Gölge Fanzin - Say? 4 - Yaz 2004

Page 1

Gölge

Üç Ayda Bir Yayımlanır. Sayı: 2 - Güz ’03 – ’04

Üç Ayda Bir Yayımlanır. Sayı: 4 - Yaz ’04


Gölge İçindekiler: Gölge Manifesto................................................................................... 3 TRen, Istırâp İçerisindeki Kurbağa......................................................... 4 Hindistan Yavaştan Kendini Sevdirir, Gamlı Baykuş ........................... 5 Bir Duayen: W. Eugene Smith, www. fotobas.com................................. 6 Fotoğraf Dergileri Dosyası: “Geniş Açı”, Cevval Kaplumbağa............... 8 I. Ulusal Fotoğraf Sempozyumu, Cevval Kaplumbağa.......................... 9 Bir Mektup ....................................................................................... 11 Fotoğrafın Kısa Tarihi....................................................................... 12 Sanat Eseri Bir Sentezdir, Nurullah Berk ........................................... 13 Bir Röportajın Düşündürdükleri, Istırâp İçerisindeki Kurbağa ........... 14 Türk Fotoğrafının Görünen Yüzü Fotoğraf Bölümleri, G. Baykuş...... 16 Bir Fotoğrafçının Günlüğü’nden, Istırap İçerisindeki Kurbağa............ 18 Temsil Değil, Yerine Geçiş, Mehmet Ergüven...................................... 19 Çiziyorum.......................................................................................... 20

“Gölge”, bir fanzin’dir. Fotokopi yolu ile çoğaltılabilir. Gölge’de yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarına aittir. Yayın Kurulu, Gölge Fanzin’e gönderilen yazıları yayımlayıp yayımlamamakta serbesttir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Fanzin Tasarım: Istırap İçerisindeki Kurbağa İletişim için: froginpain@gmail.com


Gölge 3

- Gölge Manifesto Türk fotoğraf camiası, potansiyel olarak her geçen gün büyümekte... Fotoğraf eğitimi verilen üniversitelerde, durum hiçte iç açıcı değil, çünkü her bölüm ağır elemanlarının dayattığı, fotoğrafik anlayışın idame edebilmesi saplantısıyla hareket etmekteler. Yeniliklere hemen hiç şans yok. Teşvikler hep kendi benzerini yaratmaya yönelik. Ticari fotoğraf kurumları ise, amatörlere birtakım öneriler sunmaktan, çözümler üretmekten öteye bir mesuliyet yüklenme iddiasında değiller. Tüm bu yapılanma ardında şekillenen Türk Fotoğrafı, ekseriyetle “Gezi Fotoğrafı” ve “Tanıtım Fotoğrafı” branşlarında yoğunlaşmakta. Bunun temel sebebiyse bireylerin kısa sürede ekonomik kazanç sağlama sevdaları. Bir diğer eğilim ise, “Yarışma Fotoğrafçılığı”. Hemen her ay, düzenlenen 3-4 fotoğraf yarışması, yüksek meblağlı ödülleriyle amatör ve profesyonel fotoğrafçıların başını döndürüyor. İşte böylesi bir ortamda kurulan “Gölge Fotoğraf Grubu”, aşağıda sıralanmış olan girişimleri kendine görev edinerek, faaliyetlerine başlamıştır.

• Uzun soluklu, sosyal içerikli belgesel projeler üretip, bunların sergilenmesini, albüm haline gelmesini sağlayacağız. • Fotoğraf projelerimizde toplumsal sorumluluk teması üzerinde

yoğunlaşacağız. Toplumsal adalet için çalışacak ve tüm insanlığa bu anlamda ilham kaynağı olmayı amaçlayacağız. • Türk Fotoğrafında köklü bir eleştiri yazısı geleneği oluşturacağız. • Camiada olan her türlü olay ve etkinlikten Türk Fotoğraf Kamuoyunu haberdar edeceğiz. Hiçbir kişi ya da kuruma bağlı olmadığımızdan dolayı, hasır altı edilmeye çalışılan konulara dahi parmak basacağız. Ve gereken tavrı sergilemekten geri kalmayacağız. • Fakat hepsinden önemlisi dünya çapında kabul gören bir “Türk Fotoğraf Ekolü’nün” oluşabilmesi için her türlü platformda mücadele edeceğiz. Kısacası, gölge gibi takipte olacağız.

“Işığın olduğu her yerde gölge de vardır.”


Gölge 4

FOTOĞRAF SERGİLERİ Istırâp İçerisindeki Kurbağa

- TRen Konu 8 Şubat 2004 tarihli Milliyet Pazar’da, Özkan GÜVEN’in editöryelliğinde “Yolcular trenleri evleri gibi süslüyorlar” sür-manşetiyle bir röportaj dikkatimi çekti. Ne yalan söyleyeyim, o ana değin Özcan AĞAOĞLU’nu da Erhan GÜRKAN’ı da tanımıyordum. Bu iki fotoğrafçı, 5 yıl süren ve TCDD trenlerinin gidebildiği her rotayı kapsayan fotoğrafik yolculukları sonrasında 7 bin kare fotoğraf çekmiş, bunlar içerisindeki 100 fotoğraftan oluşan bir seçkiyi, “TRen” adını vermiş oldukları bir albümde bir araya getirmişlerdi. Serginin konusunu kısaca tren ve insan olarak özetlemek mümkündü. Albümde de yer alan 40 karenin İstanbul Fotoğraf Merkezi’nde 25 Mart itibariyle sergileneceği okuyuculara bildiriliyordu. Nitekim, fotoğraf severler, 25 Mart – 24 Nisan tarihleri arasında, İstanbul Fotoğraf Merkezi’nde Özcan AĞAOĞLU ve Erhan GÜRKAN’ın “TRen” adını verdikleri projelerini görme fırsatını buldular. Baskı ve Sunum Serginin baskı kalitesi vasatın üzerindeydi. Benim gibi ince eleyip sık dokuyanları belki rahatsız edecek tek şey, ortamın ışık koşullarına bağlı olarak kullanılması gereken, yüksek asalı filmden yapılan baskıların, daha düşük asalı fotoğraflarla yan yana asılı olduğu yerlerde ortaya çıkan grenlilik farklarıydı. Bazı fotoğrafları macro-micro kontrastlıkları cuk oturmuşken, bazılarında bu dört dörtlük çözümlemeler, yerini yeterli standarttaki baskılara bırakmıştı. Fakat, baskı ve sunumun açısından AĞAOĞLU ve GÜRKAN’ın gerekeni yaptıkları her haliyle belli oluyordu. Sonradan sergi broşüründen de baskı işinde Fethi SABUNSOY’un parmağının olduğunu öğrendim. Emeğine sağlık. Sergi salonlarında kullanılan ışığın cinsi konusundaki şikâyetim sürüyor. Özellikle, siyah – beyaz projelere yer veren sergi salonları day-light ışık kullanmak zorunda ve eninde sonunda da emeğe saygı gösteren yerler dediğime gelecekler. Proje Bütünlüğü Her şeyden önce “sosyo-belgesel” bir proje bütün olarak değerlendirilmeli. Tekil fotoğraflar olarak değil. Bir benzetme yaparsak. Bu tür projeler adeta birer şiir gibidir. Birer cümle gibidir. Her bir fotoğraf ise bu şiirleri oluşturan mısralar ya da cümleleri oluşturan kelimelere benzer. Birlikte değerlendirilmedikleri sürece yapısal ve estetik formatlarda değerlendirilmekten öteye gidilemez. Bu da “O” ana adanmışlıklara pekte aldırmayan yapısalcılığın fotoğrafa zulmü olur. Ekseriyetle evet, ama bazen bir fotoğraf sergisinde her şey kadraj demek değildir. Işık demek değildir. Bu tıpkı müziğin notayla, şiirin kelimelerle ilgili olması demek kadar aptalca bir şeydir. Çünkü her birimiz müzikte nota, şiirde kelimeler olmadan ortaya ürün çıkarılamayacağını biliriz. Fakat, bir eserin nitelikli olabilmesi için öncelikle ona ruh katmak gerekir. Öyle ki, bazen “ruh katmak” her şeyin ötesine geçer. İki fotoğrafçı bunu başarmışlar. İnanır mısınız? Bu camiada bunca fotoğrafçı arasında bu meziyeti gösteren insan sayısının ne denli az olduğunu fark ettiğimde, kerametin oto aksesuarı ya da yakıt satmakla ilgili olduğu bile düşündüm.


