Son bizimle başlar...
Sayı : 3
1
Aylık Kültür- Online Dergisi
Yıl : 2013
Bu Ay
-Spor-
6- “Çernobil Çocukları” Zehirli bulutlar Japonya’dan sonra Ukrayna’da görüldü. Çernobil, insanlık tarihinde kara bir leke olarak kayıtlara geçti. Yeşil sahaların Çernobil çocukları ise bu faciadan onlara miras kalan acıları hala omuzlarında taşıyorlar.
2
içindekiler 5- Editör
-Foto Haber-
18- “Tarih Döngüsünde
Tren İstasyonları” Dünyadaki en
önemli projelerden biri olan Marmaray Projesi, Avrupa yakasında bulunan Halkalı ile Asya yakasında bulunan Gebze ilçelerini kesintisiz bir sefer yapması planlanıyor.
-Sinema-
14- “Sinemada Sosyal Eleştirinin “GÜLDÜRÜ” Formatındaki Yeri”
Sinemanın başlangıcından beri, ister bir romandan, ister bir tiyatro oyunundan beyazperdeye uyarlanan, sayısız film yapıtı ortaya çıkmıştır. Hatta yıllar ilerledikçe, ödül törenlerine , “en iyi uyarlama senaryo” dalı eklenmiştir.
-Portre-
10-“Steve Paul Jobs”
3
Steve Paul Jobs, yaşadığı güzel anılarla dolu çocukluğunun ardından liseyi bitirdi. Üniversiteye girdi. Ancak çok pahalı bir üniversite seçtiğinden ailesine daha fazla yük olmak istemediği için okulu bıraktı. Bu ileriki yıllarda oldukça eleştirilse de Jobs için asla bir kayıp olmadı.
“Sanı’rım” 28- Yaşamaın İçinden
“Hepimiz birer engelli adayıyız” 33- Tiyatro
“Homo Homuni Lupus!” 34- Tarih
“Said Paşa ve Karyola Komedisi” 36-Dans
“Yeni Eğlence Anlayışı: Latin Geceleri” 38-Kitap
“Deha ve delilik arası AZİL” 39-Alıntı
“Bizim Eski Beşiktaş”
büt dergisi
Aylık Kültür- Online dergisi
Editör
Mustafa Doğan
Yazı işleri Emre Ceylan Reklam
Efe karasu
Mısra Yıldız
Grafik Tasarım
Mustafa Doğan
Ön ve Arka Kapak
Handan Aşık Mustafa Doğan
Yazarlar
Emre Ceylan Efe Karasu Ege Küçükkiper Efe Polat Müge Gül Elif Cengiz Büşra İlarslan www.butdergisi.com
www.facebook.com/butdergisi www.twitter.com/ButDergisi
Bize ulaşmak için info@butdergisi.com butdergisi@gmail.com
Tüm hakkı saklıdır. Yazılarla ilgili tüm sorumluluk yazarlara aittir.
4
Editör
‘Sanı’rım -Mustafa Doğan-
Sanırım ben bunu daha önce bir kez daha
yapmıştım. Sanırım ben sizin karşınıza daha önce yine çıkmıştım. Sanırım sandıklarımı da ben daha önce yine sanmıştım. Hepimizin içinde var olan bu duygular bazen çat kapı beynimize gelir ve kısa da oturmaz, bizi uzun süre meşgul eder. Tuhaf olan şu ki bizi uzun süre meşgul eden bu misafirin tam istediği cevabı çoğu zaman veremeyiz ve memnuniyetsiz ayrılır gider. Gelip bizi meşgul ettiğiyle kalır. Peki ama biz daha önce bu olayı yaşamışmıydık da bu olayı tekrar yaşar gibi oluyoruz. Çat kapı gelip, bizi meşgul eden misafirle muhattap oluyoruz. Gerçekten de Platon’un dediği gibi belki gerçeğin yansıması, gerçeğin gölgeleriyizdir. Gerçek, aslında bu dünyadaki bizler değil başka bir dünyadaki bizlerdir. Bu dünyada bir yansımadan ibarettir varlığımız… Yansımaların oluşmasını sağlayan şey ışıktır. Işığın varlığıyla biz varız, ışık yokluğuyla biz yokuz. Bizi görünür yapan zaten güneş değil midir? Güneş ışığının varlığı bizim varlığımızı gösterir ki çok hoşuma giden bir tespittir okuduğum bir kitaptaki şu cümleler: “Güneş’in Dünya’ya uzaklığı yüz kırk dört milyon kilometre ve ışığının gezegene ulaşması sekiz dakika sürüyor. Dolayısıyla bir gün, güneş sönerse, bunu ancak sekiz dakika sonra anlayabileceğini kabul ettin. Sekiz dakika boyunca, güneşi sönmemiş gibi yaşay-
5
acak olan insanları düşündün. Her anın, o son sekiz dakikaya dahil olabileceği olasılığını fark ettin. En önemlisi, düşüncenin davranışa dönüşme süresinin de en az sekiz dakika olabileceğini hayal ettin. Aradaki sekiz dakikayı, doğanın parçası olarak gördün. Sevgilisini sevmekten vazgeçmiş insanın, ancak sekiz dakika sonra bunu açıklayabilmesini olgunlukla karşıladın. Sekiz dakika boyunca sevildiğini düşünmeye devam eden insanın gerçekle çarpışınca kırılan hayaline acımadın. Çünkü gözlemleyebildiğin her davranışın geçmişteki bir düşüncenin eseri olduğunu anlamıştın. Tanığı olduğun ve insanlar tarafından temeli atılmış olan dünya her şeyiyle geçmişe aitti.”* Birde şu var ki içimizdeki bizler. İçimizdeki bizler diyorum çünkü bir değil iki değil içimizde en az 5-6 kişi barındırıyoruz. Yunus’un dediği gibi “Bir ben vardır bende benden içeri.” İçerdeki bizler bizi sürekli meşgul eder. Aslında bizi dejavuya iten şey onların daha önce yaşamışlığıdır. Yani demem o ki aslında daha önce ben bunu yaşamıştımı söyleten içimizdeki ‘ben/biz’lerimiz. Çünkü yaşamış olan onlar. Aslımız yaşamış, biz gölgeler tekrarlıyoruz. Varlığımız kendimizin gölgesi. Gölgemiz varlığımızın temsili. Temsilimiz varlığımızın bir benzeri. Bir benzerimizi varlığımızın kesin delili… (* Hakan Günday, Azil syf. 68)
Spor
-Efe KARASU-
Zehirli bulutlar Japonya’dan sonra Ukrayna’da görüldü. Çernobil, insanlık tarihinde kara bir leke olarak kayıtlara geçti. Yeşil sahaların Çernobil çocukları ise bu faciadan onlara miras kalan acıları hala omuzlarında taşıyorlar.
1945 yılında, II. Dünya Savaşı sürerken Amerikan hükümeti tarafından iki Japon şehri olan Hiroşima ve Nagazaki’ye birer atom bombası atıldı. İki şehrin bombalanması sonucu yüzbinlerce kişi öldü. Saldırılardan sağ kurtulan ancak patlamalardan etkilenen insanlara ‘hibakusha’ ismi verildi. İnsanlar, maruz kaldıkları radyosyonun kendilerine de bulaşma ihtimalini düşünerek yıllarca onlara ikinci sınıf insan muamelesi yaptılar. Bu cani saldırının Japonlara yaşattığı acılar hafızalardan ve bedenlerden hala silinmedi. Öyle ki atom bombalarından yayılan radyasyonun etkileri günümüzde bile devam ediyor. Bu caniliğin faillerine Nazım Hikmet, “Bulutlar Adamları Öldürmesin” adlı şiirindeki şu dizelerle seslenmişti: “Koşuyor altı yaşında bir oğlan, uçurtması geçiyor ağaçlardan, siz de böyle koşmuştunuz bir zaman. Çocuklara kıymayın efendiler. Bulutlar adam öldürmesin.”
Zehirli bulutlar bu sefer Çernobil’de... 1986 yılında Ukrayna’nın Kiev şehrine bağlı Pripyat kentinde bulunan Çernobil Nükleer Santrali’nde, bir deney sırasında nükleer güç reaktöründe gerçekleşen kaza sonucu iki patlama
6
Hiroşima’ da atılan atom bombası sonrası yükselen toz bulutu...
