1
Bu Ay
-Spor22-“Geleceğin Yıldızları Türkiye’de Parladı” FIFA U20 Dünya Kupası bu
sene ülkemizde oynandı. Geleceğin Zidane’ları, Pirlo’ları, Messi’leri bizim topraklarımızda sahne aldı. Favorilerden Fransa kupaya uzanırken İspanya ise çeyrek finalde elendi. Milli takımımızın, ev sahipliği yaptığı turnuvaya erken vedası belki de sadece ülkemizde hayal kırıklığı yaratırken, turnuvanın en renkli takımı Irak ise tüm dünyanın taktirini kazandı
2
içindekiler -Foto Haber-
5- Editör
30-“Kayıkla yolculuk…”
“Can Dostu Kitablar”
Ulaşımda tüm modern araçları kullanan bir şehirde geleneksel taşımacılığın bir uzantısına rastlamak artık mümkün değil. Eğer böyle düşünenlerdenseniz gerçekten çok şaşıracaksınız...
21-Kitap
“CESUR YENİ DÜNYA – BRAVE NEW WORLD”
-Sinema6- “HOLLYWOOD’UN ÜVEY EVLADI GEOFFREY RUSH VE FİLMLERİ” Jack Nicholson, Al Pacino, Robert De Niro, Anthony Hopkins ve daha nice Hollywood starları... Çoğu zaman aynı rollerin farklı versiyonlarını oynayan dev aktörler… Onlarca ödül sahipleri… Sinemanın dahi çocukları… Milyonları peşinden sürükleyen, karizmatik, güçlü ve efsane kişiler…
-Portre16- “
TÜRK SİNEMASI’NIN AHU GÖZLÜ
SULTANI TÜRKAN ŞORAY
3
”
Çerkez asıllı bir yüzbaşının oğlu olan Halit Bey 1945 yılında devlet demir yollarında memurluk yapan kendi halinde bir insandı. Eşi Meliha Hanım da ev hanımı aynı zaman da kadir kıymet bilen son derece vefakar bir kadındı. Çift 28 Haziran günü dünyaya, Türkan adını verdikleri kızlarını getirdiler. Çiftin ilerde Nazan adını verdikleri bir kızları daha oldu.
büt dergisi
Aylık Kültür- Online dergisi
Editör
Mustafa Doğan
Yazı işleri Emre Ceylan Reklam
Efe karasu
Mısra Yıldız
Grafik Tasarım
Mustafa Doğan
Ön ve Arka Kapak Mustafa Doğan
Yazarlar
Emre Ceylan Efe Karasu Ege Küçükkiper Müge Gül Handan Aşık
www.butdergisi.com www.facebook.com/butdergisi www.twitter.com/ButDergisi
Bize ulaşmak için info@butdergisi.com butdergisi@gmail.com
Tüm hakkı saklıdır. Yazılarla ilgili tüm sorumluluk yazarlara aittir.
4
Editör
Can Dostu Kitaplar -Mustafa DOĞAN-
Merhaba sayın okuyucu. Bu ay size kitap dostluğundan dem vurmak istiyorum. Dilimin döndüğünce ya da beynim parmaklarıma komutladığı kadar sizlere anlatacağım. Bilirsiniz klişedir kitaplar insanların en iyi dostlarıdır. Kitaplarda farklı dünyalar, farklı simalar gerçekten hayatta göremeyeceğiniz yüzlerce binlerce hatta milyonlarca dost edinirsiniz. Tabi bazende anlatılanlar sizin yaşadıklarınızla aynı olunca demek ki benim gibi düşünen yaşayan hatta konuşan birileri de var deyip rahatlarsınız. En azından ben öyle oluyorum. Farklı dünyalarla tanışma fırsatınız kitaplarda tanışacağınız insanlar kadar elbette olmayacaktır. Kitaplardaki dünyalarda sizler birer dış gözlemci bazende kendinizce hakem olursunuz. Hakemlik görevini üstlenirken kararı siz vermek için çok can atacaksınız fakat buna sayfalar izin vermeyecektir. Sayfalarla kurulu bu hayatta zaten onu işleyen yazar kararı vermiş ve sonuçu bağlamıştır. Size sadece yapay hakemlik kalır. Bu can dostu kitaplar ayrı zamanda bilgi cennetidir. Her türlü bilginin kelimelerle örülü sayfalarla kuru-
5
lu bu dünya da mevcut. İster din, ister dinsizlik, ister aşk ister aldatma, ister siyaset ister cinsellik kısacası ne ararsan bulabileceğin kurulu bir dünya. İnsanların sormaktan çekindikleri her türlü sorunun cevabı bu dünya da mevcut. Bu dünya farklı bir dünya, bu dünya bilgi dünyası. Kitaplar insanların çoğu hatta nerdeyse hepsi bir sözcüdür. Sözü olanın kurgulayabildiği kadarıyla ve yahut kelimeleri kontrol edebildiği kadarıyla anlattığı bir sözcü. Sözcükleri döndürebildiği kadarıyla derdini anlatır, düşüncesini ifade eder, sözünü söyler. Düşüncelerini konuşarak az miktarda ulaştırdığı kişilere kitaplar sayesinde daha çok insana ulaşır. Sözcükleri kontrol edebildiğim kadarıyla kelimeleri itaatime aldığım kadarıyla sizlere bir şeyler anlatmaya çalıştım. Beni okuma zahmetine katlandığınız için teşekkürler… Umarım bu ay ki dergimizi beğenirsiniz. İyi okumalar iyi günler dilerim…
Sinema
HOLLYWOOD’UN ÜVEY EVLADI
GEOFFREY RUSH - Ege KÜÇÜKKİPER-
VE FİLMLERİ
-ege0692@hotmail.com-
Jack Nicholson, Al Pacino, Robert De Niro, Anthony Hopkins ve daha nice Hollywood starları....Çoğu zaman aynı rollerin farklı versiyonlarını oynayan dev aktörler...Onlarca ödül sahipleri… Sinemanın dahi çocukları...Milyonları peşinden sürükleyen, karizmatik, güçlü ve efsane kişiler…
H ayır, bu sefer tek bir filmle hafızalara kazınan,
yakışıklı, popüler kültürün ele geçirdiği bir isimden bahsetmeyeceğim. Bahsedersem ben de popüleritenin pençesine düşmüş olurum öyle değil mi? İşe biraz farklılık katalım istedim. Bunun için de her filmi olay, her karakteri sahici, her bakışı içten bir aktörü seçtim…
6
O, her zaman perde arkasına mahkum bırakılan biri… O, adının arkasına sığınmak yerine, oyunculuğunu ön plana koyarak, birbirinden farklı rollerin üstesinden gelen biri… O, akademinin pençesine düşmüş, nam yapmış insanlar uğruna onu görmezden gelen jürilere karşı savaşan biri… O, “Shine”nın David Helfgott’u, “Düşlerin Efendisi”nin Marquis De Sade’i, “Sefiller”in Müfettiş Javert’i, “Karayip Korsanları”nın Kaptan Barbossa’sı… O, klasik ile çağdaşı, iyi ile kötüyü, gerçek ile hayali, ruh ile teni harmanlayan biri… O, büyüleyici sesiyle diğer karakterlere hayat veren biri… O, Avusturalya’dan, Amerika’ya uzanan yolculuğunda yalnız biri… O, sinemadan tiyatroya, diziden yapımcılığa söz sahibi olan biri… O, komediden drama, trajediden aşka geçebilen biri… O, Geoffrey Rush…
1996’da ise “akademinin iyi gününe denk gelerek”, “Shine” filmiyle parladı ve oscar ödüllü bir aktör oldu. Akademinin iyi günü diyorum çünkü bu tarihten sonra akademi “uyumayı” tercih etti. Keza hala uyanabilmiş değil… Birbirinden farklı rollerin üstesinden gelebilen bir oyuncu demiştim. Filmleri kategorize etmek de yarar var. Öncelikle biyografi türüne uygun filmlerinden başlayalım.
