Son bizimle başlar...
Sayı : 2 Aylık Kültür- Online Dergisi Yıl : 2013
İçindekiler
Foto Haber: Çılgınlıklarına halkı da ortak eden diktarör:
Sinema:
Spor:
Heil Hitler
Sinemada Uyarlama
Kitap: Rüyasının peşinden giden düşen bir
SİMYACI
İçimizdeki İrlandalılar...
Porte: Tarih:
Düşüncelerinin Kurbanı Bir Gazeteci:
ABDİ İPEKÇİ
OSMANLI SARAYINDA İKİ GARİP İDAM:
İPŞİR PAŞA VE NEF’İ
Tiyatro:
Bu topraklar yaşayanların
ANTİGONE
Genelevde Doğan Dans: Çocuk: TANGO
Büt Dergisi Aylık Kültür- Online dergisi
Editör
Mustafa Doğan
Yazı İşleri
Emre Ceylan Efe karasu
Reklam Mısra Yıldız
Grafik Tasarım Mustafa Doğan
Yazarlar Emre Ceylan Efe Karasu Ege Küçükkiper Efe Polat Müge Gül Uğur Ugan Kübra Efe Elif Cengiz Büşra İlarslan
Online Dergi
www.butdergisi.com Facebook http://www.facebook.com/butdergisi
https://twitter.com/ButDergisi
Bize ulaşmak için info@butdergisi.com
Editör
Eğitim-siz- Mustafa Doğan-
Merhabalar, Sayın okuyucu. Bu yazımda si-
zlere, eğitimde ve her alanda var olan yanlış sistemden bahsedeceğim. Öğrenmenin yöntemlerinden, ezberciliğin kötülüğünden dem vuracağım. Konumu 3 idiots filminden ufak bir alıntıyla açacağım. Filmin asıl amacı bozuk eğitim sistemini eleştirmek. Bana kalırsa da bunu çok iyi başarmışlar. Öğretmen derse başlar. Derste sorar; “makine nedir?” Sınıfta parmaklar kalkar fakat öğretmen sınıfta gülen bir öğrenciyi (Ranço) gözüne kestirir ve ona mecburi bir söz hakkı verir. Ranço soruyu “Bir makine, insanın daha az emek harcamasını sağlayan herhangi bir şeydir.”diyerek basit bir dille açıklar. Öğretmen daha da ayrıntı ister. Ranço başlar, “İşi kolaylaştıran ya da zamandan kazandıran herhangi bir şeydir makine. Sıcak günlerde bir tuşa basarsınız serin hava gelir… Klima, bir makine. Kilometrelerce uzaktaki arkadaşlarınızla konuşursunuz… Telefon, bir makine. Saniyeler içinde milyonlarca işlem yapar... Hesap makinesi, bir makine. Etrafımız makinelerle dolu. Kalemden fermuara kadar hepsi makine.”der. Elini pantolunun fermuarına götürerek aşağı yukarı fermuarı oyanatır. Ögretmen kızgın bir şekilde tanım ister. Ranço’da tanım yaptığını söyler. Ögretmen tekrar kızgın bir şekilde “Sınavda bunu mu yazacaksın? (kendi pantolunun fermuarını oynatarak) Bu bir makine, aşağı yukarı.”diyerek başka kişiden tanım ister. Parmak kaldıran bir öğrenci makinenin kitaptaki tanımını ezbere bir şekilde söyler. Ögretmen cevabı mükemmel bulur. Cevabı vermiş öğrenci mutlu bir şekilde yerine oturur. Ranço, kendisininde kitap tanımını daha basit bir dille anlattığını söyler. Ögretmen daha basit bir dil
istiyorsa, güzel sanatlar okumasını tavsiye eder. Ranço “Yapılan tanımın anlamını da bilmemiz gerek miyor mu? Sadece kitaptaki tanımı ezberlemenin anlamı nedir ki?”diyerekten karşı çıkar. Ögretmen “Kitaptan daha mı zeki olduğunu söylüyorsun? Geçmek istiyorsanız kitaptaki tanımı yazacaksınzı küçük bey.”diyerekten Ranço’yu aşağılar ve dışarı çıkmasını ister. Ranço nedenini sorar ama öğretmen fazla uzatmadan basit bir dille “dışarı” der. Öğrenci dersten çıkarken, öğretmen derse geri başlar. Ranço birden durup sınıfa geri döner. Öğretmen neden geri döndüğünü sorar. Ranço bir şey unuttuğunu söyler. Öğretmen ne unuttuğunu sorar. Ranço “Görsel ya da dokunsal yollarla; aydınlanma, anlama, bilgiyi artırma, beyin eğitilmesi amacıyla yapılmış olan; resimli, resimsiz, kaucuk kapak, kağıt kaplama, jelatinli, jelatinsiz türleri olup; içerisinde önsöz, tanıtım, fihrit bulunan, bilgileri kaydeden, analiz eden özetleyen organize eden aletttir.”der. Kısa bir şaşkınlık ve sessizlikten sonra öğrtmen onun ne olduğunu sorar. Ranço bunun bir kitap olduğunu söyler ve alabilir miyim diye de ekler. Öğretmen daha basit bir dille neden söylemediğini sorar ve Ranço, “Az önce denemiştim efendim. Ama basitçe işe yaramadı.”der. Bu kısa alıntıyla eğitim sistemimizdeki ezberciliğin ne kadar kötü olduğunu, ezberden çok öğretmeye başladığımızda daha başarılı bir geleceğe ulaşacağımız apaçık bellidir. Ezberin kötülüğü, neslin yok olmasına neden oluyor. Yok olan neslin “var oluş” için de çabalaması beklenemez. Basit bir dille yok olmamak için; Ezberleme, Öğren!
S por
İçimizdeki İrlandalılar... -Efe Karasu“Büyük Patates Kıtlığı” yaşayan İrlanda halkına yardım eli uzatan bir Osmanlı padişahı. Yapılan Osmanlı yardımı unutmadıklarını görmek için İrlanda’nın Drogheda United futbol takımının amblemine bakmak yeterli.
İrlanda halkı, Büyük Patates Kıtlığı
nedeniyle aç kalırken Osmanlı Devleti bu duruma kayıtsız kalmadı. Birleşik Krallık içinde üvey evlat muamelesi gören İrlandalılara yardımda bulunan Sultan Abdülmecid, o dönemde iki millet arasında bağları sımsıkı bağladı. O bağlar günümüzde bile hala çözülmedi. Bu bağı görebilmek için İrlanda’nın Drogheda United futbol takımının amblemine bakmak yeterli.
Avrupa Birliği’ne üye olduktan sonra ekonomisi hızla büyüyen ve Kelt Kaplanı ünvanını alan İrlanda’nın tarihinde büyük bir trajedi yatmaktadır. 19. yüzyılda yoksul İrlanda halkının temel tüketim maddesi patates idi. 1845 yılında İrlanda’da patateslere bulaşan phytophthora infestans mantarı, o yıl patates üretimini %45 düşürdü ve ertesi yıl ise patates üretiminin tamamını yok etti. Patatesteki hastalık nedeniyle üretimin tamamen durmasının ardından adına ‘Büyük Kıtlık’, ‘Büyük Patates Kıtlığı’ denilen büyük bir trajedi yaşandı. 1849 yılına kadar
yani dört sene boyunca şiddetle süren bu felaket sırasında insanlar yeterli bir şekilde beslenemedi ve bu durum çeşitli hastalıklara yol açtı. Açlıktan ve hastalıklardan yaklaşık 1.5 milyon insan hayatını kaybetti. 2 milyon insan ‘tabut gemi’ ismiyle anılan teknelerle ABD, İngiltere ve Kanada’ya göç etti. Teknelere ‘tabut gemi’ denmesinin sebebi bu tekneler ile göç eden insanların bir çoğunun yolda veya göç ettikleri yerlerin hastanelerinde hayatlarını kaybetmiş olmalarıydı. Yolculuklarını sağ salim tamamlayanları ise yine büyük sıkıntılar bekliyordu. Göç ettikleri yerlerde Katolik olmalarından dolayı ikinci sınıf insan muamelesi gördüler.
