakta. Bunlardan iki tanesi eski masa; ahşap bacaklı mermer masalar. Diğer ikisi ise daha sonradan yenilenmiş yeni tahta masalar. Dükkanın vitrin çerçeveleri çok eskidiği, kırıldığı için değiştirilmiş. Değişmeden önce ahşap çerçeveymiş. Şimdi ise alüminyum çerçeve. Ancak bu çerçeveyi ve içerideki iki masayı değiştirdiği için müşterileri Pando Amca’ya kızmışlar. İşte bu yüzden kırık mermer tezgahı değiştirmiyormuş. Çünkü insanlar burayı kendi özüyle, doğal haliyle seviyorlarmış. Dükkanın duvarlarında çerçeveletilmiş birçok gazete ve dergi kupürü bulunmakta. Bunlar sadece bizim kendi basınımızda çıkmış yazılar değil. İngiliz dergisi Wallpaper, bir Alman gazetesi ve İsrailli bir profesörün yazıları da bulunmakta. Sabahları taze bal-kaymak ikilisi yemek isteyenlerin uğrak yeri burası. İster içeri geçer kahvaltınızı edersiniz; isterseniz de geçerken kapıdan uğrar yarım ekmek arası bal-kaymak alır yolunuza devam edersiniz. Kahvaltı seçeneği sadece kaymak değil tabi ki. İsterseniz balın, kaymağın yanına; tereyağı ile yapılmış peynirli, sucuklu ya da sade sahanda yumurta; yanına domates, salatalık, peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı tabağı; veya mis gibi bir melemen alabilirsiniz. Bunların yanına da ılık bir süt ya da sıcak bir çay alabilirsiniz.
Başta da dediğim gibi dükkanın ilk ismi Hayat Süthanesiymiş. Daha sonradan mecburi değişiklik yapılmış ve şuan ki adı olan Pando Kaymak Kahvaltı Dükkanı olmuş. Dükkanı şuan üçüncü kuşak olan 87 yaşındaki Pando Sestakov işletiyor. Dükkanı eşi, iki çocuğu ve iki yardımcısı ile birlikte çekip çeviriyorlar. Pando Amca şakacı bir yapıya sahip. Müşteriler hesap öderken bütün para verenlere ‘bir dahaki geldiğinde üzerinde bozuk para bulundur’ dermiş. Ya da hesap ödenirken çift olanlara, parayı erkek verdiyse para üstünü kadına, kadın verdiyse para üstünü erkeğe verirmiş bilerek. Yani tamamen işe biraz eğlence katmak amaçlı yapılan şeyler. Ama onu ilk defa görenler bazen bu durumu yanlış anlayabiliyor. Bu arada Pando Amca laf arasında ‘Benim asıl mesleğim tornacılık, ben torna ustasıyım. Tam yirmi yıl bu mesleği yaptım. Babam artık bırak o işi gel burada dükkanın başında dur dedi. Bende öyle yaptım’ diyor. Birde Pando Amca altı dil biliyor. Bulgarca, Rumca, Türkçe, Fransızca, Ermenice ve Kürtçe. Bütün dilleri tabi ki dört dörtlük bilmiyor ancak kendine yetecek kadar bir bilgiye sahip. Bazen dükkana yabancılar geldiği zaman bir iki cümle onların dilleriyle konuşabildiğini, yabancılar duyduğunda şaşırdığını söylüyor. Belki de akıllarından şöyle bir şey geçiriyorlardır ‘Bu yaşta biri ve küçük bir kahvaltı dükkanı işleten kişi bunları nereden biliyor’ diye. Ama hayat bu kimin kendini nasıl geliştirdiği bilinmez. Pando Amca dükkanın kuruluşuyla ilgili birkaç bir şey söylüyor: ‘‘Bu dükkanı 1895’de Beşiktaş’a dedem açtı. O zamanlar bizim Emirgan’da mandıramız vardı. Aşağı yukarıda 150-160 hayvanımız vardı. Mandıra-
dan alınan süt, yoğurt ve kaymak bu dükkanda satılmaya başlanmış. O dönemlerde Çırağan Sarayına, Ihlamur Kasrına’da biz veririrdik yoğurdu, sütü, kaymağı. Ben bunlardan sadece Dolmabahçe Sarayını hatırlıyorum. Hatta bir keresinde hiç unutmam mutemet, para almak için Dolmabahçe Sarayına giderken bende takıldım peşine. O zaman altı yedi yaşlarındayım. Saraya arkadan girerken arada bir boşluk vardı şöyle eğildim baktım. İleride masada biri oturuyor. El salladı, koştum gittim yanına. Dedi ‘kime geldin’ cevap vermedim, konuşmak yok bende. Eliyle başımı okşadı ben kaçtım. Mutemet ‘nereye gidiyorsun, kimdi o biliyor musun?’ Dedim, nereden bileyim. ‘Atatürk’tü o’ dedi. ‘Sustum baka kaldım sadece.’ İstanbul’un kalabalığı, yorucu bir şehir hayatı var. Her şeyin fabrika üretimi olduğu bir zamandayız. Buna rağmen bizi eskiye götürecek, iki çift laf edebileceğiniz, ev yapımı kaymak, taze yumurta yiyebileceğimiz bir yer var. Belki deniz kıyısındaki mekanlar gibi boğaz manzarası yok ama tarihi, sıcaklığı, samimiyeti ve tazeliği var. Bir sabah yolunuz Beşiktaş’a düşerse buraya mutlaka uğrayın derim. Burada kahvaltı etmeden bu diyardan göçüp gitmeyin.
