"Her gün, fotoğrafçıların çalışmaları rızaları olmadan kullanılıyor"
editörden
-Sicut erat in principio-
Fotoğraf Severlere Merhaba! Bizi yakından takip eden okuyucularımızın bildiği üzere, Gölge Fanzin, 13. sayısının yayınının ardından uzunca bir süre sessizliğe büründü. Nihayetinde yepyeni bir sayıyla yayın hayatımıza geri döndüğümüzü okurlarımıza müjdelemekten kıvanç duyuyoruz. Bu sayımız temel olarak, Burhan Özbilici'nin World Press Photo, Tekil Fotoğraf dalında, 2017 yılının en iyisi seçilen fotoğrafı etrafında şekilleniyor. İlerleyen sayfalarda bu görselle ilgili farklı fikileri gündeme taşıyan yazılar okuyabileceksiniz. GF'nin 14.sayısında aramızdan genç yaşta göç eden Türker Cimcoz, David LaChapelle, Buğrahan Fertellioğlu ve Lucas Foglia'nın portfolyolarına yer verdik. Sizlerden gelecek daha çok sayıda portfolyoyu fotoğraf severlerle GF'den paylaşmayı hedefliyoruz. Niyetimiz sosyo-belgesel niteliği taşıyan fotoğraf projelerinin en iddialı sunum mecrası olmak ve yepyeni fotoğrafçıların camiamıza mal olmasına aracılık etmek... Dünya’da ve Türkiye’de yapılan fotoğraf faaliyetleriyle ilgili 3 aylık periyotları kapsayan haber bülteni fikrimizde bizi gönüllü desteklemek isteyen kişi ya da kişilere buradan açık bir çağrıda bulunmak istiyoruz. Ayrıca fotoğrafa dair yazdığınız çizdiğiniz her bir üretiye açık olduğumuzu da belirtmek istiyoruz. Bu amaçla bizimle e-posta yoluyla irtibata geçmekten lütfen çekinmeyin. Umuyoruz ki geçen bu uzun aradan sonra GF, pas tutmaya yüz tutmuş beyinleri tokatlayarak pasını çözer, mahmurlaşan gözleri dört açar, sizleri heyecanlandırır ve ilham verir. Görüşmek üzere… “Işığın Olduğu Her Yerde Gölge de Vardır.”
Gölge, fanatik bir dergidir. Kafasına göre yayımlanır. Fotokopi yolu ile çoğaltılabilir. Yayınlanan yazı, görüş ve görsellerin sorumluluğu ve telif hakları sahiplerine aittir. Yayın Kurulu, Gölge Fanzin’e gönderilen yazıları yayımlayıp yayımlamamakta serbesttir. Arpanın peşinde değildir. Amacı beyin tokatlamaktır. Dolayısıyla ezelden beri ücretsizdir. Tasarım: Istırap İçindeki Kurbağa Kapak Fotoğrafı: Old, Türker Cimcoz Arka Kapak: Hayır, fip İletişim: E-posta Adresi Facebook Sayfası Twitter Hesabı Youtube Kanalı
İÇİNDEKİLER Editörden – Cenk M. PEKCANATTI, 3 Karikatür – Soner TUNA, 6 30UNDER30, 8-26 Karikatür – Behiç AK, 27 ORTAK AKIL – Sabit Kalfagil, 28-30 Bir soru – Cemal Süreya, 31 “FOTOĞRAF EVRENSEL BİR DİL DEĞİL” – Özge Özdemir, 32-34 İki Tür Fotoğrafçı Vardır:, 35 70 Yıllık Fotoğraf Ajansı MAGNUM PHOTOS Kendini INSTAGRAM'a Nasıl Adapte Ediyor... – Ian Burrel, 36-39 “BU FOTOĞRAF DÜNYANIN VİCDANINI RAHATSIZ EDİYOR”, 40-42 Görmenin Etiği – Murat YAYKIN, 43 CIA AJANLARI – Soner YALÇIN, 44-45 BUNU NEDEN YAPASIN Kİ? – Liz Spayd,46-48 The Semra & The Turgut, 49 Bu görüntü dünyanın neden profesyonel fotoğrafçılara ihtiyacı olduğunun bir kanıtı – Dan Bracaglia, 50-51 Fotoğrafçılığın 'Karar Anı' Genellikle Gerçekliğin Eksik Bir Görünümünü Nasıl Betimler? – Fred Ritchin, 52-53 İster Miydiniz? – Cenk M. PEKCANATTI, 54-57 Kevin Carter – Vikipedi, 58 Karikatür – Yiğit BULUT, 59 Ufuk Duygun Röportajı – Ömer Faruk Okuduci, 60-78 HANİ YERSEN DİYE ŞEY ETMİŞTİMDE, 79 A Natural Order – Lucas Foglia, 80-90 Kitap: Görme Biçimleri – John Berger, 91 The AMERICANS – David LaChapelle, 92 – 100 Dergi: Sabit Fikir, 101 İRİS'in SON YOLCULUĞU – Türker CİMCOZ, 102-112 Burhan ÖZBİLİCİ: “O Saniyeler Şoktaydım”, 113 Bir DUAYEN: Brassaï, 114-125 SAVAŞTA v AŞKTA HER YOL MUBAH MI? – Cenk M. PEKCANATTI, 126-146 Sivil Kent Halleri – Buğrahan FERTELLİOĞLU, 148-157 Kevin Carter'ın İntihar Notu, 158 HAYIR – fip, 160
© Soner TUNA, 2007
30 UNDER 30 YILLIK ÇEVİRİMİÇİ KADIN FOTOĞRAFÇILARI SERGİSİ 30 under 30 projesi, sekiz senedir dünyanın dört bir tarafından destek veren sanatseverler sayesinde gittikçe köklenen, 30 yasından küçük tüm genç kadın fotoğrafçıları tek bir çatı altında toplarken meraklıların da takip edebilmesini kolaylaştıran bir platformdur. Teknolojik gelişim fotoğrafın artık herkes tarafından üretilebilmesine olanak sağlamıştır. Bu yüzden projemizin asıl amacı, bu yetenekli genç kadınlara destek olurken aynı zamanda paylaşıma katkıda bulunmak ve gelişme şanslarını arttırmaktır. Ağırlık verdiğimiz en önemli nokta fotoğrafların çarpıcı ya da göz boyayıcı olması değil, içeriği ve anlatmak istediği asıl mesajın doğru kitleye iletilmesidir bizim için. Hikâyelerini, deneyimlerini fotoğraf yardımıyla daha etkili bir biçimde ifade eden genç yetenekli kadınlara dünyanın dört bir yanından farklı sosyal yapıya birçok insana doğrudan ulaştırmalarına yardım ederken, kendilerine bu çekişmeli ve daha çok erkek hegemonyasının olduğu alanda güçlü bir alternatif olmayı hedeflemekteyiz.
www.photoboite.com Başvuru: HTTP://PHOTOBOİTE.COM/SUBMİT/
Editörün Notu: 2013 yılında Deniz Ustok Pigal'den gelen bir e-posta ile '30under30' projesinden haberdar olmuştuk. Yayınımıza ara verdiğimizden ötürü sizlerle paylaşamamıştık. Fakat onlar dur durak bilmeksizin yollarına devam etmişler. Selam olsun! Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun!
ORTAK AKIL 23.01.2015 Prof. Sabit Kalfagil Ben inanırım ki, sanat söyleyeceği sözü olan kişinin bunu başkalarına bildirme ihtiyacını karşılar. Örneğin fotoğraf, bakın ben ne gördüm demektir. Başka bir değişle sanat başkaları içindir. O halde iletilecek ifade hangi dalda yapılacaksa o dalın dili ile biçimlenmek zorundadır. Bunun karşı tarafın bilmediği bir dil olması kabul edilemez. Yani ifade daha oluşurken bunu karşı tarafın bilip anlayacağından emin olduğumuz bir dilde yapılması zorunludur. İlham ya da ilk sezgisel kıvılcım, bulutsu, yarı belirgin bir şeydir. İfade onun ete kemiğe bürünmesi ile oluşacaktır. Peki, bu ete kemiğe bürünme yani yapılanma hangi dilde olacaktır? Elbette sanatçının seçtiği ya da bildiği bir dilde… Sanatçı eğer yazın dilini biliyorsa kurduğu hayal de o dilde olur ve o dilde iletilmelidir. Bir öykü düşünüp bundan bir fotoğraf yapmaya kalkışmak soylu bir davranış değildir. Nedenini sıralayalım: * Öykü bir süreç anlatır. Fotoğraf anlık bir durumu gösterir. * Fotoğraf iki boyutlu bir dile sahiptir. Öykü ise dört boyutlu bir dile. * Peki, bir öykü hayal edip sinema yapılamaz mı? * Çoğu kere yapılıyor. Ne var ki bu örnek bile birebir uygunluk sağlamaz. Çünkü sinemada da öyküdeki gibi zaman boyutu vardır ama üçüncü boyut yoktur. (ya da yakın zamana kadar peşi bırakılmış idi.) * Görüntü dilinin somut ve sınırlayıcı karakterine karşın yazın dili okuyucunun düş gücünü kullanır. Üzerine farklı biçimde hayal kurulabilir. Bu yüzdendir ki bugüne kadar romanını okuduğumuz bir filmi romanından daha etkileyici bulduğumuz olmamıştır. Sanatçı bu iletim dillerinden sadece birini biliyordur. Burada bilmekten amaç yazacak kadar bilmektir. O dilin okuryazarı olmaktır. Sanatçı birden çok dil biliyor olsa bile üretmeyi düşündüğü ifade hangi dalda ise düşlerini o dalda kuracaktır. Peki, iletilenin karşı tarafça anlaşılması da karşı tarafın okuryazar olmasına bağlı değil midir? Hayır değildir. Sadece okur olması yeterlidir. Yazarı olması gerekmez. Ama hiç şüphe yok ki her iki tarafın, yani sanatçı ve seyircinin o dilin sözcüklerini bilmesi, daha doğrusu sanatçının okurun bilebileceği sözcüklerle yazması gerekir.