Kıtlığın ana nedeni patatesteki hastalık mı yoksa İngiltere mi? Bir dönem İngiltere’nin sömürgesi olan İrlanda, İngiltere’nin kurduğu Birleşik Krallık’a 1801 yılında dahil edilse de yasalar, Katolik olan İrlanda halkının toprak sahibi olma ve toprakları 31 yıldan fazla kiralama hakkını engelliyordu. Bu durum halkın, Protestan İngiliz toprak sahiplerine ödediği kiraları oldukça pahalılaştırdı. Zaten yoksul olan halk, toprakları kısa süreli kiralamalar dışında elinde tutamadığı için üretim artışını ve karlılığı gözetmedi. Ödediği yüksek kiralardan arda kalan paralarıyla küçük arazilerde kendi geçimlerini sağlayacak kadar, ucuz ve besleyeci olan patatesi üretti. Patateste görülen hastalıkla beraber İrlanda’da devam eden sömürge düzeni patlak verdi. Büyük Kıtlık’ın ana sebebi aslında bu sömürgeci düzenin dayatmalarıydı. Yaşanan
trajedi sırasında İrlanda’da bulunan İngiltere’nin hükümet temsilcisi Lord Clarendon, başbakana yolladığı mektupta durumu şöyle özetliyordu: “Ne yaparsak yapalım, eleştiriye muhatap olacağız. Bu insanların yaşaması için müdahale etsek iktisatçılar bizi eleştirecek, onları ölmeye bıraksak, bu kez hayırseverler.” Bu durum değerlendirmesine cevap olarak İçişleri Bakanı George Gray şöyle demişti: “İnsanları ölmeye bıraktığı için hükümet ağır biçimde suçlanabilir ama kamu kaynaklarını bu amaçla kullanırsak, çok daha ağır biçimde suçlanacağız”. İngiliz parlamentosu ise yapılacak olası bir yardımı “halkın bir bölümünün vergi mükelleflerinin sırtından beslenmesi” olarak gördü. Bu görüşe göre Kraliçe Victoria’nın ‘üzerinde güneş batmayan’ Britanya İmparatorluğu’nda, insanlık güneşi çoktan batmıştı.
Osmanlı, İrlanda halkına yardım eli uzattı Dönemin Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecid, İngiltere ile rakabet halinde olan Fransız gazeteleri sayesinde İrlanda’daki Büyük Kıtlık’tan haberder oldu. Bunun üzerine İr-
landa halkına 5 bin pound değerinde bir yardım yapmak istediğini İngiliz hükümetine iletti. Abdülmecid’in bu isteği hoş karşılandı fakat İngiliz hükümeti Osmanlı’nın yapabileceği yardımın bin pound seviyesinde olabileceğini söyledi. Öyle ki Kraliçe Victoria bile kendi halkına 2 bin pound değerinde bir yardımı uygun görmüştü, bu miktar yabancı bir hükümdar tarafından asla geçilmemeliydi. Bunun üzerine Abdülmecid, İrlanda’ya 3 gemi ile birlikte 4 bin pound değerinde buğday ve Osmanlı parasıyla bin altın değerinde maddi yardım gönderdi. Dublin’e ulaşan gemilerin, burada yüklerinin boşaltmasına izin verilmeyince, gemiler daha kuzeyde bulunan Drogheda Limanı’na demirledi ve gönderilen yardımı İrlanda halkına ulaştırdı. Bunun üzerine İrlandalılar Abdülmecid’e bir teşekkür mektubu gönderdiler. Bu mektubun bir bölümünde şu ifadeler yer alıyordu: “Majestelerinin bu zor durumdaki insanların yardım talebine verdiği mertçe cevap büyük Avrupa devletlerine kıymetli bir örnek olmuştur. Bu, vaktinde yapılmış hayırlı davranış, pek çok kişiyi ferahlatmış ve ölümden kurtarmıştır.’’
Drogheda United takımının armasındaki ay yıldız...
2010 yılına ülkemizi ziyaret eden İrlanda Cumhurbaşkanı Mary McAleese, Büyük Kıtlık sırasında Sultan Abdülmecid’in İrlanda’ya yaptığı yardımı anımsatarak: “İrlanda halkı bu eşine az rastlanır bonkörlük girişimini asla unutmadı ve bunun sonucunda sizin bayrağınızdaki semboller, bu güzel yıldız ve hilali bölgenin sembolü haline getirdiler. Hatta futbol takımının formalarının üzerinde de bu güzel Türk sembollerini görüyoruz” demişti. Cumhurbaşkanın işaret ettiği futbol takımı, İrlanda Premier Ligi’nde yer alan Drogheda United ekibidir. 1975 yılında kurulan Drogheda United, maçlarını 2 bin seyirci kapasiteli Hunky Dorys Park stadyumunda oynamaktadır. Drogehda United ekibi 2007 yılında ilk kez İrlanda Premier Ligi şampiyonluğunu kazandı. Şampiyon olduktan sonra maddi anlamda oldukça sıkıntılı günler geçiren kulüp, geçtiğimiz sezon 57 puan ile ligi ikinci bitirerek UEFA Avrupa Ligi elemelerine katılmaya hak kazandı.
Kıtaları aşan kardeşliğin rengi: Bordo - Mavi Drogheda United kulübü, resmi internet sitelerinden yayınladığı bir duyuru ile Trabzonspor takımıyla resmi olarak kardeş kulüp olduklarını ve bundan büyük mutluluk duyduklarını açıklamıştı. Bu kardeşliğin temelini Drogheda limanına yardım getiren Osmanlı gemilerinin attığını söylesek herhalde yanlış olmaz. İki kardeş
kulübün ortak noktası ise renklerinin bordo ve mavi olmasıdır. İki takımın taraftarları sosyal mecrada muhabbet edip birbirlerine kendi takımlarına ait eşyalar yolladıkları biliniyor. Droghedalılar Trabzon’a, Trabzonsporlular da Drogheda’ya kardeş takımlarının maçlarını izlemeye gidiyorlar. Önümüzdeki mart ayında bu iki kardeş takım bir dostluk müsabakasında karşı karşıya gelecekler.
Titanic mi? Famine mi? Bu yıl vizyona girecek olan, Osmanlı’nın Büyük Kıtlık sırasında İrlanda’ya yaptığı yardımı konu alan ‘Famine’ filminin senaristi “Bu film Titanik’ten daha etkileyici olacaktır.” açıklamasında bulunmuştu. Bu iddiayı Fam-
ine’yi izledikten sonra tartışabiliriz ama filmin konusunun Titanic’ten daha etkileyici oluğu kesin. Bazı tarihçiler, Drogheda United’ın amblemindeki ay ve yıldızın Famine’ye konu olan yardımdan dolayı değil de İngiliz Kralı II. William’a ait kılıcın üzerindeki “ay-yıldız” motifininden geldiğini iddia ediyor.İrlanda’nın en yetkili ağzı olan Mary McAleese’nin açıklamaları ise bizi ikna edici düzeyde. Kaldı ki bu ve benzeri iddialar doğru olsa bile kendilerine Kraliçeleri Victoria’dan daha merhametli davranan Abdülmecid sayesinde kalpleri Türkiye ve Trabzonspor için atan İrlandalıların var olduğunu biliyoruz. Gerisi teferruat olsa gerek... efekarasu@gmail.com
Sinema
Başlangıçta yapılan roman veya oyun uyarlamaları, esere daha sadık kalınmış, bazıları ise eseri birebir yansıtmayı başarmıştır. Eserin aynısını, yaratıcılık katmadan, hiçbir yerinde değişiklik yapmadan beyazperde aktarmak, ne kadar başarının ölçütü olabilir? Uyarlama yapılırken, senariste ne kadar pay düşer?