Tarih
GEÇMİŞTEN TANID - Efe Polat-
“Tahtaya kocaman harflerle yazılan şu tanım: “Tarih geçmişteki olaylara ait bilgilerin keşfi, toplanması, bir araya getirilmesi ve sunulması bilimidir. Hard diskçi boş gençleri başlıyoruz yanlış bilgilerle doldurmaya.” Nasıl mı?”
Başlığı okuyunca ilk okul yıllarına gittik
sanırım hepimiz, üzerine onlarca isim kazınmış tahta sıramızda oturuyoruz ve önümüzde Sosyal Bilgiler kitabımız. Tahtaya kocaman harflerle yazılan şu tanım: “Tarih geçmişteki olaylara ait bilgilerin keşfi, toplanması, bir araya getirilmesi ve sunulması bilimidir. Hard diskçi boş gençleri başlıyoruz yanlış bilgilerle doldurmaya.” Nasıl mı? Örneğin şu cümleyle : Tarih, ülkelerin savaşlarıdır, barışlarıdır . Bunlarla başladık tarih hakkında yanlış düşünmeye. Aslında bize düşünme fırsatı bile verilmedi . Kitaplardaki sayfaları ezberlemekle yükümlü olduk, biz genç beyinler olarak. Lozan Antlaşması tarihi sen söyle, denildi. Öğretmen anlattı, öğrenci dinledi. Bu böyle devam edince yıllarca ne öğretmende heyecan kaldı; çocuklara Tarih bilimini ve disiplinini benimsetecek, bunun hakkında zaman harcayacak... Ne de öğrencide; ciddi bir şekilde dinleyip olaylara vakıf olma, savaşın içindeki bir asker olup, savaşı anlama isteği kaldı. Bu savaşta kaybeden biz olduk anlayacağınız. Hepimiz. Genç bir Tarihçi olarak bir arkadaşıma, yeni tanıştığım birine ya da sokaktan geçen bir insana sorarak edindim bu tecrübeyi. Ve tabi ki bu söylediklerim kişisel tecrübemle de sabittir. Buyurun birde 3 kıtada 600 yıl yıldan fazla hüküm sürmüş bir devlette, Osmanlı Devleti’nde ki Tarih yazıcılığına bir bakalım.
Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren eğitim, öğretim ve bilime çok değer verildiği görülür.. Eğitim Medrese ve Enderun’da verilmiştir. Tarih yazıcılığını ise bu konuda çok az araştırma yapılmasından dolayı dönemin yazarlarından öğrenebiliyoruz. Bu yazarlar aynı zamanda devlet görevlisi olarak da karşımıza çıkmaktadır. Özellikle II. Bayezid döneminde İdris-i Bitlisi, Kemal Paşazade ve Şemsettin Ahmet birer Osmanlı Tarihi yazmaya memur edilmişlerdir. İlk tarih yazıcılığı Vaka tarihi gibidir. Olaylar anlatılıp, bırakılmıştır. Fakat daha sonraları yazarlar tarihi doğru öğretmek ve yazmak için Osmanlı denetimindeki coğrafyalardan (Şam, Mısır, İran, Macaristan vs.) eserler çevirmiş ve arşivlerinden yararlanılmıştır. Bu konuda en güzel örneklerden biri Müneccim başı Ahmet Dede Efendi’nin Türkçe, Farsça ve Arapça 130 kaynaktan yararlanarak yazdığı Cami’üd Düvel adlı kitabıdır. Medrese ve Enderun’da öğrenciler birinci kaynak olan yani ya olayı yaşayan ya da yaşayanlardan bizzat dinlenerek yazılan bu kitaplardan tarih eğitimi almışlardır. Bu tarihe yolculuğun ardından konumuza geri dönmemiz gerekirse ; Tarih, aslında sihirlidir. Öyle ki insanı göremeyeceği günlere götürür ve böylece yaşadığı dönemdeki gelişmeleri daha iyi anlamasını sağlar. Hafızasını yitirmiş birini düşünü. İlk önce geçmişte
DIK BİR SES : TARİH neler olduğunu hatırlamaya çalışır, düştüğü duruma bir kez daha düşmemek için geçmişi düşünür. İşte tarihte böyledir. Ülkelere, içinde yaşayan her insana ayrı ayrı dersler verir ve sorumluluk yükler. Ve sorumluluğu yerine getirmeyen her insan, kurum için kaçınılmaz sonlardan örnekler sunarak onları sürekli uyanık tutar. Unutmadan konuyu desteklemesi açısında şu meşhur hikayeden de bahsetmek isterim; Japonlar küçük yaşlardaki okula başlayacak çocukları Hiroşima ve Nagazaki’ye götürerek onlara eğer dallarında en iyi olup ülkenin gelişmesine katkıda bulunmazlarsa, Tarihin tekerrür edip bir Hiroşima ve Nagazaki faciası daha yaşanılacağını anlatırlar. Yani Tarih’in ta kendisinden örnekler verilerek Japon çocukları motive edilir. Bu Tarihi terbiye ile büyüyen Japon çocuklarının Japonya’sı, bugün Dünya’nın en önemli teknoloji devlerinden birisi konumundadır. Tarih süreklidir. Birbirini takip eden olaylar arasında kesinlikle bir kopukluk yoktur. Basit bir örnek vermek gerekirse; II. Dünya Savaşı’nı anlamak için I. Dünya Savaşı’nı iyi bilmek gerekir. Çünkü