Gölge 5

Sahilik Son zamanlarda gördüğüm en sahi sergiydi. Sergideki 3 fotoğraf beni hayli etkiledi. Bunların ilki kucağında küçük çocuğuyla uyuyan kadınla, bir çift erkek ayağının birlikte kadrajlandığı fotoğraf oldu. İkinci olarak sergi broşüründe de kullanılmış olan pos bıyıklı seyyar parfüm satıcısının bulunduğu fotoğraftan etkilendim. Ve Godot’yu bekleyen sobalı yolcu bekleme salonu (Kompozisyon olarak doğru bulmadım. Fotoğrafta sağ tarafta yer alan koyu parsel yüzünden nefessiz kalan fotoğrafa açık bir leke gerekiyordu. Ama olsun, zihnim o boşluğu benle tamamlıyordu. Bende orada olup, asla gelmeyeceğini adım gibi bildiğim Godot’yu beklemek istiyordum.) Peki neden bu fotoğrafları beğendim? Rötarlarıyla birlikte 38 saat süren İstanbul – Erzurum yolculuğumu, sadece dünyevi alemde hoş bir sedâ bırakmak için, eş–dostla tren restoranlarında yapılan anzarotlu muhabbetleri, sevgilimle tomurcuklandığım yataklı vagonun cennet bahçesini bana hatırlattığı değil, ama YAŞATTIĞI için beğendim. Evet sahi olduğu için... Öyle ki, sergiyi gezerken hacı mis mis yağları buram buram kokarak karıştı, yaşlı teyzenin torunuyla paylaştığı peynirli börekle... İki yandan bıçak gibi treni kesen ışıkların kontrastlığında siluetleşen bir çift el, bir diğerine kendi sardığı dolmadan uzattığı anın şahitliğinin keyfini yaşattı. Farklı lehçelerle dilim konuşuldu. Vagonlar sarsıldı. Tünellere girildi. Aydınlığa çıkılınca gözlerim kamaştı. Tıpkı, hamile bir kadının aşermesi gibi, benimde canım tren çekti, tren... Albüm Hakkında Albümlerinin önsözünü meşhuuuur entelektüeller yerine, zevceleri hanımefendilere yazdırdıkları için beğendim. Kapak tasarımı oldukça sade ve etkiliydi. Ne yazık ki, albümlerinin baskı kalitesi hakkında aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Çünkü, albümün baskısı, sergideki baskı kalitesini yakalayamamıştı. Bunun ilgili matbaanın kusuru olduğunu düşünenler olacaktır. Bu şekilde düşünenlere hatırlatmam gereken bir şey var. Sergi, albüm gibi işlerle ilgili her aşamada fotoğrafçı a’dan z’ye sorumludur. Her fotoğrafçı ofsetten anlamalı mıdır? Renk ayrımının inceliklerini bilmeli midir? Tabi ki, bunlar kişisel tercihlerle ilgilidir. Belki sorun giderici teknik bilgiye sahip olunamasa da, her fotoğrafçı test baskılarından sonra, ilgili operatör’e sorunları uygun biçimde dillendirerek, koordineli bir çalışma ortamı yaratarak olası sorunları aza indirgeyebilir. Ama yine de bu işe Adana’mda imza atıldığı için heyecanlandığımı belirtmek isterim. Son olarak İstanbul Fotoğraf Merkezine Türk fotoğrafına vermiş oldukları ve verecekleri hizmetten ötürü teşekkürü kendimize borç biliyorum. Bülent ÖZGÖREN’in “Işığın Peşinde” sergisi, Robert CAPA’nın fotoğraflarının Magnum ajansından merkeze hediye edilmesi, “Türk Fotoğrafında Genç Soluklar 2004” sergisinin Geniş Açı dergisiyle ortaklaşa olarak önümüzdeki aylarda İstanbul Fotoğraf Merkezinde sergilenecek olması, Tren, vs. Bunlar yabana atılası sergiler, faaliyetler değil. Bu işlerin gerçekleşmesinde emeği geçen herkese Türk Fotoğrafı adına defa defa teşekkür etmem gerek. Şayet, Gölge Fotoğraf Grubu olarak, bizlerinde katkısı olacak, sergiler ya da faaliyetler olduğunu düşünecek olurlarsa, bizler Türk Fotoğrafı adına her türlü hizmete hazır olduğumuzu belirtiriz. Hepinize saygılar, sevgiler fotoğraf dostları...


Gölge 6

DAHA NİCE 10 YILLARA... Istırap İçerisindeki Kurbağa Konu: Oktay Çolak’ın fotoğraftaki 10!!! yılının mercek altına yatırıldığı, bir nevi retrospektif olan, bu sergi daha önce defalarca!!! karma ve sergi açmış olan Oktay Çolak’ın Türk Fotoğrafına gecikmiş bir borcu olduğunu düşünüyordum. Yapısal dinamiklerin ön plana çıktığı sergide ekseriyetle yurt dışında çekilmiş olan fotoğraflar ışık, form ve kompozisyon gibi fotoğrafın temel değerlerini taşırken, duygu ve kişisel fotoğrafik yorumdan uzaktı. Serginin bir retrospektif!!! olduğunu farz edecek olursak, zaten belli başlı bir konsept’e sahip olması beklenemezdi. Kişisel olarak kendisine de ifade etmiş olduğum üzere, Oktay Çolak hali hazırda bir fotoğrafçı olarak ışık, form algılama ve fotoğrafa birçoğu resimden miras kompozisyon kurallarını uygulama konusunda her hangi bir sorunu yok. Bence önemli olan, bu özelliklere sahip bir fotoğrafçı olarak, bundan sonra kendisinin imzası olacak kişisel yorum ve duygularını fotoğraflara aktarabileceği, entelektüel birikimini işlerini sevenlere aktarabileceği projeler yapması temennimdir. Diğer taraftan kendisine “yarışma canavarı” lakabı takmış olan kişi ya da kurumları tematik sergilere ağırlık vererek haksız çıkarabilir. Aksi takdirde bu lakabı takanlar maalesef haklı çıkacaklar. Nihayetinde anlaşılacağı üzere, konu bütünlüğü beklentisinde olmanın anlamsız olduğu bu sergi için “konu” diye bir başlık açmamdaki maksat, bu çok önemli temenniyi kendisi ve fotoğraf camiasıyla paylaşmaktı. Baskı ve Sunum: Fotoğrafçının kendinin de kabul ettiği üzere, Fotoğraf Evi’nin üst katında yer almakta olan siyah-beyaz fotoğraflar, baskın olan macenta renginden ötürü seyir keyfi olmayan görüntülere dönüşmüştü. Bunun farkına varılarak fotoğrafların paspartularında da macenta baskınlığına başvurulması handikabı ortadan kaldırmak yerine, daha da barizleştirmişti. Marmara Üniversitesinin, Güzel Sanatlar Fakültesinin, Fotoğraf Bölümünde eğitim görevlisi olan Oktay Çolak’ın siyah-beyaz fotoğraflar konusunda daha titiz olmasını beklemek, bende dahil tüm fotoğraf severlerin hakkıydı. Ayrıca, fotoğrafçının 10!!! yıllık geçmişini gözler önüne seren bu sergide siyah-beyaz baskılar konusunda son derece titiz davranılmalıydı. Gelelim renkli baskılara, renkli baskılarda herhangi bir sorun göze çarpmıyordu. laser print teknolojisi kullanılarak yapılmış olan baskıların ehli bir operatörün elinden çıktığı her halinden belliydi. Sanırım herkesin kabul edeceği üzere, Körfez Fotoğrafçılık baskılar için koca bir aferini hakketmiş. Her ne kadar ülkemizde fotoğraf sergisi yapılan mekanların fazla olmamasından dolayı, bu tür sorunları fotoğraf severler rahatsız edici bulmasa da Fotoğraf Evinin 2. katının cafe’yi andıran ortamının sergi için tatminkar olmadığını söylemeden geçemeyeceğim. İlk katın da dışa açılan pencerelerinden dolayı izleyicinin


Gölge 7

seyir devamlılığını bozması, bariz baskınlık sağlayan tungsten ışıklar gibi sorunları olmakla beraber, ufak tefek düzeltmelerle ciddi bir sergi salonuna dönüştürülebilir bir potansiyeli olduğu inkar edilemez. Bu sorunları sadece tespit eden kişi olarak, anılmak istemediğimden kısaca, çözüm önerilerimi de gündeme getireceğim. Pencerelerin bulunduğu kısım alçıpan aracılığıyla kapatılarak, ortam ışığının lokal farklılığı ortadan kaldırılabilir. Buna ilaveten, oluşan alçıpan duvarda boyutlarına bağlı olarak en az birkaç fotoğrafın daha sergilenebilmesi sağlanırken, sergiyi gezen izleyici için seyir devamlılığı da söz konusu olacaktır. Tungsten ışık kaynakları yerine, day-light ışık kaynakları kullanılarak, baskıların niteliğinin ya da niteliksizliğinin daha kolay algılanabilmesi sağlanabilir. Bu zorunlu değişikliğin gerçekleşeceği güne değin ışık kaynağı problemini sürekli olarak gündeme taşımayı sürdüreceğim. Bu sorunun sadece Fotoğraf Evi için söz konusu olmadığını da, objektif bir gözlemci olarak belirtmeliyim. Ayrıca, Fotoğraf Evi’nin zaman ayarlı elektrik düğmeli bir sistem kullanmak yerine, İstanbul Fotoğraf Merkezi gibi fotoselli bir sistem kullanması görece daha sempatik olabilir. Alıcı gözle sergi gezmek isteyen fotoğraf severler en az 2 kez elektrik düğmesine basmak zorunda değiller. Lafı fazla uzatmadan, benim acil ve kalıcı olacağını düşündüğüm değişikliklerin bunlar olduğunu düşündüğümü son kez üstüne basa basa ifade etmeyi gerekli görüyorum. Bu değişikliklerin devreye girmesi için sergi açan fotoğrafçılarında bastırması, doğal bir şekilde bu handikapları ortadan kaldırmak için mücadele etmesi şart. Daha ne diyeyim, Artık anlayana davul zurna az, anlamayana sivri sinek saz.

₪₪₪ Merih Akoğul’un yine Fotoğraf Evi’nde açmış olduğu “Viyana’dan İzlenimler” sergisi içinde bir iki şey söylemeden geçmeyeceğim. Bu sergi, “Otuz Kuş” sergisinden daha iyiydi. İlk katta bulunan analog baskılar gayet başarılıydı. Üst kattaki laser print olduğunu düşündüğüm büyük ebatlı baskılar için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Eski dost macenta yine iş başındaydı. Fotoğraflardan 4-5 tanesini beğendim. Bunların başında, bir müze ya da sergide çekilmiş, kadrajında bir büst ve bir tablo önünde hafif silüetleşen bir bayanın olduğu fotoğraf geliyordu. Fakat, sergi defterindeki yaygın kanaate bende katılıyorum. Sergi, bir ülkeye yapılan turistlik gezinin seyir defteri tadındaydı. Dolayısıyla ekseriyetle dikiz aynası fotoğraflarından oluşuyordu. Yalnız, unutmamak gerekir, Merih Akoğul kendi Viyana’sını yaratmış. Böyle bir korunma kalkanı söz konusuyken şimdi ben ne desem havada kalacak. İnsan, satın alınan Viyana izlenimlerinden ilkinin, üzerinde ay yıldız olan bir çay bardağı olduğu düşününce, ne diyeceğini hakikaten şaşırıyor. Artık karar sizin...