Peki, fotoğraf sözcükleri nelerdir? Biliyorsunuz biz bu gezegende en az bir milyon yıldır yaşıyoruz. Bu sürede yaptığımız gözlemlerin birikimleri çok sonraları mağara duvarlarına çizilmeye başlandı. O günden bugüne kazandığımız görsel ifade becerisi bu uzun birikimden güç aldı. Çizdiğimiz ya da görüntülediğimiz şeyler ancak asıllarını en çabuk hatırlatabildiği zaman başarılı olur. Aksi halde bakan göz yorulur ve çabuk vazgeçer. Bu görüntüler ait oldukları biçimlerin en
okunaklı ve bizde yer etmiş referans durumlarını göstermelidir. Bir de eğer bu biçimler bir kavrama karşı geliyorsa o kavramı anımsatan en tipik en okunaklı ve en paylaşılmış halleri ile gözükmelidir. Bu ne demektir? Görüntü dilindeki bu işaretler tıpkı yazı dilindeki harfler ve sözcükler gibi paylaşılmış ve üzerinde karar kılınmış biçimlerdir. Dolayısıyla bunlar görselliğin sözcükleridir. Bunlarla kurulacak cümlelerin başarısı onun ne denli anlaşılır ve etkili olacağına bağlıdır. Yani her düzeyde okunaklı ve anlaşılır olmak temel koşuldur. Etkili olmak ise bununla başlar. Biz bazen bir sahnenin çağrısına uyup hemen çekime başlarız. Ama çoğu kez bu ilk kareler değil, daha sonra ortak akılla çektiğimiz bir başka kare daha doğrudur. Etkili bir anlatım için belirginlik, yani okunaklı olmak yeterli midir? Kişiden kişiye değişecek anlatım başarısı bu işaretlerin yani sözcüklerin işaretli ve etkili kullanılmasına bağlıdır. Bu da görsel öğelerin etki yaratacak biçimde yoğrulup organize edilmesi ile olur. Kuşkusuz bunun çıkış noktasında da akıl ve bilgi vardır. Eğitilmiş herkes doku, leke, hacim, renk gibi temel öğeleri bilir ve kullanır. Ama bunları etkili kullanıp, anlatımı güçlendirme gücü kişiden kişiye değişir. Yetenekle ve sezgi ile ilgilidir. Ama ne var ki bunun da temelinde ortak akıl vardır. Özetle, estetik sözcüğü ile ifade ettiğimiz etkili anlatımın temeli gene bilgi ve akıldır. Bu etki büyük ölçüde doğru olmaktan güç alır. Bir başka değişle güzel ve doğru aynı kapıya çıkar. Bunun için dönüp doğaya bakalım. Daima hayranlıkla izlediğimiz canlılar, balıklar, böcekleri kertenkeleler hep bir nedenle farklı yaratılmışlardır. Bunların oluşumunda estetik bir ön yargı veya bugün dilimizden düşürmediğimiz “tasarım” yoktur. Onlar öyle olmaları gerektiği için o biçimi almışlardır. Bunları biçimlendiren doğanın aklıdır. Peki, bu ortak akıldan insanoğlunun payına düşen eşit ve standart bir miktar mıdır? Yani, eşit olarak mı dağıtılmıştır? Elbette değildir, nasıl genel akıl eşit değilse o da öyledir. Ne var ki ortak ve paylaşılan bölümü oldukça önemlidir. İletişimde bir sanat ürününün okunmasında iş gören bu ortak akıldır. Peki, bu ortak akılla herkes bir görseli tıpatıp aynı mı algılar? Elbette farklı algılar. Ama bu fark çok önemli değildir. Nasıl ki bir yazın parçasını okuyanlar bunu farklı algılıyorsa, ama bu farklılık ortak anlatımı değiştirecek denli önemli değilse bir görsele bakanların paylaştıkları da ortak doğrulardır. Ötesi duyarlık farkları ile de açılanabilecek şeylerdir. Akıllar eşit dağıtılmış olmasa da yeterince işe yarayan bir ortak bölümü vardır. En az 40 yıldır fotoğraf jürilerinde bulunurum. Değerlendirmede açık oylamayla birkaç eleme yapıldıktan sonra finale kalanları numaralayıp kapalı oy pusulalarında puanlarız. Bu kağıtlar toplanıp karşılaştırılınca belli fotoğraflar için verilen puanların üyeden üyeye büyük farklılıklar göstermediğini ve fotoğrafların değer sıralamasının da aşağı yukarı benzer olduğunu saptamışımdır. Ortak aklın varlığı burada kendini güçlü bir şekilde hissettirir. Arkadaşlarımla yaptığım fotoğraf gezilerinde bir sahne karşısında fotoğraf çekmeye yelteniriz. Sahnenin ilk görüldüğü yerden başlayan
bir bakış noktası arayışı sürerken çoğu kere gözümüzü vizörden ayırmadan sağa sola yürüdüğümüz olur. Bu arayış sırasında aynı şekilde hareket eden diğer arkadaşlarla çarpışırız. Aynı ortak nokta için ısrar ettiğimiz çok olur. Bu durum çektiğimiz fotoğrafların farklılaşmasını engeller, ama aynı zamanda doğruluklarını pekiştirir. Benzer sonuç hareketli bir sahneyi izlerken karar verilecek kritik anda kendini gösterir. Sonradan bu fotoğrafları incelerken farklı kişilerin fotoğraflarda deklanşöre aynı anda bastıkları görülür. Günümüzde kimilerinin sanatçının, başkalarının anlamasını kale almama özgürlüğüne sahip olduğu bir anlayışı savundukları ya da buna sığındıkları görülür. Oysa her sanat dalına ait bugüne kadar oluşmuş ortak dilin öğrenilebilir ve öğretilebilir olduğu kesindir. Bu ortak dil ya da bu ortak akıl isterseniz bir ifade zanaati sayılsın isterse ona sanat dili densin bana göre vazgeçilmezdir. Trafikte nasıl başkaları yokmuş gibi davrananların varolması trafik polisi ve ambulansı göreve çağırıyorsa, sanatta da benzer durum “sanat okuyucularını” ya da bir tür aracıları göreve çağırıyor. Ben ifade sahibi ile muhatabın arasına başkalarının girmesinin ifadenin saflığına ciddi zarar vereceğini düşünüyorum. Bunun panzehiri her ifade sahibinin paylaşılan bir ortak dili kullanmasıdır. Ortak dil ve ortak akıl, milyon yıllık bir insanlık mirasıdır.
BA
“FOTOĞRAF EVRENSEL BİR DİL DEĞİL”
Özge Özdemir İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin “Magnum – Kontakt Baskılar” adlı sergisinin küratörlerinden Lorenza Bravetta’ya göre fotoğrafların manipülasyona uğramasında bir sakınca yok; asıl sorun manipülasyonun açıklanmasında…
Dünyanın en önemli fotoğraf ajanslarından Magnum Photos’un geçtiğimiz hafta İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde “Magnum – Kontakt Baskılar” adlı sergisi açıldı. Dünya fotoğraf tarihinin akıllara kazınan en çarpıcı karelerinin yer aldığı serginin küratörlerinden biri olan Lorenza Bravetta, Magnum Photos’un danışmanı ve ajansın kıta Avrupa’sı eski direktörü. İtalya’da açacağı fotoğraf merkezi için Magnum Photos’tan ayrılan Bravetta ile sergi vesilesiyle fotoğrafçılıkta Magnum öncesi ve sonrasını konuştuk. “Magnum – Kontakt Baskılar” sergisinde, dijital teknolojinin henüz ulaşmadığı ve analog baskının kullanıldığı fotoğraflar yer alıyor. Analogdan dijital teknolojiye geçişte foto muhabirlikte yaşanan değişiklikleri sorduğumuzda Bravetta, “En büyük değişiklik, zaman oldu. Fotoğrafçılar, fotoğrafları çektikleri anda ve yerde, fotoğrafları düzenleme ve eş zamanlı olarak gönderme imkanına sahip. Bunun haberlerin yayılma ve tüketilmesi anlamında olumlu etkileri oldu. Diğer yandan çalışılan fotoğraf üzerinde çok düşünmeden aynı anda her şeyi yapabilmek, çalışmanın kalitesinin azalmasına yol açtı” diyor.