SİNEMADA UYARLAMA -EGE KÜÇÜKKİPER-
Sinemanın başlangıcından
çekiyor ise, sırf değişiklik yapmak için, senarberi, ister bir romandan, ister istin yaratıcılıktan uzak durması gerektiğini bir tiyatro oyunundan beyaz- düşünüyorum. Yönetmen elbette filmi nasıl çekeceğini, kendi hayal gücü doğrultusunda perdeye uyarlanan, sayısız belirleyebilir. Zaten sinema da esas iş yönetfilm yapıtı ortaya çıkmıştır. menindir. Uyarlamalarda bile. Senarist, esHatta yıllar ilerledikçe, ödül ere fazla dokunmadan, özüne sadık kalarak, törenlerine , “en iyi uyarlama senaryo” dalı eklenmiştir. herhangi bir karakter çıkarımı veya eklemesi yapmadan, vermek istediği mesajı, yazarın Başlangıçta yapılan roman veya oyun uyarlamaları, esere çerçevesinden değerlendirip, izleyiciye sunmadaha sadık kalınmış, bazıları lıdır. En azından ben bu şekilde düşünüyorum. ise eseri birebir yansıtmayı başarmıştır. Eserin aynısını, Yaşar Kemal’in iki eseri sinemaya yaratıcılık katmadan, hiçbir uyarlandı... yerinde değişiklik yapmadan beyazperde aktarmak, ne kaTürkiye Cumhuriyetinin yetiştirmiş olduğu dar başarının ölçütü olabilir? en önemli yazarlardan biri olan Yaşar Kemal’in Uyarlama yapılırken, senarşimdiye kadar yalnızca iki eseri sinema filmine iste ne kadar pay düşer? Biraz dönüştürülmüştür. Bunlar, Zülfü Livaneli’nin bunlara değinmek istiyorum… senaryolaştırıp, yönettiği “Yer Demir Gök Bakır” (1987) ve bir Yeşilçam efsanesi olarak Eğer film, eserin anlatmak kabul edilen “Yılanı Öldürseler” (1981) adlı ve vermek istediği mesajdan yapıtlardır. İkisinde de esere sadık kalınmıştır tamamen bağımsız ve olay fakat Yer Demir Gök Bakır, “Dağın Öte Yüzü” bütünlüğünü başka bir yöne
Tolstoy’un aynı adlı romanından modern bir uyarlama... Greta Garbo, Vivien Leigh ve Jacqueline Bisset’in ardından bu kez Sophie Marceau, Kont Varonsky (Sean Bean) uğruna her fedakarlığı göze alan Anna Karenina rolünde karşımıza çıkıyor. Film, evli bir kadınla bir askerin arasında geçen yasak aşkı anlatıyor...
adlı üçlemenin, ikinci kitabı olduğu için biraz havada kalmıştı. Peki neden Yaşar Kemal gibi, Eski dönem eserlerini, günümüze uyarromanları milyonlar satan bir yazarın başka lama gibi bir sorunla karşı karşıyayız. Eser bir eseri sinemaya uyarlanmamış? Günümüzde hangi dönemde yazıldıysa, o döneme göre bir aynı şey diziler için de geçerli değil mi? kostüm, mekan, makyaj uygulaması yapılmalıdır. Romeo ve Juliet eseri 1562 yılında Yukarıda bahsettiğim bu iki eserin tariyazılmasına rağmen, kılıçların yerini, silahlar hlerine baktığımız zaman günümüze çokta almıştır. Eseri, tiyatro sahnesinde izleyen biryakın olmayan tarihler. Dizilerin reyting için, inin hayal kırıklığına uğramaması mümkün sinemaların ise gişe rekabetine girmediği değil! İzleyicinin ilgisinin, daha yoğun oldönemlerde çekilmiş. Bu sebeplerden ötürü masını istedikleri için yönetmenler bu formüle de Yaşar Kemal, eserlerinin uyarlanmasına yönelmektedir. Bana göre son derece yanlış bir izin vermiştir. Ama bazılarına da izin verseçim. Eserin geçtiği dönem yansıtıldığında, memiştir. Bunun sebebi ise, romana zarar insanlar hem o dönem hakkında bilgi sahibi vereceği içindir. Bazı eserler vardır ki, eğer bir olurlar hem de eserin o dönemin koşullarına roman ise sadece kitap olarak kalmalıdır. Tigöre nasıl bir titizlikle yazıldığının bilincine yatro eseri için de aynı şey geçerlidir. Örneğin, varırlar. William Shakespeare’in en ünlü yapıtları, “Hamlet”, “Macbeth”, “Coriolanus”, “Julius Anna Karenina 12 kez beyaz perdeye Ceaser”, “Romeo ve Juliet” ve “Venedik Taciri” aktarıldı defalarca sinemaya uyarlanmıştır. Ama tiyatrodaki kadar başarılı olamamıştır. Çünkü orası Biraz da günümüze bakalım. Tolstoy’un bir sahne. Yani tek mekan. Sinema ise birden başyapıtı olan Anna Karenina (2012) on ikinfazla mekanı kapsar. Bu nedenle bir bütünlük ci kez beyazperdeye aktarıldı. Filmi izleme oluşturulması güçtür. Yine de bunların arasın- şansım oldu. Burada yapıtın, ana noktaları da bana göre en başarılı olanı Hamlet’tir. verilerek izleyiciye sunulmuş. Yönetmenin
“gereksiz” olarak gördüğü ayrıntıları eserden çıkartmak durumunda kalmış. İki ciltlik bir romanı, her yönüyle aktarmaya kalktığınızda, film saatler sürebilir. Bu da izleyiciyi sıkabilir. Birtakım kırpmaların yapılması aşikardır. Fakat bu uyarlamada, senarist görevini başarıyla yerine getirememiş ne yazık ki… Kitaptaki “ruh” maalesef filmde yok olmuş. Bu, hem kitabı okumadan, filmi izleyenler için Tolstoy’u yanlış tanıtmaktır hem de esere karşı bir saygısızlıktır! Yönetmen ise yaratıcılığını kullanmış ve filmi bir tiyatro şenliğine dönüştürmüş. Yönetmenin başarısı tartışılır.
Yeşil Yol (orijinal ismiyle The Green Mile) 1999 yapımı dram filmidir. Yönetmeni ve senaristi Frank Darabot’tur. Film Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanmıştır.
Artık, hemen hemen her kitabın veya oyunun filme dönüştürülme girişimi olduğu için, insanlar oyunu izleme veya kitabı okuma zahmetine girmiyorlar. Bu yalnızca dizilerde oluyor. Çünkü diziler haftalık yayınlanıyor. İnsanların ilgisi, uzun bir zamana yayıldığı için, eseri alıp okuma “külfetine” katlanıyorlar. Uyarlama da en önemli sorunlardan biri ise, yazarın adına yer verilmiyor oluşu. Yazar nasıl olsa hayatta değil, kendimiz çalıp, kendimiz oynalayalım gibi bir mantık söz konusu. 1 Mart 2013 tarihinde Victor Hugo’nun dört ciltlik
başyapıtı olan “Sefiller” vizyona giriyor. Afişte yazarın ismi bile yok! Kitaptan uyarlandığını bilmeyenler, senaristin adına bakıp, yeni bir ürünün ortaya çıktığına inanıyorlar! Buna en güzel örnek, onlarca kez izlediğimiz, hepimizin ezbere bildiği “Süt Kardeşler” filmidir. Aslında bu film, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, “Gulyabani” adlı eserinin uyarlanışıdır. Bunu kaç kişi biliyordur?