Tarihte her zaman ilk olay ikincisinin sebebidir. Tarih, öğreticidir. Geçmişteki bilimsel gelişmeleri, ülkelerin değişen sınırlarını ya da hangi yüzyılda hangi mesleğin revaçta olduğunu dahi öğrenebiliriz. Tarih, bunu bize o dönemde yazılmış eserleriyle öğretir. Bu eserler büyük politikacıların günlükleri ya da sağ kollarının onların hayatını anlatan eserleri, yine dönemin gazeteleri, basılan kitapları, mahkeme kayıtları, antlaşmalar ve devlet içindeki kurumlar arası yazışmalar gibi arşiv belgeleri olabilir. Velhasıl Tarih bilimini genç beyinlere, geleceğimize iyi bina etmek gerekir. Geleceğin Tarih konusu olacak
bugünde yaşayan bizler Tarih Biliminin önemini ve gerekliliğini küçük yaşlardan itibaren gelecek nesillere kavratarak, bilinçli, kendisi ve ülkesi için yararlı Tarihçiler yetiştirebiliriz. Önemli olan doğru yöntemleri kullanmak ve gençlere Tarih bilimini sevdirmektir. Unutmayalım ki tüketen değil üreten, teknoloji satın alan değil teknoloji satan ve gelişmekte olan değil gelişmiş bir ülke olmak istiyorsak, Tarih bilimine daha çok değer vermeliyiz. efecanpolat@windowslive.com
Portre
Bizi rahatsız etmeye gelen sosyolog
Dr. Ali Şeriati -Kübra Efe“Ey özgürlük! Ben zulümden bıkkınım, esaretten bıkkınım. Zincirden bıkmışım, zindandan bıkmışım, hükümetten bıkmışım. Zorunluluktan nefret ediyorum. Seni tutsak yapmak ve bağlamak isteyen her şeyden ve herkesten bıkkınım. Hayatım, senin içindir. Gençliğim senin içindir. Varlığım senin içindir. Ey özgürlük! Kutlu özgürlük! Seni tahta oturtmak istiyorum. Ya sen beni çağır, Ya ben seni yanıma çağırayım! Ey özgürlük! Kırık kanatlı güzel kuşum! Keşke seni vahşet bekçilerinden, duvarları, sınırları, kaleleri ve zindanları yapanlardan kurtarabilseydim. Keşke kafesini kırıp seni sabahın temiz bulutsuz ve tozsuz havasında uçurabilseydim. Fakat... Benim de ellerimi kırmışlar, dilimi kesmişler. Ayaklarıma zincir vurmuşlar ve gözlerimi bağlamışlar” Ali Şeriati geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran bir yazar olmasına rağmen bugün bile onu okumaya ihtiyaç duyuyor, onun kitaplarını okuyunca birçok soruya cevap bulabiliyorum. Belki de onu diğerlerinden farklı kılan en önemli özellik budur. Okudukça yalnızlık duygum yok oluyor ve güçlü olduğumu hissediyorum. Bu yazıda İranlı Sosyolog Ali Şeriati’yi anlatmaya çalışacağım. Ali Şeriati 1933 yılında İran’da doğdu. Lisans eğitimini İran’da bitirdikten sonra Paris Üniversitesi’nde edebiyat alanında doktora yaptı. Doktorası bitip İran’a döndüğünde devleti yıkmak suçundan hapse
atılmıştır. 1965 yılında Meşhed Üniversitesi’nde eğitim vermeye başlamıştır. Şeriati, toplumun her kesimden öğrencileri etkilemiştir. Etki alanının artmasıyla devlet güvenlik ötgütü SAVAK (İran istihbarat teşkilatı) tarafından şehit edilmiştir. Şeriati’nin ilgi alanlarını kısmen de olsa şöyle açıklayabiliriz; eşitlik, özgürlük, sınıfsal yapı, kapitalizm eleştirisi, bilim ve sanat alanında özgürlük, konfor ve rehavet, Müslümanlık ve şuur. Ali Şeriati Türkiye’de etki gücü fazla olan bir yazardır. Bunun nedenlerinden birisi de İslam Kültürü ve Geleneği içinde yetişmiş olmakla birlikte Batı kültürü ve düşüncesinden de yararlanarak yeni aktif bir dil kullanmasıdır. Ezber bozan bir calışma yöntemine sahiptir. Batı’yı da dini de çok iyi biliyor ve din üzerinden bir batı eleştirisi yapıyordu. Bizlere çok önemli mesajlar veren bir sosyolog olan Şeriati’yi bir gruba dahil etmek pek mümkün değildir. Farklı bir geleneği vardır; tarihi yüceltmez, şanlı tarih aramaz, tarihin getirdiği yüklerle de derdi yoktur. Tarihin merkezine ezilenleri koyar. Vurgu yaptığı konu bilinçtir. Onun derdi Müslüman
dünyası, ezilenler, fil dişi kulelerinde yaşadığını söylediği aydın ve sosyologlardır. Marks’la, İslamcılarla, ulema ile problemlidir. Dostsuz ve yalnızdır. Şeriati kitaplarında bizlere İslam dinini çağdaş dünyaya ait bir dille yeniden anlama ve anlatma sorumluluğu yüklüyor. Batı karşışında komplekse girmenin yanlışlığından söz edip bununla nasıl başa çıkacağımızın yollarını gösteriyor.