Gerçeklik Değiştirilebilir Amsterdam merkezli dünyanın en saygıdeğer fotoğraf yarışması World Press Photo’nun jürisi, çok sayıda fotoğrafı “manipülasyona uğradığı için elemek zorunda kaldıklarını” açıklamıştı. Bravetta, “Tabii ki bugün sahip olduğumuz dijital teknoloji ile manipülasyon 20 ya da 70 yıl öncesine göre çok daha kolay. Ancak foto muhabirlikte bu sorun 50 yıl önce de vardı. Foto muhabirliğin annesi olan Magnum gibi bir ajansı yönetmiş biri olarak söyleyebilirim ki, bir fotoğrafın manipüle edilmesinden ziyade, izleyicilerin fotoğrafın manipüle edilmiş olmasını bilmesi daha sakıncalı. Benim için asıl sorun orada. Fotoğrafçılığın evrensel bir dil olduğu söylenir, hayır değil. Herkes bir fotoğrafta farklı bir şey görür. Eğer bağlamı içinde mantıklı geliyorsa gerçeklik değiştirilebilir. Tarihin gidişatını değiştirelim demiyorum; ancak manipülasyona uğramış görseller daha güçlü olabilir. Ancak bu manipülasyon açıklanmamalı. Kimse gerçeği objektif bir şekilde yansıtamaz, gerçek ancak öznel bir şekilde verilebilir. Tabii ki fotoğraf çekerken bazı kuralları kabul etmek zorundasınız; bazı unsurları fotoğrafa ekleyip çıkaramazsınız. Değişiklik ancak kadrajda yapılabilir. World Press Photo‘nun habercilik dışındaki kategorilerindeki manipülasyonları ise bence açıklamaması gerek” sözleriyle farklı bakış açısını ortaya koyuyor.
İkonları Medya Belirler İstanbul Modern’deki sergide, tarihe damga vurmuş çok sayıda fotoğraf var. Bugünün ikonik fotoğraflarının ortaya çıkması için zamana ihtiyaç duyulduğunu söyleyen Bravetta, “Hiçbir fotoğraf ikonik doğmaz. Bugünün bazı görsellerini 20-30 yıl sonra ikon olarak hatırlayacağız. Fotoğrafçıların daha az iyi görsel ürettiğine inanmıyorum. Özellikle Ukrayna krizi ile ilgili olarak Jerome Sessini’nin fotoğrafları gele-
ceğe kalacak. Ancak bir fotoğrafın ikonik olmasını bireyler belirlemez, bir derginin o fotoğrafı ön plana çıkarmasına bağlıdır. Geleceğin ikonlarını medya belirleyecek” açıklamasında bulunuyor. Yarının Arşivi Oluşturulmuyor Lorenza Bravetta’ya göre Magnum’dan sonra foto muhabirliğin en çok eksik kalan yanı, derin analizlere yer veren foto haberlerin artık olmaması. Bravetta, fotoğrafçıları bekleyen en büyük zorluğu şu şekilde açıklıyor: “Haberler bugün eskisine göre çok daha iyi işleniyor. Ancak Magnum’un ortaya koyduğu fotoğrafçılık ve bugünkü arasındaki en büyük fark; gerçekleşen olayların doğal, sosyal ve siyasi açıdan yarattığı değişiklikleri belgelemekte eksik kalınması. Magnum tarihi boyunca bunu yaptı ve bunu finanse eden de medyaydı. Ancak basın artık bu tarz röportajları finanse etmiyor. O yüzden en büyük eksiklik, dergilerde ve basında olayların derinliğini veren foto haberlerin olmaması. Güncel olayların ne olduğundan yeteri kadar bilgimiz var, ancak belgelemeye dayalı derin analizlere ve hikayelere yer yok. Gelecek kuşaklar tarihin bu kısmını bilmeden büyüyecek. Yarının arşivi üretilmiyor. Bunun için fotoğrafçılar ve basın arasında yeni bir ekonomik model üretilmeli.”
BA
70 Yıllık Fotoğraf Ajansı MAGNUM PHOTOS Kendini INSTAGRAM'a Nasıl Adapte Ediyor...
Ian Burrel – Çeviri: Cenk 'Mirat' Pekcanattı Dünyanın en ünlü fotoğraf ajansı Magnum'un Instagram sayfası, adeta fotoğrafın eski ve yeni dünyalarının kesiştiği bir nokta... Burada 1957 yılı yapımı bir film olan "Funny Face" setinde, - kendine sıcak bir içecek hazırlamak gibi, dünyevi bir görevi gerçekleştiren hayali güzellik - Audrey Hepburn'ü Givenchy markalı gelinlik ve peçesiyle siyah-beyaz bir fotoğrafını bulabilirsiniz. Magnum kurucularından David 'Chim' Seymour'un çektiği fotoğraf, ajansın günbegün büyüyen 1.6 milyonluk Instagram takipçi ordusuyla paylaşıldı. Yaklaşık 24.000 kişi bu fotoğrafı beğendi. Her şeye rağmen, Magnum 70. yıl dönümünün eşiğinde... Onlarca yıldır süregelen varlığı, ona şöhretini sağlayan muazzam savaş fotoğrafçıları kadar cüretkar olmuştur. Fakat maddi serveti, iki milyar kişinin ceplerinde kameralı telefonlar taşıdığı bir çağda, fotoğrafın kazandığı yeni önemle yeniden canlandırıldı. Magnum, artık Instagram takipçilerine, bu Hepburn fotoğrafı ile kalp şeklindeki düğmeye basmaktan çok daha derine inme fırsatı sunuyor. Ajansın yeni çevrimiçi mağazasından, dileyen bu fotoğrafın 11x14 inç'lik bir baskısını 1800 dolara satın alabilir ya da aynı çekime ait ve bu fotoğrafın da aralarında bulunduğu bir kontak sayfasının kopyasını 249 dolar karşılığında satın alabilir. İnternet, Magnum kurucu-
larının film ruloları, karanlık odalar, negatifler ve dergilerin cömert bütçeli editörleri görevlendirdikleri günlerinde bile hayal edemediği kadar para kazanma fırsatları yarattı. Parlak Bir Başlangıç 1947 Nisan ortasında Robert Capa, Henri Cartier-Bresson, George Rodger ve Seymour New York Modern Sanatlar Müzesi'nin ikinci katında bir araya gelerek şampanya kadehleri eşliğinde ortak girişimlerini başlattılar. Her zaman şampanya vardı. Hatta ajansın adının, Paris'teki bir toplantı sırasında fotoğrafçıların battal boy köpüklü bir şampanya sipariş etmesiyle ortaya çıktığı rivayet edilmektedir. 70. yıl dönümü Magnum Photos için büyük bir fırsat... Ajans bu vesileyle bünyesindeki çalışmalardan oluşan bir hatıra albümü yayınlayacak. İlk olarak New York'ta sergilenmeye başlayacak olan bir serginin ardından, dünya turuna çıkacak. hazırlayacak. Daha bitmedi... Magnum'un Londra, Paris ve New York'ta halka açık sunumları olacak. Partiler ve elbette ki şampanya olacak. Ajans, 1948 yılında yayınlanan ve Joseph Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği'nde hayatı araştırmak için John Steinbeck'in metinlerini, Capa'nın fotoğraflarıyla birleştiren bir Rus Dergisi başta olmak üzere, en ünlü projelerinin bazılarını tekrar ziyaret edecek. Magnum ayrıca çalışma biçimlerinin modern dünyayı anlamada bir değeri olduğunu göstermek için yeni çalışmalara başlayacak. Ajans, çevrimiçi izleyicisinin (şu anda 3,5 milyon takipçi) sayısını arttırmayı ve bu yeni takipçileri daha fazla fotoğraf satın almaya teşvik etmeyi, böylelikle Magnum'un daha fazla proje sipariş etmesini sağlamasını umuyor. Magnum icra müdürü David Kogan, "Dürüst bir döngü haline geliyor" diyor. "Magnum'un iş modelini [para kazanmak] değiştirmek için, sizi takip eden 3.5 milyonluk kesimin özellikle yüksek bir oranı gerekmiyor." Kogan, ajansa 2014 yılında katıldı ve rolünü bir üst düzey yöneticiye eş görüyor. "Küresel işleri yürütüyorum" diyor. Reuters Televizyonu eski başkanı olan Kogan, ciddi bir fotoğraf koleksiyoncusu, özellikle de Capa'nın fotoğraflarının... Ve ajansın başkan yardımcısı İngiliz belgesel fotoğrafçısı Martin Parr'ın ısrarı üzerine Magnum'a geldi. Kogan, “Magnum'un, para kazanma yürürlüğü açısından ciddi bir reforma ihtiyacı vardı. Kuruluşundan bu yana, ömrünün büyük bir bölümünde kıt kanaat varlığını sürdürdü,” diyor. 60'lı yıllarda, halk Vietnam Savaşı ve ABD sivil hakları hareketinden büyülendiği için, işler daha kolaydı. "Dünyanın dört bir yanındaki dergiler olağanüstü hikayeleri anlatacak uzman fotoğrafçıları işe göndermek için büyük miktarda para harcıyorlardı. Altın bir çalışma ve para dönemiydi.", diyor.