Çernobil Çocukları
Bulgaristan Milli Takım kaptanı ve Aston Villa oyuncusu Stiliyan Petrov
yaşandı. Ard arda gerçekleşen dev patlamalarla atmosfere 50 ton nükleer yakıt gönderildi. Açığa çıkan radyasyon ise Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının toplamından 200 kat fazlaydı. Radyoaktivite, reaktörden Avrupa’nın kalbine uzanan Beyaz Rusya’ya doğru dağıldı. Zehirli bulutlar sınırları aşıp, kuzey yarım kürenin çoğuna ulaştı ve dünyayı yağmurlarıyla yıkadı. Radyoaktif tozlar topraklarda, hayvanlarda ve insanlarda yaşamaya devam etti. Kaza sırasında 13 yaşında olan Kiev’li gazeteci Anastasia Zanuda’nın açıklamaları, Çernobil felaketini özetler nitelikte: “ Kazadan 36 saat sonra, insanlar Çernobil’den uzaklaştırılmaya başladı. Bir ay içinde 30 km’lik çember içinde yaşayan 116.000 kişi boşaltıldı ve bunlara yeni evler verildi. Ancak, birçoğu radyasyona maruz kalmıştı bile... Çoğu gönüllü 600.000 işçi, onarım ve temizleme çalışmalarına katıldı. Yapılan ölçümlerde maruz kaldıkları radyasyon, her biri için 165 “millisievert”ti... 10 millisievert insan için ölümcül dozu ifade ediyor. Santralde gönüllü olarak çalışanların çoğu, büyük acılar çekerek öldü. Patlamanın ilk saatlerinde göreve çağırılan itfaiye erlerinin
7
vücutlarında radyasyon yanıkları baş gösterdi. Ağızlarında, dillerinde küçük yaralar açıldı ve yaralar tüm vücutlarına yayıldı. Birçoğu iki hafta içinde öldü; çinko kaplı tabutların içine konarak kalın beton mezarlara gömüldüler.’’ Ukrayna’daki Çernobil Nükleer Santrali kazasında Birleşmiş Milletler Atom Radyasyonu Etkileri Bilimsel Komitesine göre 4000– 5000 kişi ölmüştü. New York Academy of Sciences’da yayınlanan Rus yazarlar Alexey V. Yablokov, Vassily B. Nesterenko, ve Alexey V. Nesterenko tarafından yazılan bir esere göre ise (Chernobyl: Consequences of the Catastrophe for People and the Environment ) 2004’e kadar uzanan ölümler bir milyona kadar çıktı. Çernobil’den sonra Belarus’ta ortalama yaşam süresi 74’ten 58’e indi. Çernobil kazası nedeniyle 6 bin kişi tiroid kanserine yakalandı. Ukrayna, Beyaz Rusya ve Rusya’da çocuklarda görülen tiroid kanseri vakaları 1980’lere oranla 200 kat arttı. Bu felaketten 7 milyondan fazla insan çeşitli şekillerde etkilendi. Çernobil, sembolik açıdan Sovyetler Birliği’nin sonunu getiren bir başlangıçtı.
Aynı takımda iki eski arkadaş, biri teknik direktör diğeri futbolcu, ikiside Çernobil çocuğu... Dünyaca ünlü fotoğrafçı Guillaume Herbaut, Çernobil kazasından sonra olaydan etkilenen yerlerde bulundu ve açıklamalarının bir bölümünde şöyle diyordu: “Bir gün Minsk’te ulusal bayram kutlanıyordu. O gün fırtına koptu, çok yağmur yağdı. Yağmur boyunca yüz kişi hayatını kaybetti.
Çok saçmaydı bu, bir yağmur nasıl yüz kişinin birden ölümüne neden olabilirdi? Bütün bunlar gerçekten çok tuhaftı, anlayamadığım birtakım şeyler oluyordu ve bunların tamamı Çernobil’den kaynaklanıyordu.” Daha önce Stutgart, Arsenal ve Barcelona formaları giyen ve şuan da Bate Borisov adına mücadele eden Belaruslu yıldız futbolcu Aliaksandr Hleb, 1981 yılında Minsk’te dünyaya geldi. Yağmurların ölüm saçtığı zamanlarda 5 yaşında olan Hleb’in babası Çernobil
Khoiniki şehirinde dünyaya geldi. Bate Barisov takımında oynarken 25 yaşında geçirdiği ağır sakatlık sonucunda futbola veda etti. Okulunu bitiren Goncharenko, bir dönem Bate Barisov’da yardımcı antrenörlük yaptı ve şu anda Bate Borisov takımının teknik direktörü. Takımı 2008 yılında Şampiyonlar Ligi’nde Real Madrid karşısında boy gösterirken kendisi 31 yaşındaydı ve bu durum ona Şampiyonlar Ligi tarihinin grup aşamasında görev yapan en genç teknik direktörü
kazasından sonra yardıma koşan gönüllülerden birisiydi. Hleb, takımının Fenerbahçe ile oynayacağı UEFA Avrupa Ligi 2. tur rövanş maçı için İstanbul’a geldi. Karşılaşma sırasında sosyal medyada dikkatimi Hleb’in çok yaşlı göründüğü ile ilgili laubali bir ileti çekti. Gerçekten de 31 yaşında olan Belaruslu yıldızın dış görüntüsü yaşının oldukça üzerindeydi. O iletiye verilen bir cevap ise okuduğunuz bu yazıyı bana yazdırmaya yetti: “Dikkat edin, Hleb çernobil çocuğudur.”
ünvanını kazandırdı. Geçtiğimiz Haziran ayında kendisinden sadece 4 yaş küçük olan eski arkadaşı Aliaksandr Hleb’i takımına transfer etti. İki eski dostun kaderleri aslında bu transferden ve tanışmalarından daha öncesinde kesişiyordu. İkisi de Çernobil çocuğuydu ancak Goncharenko, Hleb kadar şanslı değildi. Goncharenko, küçük yaşta babasını Çernobil kazasında kaybetti. Zehirli bulutlar, başarılı teknik direktörün bedenini değil ama yüreğini yakmıştı. O henüz çocukken Çernobil yüzünden babasız kaldı.
Victor Goncharenko, 1977 yılında Belurus’un
8
Topa vurur gibi vur kansere ‘Petrov’ Başka bir Çernobil çocuğu olan Aston Villa takımının eski oyuncusu Stiliyan Petrov, 24 Mart 2012 tarihinde Arsenal - Aston Villa karşılaşması oynanırken bir rahatsızlık hissetti. Bulgar futbolcu buna rağmen oyuna devam etti ve karşılaşmanın sonuna kadar sahada kaldı. Maçtan sonra yapılan kontrollerde doktoru, Petrov’un kan kanseri olduğunu teşhis etti. Bu acı haberden sonra sevenleri, Petrov’a destek için 19 Nisan saat 19.00’da Sofya Ulusal Stadyumu’nda toplandı. 19 dakika süren bu moral organizasyonuna herkes Petrov’un giydiği 19 numaralı formalar ile katıldı. Bu organizasyon nedeniyle çok mutlu olan Petrov, kendisini sevenlerin desteğiyle tekrar yeşil sahalara dönebilmeyi umut ettiğini açıkladı. Bulgaristan Milli Takımı’nın doktoru Illiev ise Bulgar Milli Takımı’nın ve Aston Villa’nın kaptanlığını yapan Petrov’u futboldan ayıran ve canına kastaden kanserin nedenini şöyle açıklıyordu: “Çocukluk dönemlerinden radyoaktif maddelere maruz kalan meyve ve sebzeler yiyen birçok insan kanser oldu. Biz onlara ‘Çernobil çocukları’ adını koyduk. Stiliyan’da bu bölgede doğmuş.”
Karadeniz’in hırçın çocuğu ve fanatik Trabzonsporlu Kazım Koyuncu
Koyverdun gittin bizi oy...
9
Kazım Koyuncu’nun sanatını size anlatmama gerek yok. Şair ceketli çocuk, fiilen yeşil sahalarda değildi ama Türkiye’de tüm tribünlerin yüreğindeydi. Kazım’ın yüreğinde ise derin bir Trabzonspor sevgisi vardı. Bu sevgiyi şöyle açıklıyordu:
“Trabzonspor’u tutmak sadece o yörenin çocuğu olmakla açıklanabilecek milliyetçi bir davranış değildir. Benim için Trabzonspor, en güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali kahramandı. Öyle bir kahramandı ki statükoyu bile devirmişti.” Dünyanın birçok yerinde Çernobil kazasının gerçekleştiği gün olan 26 Nisanda protesto gösterileri ve anma törenleri gerçekleştirilirken, bizim ne zaman kulaklarımıza Kazım Koyuncu’dan bir name düşse aklımıza Çernobil gelir. Kazım’ın memleketi olan Hopa’da, kanser görülme sıklığı ile kanser nedeniyle ölümlerin, Türkiye’nin diğer coğrafi alanlarına göre daha fazla görülmesine rağmen bunu Çernobil ile bağdaştırmak, araştırma ve veri yetersizliği nedeniyle olanaksız. Kazım’ın ailesine göre ise akciğer kanseri adı altında onu ellerinden alan katil Çernobil. Kazım, bir Çernobil çocuğuydu ve aksi ispatlanmadığı sürece bu iddia doğru sayılabilir.
Çernobil çocuklarına selam olsun... Çernobil, hepimizden bir şeyler götürdü. Kar amacıyla kurulan bir nükleer santral milyarlarca dolar zarar getirdi. Kazadan kaynaklanan sağlık sorunları hala devam ediyor. Nükleer santralin kazadan sonra bile kapatılmayıp 14 yıl daha faliyette kalması kara zihniyetin değişmediğinin açık göstergesi. Politikacılar Çernobil’i aklayadursun biz yazmaya devam edelim. Çernobil çocuklarına selam olsun... efekarasu@gmail.com
Portre
Steve Paul J bs 1950’li yılların başlarında kader, Joanne Schieble isimli alman kökenli koyu Katolik bir ailenin taşralı -Müge GÜLkızı ile Suriye asıllı bir Müslüman olan Abdulfettah John Jandali’nin yollarını Wisconsin’de kesiştirdi. Aralarında doğan aşk o dönem kabul görecek türden değildi. Beklenen oldu ve Joanne’nin babası bu ilişkiSteve Paul ye karşı çıktı.
Evlatlık verildi... A.John Jandali’nin babası son derece zengin ve güçlü bir adamdı. John aldığı iyi eğitimi pekiştirmek adına Wisconsin Üniversitesi’nde öğretim asistanlığı yapıyordu. Hayatının aşkına burada rastladı. Joanne’ye duyduğu aşk her ne kadar kuvvetli olsa da genç kızın babası tarafından asla kabul görmedi. Bu her ikisinin de hayatlarını oldukça etkiledi. Genç aşıklar her ne kadar evlenemeseler de birbirlerinden kopamadılar. 1954 yılında her ikisi de henüz 23 yaşlarında iken Joanne hamile kaldı. Çocuğu doğurmak için 1955 yılının başlarında San Francisco’ya gitti. Burada bekar olduğu halde hamilelik yaşayan anneleri koruyan ve gizlilik içinde dünyaya gelen
Jobs, yaşadığı güzel anılarla dolu çocukluğunun ardından liseyi bitirdi. Üniversiteye girdi. Ancak çok pahalı bir üniversite seçtiğinden ailesine daha fazla yük olmak istemediği için okulu bıraktı. Bu ileriki yıllarda oldukça eleştirilse de Jobs için asla bir kayıp olmadı.