Uyarlamada başarı konusu... Uyarlamada başarı konusuna gelirsek, önceki yıllarda yapılan filmler, esere sadıklığı ve dönemi yansıtışı bakımından daha iyi, günümüz uyarlamaları ise doğal olarak teknik açıdan daha başarılı durumdalar. Elbette teknikte çok önemli. Fakat uyarlamada ön plana çıkan daima senaryo olmalıdır. Öykünün bel kemiğini oluşturan senaryodur. Şimdiye kadar yüzlerce uyarlama yapılmış. Bunların hepsini burada belirtmem takdir edersiniz ki mümkün değil. Fakat öyle eserler var ki burada birkaç tanesini yazmadan edemeyeceğim. “Susuz Yaz”, “Fareler ve İnsanlar”, “Madam Bovary”, “Kamelyalı Kadın”, “Notre Dame’ın Kamburu” ve “Yeşil Yol” Çizgi romanlarda bu işten nasibini almış durumdalar. Aslında durumları daha vahim desem tam yerinde olacak. Çünkü seri olarak çekiliyor. “Batman”ın kaç değişik türlü filmi var ben de bilmiyorum... Durum bu! Bu iş, yurtdışında bile bu şekilde işliyorsa, ülkem-
izde böyle olmasına şaşmamak gerek. Kısacası uyarlama konusunda biraz değil, bir hayli başarısızız. İzleyici, durumdan memnun olabilir. (Her izleyici olmasa da, çoğunluk memnun) Fakat bu işin içerisinde olan biri olarak ben hiç memnun değilim! Öz olarak, uyarlamalarda ön plana çıkan senarist değil, eserin sahibi olmalıdır. Eğer esere sadık kalınmayacaksa, film, kara bir leke olarak tarihe geçmemelidir. Burada, “sanat toplum içindir” mantığından ziyade, “sanat, sanat içindir” mantığı benimsenirse, durum daha iyi olacaktır. Ama yalnız bu konuda! Uyarlama konusunda en başarılı bulduğum film ise, Aleksandre Dumas’nın, “Monte Kristo Kontu” adlı eseridir. İzleyin, pişman olmazsınız. Bin sayfalık bir eser, her yönüyle anlatılabilmiş. Demek ki istendiğinde yapılabiliyormuş… ege0692@hotmail.com
Portre
Düşüncelerinin Kurbanı Bir Gazeteci:
Barış için çok fazla çaba harcayan Abdi İpekçi, 1970’li yıllardaki karışıklığın ve terörün son bulması için iktidarla muhalefet arasında yapıcı bir diyalog kurulmasında aktif bir rol aldı. Ülkenin karışık olduğu dönemde karışıklığı yaratanları deşifre etmeye çalışırken faşist çeteler onu “onlardan yana” olmadığı için öldürdü...
ABDİ İPEKÇİ
-Kübra Efe-
Bu ülke, birçok gaze-
yazı işleri müdürü ve bir süre sonra da teci cinayetine şahit oldu. genel yayın yönetmeni oldu(1954). Mesleğinden, fikirlerinden, Abdi İpekçi’nin eserleri; Afrika, İhtilalin İç Yüzü ve Dünyanın Dört Bucağıninancından dolayı insandan’dır. “Afrika” kitabı lar zulme maruz bir gezi kitabıdır. Afrika kaldı, acı çekti gözlemlerine yer veröldürüldü. Abdi miştir. “Dünyanın Dört İpekçi’de bu inBucağı”ndan kitabı da bir sanlardan biri. 9 gezi kitabıdır. Japonya, Şubat 1929’da Küba, Rusya, Arjantin doğan Abdi İpgibi bir çok ülke izlenimekçi, Galatasaray lerine yer vermiştir. Ömer Lisesi’ni bitirSami Coşar ile birlikte dikten sonra yazdığı “İhtilalin İç Yüzü” İstanbul Hukuk kitabında ise Türkiye Fakültesi’nde Cumhuriyet tarihine yer eğitimine devam vermiştir. etti. Yeni sabah, Yeni İstanbul, İstanbul Expres gazetelerinde çalıştıktan Barış için çok fazla çaba harcayan sonra Milliyet Gazetesi’nin
İpekçi, 1970’li yıllardaki karışıklığın ve terörün son bulması için iktidarla muhalefet arasında yapıcı bir diyalog kurulmasında aktif bir rol aldı. Ülkenin karışık olduğu dönemde karışıklığı yaratanları deşifre etmeye çalıştı. Yazılarında çoğunlukla ülke bütünlüğü, düşünce özgürlüğü, Atatürkçülük gibi konulara değinen gazeteci yıllar boyunca siyasal olaylara hoşgörülü ve uzlaşmacı tavır ile yaklaşmış, sağduyunun sesi olmuştu. Faşist çeteler onu “onlardan yana” olmadığı için öldürmüştü. Her gün sokaklarda insanların öldürüldüğü bir dönemde doğruları söylemekten korkmamıştı. Ölümünden yaklaşık iki hafta kadar önce karanlık bir dosyayla ilgilendiği bilinmektedir. Dosyanın o dönemde devlet içinde yuvalanmış istihbaratçı, akademisyen, özel harpçi karması bir grupla alakalı olduğunu düşünülüyor. Suikast dahil provokasyon niteliğinde olaylar planlayan, sağ-sol ayrımı yapmaksızın gençleri öldüren, finansmanını kaçakçılık şebekelerinin yaptığı bir gruptu bu. Darbe öncesi iklimde, darbe şartlarını oluşturan Taksim, Maraş, Çorum gibi kitlesel olayların dışında önemli cinayetler işlendi. Bu cinayetlerden biri olan Abdi ipekçi ve diğer cinayetler ile Türkiye darbeye sürükleniyordu.
“Abdi İpekçi’yi ben öldürdüm” Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’da o dönem çalıştığı Milliyet Gazetesi’nden çıkıp eve giderken arabasında Mehmet Ali Ağca tarafından öldürüldü. 1 Şubat 1979 günü öldürülen İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca 25 Haziran 1979’da yakalandı. Daha ilk sorgusunda “Abdi İpekçi’yi ben öldürdüm.” dedi. “Arkamda hiçbir örgüt yok, tek başıma yaptım.” diye de arkasından ekledi. Mehmet Ali Ağca, İpekçi suikastinden idamla yargılanırken 1979 yılında ülkenin en iyi korunan askeri cezaevlerinden biri olan Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçırıldı. Yurt dışına kaçan Mehmet Ali Ağca, Papa II. Ioannes Paulus suikast girişiminden dolayı İtalya’da hapse atıldı. Daha sonra Türkiye’ye teslim edildi ve 18 ocak 2010 yılında tahliye edildi. Abdi İpekçi öldürüleli 34 yıl oldu ama hala ölümünün arkasında kimlerin olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Cinayetten yıllar sonra sorgulanması gereken kişilerden bazıları “Geçmişle alakalı konuşmayacağım sırlarımla öleceğim” dedi. Sırların ne olduğunu hala bilmiyoruz. Ne yazık ki Abdi İpekçi gibi gazeteci cinayetleri çok kez yaşandı bu ülkede. Bu cinayetlerin bir kısmı faa-
li meçhul cinayet olarak kaldı, bir kısmının tetikçisi yakalandı ama hiç bir zaman arkasında ki güç tam olarak ortaya çıkarılmadı. Abdi İpekçi davası da bunlardan biri. Mehmet Ali Ağca güvenliğiyle meşhur Maltepe Cezaevi’nden nasıl, kimler tarafından ve neden kaçırıldı? Bu firar ile ilgili yıllar sonra açıklama yapan Mehmet Ali Ağca, “Eğer içerde kalsaydım bu durum bazı çevreler için yenilgi olacaktı. Bu nedenle firar ettirildim.” dedi. Bazı çevreler kimdi? Neden korkuluyordu da bunların peşine gidilmedi. Abdi İpekçi cinayeti de sadece tetikçisi belli olan bir cinayet olarak kapandı. Fikirlerinden dolayı, yaptığı gazetecilik çalışmalarında dolayı öldürüldü Abdi İpekçi. Tıpkı Uğur Mumcu ve Hrant Dink gibi ülkenin kirli ellerine teslim oldu. Cinayetlerin arkasında kimlerin olduğu araştırılmadığı için bu durum bir sonraki gazeteci cinayetine de zemin hazırladı. Caydırıcı hiç bir adım atılmadı. Basın
özgürlüğü en önemli konulardan biridir. Fakat bizim ülkemizde basın özgürlüğü her zaman sekteye uğradı. Bu tür cinayetler yaşanmaya devam ettikçe de basın özgürlüğünden, düşünce özgürlüğünden bahsetmek pek mümkün olmayacak. Abdi İpekçi öldürüleli 34 yıl oldu ama hala ölümünün arkasında kimlerin olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Mehmet Ali Ağca 18 Ocak 2010 tarihinde tahliye edildiğinde bir katil olarak değil de değerli bir şahsiyet olarak karşılandı. Belki de bu tür olayların yaşanmasında ki en önemli etken bizlerin sessizliğidir. Abdi İpekçi için anıt dikmek, spor salonlarına cadde isimlerine onun adını vermek dışında atılacak çok daha önemli adımlar olmalıydı. Cinayetin arka planının deşifre edilmesi bu adımların en önemlisiydi. Abdi İpekçi öldürüldüğünde ben dünyada bile değildim. Yaşananları oku-
Sıhhıye ’de bulunan, gazeteci-yazar Abdi İpekçi’nin anısına 1979 yılında Ankara Belediyesi’nin talebi üzerine Metin Yurdanur tarafından resimde görünen ellerini “adalet istercesine” göğe açmış heykel.