vardır.” Yani bu üç özellik bahsettiğimiz özgür insanın benliğinde varolan özelliklerdir. Fakat “insan olma” olgusu bu üç özelliğin taşınması ile bitmiyor. Her üç özelliğinde farkındalığı önemli olandır. Bu üç özelliğide şu şekilde açıklamaktadır. Descartes’in “Düşünüyorum öyleyse varim”ına karşı “duyumsuyorum öyleyse varım”ı söyler Şeriati. Bunların temeline de Camus’un “Başkaldırıyorum öyleyse varım” felsefesini koymaktadır. İnsanın 4 zindanı olarak Doğacılık “Kendini devrimci yetistirmek “ kitabında detaylı , Sosyalizm, Tarihçilik ve 4. Olarak da insanın kendisi olarak ele aldığı genç kuşak için sorun olarak gördüğü olduğunu söyler. Buna cevaben “İnsan esiri olduğu bazı konular; düşünce fakirliği, kitap, çevre ve ortam doğa zindanından bilim, üretim ile kurtulabilir. İnsan fakirliğidir. Bu konuyu kitabında şöyle açıklamış esiri olduğu tarih zindanından öğrenerek kurtulabilir. Şeriati: “Ruhunu kaybetmiş bir genç, emperyalizmin İnsan esiri olduğu sosyalizm zindanından red, seçim tuzağına düşüyor. Ciddi, değerli ve kendini bilen ile kurtulabilir. Ancak bu zindanın bir dördüncüsü sorumlu bir tip olan diğer genç ise bize yabancı olan vardır ki, ondan kurtulmak en zorudur. O dördüncü ideolojilerin kucağına düşüyor.” Günümüze baktığımız zindan “kendi’miz-nefsimizdir. Bu zindandan kurtuzamanda bunun örneğini sıkça görmekteyiz. Bu soru- luşun tek yolu aşktır. Hesapçı ve oportünist akıldan na da cözüm olarak şunları sunmaktadır: “Ne yapmak çok yüce bir duygu olan bu aşk, son zindanın tek veya ne yapmamak sorusundan daha önemli olan nasıl anahtarıdır. İnsanın kendinden bir parça olan nefs zinkalmak sorusudur. Kapitalizm karşıtı bir yön buladanından kurtulmasının yolu kendi içsel devrimiyle mayan her din, her ideoloji her İslam, her Şiilik yenil- mümkündür. “ tezini savunur. Şeriati’nin aydın tanımgiye mahkumdur. Bunların geleceği yoktur. Bu şekilde laması da bizler için çok önemlidir. Bir şeyi inkar artık sermayedarlığın ve çekişmenin nereye eriştiği etmekle sorun hallolmuyor ve değerli olanın bilmekle malumdur. Çünkü bu Ali’nin İslami değildir”der Şeria- olacağını, aydını aydın olmayandan ayıran da bu olati. 3 temel kavramın aşk, irfan ve özgürlük olduğunu cağını söylüyor. “Eğer aydın isen, sosyolog da olmak bunlar olmadığında da kapitalizmin hakim olduğunun zorundasın ve toplumunu tanımalısın. Reddettim, vurgusu yapmaktadır. Malesef ki bizler özgürlük kabul etmiyorum gibi laflar seni kör ve cahil olmaktan isteyip kapitalizmin esiri olduk. Artık yaşam, adalet ve kurtarmaz.” Bu analiz çok önemli ve günümüz Türk özgürlüğü kapitalizmin elinden kurtarmamız gerekiaydınında eksik olan bir özelliktir. yor. Bunun içinde slogansı şeylere değilde bir mayaya, kültüre, tarihi gerçekliğe ve de sağlam temelli ruha Türkiye Şeriatiyi 80’li yıllarda özellikle dönemin ihtiyacımız vardır, Bunun da İslam’da Muhammed’in ruhuna uygun kitaplarıyla tanıdı. Ancak şimdi de ailesinde Ali’de bulduğunu söylüyor Şeriati. Ben bu gündeme gelen ve ağırlık kazanan özgürlük adalet konuda Şeriati’ye katılanlardanım. Bati karşısında, tartışmaları Şeriati’yi tekrar gün yüzüne çıkardı. Marksı okuduğumuzda komplekse girmemek için Kuşkusuz Şeriati döneminin aydını olmak dışında İslamın bu yönünü cok iyi kavramamız gerektiğini günümüz içinde önemli biridir. Bu yüzden Ali Şeriadüşünüyorum. ‘Kapitalizm geldi, İslam bozuldu’diye ti’yi yeniden okumaya ve anlama ihtiyacımız var. Batı düşünmek yerine İslam’ın buna çözümler üzerinde karşısında komplekse giren kapitalizmle mücadeleyi durmayı denersek bazı şeyler kafamızda daha netlesir. sadece Batı’ya özgü zannedenlere güç ve iktidarı ele Kendini devrimci yetiştirmek kitabı bu açıdan bizlere geçirip diğerlerini unutan kapitalizme abdest aldıran yardımcı olacaktır. Müslümanlara Ali Şeriati okumayı tavsiye ediyorum. Belki öze dönüş bu şekilde mümkün olur. Ali Şeriati, ‘İnsanın dört zindanı’ kitabında insanı tanımlarken şöyle der: “İnsanın üç özelliği kubraefe@gmail.com vardır: İlk olarak bilinçli varlıktır. İkinci olarak seçme yeteneği vardır. Üçüncü olarak yaratıcı özeliği
Foto Haber
Sokağın -Emre Ceylan-
Onlar sokaklarda sanatını sürdüren insanlar. Kimisi duymuyor, kimisi görmüyor, kimisinin de tek geçim kaynağı bu. Bazısı bunun dışında özel dersler veriyor. Kimisi tek başına kimisi de birkaç arkadaşıyla. Ama hepsinin ortak noktası sokaklar... Daha çok caddelerde ve metro girişlerinde sanatlarını icra ediyolar. Hepsi de belediye tarafından destekleniyor. Hepsi de işlerini severek yapıyor. Hergün sokakta seslerini duyurmak için değişmeli olarak yerlerini alıyorlar. Bu ay Sokağın Sanat-çılar-ı’nı foto haber bölümüze taşıdık...