“SHİNE”, “QUİLLS” , ve “FRİDA” “Shine”, ünlü piyanist David Helfgott’un yaşamını konu alana, ağır drama olarak nitelendirilebilecek, tek kişi üzerine yoğunlaşan ve bu sayede oyuncunun, oyunculuk gücünü gösterebileceği, zaman geçişlerinin farklı kişiler tarafından canlandırıldığı, ters döngü dediğimiz, film sonunun, başından gösterildiği böylece merak öğesinin ön plana çıktığı bir film. Baba figürünün toplumdaki yeri ve baskısı, din olgusunun yok sayılıp, gereksiz bulunması, toplumun sanatçıya verdiği değer filmin ana temalarını oluşturuyor. Geoffrey Rush ise, Rahmanov’un 3. Piyano Yukarıda genel hatlarıyla ortaya çıkan 1951 Konçertosu’nu (çalması en zor eser) çalmasının doğumlu aktörümüzün filmlerine bir göz atalım… haricinde, şizoaffektif bozukluk yani davranış 1981 yılında “Hoodwink” filmiyle sinema karibozukluğunu son derece inanılır ve doğal kılarak yerine başlayan Rush, kısa bir süre sonra on beş dalda adaylık ve bir oscar kazanıyor. televizyon dizilerinin aranılan yüzü haline geldi. Barındırdığı konu bakımından benzerlikler
7
gösterse de daha cesur sayılabilecek Quills (Düşlerin Efendisi), yine gerçek bir kişiliği, Marquis De Sade’in hayatının yalnızca bir kesitini (son zamanları) konu alıyor. Din ve toplum baskısının kendini çokça gösterdiği, yazarlık ve edebiyat üzerine düşüncelerin ahlak teması üzerinden verildiği, siyasi otoritenin sanata bakış açısını ve sansürü bizlere farklı bir üslupla sunuyor. Mekan kullanımı, tek mekana indirgenmesine rağmen seyirciyi sıkmıyor ve dönemin atmosferini yansıtmakta ki başarısını gösteriyor. Shine ile Quills’in ortak noktaları sadece temalarının baskı, din ve sanat üzerine oluşu değil, aynı zamanda karaktere “deli” sıfatının yapıştırılmasıdır. Yine tek kişi egemenliğinde, performansa dayalı bir rolün altından kalkmayı başarabilen Rush ise, mükafatını çeşitli ödül kurumlarında 11 dalda aday gösterilmesiyle alıyor. (O yıl ödülü, “Gladyatör” filmiyle Russel Crowe aldı) 2002 yapımı “Frida” ise, bu iki filme oranla zıtlıklardan doğan bir film. Adından da anlaşılacağı gibi ünlü ressam Frida Kahlo’nun yaşamını konu alıyor. Olay örgüsü zamansal bakımdan
“Shine” gibi. Sonu başından belli. Görselliğin daha ağır bastığı, dramatik, şehvetin ve aşkın uçarı olduğu film, tabuların gereksizliğini, sanatın aşkla yoğrulup ortaya çıkarılabileceğini ve en önemlisi dönemin siyasi olaylarına, düşüncelerin bir ülkeyi nasıl bölebileceğine ışık tutuyor. Geoffrey Rush burada, Sovyetler Birliği Askeri ve Deniz İşleri Halk Komiseri Lev Troçki’ye hayat veriyor. Filmdeki toplam rolü en fazla on beş dakika olmasına rağmen, konunun bel kemiğini oluşturuyor ve “dev bir aktör asla bu kadar küçük bir rolü oynamaz” mantığını akıllara getiriyor. Fakat söz konusu Geoffrey Rush ise, “oynar” demekte bana düşüyor. Bu üç filmin en belirgin ortak noktaları ise, biyografik türde olmasına rağmen, yapı ve içerik itibarıyle, senaristin ve yönetmenin hayal gücünün birleşimiyle, belgesel nitelikten oldukça uzak, amacı kişi hakkında bilgi vermek olmayan, bir olay döngüsü içerisinde, bir roman tadında izleyiciye ulaşıyor oluşu. Ayrıca Geoffrey Rush, 1998 yılında, Kraliçe Elizabeth’in yaşam öyküsünün anlatıldığı, “Elizabeth” adlı filmde de rol almıştır. Bahsi geçen filmlerde can verdiği karakterler sayesinde, “en iyi erkek oyuncu” kategorisinde aday olarak gösterilmiştir. Şimdi
8
dilerseniz, biyografik türünü burada bırakıp, biönceleri hoca – öğrenci, sonraları ise iki dosttan raz daha tarihe ve klasiğe yüzümüzü çevirelim… daha da yakın ilişkileri gözler önüne seriliyor. Ve bu film Geoffrey Rush’a tam yirmi yedi ayrı “SEFİLLER” ve “ZORAKİ KRAL” kurumdan adaylık getiriyor. Filmde yine ikinci Victor Hugo’nun asla ve asla ölmeyecek adam olmasına karşın, başrolden daha fazla eseri Les Miserables’in (Sefiller), 1998 tarihli adaylık ile adını zirveye taşıyor. Colin Firth ise versiyonunda polis müfettişi Javert rolü ile filmin VI. George rolüyle akademi ödülünü kazanıyor. ikinci adamı olmasına rağmen, göstermiş oldYani yine hak yeniyor… uğu üstün performansla film boyunca adından söz ettiren Rush, klasisizmin temsilcisi konuAşk ve aile filmleriyle de kendini gösteren munda izleyicinin karşısına çıkıyor. İlk kötü Rush, özellikle “Aşık Shakespeare” filmindeki adam rolü diyebiliriz. Aslına bakarsanız filmleri komedivari oyunculuğuyla sekiz dalda adaylığa arasında belki de en iyi performansı. Fakat tek layık görülüp, bir evvel oynadığı (sefiller) filmindadaylığı bile yok! Konuya gelince… Bahsetmeyi eki başrolünün aksine yan rolle izleyici karşısına düşünmüyorum. Bilen biliyordur. Bilmeyene çıkmıştır. Bundan hiç gocunmamış ve elinden ise vereceğim adres burası yani internet değil, gelenin en iyisini yaparak, mütevazi duruşunu kitapçılardır! Film eleştirisi olarak, romantizmin, sürdürmeyi bilmiştir. Yeni nesil onu “Karayip Korklasisizmden üstün ve daha yararlı olduğunu sanları”ndaki Kaptan Barbossa rolü ile tanıdı. belirten sahneler başarıyla işlenmiş. Javert’in Çektiği tek komedi filmi olan “Karşınızda Peter intiharı, klasisizmin ölümünü, romantizmin Sellers” ile yine farklı bir türün kanatları altına doğuşunu simgelemekte oldukça net. Dönem girerek, seyirciyi yadırgatmamış, yelpazesini yapısına uygun kostüm ve mekanlarıyla, esedaima geniş tutmuştur. Bir oyuncunun yapması rin hakkını veren, devrimin güçlü sesi olmakta gereken her şeyi, saç kesimi, sakal bırakımı, üstüne olmayan bir başyapıt. kilo alıp verişinin yanında, sade ve naif oyunculuğuyla, her kimliğe bürünmüş, akademinin değil “Zoraki Kral” adlı 2010 yapımı, gerçek haama yapımcıların ve kıymet bilen sadık sinema yattan alınan film ise, kekemeliği yüzünden izleyicisinin göz bebeği olmuştur. kendi halkına bir türlü konuşma yapamayan Son sözüm, Geoffrey Rush’ı izleyin, izlettirin… ve babasının ölümüyle zoraki bir şekilde başa geçen VI. George’un, konuşma terapisti ile olan,
9
Foto Haber
Kayıkla yolculuk…
10
-Handan AŞIK-
-handan.ist@hotmail.com-
Ulaşımda tüm modern araçları kullanan bir şehirde geleneksel taşımacılığın bir uzantısına rastlamak artık mümkün değil. Eğer böyle düşünenlerdenseniz gerçekten çok şaşıracaksınız... Haliç kıyısında hala kayıkçılık yapan, ekmeğini kayıkçılıkla kazanan insanlar var. Kayıkçılar sabah altıda mesai saatine başlayıp akşam saatlerine kadar çalışmaya devam ediyorlar. İETT’nin uyguladığı tarifeye göre ücretlendirme yaparken, taşıdıkları insan sayısına göre değişiklikte yapabiliyor. Eyüp, Hasköy, Miniatürk, Halıcıoğlu arasında yani haliç kıyısında bulunan tüm semtlere ulaşım sağlıyorlar. Yolu düşen herkesin sempatisini kazanan bir görüntü sergiliyor bu alternatif taşımacılık. Sizin de yolunuz Haliç’e düşerse bu neşeli yolculuğu denemeden geçmeyin derim.