mak dinlemek bile ağır geliyor bana, vicdanların sustuğu bir dönemden bahsediyoruz. Ama bizler bugün bile Abdi İpekçi’yi gereğince anmıyoruz. Hepimizin tanık olduğu 6 yıl önce gerçekleşen Hrant Dink olayında ne yaptık? Gazetecilerimizin fikirleri ne olursa olsun onların ölümlerine sessiz kalmamalıyız. Yaşanan o kadar olay bize ders olmalı. Gazeteci suikastlerine bir yenisi daha eklenmemeli... Abdi İpekçi sadece fikirlerinden ve gazetecilik faaliyetlerinden dolayı 34 yıl önce Şubat ayında öldürüldü bunu sıkça hatırlamak gerekiyor. kubraefe@gmail.com
Tarih
OSMANLI SARAYINDA İKİ GARİP İDAM
İPŞİR PAŞA VE NEF’İ -Efe Polat-
Bu sayıda sizlere, Osmanlı Devleti içinde yaşanan ve karakterlerinin bazen Şeyhülislam, bazen Sadrazam, bazen ise yaşadıkları dönemde ün yapmış sanatçıların olduğu birkaç trajikomik olaydan bahsedeceğim. İlk hikayemiz Sultan IV. Mehmet’in sadrazamı olan İpşir Paşa ile yine aynı dönemde Şeyhülislamlık görevinde bulunan Esat Efendizade Ebu Sait Mehmet Efendi’nin idamıdır. 1655 yılında Kara Murat Paşa, yeniçeriyi tahrik eden, hanımının güzelliğiyle meşhur sadrazam İpşir Mustafa Paşa ile şeyhülislâm Esat Efendizade Ebu Sait Mehmet Efendi’nin idamını hazırlamıştır. Araya giren devlet adamları, şeyhülislâmın affedilmesine muvaffak oldularsa da İpşir Paşa’nın idamına mani olamadılar.
mediği için zindana gelen cellâtlar, karşılarında iki kişi görünce birini şeyhülislâm, diğerini sadrazam zannederek, kızılcık şerbetlerini ikram edip boğmak üzere üzerlerine atıldılar.
Evvelâ cellâtların kemendine teslim olan İpşir Paşa boğulduktan sonra sıra şeyhülislâma gelmişti. Lâkin Molla Mahmut Efendi bir türlü teslim olmuyor, bağırıp çağırıyordu. Bostancıbaşı bu duruma şaşırdı: -Sen bir din adamısın Efendi! Kadere rıza göster, metîn ol ki ölümün asan ola. Mahmut Efendi de: -Ben telkine geldiydim. İdamıma mucip ne? Sadrazam ve şeyhülislâm zindanda idamDediyse de cellâtları inandıramadı. ‘Padişah larını beklerken bostancıbaşı geldi ve şeyhülis- fermanıdır’ deyip kemendi boynuna geçirdillâm, affedildiği müjdesiyle zindandan çıkarıldı. er. Nihâyet seslere koşan muhafızlar, hakikati Bu arada sadrazamın idamından önce, Mahcellâtlara anlatınca Mahmut Efendi son anda mut Efendi isminde bir molla, dini telkin için boğulmaktan kurtuldu. Kan-ter içinde müzindana, sadrazamın yanına gönderildi. Lâkin cadele eden ve ölümlerden dönen Mahmut cellâtlara, şeyhülislâmın affedildiği bildirilEfendi, İpşir Paşa için söylene söylene gitti:
-Fesuphanallah! Ne muzır adammış bu İpşir Paşa. Böyle heriflerin dirisinden de ölüsünden de uzak durmalı ki muzırratı dokunmaya. Gördüğünüz gibi İpşir Paşa cellatların elinden kurtulamamıştır. Esat Efendizade Ebu Sait Mehmet Efendi ise affedilmiştir. Fakat onun affedilmesi masum ve işini yapmaya çalışan bir Şeyhülislam’ı ölümün kıyısına getirmiştir. Buradan Osmanlı Devleti içindeki kurumların kendi aralarındaki iletişimin ne kadar önemli olduğunun ve yaşanan ortamda bir haberin yerine doğru zamanda ulaşmasının ne kadar değerli olduğunu bu örnekle gözler önüne daha net serdim sanırım.
Sivri dilli şair, Nef ’i
İkinci hikayemiz ise Nef ’i ile alâkalı. Nef ’i sivri dilli ve sürekli devlet adamlarına hiciv yazan bir şairdir. Eserlerinden bazıları ; Siham-ı kaza(hiciv kitabı ) , Türkçe ve Farsça divan. Nef ’i yazdığı hicivler ile yönetici kadrodaki görevlilerin nefretlerini ve öfkelerini üzerine çekmiştir.
için saraya gittiğinde, Sultan’ın huzurundayken sarayın çatısına yıldırım düşmüştü. Sultan Murat gürledi: ‘Be uğursuz adam! Al kitabını uzaklaş buradan ki kaza oklarından ( Siham-ı Kaza’dan ) emin olalım. Daha sonra ise Sadrazam Bayram Paşa aleyhinde yazdığı şiirlerle idamına hükmedilir. Hüküm verilmiş, mühür basılmıştı. Nef ’i idam edilecekti. Darüssaade Ağası, affı için aracılık yapıp sadrazama mektup yazıyor. Nef ’î başında durmuş, zenci ağayı seyrediyor. Az sonra bembeyaz kâğıda simsiyah mürekkep damlayınca, Nef ’î kendini tutamıyor ve zenci ağaya dönerek ölümüne sebep olan latifesini yapıyor: -Efendim, teriniz damladı. Ağa, öfkelenip mektubu yırtarken, Nef ’i cellâdın yağlı kemendine teslim edilir. İdam edilirken bile cellâdına: -Yürü bre nabekar! Diyecek kadar cesurdur Nef ’i.
Sarayın odunluğunda kementle boğularak öldürülen şairin cesedi denize atılır. Ölümünden sonra kendisi için söylenen beyit meşhurdur: “Gökten nazire indi Siham-ı Kaza’sına Nef ’i diliyle uğradı Hakk’ın belâsına!” Eser, bir mecliste okunurken toplantının yapıldığı yere yıldırım düştüğünden, o sırada meclisteki şairlerden biri söylemişti bu beyti. Burada anlaşılacağı üzere sistemi eleştirmek yazarların, şairlerin görevleri gibi görünse de Karizmatik liderlerin bulunduğu monarşilerde Nef ’i Sultan IV. Murat devrinde yaşamış sistemi eleştirenler celladın kemendine teslim önemli bir sanatçıdır. Yazdığı hiciv kitabı ‘Siefecanpolat@windowslive.com ham-ı Kaza’yı’ Sultan IV. Murat’a takdim etmek edilmiştir.
Tiyatro Tiyatro
ANTİGONE Bu topraklar yaşayanların -Elif CENGİZ-
Antigone, oyunun yönetmeni Kenan Işık’ın tabiriyle ‘İnsanı ürkütecek kadar bugün.’ Oyun sahne dekorları ve müzikleriyle ayağı yere sağlam basan bir oyun. Mitosların olduğu bir oyuna Anadolu ezgilerinin, ağıtlarının bu denli yakışabileceğini düşünmezdim.
Sophokles’in Antigone’sinin çıkış
noktası Oidupus ile İokaste arasındaki ensest ilişkiden doğan lanettir. Oidupus ile İokaste anne-oğul olduklarını öğrendiklerinde kendilerini öldürürler ve Thebai tahtı oğulları Eteokles ve Polyneikes’e kalır. Tahta sırasıyla oturmayı kararlaştırmışlardır başta. Ancak Eteokles tahtı Polyneikes’e devretmek istemez ve Polineikes bir ordu toplayarak Thebai’ye saldırır. Her taht kavgasında olduğu gibi tahtın esas sahibi olduğuna inanan tara-
flar birbirlerine savaş açarlar ve kardeşler birbirlerini öldürür. Oidupus ve İokaste’nin evliliklerinden geriye sadece kızları İsmene ve Antigone kalır. Tahta ise dayıları Kreon geçer. Oyunumuz Kreon’un tahta geçmesiyle başlar. Kreon Eteokles için geleneklere uygun bir cenaze ztöreni düzenlemiş, onun ağıtlarla ve dualarla ölüler ülkesine uğurlanmasına izin vermiştir. Ancak kardeşi Polyneikes Thebai’ye savaş açtığı gerekçesiyle gömülmeye layık görülmez.