Gölge 8

Bir Duayen :

Trent Parke

©Trent Parke – Dream/Life (Rüya/Hayat) 2000

1971 yılında Avustralya’da doğmuş olan, Trent Parke çok yakın bir geçmişte ünlü fotoğraf kooperatifi Magnum Ajansı tarafından bünyesine aktif üye olarak çağrıldı. Ülkesinde ve denizaşırı ülkelerde hali hazırda takdir görmüş olan Trent Parke, Avustralya’yı Magnum Ajansında temsil etmekte olan ilk fotoğrafçıdır. Trent Parke, 8 yıl boyunca News Ltd.’de spor fotoğrafçısı olarak çalışmıştır ve Oculi Fotoğraf Ajansı’nın kurucu üyelerindendir. 10 yılı aşkın bir süredir sürdürmekte olduğu foto-jurnalizm kariyerince, içlerinde; Uluslararası Olimpik Komitenin Gold Lenses ödülleri (1996,'97,'98) ve 2000 yılında Sasakawa World Sports Ödülleri’nde almaya hak kazandığı Canon Photo Essay Ödülü gibi prestijli ödüller vardır. 1999 yılında Bathurst Mountain Car Races (Bathurst Dağı Araba Yarışları) projesiyle ve ardından 2000 yılında The Seventh Wave (Yedinci Dalga) adlı projesiyle. World Press Fotoğraf Ödüllerinde 2 sene üst üste ödül alma başarısını göstermiştir. 1999 yılında basılan Dream/Life (Rüya/Hayat) albümü, 2000 yılında Amerikan Yılın Fotoğrafı ödüllerinde, Yılın Fotoğraf Albümleri kategorisinde ikincilik aldı. Bu belli başlı yarışmaların haricinde, Trent Parke, ulusal ve uluslararası alanda sayısız ödül kazanmıştır.


Gölge 9

Dream/Life (Rüya/Hayat) adlı proje, ruhlarla çevrelenmiş ve efsanevi bir atmosfere bürünmüş bir şehrin gözler önüne taşınmasını sağlamıştır. Gölgeler ile ışığın yaptığı oyunlar, bireylerin yalnızlığı ve bu bireylerin oluşturduğu kalabalıklar, gerçeklik ve rüya arasında gidip gelen görüntüler, bu işlerin sıradan dokumanlar olarak anımsanmayıp, özel bir statüde değerlendirilmesini sağlayan başlıca faktörler olmuştur. 2000 yılında Narelle Autio ile yapmış olduğu iş birliğiyle, The Seventh Wave (Yedinci Dalga) projesini, Stills Gallery’de sergilemiştir. Yüzücülerin güçlü ve lirik siyah-beyaz görüntülerinden oluşan, Trent Parke’nin bu projesi, su yüzeyinin altında yatan dram ve başka bir dünyaya ait olma durumunu etkileyici şekilde yansıtmıştır. Bu fotoğraflara İnternet ortamındaki www.stillsgallery.com.au/artists/t|_parke_n_autio/index.shtml adresinden ulaşılabilir. Ayrıca, Trent Parke’nin diğer çalışmalarını görmek isteyenler Magnum Ajansı’nın resmî sitesini de kullanabilirler. 2003 Eylül’ünde, Trent Parke’nin, The Seventh Wave (Yedinci Dalga) projesinden bazı fotoğraflarını, Long Island, New York’taki Alice Austin House Müzesi’ndeki Summer Life (Yaz Yaşamı) adlı sergide sergilediğini de hatırlatalım. 2003 yılında Parke, sürmekte olan projesi Minutes to Midnight (Gece yarısına Dakikalar Kala) ile humanistik fotoğraf dalında W. Eugene Smith Bursu ile New York’ta ödüllendirildi. Çalışmasının bu yeni kısmında Parke, projesinde, Avustralya ulusunun şimdiki ve değişmekte olan durumu üzerine konsantre olmaktadır. Kıtayı bir uçtan diğerine dolaşarak bu halen genç ve gelişmekte olan ulusun, temelli olarak değişime uğramasından önce insanlarının ve kültürünün ruh halini ve duygularını belgelemektedir. Ödülü kazanan işleri ulusun ruh durumunu etkilemiş olduğunu söylediği, yakın zamanda gerçekleşmiş olan Bali’deki bombalama olaylarını ve Avustralya’nın terörist saldırı tehditleriyle karşı karşıya kalmasıyla ilgili olan yorumlarını da fotoğrafik olarak yansıtmaktadır.

©Trent Parke – Dream/Life (Rüya/Hayat) 2000


Gölge 10 9

FOTOĞRAFIN TOPLUMSAL DUYARLILIK YARATMA GÜCÜ VE EBU GARİP

Istırâp İçerisindeki Kurbağa Yakın geçmişte Ebu Garip’ten dünya basınına sızan fotoğraflar belli başlı değişikliklere sebep oldu. Ortaya çıkan bu fotoğraflar katiyetle hiç kimse için sürpriz değildi. Dedikleri gibi, zaten Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belliydi. Bu anlamda Ebu Garip hapishanesinde yaşananlar sadece bir kırılma noktası oldu. Direkt kanıtlarla yani fotoğraflarla belgelenmişti. Bundan ötürü, sadece şaibe olarak kalmaktan öteye gidemeyen tüm söylencelerden daha da etkili oldu. Peki, bundan önce ne gibi durumlar söz konusuydu. Bunları kısaca şöyle özetleyebilirim: Yaklaşık bir yıl önce, Kızılhaç kaynakları kötü muameleler hakkında Rumsfeld’e uyarıda bulunmuş, bu muamelelerin koalisyon yönetiminde de devam ettiğini rapor etmiş, ama Rumsfeld bu ve benzeri pek çok uyarıyı havada bırakmıştı. Rumsfeld, nöbetçi kulelerindeki askeri personel tarafından vurularak öldürülen silahsız Iraklı esirlere dair Kızılhaç raporları nedeniyle özür dilemedi. Gerçi alınan canlar için dilenecek özrün ne işe yarayacağı ayrı bir bahisti. ABD istihbarat servisleri tarafından geliştirilmiş, Irak’ta dahil olmak üzere tüm dünyadaki güvenlik servislerine öğretilmiş soruşturma teknikleri hakkında tek söz etmedi. Hiçbir şeyle suçlanmamış (suçlanamamış!!!) insanları soruştururken gösterdikleri sadist davranışları kamuoyundan saklamaya çalışan özel sözleşmelileri işe aldığı için en ufak bir rahatsızlık duymadı. Resmi kaynaklı olarak, gündeme gelen bu olaylar haricinde daha bir çok iddia tartışıldı, konuşuldu. Fakat, yukarıdaki satırlarda da bahsettiğim üzere hiçbir hadise Ebu Garip Hapishanesinden dünya basınına sızan fotoğraflardan daha etkili olmadı. Peki, bunun sebebi neydi? Tabi ki, bunun sebebi direkt olarak fotoğraftı. Sıradan dijital makinelerle çekilmiş, teknik kalitesi düşük, ışığı kötü, psikolojik bunalım yaşamakta olan herhangi bir Amerikan askerinin çektiği fotoğraflardan bahsediyoruz. Bu fotoğraflar elden ele değil belki ama kanaldan kanala dolaşarak beynimizi bir görüntü bombardımanına tuttu. Kabul edilmesi gereken bir diğer gerçekte medyanın ürünü pazarlama şekliydi.


Gölge 11

İlk körfez savaşı vesilesiyle, gece görüşlü kameralarla kaydedilen izli mermi bombardımanı fonlu haberle alışıktık. Önde gece gözleri parıldayan çakal misali bir muhabir, arkada karanlığı bıçak gibi kesen ışık demetleri. Lakin, ortamı panayır yerine çeviren bu mermilerin kimi, neyi hedef aldığını bilmeden onları bir dekor unsuru olarak görmek bizleri bu denli rahatsız etmemişti. Yumuşak popolarımızı yerleştirdiğimiz Laz-o-boy! koltuklarımızda Parliament! Pazar gecesi sinemasını izlediğimiz gibi savaşı CNN’den izleyip aramızda ufaktan ufaktan kaos teorileri üretiyorduk. Ben bu savaşı sevmiştim. Asri zamanların “hiper bireyselleşme” hastalığından kurtulur gibi bile olmuştuk. Bana değil, bize ne olacak sorusu uzun zamandır ilk defa konuşulur olmuştu. Buna benzer haberler Bosna, Sierra Leone, Ruanda, İsrail, Filistin’deki vahşet olaylarıyla bir çok kez evimize misafir olmuştu. Artık gönüllü ya da gönülsüz hepimiz “Homo Zapiens” olmuştuk. Bir savaştan öbürüne kanal değiştirip duruyorduk. Bu da doğal olarak bizleri şiddete karşı duyarsızlaştırdı. Her birimiz şiddet müdavimleri oluverdik. Şimdi savaş yoksa şiddet bağımlılığımızı bol şiddet içeren genel anlamda Tarantinovari diye nitelendirdiğim filmlerle tatmin ediyoruz. Peki, Ebu Garip hapishanesi fotoğraflarının kerameti neydi? de böyle bir kamuoyu tepkisi yaratıyordu. Halbuki, insanlar her zaman fotoğrafların maniple edilmiş olabileceğini konuşurdu. Sahte-gerçek tanımlaması yapılmadan önce günlerce tartışmaların süre gelmesi gerekmez miydi? İnsanların imanla bağlı oldukları şeylerle çelişen kanıtlar sağlayan görüntülerin, kamera için özel olarak tasarlanmış mizansenler olduğu iddia edilerek, bir çırpıda görmezlikten gelinmesine de oldukçada sık rastlanılıyorken. İnsanoğlunun, kendisinin ait olduğu tarafın işlediği vahşetlerin fotoğraflarla kanıtlanması durumunda yapıştırdığı standart cevap, söz konusu resimlerin katiyetle sahte olduğu, bu tür vahşetlerin yaşanmadığı, resimde görünen bedenlerin, öteki tarafın, şehir morgundan kamyonlarla getirilip sokaklara attığı cesetler olduğu, ya da evet, bu tür bir vahşete tanık olunduğu, fakat bu vahşeti işleyenlerin öteki taraf olduğu şeklindedir. Örneğin; Franco’nun milliyetçi ayaklanmasını yöneten kuvvetlerin propaganda şefi, 26 Nisan 1937’de antik şehirleri ve eski başkentleri Guernica’yı, ülke dışında öfke uyandırıp Cumhuriyetçi direnişi güçlendirmek amacıyla ve kanalizasyon şebekesine dinamitler yerleştirmek (daha sonraki bir versiyonuna göre de Bask bölgesinde imal edilmiş bombalar atmak) suretiyle Basklıların kendilerinin yıkıp yerle bir ettiğini iddia edebilmiştir. Bir diğer örnek; Sırbistan’da ya da ülkeleri dışında yaşayan Sırpların büyük çoğunluğu, Sırpların Saraybosna’yı kuşatmalarının sonuna kadar hakları olduğunu ileri sürebilmiş; ondan sonra da, Mayıs 1992’deki ‘Ekmek Kuyruğu Katliamı’ ile Şubat 1994’teki ‘Pazaryeri Katliamı’nın, yabancı gazetecilerin kameralarına olağanüstü derecede korkunç manzaralar sunmak amacıyla ve başkentlerinin merkezini top ateşine tutmak ve mayın yerleştirmek suretiyle, kendi