11
12
13
14
15
Portre TÜRK SİNEMASI’NIN AHU GÖZLÜ SULTANI
TÜRKAN ŞORAY Nam-ı diğer Kara Kız -Müge GÜL-
-muugegul@gmail.com-
16
Ç
erkez asıllı bir yüzbaşının oğlu olan Halit Bey 1945 yılında devlet demir yollarında memurluk yapan kendi halinde bir insandı. Eşi Meliha Hanım da ev hanımı aynı zaman da kadir kıymet bilen son derece vefakar bir kadındı. Çift 28 Haziran günü dünyaya, Türkan adını verdikleri kızlarını getirdiler. Çiftin ilerde Nazan adını verdikleri bir kızları daha oldu. Türkan ilkokula mahalledeki Rami Tas Mektebi’nde başlamış olsa da o dönemlerde iş değiştirerek polis olan baba Halit Beyin sürekli adres değiştirmesinden dolayı 1956 yılında Feriköy İlkokulu’ndan mezun oldu. Bu arada aile içinde oldukça maddi ve manevi sıkıntılar baş göstermeye başlamıştı. Türkan ortaokula Fatih Kız Lisesi’nde başladı. Mezun olduktan sonra okulu bırakmaya mecbur kaldı. Oldukça büyük bir ekonomik sıkıntı çektiklerinden annesi de bir lastik fabrikasında işe başlamıştı. Kız kardeşi Nazan’ın doğumuyla beraber Türkan’ın sorumlulukları da artmaya başladı. Ev işlerinde ve bebek bakımında annesine yardım ediyordu. Anne ve babası ayrılmaya karar verdiği zaman 2 kız kardeş anneleri ile birlikte Karagümrük’te bulunan Sarmaşık Sokak’a taşındı. Aslında bu sokağa taşınmaları Türkan için parlak ve başarılarla dolu geleceğinin de ilk adımı oldu.
Yeşilçam’a İlk Adım
Karagümrük’te tuttukları evin sahibinin kızı dönemin genç ve güzel oyucularından biri olan, Emel Yıldız’dı. Kısa sürede Türkan ve Emel abla kardeş gibi olurlar, ve kaderin cilvesine bakın ki Emel bir film görüşme-
17
si için yanında onu da götür. Bu Şoray’ın ilk kez Yeşilçam’a adım atmasıdır. Emel ablası görüşmesini yaparken Türkan da bir köşede sessizce oturmuş etrafını inceliyordu. Onu fark eden Türker İnanoğlu olmuştu. Yeşil mantolu, büyüleyici bakışlara sahip güzeller güzeli bu kızın kim olduğunu öğrenir öğrenmez annesini ayağına gelerek, “Köyde bir kız sevdim” filminde oynaması için ikna edilmesini isteyen de İnanoğlu’ndan başkası değildi. Annesinin biraz düşünüp nazlanmasının ardından teklifi kabul etmesinin sonucunda Türkan kendini setlerin büyülü dünyasında, kameranın önünde bulur. İlk filmini çektikten hemen sonra bir akşam evinin kapısı çalınır, gelen amcalarından biridir. İsteği ise soyadını kullanmamasıdır. O dönemlerde bir kızın oyuncu olmasını özellikle köklü ailelerde kabul görmesi oldukça zor ve anlaşılmazdı. Ancak yıllar sonra bir sünnet düğünün de Sultan ve amca göz göze gelecek, bakışlarında onunla gurur duyduğunu hissettirecektir. Türkan başta soyadını değiştirebileceğini düşünse de ertesi gün afişlerin basıldığını öğrenince bundan vazgeçmiştir. Ama buna pekte üzülmeyen Sultan adı ve soyadını çok sevdiğini pek çok kez tekrarlamıştır. Bu arada takvimler 1960 yılını göstermektedir. Türk sinemasının güzelliği dillere destan Sultan’ı ile tanışması bu yılda gerçekleşir, henüz 15 yaşındaki Türkan Şoray için uzun ve yorucu ama aynı zamanda başarı ve güzelliklerle dolu sinema serüveni başlamış oldu. Bu arada ilk nişanlısı Şadi Çadırcı ile yollarını ayıran genç kız kısa bir süre içinde Türker İnanoğlu ile nişanlandı ancak bu nişanda kısa sürdü.
Babasına karşı hep bir özlem duyan Sultan, 1962 yılında hayatının aşkı Rüçhan Adlı ile tanıştı. Bir film çekimi için çalışırken, o dönem kampta olan Galatasaray’ın başkanı Rüçhan Adlı’nın dikkatini çeken genç kız kısa sürede aşk denen o hepimizi kokusuyla sarhoş eden duyguya kapıldı. Yalnız bir sorun vardı. Türkan henüz 17, Rüçhan Bey ise 39 yaşındaydı. Annesi kabul etmedi, ancak Sultan bunu önemsemedi. Bir diğer sorunda Rüçhan Beyin evli olmasaydı. 21 yıllık birliktelikleri boyunca da evli kalmıştır, çünkü Adlı’nın eşi kesinlikle boşanmaya yanaşmıyordu. Çiftin gayrı meşru ilişkileri Sultan’ın çocuk sahibi olmaya karar vererek Adlı’yı terk etmesine kadar sürer. Rüçhan Bey hayatında olduğu süre boyunca Sultan’a hep göz kulak olmuş, onun Türk sinemasında Sultan diye tanınmasına, çok tartışılan Türkan Şoray kanunlarına ve şüphesiz özel hayatında pek çok değişikliğe vesile olmuştur. 1966 yılında Şoray’ın annesi Meliha Hanım kendinden 20 yaş küçük Ahmet Beyden Figen adında bir kız doğurur. Türkan Şoray annesine kendinden bu kadar küçük bir erkekle evlendiği için oldukça kızgın ve kırgındır. Bebeği görmeye gitmez. Bu süre zarfında babası Halit Beyde 20 yaşında bir kızla 2. evliliğini yapmış, ondan 2 çocuk sahibi olmuştur bile. Rüçhan Adlı bir demecinde “Türkan şimdiden 4 kardeşim oldu yakında 14 olur diye şaka yapıyor bana” demiştir. Kaderin cilvesi ki ailede herkes birbirinin ilişkisine son derece hoşgörüsüz bir bakış açısı içerisindeydi. Özel hayatında evli bir erkekle olan ilişkisi, ailesinin ilişkileri karmaşık bir hal almışken sinema hayatı bunun
tam tersi son derece güzel gidiyordu. Oyunculuğunu kanıtladığı ‘”Acı Hayat”ona aynı zamanda ilk ödülü olan 1.Antalya Film Festivali’nde “En İyi Kadın Oyuncu Ödülü”nü kazandırır.
Türkan Şoray Kanunları...