10
Apple’ın kurucusu Steve Paul Jobs 24 Şubat 1955 - 5 Ekim 2011
11
bebeği evlatlık veren bir vakıfa sığındı. Joanne’nin bebeğini verirken tek bir şartı vardı, bebeğini üniversite okumuş bir çiftin almasını istiyordu. Vakıf 24 Şubat 1955 yılında doğan son derece sağlıklı erkek bebeği avukat bir adam ve eşine verdi. Ancak çift bir kız bebek istediklerine karar verdiklerini açıklayarak bebeği geri verdiler. Bunun ardından 1 haftalıktan biraz fazla olan bebek, onu hayatı boyunca sevecek ve kollayacak olan Paul ve Clara Jobs çiftine verildi. Paul üniversite mezunu değildi, ancak bu bebeğe duyduğu sevgi ona bunun eksikliğini hiç hissettirmeyecekti. 7 yaşına gelmeden Steve evlatlık olduğunu biliyordu. O henüz küçücük bir çocukken, bir arkadaşının ona “Seni istemediler mi?” cümlesinin onda açtığı derin acıyla ağlarken Paul’un ona “Hayır. Biz seni özellikle seçtik .” cümlesi hayatı boyunca kendini özel hissetmesine sebep olan bir anının parçasıdır. Paul ve Clara’nın küçük Steve’in kendini farklı ve önemli hissettirmek için harcadıkları bu yoğun çaba istenilen sonucu verdi mi bilemiyoruz. Ancak ona güzel bir çocukluk ve gençlik yaşatmak adına son derece özveride bulundukları garipsenecek boyutta bir gerçek.
öbeği, onun ruhunda ki vazgeçilmişliğin açtığı büyük boşluğu görebilirsiniz. Jobs, yaşadığı güzel anılarla dolu çocukluğunun ardından liseyi bitirdi. Üniversiteye girdi. Ancak çok pahalı bir üniversite seçtiğinden ailesine daha fazla yük olmak istemediği için okulu bıraktı. Bu ileriki yıllarda oldukça eleştirilse de Jobs için asla bir kayıp olmadı. Steve üniversiteyi bıraktıktan sonra Reed Üniversitesi’nde Kaligrofi dersi almaya başladı. Jobs bugüne dek gelen başarısında bu derslerin çok büyük önem taşıdığına inanıyordu.
Kendi şirketinden kovuldu... Jobs ve arkadaşı Steve Wozniak 1976 yılında Steve Jobs’un ailesinin garajında Apple Computer’ı kurdular. Apple-1, Apple-2 derken piyasada sağlam bir yer edinmeye başladılar. Şirket hızla büyüdü ve
Steve 23 yaşında (kendi babasının baba olduğu yaşta)bir kız çocuk sahibi oldu. Kızını yıllarca kabul etmedi. Bunun altında ne tür bir duygu karmaşası yatıyor sanırım anlamak oldukça güç. Steve her ne kadar hayatı boyunca terk edilmişlik duygusunu dile getirmemiş olsa da yüreğinin derinlerinde bir yerde hep onu acıtan bir kıymığa sahip olmuştu. Onunla yaşamaya alışmış hatta çoğu zaman unutmuşta olabilir. Ancak şu bir gerçek ki hep oradaydı ve kim bilir beklide yağmurlu bir havada tıpkı kötücül bir romatizma sızısı gibi sızlıyordu. Steve hayatının sonuna dek biyolojik ailesine kızmadığını; onu büyüten ailenin asla bir eksiklik yaşatmadığını söylese de, bir röportajında kendi ailesi için “Onlar benim sadece yumurta ve sperm bankamdı. Ağır konuşmuyorum. Öyleydiler. Sadece bir sperm bankası meselesiydi. O kadar.”dan oluşan bu cümle
12
Jobs’un en ünlü cümlelerinden birini bugün hala tebessümle hatırlatmasına sebep olan olay yaşandı. Steve Jobs o dönem Pepsi-Cola’nın Ceo’su John Scully’e “Ömrünün sonuna dek sadece şekerli su mu satmak istiyorsun, yoksa dünyayı değiştirmek mi istiyorsun?” sözleriyle etkiledi ve Apple’ın Ceo’su yaptı. Hayatının belki de en büyük ironilerinden birini bundan sonra yaşadı. Zamanla fikir ayrılığına düştüğü Scully, yönetim kurulunun tarafına geçerek Jobs’u kendi şirketinden kovdu. Kendi hayatını anlatırken bunun onun için bir lütuf olduğunu söyleyen Steve bu konuda Scully’e kesinlikle kızmıyordu. Apple’dan ayrıldıktan sonra Next‘i kuran Jobs, aynı zamanlarda PIXAR isimli birde animasyon stüdyosu kurdu. Başlarda durağan olan bu şirket Oyuncak Hikayesi, Kayıp Balık Nemo, Arabalar gibi animasyon filmlerle oldukça büyük başarı yakaladı hatta “Oscar” kazandı. 1996 yılında Jobs’u geri almak için ‘Apple Next’i satın aldı. Böylece kendi ürün yelpazesini de genişletmiş oldu. Ardından Jobs’un önderliğinde İPad ve İPhone gibi alanında lider ürünleri piyasaya sürdü.
Jobs-Gates karşı karşıya...
13
Jobs’un piyasa içinde tartışmasız en büyük rakibi Bill Gates’ti. İkili yıllarca birbirini alt etmeye yönelik çalışmalar yaptılar. Gates, Jobs’u fikirde cimri ve teknolojiden anlamayan biri olarak görürken; Jobs ise onu gerçek bir fikir hırsızı olarak görüyordu. İkisinin arasındaki bu çetin savaş bir filme bile konu oldu. Pek çok kişinin ortak görüşü ise Jobs’un kendi ürettiği teknolojiyi inatla başka hiçbir şirketle paylaşmamasının,
Microsoft’un pazar savaşını kazanmasında tek sebep olduğu yönündeydi. Gates ve Jobs son yıllarda geçmişlerine sünger çekerek dost olmaya çalıştılar, hatta Jobs’un ölmeden önce konuşup vedalaştığı 10-15 kişiden biri Gates’ti. Kader, Jobs’u ve onun iddiasına göre fikrini çalıp kendine bir hayat kuran eski dostunu ölümünden kısa bir süre önce bir araya getirdi. Bugün hala merak edilen konuştuklarından çok, konuşmaya cesaret edemedikleri. Yaklaşık 230 ürünün mucidi veya patent sahibi olan Jobs 2004 yılında “nöroendoksin”denen tümör kaynaklı pankreas kanseri ile mücadele etmeye başladı. 2009’da gizlice bir karaciğer nakli yaptıran teknoloji dehası 2011 yılının ekim ayı başında hayata veda edene kadar kendine inancı ve mücadelesini elden bırakmadı. 5 Ekim 2011’de aramızdan ayrıldığında henüz 56 yaşındaydı. Steve Paul Jobs’un hayatı pek çoğumuza ders olacak önemli kritik zamanlardan oluşan bir deneyim aslında. Karşınızda asla pes etmeyen bir adam var. Kim kendi kurduğu şirketten kovulmayı onun kadar çabuk kabullenebilirdi ki? Jobs, bu anlamda egolarını rafa kaldıran bir erdemliğe işaret etmekte. Başına gelen her kötü olaydan sonra iyi ki olmuş diyebilecek kadar hayat ve kendiyle barışık bu adam önümüzdeki onlarca yıl daha pek çok girişimci gence örnek oluşturacaktır. Büyük bir deha, ileri görüşlü kombini, özgür ve inançlı bir ruh. Onun belki de gelecek nesillere bıraktığı en önemli miras bu... Size dair... Hayata dair… muugegul@gmail.com
Sinema
SİNEMADA SOSYAL ELEŞTİRİNİN
“GÜLDÜRÜ”
FORMATINDAKİ YERİ -Ege Küçükkiper-
Sadece sinemada değil, her dizinin, tiyatro oyununun, haberin, karikatürün ve hatta fıkranın mutlaka insana bir şeyler katması gerekir. Amaç yalnızca eğlendirmek değil, eğlendirirken düşündürmektir. “Dram” formatlı yapımlar ile “komedi” formatlı yapımların seyredilmesi, yorumlanması ve izleyicide bıraktığı etki yönünde dağlar kadar fark var. Sosyal eleştiriyi, toplumun ve devletin aksayan yönlerini, dram adı altındaki yapımlarda sıkça görmekteyiz. Verilen mesaj veya söylenmek istenen söz, dram formatında izleyiciye aktarıldığında, izleyici bu mesajı almakta güçlük çekmiyor. Çünkü, o yapımı izlerken, dikkatini dağıtacak hiçbir şey yok. Kendini tamamen bırakıyor. Bilgi, dolaylı yoldan değil, salt olarak veriliyor. İnsan beyni zorlanmadan, verilen mesaj bir hap gibi yutuluyor. Bizim izleyicimize de bu daha kolay geliy-