Gölge 12

davalarına daha fazla uluslar arası destek toplamak isteyen Bosnalıların kendileri tarafından yapıldığını iddia etmişlerdi. Amma ve de lakin, tüm dünya el birliği etmişçesine bu konuya hassasiyet gösterdi. Kınamalar falan bile yapıldı. ABD dersini yine iyi çalışmıştı. Kimyasal silah saçmalıkları ayyuka çıktığından beri Duyarlı ABD böyle bir seviyesizlik göstermedi. Delikanlı gibi olanları kabul etti. Fakat, bu uygulamalar devlet politikası değildi. Birkaç kendini bilmez şahsın işlediği insanlık suçlarıydı. Gerekli cezalar verildi. Günah keçisi seçilen bir Coni 1 yıl cezaya çarptırıldı. Bir yıl sonra emin olun, kendisi arınıp yaşadıklarını bir Hollywood film şirketine satarak bu işten karlı çıkacaktır. Yaşasın fırsatlar ülkesi Amerika!!! Hatta bir ara ABD, direniş sembolü olma olasılığından ötürü Ebu Garip’i yıkmaya bile niyetlendi. Sonra jetonları düştü de esas yıkarlarsa bir direniş sembolü olacağına kanaat getirme kapasitesini sergileyebildiler. Sonra Ebu Garip boşaltıldı. Tahliye işlemleri sırasında, eskort ABD askerleri öldürüldü. Benim anlamadığım kendi hayatlarında küçük birer Amerika gibi yaşam felsefeleri olanlar herkesten daha çok yaygara yapıyorlardı. Sanırım............... Bu fotoğraflar ince ruhlarını bir matkap misali delmişti. Bu insanların suçları neydi? Cahillikleri mi? Bir diktatörün elinden çektikleri yetmezmiş gibi niye birde sözüm ona adalet ve demokrasi dağıtan ülkenin askerleri tarafından tecavüze uğruyor, taciz ediliyorlardı. Gerçek şu, bir çoğumuz fotoğrafın kadrajladığı şahsın çektiği acıya ya da insanlık dışı muameleye değil, aynı muameleye kendimizin tutulması olasılığını korkunç bulduğundan bu fotoğraflardan bu kadar etkilendik. İşgal edilen yer artık insanın varlığının şahitliğini yapan bedendi. ABD işgal etme eylemine kılıf uydurma konusunda kimsenin eline su dökemeyeceği denli deneyime sahip. Bu alışkanlık 1492 yılına dayanan bir geçmişe sahip, Aztekler, Mayalar, İnkalar, Kızılderililer ise ABD’nin bu yetkinliğinin gelişmesi için üzerlerinde asimilasyon politikaları yürüttüğü bazı toplumlar. ABD kuzey ve güney Amerika’da sömürecek toplum ve topraklar kalmadığı için rotasını ekonomik, sosyal açıdan belini doğrultamayan Orta doğu ülkelerine çevirdi. Irak, Afganistan gibi ülkelerle başlayan Sonuç olarak, bu vesileyle fotoğrafın toplumsal duyarlılık yaratmak için kullanılarak, insanlığa bulunduğu katkı bir kere daha gündeme gelmiş oldu. Her ne kadar maniple etme vasıtaları teknolojinin gelişmesiyle birlikte artmış olsa da güneşin balçıkla sıvanmaya çalışıldığı vakalarda olsun işe yaradığı görüldü. Duyarlılık yaratabilmesi için fotoğrafın teknik yetkinliği önemli değildi. Kompozisyon bilgilerinin de herhangi bir önemi yoktu. Retorikle desteklenmeleri, felsefik alt yapıya sahip projelendirmelere filan ihtiyaç yoktu. Ulusal veya uluslararası üne sahip bir fotoğrafçı kimliğine de gerek duyulmuyordu.


Gölge 13

Ebu Garip Fotoğrafları etkileme gücünü, en iğrenç ve nefret uyandırıcı gerçekleri yalnızca iki boyutlu bir düzleme aktarmak yetisinden değil, fotoğrafın salt tanıklık etme gücünün, sözle tanımlama yönteminin, bütün karmaşık aktarımlarından daha basit ve açık algılanabilir olmasından almıştır. Hele birde fotoğraf makinesinin vizörüne gözünü dayayan ya da LCD ekranı kadrajlama için kullanan şahsın ABD vatandaşı bir Coni olması, bu fotoğrafların işkencecinin bakış açısıyla analiz edebilmemizi sağlamıştır. Maalesef ki, objektif bir şahıs olarak kabul etmem gereken bir şey var ki o da yazının başından beridir bahsetmekte olduğum fotoğrafların bunca gündem oluşturmasındaki en trajik etken Avrupa’nın Irak’taki savaşa katılmama gerekçesini haklı sebeplere dayandırarak kanıtlama isteğiydi. İngiltere ve İspanya hariç bu fotoğrafları hep birlikte protesto ettiler. Not: Yazar, fotoğraflar hakkındaki detayları yazısında kullanmamayı şahsen tercih etmiştir.

.


Gölge 14

GÖSTERGEBİLİMSEL OYUN VE EBE OLARAK “BRUGEL” 1. Le MISANTHROPE

Brugel’in sakatının yan kesicilik yaparken, yüzündeki anlamsızlık, daha da doğrusu hırsızlık eyleminden bihaber zihnin, ivmelenebilen vücudunun takındığı o alakasız mim... Beni hayattaki birçok şeyden daha çok şaşırtıyor. Fakat, korkunç olana gelince ressam bu küreyle dünyayı sembolize etse de bana şeffaf Faberge yumurtasına hapsedilmiş normallik tatmamış bedenin, kıstırılma hissiyle içsel dinamizm sergilemesi, büzüşmesini çağrıştırıyor. Aniden öylece fark ettiğim, dikkatimi dağıtan dikenler.! Az sonra yankesicinin kurbanının ayağına batarak, her şeyi bok edecekler. O an farkındalık, soyulmaktan kurtaracak cübbeliyi. O kürenin şeffaflığıyla tezat bulanıklaşan akli dengem. Dışarısını kendi merkezimizden dışlayarak hapsettiğimiz haller mi? Yahut ta hapsedildiğimizi anlayamayacağımızdan emin olan başkalarının içine kıstırdığı bir kontrol altına alınmış küresel boşluk mu? Acaba küre niye şeffaf, normalliğin kurbanı dışarıyı görsün diye mi? Ama bu bir çeşit kafes mantığıyla oluşturulmuş telden mütevellit kürede olabilirdi. Bunların tümü yaşamakta olduğum kaotik ruh halimin yarattığı med cezirler olmakla beraber benim bir şeyin farkındalığının zevkinden mahrum kalmamı sağlayamayacak denli de aciz. “Sakatlar şeffaf kürelerde değil, kemikten konstrüksiyonlar üzerine gerilmiş tenden brandalardan bedenlerde ömürleri boyu hapisler.” Ressam söylesene o resmi yaparken 5 yüzyıl sonra, benim gibi bir hıyar ağasının aklını karıştıracağını hiç düşündün mü? Cosmo Kramer, 02022002


Gölge 15

BAŞKALARININ ACISINA BAKMAK (REGARDİNG THE PAİN OF OTHERS) Susan SONTAG Kültürel Çalışmalar, 151 sayfa, Agora Kitaplığı Çeviri: Osman Akınhay Susan Sontag, “Başkalarının Acısına Bakmak” adını verdiği kitabının açılışını, Virginia Woolf’un savaşın kökleri üzerine cesur ve zamanında pek de hoş karşılanmayan görüşlerini dile getirdiği “Three Guineas” adlı kitabından bahsederek yapıyor. Susan Sontag, Londra’da yaşayan ve ona “Sizce savaşı nasıl önleriz?” sorusunu yönelten seçkin bir avukattan gelen mektuba, bir cevap olarak kaleme alınmış olan bu kitaptan alıntılar yaparak, savası ve ortaya çıkardığı görsel bilançoyu mercek altına yatırıyor. “Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş yıkıp yok eder. Ve savaş insan türünün doğasından gelir.” Böyle diyor, Susan Sontag, ‘tefekkür nesneleri olarak’ savaş ve dehşet fotoğraflarından hareketle kaleme aldığı bu sarsıcı kitabında. Daha sonra da, Goya’nın “Savaşın Felaketleri” serisinden Amerikan İç Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Nazi ölüm kamplarının fotoğrafik belgelerine ve daha yakın tarihimizde Bosna, Sierra Leone, Ruanda, İsrail, Filistin ve 11 Eylül 2001 New York City trajedilerine, zaman içinde bir gezintiye çıkıp, asıl olarak şu soruyu yöneltiyor bizlere: “Savaşın ve dehşetin yüzünü sergileyen fotoğraflara bakmaya ne kadar dayanabilirsiniz?” bu soruyu samimiyetle cevaplamak, her gün şiddet olaylarıyla gönüllü gönülsüz haşır neşir olan bizler için aslında oldukça güç. Kitap aracılığıyla Susan Sontag’ın okuyucuya yönelttiği bu soruyu, vicdan mahkemelerinizde cevaplarken, insanlık adına büyük bir sınav vereceksiniz? Başkalarının Acısına Bakmak, kesintisiz görüntü bombardımanının tüm hayatımızı kuşattığı bir çağda, Susan Sontag’ın İspanya iç savaşıyla had safhada önem kazanan savaş fotoğrafçılığının misyonu ve başkalarının acılarıyla ıstıraplarına duyarlı olmak üzere bir insanlık dersi verdiği son yapıtı.