Sanat-癟覺lar-覺
Kitap Kralın güzeller güzeli eşi
Nefertari - Handan Aşık-
“Bütün dünyayı gezmek vardı hayallerimin arasında hem de karış karış… Her milletten insan tanımak isterdim... Onların duygularını, düşüncelerini ve yaşantılarını da her zaman merak ederdim... İstediğim gibi gezemedim çok fazla insanla da tanışamadım ama çok kitap okudum ve okudukça tanıdım insanları, gezmiş gibi anlatabildim şehirleri, ülkeleri... Belki çok gezemeyebiliriz ama çok okuyabiliriz okudukça da uzakları yakın ederiz kendimize. Seyyah olamazsınız belki ama düşsel gezgin olabilirsiniz okuduğunuz her kitapla yeni farkındalıklar edinebilirsiniz.” İnsanı, hayvanı ve doğayı sevmek istiyorsanız öncelikle onları tanıyıp onlar hakkında bilgi sahibi olmalısınız… Bu bilgilere ulaşmanın en kolay yolu da okumaktır. Okudukça daha iyi tanır, tanıdıkça daha çok severiz sevdikçe de sahip çıkarız. Bu yüzden önemlidir okumak. Bu sayıdaki misafirimiz ise 2. Ramses... Fransız yazar Christian Jacq gerçek ve düş gücünü harmanlayarak bu beş kitapla II. Ramses’i anlatmıştır. Yazarın özgeçmişine dair kısa bilgilendirme yapmadan geçmek istemiyorum. Cristian Jacq 1947’de Paris’de dogmuş, Sorbonne Üniversitesi’nde Mısır bilimi (Egyptology) ve arkeoloji eğitimi
görmüştür. Eski Mısır konusunda doktora yapmış ve 1986’da doktora tezi Editions du Rocher tarafından da yayınlanmıştır. 20 bilimsel makale yayınlamış, “Büyük Firavunların Mısır’ı” adlı makalesi 1981’de Academie Française ödülünü almıştır. 1987’de yazdığı “Mısırlı Champollion” adlı romanıyla dikkatleri çekmiş ve ona büyük bir ün kazandırmıştır. -IŞIĞIN OĞLU -MİLYONLARCA YILIN TAPINAĞI -KADEŞ SAVAŞI -EBU SİMBEL’İN KRALİÇESİ -BATI AKASYASININ ALTINDA Bu kitapları görmeden önce ne II. Ramses’e ne de Antik Mısır’a dair fikrim vardı hatta Antik Mısır hakkında ki bilgilerim kulaktan dolma bilgilerdi. Ama kitabı elime aldıktan sonra II. Ramses’i ve Mısır’ı hayal edemeden uyuyamaz oldum... Hayali öğelerle gerçeğin birleştiği bir roman olsa da insan okudukça II. Ramses’e, Nefertari’ye, Güzel İset’e, Ramses’in yakın çevres-
ine ve ailesine dair birçok bilgiye ulaşıyor. Günümüze kadar ulaşan ‘Ebu Simbel Tapınağının’ nasıl inşa edildiğini ‘Pi-Ramses Şehri’nin’ oluşum aşamalarını satır satır okurken hayranlığınız artmaya devam ediyor. Kitapları okurken hiç sıkılmıyorsunuz, aksine merakınız her satırla biraz daha artıyor. Antik Mısır’a dair çok ilginç bilgiler ediniyorsunuz. Tapınakların nasıl inşa edildiğini ve bu devasa yapıların kimler tarafından inşa edildiğini de öğreniyorsunuz. II. Ramses kısa sürede bir şehir kurduruyor, bu şehir Pi-Ramses (Ramses’in Şehri) peki bunu nasıl başarıyorlar? Tapınak taşları Yahudi taş ustaları tarafından yapılıyor ve onlar bu konuda çok iyiler. Arı gibi çalışma tabiri bu işçiler için en iyi açıklayıcı cümledir. Yahudiler tek tanrıya inanıyor olmalarına rağmen Firavunun emrinde çalışmaktan rahatsızlık duymuyorlar. Adalet ve hak ettikleri ücret kendilerine sunuldukça da onlar için sorun oluşmuyor. Romanları okurken sık sık Tanrı isimleri ile karşılaşıyorsunuz. Günlük hayatta da duyuyoruz bu isimleri aslında, peki kim bu Tanrılar? İlk önce Antik Mısır tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Tanrı RA ile başlayıp diğerleriyle devam edeyim. Ra: Mısır mitolojisinde Güneş Tanrısıdır. Güneş Ra’nın sembolüdür. Merkezi Heliopolis dir. Başında bir disk bulunan şahin kafasıyla sembolleştirilmiştir. Amon: Teb’in Baş Tanrısıdır. Saklı olan anlamına gelir. İlk Tanrılardan biridir. Kutsal hayvanları kaz ve koçtur. Ünlü Amon Tapınağı Karnak dünyanın en büyük dini yapısıdır. Amon ‘hoşnut olan –hoşnuttur’ anlamlarına gelir. Aten: Tek tanrı olarak kabul edilmiş ama bu inanç uzun sürmemiştir. Hathor: Mısır mitolojisinde en önemli tanrıçadır. Horosun evi anlamına gelmektedir. Horus: (haru,hor) Eski Mısır mitolojisinde gök