or. İşin tuhafı, tüm bunlar güldürü formatında verildiğinde her şeyin bir anda çöpe gitmesi… Aslında, her yaştan izleyici kitlesinin kendinden bir şey bulabileceği, toplum olarak daha fazla ihtiyaç duyduğumuz komedinin, bu işlevi yerine getirmedeki başarısızlığı, beni hayal kırıklığına uğratıyor. Bana göre dram yapımlarında, sosyal eleştiri yeteri kadar sert ve yerinde verilemiyor. Çünkü konu ön planda oluyor. Genelde, “aşk” temasının hakim olduğu dram filmlerinde, sosyal eleştirinin “s”si bile gözükmüyor. Gişeye bakıldığında komedi filmleri rekor kırıyor. Fakat rekor
14
kıran bu filmlerde de sosyal eleştiri dönemine ait olanlar – her zaman için kendini göstermiyor. Göstermemesi çok akılda daha fazla kalmıştır. Fakat o doğal. Çünkü yok… dönem filmlerinin verdiği mesaja kimse dikkat etmemiş, işin sadece eğlence kısmıyla ilgilenilmiştir. Türk sinemasınAĞLARKEN ALINABİLEN BİR MEda özellikle Zeki Ökten ve Ertem SAJ, GÜLERKEN NEDEN KAYEğilmez, sosyal eleştiriyi güldürü forBOLUR? matına yedirip, bir güzel yoğuran ve elde ettiği ürünü izleyicisine sunan “Güldürü” sözcüğü duyulduğu yönetmenlerin başında gelirler. “Habaan, kişide bir rahatlama, arınma, dış bam Sınıfı”, “Çöpçüler Kralı”, “Kapıcılar dünya ile bağını kesme ve tamamen Kralı”, “Namuslu”, “Şabanoğlu Şaban”, gülmeye yönelik “Mavi Boncuk”, bir durum oluşuyor. “Korkusuz Korkak”, “Şimdi film başlay“Bizim Aile”, “Aile acak ve bol bol Şerefi”, “Tosun güleceğiz.” Cümlesi Paşa”, “Köyden İnherkesin kafasında dim Şehire” gibi yer ediyor. Sosyal filmler, yukarıda eleştiri, güldürü bahsettiğim tanımformatının içerisinde lara “cuk” diye oturyer aldığında daha an tarzdadır. Peki etkili ama anlaşılya içlerinde bulunan ması daha güç bir mesajlar? Hangimiz etki yaratır. Mesaj, farkındayız? ayan beyan ortada değildir. Seyirci, kendi çabasıyla, daha önceki tecrübe ve bilgilerinden yararlanarak, filmi daha dikkatli izlemelidir. Aksi takdirde izlenen filmin yeri çöplükten başka bir yer değildir. Komedi filmleri – özellikle Yeşilçam
15
Ezen – ezilen ilişkisi, ebeveynin toplumdaki yeri, namus kavramı, eğitim ve öğretimin işleyiş biçimi, sıradan ile meşhur insanın toplumdaki farkı konumu, şöhret yaratma isteği, bilge ile cahil insanın inandıkları
değer yargılarının farklılığı ve gücün ABUZER KADAYIF (paranın) menfaate göre el değiştirmesi bu filmlerin hepsinde defalarca beDeğerli rejisör Tunç Başaran’ın lirtilmiştir. 2000 yılında çektiği, başrolünü usta sanatçı Metin Akpınar’ın üstlendiği Türk sineması, yabancı sinemabu film, son yıllarda çekilmiş, sosyal ya göre bu konuda çok daha çeşitlidir. eleştiriyi güldürü formatının içerisinde Çünkü bizim toplumumuzun aksayan fazlasıyla verebilen, Türk sinemasının yönleri ne yazık ki en önemli örneklerinden daha fazla. Malbiridir. Görünürde, bir zemenin çok oluşu, matematik Profesörünün, yeni ve özgün “Abuzer Kadayıf” adında filmler yaratmaya bir şarkıcıya dönüşmeelverişli olsa da, sini anlatsa da durum sosyal eleştiri “Rehiç öyle değildir. İşte cep İvedik”, “Arog”, başından beri anlatmak “G.o.r.a”, “Yahşi istediğim şeyi, bu film Batı”, “Eyvah Eyüzerinden giderek pevah” gibi son dönekiştirelim. Filmi izleyen min en çok izlenen, “kah, kah, kah” veya güldürü formatın“kih, kih, kih” çiler, bidaki yapıtlarının raz evvel bahsettiğim içerisinde kendine konuyu anlayıp, gülme yer bulamaması, işlevini yerine getirinsanları git gide menin hazzını yaşarken, yozlaştırıyor. Olan biz, arka planda olup bitenden bihaber, bitene bir göz atalım… eleştiriye tamamen kapalı, bulunduğu İki ayrı mesajın bulunduğu filmkonumun farkında olmayan, koyun gibi in ilk etabında, matematik Profesörü bir yaşam süren, “hak” sözcüğünün Ersin, geçmişte tinerci bir çocuk anlamını unutmuş bir insan yığınını or- tarafından bıçaklanan hamile karısını taya çıkartıyor… unutamamış ve kafasını tinerci çocuklara takmıştır. Kalacak yerleri olmayan, BİR TÜRKİYE GERÇEĞİ: içki ve esrarın kol gezdiği, toplumdan
16
Metin Akpınar’ın oynadığı Abuzer Kadayıf filminin afişi
tamamen koparılmış bu çocukları, topluma geri kazandırmak ve daha iyi şartlar altında yaşamlarını sürdürebilmeleri için bir mekan açmaya kararlıdır. Bu sebepten dolayı, Abuzer Kadayıf kılığına bürünmüştür. Tabii sevgilisinin ve öğrencilerinin bundan haberi yoktur. Bu işten kazandığı parayla istediği mekanı açan Ersin, bu topluma bir şeyler katmış olmanın huzuruyla, matematik öğretmenliğine geri döner. İkinci mesaj daha kapalı bir şekilde izleyiciye sunulur. Ersin, hayalini gerçekleştikten sonra, eski haline dönerken bir aynayla konuşur. Abuzer Kadayıf tiplemesi, halk tarafından çok sevilince, medya patronları, (Filmde bu şekilde imgeleştirilmiştir. Aslında suyun başındaki adamlar diye tabir edebileceğimiz, her sektörde var olan, gücü elinde tutan erkler.) bu işe devam etmesi gerektiğini ve sırtından para kazanmakta kararlı olduklarını açıkça vurgularlar filmde. Fakat Ersin, devam etmemekte kararlıdır. Bundan dolayı da ölüm tehdidiyle karşı karşıyadır. Aynayla konuştuğu esnada, gerçek yüzünü görür… Medya, toplumun istediği şeyi vermiş gibi gözükerek, iyi bir portre çizer. Fakat hiçbir zaman toplumun istediğini vermemiştir. Toplumdan, kendi istediği şeyi, istemesini sağlamıştır.
17
Tıpkı günümüzdeki gibi… Ersin, Abuzer Kadayıf kılığına girmemekte direnince, gücü elinde tutan erkler, işlerini sağlama almışlar ve meşhur olmayı çok isteyen, sesi berbat olmasına karşın, halkla kucaklaşmak için yanıp tutuşan birini yani yeni adıyla “Mahmut Künefe”yi yaratmışlardır. İnternet ortamında bulunan birtakım sözlüklerde, bu filmlerin yeteri kadar amacına ulaşmadığı, anlamayan kesimin, filmi kötü olarak nitelendirdiğini görmekteyiz. Oysaki bütün bunlar Türkiye’nin gerçekleri… Artık izlediğimiz ve bundan sonra izleyeceğimiz, özellikle güldürü formatlı filmleri lütfen daha dikkatli izleyelim. ege0692@hotmail.com
Foto Haber
18
TARİH DÖNGÜSÜNDE TREN İSTASYONLARI
Dünyadaki en önemli projelerden biri olan Marmaray Projesi, Avrupa yakasında bulunan Halkalı ile Asya yakasında bulunan Gebze ilçelerini kesintisiz bir sefer yapması planlanıyor. Bu proje kapsamında Halkalı-Sirkeci hattı üzerinde bulunan tren raylarında da bir bakım onarıma gidildi. Onarım aşamasında Halkalı-Kazlıçeşme tren istasyonları kapatıldı. Yenileme çalışması bir tarihin bitişi bir tarihin de başlangıcı. Biz bu tarihi döngüye tanıklık etmek ve sizlerle bu döngüyü paylaşmak için fotoğrafladık. Tarihin döngüsünde çektiğimiz kareleri, sizler için derledik… Not: Zaman Gazetesi Fotoğraf Editörü Selahattin Sevi’ye katkılarından dolayı teşekkür ederiz…
Fotoğraflar: Handan AŞIK– Mustafa DOĞAN
19
20
21
22
23
24
25
26
27
Yaşamanın içinden
Hepimiz adayıyız -Emre CEYLAN-
Yıllardır hep duyarız “Damlaya damlaya göl olur” atasözünü. İşte durum tamda bunu açıklar nitelikte. Peki, nedir bu durum? Merak edenlere hemen kısaca açıklama yapayım. “Renkli Kapaklar ve Tüm Plastik Atıklar Kampanyası.” Hemen hemen herkesin bildiği ve farkında olduğu bir durum bu.