Cesedi leş kargalarına yem olması için açıkta bırakılır. Polyneikes’in gömülmesi yasaklıdır ve her kim onu gömmeye kalkarsa onunla aynı kaderi paylaşacaktır. Antigone’nin hikâyesi oyuna burada dâhil olur. Kardeşinin ölüsünün topraktan mahrum bırakılmasına razı olmayan Antigone onu gömmeye karar verir. Kardeşine olan görevini yerine getirmeye çalışırken yakalanan Antigon, Kreon ile yüzleştirilir. Bu yüzleşeme iktidar, otorite ve devletin toplumla yüzleşmesidir.
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nde oynanan ‘Antigone’ adlı oyundan bir kare...
Kreon : Demek yasamı çiğnemeye cüret ettin? benim gibi, Kazanç sayılmaz mı, onun ölüp gitmeAntigone : si? Bu yasayı ilan eden Zeus değildi ki; Bu nedenle acı duymuyorum, kaderim Ne de Adalet Tanrıçası Böyle çizilmişse. Eğer anamın oğlunu, Buyurdu böyle bir şeyi insanlara. Ölüyü, gömmeden ortada bıraksaydım Senin emrin, ölümlü insana Acı duyardım; ama bu durum acı verTanrıların değişmez, yazılı olmayan miyor bana. yasaklarını Belki gözünüzde budalanın tekiyim… Hiçe sayma gücü verecek kadar güçlü Belki de budalanın kendisidir bana gelmedi bana, budala diyen. O yasalar bugün ya da dün konmadı, Evvel ezel vardı. Oyunun temel çelişkisini açıklıyor bu İnsanlık gururu beni alıkoyduğu için dizeler. Yasaya benim yasam diyen, halkını Tanrıların nezdinde suçlu olmak istebütün vicdansızlığıyla bu yasalara uymaya medim zorlayan diktatörler hala yok mu? Bu yasÖleceğim, biliyorum alara başkaldıranların Antigone’den daha Senin emrin olsa da olmasa da farklı bir muameleye maruz kaldıklarını Zamansız ölürsem, kazanç sayarım söyleyebilir miyiz? bunu. Hayatı felaketlerle doluysa bir kişinin,
Yaptıkları için ceza, halka ibret olsun diye diri diri kayalıklara hapsedilen Antigone son sözlerini söyler ve eşarbıyla kendini boğar. ‘Ardımdan gözyaşı dökülmeden, Kimse tarafından sevilmeden, Evliliğin tadını bilmeden Çıkıyorum kaçınılmaz yolculuğa Zavallı ben, bir daha hiç bakamayacağım Günün kutsal ışığına, Ve kaderime ağlayan Tek dostum bile yok.’ Kreon’un oğlu, Antigone’nin nişanlısı Haimon da babasını engelleyememiştir.
Antigone’nin kayalıklarda ölüme terk edilmesine göz yummayan Haimon onu kurtarmak için peşinden gider ancak ölüsüyle karşılaşır. Kimseyi kayalıklara yaklaştırmaz. Bunu haber alan Kreon da kayalıklara gider ve Haimon babasının gözü önünde öldürür kendini. Kâhin Teiresias’ın söyledikleri bir bir çıkmaktadır. ‘ Güneşin ateş arabası Dairesinde birkaç hızla dönmeden Kendi kanından birini Ölülerin kefareti olarak ölüme göndereceksin, Başkalarına hazırladığın felaketlere sen uğrayacaksın. Çok yakında erkek ve kadın feryatları yükselecek hanenden. Gördüğüm onca şeyden sonra anladım ki, Ne mutluluk daimidir, ne acı, ne elem.’ Bir oğlunu savaş yüzünden, bir oğlunu kocasının zulmü yüzünden ölüler diyarına gönderen Eurüdike de canına kıyar. Kreon onca ölümden sonra ancak pişman olur.
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nde oynanan ‘Antigone’ adlı oyundan bir kare...
‘Neden bir kılıç darbesi benim de canımı almıyor?
Ah sefil! Nasıl da sefil bir kadermiş benimki! Bakın katil ve maktul aynı kandan.’
den. Oyunu durağanlıktan kurtaran Koro ise ayakta alkışlanmayı hak eder cinsten. Haberci rolünde Murat Sarı, Haimon’la Barış Bağcı, İsmene’yle Selin Tekman da Antigone, oyunun yönetmeni Keoyuna ciddi katkıları olan isimler. Şiddetle nan Işık’ın tabiriyle ‘İnsanı ürkütecek gidilmesini, görülmesini tavsiye ettiğim kadar bugün.’ Oyun sahne dekorları ve oyunlar listesinde olan Antigone ekibinin müzikleriyle ayağı yere sağlam basan bir ellerine,dillerine,yüreklerine sağlık. İyi seyoyun. Mitosların olduğu bir oyuna Anadolu irler… ezgilerinin, ağıtlarının bu denli yakışabileceğini düşünmezdim. Dekor kullanımında en çok dikkat çeken ise arka plan. cengizelifelif@gmail.com Sahneyi hem derinleştiren hem dekorun ötesine geçen bir arka plan kullanımı mevcut. Tek eksiği (ya da fazlası) Kreon’un sandalyesi. Gözü rahatsız eden o sandalyenin işlevini anlayabilmiş değilim. Kostümleri genel olarak oyuna uygun bulduysam da burada da anlayamadığım şey kot pantolonlardı. Kot pantolon oyunun günümüze uyarlanmasına yetmeyeceği gibi bana kalırsa anlamasız olmuş bu oyunda. Antigone rolüyle Taies Farzan, Kreon’la Atilla Olgaç, Koro Başı’yla Suna Selen kendilerine hayran bırakıyorlar. Teiresias rolündeki Ali Sürmeli ile elindeki ölü kartalı ve yol gösterici çocuk Gökhan Mert Yılmaz da oyunun en etkili isimlerin-
Foto Haber
Çılgınlıklarına halkı da ortak eden diktarör:
Heil Hitler 20.yüzyılın ortasında insalığa özellikle Yahudi toplumuna aklagelmeyecek acılar yaşatan acımasız, gözü kara bir diktatör. 30 Ocak Adolf Hitler’in başbakan olarak Almanya’nın başına geçişinin 80. yıldönümüydü. Bu diktatör hakkında çoğumuz iyi şeyler düşünmüyoruz. Fakat acımasız diktatör Hitler hakkında kesinlikle unutmamız gereken ve görmemezlikten gelemeyeceğimiz bir şey var ki oda bütün yaptıklarıyla milyonlarcı insanı çılıgınlığına ortak etmesidir. Aşağıdaki fotoğraflarda bu diktatörün eşi görülmemiş propaganda ve toplu beyin yıkamanın ipuçlarını göreceksiniz. Çılgın diktatörün sürekli tekrarlanan semboller, kalabalık toplantılar, ihtişamlı temel atma törenleri, kutlamalar ve daha pek çok ayrıntıyı sizler için seçtiğimiz karelerde göreceksiniz… Not: Fotoğrafların hepsi Life Dergisi arşivindendir.
Adolf Hitler İspanya İç Savaşında, İspanyol milliyetçilerle beraber savaşan Condor Lejyonunu selamlıyor, 1939.
Reich Parti Kongresi, Nuremburg, Almanya, 1938.
Volkswagen fabrikasının temel atma töreni, Wolfsburg, 1938.
Adolf Hitler açılış konuşması yapıyor, Kroll Opera Binası, Berlin, 1939.
Nuremberg, Almanya, 1938.
Hitler’in Almanya ve Avusturya’yı birleştirme politikasını destekleyen halk, 1938.
Makine Mühendisi Ferdinand Porsche, 50. doğum günü sebebi ile Hitler’e üstü açık bir otomobil armağan ediyor.
Propoganda Bakanı Joseph Goebbels halka sesleniyor, Berlin, 1938.
Nazi mitingi, 1937.