Bir dönem farklı yapım şirketleri ile çektiği yapımlar aynı haftalarda vizyona girmeye başlayınca rekabet ortamı oldukça gerilir. Şoray da bunun üzerine fiyatı arttırır, bu hareketi onun dönemin Acar, Arzu, Duru gibi büyük şirketler tarafından veto yemesine sebep olur. Ancak Sultan kısa bir sessizlikten sonra bu sefer kanunlarıyla piyasaya geri döner. Peki neydi bu yıllardan beri Şoray kanunları olarak bilinen ve Türk sinemasında bir ilk olan kanunlar. 18 madde den oluşan kanunlara göre; Türkan Şoray’ın senaryoyu beğenmeme hakkı kendinde saklıdır, beğenmediği taktirde senaryo değişikliği talep edebilir, filmlerde öpüşme ve sevişme sahneleri bulunmayacaktır, İstanbul dışına çıkmaz, Pazar günleri çalışmaz, hafta içi mesaisi 08:00 ila 19:00 arasıdır, jenerik afiş,
reklam vb. her yerde Türkan Şoray
18
adı başta tek ve büyük yazılacaktır, buna filmin oynatıldığı her yerde uyulacaktır, filmlerde Sultan’ın sesi kullanılması için anlaşma hakkını yine film renkli ise çekimlerin uzaması ile ilgili anlaşma hakkını, şirket ortak olarak başka bir şirketle filmi çekiyorsa anlaşma hakkını ve son olarak çekilecek filmde rejisör ve jönü belirlemede anlaşma hakkını kendinde saklı tutar, bu şartlara uymayan şirket 100 bin lira (o dönem için) ödemeyi kabul eder, ihtilaf durumlarında baş vurulacak mahkemeler İstanbul mahkemeleridir, Türkan Şoray’ın film başına ücreti 60 bin liradır(o dönem için), herhangi bir aksamadan doğacak bir durum da Şoray’ın bekleme süresi 10 gündür. 1966 yılında, Türk sinemasında 21 yaşında genç bir kadın için oldukça cesur bir listeydi. Ancak beklenen oldu şirketler ne derse kabul etti, böylece Sultan’ın sarsılmaz imajı bugüne dek aynı değerini korumuş oldu.
19
Dünyanın En Çok Film Çeviren Kadını
1970’li yıllarda TRT’nin kurulması ile o dönem çok fazla çekilen seks filmleri furyasının da etkisi ile Şoray yılda ortalama sadece 4 filmde oynaya bildi. 80’li yıllarda ise yılda 2 film çekmiştir. Bu kadar az mı diyebilirsiniz ancak Türkan Şoray “dünyanın en çok film çeviren kadın oyuncusudur.” Bugüne kadar 208 filmde başrol oynayan Sultan 4 filmde yönetmenlik yapmıştır. Ayrıca bu güne dek 10 dizide rol alan sanatçı bu alanda da kendini kanıtlamıştır. Özellikle 2000 yılı başında rol aldığı ve başrolünü Şener Şen’le paylaştığı bir fenomen haline gelen “İkici Bahar” ve yine başrolünü Haluk Bilginer ile paylaştığı Sevinç karakteriyle gönlümüzde taht kurduğu “Tatlı hayat” dizileri ile yıllarca seyircisi ile buluştu. 80’li yıllarda film konusundaki kıtlık adeta sanatçının özel yaşamına da yansıdı. Önce 1983 yılında ilk aşkı ve hayatının 21 yılını geçirdiği Rüçhan Adlı ile yollarını çocuk istediği için ayırdı. Rüçhan Beyin eşi hiçbir şekilde ayrılmaya yanaşmadığından Şoray ile evlenemeyen Adlı istemeyerekte olsa ayrılığı kabul etmek zorunda kaldı. Aynı yıl meslektaşı ve tiyatrocu Cihan Ünal ile evlenen Şoray 1984’te annesini kaybetti. Ertesi sene hayatına her şeyim dediği kızı Yağmur girdi. Sanatçı 40 yaşında dünyanın en mukaddes duygularından biri olan anneliği tattı. Yine 1987 yılında eşi Cihan Ünal ile sanat camiasında evlilik olmuyor kalıbıyla boşanan Sultan’ın hayatına bilinen başka bir erkek girmemiştir. 1995 yılında
Rüçhan Adlı gözlerini hayata yumduğunda da yanı başında yine Türkan Şoray bulunuyordu. Şüphesiz bu aşktan bile daha öte adeta bir vefa borcuydu. Gönüllü katlandığımız tek acı aşk diyen sanatçı, “İlk aşkı unutulmaz, evliliği ise yolundaysa sahip çıkılmalı, değilse vazgeçilmelidir” diye özetliyor. Kimseye veda etmek istemeyen, uykudan vazgeçemeyen, mavi ve tonlarına aşık Türkan Sultan parayı sadece bir araç olarak gören ve çiçeği dalındaysa seven mütevazi ve zarif bir kişiliktir. Sultan aynı zamanda kendi oyunculuğuna, kariyerine ve anılarına da yer verdiği bir NTV yapımı olan Sinema Benim Aşkım adlı programda sunuculuk görevi üstlenmiştir.
vali’ne, Taşkent Film Festivali’nden İzmir Film Festivali’ne, Bastia Akdeniz Sinemaları Festivalinden Ankara Uluslararası Film Festivali’ne, 5.Uluslararası Film Festivali’nden Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne, Roma Film Festivali’nden 2.Uçan Süpürge Kadın Festivali’ne 13 ve Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Zirvedekiler ödülü, Akademi İstanbul yılın en başarılı sanatçısı ödülü ile Engelsiz Yaşam Vakfı tarafından layık görüldüğü Türk sineması üstün başarı ödülü ile toplamda 16 ödül ve Türkiye Cumhuriyeti Devlet Sanatçısı ünvanına sahiptir.
Gönlümüze Taht kurduğu onlarca film de; bizi kah güldüren, kah ağlatan, kah düşündüren ahu gözlü Sultan şu sıralar 68 1973 yılında adını taşıyan bir ilkokul yaşını ve bu kadar yılın ona getirmiş olduğu yaptıran Şoray’ın özellikle çocuklara ilgisi her türlü güzelliği kucaklıyor. Yıllar her ne oldukça bilinir bir şeydir. Kendisi orta okuldan kadar onu da herkes kadar yıpratmış olsa da sonra eğitim fırsatı bulamadığından içindeki gözlerine ve o içleri ısıtan gülümseyişine doukteyi başka çocukların okuyabilmesi ve hakunamamış. Bizler onun parçası olduğu bir yallerine kavuşabilmesi yönünde olumlu bir dünyada onu izleyerek yetişen kuşaklar olarak çalışma ve katkıya dönüştüren sanatçımızı şanslıyız. Ve sanırım yapmamız gereken bunun 2010 yılında UNESCO (Birleşmiş milletler Eği- farkına vararak böyle büyük ve değerli santim, Bilim ve Kültür teşkilatı) “iyi niyet elçisi” atçılarımıza sahip çıkmalı onları vefasızlık ve seçmiştir. ilgisizlikle yoğrulup, katmanlaşmış bir karanlığa itmemeliyiz. Ahu bakışlı Sultanımız son1964 yılından 2013 yılına kadar 4’ü Antasuza dek yüreklerimizdeki dağlarda özgürce lya Altın Portakal Festivali olmak üzere, Altın gezmeli ve bize o güzel sesinden eşsiz nameler Koza Film Festivali’nden Moskova Film Festi- döktürmeli.