(güneş) tanrısıdır. Şahin başlı olarak tasvir edilir. Maat: Mısır’ın doğruluk ve adalet tanrıçasıdır. Thoth: Bilgeliğin tanrısı. Yazma akıl ve ay tanrısı özelliği ile anılmıştır. İbiş kuşu başıyla temsil edilmiştir. Bu kitaplar size Antik Mısır tarihi hakkında bilgiler verecektir. Mısır Firavunlarından II. Ramses’in nasıl bir yönetici, savaşçı, stratejist ve tanrı-firavun olduğunu göreceksiniz. Kısa bir girişle Ramses’i anlatmak istiyorum. II. Ramses kimdir? Nedir onu önemli yapan? I. Ramses’in torunu ve Yeni krallık döneminin 2. Firavunu olan Seti ve Kraliçe Tuya’nın oğludur. Tahta geçtiğinde 23 yaşındadır ve Mısır’ı 67 yıl yönettiği söylenir. Gözü kara, zeki, ileri görüşlü adil bir yöneticidir. Hayatının kadını
Nefertari olmuştur fakat güzel İset’ten de bir oğlu vardır. III. Hattuşili (Hitit Kralı) ile yaptığı Kadeş Antlaşması üçüncü kitabın konusunu oluşturur. Kadeş Savaşı’nda kimin galip geldiği kesin olarak bilinmesede da yakın doğuda yapılmış ilk antlaşma olması tarihi açıdan büyük önem taşır. Ebu Simbel tapınağı II. Ramses tarafından yaptırılmıştır ve bu tapınak günümüze kadar gelmeyi başarmıştır. Ramses isyancıları bastırmak için Nubya çölüne gelir küçük bir birlikle… Dostu Setau yılanlar konusunda bir uzmandır. Tehlikeli yılanları gizlice isyancıların üzerine salarlar. İlginç bir taktik uygulayarak isyancıları bastırırlar. Yılanlar Setau’nun adeta askerleri konumundadır. İsyancıları etkisiz hale getirdikten sonra Ramses bir fili takip ederek Ebu Simbel’e ulaşır ve oraya iki tapınak yapmaya karar verir. Bu tapınakları tanrılara ve Nefertari’ye adamıştır. Tapınak yapımı uzun uzun zaman almıştır. Bu romanları okurken kendinizi sık sık roman karakterlerinin yanında hissedeceksiniz. Mısır’ın kavurucu sıcağı sizi de yakacak. Ramses’in Nefertari’ye olan tutkusunu görüp aşka bir kez daha inanacak bir kadının asilliğini belirleyen şeyin statü yerine, kalbinin güzelliği olduğunu göreceksiniz. Setau’yu, Ameniyi ve Seramana’yı tanıdıkça dostluğu göreceksiniz. Ramses’in dev aslanı ve köpeği de diğer dostları olarak gönlünüzde yer edinecektir. Yahudi Musa’nın haksızlığa uğramasına üzülecek, Ramses’in kardeşi Şenar’ın taht mücadelesinde ne kadar aşağılık olduğunu, ablası Dolant ve eniştesini tanıdıkça paranın, gücünü insanlara neler yaptırabileceğini öğreneceksiniz. Herodot’u ve Spartalı Helen’i de burada bulacaksınız. Helen’in Mısır’dan neden gittiğini ve nasıl öldüğünü de burada okuyacaksınız. Ramses’in askeri dehası ve muhteşem bir inancı var. O ne de olsa bir Tanrı-Kraldı ama ona hayran olmamak eliniz de değildir. Ebu Simbel tapınağının yapılışını mimari bir çalışmayı izliyormuş edasında okuyacaksınız. Bu tapınakla Nefertari’yi geleceğe taşıyan Ramses aslında aşkın ve aşkının büyüklüğünü de kanıtlamış olacaktır. handan.ist@hotmail.com
Tiyatro