Gölge 16

Bir Fotoğrafçının Günlüğü’nden Istırâp İçerisindeki Kurbağa 4 Ocak ‘03 Akademi nedir? Benim bildiğim akademi, ilgili branşı geliştirmek için eğitimcilerin, öğrencileri eğittiği, kendilerini sakıncasızca ifade edecekleri özgür bir platform sağladıkları yerdir. Oysa benim eğitim? almakta olduğum, Güzel Sanatlar Akademisinin, Fotoğraf Bölümü bu tanıma uymak bir yana, haklarında türlü şaibeler söz konusu bazı şahısların eğitmen sıfatıyla ortalıkta dolaştığı, kişisel çıkarlar uğruna şahısların babalarının çiftliği gibi kullandığı, dışardan gelen (daha doğrusu gelmeyen hocaların) gözlerimizde “O” ışığı göremediği için bizleri sallamadığı bir yer. Emekli olmasına rağmen bölümü ofisine çevirmiş, dilediği gibi yöneten koltuk sevdalısı profesörler mi dersin? Bu şahsın jürilerinde başı çektiği yarışmalarda ödül üstüne ödül alıp, ortalıkta bir fotoğraf gurusu gibi dolaşan yalaka şarlatanlar mı? Bütün bunlara şakşakçılık eden mi? Bunlar birde utanmadan “Çok konuşmasınlar ben yurtdışında da ödül alıyorum. İt ürür, kervan yürür.” diyorlar. Umarım, imajlarında rötuş yapılmadan önce taktıkları ziynetler gibi, (Sütaş ineciğinin çıngırağı misali) bu ödülleri de boyunlarına asmazlar. Sezarın hakkı sezar’a, içlerinde teknik birikimi, pratik deneyimi, fotoğrafa olan sevgisiyle görevlerini yerine getirmeye çalışan öğretim görevlileri de yok değil. Fakat, onlarda bahsetmiş olduğum sözde akademik fotoğraf mafyası tarafından pasifize ediliyor. Dolaplarını çevirdikleri bölüm binasından uzaklaştırılıp sürgüne gönderiliyorlar. Ya da ofislerinde hapsediliyorlar. Allah hepsine kolaylık versin. İşin en üzücü yanı, biz, öğrenciler içerisinde yer alan bir çok kişinin de bu zihniyete uşaklık ediyor olması. “X sen Photoshop’u iyi biliyorsun. Benim temizlenecek bazı dialarım var. Hallederiz değil mi?” “Tabi, Hocam Tabi...”, “Y senin tanıdıkların varmış. Benim baskıları ucuzdan yaptırır mıyız?”, “Tabi Hocam, tabi...” Neden mi böyle yapıyorlar. Kendilerine, yeteneklerine güvenleri yok. Yaptıkları işler belirli bir standardın üzerine çıkamıyor. Her şeyi yapıyorlar. Arkadaşları birbirlerine düşürüyor. Tavşana kaç tazıya tut diyorlar. Oluşturdukları kaosun avantajlarından faydalanarak sözde, Türk Fotoğrafında kalıcı olacaklarını düşünüyorlar. Bu günlerde böyle birisiyle ortak bir çalışmaya soyunduk. Umarım şileplerin bayraklarının asılı olduğu yerden, narin organik varlığını çiziktirmek zorunda kalmam, dümenini çıtırdan kırıp kendisini karaya oturtmam. (Neyzen’e ithafen. Ruhu şad olsun.) Bu zihniyetle savaşmak lazım. Aksi takdirde, Türk Fotoğrafı rektumdan gülüşler eşliğinde anılacak bir duruma düşecek. Allahım... Allahım, bu okul ne zaman biter?, “ben, ne vakit yeminimi bozup, ne diyon sipob deyu, deyu bu üfürükten adamları koltuk altlarından gıdı gıdı gıdıklamaya başlarım. Gel teskere, gel teskere bitsin bu hasret. Çukulatam, Esmerayım, seninde ruh cazın şad olsun.


Gölge 17

GERÇEKÜSTÜCÜLÜK VE FOTOĞRAF Cevval Kaplumbağa Bu iki sözcüğün bir araya gelmesi bir paradoks gibi algılanabilir, Andre Breton’da başlangıçta bu iki sözcüğün bir araya gelmesinden tiksinti duyar ve bunu daha da ileri götürerek fotoğrafa benzeyen her şeyi aşağılar. Örneğin 19. yy. romanını fotoğraflardan oluşmuş yazı dizisi olarak ortaya koyar. Ancak 1928 yılında yazmış olduğu ve gereksiz betimlemelerin önünü almak için bolca fotoğraftan yararlandığı ‘Nadja’ adlı romanında fotoğrafın sonuçlarından memnun olmamasına rağmen kullanır. Başlangıçta fotoğrafa tepkinin oluştuğu bu anlayışta özellikle Man Ray, Raoul Ubac ve Mourice Tabard’ın fotoğraflarıyla birlikte fotoğrafa tepki duyulmasının ötesinde gerçeküstücülüğün hizmetinde kullanılabileceği gibi bir sonuca varılmıştır. Andre Breton ‘Sanat uyum üzerine kurulur’ diyen sembolist anlayışın karşısına ‘Müzikal anlatıma atfetmemekle direteceğim değeri plastik anlatıma atfetmeme izin verilsin’ der ve ekler ‘Haydi gece orkestrayı örtmeyi sürdürsün’ Fotoğraf burada gerçeküstücü anlayışla inanılmaz bir şekilde örtüşür. Fotoğraf bir yanıyla uyumu ortaya koyarken diğer yanıyla uyumsuzluğun, çelişkinin uyumunu ortaya koyması anlamında en önemli görsel argümandır. Başlangıçta rüyalar fotoğraflanamaz resimlenir diyen anlayış, zaman içinde gerçek rüyaların gerçek dünyada oluştuğunu ve bunu görebilen gözlerin onları rahatlıkla fotoğrafla ortaya konulabileceğini anlamış ve bir çok gerçeküstücü ressamda olduğu gibi fotoğrafa başvurmuştur. Fotoğrafın bu paradoksu içinde barındırması, fotoğrafı tüm disiplinler içinde ayrıcalıklı konuma getirir. Gerçeküstücü resmin ünlü isimleri Max Ernst, Rene Magritte ve Salvador Dali fotoğrafın gerçeküstücü anlayış ile örtüşen boyutunu sonuna kadar kullanmışlardır. Diğer taraftan da gerçeküstücü tavır fotoğraf içinde bir çok taraftar bulmuş ve fotoğrafın özellikle solarisazyon, posterizasyon ve rayogram (fotogram) gibi anlatım biçimlerine sahip olmasına, yakın plan çekimin bilim dışında, sanat düzleminde de kullanılabileceğini ortaya koymuştur. 1920’lerde gerçeküstücü sanat tümüyle soyutlamayı veya imgelerin görsel değişimini amaçlayan bir otomatikleşme hareketinin etkisi altında kalmıştır. Ancak bu yılların sonuna


Gölge 18

doğru Salvador Dali ve Rene Magritte hareketiyle ‘düşsel imgelem’ e sabitlenmek fikrine dönüş yaşanmıştır. Gerçeküstücüler arasında fotomontaja duyulan ilginin yeniden canlanması, örneğin Breton’ un ‘Felaket Bir Hava – 1933’ adlı yapıtında olduğu gibi gerçeküstü nesnenin işlenmesi ile bağlantılıdır. Bu da fotomontaj gibi gündelik gerçeklerin kullanılmasıyla ortaya konur. 1930’ larda gerçeküstücü akım ticari ve moda fotoğraflarında popüler olmuştur . Bu da fotoğraflanan kare veya figür tarafından garip nesnelerin yığılmasına ve montajın kullanılmasına yol açmış olabilir. Örneğin Cecil Beaton ve Angus Mc Bean gerçeküstücü akım hakkında düşündüklerini açıkça uygulamışlardır. Gerçeküstücü ve fantastik arasında kurdukları özdeşlik öylesine yerleşmiştir ki daha sonra Susan Sontag’ın yazacağı gibi ‘ Fantezilerin ve uydurmaların gerçeküstücü repertuar tarafından 1930’ların son modası

olarak

hemen

benimsenivermesi

yüzünden

fotoğraf

sanatı

için

gerçeküstücülüğün mirası bayağılık düzeyine erişmiştir’ Vurgulanması gereken nokta dönüşüme uğramış (Maniple edilmiş) fotoğrafın aslında gerçeküstücü yayınlarda azınlıkta olduğu ve gerçeküstücü montajların çoğunun maniple edildiği doğru olmasına karşın bu sürecin aslında kolay izlenemediğidir. Montaj daha uzak gerçekliği ortaya koyar, gerçek dünyanın düşsel olan ile yer değiştirmesini değil, bunun için yine Susan Sontag’ın sözlerini anımsayacak olursak : ‘ Gerçek üstücülük, fotoğrafın özünde vardır: yine ikinci dereceden bir gerçeklik yani dünyanın bir suretini yaratmak arzusu...’ Bu durumda maniplasyon kopyayı vurgulamak açığa çıkarmak amacına hizmet eder. Problemin kaynağı gerçeküstücülüğün yeterince kavranamamış olmasındandır. Gerçekliğin bastırılarak, değerini yitirmiş gerçek dünyanın yerini düşsel olanın almasını savunma durumuna gelinmiştir, oysa ki tartışılan şey, aslında gerçek olarak kavranan şeyin bir uzantısından başka bir şey değildir. Dada foto,montajlarında (Örnek; Ernst ve Höch’ de ) ölçekteki ani değişimler ortak bir özellik olmasına karşın gerçeküstücülükte bu özelliğin pek o kadar belirgin olmaması dikkat çekicidir. Fotomontaj pratiği savaşta ve sonrasında yeni kuşak gerçeküstücüler ve bu harekete bir şey borçlu olmayan sanatçılar tarafından devam ettirilmiştir. Barbara Morgan, Jerry Uelsman ve Jordi Cerda sayılabilir.