20
Kitap -Handan AŞIK-
CESUR YENi DÜNYA BRAVE NEW WORLD
-handan.ist@hotmail.com-
Bu sayımızda konuğumuz İngiliz yazar Aldous Huxley’in distopik ve Latince magnum opus’udur yani büyük işi, büyük eseri anlamına gelen Cesur Yeni Dünya adlı distopyasıdır. Bilgisi olmayanlar için distopyanın ne anlama geldiğine kısaca değinmek istiyorum. Ütopyalarda yazarlar olmasını arzu ettikleri yaşam biçimlerine yer verirlerken distopyalarda da tam tersini işlerler. Felaket senaryosu olarak da adlandırabiliriz bunu. Eserin omurgasını kuluçka-şartlandırma merkezi oluşturmaktadır. Bu merkezde istenilen özelliklerde insan üretimi yapılmaktadır. Dört tür zeka seviyesine sahip insan türü oluşturulurken; bu insanlar şartlandırma yöntemiyle zekasına ve konumuna inandırılıyor ve bunun için minnet duyuyor. Bir anne ve babaya sahip olmak bu insanlarda tiksintiye neden olurken günümüz insanının yaptığı bir çok şey sıkıcı ve gereksiz görünmekte hatta DÜŞÜNMEK bile buna dahil… Huxley’in eserinde kapitalizm üretim sistemi ile paralellik gösteren insanı tüketen ve hizmet veren metalara dönüştüren bir anlayış resmedilmiştir. Kitaptan hareketle günümüz insanın rotasını çizmeye başlayan unsurlar, yaşam standartlarımızı belirlerken bunu doğal sürecin bir seyri gibi göstermekte insan doğasına bu değişimi koşulsuzca kabul ettirmektedir. Basitinden bir örnekle konuyu derinleştirebiliriz aslında .. Geniş ailelerden çekirdek aileye geçişte, kültürel değerlerin günden güne değişmesinde ve bireyselliğin ön plana çıkarılmaya çalışıldığı bir ortamın temelinde kapitalist düşüncenin kendisi yatmaktadır. Tüketim toplumu oluşturmak istiyorsanız bunu bölerek ve parçalayarak gerçekleştirebilirsiniz. Önceden bir aileye tek bir araç yeterli olurken günümüzde dört kişilik bir aileye neredeyse dört aracın gerek-
21
li olduğu düşüncesi yerleşmeye başlamıştır. Belki sizlere bu örnek Huxley’in eseri gibi uzak görünse de biraz öngörü sahibi olmaya başladığınızda yakın görünecektir. Eser 1931 yılında kaleme alınmış olmasına rağmen, bugün okuyan herkesin yaşadığı koşullarla bezerlik bulacağını dehşetle ifade etmeliyim. Bugün belki şişelerde insan üretmiyor olabiliriz ama sperm banklarının varlığı ile arasında ince bir bağlantı bulabiliriz. Kadınların istedikleri kadar istedikleri sayıda erkekle beraber olması, erkeklerin bağlılığı aptallıkla değerlendirdikleri cinsel özgürlüğü sonuna kadar yaşadıkları bir ortamda yaşarken Cesur Yeni Dünya’da da bunun aynısının olması nasıl bir tesadüf olmuş(!) ya da olabilir ki? Geçen onca sene boyunca insan-kadın metalaşmaya başlamış, insanlar tüketim makinasına ve robotlara dönüştürülmüş, sorgulamalarına izin verilmemiştir. Neden sorgulamasına izin verilmediğini sizler bulun! İzledikleriniz, dinledikleriniz, giyim tarzınız ve zevkleriniz sizin seçiminiz mi? Özünüzü tanıyor musunuz? İnsana dair ne varsa sorgulayabiliyor musunuz? İnandığınıza körü körüne neden inanıyorsunuz? Sorularına çok geç olmadan cevap bulabilecek miyiz bilmiyorum ama popüler kültürün ürünlerini bir kenara kısa bir süreliğine de olsa bırakıp Cesur Yeni Dünya ile tanışmanızı tavsiye ederim .. Çok geç olmadan … Son olarak da; kitaptaki karakterlerin hepsi tanıdığımız insanlardan esinlenerek oluşturulmuştur. Benim en çok dikkatimi çeken ise Mustapha Mond karakteri olmuştur. Bu isim her Türk’ün yakından tanıdığı Mustafa Kemal Atatürk’ten alıntıdır. Yazar onu önemli bir konuma oturtmuştur kitapta sanırım bu da biraz da olsa merakınızı kamçılayacaktır … Kitap sevgisiyle dolu günler dilerim .. Sevgilerle….
Spor
Geleceğin Yıldızları Türkiye’de Parladı -Efe KARASU-
-efekarasu@gmail.com-
FIFA U20 Dünya Kupası bu sene ülkemizde oynandı. Geleceğin Zidane’ları, Pirlo’ları, Messi’leri bizim topraklarımızda sahne aldı. Favorilerden Fransa kupaya uzanırken İspanya ise çeyrek finalde elendi. Milli takımımızın, ev sahipliği yaptığı turnuvaya erken vedası belki de sadece ülkemizde hayal kırıklığı yaratırken, turnuvanın en renkli takımı Irak ise tüm dünyanın taktirini kazandı. Öne çıkan ve hayal kırıklığı yaratan takımlarıyla yaz aylarında futbol dilencilerini doyuran bu kupayı takip etmeyenlerse gerçekten de çok şey kaçırdı.
22
Kimi 30 yaş üstü, kulüplerinde efsaneleşmiş isimlerin kariyerlerinin yüksek lisanslarını takip etmeyi seçerken kimisi de futbolun megastarlarını izlemekten zevk alır. Bu yıl ülkemizde düzenlenen U20 Dünya Kupası, Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı ilk FIFA organizasyonu olma özelliğini taşırken, genç yetenekleri keşfetmeyi sevenler için de eşi bulunmaz bir nimetti. Ancak futbola aç olduğumuz yaz aylarında geleceğin yıldızlarını canlı izleme imkanına sahip olma fırsatı bizi pek heycanlandırmamışa benziyor. Öyle ki bundan önce 2011 yılında Kolombiya’da düzenlenen bu turnuvayı toplamda 1.309.929 biletli seyirci izlerken ülkemizde düzenleneni (final ve 3.’lük maçları hariç) 261.509 kişi izledi. FIFA Asbaşkanı Jim Boyce, turnuva başlamadan önce verdiği röportajda bu organizasyonun Türkiye’nin 2020 Olimpiyatlarına ev sahipliği için önemli bir referans olacağını söylemişti. FIFA’nın en önemli 2. organizasyonu olarak nitelendirilen U20 Dünya Kupası, Trabzon, Rize, Kayseri, İstanbul, Gaziantep, Bursa ve Antalya şehirlerinde oynanırken tribünlerin büyük ölçüde boş kalması bizim için iyi bir referans olmadı. Bunun dışında saha dışında herhangi bir olumsuzluk yaşanmaması ve saha içinde gözlenen
23
güzellikler artı hanemize yazıldı.
Olmadı Çocuklar...
Ev sahipliği yaptığımız bu turnuvadaki gizli hedefimiz finaldi. Gruplarda ilk maçını futbolda 3. sınıf bir ülke olan El Salvador ile yapan milli takımımız rahat bir galibiyet aldı. Bunun yanı sıra ilk tanışma da olumlu izlenimler de almış olduk. Sağ açıkta harikalar yaratan Cenk Şahin daha önce kendisini tanımayanları selamlarken, Hakan Çalhanoğlu’nun yeteneği ise dilden dile dolaşıyordu. Salih Uçan’ı, Okay Yokuşlu’yu ve Kerim Frei’ı ise yakından tanıyorduk zaten. Sonraki rakibimiz Arjantin’de düzenlenen U20 Güney Amerika Kupası’nda şampiyon olduktan sonra ülkemizdeki turnuvaya katılan ve teknik direktörümüz Feyyaz Uçar’ın grupta favori olarak gördüğü Kolombiya idi. Kolombiya’nın yetiştirdiği en önemli yeni nesil yeteneklerden olup performansıyla Porto’ya transfer olan Quintero’nun ayakta alkışlanacak golüyle 1-0 yenildiğimiz bu maç sonrası grup birinciliği iddiamız oldukça zayıfladı. Güney Amerika ekibi, El Salvador karşısında kazanıp gurubu lider tamamlarken, Türkiye geriden gelip Avustralya’yı