Fotoğraf Muhabirliği Işıltısını Kaybeder Ancak düşüş, fotoğrafın yetmişli yılların başlarında, Magnum'un kök saldığı foto muhabirlikten uzaklaşıp sanata daha yakın bir alana doğru kaydırılmaya başlandığında başlıyordu. Fotoğrafçılar, gazete ve dergiler yerine kitap yayıncılarını ve sanat galerilerini bir yaşam kazanma vasıtası olarak görmeye başladılar. Basılı habercilikteki yepyeni sıkıntılar, birçok ciddi haber fotoğrafçısının tutkularının felaketi olmuştur. Kogan, Vietnam'da savaş fotoğrafçılarının görevlerde 'on binlerce sterlin' kazanabildiğini söylüyor. "Günümüzde bir fotoğrafçı büyük bir gazete tarafından görevlendirildiğinde, günde 1000 dolardan fazla para aldığında oldukça şanslı sayılır. Ayrıca bu çatışma bölgesi kapsamında geçerlidir." Ancak, "Magnum ekonomisinin 20 yıl öncesine kıyasla çok büyük bir değişime uğradığını" itiraf ederken, değişen teknolojinin haber endüstrisi üzerindeki etkisinin, ajansın 'daha proaktif' hale gelmesine yönelik fırsatlar yarattığını belirtiyor. Gazete ve dergiler foto-makaleler yayınlamayacak olursa, Magnum, çeşitli ofislerindeki (Londra, New York, Paris, Tokyo ve muhtemelen yakında açılacak diğer yerlerdeki) içerik yöneticileri aracılığıyla kendi işlerini sipariş edecek. Kogan, "Fotoğraf departmanları kovulsa bile, Magnum hala varlığını sürdürerek önemli olduğuna inandığımız şeyleri yayınlayacak" diyor. Kogan, Magnum'un web sitesinin Mayıs ayında "dünyaya tamamen farklı bir yüzünü göstermek" için yeniden sunulduğunu söyledi. Ekim ayında Magnum sitede 22 foto hikaye yayınladı ve kullanıcılardan 533.000 sayfa görüntülemesi aldı ve 232.000 site oturum talebi oluşturdu. Sitede yılda iki kez - Haziran ve Kasım - fotoğrafçısı tarafından elle imzalanan 100 dolarlık kartpostal boyutundaki baskıların beş günlük satışı sağlanıyor. Yönetici direktör, “Dünya fotoğrafçılığının en büyük markasına sahipseniz – ki biz öyleyiz – aynı zamanda en iyi fotoğrafçıları ve en büyük arşivi de bünyenizde barındırıyorsanız, fotoğrafın önemli olduğunu düşünen bu yeni insan grubuyla bağlantı kurabilmeniz gerekir", diyor Web sitesinde ilk kolon "haber odası" başlığı adı altında... Matt Black'in Amerika'nın bağrında yer alan eyaletlerdeki, son ABD seçimlerinde ne denli etkili oldukları ispatlanan, kopuk topluluklara dair yalın bir bakış açısı yansıtan, Amerikan yoksulları üzerine yaptığı çalışması The Geography of Poverty'de dahil olmak üzere çeşitli çağdaş foto hikayeler içeriyor. Magnum'un sürekli teması olan bir başka foto hikaye; Reverse Migration: Going Back to Ghana, Nikos Economopoulos tarafından ele alınıyor. Ajansın kurucuları İspanya İç Savaşı'nı fotoğraflarken tanıştılar ve daha sonrasında Magnum yıllar yılı sürgün ve göç meselelerini araştırdı. Ajans, 18 Aralık'taki 'Uluslararası Göçmenler Günü'ne dikkat çekmek adına yeni bir işte planlıyor. Kogan, “Şayet Magnum'un bir var oluş sebebi olduysa, bu sebep mülteci ve göç hikayeleri olmuştur. Bu bizin DNAmızda var, Magnum bu sebepten ötürü kuruldu.”, diyor.
Magnum hâlâ iddialı fotoğraf projeleri yapan az sayıdaki dergiyle çalışıyor ve son zamanlarda yaptığı bazı önemli çalışmalarını konusu; 'Göç' olmuştur. Ağustos'ta tüm bir hafta sonu, the Daily Telegraph Cumartesi dergisini Magnum'un göç krizi kapsamına ayırdı. New York Times Dergisi, Pazar dergisinin tüm bir edisyonunu Magnum fotoğrafçısı Paolo Pellegrin ve yazar Scottand üzerinde çalıştıkları, Orta Doğu'nun "Fractured Lands" hikayesine ayırıyor. Klasik Magnum tarzında çalışmalar yapan Pellegrin, 16 ayını bu görevde geçirdikten sonra 20 adet fotoğrafı yayınladı. Kendisi 14 yıldır Orta Doğu'da seyahat edip, fotoğraf çekmeyi sürdürüyor.. Bir diğer büyük Magnum fotoğrafçısı Kanadalı Larry Towell, geçtiğimiz hafta çevreci aktivistler için bir zaferle sonlanan ve geliştiricilere sondaj izni çıkmayan Standing Rock Kuzey Dakota kanal hikayesini belgelemek için ön saflardaydı. Towell, Kuzey Amerika yerli topluluklarını dair uzun bir geçmişe sahip. Kogan “Magnum'un muhtemelen organizasyon olarak, hikayenin ağırlığını ve önemini fark etmediğini itiraf ediyor. Ve ekliyor, “Bize elinde önemli bir hikaye olduğunu söyleyen bir fotoğrafçımız olması ve bunu destekleyebilmemiz bizim için bir zevktir.” Titiz Standart Uygulamaları Sürüyor Kuruluşundan bu yana, 70 yıl geçmesine rağmen Magnum sadece 89 fotoğrafçıyı temsil ediyor. (Bu rakam eski üyelerin mülklerini de içeriyor) Bu durum, genç fotoğrafçıların artık kooperatife katılmak istememelerinden kaynaklanmıyor. Bunun sebebi Magnum'un koyduğu çıtanın çok yüksek olması.. Yeni aday üyelerin öncelikle tam üyelerin çoğunluğundan onay alması gerekiyor. Daha sonra adayın üye olarak iki yıl, ardından da ortak üye olarak iki yıl daha görev yapmaları icap ediyor. Bu süre zarfında adayın çalışmaları tekrar tekrar gözden geçiriliyor. Nihayet, en üst seviyeye ulaşmak için ise tam üyelerin üçte ikisinin desteklerini alması lüzum ediyor. Bütün zamanların klasiği haline gelen bir eseri kaydedip, ardından ortadan kaybolan tek hitlik harika müzisyenin fotoğrafik eşdeğerinin burada (Magnum) yeri yok. Magnum üyeleri yıllarca formlarının zirvesinde kalmalılar... Şu an için en genç aday 27 yaşında.... Magnum'u en özel kılan şey, medya patronluğu ve çıkar çevreleri hakkında benzeri görülmemiş bir kamu şüpheciliğinin hüküm sürdüğü bir çağda özellikle önemlidir - bunun için çalışan fotoğrafçıların özerkliğidir. Sadece statülerini kazanmak için yıllarını vermiş olmakla kalmayıp, aynı zamanda medya patronlarına da borçlu kalmazlar. Kogan, "Magnum güçlü iradeli fotoğrafçılardan oluşan bir kooperatif" derken gülüyor. "Bana, Magnum'a veya başka bir kuruluşa karşı kesinlikle karşı sorumlu değiller. Sadece kendilerine karşı sorumlular. Bu prensip ajans kurulduğunda nasılsa öyle devam ediyor.”