Gölge 19

Gerçeküstücülüğün uygulandığı fotoğraflarda genellikle ileri derecede fotoğraf teknikleri kullanılır. Sonuçlar olabildiğince kandırıcıdır. Kağıda birden fazla negatiften baskı yapmak, pozitif ve negatif kontaklar elde ederek daha sonra orijinalle sandviç yapmak. Pozitif filmler kullanırken birleştirilecek görüntüler vizörde tahmini yerlerine oturtularak çekilir. Daha sonra elde edilecek sandviçlerin kendilerinden veya dublikelerinden baskı yapılır. İki veya daha fazla görüntü projeksiyonla herhangi bir yüzeye düşürülerek çekilir. Montaj yaparken ek olarak tonlama ve elle renklendirme de esneklik sağlar. Pistole kullanılarak yapılan renklendirmelerde görüntülerin girişimi çok belirsiz bir biçimde ve başarılı tonlamalarla yapılabilir. Geniş açı kullanılarak boyut farklılıkları abartılabilir. GERÇEKÜSTÜCÜLÜKDE ÖNEMLİ FOTOĞRAFÇILAR

Jacques Henri-Lartique: Olağandışı görüntüleri hızlı enstantane sayesinde mizahi bir atmosfer içinde yakalamıştır. Andre Kertesz: Eleştirel fotoğraflarında gerçeküstücü bir etki yaratacak şekilde insan ve nesneler istiflenmiştir. Bir maket geminin yanı başındaki su birikintisine düşen ağacın yansıması, koşar halde bir at heykelinin az ötesinde duran köpek ve terbiyecisi gibi mizahi tada sahip görüntüler oluşturmaktan hoşlanır. Olay yukarıda bir noktadan seyretmek favori bakış açısıdır. Henri Cartier Bresson: Asıl

eğitimi

gerçeküstücülük

üzerinedir.

Fotoğraflarını

çekim

anında

oluşturur.

Fotoğraflarında tezat nesneler vardır. Örnek: Yürüyen bir alayı seyreden kalabalığın ötesinde görüntünün alt kısmında gazete yığınında uyuyan bir adam. Fotoğrafa derin anlamlar katar Elliot Erwitt: Mizah duygusu taşıyan kareler çeker. Hayvanlar, özellikle köpekler objektife poz verircesine dururlar. Hayvan formlarından yararlanarak, bunların yanında biçim olarak hayvana benzeyen cansız nesneleri ve olayları akıllıca kullanarak gerçeküstü görüntüler oluşturur. Angus Mc Bean: Tiyatro fotoğrafçısıdır gerçeküstücü portreler çekmiştir.


Gölge 20

Cecil Beaton: Gerçeküstücü portreler çekmiştir. İstediği etkileri aksesuarlar ve benzeri malzemeyle sağlar. Jerry Uelsmann: Kreatif bir biçimde çalışır, fotoğrafları karanlık odada hazırlar. Kullandığı yöntemi ‘İşlem içi Keşifler’ olarak adlandırır. 6 agrandizörlük bir setle çalışır, siyah beyaz negatiflerden renkli baskılar yapar. Paul De Noojer: Karanlık odada ek pozlamalarla yeni öğeler ekler (kapı pencere ve resim çerçevesinden görünen görüntüler) . Fotoğrafları elle renklendirir. Sam Haskins: Reklam ve dergi fotoğrafçılığı yapmakta olup genellikle renkli çalışır gerçeküstücü görüntülerde oldukça deneyimlidir. Eserlerinde, tatlı bir erotizm, güçlü bir grafik yapı gözlemlenir. Bob Carlos Clarke: Gerçeküstücülükte stilize bir yaklaşımı benimsemiştir. Fotoğrafları gerçekdışı gibi görünürler. Kontrast bir siyah beyaz kağıt kullanarak elle ve pistoleyle boyama yapar. Sanki ay ışığı ile pozlanmış etkisi görülür. Bunların yanı sıra Man Ray, Richard Avedon, Bill Brandt, Bob Carlos, Laszlo MoholyNagy’ i de gerçeküstü fotoğraf tekniğini de kullanmışlardır.

KAYNAKÇALAR: Felsefe Ansiklopedisi, “Kavramlar ve Akımlar”, Cilt 1-2, Orhan Hançerlioğlu Tarihsel Süreç İçinde Resim Fotoğraf Etkileşimleri, Doç. Tunç Tüfekçi Fotomontaj, Dawn Ades Refo Fotoğraf Dergisi, Sayı:23 Ana Britanica Ansiklopedisi Modernizmin Serüveni, Enis Batur


Gölge 21

KINAMA Gölge Fotoğraf Grubu

Fotoğraf Dergisi’nin son sayısında “Bana Ait Olan Viyana’yı Yarattım” başlığı altında, Hünkar Sibel Görel’in Merih Akoğul ile yapmış olduğu röportajda aşağıdaki ifadeler yer almıştır. Hünkar Sibel Görel: Tam bu arada Türkiye’de fotoğrafın gidiş-hattı konusundaki düşüncelerinizi alalım! Merih Akoğul: Türkiye’de fotoğraf, son yıllara göre hiç fena gitmiyor. Yapılan albümler, sergiler oldukça başarılı. Tabi ki çok daha kaliteli, nitelikli ve yoğun olabilir... Ama Türkiye’nin genel dinamikleri böyle zaten... Ne zaman bir şeyler iyi gitmeye başlasa, yapay bir gündem oluşturulur, dolar yükselir, borsa tavan yapar... Ben Türk Fotoğrafındaki bazı açmazları Jurrasic Park’a benzetiyorum. Yeni yeni hayvanlar türemiş parkta. Tecavüze uğramış kaplumbağa, onun için hayıflanan kurbağa gibi. Üstelik bu saydığım yaratıklar, Bresson’dan, Barthes’den bahsediyorlar. Ama önce Freud okumaları lazım, birde “de” ler, “da” lar nasıl ayrılır, onu öğrenmeleri gerekiyor. Ve birde bu yaratıkların kan testlerine bakmalı ve nasıl türediklerini anlamalıyız. Acaba bu türlerin oluşumunda bizimde payımız var mı? Zaten sadece kendi benzerlerini etraflarına topladıkları için hiçbir yere varamazlar. Yanlı yaklaşımları, olumsuzlukları arayarak yapılmaya çalışılan hiçbir eleştiri hedefini bulamaz. Hele birde temel boşsa... Hünkar Sibel Görel: Teşekkürler... Sözüm ona incelikli bir hiciv anlayışıyla, Merih Akoğul’un Gölge Fotoğraf Grubu kurucularından Cevval Kaplumbağa ve Istırap İçerisindeki Kurbağaya alenen hakaret ettiği bu demeci, öncelikli olarak kınıyoruz. Bu kınamayı varoluşumuzu borçlu olduğumuz, toplamı yaklaşık 1000 kişiyi bulan abonelerimizden gelen yoğun baskı nedeniyle yaptığımızı belirtmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Bizi yakından takip eden kamuoyunun bildiği üzere, bu çirkin saldırı Cevval Kaplumbağa’nın Gölge Fanzin’in bir önceki sayısında yer alan, Merih Akoğul’un “Otuz Kuş” sergiyle ilgili eleştirisinden dolayı yapılmıştır. Dikkat edileceği üzere, çirkin saldırıyı yapan şahıs eleştiri hakkında hiçbir konuya değinememiştir!!! Çünkü yazılan her eleştiri üzerinde ince eleyip sık dokuyan grubumuz, eleştiri yazılarında kişilik haklarını ihlal etmeksizin, sergiyi oluşturan işi eleştirmeyi kendine prensip edinmiştir. Durum böyle olunca, Merih Akoğul,


Gölge 22 20

rasyonel gerekçeler göstererek düzeyli bir açıklama yapmak yerine amiyane bir biçimde saldırıya geçmiştir. Unutulmamalıdır ki, “Güneş balçıkla sıvanmaz.” Ayrıca, bu demeçte yer alan hakaretlerin dolaylı olarak, eleştiri yazımızda hem fikir olduğumuz düşüncelerine yer verdiğimiz, sevgili üstat Ara Güler’i de hedef aldığını hatırlatarak, üzüntümüzü dile getirmek istiyoruz. Talihsiz bir şekilde bu demecin yayımlanmasından sorumlu olan, başta Fotoğraf Dergisi imtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Şerif Antepli beyefendiyi, Yayın Yönetmeni Nadir Ede beyefendiyi ve röportajı yapan Hünkar Sibel Görel hanımefendiyi duyarlı olup bu konuda gerekli düzeltmeyi yapmaya davet ediyoruz. Yayım hayatı boyunca amacı amatör ve profesyonel fotoğrafçılara hizmet etmek olan Fotoğraf Dergisi’nin, şu ana değin, kimseye sövmek amacıyla kullanılmadığını bildiğimizden, yukarıda adı geçen insanlarında bu durumdan rahatsızlık duyduklarını düşünüyoruz. Umuyoruz ki, kendileri daha önce sözde “1. Ulusal Fotoğraf Sempozyumu” vakasındaki gibi bir tutum sergilemezler. Gölge Fotoğraf Grubu’nun aldığı ortak karardan dolayı, doğan cevap hakkımızı kullanarak aşağıdaki hususlara açıklık getirmek istedik. Şayet yazılan eleştirinin haksız ve/veya kişilik haklarını ihlal edici noktaları varsa, Merih Akoğul’un kaleme sarılıp entelektüel birikimi aracılığıyla bu tespitleri ifade edebileceğine inandığımızdan, kendisinin cinsel uzuvlara başvurmasını şaşırarak gözlemlediğimizi belirtmek istiyoruz. Bu tavır, Merih Akoğul’un şu ana değin sergilediği sofistike tavrın samimiyetini sorgulamamıza sebebiyet vermiştir. Bresson, Barthes, vb. gibi fotoğrafçılardan, yazarlardan, düşünürlerden, vs. bahsetmek için insanların, bir kişi ya da kurumdan izin alması gerekmediğine inanıyoruz. Şayet, böyle bir şahıs ya da kurum varsa lütfen, Merih Akoğul bizleri bu konuda aydınlatsın. Nede olsa bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır. Gölge Fanzin’in “turuncu” renkte yayımlanmasının temelinde yatan gerçeğin Freud’un kurucusu olduğu psikanalizle direkt bağlantılı olduğunu belirtmek istiyoruz. Freud’un gündeme getiriliş nedeninin Merih Akoğul’un yakın geçmişte bulunduğu ve Freud’un da 4 yaşından 82 yaşına kadar yaşadığı Viyana olduğunu da biliyoruz. Ne de olsa kendisi, şu anda bir Viyana trendi tutturdu gitmekte... Kendisine Anna Freud’un (Sigmund Freud’un kızı) 1931 yılında yayımlamış olduğu “Öğretmenler İçin Psikanalize Giriş” (Introduction to Psychoanalysis for Teachers) ve 1937 yılında yayımlanan “Ego ve Kendini Koruma Mekanizmaları” (The Ego and the Mechanismes of Defence) adlı eserlerini okumasını Gölge Fotoğraf Grubu olarak öneriyoruz. Fotoğrafın beslendiği temel dinamikler arasında antropoloji, sosyoloji, psikoloji, psikanaliz gibi disiplinlerin olduğuna inanan Gölge Fotoğraf Grubunun bu alanlarda araştırma ve okuma seansları yaptığını da belirtmek istiyoruz. Fanzinimizde yer almakta olan imla hatalarıyla ilgili olarak Merih Akoğul’un yaptığı gönderme ile ilgili olarak söyleyeceğimiz pek bir şey yok.