Adolf Hitler ve Joseph Goebbels Charlottenburg Tiyatrosunda, Berlin, 1939.
Parti, askeri geçit töreni ile başlıyor.
Alman Kızları Topluluğu parti kongresinde dans ediyor 1938.
Tüm yetkili subaylar partiye iştirak ediyor.
Gaziler Günü kutlamaları, 1939.
Dans
Genelevde Doğan Çocuk:
TANGO -Büşra İLARSLAN-
Hayallerini kurdukları hayatı kuramayan göçmen erkekleri, kendilerini içki kadehlerine bırakırken; kadınlarının bir kısmı ise genelevlerde çalışmaya başlamıştı. 1865 ile 1880 yılları arasında ortaya çıkan “Tango” bu sebeplerden dolayı içerisinde hırçınlık, asilik gibi duygular ile hayal kırıklıklarının getirdiği melankoliyi taşır...
19. yüzyılın sonlarında Güney Ameri-
Göçmen sayısı büyük ölçüde erkeklerden oluşuyordu. Bu sebeple bölgede erkek ka’ya giden iki büyük göç dalgası ile çoğunluğu nüfusunda büyük artış olmuştu ve azalan Sicilya, Kalabriya ve Endülüs’ten Arjantin’e kadın nüfusu, genelevlerin sayıca artarak işçi gelen göçmenler beraberinde kendi kültürlerisınıfının eğlence mekanı haline gelmesine ni de getirmişlerdi. Afrikalı siyah köleler, melez sebep olmuştur. Hayallerini kurdukları hayatı kadınlar, yerliler ve Avrupalı melezler en temel kuramayan göçmen erkekleri, kendilerini içki haklardan bile yoksun bırakıldıkları bu toprakkadehlerine bırakırken; kadınlarının bir kısmı larda beraber yaşamaya çalışıyorlardı. Bu birise genelevlerde çalışmaya başlamıştı. 1865 ile liktelik sonucu farklı kültürlere ait müziklerin 1880 yılları arasında ortaya çıkan “Tango” bu karışımı ile özlemlerini, aşağılanışlarının ve sebeplerden dolayı içerisinde hırçınlık, asilik hayal kırıklıklarının sonucunda içlerinde birikgibi duygular ile hayal kırıklıklarının getirdiği miş olan öfkeyi, argo tabirlerle anlatan yeni bir melankoliyi taşır. müzik türü ortaya çıkarttılar; Afrika vuruşları, Kızılderili ritmi ve latin etkisi Arjantin müziğiBu mekanlarda kadın sayısının az olması yle birleşti. kapılarda uzun kuyrukların oluşmasına sebep
olunca, kapıda bekleyen erkekleri eğlendirmek için küçük tango müzik grupları çalıştırılmaya başlanmıştı. Sonrasında bu sokak eğlencelerine alt sınıf tarafından yoğun ilgi görülmüştür. Erkekler danslarını beğendirebilmek adına kabadayı misali birbirleriyle yarışır duruma gelmişler. Onlar için o kadar önemliymişki tango, dans öncesi partnerlerini etkileyebilmek için erkek erkeğe paratik yapıyormuşlar. Tango sözlerindeki küfürler ve genelevlerinde alt sınıf tarafından icra edilen bir müzik ve dans olması sebebiyle bir süre yasaklanmıştır. Fakat hiç bir engel tango aşkını bitirmeye yetmemişdir. Yasaklanma sebebi... Zamanla genelevlerine gelen orta ve üst zümre insanlarınca da tanınan tango, büyük yankı uyandırmış. Fakat yasaklanma sebebinde de belirttiğim sebepler dolayısıyla üst zümre tarafından ahlaka aykırı bulunup benimsenmemiştir. Tango, 20.yy’ın başlarında gemilerle Arjantin’den Fransa’ya gelen tangocular tarafından Avrupa’ya tanıtılmıştır.
Önceleri yine alt kesimde yayılan tango, zamanla üst kesimde de sevilmiştir. Orjinal hali argo sözleri sebebiyle Avrupa’da yapılması hoş karşılanmayan tango, sadeleştirilerek Avrupa’ya yayılmıştır. Özellikle Parislilerin bu dansa olan ilgisi sayesinde tango, Arjantin sosyetesinde de değer kazanmıştır.
Carlos Gardel...
İlk olarak 1917’de Carlos Gardel’in smokin giyip her türlü argo ve erotizmden uzak sözlerle tango söylemesi, tango için dönüm noktası olmuştur. Bu sayede salon dansı haline gelmiştir. Geçirdiği onca sancılı dönemden sonra tango günümüzde aşk ve tutku dansı olarak varlığını sürdürmektedir. busrailaslan@hotmail.com
Kitap Rüyasının peşinden giden düşen bir
SİMYACI -Müge GÜLHerkesin içinde kendinden bir şeyler bulabileceği bu eşsiz edebiyat şöleninde hayatınızın anlamını ve kişisel menkıbenizi sorgularken aslında tanıdık birine, hayatın zor ve çetin dalgalarından korkup yüreğinizde kumdan bir kuleye saklanan çocukluğunuza rastlayabilirsiniz…
Hayat denen serüvende bazen bizlere eşlik
eden bir şeyleri var etmişizdir... Bunların bir kısmı bizi görsel olarak etkilerken bir kısmı da ruhumuza dokunan ve hayal gücümüzü kullanmamızı sağlayan donelerden oluşur. Kimimiz izlediği bir filmde içine akıttığı gözyaşlarını dışa vururken bir diğerimiz dinlediği müzikle bambaşka bir dünyanın parçası olabilir. Ama hayatında en az bir kere herkese olan bir şey vardır, bir kitabın büyülü sayfalarında kaybolmak… Hayatımda okuduğum en güzel kitap, 1988 yılında eski bir söz yazarı olan Paulo Coelho tarafından satırlarla hayat buldurulan Simyacı’dır.. Pulo Coelho’nun 3.kitabı olan Simyacı, günümüzde fenomen kabul edilen son derece
özel ve ayrıcalıklı bir kitaptır. Herkesin içinde kendinden bir şeyler bulabileceği bu eşsiz edebiyat şöleninde hayatınızın anlamını ve kişisel menkıbenizi sorgularken aslında tanıdık birine, hayatın zor ve çetin dalgalarından korkup yüreğinizde kumdan bir kuleye saklanan çocukluğunuza rastlayabilirsiniz… O kulede, bu kitabın satırlarını okurken çölden esen kum fırtınalarının tanelerini ellerinizin üstünde parlarken bile bulabilirsiniz… Sizi kısa bir süreliğine de olsa bu dünyadan alıp içindeki zamana sürükleyecek bu kitabın konusuna gelince; babasının ona emanet ettiği koyunları güden genç Santiago ara sıra uyukladığı bir kilisede hep aynı rüyayı görmektedir. Rüyasında Mısır Piramitlerinin dibinde bir hazine onu çağırmaktadır. Genç kahramanımız gördüğü bu rüyaların üzerine, evinden çok çok
uzaklarda bulunan bu yere gitmek ve hazinesini bulmak için başından büyük bir maceraya atılmaya karar verir. Yolculuğu boyunca çeşitli maceralar yaşayan genç Santiago sonunda aradığı hazineyi bulabilecek midir? Başına ne gelirse gelsin amacından vazgeçmeyen bu genç aslında pek çoklarına örnek olacak biridir. Ayrıca bu yolculukta onu bulacak tek şey bir hazine değildir. Aslında mutlu olmak için sadece bakmakla görmek arasındaki farkı anlaması gerekmektedir. Santiago rüyasında gördüğü hazine için çıktığı yolda birkaç dost edinecek, hırsızlardan ölesiye dayak yiyecek, çölü dinlemeyi öğrenecek ve aşk denen duyguyu tüm benliğinde hissedecektir... Santiago yolculuğunun başında geldiği bir kasabada karşılaştığı ve kendisini Salem Kralı olarak tanıtan yaşlı adamla konuşur, kendi amaçlarını anlatır. Yaşlı adam, hayatın gizemleri hakkındaki bilgiye karşılık Santiago’dan sürüsünün onda birini vermesini ister. Santiago’yu sarayına davet eder ve çobanı bir teste tabi tutar. Bir yemek kaşığının içine sıvı yağ koyarak kaşığı ağzında tutmasını ve sarayını gezmesini ister. Bu testin amacı “Mutluluğun gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan”dır. Santiago böylece her şeyin anlam kazandığı bir yaşamı sürdürecek ve istediklerine sahip olabilecektir… Bizlerde kahramanımızla birlikte hayatın gizemine küçük bir göz atacak belki yer yer ona kızacak ya da onunla gurur duyacağız. Ama bir gerçek var ki herkes bu kitabın en az 1
yerinde Santiago ile bütünleşecek ve bu büyülü yolculuğun bir parçası olacak. Kim bilir belki de kendi kişisel menkıbesini bularak daha anlamlı bir hayat yaşamaya başlayacaktır…. muugegul@gmail.com
Alıntı
Sokrates Savunuyor Belki içinizden biri bütün bunlara karşı di-
yecek ki: “Sokrates, bunların hepsi güzel ama uğradığın bu suçlamalar nereden çıkıyor? Herhalde alışılanın dışında bir şey yapmış olacaksın ki aleyhine bu gibi suçlamalar var. Sen de herkes gibi olaydın bütün bu dedi kodular çıkmazdı; o halde, hakkında acele bir hüküm vermemizi istemiyorsan bize bunların sebebini anlat.” Bu itirazın haklı ve yerinde olduğunu kabul ederim; onun için ben de size bu kötü şöhretimin nereden çıktığını anlatacağım. Lütfen dikkatle dinleyiniz… Bazılarınız belki şaka ediyorum sanacak; ama inanın ki tamamıyla doğru söylüyorum. Atinalılar, bu şöhret bende bulunan bir nevi bilgiden, sadece ondan çıkmıştır. Bunun ne biçim bir bilgi olduğunu sorarsanız derim ki “bu, herkesin elde edebileceği bir bilgidir” ben de ancak bu manada bilgim olduğunu sanıyorum. Hâlbuki sözünü ettiğim kimselerin bende olmadığı için size anlatamayacağım insanüstü bilgileri var. Benim böyle bir bilgim olduğunu söyleyen yalan söyler, bana iftira eder. Atinalılar, size belki mübalağa (abartı) ediyorum gibi gelecek, fakat sözümü kesmemenizi dilerim. Çünkü size şimdi söyleyeceğim sözler benim sözlerim değildir. Size güvenilir bir şahit göstereceğim.