“BU FOTOĞRAF DÜNYANIN VİCDANINI RAHATSIZ EDİYOR” Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi (CAIR) Başkanı Nihad Awad, Suriye’de iç savaş konusunda acil eyleme geçilmesi konusunda çağrıda bulunmak üzere düzenlenen basın toplantısında Bodrum’da cansız bedeni kıyıya vuran 3 yaşındaki Aylan Kurdi’nin fotoğrafını göstererek, “Bu fotoğraf dünyanın vicdanını rahatsız ediyor” dedi.
Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi (CAIR), ABD’nin başkenti Washington’da bazı sivil toplum kuruluşlarının da katıldığı basın toplantısı düzenledi. ABD Başkanı Barack Obama yönetimi tarafından Suriyelilerin çektikleri eziyetin son bulmasına yardımcı olmaları konusunda acil eylem çağrısında bulunmak üzere düzenlenen basın toplantısında CAIR Başkanı Nihad Awad da konuşma yaptı. Awad, bu ayın başında Esad yönetimi tarafından ülkenin Duma kentinde bulunan bir pazar alanını gerçekleştirilen hava saldırısında en az 100 kişinin hayatını kaybettiğini hatırlatarak, bu yıkımın ve binlerce Suriyelinin evlerini terk etmek zorunda kalmalarının CAIR’ı endişelendirdiğini ve uluslararası topluluklar tarafından da endişe olarak görülmesi gerektiğini kaydetti. Bodrum’da cansız bedeni kıyıya vuran Aylan Kurdi’nin fotoğrafını göstererek konuşmasına devam eden Awad, “Birçoğunuz gibi defalarca fotoğrafa bakmamaya çalıştım ancak vicdanımı uyarmaya karar verdim. Çünkü bu fotoğraf dünyanın vicdanını rahatsız ediyor” dedi. 3 yaşındaki Aylan Kurdi’nin fotoğrafının dünyanın vicdanını rahatsız ettiğini belirten Awad, “30 bin kişi Aylan gibi hayatını kaybetti ama daha önce bu tür bir fotoğraf görmedik ve unuttuk. 300 binden fazla kişi Suriye’de hayatını kaybettiği ancak yine bu tür bir fotoğraf görmedik. bugün, umarım bu fotoğraf Suriye iç savaşını tanımlayan bir fotoğraf olur. Umarım, bu fotoğraf Suriye halkını korumak ve savaşı sonlandırması konusunda bizi harekete geçirmek için sembolik bir fotoğraf olur. Müslüman bir Amerikan vatandaşı olarak Obama yönetimine
ve kongreye, Suriye nüfusunun korunması, insani yardımın ulaşmasının sağlanması ve Suriyeli diktatörün kendi vatandaşlarını öldürmeye devam etmesini önlenmesi için uçuşa yasak bölgenin oluşturulması konusunda müttefikleri ile çalışmaları çağrısında bulunuyorum” ifadelerini kullandı. CAIR Başkanı Nihad Awad, Obama’ya seslenerek, “Suriyeli sığınmacılara yardım etmek için daha fazlasını yapabilirsiniz. Ve bu sadece Amerika’nın menfaati için değil insanlığı menfaati için olur” ifadelerini kullandı. ADAMS Kamu ilişkileri direktörü Robert Marro ise Aylan’ın fotoğrafı önündeki konuşmasını sesi titreyerek gerçekleştirdi. ‘Afgan Kız’ fotoğrafıyla tanınan ünlü fotoğrafçı Steve McCurry, Ankara CerModern'de sergi açtı. Bodrum'da ailesiyle bindiği teknenin batması sonucu ölü bedeni sahile vuran Suriyeli Aylan Kurdi isimli çocuğun trajediyi sembolize ettiğini, insanların mültecilerle ilgili fikirlerini değiştirdiğini belirtti. http://www.zaman.com.tr/panorama_aylan-trajediyi-gosterdi-fikirleridegistirdi_151647_3184.html
»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»» BU FOTOĞRAF DÜNYANIN VİCDANINI NASIL RAHATSIZ EDİYOR? »»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»»
Görmenin Etiği - 19.01.2017
MURAT YAYKIN - muratyaykin@birgun.net
Şiddet ve iktidar sorunu iç içe geçmiş iki kavram. Fotoğrafta şiddeti belgelemek hakikati tespit ve delil niteliği için önemli. Fakat şiddetin estetize edilmesi sorun -şiddetin pornografikleştirilmesi-. Öyle ki şiddete, örneğin kadına yönelik erkek şiddetine vurgu yapmak isteyen ve kozmetik kurgularla üretilen şiddet simülasyonları ile fotoğrafta anlam kurmak modaya dönüşmüş durumda. Viktor Burgin bu şekilde çalışan fotoğrafçıları anlam kuranlar olarak tanımlıyor. ‘İsimsiz Film Kareleri’ adlı serisiyle tanınan fotoğrafçı Cindy Sherman, toplumsal cinsiyette kadın kavramı etrafında ürettiği fotoğraf serilerinde, kendini model alarak kadın imgelerini canlandırmış. Bu seriler içerisinde şiddet konusunu da ele almış, fakat bunu yaparken dayak yemiş bir kadın kimliğini değil, maruz kalınan şiddet olgusunun çeşitli görünümlerini sunmuş. Fotoğrafçı Nan Goldin’de ise doksanlarda şehir bohemyası, yeraltı mekanları, gay barları, drag queen’ler, transvestizmin türlü hali, şehir marjinaliteleri, kaba bir cinsellik, pornografiye yakın bir erotizm ekspresyonizmi, otobiyografik fotoğraflar olarak vuku buluyor. Fotoğrafın objesi bazen dağınık bir yatakta sigara içen androjen kadın, bazen kendisini gerçekten döven kocası Brian’ın erekte olmuş penisi olabiliyor. Yediği dayaklardan sonra kendini fotoğraflıyor. Bu farklı fotoğrafik söylemler farklı gerçeklikler yaratmaktadır. Birinde göndermelerle gerçekliğin kozmetik kurgulanarak yeniden oluşturulması ve sorgulanması var, diğerinde fotoğrafçı tarafından yaşamda var olan bir gerçekliğin belgesi. Sanat yapıtı olarak fotoğraf, içinden çıktığı toplumun bütün çelişkilerini taşır/taşımalıdır. Bu çelişkileri fotoğraflarla ortaya koyma çabası; meşrulaştırılarak görmezden gelmeye çalışılan şiddeti ve şiddetin travmatik etkilerini gösterme çabasıdır da. Ancak sorunun sürekli aynı biçimde ‘dayak yemiş kadın’ bedenleri ile sunulması -özellikle kurgularken- amacın da içini boşaltmaktadır. Yılmadan anlatacağız, göstereceğiz, ama şiddetin iktidarla olan ilişkisini de anlatmamız gerekiyor. Bize ait olan bedenlerimiz üstünde sahip olduğumuz bir iktidarın varlığını ve bu nedenle bedenin baştan beri iktidarların temel müdahale alanlarından birisi olduğunu unutmayacağız. Şiddetin iktidarla olan ilişkisi unutuluyor/unutturuluyor. İktidar gücünü sınıflı toplumdan alırken, bir yandan da bu sınıflı toplumu kendi yasalarıyla disipline ediyor, yetmedi şiddetin/baskının dozunu yükselterek özel hayata müdahil olma ayrıcalığını kullanıyor ve bunu biyo-iktidarıyla perçinliyor. Ekonomik, fizyolojik, psikolojik her türlü işkence yoğun bir şekilde devam ederken, bedenlerin itinalı idaresiyle ve bedenleri emirler ve yasaklar sistemine sokarak denetim altına alıyor. İnsanları harekete geçireceği düşünülen acı fotoğrafları 19. yüzyıldan itibaren halka öyle sık gösteriliyor ki tam tersi bir etki yaparak şiddet imgelerine çok fazla maruz kalan kişiyi büyük acılara karşı duyarsızlaştırıyor. Kan ve vahşet içeren fotoğrafların nasıl gösterileceği bile iktidarın tekelinde: Geçmişte Vietnamlıların ölü bedenlerinin tüm ayrıntıları, günümüzde Ortadoğu’da IŞID’in dehşet katliamları ya da Ebu Garib fotoğrafları basında yer buluyor. Çünkü onlar zayıftır, eziktir ve çirkin bir şekilde ölürler. Ancak Amerikalılar, acının kaynağı kendileri olduğunda bunu fotoğraflayıp sergilemek konusunda hevesli değillerdir. 11 Eylül sonrası Dünya Ticaret Merkezi’nde çekilen fotoğraflardan bakış nesnesi olarak onaylanan ve gerek sergilerde gerekse haberlerde karşımıza çıkan fotoğrafların büyük çoğunluğunda ölü bedenler, kopmuş uzuvlar ya da acı içinde kıvranan Amerikalılar görmemiz olanaksız gibidir. Benzer şekilde şehit denilince ilk akla gelen, şehitlerin fotoğrafları eşliğinde bayrağa sarılmış tabutlardır. Şehit bedenleri asla ceset şeklinde gösterilmezler. Rambo filmlerinin kahramanı Stallone, Amerikan politikalarının kültürel ayağını oluşturan bir metafordan çok daha fazlasıydı; Rambo nesli türemekteydi. Şiddetin fotoğraf ve sinema sanatıyla ilişkisine yakından baktığımızda bu aygıtların kapitalizm için önemli bir hizmet aracı olduğunu görürüz. Gösterinin bir etiği olmalıysa, görmenin de bir etiği olmalı. O da; manüple edilen görüntü biçimlerini mücadele alanı olarak görmek.