eşleşmesi sonun başlangıcı oldu. Fransa karşısında fiziki açıdan oldukça zayıf olduğumuz ikili mücadelelerde çok bariz belli olurken, güven vermeyen defans kurgumuz turnuvaya edilen erken vedanın mimarı oldu. Stoperimiz Hakan Çinemre’nin rakip oyuncu Kondogbia ile futbolun dışında sürekli uğraşması, etrafa savurup durduğu küfürleri ile en içten dualarımızla futboldan silinmesini dilediğimiz Emre Belözoğlu modelinin alt yaş grubunda yeniden türediğini ve dualarımızın kabul olmadığını gördük. Feyyaz Uçar’ın bizim için önemi çok büyük olan bu karşılaşmada Salih Uçan’ın yerine ilk 11’de şans verdiği Okay Yokuşlu, sahada bizim adımıza ayakta kalabilmeyi başaran ender oyunculardan biri oldu. Fiziği, tekniği, siması ve forma numarasıyla bize Kaka’yı anımsatan Kayserispor’un genç yıldızı Okay’a ‘Yerli Kaka’ denmesinin kimse tarafından yadırganacağını düşünüyorum. Fransa’nın kulesi Sanogo’nun ağlarımıza gönderdiği 3. gol biz bu turnuvadan neden elendik sorusunun tam olarak cevabı oldu. Bu kadar düzensiz bir defansif anlayışı 2-0 geride olmamız ve dakikanın 67 olması bile açıklayamazdı. Bu ders niteliğindeki golün, turnuvada takımımızın oynadığı tüm maçların tamamında görev olan İlkay Durmuş’un bölgesinden gelmesi oyuncumuzun şanssızlığı oldu. Öyle ki İlkay turnuva boyunca sol bek mevkisinde
umut vaadeden bir performans sergilemişti. Sonuç olarak 2. tur mücadelesini 4-1’lik skorla farklı kaybedip turnuvaya veda ettik. Belki de tek tesellimiz şampiyona elenmek oldu. Tecrübe farkı büyük... Fransa ile Türkiye arasındaki fark sadece fiziki değildi. Aynı zamanda uçurum niteliğinde bir tecrübe farkı da vardı. Fransa savunma ikilisinden Umtiti, 2012-2013 futbol sezonunda, Lyon adına 26 lig, 6 Avrupa Ligi karşılaşmasında görev alırken, Kurt Zouma ise Saint-Étienne adına 18 lig karşılaşmasında takımının formasını terletti. Milli takımımızda aynı mevkilerde görev alan Hakan Çinemre, takımı Fenerbahçe’nin lig karşılaşmalarında hiç forma şansı bulamazken, Ahmet Çalık ise Gençlerbirliği adına ligde 5 karşılaşmada görev aldı. 2013 U20 Dünya Kupası’nda ülkemiz adına tüm maçlarda forma giyen sol bek İlkay Durmuş, takımı Gençlerbirliği’nde hiçbir lig karşılaşmasında şans bulamazken, mevkidaşı Fransız Lucas Digne ise Lille adına 33 lig ve 5 Şampiyonlar Ligi karşılaşmasında görev aldı. Fransa’nın as forvete Sanogo, Auxerre formasını 13 lig maçında, yedeği Bosetti, Nice formasıyla 27 lig maçında görev alırken, ülkemizin as forveti Sinan Bakış, Leverkusen adına Bundesliga’da hiç forma şansı bulamadı. Turnuvanın en değerli oyuncusu seçilen Fransa’nın
24
kaptanı Paul Pogba, Seria A şampiyonu Juventus’ta 27 lig ve 8 Şampiyonlar ligi karşılaşmasında görev aldı. Kaptanın en yakın destekçisi Kondogbia ise La Liga’da Sevilla adına 31 lig maçında oynadı. Dünyanın en büyük liglerinin kafaya oynayan takımlarının as oyuncuları olan Fransa’nın gençleri artık yıldız adayı değil bizzat yıldızlar. Bizim en büyük yıldız adaylarımızdan Hakan Çalhanoğlu’nun Almanya 3. Ligi ekiplerinden Karlsruher’de görev aldığı 36 maçta sergilediği ve takımını şampiyonluğa ulaştıran 17 gol 12 asistlik performansı, Salih Uçan’ın Fenerbahçe’de forma şansı bulduğu 10 lig, 7 Avrupa Ligi karşılaşması ve yerli Kaka’mız Okay Yokuşlu’nun Kayserispor’un ligde oynadığı 24 maçta takımının formasını terletmiş olması en büyük övünç kaynaklarımızdan. Türkiye A Milli Takım teknik direktörü Abdullah Avcı, şimdilerde ligimizdeki yabancı oyuncu sayısının fazlalığından dert yanarken yanlış hatırlamıyorsam kulübü İBB’yi kendinden sonraki teknik direktöre 9 yabancı oyuncuyla bırakmıştı. Aynı şekilde Beşiktaş Kulübü Başkanı iken yabancı oyuncu sınırının kaldırılması yönünde görüş bildiren şimdiki TFF Başkanı Yıldırım Demirören, şimdi ise yabancı oyuncu sınırını düşürme gayretinde. Yukarıda verdiğimiz örneklere bakıp Fransız liginde neredeyse yabancı sınırının olmadığını düşünürsek kafamızda net bir tablo oluşacaktır. Fransasız takımları yabancı sınırı sorunları olmamasını rağmen altyapılarına yatırım yapıp bunun meyvesini ülkelerine şampiyonluk kazandırarak toplarken, Türk futbolunun en çok
25
göze çarpan sorunu malesef alt yapıya verilen önemin sıfıra yakın olmasıdır. Bununla birlikte 2005 yılında İtalya’da düzenlenmiş olan U17 Avrupa Şampiyonası’nda şampiyon olan Türk Milli Takımı futbolcularından Nuri Şahin, Onur Kıvrak, Aydın Yılmaz ve Caner Erkin’in dışındakilerin varlık gösterememesi ya da bir başka deyişle onlara şans tanınmaması futbolumuzun utanç kaynağıdır.
İspanyolların süpriz vedası
Kupaya erken veda eden İspanya, iyi bir başlangıç yaparak ölüm grubu olarak nitelendirilen A grubundan lider olarak çıkmayı başarmıştı. Sarı kırmızılılar, Amerika ve Gana’yı mağlup ettikten sonra gruptaki son maçlarında kupanın şampiyonu Fransa ile karşılaştılar. Kalite bakımından herhangi bir Şampiyonlar Ligi maçından farkı olmayan, erken final olarak nitelendirilen bu karşılaşmada seyir zevki oldukça yüksekti. İspanyol Milli Takımı’nda eksik olan Messi modelini tamamlayacağını öngördüğüm 16 numaralı Oliver Torres’in ve Real Madrid’li Jese’nin 1 gol 1 asist ile ülkesine katkı sağlayarak damga vurduğu karşılaşmayı İspanya 2-1 kazandı. Jese’nin bu maçta oynadığı sol açık bölgesinde, tek santrafor oynadığı karşılaşmalardan daha etkili bir performans gösterdiği görüldü. Fakat Jese’nin sol açıkta oynamasının en kötü yanı turnuvanın en parlak oyuncularından biri olan Deulofeu’nin yedek kalması olacaktı. İspanyol teknik direktör Julen Lopetegi, buna soruna geçici bir çözüm bularak, 2. turda Meksika karşısında Jese’yi sağ kanatta
başlatıp, Alcacer ve Deulofeu’yi çift forvet olarak sahaya sürdü. Lopetegi’nin bu kumarı tutmadı. Takımının maçın hemen başında 1-0 yenik durumu düşmesi ve teknik olduğu kadar hataya yatkın olan İspanyol savunmasının büyük açıklar vermesi takımın genelinde paniğe yol açtı. İkinci yarıda gelen taktiksel değişikliklerle birlikte Meksika karşısında 90 dakikanın son çeyreğinde 2-1 öne geçip çeyrek finale çıkmayı başardılar. İspanya’nın, kimi futbolseverler tarafından çok eleştirilen ekolleşmiş futbol sistemini alt yaş gruplarına da enjekte ettiği bariz olarak Uruguay’a karşı oynadıkları çeyrek final maçında görüldü. Karşılaşmanın tamamında %65’lik bir topla oynama oranını yakalayan sarı kırmızılı ekip, rakip kalede bir kaç net pozisyon yakalasa da Uruguay savunmasının göz kamaştırıcı performansı onların önündeki en büyük engeldi. İspanya’nın en
etkili oyuncularından Deulofeu ve Oliver Torres’i maçın genelinde etkisiz hale getiren bu savunma, tek santrafor oynayan Jese’nin de gole giden yollarını kesmiş oldu. İspanyol teknik direktör bunu görmüş olacak ki gol umudu olarak oyuna aldığı Alcacer, sahaya girer girmez Jese’ye seslenip kanada geçmesi gerektiğini söylüyordu. Buna karşılık orta sahadan Cristoforo’yu çıkarıp 1.96’lık forvet Avenatti’yi sahaya süren Uruguaylı antrenör, tam bir taktik savaşı olarak geçen çeyrek final mücadelesini bileğinin hakkıyla kazanmış oldu. Avenatti, de Arrascaeta’nın kullandığı köşe vuruşunda topu İspanyol savunmasının üstünden yükselerek ağlara bıraktı ve İspanya’yı kupanın dışına itti. Orta sahanın emniyet supayı olan kaptan Campana’nın bile çeki düzen veremediği, geride Casillas, Ramos ve Puyol güvenilirliğini bizlere hissettiremeyen İspanyol savunması ile birlikte teknik
26
direktörleri bana göre erken vedanın baş mimarları oldular.