Benim bir bilgim varsa, bunun nasıl bir bilgi olduğunu Delphoi tanrısından dinleyin Khairephon’u tanırsınız; çok eski bir arkadaşımdı sizin de dostunuzdu, geçen sürgünde o da sizinle birlikteydi, dönerken de birlikte gelmiştiniz. Khairephon’un huyunu bilirsiniz, kafasına koyduğu şeyi muhakkak yapardı. Bir gün Delphoi’ye gitmiş -lütfen sözümü kesmeyiniz-, benden daha bilgin bir kimse olup olmadığını tanrıya çekinmeden sormuş; Python’lu Tanrı-sözcüsü de benden daha bilgin bir adam olmadığını söylemiş. Khairephon bugün sağ değil, ama kardeşi burada mahkemededir, söylediklerimin doğruluğunu tasdik edebilir. Bunu size sırf bu kötü şöhretimin nereden çıktığını göstermek için söylüyorum. Tanrının bu cevabını öğrenince düşündüm: Tanrı bu sözüyle ne demek istemiş? Bu muamma nedir? Çünkü az olsun, çok olsun, bende böyle bir bilgi olmadığını biliyorum. Böyle olduğu halde insanların en bilgini olduğumu söylemekle ne demek istiyordu? Tanrı yalan söylemez, yalan onun özü ile uzlaşır bir şey değil. Ne demek istediğini uzun zaman düşündüm; en sonunda için aslını bir deneyim dedim. Bilgisi belli birini bulup Tanrı’ya gider, sözünü çürütmek için derim ki: İşte benden daha bilgili bir adam; oysaki sen benim için en bilgili demişsin. Bunun
üzerine bilgisi ile ün almış birine gittim, kendisine iyice baktım. Adı lazım değil, denemek için seçtiğim bu adam devlet işleriyle uğraşır. Vardığım sonuç şu oldu: bu adam çok kimselere, hele kendisine bilgin gözüküyor ama gerçekten hiçbir bilgisi yok. Bunun üzerine kendisini bilgin sandığını, hakikatte ise olmadığını anlatmaya çalıştım. Bunun sonucu, onun da, üstelik orada bulunup beni dinleyen birçok kimselerin de düşmanlığını kazanmak oldu. Yanından ayrılırken kendi kendime dedim ki: doğrusu belki ikimizin de iyi, güzel bir şey bildiğimiz yok; ama gene ben ondan bilginim; çünkü o hiçbir şey bilmediği halde bildiğini sanıyor; ben ise bilmiyorum ama bildiğimi de sanmıyorum. Demek ben ondan biraz bilgiliyim, çünkü bilmediklerimi bilirim sanmıyorum. Bundan sonra başka birine, daha da çok bilgili tanınan başka birine gittim. Gene o sonuca vardım; onun da, daha birçoklarının da düşmanlığını kazandım.
acaksın, diyordum. Yazılarından bence en işlenmiş parçaları seçtim, ne demek istemiş olduklarını gidip kendilerinden sordum,bir şey öğreneceğimi umuyordum. Yargıçlar, inanır mısınız? Doğruyu söylemeye utanıyorum; ama söylemeliyim. O şairlerin, eserleri hakkında dedikleri, orada bulunan hemen herkesin diyebileceğinden daha iyi değildi. O zaman anladım ki şairler eserlerini bilgilerinden değil, bir çeşit içgüdü ile Tanrı’dan gelme bir ilhamla yazıyorlar, tıpkı bir sürü güzel şeyler söyleyip de dediklerinden bir şey anlamayan tanrı-sözcüleri, biliciler gibi. Şairler için de öyle olduğunu gördüm; üstelik onlar, kendilerinde şairlik var diye, bilmedikleri şeylerde de insanların en bilgini olduklarını sanıyorlar. Yanlarından ayrılırken anlamıştım ki, devlet adamları karşısında nasıl bir üstünlüğüm varsa, onlardan da böylece üstünüm. En son, ustalara gittim: çünkü kendimin bir şey bilmediğimin farkında olduğum gibi, onların da hem çok, hem iyi şeyler bildiklerine emindim. Bu sefer aldanmamışım; onlar benim bilmediğim birçok şeyleri gerçekten biliyorlardı ve bunda hiç şüphesiz benden daha bilgin idiler. Ama Atinalılar, gördüm ki iyi ustalarda da şairlerdeki kusur var; kendi işlerinin eri oldukları için en yüksek şeylerden de anladıklarını sanıyorlar, böyle sandıkları için de asıl bilgileri gölgede kalıyordu, o kadar ki Tanrı’nın sözüne geldim, onlar gibi bilgin, onlar gibi de bilgisiz olmaktansa, bilgilerini de, bilgisizliklerini de edinmeyip olduğum gibi kalmak daha iyi değil mi? diye düşündüm; gerek kendime, gerek Tanrı sözüne cevap vererek, benim için olduğum gibi kalmak daha iyi, dedim.
Böylece, kendime birçok düşmanlar edindiğimi bile bile, birini bırakıp ötekine gidiyor, gittikçe umutsuzlaşıyor ve kederleniyordum. Artık boynumun borcu oldu, her şeyden önce tanrının sözünü göz önünde tutmalıyım, diyordum. Bilgili denen kim varsa ona başvurarak Tanrı’nın ne demek istediğini anlamam gerekti. Size doğruyu söylemeliyim. Atinalılar, köpek hakki için, bütün o araştırmalarımda baktım, asıl bilgisizler, bilgilidir diye tanınmış olanlar! Boştur denenlerde ise daha çok akıl var. Size bütün o dolaşıp durmalarımı anlatayım, Atinalılar: o kadar didindim, tanrının sözünü çürütemedim. Devlet adamlarından sonra tragedya yazanlara, dithyrambos şairlerine, her çeşidinden şairlere başvurdum. Kendi kendime, artık bu sefer göreceksin, kendinin onlardan çok daha bilgisiz olduğunu anlay- “Sokrates’in savunması adlı kitaptan alınmıştır.”