CIA AJANLARI
Soner Yalçın
Sizi kandırıyorlar! Bu salt bizim ülkemizle ilgili değil. Bilindik bir sözdür: “İlk misyoner, daha sonra asker gelir!” Bunu artık değiştirmek gerekiyor: “İlk gazeteci, daha sonra asker gelir!” “Gazeteci” görünümlü istihbaratçılar, iktidarların niyetlerini kamuoyuna dikte ettirmek için görev yapıyor! Irak ve Afganistan’a müdahale mi edilecektir; uydurma ve yalan haberleriyle bu sözde gazeteciler iş başındadır. Gazeteci artık propaganda üretmek için vardır! Steve Mc Curry adı ilk anda size bir şey çağrıştırmayacaktır. Fotoğraf sanatçısıdır. Önceki gün, Ankara CerModern’de konuşması vardı. Konu malum; herhalde dünyanın en tanınmış fotoğrafını çekti. Yıl, 1984… McCurry Afganistan’dan kaçan mültecilerin Pakistan sınırında kurduğu kampta genç Sharbat Gula’yı görüp deklanşöre bastı. Genç Afgan kızının delip geçen gözleri, korku içindeki bakışı çok etkileyiciydi. Ünlü Afgan kızı fotoğrafının dünyada bu kadar bilinmesinin nedeni, CIA idi… Amerikan psikolojik harp merkezi, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgalini bu fotoğrafla simgeleştirdi. Muazzam bir örtülü faaliyetle Afgan kızının fotoğrafı bir sanat eseri haline getiriliverdi. Bilinçaltına sesleniyorlardı aslında; “bakın Kızıl Ordu Afgan kızını nasıl korkutuyor!” Ve 18 yıl sonra… McCurry 2002’de Sharbat Gula’nın bir fotoğrafını daha çekti. Afgan kızı mutluydu! Öyle ya... Afganistan ABD bombalarının altındaydı! Şimdi… Amerikalı McCurry bizim medyada dünyanın en büyük fotoğraf sanatçısı olarak sunuluyor. (Nedense McCurry Amerika ordusunun Afganistan’da yaptıklarını bir türlü fotoğraflayamadı! Neyse…) Örnekler çok… Times muhabiri Judith Miller, “Saddam’ın kitle imha silahlarının” varlığı yalanını CIA ile işbirliği halinde ilk yazan “gazeteci” oldu. Yalanı ortaya çıkınca ne yaptı? Hiç..! Aradan yıllar geçti… Aynı Times bu kez Esad’ın Şam banliyölerinde kimyasal silah bulundurduğu yalanına sarıldı! Uzatmayayım… Tüm o Birleşmiş Milletler kararları filan bu yalan haberlere bakılarak alındı! Dünyayı böyle kandırıyorlar işte...
35 Yıl Sonra Ülkesine Dönen 'Afgan Kızı': Fotoğraf Tutuklanmama Neden Oldu!
'Afgan Kızı' yıllar sonra konuştu: Bana yarardan çok zararı oldu.
BUNU NEDEN YAPASIN Kİ? Ana Sayfada Bir Katilin Fotoğrafını Yayınlamak
Liz Spayd Pazartesi günü Times'ın rahatsız edici bir fotoğrafı ana sayfasında özellikle kullanmasını protesto etmek için, zaten birçok okuyucu gazeteye yazmıştı. Fotoğraf, dakikalar önce öldürdüğü Türkiye Rus Büyükelçisi'nin cansız vücudunun yanında duran takım elbiseli ve kravatlı bir tetikçiyi gösteriyordu. Etik ve standartlar konusunda editörlerin düşünme biçimini sizlere açıklamak adına, bu fotoğrafı kullanma kararında da yer alan künye editör yardımcısı Phil Corbett'e sordum. Liz Spayd: Okurlara bu kararların nasıl alındığını açıklayabilir misiniz? Karar aşamasında kimler vardı? İncinmiş okurları ve kurbanların ailelerini dikkate
alarak,
manevi
habercilik
değeri
kavramını
nasıl
değerlendiriyorsunuz? Phil Corbett: Böylesi bir durumda, bir fotoğrafı kullanma konusundaki tartışmalar hikayeyi düzenleyen editörler, fotoğraf editörleri ve ana sayfa ve mobil yayınımızdaki öykülerin nasıl işlendiğini denetleyen editörlerle baş-
lıyordu. Böylesi büyük bir son dakika haberi, ya da özellikle hassas bir fotoğrafın kullanılması durumunda, yönetici seviyesindeki bir editörün de dahil olması muhtemeldir. Bu vakada, hepimizin fotoğrafın ana sayfada yer alması gerektiğine karar verdiğimizi düşünüyorum. Öncelikle, Suriye'deki Rus tutumu ve çeşitli ülke ve gruplar arasındaki gerginlikler göz önüne alındığında bu önemli bir haber... Ve fotoğraf saldırının şok edici niteliğini çok net gösteriyor. - Çok daha güçlü, sadece hikayenin kendisi açıklamaktan çok daha güçlü diye düşünüyorum. iyi giyimli bir tetikçi, zarif bir düzenleme - Tüm bunlar haber değerinin bir parçasıdır. Fotoğraf şaşırtıcıyken, gereksiz
yere kanlı veya sansasyonel
değil. Spayd: Hikayenin ana sayfada mı yoksa yarın ki gazetenin ön sayfasında mı yer alacağı konusunda farklı standartlar var mı? Corbett: Bazı durumlarda, evet... Kimi zaman bir fotoğrafın basılması için, haber değeri ve yeterince önemi olup olmadığına karar veririz. Fakat ana sayfanın en üstüne ya da basılı ilk sayfanın tepesine koymayız. Okuyucular böylesi fotoğraflara soğuk, hazırlıksız ya da ne göreceklerine dair seçimleri olmaksızın geliyorlar ve bu yüzden bizde duyarlı olmak için ekstra özen göstermeye gayret ediyoruz. Diğer taraftan okuyucular ana sayfadan belirli bir yazı okumak için tıkladıklarında, ya da fotoğraflardan oluşan bir slayt gösterisi aracılığıyla takip etmeye karar verdiklerinde, içerik için hazırlıklı olmaları daha olasıdır. Örneğin, Filipinler'deki uyuşturucu ilintili cinayetler hakkında bastığımız
güçlü
fotoğrafların
düzenlenmesi
hakkında
editörler
kılı
kırk
yardılar. Ve habere fotoğrafların ne denli rahatsız edici olduklarına dair okuyuculara açık bir uyarı dahil ettik.
Ankara vakasında, ana sayfada yer alacak fotoğrafla ilgili gönlümüzün rahat olacağına karar verdik. Ama durumun potansiyel olarak daha rahatsız edici olan video klibine böylesi bir öncelik vermeye hazır değildik. Videoya bir bağlantı vardı. Fakat videoyu ana sayfamızdan yayınlamadık.
Spayd: Niçin fotoğrafı büyükelçinin cesedinin görülmeyip, sadece tetikçinin görüleceği bir şekilde kadrajlamadınız?
Corbett: Bu haber fotoğrafının çarpıcılığını gerçekten de azaltacaktı. Şayet fotoğraf kanlı ya da korkunç olsaydı, bu seçeneği düşünmüş olabilirdik. Ancak bu vakada böyle bir müdahalenin gerekli olduğunu düşünmedik. Spayd: The Times'ın korkunç bir fotoğraf veya görüntüyü kullanmamaya karar verdiği bir örnek aklınıza geliyor mu? O durumda neden buna izin verilmediğini açıklar mısınız? Corbett: Yayınlamamayı tercih etiğimiz pek çok fotoğraf var. Ne yazık ki hemen her gün fotoğraf editörlerimiz Suriye'den, terörist bombalamalarıyla ve diğer durumlarla ilintili üzücü, hatta tüyler ürpertici birçok savaş veya katliam imgesi görüyorlar. Bu gibi görüntülerin gözler önünden bitmek bilmez akışı, okuyucuları rahatsız etmek yerine, eni konu duyarsızlaştırır. Şiddet içerikli veya üzücü bir görüntü yayınladığımızda, genellikle bu gerçekten de haber önemi olan bir durumdur. Yada durumun ağırlığını bilhassa güçlü bir şekilde nakledebilir. *** Benim çıkarımım şu: Saldırının korkunç mahiyetini okuyucuya iletmek adına, bu fotoğrafın ana sayfadaki kullanımının gerekli olduğu konusunda Times editörlerine,
katılıyorum.