Özellikle son zamanlarda çevremizde sıkça görür olduk;
ağaçların köklerinde, bakkal ve diğer dükkânların önlerinde, okullarda, işyerlerinde ve hatta kamu kurum ve kuruluşlarında dahi bu kapak kampanyası için bulunan toplama kutularını. Peki, bu kampanyanın adı “Mavi Kapak Kampanyası” değil miydi? Evet öyleydi. Mavi kapak kampanyası projesini Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi başlattı. Aslında tüm plastik kapaklar, bu kampanyanın içeriğini oluşturuyor. Ancak süreç işlerken isim mavi kapak kampanyasına döndü. Peki proje ile amaçlanan neydi? Toplanan tüm plastik kapakları geri dönüşüme vermek ve elde edilen gelir ile ihtiyaç sahibi olan engelli kardeşlerimize tekerlekli sandalye temin etmek. Amaçlanan durum gerçekleştirildi. Ve birçok ihtiyaç sahibi engelli kardeşimize tekerlekli sandalye temin edildi. Ancak şuan proje geri dönüşüm ve lojistik destek sağlayan firmaların kampanyadan çekilmeleri nedeniyle bitti. Ege Üniversitesi’nin yol gösterici olduğu bu kampanya projesinden yola çıkarak içimizden birileri olan Barış SULUHAN ve Savaş SULUHAN kardeşler yeni bir kampanya projesini hayata soktular. “Renkli Kapaklar ve Tüm Plastik Atıklar Kampanyası.”
28
İçimizden birileri diyorum çünkü onlar kendilerini tamda bu şekilde tanımlıyorlar. ‘Bizim hiç kimseden farkımız yok. Bizde herkes gibi toplumun içinde yaşayan bireyleriz, vatandaşızlarız’ diyorlar. Ege Üniversitesi’nin de, Suluhan kardeşlerin de kampanyadaki amaçları ve niyetleri aynı. Tekerlekli sandalyeye ihtiyacı olan engelli kardeşlerimize yardımcı olmak ve yüzlerini güldürüp gönüllerini hoş tutmak. Aradaki fark ise, Suluhan kardeşlerin kampanyasının daha kapsamlı olması. Tüm plastik atıkları içinde barındırması. “Birilerine yardımcı olabilmek için illa aynı durumu yaşamak gerekmez. Şuan bizim bir engelimiz yok ancak ileride ne olacağını bilemeyiz. Bizim amacımız elimizden geldiğince toplum tarafından gereken ilginin gösterilmediği, kendilerini dışlanmış hisseden, özgüvenlerini yitirmiş ya da hayata daha kuvvetli tutunmaya çalışan kardeşlerimize ihtiyaçları doğrultusunda yardımcı olmak.” diyor Savaş Suluhan. Bu kampanya ile birilerine yardımcı olmak için illa paramızın olmasına gerek yok. Yeter ki elimizdeki imkanları doğru kullanalım. Bu kampanyanın kapsamında; su şişesi kapağı, meyve suyu kapağı, asitli içeceklerin kapakları, su şişesinin kendisi, deterjan şişeleri, eskimiş telefonların plastik olan herhangi bir yeri, yağ
29
kapları, makarna paketleri, sakız kapları vs. aklınıza gelebilecek her türlü plastik atığı sadece çöpe atmayın. Onu bir yerde biriktirerek, sizde ihtiyacı olan birilerine yardımcı olabilirsiniz. Aslında bu plastik atıkların sağa sola, yere, denize, toprağa vs. atılmayarak toplanması ile doğaya da katkıda bulunmuş oluyoruz. Plastik atıkların geri dönüşüme giderek çevreye zarar vermesini engellemiş oluyoruz. Barış Suluhan ve Savaş Suluhan bu kampanyayı 2010 yılının Mayıs ayında başlattılar. Kampanyanın başlangıç ve işleyiş sürecini Savaş Suluhan anlattı: “Bu kampanyadaki amacımız engelli kardeşlerimize yardımcı olmak, ihtiyaç sahiplerine ulaşabilmekti. Ülkemizde 8 buçuk milyon engelli kardeşimiz bulunuyor. Bunların 1 buçuk milyonu ise kendilerini eve gizlemişler, toplum arasına çıkamıyorlar. Biz tüm bu sorunların aşılmasına yardımcı olabilmeyi bir şekilde bu kardeşlerimize ulaşıp onların moralini yerine getirmeyi düşündük. Özellikle belirtmek istiyorum ki biz bu tekerlekli sandalyeleri ihtiyaç sahibi olan engelli kardeşlerimize verdik. Maddi gücü yetersiz olan vatandaşlarımıza. Maddi gücü yerinde olan vatandaşlarımız zaten bunu alabiliyorlar.
“Bu kadar büyüyeceğini tahmin etmiyorduk” Aslında ilk başta işin bu kadar büyüyüp buralara kadar geleceğini, televizyon kanallarında
bu kampanyanın tanıtımlarının döneceğini düşünmemiştik. Bizim ilk başta amacımız 10 tane damacana şişesini kapakla doldurup bunları Esenler Belediyesi’ne teslim edip 1 adet tekerlekli sandalye alıp ihtiyaç sahibi birine vermekti. Şuan çevrenizde gördüğünüz 19’luk şişelerin çıkış yeri İstanbul Küçükçekmece Gültepe Mahallesi Reyhan Caddesi No 48’deki Asrın Mini Market’ten çıkmadır. Bu marketinde sahibiyim. İlk başta dediğim gibi biz bu işe aslında bir espri ile girdik. Ancak şuana kadar tam 30 ton kapak ve plastik atık Esenler Belediyesi’ne teslim ettik. Bu kampanyayı Esenler Belediyesi ile birlikte yürütüyoruz. Sağ olsunlar projemize destek verdiler. Belediye bize 170 kilo karşılığında 1 sandalye veriyordu. Ancak ilerleyen süreçte yapılan görüşmeler ile önce 150 kiloya ardından ise 135 kiloya indirdik ve sabitledik. Şuan 135 kilo kapak ya da plastik atık teslim ettiğimizde 1 adet manuel tekerlekli sandalye alıyoruz belediyeden. Bunun yanı sıra belediye bize bu kapakların ve plastiklerin taşınması için belediyeden araçta temin etti. Bu araçlar sayesinde İstanbul içinden ya da İstanbul dışından yakın illerden bize kapak, plastik gönderecek olanların biriktirdiklerini alıp taşınması sağlanıyor. Biz bu işe ilk başladığımızda önce kendi dükkânımızın önüne kapakların ve plastiklerin atılması için 19’luk damacanalar koyduk, ağaca yazı astık damacanaların üzerine. Bakkalın önünden gelip geçenler, esnaflarımız görmeye başladı ve bunun ne olduğunu sordular. Bizde her sorana durumu anlattık ve böyle bir projeyi yapacağımızı söyledik. Hiç de farkında olmadan bu durum yavaş yavaş adeta bir virüs gibi topluma yayılmaya başladı. İnsanlar sağa olsunlar kapakları ya da plastik atıklarını birik-
tirip bizlere ulaştırdılar. Daha sonra Atv’de Müge Anlı ve Esra Erol’un programlarına çıktık. Biz en büyük çıkışımızı, kampanyanın duyurulmasını Müge Anlı’nın programında gerçekleştirdik. Meltem Tv’de Ayhan Aşan’ın programına çıktık. Bu
programlar sayesinde de kampanya duyurulmuş oldu. Bu programlarda tekerlekli sandalyeler verildi. Şuana kadar tam olarak 30 ton kapak ve plastik atık Esenler Belediyesi’ne teslim edildi. Bunun karşılığında 70 tane manuel tekerlekli sandalye, 10 adet akülü araç ve 100 adette görme engelli vatandaşlarımız için gözlük temin edildi. Bunun yanında ünlü sanatçılar, işadamları, tanınmış kişiler ya da halkımızdan insanlarımızın alıp bize verdikleri sandalyeler ile birlikte toplamda 270 tane tekerlekli sandalye elde edildi. Bunlar ihtiyacı olanlara ve gerekli yerlere teslim edildi. Tekerlekli sandalyelerimizi Türkiye’nin tüm bölgelerinde ihtiyacı olanlara gönderdik. Çeşitli televizyon kanallarına da bağışladık. Atv’de
30
Müge Anlı Hanımefendinin programına verdik. Esra Erol’un programına verdik. Meltem Tv’de Ayhan Aşan’ın yapmış olduğu Sefa programına katıldık orda 15 adet tekerlekli sandalyelerimizi verdik. Bu sandalyelerde programların vasıtası ile ihtiyaç sahiplerine iletildi. Bunların yanında çeşitli devlet kuruluşlarına da sandalye verdik. Emniyet birimlerimize, çevremizde semtimizde bulunan okullarımıza verdik, camilere verdik. Yani hepsini de engelli kardeşlerimize vermedik. Burada şunu düşündük okulda, hastanede, karakolda, camide vs., birisi bayıldı, rahatsızlandı herhangi bir şey oldu o gibi durumlarda yardımı olsun diye verdik. Tabi ki bunların amacı verildikten sonra kullanılması bir köşeye atılıp çürümemesi.