Irak mucizesi!
Turnuvada, Fransa’dan sonra beni en çok heyecanlandıran takım olan Irak, İngiltere ile 2-0 geriden gelip 2-2 berabere kaldıktan sonra, Mısır ve Şili’yi 2-1’lik skorlarla geçerek kimsenin ön görmediği şekilde E grubunu 7 puanla birinci olarak tamamladı. Her oynadıkları maçtan sonra kendilerine olan inançları arttı ve herkesi kendilerine inandırdılar. Irak, grup birinciliğinin ardından 2. turda Paraguay ile eşleşti. Futbolu gelişmekte olan iki ülkenin takımları, karşılaşmanın normal süresi golsüz sona ermesine rağmen bizlere heyecanlı bir maç izlettirdiler. Bu karşılaşmada turnuvanın en genç 8. futbolcusu olan 17 yaşındaki Iraklı Hu-
27
mam’ın göz kamaştırıcı performansı dikkat çekti. Uzatmalara giden maçta fırsatçılığını konuşturan Farhan Shakur’un attığı golle maçı 1-0 kazanan Irak, çeyrek finalde Kore Cumhuriyeti ile oynamaya hak kazandı. Kore karşısında Mert Nobre’nin Irak şubesi olan Farhan Shakur, attığı 2 gol ile maça damgasını vururken gerçekten de ilginç bir maç izledik. Karşılıklı gol düellosu halinde geçen maçta Irak’ın maçın son bölümlerinde konsantrasyon kaybı yaşadığını gördük. Uzatmalarda golü bulup skoru 3-2’ye getirdikten sonra bu durum kendini iyice açığa çıkardı ve Kore cezayı kesti tabii. Son penaltı vuruşundan sonra Irak’ın tur atlamasıyla ağlamaklı olan Arap spikerin duyguları Iraklı gençlerin neyi başardığını özetliyor gibiydi. Irak resmen yarı finaldeydi.
Iraklı gençlerden mesaj var: ‘’Futbol yıldızlarını yokluklardan yaratır.”
Uruguay-Irak karşılaşması, Asya temsilcisinin yarı finale kadar gelmesinin açıklaması niteliğindeydi. Bu açıklamanın hiçbir bölümünde ise şans faktörü yoktu, her harfinde inanmışlık vardı. Irak’ın şifresini çözmek için kaleci Hameed’e bakmak bizi aydınlatacaktır. Hırslı, inanmış, kendisini adamış... Orta sahadan ve kaleye uzak çeşitli bölgelerden vurulan rövaşatalar ise bize yol gösterir. Bu röveşatalar profesyonellikten uzak ama bir istek barındırıyor, savaşçıları andırıyor. Raket gibi bir sol ayağı olan sol bek Ali Adnan’ın takımını 1-0 öne geçiren golünden sonraki verdiği asker selamı istemesekte Irak’taki savaşı hatırlattı bize. Sahiden Irak yarı final oynayan bu 20 yaş altındaki çocuklar bu savaşın getirdiği acıları iliklerine kadar hissetmişti. Emperyalizm’i ilk defa yenen Irak’ın altın çocuklarına bu turnuvada bize yaşattıkları heyecan için onlara bir şükran borcumuz var. Kendilerine denk ülkelere oranla daha sistematik ve cesur futbol oynayan Irak’ın bu başarısı seyirciler için bir süpriz olsa da sanırım bunu başaranlar için hiçte süpriz değil. Pozisyon bilgisinden yoksun oldukları kadar yürekli ve yetenekliydiler. Gana ile oynadıkları 3.’lük karşılaşmasının başlarında adeta hücum defans anlayışıyla rakibine nefes aldırmayan Irak, yan toptan gelen golle yenik duruma düştü. Gana karşısında geriye düştükten sonra da baskısını sürdüren Irak, Assifuah’ı durduramayarak ilk yarı bitmeden 2. golü de kalesinde gördü. Bu gol Asiffuah’a turnuvanın gol krallığını getirirken, 3.’lüğü de Gana’ya getirmiş
oldu. Ülkesinin üçüncülük koltuğuna oturmasının baş aktörü olan Gana’nın teknik direktörü Tetteh’i özellikle kutlamak gerekir. Ancak ben bu mücadeleyi kaybeden takımın hocası Hakim Şakir için ayrı bir parantez açmak istiyorum. Irak’ta kendisine ‘El Hakim’ yani ‘Bilge’ lakabı takılan Şakir, günümüzde görmeye alışık olmadığımız idealist bir teknik direktör. Irak’ın alt yaş gruplarında teknik direktörlük yapan Şakir, Zico’nun Irak A Milli Takımı’ndan ayrılmasından sonra bu göreve getirildi. A takımda gençlere yer açmak için bazı yaşlı futbolcuları kadro dışı bırakan Şakir, karşısında medya baskısını gördükten sonra görevinden istifa edip ideallerini gerçekleştirmek adına tekrar Irak U20 Milli Takımı’nın başına geçti. 50 yaşındaki teknik adam bu hareketiyle Iraklıları gözünde daha da büyüdü. Şakir, “ Takımı bir aile gibi kurduk. Aile başarılı olursa herkes mutludur. Elbette temelde her ailede olduğu gibi kurallar ve disiplin yatar. Ancak biz eğlenceli insanlarız ve spontane yaşamayı da severiz. O yüzden saha içi ve dışındaki coşkumuz böylesine renkli.” diyerek aslında herkesi heyecanlandırmayı başaran gizemli formüllerini de açığa çıkarmış oldu. El Hakim’in öğrencileri Mustafa Denizli’nin de dediği gibi dünyaya eski ve unuttuğu bir mesajı tekrar hatırlattı: “Futbol yıldızlarını yokluklardan yaratır.” Latin Ateşi finali haketti F grubunda ilk maçlarında, grubu lider tamamlayan Hırvatistan’a 1-0 kaybedip turnuvaya moralsiz başlayan Uruguay, 2. karşılaşmasında Yeni Zellanda’yı 2-0 ile geçti. Latin ekibi grubun son
28
maçında Özbekistan ile karşılaştı. Hırvatistanla berabere kalmayı başaran Özbekler, sabit ve kapalı bir defans anlayışını tercih ederek Uruguay karşısında ilk olarak gol yememeyi düşündü. Özbek hücum oyuncularının bireysel özellikleri yeteri kadar iyi olmadığından ve Uruguay’ın turnuva boyunca az gol yiyen sağlam bir defans hattı bulunduğundan atakları cılız kaldı. Uruguay, Çanakkale geçilmezi oynayan Özbek defansını 36. dakikada 15 numarayı giyen Gino Acevedo’nun uzaktan çektiği düzgün şutla alt edip 1-0 öne geçince işler değişti. O dakikaya kadar kısır geçen maçın düğümünü Acevedo’nun bireysel yeteneği çözdü. İkinci yarı Uruguay’ın diğer maçlarda da zaman zaman yaptığı efsanevi presi ile başladı. Bu presi takiben golün geleceğini tahmin etmek te pek güç olmadı. Skor 2-0’a gelinceye kadar ‘Çanakkale geçilmezden’ taviz vermeyen Özbek takımı nihayet topu rakip sahadan tutmaya başladı ancak ileride kaptırdıkları iki topun da kendi kalelerine gol olarak dönmesiyle skor 4-0 olarak belirlendi. Son golü atan Ruben Bentancourt’un ülkesinde yeni Cavani olarak adlandırıldığını belirtmekte fayda var. Turnuva boyunca üst düzey performans gösteren Roma’lı Nicolas Lopezi’in gölgesinde kalan Bentancourt, turnuva boyunca sadece 24 dakika sahada kalarak 1 gol atmayı başardı. Bu skorla grubu 2. bitiren Uruguay, 2. turda Nijerya’yı 2-1 ile geçip çeyrek final vizesini kaptı. Çeyrek finalde kupanın en büyük favorilerinden İspanya ile karşılaşan Latin ekibi kağıt üzerinde büyük bir süprize imza attı. Özellikle kağıt üzerinde ifadesini kullandım çünkü sahada görünen
29
bir süpriz yoktu. Uruguay, İspanya’nın topa sahip olmasına izin verse de daha ileri gitmesine müsade etmedi. Bana göre turnuvanın en başarılı teknik direktörü olan Uruguaylı Juan Verzeri, bir taktisyenin takımının başarısındaki katkısının ne denli büyük olabileceğini bu karşılaşma ile ispatlamış oldu. İştah kabartıcı bir ofansif gücü olan İspanya takımını büyük ölçüde durdurmayı başaran Uruguay savunma hattının başarısını da görmezlikten gelmek haksız olur tabii. Ancak orta saha oyuncularının defansa katkısı bu başarının sırlarından biri. Öyle ki turnuvanın en önemli oyuncularından, performansıyla İnter gibi büyük bir kulübe transfer olmayı başaran Laxalt’ı 87. dakikada görev bölgesi olan sol açıktan defansına yardıma gelip rakip atağını kesmesi oldukça etkileyiciydi. Oyuna sonradan giren Avenatti uzatmalarda attığı golle maça 1-0 noktasını noktayı koyup, İspanyolları ülkesine yollamış oldu. Yarı finalde Irak karşısında bu kez favori olan taraf Uruguay’dı fakat daha önce İspanya maçında olduğu gibi sahadaki oyun favoriyi pek belli etmiyordu. Bu turnuvanın yarattığı yıldızlardan Ali Adnan’ın yine bu turnuvanın en iyi kalecisi seçilen De Amores’e 34. dakikada attığı müthiş frikik golü ile şoka uğrayan Uruguay, teknik direktörün oyuna sonradan soktuğu Avenatti’nin indirdi ve yine sonradan giren Bueno’nun tamamladığı gol ile karşılaşmayı uzatmaya taşıyıp penaltılarla finale kaldı. Irak’a yönelik duygusal yaklaşımımızı bir tarafa bırakırsak bu turnuvada finale Fransa’dan sonra en çok yakışan takım Uruguay oldu.