(diğer
haber
sitelerinin
bir
çoğu
da
aynı
tercihi
yaptı.) Görsel imgelem, insanların duygularını etkileme ve bazende tarihin gidişatını değiştirme gücünü çok önce gösterdi. Fotoğraflar bunu, makalelerin nadiren
yapabilecekleri
şekilde
yapabilirler:
Felluce'deki
köprüde
asılı
sivil yüklenicileri ya da bir Türk sahilinde boğulan, Suriyeli bir oğlanın yüzen cesedini bir düşünün... Bu tür görüntüler, ana sayfa yada sabah gazetesini
açan
bu
konuda
uyarılmamış
okuyucular
için
beklenmedik
şekilde
acımasız olabilir. Kullanımlarıyla ilgili kararların özenle alınması gerektiği anlamına geliyor. Fakat aynı zamanda gözü kara olmamalılar.
BA
Bu görüntü dünyanın neden profesyonel fotoğrafçılara ihtiyacı olduğunun bir kanıtı
Aralık 20, 2016 | Dan Bracaglia Dün bir tetikçi Ankara'daki bir fotoğraf sergisi açılışında, Türkiye Rus Büyükelçisine
suikast
düzenledi.
Olayı
takip
eden
Associated
Press
fotoğrafçısı
Burhan Özbilici, büyükelçi salon dolusu katılımcıya hitap ederken meydana gelen suikasta ilk elden tanık oldu. Kendisinden birkaç metre uzaklıktaki tetikçi karşısında, Özbilici fotoğraf çekmeye devam etti. Ve onun cesareti sayesinde bu korkunç olaya tüm dünya şahit olup, konuyu çevresindeki tüm ögelerle birlikte daha iyi ele alabildi. Özbilici'yi cesareti sebebiyle bir kahraman ilan etmeden evvel, bir an için aslında
tam olarak yapmak için eğitilmiş olduğu şeyi yaptığını hesaba katın. O herhangi iyi bir foto muhabirin yapması gerekeni yaptı. Los Angeles Times'a, bugün verdiği röportajda, Özbilici olayla ilgili şunları söyledi: “Tabii ki, tetikçi bana yöneldiği takdirde karşı karşıya geleceğim tehlikeyi biliyor ve korkuyordum. Fakat az ileri çıktım ve adamı çaresiz, esir seyircilerini sindirirken fotoğrafladım. Şöyle düşünüyordum: 'Buradayım. Vurulabilir ya da
yaralanabilirim
ve
hatta
ölebilirdim.
Ben
bir
gazeteciyim.
İşimi
yapmak
zorundayım. Hiçbir fotoğraf çekmeden oradan kaçabilirdim... Fakat daha sonra insanlar bana neden fotoğraf çekmedin?, diye sordukları takdirde onlara verecek geçerli bir cevabım olamazdı.” Bu, dünyanın her zamankinden de fazla iyi eğitimli foto muhabirlerine ihtiyacı olduğuna dair kati bir hatırlatma. Gerek Birleşik Devletler gerekse dünya genelinde haber odasındaki eğilim, fotoğraf personelinin mevkilerini küçültmek açısından ne yazık ki acımasız sabit bir döngü olmuştur. Foto muhabirlik işlerinin azalmasında birçok etken var. Basılı ve seri ilanlardaki düşüş kadar akıllı telefonların görüntü kalitesindeki artış da bir diğer neden. Akıllı telefonlar uzunca bir yol kat etti ve birçok medya şirketi için, çok yönlü gazetecilerin iPhonelarıyla çektikleri fotoğraf ve videolar genellikle yeterli kalitede kabul ediliyor. Farz edelim uygun bir foto muhabir yerine Associated Press akıllı telefonu olan bir muhabiri olayı belgelemek için gönderirse ne olur?
Her şeyden önce, bu
sadece sıradan bir galeri açılışı öyle değil mi? Kürsünün ardındaki büyükelçinin şipşak bir fotoğrafı ve metine eşlik edecek galeri duvarlarının birkaç fotoğrafı işi bitirmeye yetecektir. Daha da önemlisi yıllarca eğitim almış ve saha tecrübesine sahip bir profesyonel foto muhabirinin yerini gerçekten hiç kimse tutamaz. Haberlerin giderek kişinin özel zevkine hitap ettiği bir dönemde gerçekler güvenilmez olabilir. Ama iyi bir foto muhabiri bizi işin aslına daha da yakınlaştırabilir. Bu onların işi...
BA
Fotoğrafçılığın 'Karar Anı' Genellikle Eksik Bir Görünümünü Nasıl Betimler?
Gerçekliğin
Fabienne Cherisma'nın Ölümü, Haiti serisinden, 2010, © Nathan Weber/NBW Photo.
Fred Ritchin, Ocak 2015, Çeviri: Cenk 'Mirat' PEKCANATTI Eski bir foto muhabir olan Simon Norfolk'un dediği gibi “foto muhabirlik, tıpkı boks eldiveni giyerken, Rachmaninoff çalmaya çalışmak gibidir.” Fotoğrafçı dramatik, simgeleşmiş, evrensel olanın peşine düşer ve bunu yaparken izleyicinin ne göreceğini açıklamaya yardımcı olabilecek belli bir kaynaktan ıraklaşarak, durumu genellikle basitleştirir. Tıpkı yukarıdaki fotoğrafta olduğu gibi Uluslararası basın bir cesedin başına akbabalar gibi üşüşür... Ama bu kişinin ölümüne sebep olan nedir? Acaba neler görmezden gelinmiştir? Bu muhabirlerin kalbi nasırlaşmış mıdır? Ve izleyici bu görüntüyü kuşatan (ama söylenmeyen) koşullar hakkında neleri bilmelidir? Foto muhabirlerin akbabalara benzediğine dair eleştiriler zaten hepimizin malumu.. 1993'te Pulitzer Ödülü'nü kazanan Kevin Carter, Sudan'da bir akbabanın tehdidi altında beslenme istasyonuna ulaşmaya çalışan küçük bir kıza yardım etmediği için, 'akbaba' olarak yaftalanmıştı. Carter kendisine yapılan eleştirileri; Bir foto muhabir olarak görevinin, olaya şahitlik etmek olduğu şeklinde yanıtlamıştır. Şayet yardım etmek için orada olması söz konusu olsaydı, ortamda sıkıntı çeken birçok çocuk olduğundan, fotoğraf çekmesinin imkansız olacağını eklemiştir. Birçok kişi, Carter'ın bu fotoğrafının Sudanlıların içinde bulundukları tehlikeyi kamuoyuna duyurmakta etkili olduğunu, hükümetler ve STK'ların yardımcı olabilme olasılığına vesile olduğunu niha-
yetinde Pulitzer'i kazanmasının eleştirilmekten çok, kutlanması gerektiğini savundu. Ödül almasından kısa bir süre sonra, madde bağımlılığı ve suçluluğunda aralarında olduğu çözümlenememiş kişisel konular tarafından kuşatılan, Carter intihar etti. Örneğin Sudan'da Carter'ın fotoğrafladığı daha birçok açlıktan ölmek üzere çocuk gösterilerek, sağlanacak daha fazla kaynak durumun anlaşılmasına yardımcı olabilirdi. Tek bir fotoğraf yeterli miydi? Nathan Weber'in bu fotoğrafı özelinde, bu görselle “Uluslararası bir grup foto muhabirinin, 19 Ocak 2010 Pazartesi günü, Haiti'nin başkenti Port-au-Prince'i vuran felaket deprem sonrasındaki yağmalama esnasında başından vurulan, Fabianne Cherisma'nın ölümünün belgelendiğini biliyoruz." Ama sadece bu yeterli mi? Ardından Weber'in Fabienne Cherisma'nın ölümü hakkında söyleyecek bir dolu şeyi olduğu ortaya çıktı. Çevrimiçi medya öncesinde basın, bir tek bu fotoğrafı ve kısa bir başlığı yayınlamakla yetinebilirdi. Eğer Weber'in kişisel web sitesine girecek olursanız, genç kıza ait bir başka çarpıcı fotoğraf çektiğini görebilirsiniz. Taşkın hareketlerle dolu fotoğrafta Cherisma, ona yardımcı olmayı isteyip istemediği meçhul iki kişiyle görülüyor. Arka planda bir kişi halen plastiğe sarılı bir katlanır sandalyeyi ellerinde tutarken, bir diğeri başının üstünde bir bohça taşıyor. Geriye kalanlarsa durumu sadece izlemekle yetiniyor. Fotoğrafı görmek için tıklayın! Artık yayınlanan fotoğrafı (medya şirketleri biraz maceracı olmak isterlerse) bir bilgisayar ekranında göstermek mümkün... Ardından onun ölümünden hemen sonra etrafta insanların olduğu ikinci bir fotoğrafı görmek için bu resmin üzerine tıklamak yeterli. Hatta Weber'in internet sitesinde Cherisma'nın öldürüldüğü şartları betimleyen kısa videoyu izlemek durumu anlamak açısından daha da faydalı olacaktır. Polis'in yağmacıları korkutmak için havaya ateş açmasına izin verildi. Ancak etraftaki karmaşaya yenik düşerek, ara ara ateş açıp insanları öldürdüler. Video, aynı zamanda muhtemel aile fertlerinin Fabienne'in ölümünden dolayı duydukları ezici kederi gösteriyor. Sırf manasızca bir ölümün simgesi olmak yerine, söz konusu videoyla birlikte bu iki fotoğraf, koşulların daha iyi anlaşılmasını sağlamanın yanı sıra, bir birey olarak geçmişi ve ilişkileri olan genç kadının insancıllığını da gözler önüne seriyor. Dijital ortam bizlere çok daha fazla kaynak sağlıyor, fakat bizler paylaşılacak çok daha fazla bilgi ve kaynak olunca, tek bir fotoğrafı vurgulayarak, basılı yayınlara benzer şekillerde ekran görüntüleri sunmaya devam ediyoruz. Fotoğrafçıları birer bağnaz olarak ele alan eleştiri, öncelikle ölüm ve şiddet gösterisi açısından cezbediciydi; ama aslında, medyanın çok daha fazlasına sahip olduğu durumlarda bile, fotoğraf kullanımındaki basitliğini eleştiriyordu. Mevcut tüm sayısal araçlar göz önüne alındığında, okuyucuya üzerine düşünmesi için daha fazla kaynak sağlanmaması gerçekten de üzücü... http://www.nowseethis.org/thispicture/posts/1459/essay/18
BA
İSTER MİYDİNİZ?