“Raporu olmayanlara sandalye vermiyoruz” Tekerlekli sandalyeleri rapor karşılığında ihtiyaç sahibi olanlara verdik. Raporu olmayanlara sandalye vermiyoruz. Bize tekerlekli sandalye için talepte bulunanların; raporu var mı, maddi durumu nasıl kısacası kim olduğu konusu araştırılıp temin ediliyor sandalyeler. Çünkü bu işin özü gerçekten ihtiyacı olanlara yardım edilmesi. Özellikle belirtmek istiyorum ki biz bu tekerlekli sandalyeleri ihtiyaç sahi-
31
bi olan engelli kardeşlerimize verdik. Maddi gücü yetersiz olan vatandaşlarımıza. Maddi gücü yerinde olan vatandaşlarımız zaten bunu alabiliyorlar. Bize geçen bu süre içerisinde Türkiye’nin her bölgesinden kapak ve plastik gönderen vatandaşlarımız oldu. Van’dan depremzede kardeşlerimiz yaklaşık bir kamyon kapak gönderdiler. Edirne’den, Ağrı’dan, Trabzon’dan, Antalya’dan kısacası ülkemizin tüm coğrafi bölgelerinden bize destek verdiler. Hatta yurt dışından dahi kapak gönderenler oldu. Bizde tüm insanlarımızın desteğiyle bu kapakları ve plastikleri belediyeye ulaştırıp ihtiyaç sahibi olan kardeşlerimize tekerlekli sandalye temin ettik. İstanbul içi ve İstanbul dışındaki yakın şehirlerimizden bu kapak ve plastikleri Esenler Belediyesi’nin araçları ile topladık. Daha uzak mesafelerden kapak göndermek isteyen kişiler ise otobüs firmaları ile bu kapakları yolladılar. Sağ olsunlar otobüs firmaları bunlar için taşıma ücreti almadılar. Yalnız bu ulaştırma konusunda kargo firmalarından gereken ilgiyi göremedik. Kargo firmaları ile görüştük bize kapak göndereceklere indirimli taşıma sağlamalarını rica ettik ancak kabul etmediler. Çok üzüldük açıkçası. Bunun dışında tekerlekli sandalye alıp bizlere ulaştıran işadamları, ünlüler ve halktan insanlarımızda oldu. Onlara da teşekkür ediyoruz. Para vermek isteyen oldu bize ama hiçbir zaman parayı kabul etmedik. Çünkü biz dernek, kurum ya da kuruluş değiliz. Sıradan halktan vatandaşlarız bu yüzden para kabul etmiyoruz. Eğer bize destek olmak isterseniz vereceğiniz para ile sandalye alın, tekerlekli sandalyeyi bize gönderin. Bu arada toplanan tüm kapaklar ve plastik atıkların ne kadar
olduğu bunlar ile kaç tane tekerlekli sandalye alındığı bunların kime verildiği hepsi rapor halinde bulunmakta. Gene aynı şekilde kişiler tarafından alınıp bize verilen tekerlekli sandalyelerin faturaları adetleri ve kimlere verildiği bunların hepsi kayıtlarımızda. Bu yüzden yapılan işten hiç kimsenin bir şüphesi olmasın. Bununla beraber biz bir gece yaptık. Beyaz Gece adı altında. 6 Haziran 2012’de. Bu geceye Bahar Öztan, Nilüfer Aydan, Serpil Çakmaklı, Magazin Koliğin Sahibi Nurcan Sabur ve birçok işadamı, modacı katıldı. Kuruçeşme’den bir yat kaldırdık. Engelli kardeşlerimizi aldık yanımıza. Engellerinden dolayı çoğu evden dışarı çıkmaya korkuyor. İnsanların onlara karşı bakışlarından ürküyorlar. Bizde onlar için bir değişiklik niteliğinde olacak bu gecede güzel bir boğaz turu, akşam yemeği düzenledik. O gecede toplam 40 adet sandalye toplandı. Sanatçı dostlarımız, işadamlarımız bağışladılar sağ olsunlar. Bu gece çeşitli televizyon programlarında, gazetelerde, dergilerde ve özellikle internet ortamında gösterildi.
“Hedefimiz engelli okul açmak” Yürütülen bu kampanya kapsamında Savaş Suluhan ve Barış Suluhan kardeşler olarak çeşitli yerlerden ödüller, sertifikalar ve plaketler aldık. İstanbul Aydın Üniversitesi tarafından Taksim’de bir otelde gerçekleştirilen geceye davet edildik ve o gece engellilere fayda sağlamada ‘2012 Yılının En İyi Girişimci’ ödülünü aldık. Bahçelievler Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir etkinlikte Sokak Kadınları Derneği’nden ödül aldık. Çeşitli derneklerden, kurumlardan, kişilerden ödül aldık. Toplamda 270 tane tekerlekli sandalye
verdik. Artık sandalye vermeyeceğiz. Bizim şimdi yeni hedeflerimiz var. Bunlar; işitme engellilere işitme cihazı, görme engellilere navigasyon cihazı ve okul yaptırabilmek engelli okulu. En son finali okul yaptırarak kapamak istiyoruz eğer o güce ulaşabilirsek. Bunun içinde farklı yeni projelerimiz var onları uygulamaya koyacağız. Türkiye’de olmayan bir şekilde engelli okulu yaptırmak istiyoruz. Biz kendi adımıza bunu yapabildik ve yapmaya da devam edeceğiz. Bizim gibi binlerce, milyonlarca duyarlı vatandaşımız var. Olmasa zaten bu kadar kapak toplanmazdı. İnşallah başkaları da çıkar bizden daha iyisini yapar. Sonuçta bu sürekli devam etmesi gereken bir şey. İhtiyacı olan insanlara yardım etmek lazım. Bu bir bayrak yarışıdır aslında. Şuan bayrak bizde ileride bu bayrağı daha yükseklere taşıyacak kişiler olması lazım.’’ Bende kendi adıma Savaş ve Barış SULUHAN kardeşleri tebrik ediyorum. Gerçekten çok güzel bir sosyal sorumluluk projesini geliştirmişler. Hayatta insanları mutlu etmek için ya da insanlara faydalı olmak için illa da büyük meblağlara gerek yoktur. Etrafımıza dikkatli bakalım, bilmeden de olsa birilerini üzüyor olabiliriz. Eğer bunu yapmaya devam edersek unutmayın ki ‘Engel biz olmaya’ devam edeceğiz. Bu yüzden engelleri kaldıralım. emreceylan_91@hotmail.com
32
Tiyatro
HOMO HOMUNİ LUPUS!* -Elif CENGİZ-
Yapılan savaş sonrasında ölen 6 askerin gömülmeyi
reddetmesini ve bu altı asker dışında kalan toplumun tüm kesimlerinden bireylerin onları gömülmeye ikna etmesini konu alır ‘Ölülüleri Gömün.’ Askerlerin niye ölmek istemedikleri oyunun temel sorusudur. Cevap basit. ‘Görmeye, koklamaya, duymaya doydukları zaman mezarlarına kendileri gidebilmeli insanlar’ derler oyun boyunca. Askerlerin aileleri, ordu, hükümet, medya, politikacılar ve din adamları dahil herkes onları gömülmeye ikna etmeye çalışır. Bu, vatana hizmettir. Vatan uğruna can verip paşa paşa gömülmelidir insanlar! Kimin için? Ne için? Ne uğruna ölüm göze alınıp bir insan öldürülebilir ki? Ne uğruna insanlar göz göre göre ölüme gönderilebilir? İnsan insana daha ne kadar kötülük yapabilir? Hepimiz biliyoruz ki sonsuza kadar… Ölen de insan öldürende, savaştan zevk alan da insan bunu durdurmaya çalışan da. Hepimiz içimizde öyle kötüler barındırıyoruz, onu öyle güzel saklıyoruz demek ki bin yıllardan beri ne uzamış ne kısalmışız. Savaşsa savaş, ölümse ölüm, hırssa hırs, şiddetse şiddet. Dün nasılsa bugün de öyle. Demek gerçekten çaba harcamamışız savaşlar dursun diye. Bir şeyler hep ağır basmış ve devam etmişiz birbirimizi vurmaya. Nedir bunun sonu nereye gideriz bilmiyorum. Milyonlar öldü, sakatlandı, eşsiz, dostsuz, evlatsız kaldı. Böyle hastalıklı bir dünya nasıl olur da değişir bilmiyorum. İlk kez 1936’da sahnelenen Irwın Shaw’ın ‘Ölüleri Gömün’ü o gün ne anlama geliyorsa bugün de o anlama
33
geliyor. Keşke bize hiçbir şey ifade etmeyen fantastik bir oyun olarak görebilseydik ‘Ölüleri Gömün’ü. Oyuna gelecek olursak; daha ilk andan, sahnede hiçbir hareket yokken sadece müzik ve ışık kullanımıyla bir savaş meydanında olduğunu anlıyor seyirci. Oyun boyunca tek rahatsız eden şey müziğin sesinin aşırı yüksek olması. Biraz daha kısık olsaydı da aynı etkiyi verirdi. Salondan çıktığınızda yüksek sesten kaynaklı bir baş dönmesi yaşayabilirsiniz. Kostümler başarılı. Oyun Amerikan variliğiyle çok ön planda. Zamansız mekansız bir oyun olarak sergilense çok daha iyi olurdu. Amerika oyuna katkı sağlamıyor. Sahne kullanımı çok iyi. O daracık sahnede o kadar çok oyuncu ve o dekor alkışı hak ediyor. Tabi kullanım başarısı olarak. O son sahnede havaya kalkan haçın anlamını çözebilmiş değilim. Oyun savaş karşıtı bir oyun, son sahneye kadar dini tek bir mesaj yok, son sahnede Hallelujah eşliğinde havaya devasa bir haç kalkıyor. Oyunculardan Civan Canova samimiyetini seyircisine fazlasıyla hissettiriyor. Oyunda herhangi bir başrol olmadığı gibi ön plana çıkan diğerlerinden daha fazla göze çarpan oyuncuda yok. Hepsinin aşağı yukarı aynı frekansta oyuncular olması iyi mi kötü mü karar veremiyorum. Asker yakınlarının askerleri gömülmeye ikna etmeye çalıştığı sahne oyunculuklar açısından şahane olsa da oyunu sekteye uğratan, yer yer sıkan bir sahne olmuş. Tek bir hatası olmayan, oyunculukları açısından muhteşem olan bu oyunun tek eksiği enerjinin seyircilere geçememesi. Belki de seyirci demeliyim :) Umarım çoğunluk benim gibi düşünmüyordur. ‘Ölüleri Gömün’ ekibinin eline, koluna, emeğine sağlık. İyi seyirler. *İnsan insanın kurdudur!/ cengizelifelif@gmail.com
Tarih
SAİD PAŞA VE KARYOLA KOMEDİSİ -Efe POLAT-
Anlatacağım bu gülünç ve bir o kadarda düşündürücü olayın kahramanları, Sultan Abdülhamid devrinde Sadaret’te görev yapan Tahsin ve Said Paşalardır. Tahsin Paşa anılarında bu olayı şöyle anlatır:
Başkitabet’e tayinimi müteakip Nişantaşı’nda Hayreddin Paşa Konağı ikametime tahsis edilmişti. Saraydaki vazifem gereği gece geç saatlerde eve dönerdim. Evime gitmek üzere Said Paşa’nın konağının önünden geçerken sürekli bir mum aydınlığının odaları dolaştığını görürdüm. Her gece bu şekilde odaları kim dolaşırdı? Bu beni meraklandırmıştı. Nihayet bu merakımı gidermek için bir gece bir tezkere yazarak yaverime bunu Said Paşa’ya vermesini tembih ettim. Yaver Bey tezkereyi bizzat Paşa’nın eline verdiğini ve daha uyumamış olduğunu söyledi. Ertesi sabah tezkerenin gidip gitmediğini soran Sultan Abdülhamid’e Yaver Bey’den aldığım malumatı ve buna ek olarak da geceleri Said Paşa’nın konağının önünden geçerken içeride bir mum aydınlığının odaları dolaşmakta olduğunu gördüğümü ilave ettim. Sultan Abdülhamid gülümseyerek : -Paşa’nın adetidir, geç vakte kadar elinde bir mumla odaları dolaşır, hatta bazı geceler
karyolanın üstünde değil altında yatar, dedi. Geceleri mumla odaları dolaşmasının, bazı geceler karyolanın üstünde değil altında yatmasının nedeninin evham olduğu aşikardır. Özellikle Sultan Abdülhamid dönemimdeki hafiye teşkilatını, istihbarat ağını ve jurnalcileri düşündükten sonra dönemin idarecilerinin bu gibi komik ve bir o kadar da düşündürücü durumlara düşmelerini normal olduğunu kabul etmek gerekir.