GÜNLERDEN TİYATRO - Elif CengizKalktığım gibi aklımda bu oyun var. Ön sıralardan en iyi koltuğu kapmak için biletlerin satışa çıkmasını bekledikten, 1 ay önceden yerimizi hazır ettikten sonra sonunda beklenen gün geldi. Şark Dişçisi, Tarla Kuşuydu Juliet ve İstanbul Efendisi’ndeki oyunculukları ve yönetmenlikleriyle beni kendine hayran bırakan Engin Alkan’ı bildiğimden oyunu daha gitmeden seviyorum. Daha önce Üniversitelerarası Tiyatro Festivali’nde seyrettiğim, yönetmenliğini yine Engin Alkan’ın yaptığı, Yeditepe Üniversitesi Tiyatro Kulübü öğrencilerinin oynadığı Vişne Bahçesi’ne yüksek bir beklentiyle gidiyorum. Daha ilk dakikalarında seyirciyi içine alan oyun sonuna kadar başka hiçbir şey düşünmemize izin vermiyor. Her karakterin kendi içindeki dramı ve bütünlüğü oyuna iyice girmemizi sağlıyor. Eminim oyunu seyreden herkes bir karakteri kendiyle özdeşleştirmiştir. Bu da Çehov’un insanı nasıl güzel anlayıp betimlediğini göstermektedir. Karakterler sanki bugün yazılmış gibidir. Lopahin o arsızlığıyla, Ranyevskaya umursamazlığı, Gayev bilmeden fikir sahibi olmasıyla kesinlikle bugünün insanıdırlar. Ve Şarlotta… Unutulmuşluğu, kaybolmuşluğu ve yalnızlığıyla Şarlotta. Herkesin içinde sakladığı Şarlotta. Oyun bitiyor. Tatmin olmuş ve beklediğimden de fazlasını almış bir halde, gurur dolu bir o kadar da mütevazı bu ekibi alkışlıyorum. Tüm salon ayakta. Alkışlamak yetmiyor koşup sarılmak istiyorum her birine. Oyunu seyrederken Çehov’un bunu nasıl bir ortamda, nasıl bir ruh haliyle yazdığını düşünmeden edemiyor insan. Dedesinin özgürlüğünü satın alan bir serf olduğunu öğrendiğimde hiç şaşırmıyorum. Gençliğini
mücadele içinde geçiren Çehov 44 yıllık ömrü boyunca Martı, Vanya Dayı, Üç Kızkardeş’in de aralarında bulunduğu birçok eser kaleme alıyor. Eleştirmenler tarafından ustalık eseri sayılan Vişne Bahçesi’ni ise hayatının son yıllarında veremle savaşırken yazıyor. İlk kez 17 Ocak 1904’te sahnelenen Vişne Bahçesi’ni seyreden Çehov, Stanislavski’nin oyunu yanlış yorumladığını düşünüp ‘Oyunum dram değil, bir komedi, hatta yer yer bir fars’ demiştir. Vişne Bahçesi; Engin Alkan’ın arkasına Çehov’u alarak önüne o muhteşem oyuncu kadrosunu katıp alıp yürümesiyle gerçekten görülmeye değer. Zengin, aristokrat bir ailenin tüm fertlerinin ‘çalışmak’ kavramına ne kadar uzak olduklarını, en değer verdikleri vişne bahçeleri bile ellerinden giderken akıllarına çalışmayı getirmemelerini konu edinen Vişne Bahçesi Rus aristokrasisinin 19.yy. dönemini de kısa kısa ele alıyor. Son olarak oyuna ve oyunculara başarılar dilemek bana düşmez ama en azından emeği geçenleri tebrik edip henüz seyretmemiş olanlara tavsiye edebilirim. İyi seyirler. cengizelifelif@hotmail.com
Dans
DANS BİZİMLE DOĞDU - Büşra İlarslan -
“Kelime anlamı İspanyolca’da ‘SOS’ ya da ‘SALÇA’ anlamına gelen salsa, tadını kelime anlamında da olduğu gibi içinde barındırdığı çeşitli baharatlardan alır. Salsa’da esas olan farklı lezzetlerdeki figür ve ritimlerin birleşiminden yeni fakat eski tadını da anımsatan bir lezzet yaratmaktır.” Dans insanlığın varoluşuyla ortaya çıkmıştır. Esasında insanların ilk iletişim aracıdır.
Yukarıda bahsettiğim homojenleşmiş danslardan en bilineni olan “Salsa”yı ele alalım.
İlk insanlar başta anlamsız olan hareketlerini seslere kulak vererek anlamlandırdılar. Böylelikle dans, insanlık tarihiyle birlikte doğmuş oldu (Bir sanat dalı olarak kabul edilmesi rönesans ile gerçekleşmiştir). Bu sebeple dans tüm insanlığın ortak dilidir, tek bir topluma mal edilemez.
Kelime anlamı İspanyolca’da ‘SOS’ ya da ‘SALÇA’ anlamına gelen salsa, tadını kelime anlamında da olduğu gibi içinde barındırdığı çeşitli baharatlardan alır. Salsa’da esas olan farklı lezzetlerdeki figür ve ritimlerin birleşiminden yeni fakat eski tadını da anımsatan bir lezzet yaratmaktır.