Bu Fransa bambaşka Ölüm grubunda Gana’yı 3-1’le geçen ve ABD ile beklenmedik bir şekilde 1-1 berabere kalan Fransa, grubu İspanya’ya 2-1 mağlup olarak ikinci tamamladı. İspanyollara karşı alınan mağlubiyette en çok günahı olan isim Fransız teknik direktör oldu. Bahebeck, Pogba gibi orta sahanın kilit oyuncularının sahada olmaması Fransa’nın vitesini düşürdü. Teknik ama hataya yatkın İspanyol savunmasının arkasına atılacak olan olası Pirlo’nun stajyeri olan Pogba’nın pasları maçın kaderini değiştirebilirdi. Eksiklerine rağmen başa baş bir oyun sergileyen, zaman zaman
erini ilk anda farkettiren genç Fransızlar, ilk yarıyı Gana karşısında Thauvin’in harika golüyle 1-0 önde kapattı. İlk yarıda Pogba’nın defansın arkasına attığı paslarla birlikte Digne ve Thauvin’in bindirmeleri, Bahebeck ve Sonago’nun defansın arasına sık sık sızmaları Gana’yı oldukça zor bir durumda bıraktı. Ancak ikinci yarının başından sonuna kadar sahada bariz bir Gana üstünlüğü vardı. Son 45’te Fransız yıldızları geri planda bırakan Acheampong ve Assifuah’ın performansı görülmeye değerdi. Gana 47. dakikada Assifuah ile skoru bir bire getirdi. Thauvin ikinci kez sahneye çıkarak
net fırsatlardan yararlanamayan Fransa mağlubiyetten kurtulamasa da 2. turda Türkiye’ye karşı oynamaya hak kazandı. Yazının başında da uzun uzun belirttiğim üzere iki takım arasındaki bariz farklar Fransızların, Türkiye’yi 4-1 gibi farklı bir skorla geçmesine neden oldu. Çeyrek finalde Özbekistan’ı da 4-0’lık skorla farklı geçen Fransa, yarı finalde gruplarda daha önce mağlup ettiği Gana ile karşılaştı. Fransa, kamuoyu için İspanya elendikten sonra favori olarak görülmeye başlansa da turnuvanın başından beri benim favorim ve en beğendiğim takım oldu. Oynadıkları futbol ile rakibi boğan ve kendil-
Gana ikinci kalecisini avlayıp skoru 2-1 yaptı. Fransa, Umtuti’nin ikinci sarı kartla oyundan atıldıktan sonra son on dakika içerisinde ecel terleri döktü. 91. dakikada Acheampong’un sert şutunu parmaklarının ucuyla çıkaran Fransız kalecinin de büyük katkılarıyla 20 yaş altında Fransa tarihinin o ana kadarki en büyük başarısını yakalayarak finale kaldı. Ve final... Finali hakettiğini favori İspanya’yı eleyerek ispatlayan Latin ekibinin antrenörü Juan Verzeri,
30
Fransa’yı o kadar iyi analiz etmiş ki oyuncuları her ne kadar turnuvanın en önemli oyuncusu seçilen Pogba’yı durduramamış olsa da onun arkadaşları Digne, Sonogo, Bahebeck ve Thauvin’i büyük ölçüde etkisiz hale getirmeyi başardı. Umtiti, Gana karşısında haksız bir şekilde atıldıktan sonra finalde onun yerine görev yapan Sarr ile birlikte Fransız savunmasında bir takım anlaşmazlıklar göze çarptı. Bunu iyi değerlendiren Uruguay, ileride fırsatçı olduğu kadar hızlı olan N.Lopez’i bırakarak hücumda oldukça etkili oldu. Seyir zevkinin oldukça yüksek olması beklenen final karşılaşmasına kilidi
İspanyol devlerini eleyerek finale kadar gelmelerindeki payları büyüktü. Bununla paralel olarak golsüz eşitlikle uzatmalara, ardından da penaltılara giden karşılaşmada ilk iki penaltıyı kurtaran Areola finalde unutulmaz bir performans sergileyerek milli takımını zirveye çıkarmış oldu. Hak eden iki takımın oynadığı finalde kupayı hakkıyla kazanan Fransa oldu.
Geleceğin Messi’si geldi, biz izlemeye gitmedik... Geçtiğimiz yıllarda Luis Figo, Lionel Messi ve
31
ise iki takımın kalecileri vurdu. Uruguay’ın kalecesi De Amores, turnuvanın en iyi kalecisi seçilirken, Fransız kaleci Areola, kupayı Latin ekibinden alıp ülkesine getirdi desek abartmış olmayız. Artık dünya üzerindeki futbol turnuvalarında kalecisi ve savunması kötü olan takımların final oynaması ancak düşlerde gerçekleşebilecek şeyler. Son Şampiyonlar Ligi finaline bakacak olursak bu tespiti daha iyi anlayabiliriz. Weidenfeller ve Neuer’in özellikle finalde ve daha önceki aşamalarda gösterdikleri performansları göz kamaştırıcıydı ve bu kalecilerin takımlarının futbolu hegomanyaları altına almış
Neymar gibi isimleri futbol sahnesine sunan U20 Dünya Kupası, bu sene ülkemizde oynandı ve futbolun yeni yıldızlarını gün yüzüne çıkardı. Biz, Oliver Torres, Messi olduktan sonra niye Türkiye’ye gelmiyor diye üzülüp, geleceğin Messi’si ülkemize kadar gelmişken stadyumda onu canlı izlemeye gitmeyi tercih etmedik. Biz bu organizasyonda tribünleri dolduramayarak kötü bir sınav vermiş olsak dahi sahadaki genç yetenekler bizleri futbola doyurup, kendilerini ispatlayarak sınavlarını en iyi şekilde verdiler. Benim gibi bir çok futbol dilencisi, eminim ki bu çocuklara minnettardır.
32