SULTAN VE BRONŞ Yazının ikinci bölümünde yine aynı dönemde (Sultan Abdülhamid döneminde) yaşanan ve bugün okunduğu zaman hayretle karşılanan,
34
gülümseten ve bir liderin farklı bir yönünü daha tanımamızı sağlayan bir olaya yer vereceğim. Bilindiği gibi Sultan Abdülhamid Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmak için çeşitli yollara başvurmuştur. Bugün bile bu yollar tartışılmakta ve tarih okuyan (tarih okuyan derken tarih hakkında kitaplar karıştıran ve kafa yoran ) herkes kendince uygulanan yöntemleri değerlendirmektedir. Fakat biz bu siyasi ve ideolojik değerlendirmenin ötesine geçelim ve bir insan olarak Sultanın bilinmeyenlerini, zevklerini, gündelik hayatını inceleyelim. Gazete ve dergilerde Bunları biliyor muydunuz? adlı bir bölüm olur genelde, bende sizlere Sultan Abdülhamid hakkında çok kısa bir bunları biliyor muydunuz? bölümü yazıp, asıl hikayemize geçeceğim. -Mesela Sultan halı modellerini kendisi tertip ederdi. -Yaralı Gazilere kendi yaptığı bastonları hediye ederdi. -Hafif yemekleri tercih ederdi. -Kendi dişini kendisi çekerdi. -Tek iptilası kahve ve tütündü. -Saçını berbere kestirir fakat sakalının yanlış kesilme ihtimaline karşın kendi düzeltirdi. -Tarihe meraklıydı. -Tiyatroyu severdi. Eminim bir kısmını tahmin etseniz de bunları bilmiyordunuz. Şimdi yukarıda sözünü ettiğim ve Sultanın farklı bir yönünü göreceğimiz olayı size nakledeceğim.
35
Bir gün Sadaret
makamında bulunan bir zatın hareminden Sultan Abdülhamid’e iletilmek üzere bir zarf gönderilmiştir. Bu zarf Tahsin Paşa tarafından doğrudan Sultan’a takdim edilmiştir. Bir müddet sonra Sultan, Tahsin Paşayı huzuruna çağırmış ve zarfı açıp içinden çıkan arizayı Tahsin Paşaya okutmuştur. Sadrazam Paşanın hareminden gelen arizada bir kuyumcu Tahsin Paşa dükkanında gayet güzel bir bronş olduğu fakat kuyumcu çok para istediği için bronşu alamadığı yazılıydı. Tahsin Paşa böyle bir isteğe aracı olduğu için sıkılmıştı. Sultan Abdülhamid onun sıkıntısını anladı ve gülümseyerek: -Ben böyle müracaatlardan memnun olurum. Söylediğiniz o bronşun fiyatı her ne ise bedelini çantadan verdirip bronşu alınız ve Sadrazam Paşa’nın haremine gönderiniz demiştir. Evet tiyatroyu seven ve bazen tiyatrolarda dahi diplomatik görüşmeler yapıp, devlet işleriyle ilgilenen ve sürekli evhamlı, baskıcı bir mizacı olduğu söylenen Sultan’ın bu hareketi ile aslında ne kadar cömert ve insana değer veren bir kişiliğini olduğunu görmekteyiz. KAYNAK : SULTAN ABDÜLHAMİD, TAHSİN PAŞANIN YILDIZ HATIRALARI, BOĞAZİÇİ YAYINLARI.
efecanpolat@windowslive.com
Dans
Yeni Eğlence Anlayışı
Latin Geceleri -Büşra İLASLAN-
Önceleri birçok kesime uzak olan dans kavramı televizyonlarda yapılan dans yarışmaları ile insanlara yakınlaştırıldı. İnsanlar dansın güzelliğini görmüş oldu. Bununla beraber, şehir yaşantısının
monotonluğundan bunalan insanların değişiklik arayışları, özellikle son on yılda Latin danslarına olan ilgiyi arttırdı. Hemen her meslek grubundan ve her yaştan öğrencilerin bulunduğu dans okulları ve bu yeni eğlence anlayışının doğurduğu Latin geceleri; insanların kaliteli eğlence ve sosyalleşme ihtiyaçlarına cevap vermektedir. Bu ortamlarda; dansçısından avukatına, gazetecisinden mahalle muhtarına aklınıza gelen gelmeyen birçok meslek gurubundan insanlarla yeni arkadaşlıklar kurabilirsiniz.
kırklı yaşlarda bir bayanın koşar adımlarla gelişiyle kesildi. Hanımefendi yeni okula başlayan bir çocuğun okul anılarını anlattığı heyecanla derslerde öğrendiği figürleri ne derece yapabildiğini, evinde boş zamanlarında dans okulunda öğrendiği figürleri çalıştığını heyecanla anlatırken bizim içeriye girme vaktimiz geldi. Loş ışıklar ve Latin müziği eşliğinde pistte dans eden kalabalık, insanın içindeki dans etme duygusunu kamçılıyordu. Hemen kendimize bir yer bulup eşyalarımızı bıraktık ve biz de dans eden kalabalığa dahil olduk. Etrafın ne kadar kalabalık
Ben de Latin gecelerini size daha iyi anlatabilmek adına, dans meraklısı biri olarak Yıldız Dans Akademisi’nin Maçkolik’te düzenlediği Latin gecesine katıldım. Hafif bir bachata müziği bizi kapıda karşıladı. Biz girişte fişlerimizi almak için beklerken yan tarafımızdaki ciddi görünümlü beyler arasındaki muhabbete ister istemez kulak misafiri oldum. İş güç konulu muhabbetleri
36
uzmanı olunca hayranla izlemekten başka yapacak bir şey kalmıyor bizlere. Dünya çapında bir titretme yarışması yapılsa eminim ki altın madalya Türklere verilir… Gece bu şekilde dans ve eğlence dolu devam ederken konuklardan birinin doğum günü ufak bir kutlamaya vesile oldu. Dans gecelerinin adetidir: doğum günü sahibi çalan parça bitene olursa olsun, o kalabalığa aldırmadan dans etmek kadar herkesle salsa yapar. Bu gözümüzün alışkın olduğu bir durumdu. Fakat doğum günü ve birilerinin seni beğeniyle izleyebilmesi tarifi sahibi bayanın başka bir bayan tarafından dansa mümkün olmayan bir duygu… Bir süre dans ettikten sonra yerimize oturup dans edenleri seyre kaldırılması ilginç ve bir o kadar güzel görüntülere daldık. Partnerler sürekli değişse de dans tutkusu sebep oldu. ilginç çünkü çok az bayan erkek figürlerini yapabilir… hep aynıydı. Partnerinin yirmili yaşlarda ya da elli yaşında olmasının hiçbir şey değiştirmediğini Gece sonunda Serkan ve Yeliz hocamla vedagörüyorsunuz burada. Çünkü buradaki insanların laşıp bu güzel geceyi hazırladıkları için kendiletek amacı dans etmek… rine teşekkür edip evimizin yolunu tuttuk. Eğer “DANS iki bedenin değil, ruhun müzikle se- sizinde dansa biraz merakınız varsa bir yerden başlamanızı şiddetle tavsiye ederim. Unutmayın vişme sanatıdır…” Kendimce böyle tanımlıyorum dansı. Eminim ki dansı seven herkes dansın her türü ayrı bir lezzet… DJ koltuğunda oturan Serkan Yıldız’ı ( geceyi organize eden dans hocamız ) görünce eşi ve partneri olan Yeliz hocayı aradı gözlerim. Kısa bir süre sonra o da kalabalık arasında belirdi. O sırada Serkan hoca mikrofondan workshop için dans etmeyi bilen bilmeyen herkesi sahneye davet etti. Önde dans hocaları arkada konuklar sıralı bir şekilde dizildikten sonra workshop başladı. Önde Serkan hoca ve dansçı arkadaşlarının yaptığı figürleri arka taraftaki konuklar tekrar ediyor ve bu sırada inanılmaz eğlenceli görüntüler ortaya çıkıyordu.… Workshop sonrası Latin müziğe kısa bir ara verip konuklardan birinin kısa bir oryantal dans şovunu izledik. Zaten oryantal her Türk kadınının vazgeçilmez dansı, sergileyende bu konunun
37
busrailaslan@hotmail.com
Geceyi Organize eden Serkan ve Yeliz Yıldız
benim gibi düşünüyordur.