Dans insanlığın ortak dilidir, fakat yorumlanışı ve sergileniş şekilleri açısından kendi içerisinde farklılıklar da göstermektedir. Bu farklılıklar dansı çeşitli gruplara ayırmıştır. Söz konusu ayrımın temel nedenlerinden en etkilisi tabi ki kültürel farklılıklardır. En başta her toplum dansını kültürü çerçevesinde icra etmiş ve bir şekilde sonraki nesillere aktarmıştır. Bu aktarımlarda; bazı dans türleri (Horon, Zeybek, Kore Geleneksel Dansı vb.) temel öğelerine başka ögeler katmamaya çalışarak danslarını orjineline en yakın şekilde yaşatırken, bazı dans türleri ise (salsa gibi) dünyanın küreselleşmesiyle başka kültürlere ait dans ve müziklerden etkilenmiş hatta etkilenmekten de öte geçip diğer bir kültüre ait olan melodi ve figürler ile kendi ögelerini birleştirekek yepyeni bir görüntü kazanmıştır.
Salsa’ya homojen dedim, çünkü salsa birçok dans ve müziğin mükemmel karışımı sonucunda günümüzde varlığını sürdürmektedir. Farklı kültürlere ait ritim ve figürler öylesine karışmıştır ki Salsa’nın hangi ülkede doğduğu kesin olarak söylenemez.
Salsa dansının 1930 ya da 1940’larda Küba’da başladığı söyleniyor. Aslında tartışma sayfalarına baktığınızda, Portoriko’lular ve Kübalılar arasında, Salsa’nın kendilerine ait olduğuna dair derin tartışmalar var. Hatta Afrikalılar da Salsa’yı sahiplenme konusunda bir hayli iddialılar. Derinlere indikçe, sonradan “Danzon” adını alan ve Haiti’den kaçan Fransızlar tarafından adaya getirilen, İngiliz/Fransız Country Müzik’i,Rumba ve Afrika kökenli birçok dansla (Guaguanco, Colombia, Yambu) harmanlanmaya başladı. Ve bugün bilinen Salsa ile neredeyse aynı özelliklere sahip olan, Küba’nın simgesel müziği ve dansı “Son” bu karışıma eklendi. Akabinde, oluşan bu yeni dans başka ülkelerde de sergilenmeye başlandı. Porto Rico, Dominik Cumhuriyeti, Colombia bu ülkelerden bazılarıdır. Bu dans para kazanmak amacı güdülerek orkestralar aracılığıyla Mexico City ve New York’a taşındı. Bu şehirlerdeki yatırım ve tanıtım olanaklarının bolluğu bu dansa ticari bir görünüm kazandırdı. Böylelikle ‘Salsa’ terimi New York’ta doğmuş oldu... Ve günümüzde salsa dünyada olduğu gibi ülkemizde de popülerliğini arttırarak gelişimini sürdüren bir dans halini almıştır... Günden güne artan dans okullarında yetişen Türk dansçılar imkanlarında arttırılmasıyla gerek ülkemizde TDSF( Türkiye Dans Sporları Federasyonu )’nin katkılarıyla hazırlanan yarışmalarda, gerekse Avrupa ve Dünya çapındaki yarışmalarda kendilerini göstermekte, başarılarıyla göğsümüzü kabartmaktadır... Yalnızca Salsa’da da değil; oryantal, bale, hip hop , tango ve Anadolu kültürümüzün bir parçası olan folklör gibi dans alanlarında önemli adımlar atılmakta ve başarılar elde dilmektedir. Gurur duyduğumuz dansçılarımızdan bir k
açını şöyle sıralayabilirim. Tan Sağtürk, Aytunç Bentürk, Zadiel Şaşmaz ( Türk kökenli dansör. Zenneliğin en başarılı temsilcilerinden biri. Osmanlı’nın günümüze kalan geleneksel figürlerini dünyaya tanıtan dansçı. ), Burju Perez ( Türk salsa dansçısı ), Oğulcan Borova ( 2003 New York Uluslararası Bale Yarışması’nda dünya şampiyonu oldu.), Kadir Okurer ( Balet. Katıldığı yarışmaların neredeyse tümünden ödül kazandı.), Yağız Bankoğlu-Melisa Sahra Katılmış(2012 IDO World Dance Olympiad World Cup Salsa Couples Şampiyonu oldular. Aytunç Bentürk ve Duygu Ural’ın 2004 yılındaki şampiyonluklarından sonra şampiyonluk kupasını ülkemize kazandırıp bayrağımızı birincilik kürsüsünde dalgalandırdılar.) ve elbette gururumuz ANADOLU ATEŞİ Dans Topluluğu... Bu isimler dünya çapında ün kazanmış dansçılarımızdan yalnızca ilk akla gelenler. Daha nice birincimiz, nice danslarıyla dünyada gönüllere taht kurmuş dansçımız var... Tek bilmemiz gereken dans da bir spordur, duygudur, hislerimizin dışa vurumudur... Bizimle doğar, içimizde yaşar... Ta ki biz ölene kadar. busrailaslan@hotmail.com