Gölge 23

Çünkü, Gölge Fotoğraf Grubu adından da anlaşılacağı üzere bir fotoğraf grubu, amaçlarımız arasında Türk dilini geliştirmek gibi bir misyon yok. Kaldı ki, çok prestijli dergilerde dahi bu tür hatalara rastlanılmaktadır. Amaçlarımızı merak edenler, her sayımızda yer alan Gölge Manifestodan bunları öğrenebilirler. “Kan testlerine bakmalı ve nasıl türediklerini anlamalıyız.” gibi faşizan söylevleri Merih Akoğul’a yakıştıramadığımızı ifade ederiz. Bu zihniyetin meydanı boş bıraktığımızda kafa taslarını dahi ölçmeye kalkacağını üzülerek fark etmiş bulunmaktayız. Gölge Fotoğraf Grubu, gerek Murat YAYKIN’ın Açık Radyo’daki “Camera Obscura” programında olsun, gerekse yaptığı tüm röportajlarda olsun vurguladığı üzere, Gölge Fotoğraf Grubu ve yayın organımız Gölge Fanzin herkese açıktır. Oluşturduğumuz liberal yapı, herkesin düşüncelerini özgürce ifade edebileceği bir platformdur. Gönül isterdi ki, Merih Akoğul duyduğu rahatsızlıkları yayımlamamızı bizden talep ederek medeni bir tutum sergileseydi. Gölge Fotoğraf Grubu, Merih Akoğul’un ifade ettiği gibi kendi benzerlerini bir arada toplama saplantısına sahip kapalı bir grup değildir. Tıpkı Mevlâna gibi sonsuz bir barış ve yaşama sevinci içerisinde varoluşunu sürdüren grubumuzun düşüncelerini yine, Ona ait olan bir beyitle ilgililere iletmek isteriz. Biz ayırmak için değil, birleştirmek için geldik. Topluluk rahmettir, ayrılık azap. Temelimizin boş olduğu konusundaki Merih Akoğul tezine, yine veciz bir söz aracılığıyla cevap veriyoruz. “Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz, görünür akli mertebesi eserinde.” Son olarak, bu küfürlü saldırının yapılacağını bize önceden haber vererek tedbirli olmamızı sağlayan, ticari fotoğraf işletmecisi H.? ve Ara Güler’in Merih Akoğul sergisi hakkında kulislerde dolaşan söylentisini bize aktararak, eleştiri yazımızı zenginleştirmemizi sağlayan, M.B.S’ye teşekkür etmeyi Gölge Fotoğraf Grubu olarak borç biliyoruz. (Bu söylenti grubumuzu oluşturan 10 kişi tarafından araştırılarak teyit edilmiş. Söylence olmaktan çıkarak, bir veri haline getirilmiştir.) Gölge Fotoğraf Grubu, bu kınama yazısı aracılığıyla, doğan cevap hakkını kullanmıştır. İlerleyen zamanlarda malum şahıs tarafından yapılacak benzeri çirkin saldırılara tekrar tekrar cevap vererek anlamsız bir gündem yaratmak istemediğimizden, takdiri Türk Fotoğraf Kamuoyuna bırakacağımızı şimdiden belirtiriz. Herkese fotoğraf dolu günler dileğiyle...


Gölge 24

1839 YILI VE FOTOĞRAF Cevval kaplumbağa 20 Mayıs 2004

Yıl 1840, mevsim kış, aylardan ise ocak ayıydı. Hava çok soğuktu ve kar yağıyordu. Paltosunun yakalarını kaldırmış, melon şapkası kaşlarına kadar inmiş elleri ceplerinde elli yaşındaki Louis Jaques Mande Daquerre, tetris oynarcasına yan yana ve birbirinin üzerine inen kar tanelerine bakarak yürüyordu. Gururluydu 14 Aralık 1829’da Nicephore Niepce ile ortak olduğundan bu yana yaptıklarını düşünmeye başladı. 1835’de Gümüş bileşiği içeren bir yüzey üzerinde oluşan gizli görüntüyü cıva buharı ile görünür duruma getirmiş, 1837’de görüntünün sıcak sodyum klorür çözeltisi ile sabitleştirilmesini de o bulmuştu. Yüzünde gururlu bir gülümseme belirdi, derin bir nefes aldı ve “Pozlandırma sekiz saatten, yarım saatin altına düştü” dedi. Kendi sesinden irkildi, etrafına bakındı kimse farkında değildi. Yürümeye devam ederken Gazette de France aklına geldi, iri, siyah puntolarla “DAGUERREOTYPE” diye yazıyordu, evet buluşunun adı buydu. İrkilerek durdu, aklına ortak oluşlarından dört yıl sonra ölen Joseph Nicephore Niepce (1765-1833) gelmişti. Hüzünlendi, Niepce’nin de hakkını teslim etmeli diye düşündü. 1813 yılında yeni bulunmuş bir baskı yöntemi olan Litografi ile görüntüleri fotokimyasal yoldan taş üzerine geçirmeye çalışarak, ışığa duyarlı bir vernikle kapladığı taşların üzerine mumlayarak saydamlaştırdığı gravürleri koyarak güneş ışığı ile pozlandırdı. Sonra uygun bir çözücü ile ışık almayan yerlerde kalan ve bu nedenle çözünürlüğünü koruyan verniği çözerek aldı. Bu çalışmalar, fotolitografi yönteminin temelini oluşturdu. 1816 Nisan’ında Camera Obscura ile elde ettiği görüntüyü, yüzeyine gümüş klorür sürerek ışığa duyarlı duruma getirdiği kağıt üzerinde saptamayı başararak, nitrat asiti ile kısmen sabitleştirdiği bu negatif görüntüden pozitif kopya almayı başaran da Fransız ordusunda subay olan Niepce’ydi. Ayrıca Judea Bitümü (bir tür asfalt) kullanarak ilk fotokopi işlemini bulan Niepce, daha önce kullandığı cam levhalar yerine çinko levhalar kullanarak baskı kalıpları hazırladığında yıl 1826 idi ve aynı yıl bir Pewter levha (kurşun-kalay alaşımı) üzerine Judea Bitümü sürdü ve bunu Paris’li optikçi Charles Chevailer’in yapmış olduğu bir camera obscura’ya koyarak Chalon-sur-Saone’deki evinin penceresinden sekiz saat pozlayarak, terpentin ile develope edip ilk kalıcı görüntüyü elde etti. Adını Heliography koyarak 8 Aralık 1827’de İngiltere’de ki Royal Society’ye bildirende Niepce’di ve de onun kaydettiği görüntü ilk fotoğraf, 1826 yılı da fotoğrafın başlangıç yılı olarak tarihe geçmiş oldu. Bütün bu olanları Niepce yapmıştı diye geçirdi içinden, derin bir nefes aldı hüznü biraz dağılmıştı. Evet, diye düşündü bütün bunlardı bizi 19 Ağustos 1839 da Fransız Bilimler Akademisi (Academie de Sciences) ile Güzel Sanatlar Akademisinin (Academie de Beaux Arts) ortak toplantısında, bilimler akademisi sekreteri François Arago tarafından açıklanan Daguertype’a kadar getiren buluşlar. 1839 yılını şöyle bir aklından geçirince hayretle bütün buluşları düşünerek bu yılın çok önemli olduğunu hatta fotoğrafın bütün ilklerinin bulunuş yılı olduğunu söyleyebilirdi.