Kitap
Deha ve delilik arası
AZIL
-Mustafa DOĞAN“Deha ile delilik arasında seyreden bir hayat…” kitap kapağının üstünde sizi karşılayan söz. Tam olarak bu sözü kitabın içerisinde de abartısız bir şekilde canlanmış olarak bulacaksınız. O zaman kapakta yer alan cümleye sizde hak vereceksiniz.
K
itap bir mektupla başlıyor. Asil’e mektup. Kitabın baş kahramanı Asil’in yıllar öncesinden kendisine yazdığı bir mektup. “Bu cümle, yazmayı öğrendiğimin kanıtıdır. Bu cümleyse, okumaya devam ettiğinin kanıtıdır.”sözleriyle başlayan bir mektup. Devamında “Bir hayata son vereceğiz. Ancak korkma. Doğum yeri belli olmayan ölümün serpilişi o kadar yavaş olacak ki ölenin kim olduğunu anlamayacaksın. İşlediğin bir suçtan ötürü, belki de ilk kez pişmanlık duymayacaksın. Belki de o gün geldiğinde, bir hayata son vermenin suç olmadığına inanacaksın.”sizi nasıl bir olayın içine sürükleyeceğinin ip uçlarını veriyor. İlk önce bir merak, akıl odalarınızı dolduyor. Sonra da cinayetin nasıl işleneceği merakı kapınızı çalarak okuma hızınızı arttıyor... Kitapta zekilik ile delilik dilemması arasında kalan Asil’in hayatı anlatılıyor. Asil’in çocukluğundan ölümüne kadar anlatılan kitap birçok olaya ev sahipliği yapıyor. Asil’in üstün zekası kitabın tamamında göze çarpan özelliği. Para kazanmak için birçok işe giren Asil; insanların hayatlarıyla ilgili olasılık raporları yazıyor, aklına takılan aykırı soruları çözmek için denyeler yapıyor. Daha sonra Asil, para kazanmak için takma isimlerle roman yazıp meşhur oluyor. En son olarak Asil Yaşayan takma ismiyle; yazdığı roman sonrasında yazdıklarıyla toplumun sınırlarını zorlaması, birden onun en çok aranan adam olmasına neden oluyor. Herkes onu bulup öldürmek istiyor. Öldürülmekten kaçıp ve insanlardan
uzaklaşmak için küçük bir sahil kasabasında, pansiyonda kalıyor. Kimseyle konuşmayan yalnız takılan Asil, pansiyon sahibinin oğluyla arkadaşlık ediyor. Katil olarak arandığı haberini televizyonlarda gören Asil için oradan gitme vakti geliyor. Pansiyon sahibinin oğlu da Asil’in peşinden gidiyor. Televizyonda Asil’in arandığını gören pansiyon sahibi hemen oğlunu arıyor fakat bulamıyor. Asil’in peşine düşen pansiyon sahibi, oğlunu onun yanında görünce hemen oracıkta öldürüyor. Asil’in hayatı bu şekilde son buluyor. Ölürken zihninden gelen ses “Azledildin. Her şey bitti. Bundan sonra, düşünmeyecek, bilmeyecek ve yaratmayacaksın.”diyor. Yazar, olayları o kadar zekice kurgulamış ve bu kurguyu o kadar ince ve sık dokuyor ki; kurgudan, üçüncü şahıs olarak süregelen olayları bizzat olay yerinde izliyormuş hissi veriyor. Kurgular o kadar seçkin ve akışkan cümlelerle kurulmuş ki sizleri sıkmadan yeni sayfa çevirme heyecanı uyandırıyor. Okuduğunuzda kitabın kapağında yer alan delilik ve dahilik arasındaki sözü, bir delinin dahi olabilme ihtimalini bile düşünmüyorsanız o zaman size bunu bir daha düşünmenizi tavsiye ederim… Kitabın isminden ve yazarından da bahsetmek gerekirse; Azil, Türkçede, görevden almak; Arapçada, hamileliği engellemek uğruna, kadının haricine boşalmak, anlamına geliyor. Kitabın yazarı Hakan Günday. Günday, 2000 yılında yazdığı Kinyas ve Kayra adlı romanla edebiyat dünyasına adım attı. Bu romanından sonra birçok roman yayınlayan yazarın kendisine has bir okur kitlesi var. Yani kısacası Azil; Delilik ve dehalık dilemmasında ince bir çizgide yaşam süren, deliliğin uçurumunda zekiliğin koynunda can bulan, sınırların ötesinde bir varlık biçimi, bir yaşam öyküsü…
38
Alıntı
‘Bizim Eski Beşiktaş’ 1987’nin Beşiktaş’ını anlatıyorum. O günlerden, şimdiki Barbaros Meydanı’nda Sinan
Paşa Camisi var. Oradan, göz kararıyla bizim fırının, çarşının, dükkanların yerlerini tespit edebiliyorum: Şuradan fırının tezgahı yükseliyordu; ben buraya ekmekleri dizerdim. Tezgahın altında Azbiderli Musa Çavuş’un kahvehanesi vardı. Sarı yün abasıyla iner, çıkar, çay ve kahve dağıtırdı. Bitişiğindeki sandık büyüklüğünde dükkanda, Hüseynikli nar gibi kırmızı yanaklı Mustafa Ağa ile yeğeni Yusuf, bağdaş kurup ince çöpleri keserek aynı boya getirir, süpürge bağlardı. Yusuf, süpürgeleri omzuna alıp buradan götürürdü semtlere. Beşiktaş, Ortaköy semtlerine, “Süpürgecii!” diye bağırarak. Evet, Karamanlı usta Yorgi’nin bakkal dükkanı da tam şuradaydı. Sabun, zeytin, zeytinyağı satardı. Dar uzun bir masada da soğan ayıklar, maydanozu, çiğeri, soğanı doğrar, unlar, tuzlar, ve unlu kanlı parmaklarıyla yanındaki ateş dolu maltızdan bozma bir mangalda yağı yakıp ciğerleri kızartırdı. Kağıt kadar ince tabaklarda, müşterilerine kırk paraya ciğer servisi yapardı. Kapları yıkamazdı. Yiyenler ekmeğin öyle bir silerdi ki bir iz bile kalmazdı. Bitişiği İşkordalı Abidin Bey’in kasap dükkanıydı. Cüce çoban Şipka “Cıngıl…Cungul…Cıngıl…”zil sesleriyle sesleriyle koyunları dışarı çıkarır, otlatmaya götürürdü. Zeynel, müşteri olmadığı zamanlar, kasap bıçaklarını bilerdi. İşkordalı Arnavut beylerin zenginliğiyle iftihar eder; “Yetmiş kaşık, yetmiş çanak sahipleridirler, o kadar adama her gün yemek verirler…” der, o kadar yüksek sesle bağırırdı ki, sokaktan geçenler duyarlar, dururlardı. Onların bitişiğinde ise Makedonyalı Lazo Curo’nun, Petru Marko’nun sebzeci dükkanı. Büyükdere’de, Bahçeköy’de bahçeleri vardı. Oradan katırlarla geceleri sebze getirirlerdi. Sabahları erken saatlerde ben henüz yatağımda iken katırların boyunlarındaki zilleri seslerini duyardım: “Cangılı, cangılı, cangılı…” nasılda ahenkli çalarlardı! Bana, Giresun vadilerinin tepelerinden geçen kervanları anımsatırlardı. Fırının tam karşısında camiyle birleşip bir köşe oluşturan yer, Arnavut şerbetçi Cafer Ağa’nın yeriydi. Önündeki mermerin üstünde her mevsim şerbet olurdu. Mecidiyeköy’ünde bir karlığı vardı. Dağ tarafından kazılmış büyük bir çukur. Orada kışın kar depolardı. Yazında, hergün sepetle kar gelirdi dükkanın bodrumuna; şerbetler ve dondurma için… yanı başı, helvacı Memiş ustanın dükkanıydı. Beyaz mermer tezgahlı. Tezgahta, hep büyük helva kubbeleri olurdu, kapların kalıbını almış. Helvaları karan İmam Usta’ydı. Yaz kış, dirseklerine kadar çıplak, yeşil sarıklı fesiyle İmam Usta’nın şöhreti yaygındı. Akşam saatlerinde, çok uzaktan helva almaya müşteriler gelirdi. Sahili Memiş Usta da sarı çizgili beyaz sarıklıydı. Kocaman bir göbeği vardı. Ben onu, eşeğine binmiş Nasrettin Hoca’ya benzetirdim. O zamanlar şişmanlık sağlık işaretiydi. Beşiktaş’taki Ermeni kilisesinin papazı Mikayel Efendi’nin ahbabıydı. Silivri yoğurduda satardı. Yoğurdun yüzünü ona saklarlardı; ya gelip yerdi, ya da evine götürürdü. Ondan para almazlardı. Yukarıdaki alıntı Hagop Mıntzuri’nin “İstanbul Anıları 1897-1940” isimli kitabından yapılmıştır. (Çeviren: Silva Kuyumcuyan, Sayfa: 72-73, Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Yazısının başlığı tarafımızdan koyulmuştur.)
39
40