Gölge 25 22

William Henry Fox Talbot (1800-1877) İngiltere’de sodyum klorür çözeltisi ile sabitleştirme yaparak elde ettiği görüntülere “Photogenic Drawing” adını vererek 25 Ocak 1839 da açıkladı 1839’un yine ocak ayında bir başka İngiliz, astronom Sir John Frederick William Herschel (1792-1871) Sodyum Tiyosülfat ile sabitleştirmeyi buldu. 1839’un Şubat ayı, Fransız Hippolyte Bayard (1801-1887) Daguerretype yönteminin kağıt üzerine uygulanmış biçimiyle elde ettiği 30 fotoğrafla ilk fotoğraf sergisi’ni açtı. 1839 Şubat, Almanca da ve İngilizce de photograpy terimi kullanılmaya başlandı. Bu terim Yunanca Photos = Işık ve Graphos = Yazmak sözcüklerinden türetildi. 1839 Mart, İngiliz William ve John Havell ile J.T.Wilmore tarafından Cliche-verre (cam klişe) yöntemi bulundu. 1839 Nisan, İngiliz Josef Bancroft Reade (1801-1870) Yüzeyi gümüş klorür ile duyarlı duruma getirilmiş deri ve kâğıt kullanarak fotomigrokraflar elde etti. Bunları önce gallik asit (mazı) ile işleme sokup daha sonra sodyumtüyosülfat ile sabitleştirdi. Böylece (Mazı) Gallik asitin geliştirici (developer) etkisi olduğunu buldu. Adım adım ilerleyerek gelişiyor bu iş diyerek yürümesini hızlandırdı. Hava da iyice soğudu, kar da hızlanmaya başladı ama neyse ki kısa bir yolu kalmıştı. Soğuğu düşünmezsem az üşürüm diyerek fotograf hakkındaki düşüncelerini bıraktığı yerden sıralamaya devam etti. 1839 Mayıs, İngitere’de Mungo Ponton, Potasyum Dikromat’ın ışık etkisi altında kalması durumunda sudaki çözünürlüğünün azaldığını buldu. Bu buluş daha sonra geliştirilecek birçok yöntemin temelini oluşturdu. 1839 Haziranında Londralı optikçi Francis West tarafından ilk fotografik kamera piyasaya sürüldü. Ağustos ayında ise, Fransa’da Alphonse Giroux tarafından Daguerreotype için geliştirilmiş bir kamera yapılır, iç içe geçmiş iki tahta kutudan oluşan bu kamera da öndeki kutuda olan merceğin odaklanmasını sağlayabilmek için, arkadaki kutu ileri geri hareket ettirilerek ayarlama yapılır. 1839 Ekim ayın’a gelindiğinde ise, Fransız Horace Vernet (1789-1863) doğu gezisine çıktı. Filistin, Suriye, Mısır ve İzmir’i kapsayan bu gezide kendisine fotoğrafçı olarak Frederic Goupil Fesqued (1806-1893) eşlik etti. 1841 de Excursion Daguerriennes adlı bir kitap çıkarırlar. 1839 Ekimindeki bir başka önemli olay da, Fotografinin bulunuşu Osmanlı Devleti’nin resmi yayın organı olan Takvim-i Vekayi’nin 28 Ekim 1839 tarihli 186. sayısında duyuruldu., ”San’at-ı garibe” olarak adlandırılan fotoğraf için “İn’ikas-ı şu’a-i şems ile tersi-i eşya” yani , (güneş ışınlarının yansıması ile eşyanın resminin çıkartılması) diye tanımlanmıştır. 1839 Aralık, Münih üniversitesinde matematik profesörü olan Carl August von Steinheil (1801-1870) ancak büyüteçle görülebilen 8x11 mm boyutunda Daguerreotype için bir cep kamerası yaptı. Nereden nereye gelinmişti. Baron Séguier ise körüklü hafif bir kamera, karanlık oda çadırı ile birde kamera için üç ayaklı sehpa (tripot) yaptı. Böylece 1839 yılında, daguerreotype‘a ait buluşların sonuncusunu da söylemiş olduk diye düşündü. Oysa gelecek yıllar çok şeylere gebeydi. Son köşeyi de az önce dönmüştü ve evinin önündeydi artık kafasını kaldırıp camlara doğru baktı ışıklar sönüktü “yatmışlar” dedi ve kapıyı açarak karanlıkta kayboldu.


Gölge 26

BEN FOTOĞRAF ÇEKTİRİRKEN Amadis Dudu Kasvetli bir sonbahar günü, oldukça dik yokuşlu yolu tırmanırken, yaptırımlara içimden lanetler okuyarak adım adım ilerliyordum. 53 yaşındaydım. Şimdiye değin defalarca vesikalık fotoğraflarımı çektirmiştim. Sonuncusunu 3-4 yıl kadar önce yine şu an gitmekte olduğum fotoğrafçıda çektirmiş olmalıydım. Hayatımın hangi evresi olursa olsun, bu fotoğraf çekimi işi beni hep gerginleştirmişti. Ben bunu birkaç nedene bağlıyordum. Bunlardan ilki fotoğraflarımın çekilmesini pek sevmemen, ikincisiyse, bu fotoğrafları çeşitli nedenlerle ortaya çıkan sıkıcı bürokratik nedenlerden ötürü çektirmiş olmam. Pasaport çıkarmak, ehliyetimi ve nüfus cüzdanımı yeniletmek gibi gerekçelerden bahsediyorum. Bunlara yeni bir etkende oğlumun “Camera Lucida” adlı kitabı okumasıyla diğerlerine eklendi. Kitaptan küçük bir alıntı yaparak bu son etkene de bir açıklık getirmek istedim. “Model, maruz kalan ve bakandır. Maruz kalma durumunun onda yarattığı duyguları, fotoğrafın kendi keyfine göre bedenini yaratmasına ya da öldürmesine benzetir. Bunu Fransız komüncüler örneğiyle destekler. Fotoğraflanmanın ardından öznesinin kağıt düzlemine aktarılmasını, kendisinin nesneye dönüşmesini tedirginlikle karşılar. Kafasında hep, ait olma duygusuyla ilgili o soru vardır. Fotoğraf kime aittir? Fotoğrafçıya mı? Yoksa, öznesinin nesneye dönüşümüne gönüllü olana mı?” O zamana kadar bu durum hakkında dillendirebileceğim net bir düşüncem maalesef yoktu. Fakat, sağ olsun Roland BARTHES bunu gayet, açık seçik kaleme alarak zihnimdeki bulutlanmayı ortadan kaldırdı. Bir diğer çözemediğim durumda sevmediğim bu çekim işine giderken, kendime çeki düzen verme saplantılarımın aniden depreşmesi... Eee... ne de olsa vesikalık fotoğrafımda kaba tabirle, adama benzemeliyim ki, işim görülsün. Kahrolsun oportünizm. Benim için en gerilimli anlar fotoğraf stüdyosuna girince başlıyor. Işıklar, fonlar, tuvalet masası, fotoğrafçı ve onun direktifleri. Şöyle kendimi kaptırıp, 5 dakikacıkta olsa film artistleri gibi davranamıyorum. Hafif nazlı, birazda buyurgan... Sıra çekim anına gelip de o tabureye oturmam gerektiğinde gerilimim tavan yapıyor. Kendimi o an elektrikli sandalyede idama mahkûm edilmiş bir kanunsuz gibi hissettiğimi itiraf etmeliyim. Çekim için geçen dakikalar birden sanki saatlere dönüşüyor. Birden flaşlar arda arda patlamaya başlıyor. Çekim işi bittiğinde ne yalan söyleyeyim, sanki üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi hissediyorum. Sanki tüy gibi hafif... Ardından fotoğraflarımı alacağım güne değin sürecek olan, benim için diğer bir stres yüklü süreç başlıyor. Fotoğraflarım nasıl çıkacak? Bir önce


Gölge 27

çektirdiğim vesikalıklardan daha iyi mi olacak? Yoksa daha kötü mü? Acaba geçen sürede çok yaşlanmış mıyım? Gibi sorular bahsettiğim süreç bitene değin kafamı oldukça meşgul ediyor. Sonunda o gün geldiğinde, çekim için ağır adımlarla çıktığım yokuşu sabırsız adımlarla tırmanarak fotoğrafçıya gidiyorum. Nedendir? bilmem. Şimdiye kadar hiç fotoğraflarımı aldıktan sonra, onlara fotoğrafçının dükkanında bakmadım. Belki de bu ilk tepkimi kimseyle paylaşmak istemememden kaynaklanıyordur. İster beğenmiş olayım. İster beğenmemiş. Bir kez olun fotoğrafçıya bunu söylemedim. Zaten kendisi sorsa, doğrudan doğruya hissettiklerimi de söylemem sanırım. Hatta sanmaktan da öte söylemem. Hiçbir seferinde, fotoğrafçıdan tekrar fotoğraflarımı çekmesini de talep etmedim. Ne bileyim işte, ben böyleyim... Kendini bu alanda ispatlamış bir fotoğrafçıyı tercih ettiğimden hatanın hep benden kaynaklandığını düşündüm. Bu durumda da fotoğrafçıya hesap sormamın bir anlamı olmazdı. Düşünsene adam herkesi memnun eden sonuçları aldığı fotoğraf makinesiyle, ışık koşullarıyla benim fotoğrafımı çekmiş ve ben fotoğrafta kötü çıkmışım. Adama “Boş versene, sen.” derler. Yalnız, geçmişte fotoğrafçıya çekim maksadıyla ya da fotoğraflarımı almak amacıyla gittiğimde, fotoğrafçıyla sert tartışmalar yapan müşterilere de şahit olmuşluğum var. Sorun hep aynı olurdu. Müşteri: “Bu nasıl fotoğraf? Bunun neresi bana benziyor?” diye sorup durur. Bu tartışmalara kulak misafiri olduğumda dikkatimi çeken en önemli şey, müşterinin ortaya çıkan sonuçtan dolayı sürekli olarak fotoğrafçıyı suçluyor olmasıdır. Acaba kendisi bu hadisede hiç mi pay sahibi değildir? Sanırım bu benim milletimin her alanda ortak sorunu, hatayı kendimizde aramak yerine başkalarını suçlamayı yeğliyoruz. Tabi fotoğrafçıdan kaynaklanan bir sorunun olabilme olasılığını da atlamamalıyım. Benim dikkatimi çeken önemli bir diğer noktaya gelince; vesikalık fotoğraflarımdan ister memnun kalmış olayım ister olmayayım. Fotoğraflarımın gerek görüldüğü işlem çözümlendiğinde inanılmaz memnun oluyorum. O zaman ilk anda ucube gibi çıktığımı düşündüğüm vesikalıklarım dahi gözüme bir güzel gözüküyor, bir güzel gözüküyor. Aksi takdirdeyse, çekilmiş olan fotoğraflarımın standartları nasıl olursa olsun, benim için kabahatli sürekli olarak fotoğraflar oluyor. Bazen beğeni kriterlerimde değişiyor. Bazen hiç memnun kalmadığım fotoğrafları, uzun yıllar sonra tekrar gördüğümde oldukça hoş buluyorum. Bunun nedenini geçen yıllar içerisinde çözdüğüme inanıyorum. Çünkü, o tür fotoğraflar benim yaşantımın kimi keyifli bölümlerini hatırlamamı sağlayarak anılarımı taze tutuyorlar. Fotoğrafçılık alanında bilgi sahibi olduğumu kabul ediyorum. O yüzden tüm fotoğrafçılardan cahilliğimi şimdiden bağışlamalarını diliyorum. Ama onların işinin kesinlikle benden, yani fotoğrafı çekilenden çok daha basit olduğunu


Gölge 28

düşünüyorum. Hatta, ilk portremi çektireceğim fotoğrafçının vesikalığını çekmeyi teklif ederek bunu kanıtlayacağım.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.