Cenk 'Mirat' PEKCANATTI, 24 Şubat 2017 Burhan Özbilici tarafından çekilen malum fotoğraf, foto muhabiriliğin nereye gittiğinin sorgulanması gerektiğinin kesin bir deliliği... Kimilerine göre hali hazırda 'simgesel' olarak nitelendirilen bu fotoğraf, aslında bu statüye ¿birileri? tarafından *konuşlandırılmadan önce, cevaplanması gereken birçok soruyu beraberinde getiriyor. “Böylesi bir fotoğrafın kamuoyuyla paylaşılması onayını kim veriyor?”, “Bu fotoğraf dağıtılırken aslında ne amaçlanıyor?”, “Bu görüntüyle karşılaşan izleyici nasıl etkileniyor?”, “Fotoğrafı servis eden ajans ve fotoğrafçının vakaya bakışları paralelliklerini nereye kadar koruyor? Daha da doğrusu koruyor mu?”, v.s... v.s... Öncelikle bu fotoğrafı bir insan olarak değerlendirdiğimde; “barbarlık” ve “gaddarlık” sebebiyle yaşam şiirinin susturulduğu bir terör eylemini, rahatsız edici bir üslupla temsil ettiğini söylemeden geçemeyeceğim. “Rahmetli Büyükelçi Karlov'un vücudu, elini tekbir inancını sembolize eden bir jestle göğe kaldırmış suikastçının ayaklarının dibinde cansız biçimde devinimsiz yatıyor. Haşhaşi bir kolunu vücuduna paralel sarkıtılmış, silahını sımsıkı tutarken, avaz avaz bağırındığı boğazını sarmalayan damarlar, vücudundan boynuna doğru coşkun bir hevesle
kanını durmaksızın pompalıyor. Giymekte olduğu takım elbise ona kaçınılmaz bir ağırbaşlılık katıyor. Elindeki silahı fora etmiş iyi giyimli bu adam öfke içinde eyleminin gerekçesini açıklayan sözlerle haykırırken, tıpkı 'Rezervuar Köpekleri' filmindeki eksik 'Mr.Black' karakterini çağrıştırıyor.” Yukarıdaki ayrıntılı tasvirdeki cansız beden, size ait olsa ya da kurbanın bir yakını olsanız bu fotoğrafın kamuoyuyla paylaşılmasını ister miydiniz? Yazıyı okumayı sürdürürken bu sorunun cevabını düşüne durun... Belki de yaşadığımız karanlık dönemin bir tetikçisi olan bu adamın adı 'maşa'dır. Rahmetlininkisi ise 'piyon'... Ama bunun hiçbir önemi yok! Sistemin hedeflerine hizmet etmek adına; bu siyah takım elbiseli adam 'terörist', fotoğrafı çekense çoktan 'kahraman gazeteci' ilan edilip, ödüllendirildi bile... Büyükelçi mi? Onun konumuzla ne alakası var!!! At izinin, it izine karıştığı, böylesi karmaşık bir devirde, gerçeğin ne olduğunu eminim ki bu kaosu yaratanlar bile bilmiyor... Kim bilir belki taşlar yerlerine oturunca, gerçek kendini ifşa etme hakkını kullanır... Uzatmadan yaygın düşünüyorum.
görüşün
tersine
bu
fotoğrafın
simgesel
olmadığını
Öncelikle fotoğraf daha önceden emsalini gördüğümüz ve bilinçaltı tarlamıza ekilmiş bir dizi görüntünün hasadından başka hiçbir şey değil... Bu fotoğraf beyin loblarımız arasındaki karanlık ve nemli yerde bilinç üstüne çıkmayı iple çekiyordu. Çünkü daha bize çaktırmadan 'Saturday Night Fever' adlı filmin afişini süsleyen Travolta Duruşu'nu ya da 'Rezervuar Köpekleri' filmindeki çete elemanlarını hatırlattığını farketme vakti gelmemişti. Joe Rosenthal'ın Iwo Jiwa ya da Yevgeny Khaldei'nin Berlin (1945) fotoğrafında, Delacroix'nın “Halka Yol Gösteren Özgürlük” resmindeki gibi, -galeyana getirilmeyi bekleyen topluluklara liderlik eden- propaganda görsellerindeki 'kahramanca duruşu' sergilediğini ayma zamanı gelmemişti. Ama artık mantık merdivenini kullanarak, düştüğümüz gafletten çıkmalıyız. Bunun simgelerimize sahip çıkmazsak, korkunç bir yakın gelecek fotoğrafı olduğunu anlamalıyız. Bu fotoğraf, eylemin vuku bulmasından önce suikastçı tarafından birçok kez provası yapılmış, ardından basın için sahnelenmiş bir propagandanın ürünüdür. Terörist, eylemin ölümüyle biteceğinden emin olduğu için, kamuoyu üzerinde azami nispette sarsıcı bir etki yaratmak istemiştir. Bundan ötürü fotoğrafı asla çekilmemiş, haşhaşi kafasında tam da hayal ettiği gibi bir fotoğraf vermiştir. Tıpkı Obama Hükumeti'nin yarattığı IŞİD'in; Gelişmiş ekipman, montaj ve efektlerle ürettiği videolarla propagandanın sınırlarını zorladığı gibi, suikastçıda kendi propagandasının etkisini sınırlarına kadar zorlamıştır. 'BASIN A.Ş.' ise buna çanak tutarak, meşru ortaklık görevini ifa etmiştir.
Kamuoyu üzerinde yaratılmak istenen bu azami etki tarzı, ilk olarak denendiği Körfez Krizi'nde ve son olarak Suriye'de süregelen savaşta olduğu gibi izleyenleri kuzu kuzu yönlendiriyor. Yaratılmaya çalışılan etki, güce ya da devlete ait her şeyin estetiği olduğuna, salt doğru olduğuna inanmamıza neden oluyor. Bunu bizlere heyecanla izlediğimiz milyonlarca dolar bütçeli aksiyon filmleri gibi hazmettiriyorlar. Biz Homo Zapienler medyaya salt gerçekten daha çok inanıyor, bir yalandan diğerine kendimizi zaplayarak manipüle ediliyoruz. Ama artık bir kırılma noktasındayız... Terör, bu yöntemi keşfetti. Ve kendi propagandası için ustalıkla kullanıyor... Hem korku saçıyor hemde yeni taraftarlar topluyor. Bu fotoğrafın 'simgesel' olduğuna katılmamamın bir başka sebebi de; Simgeselliğin zamanla gelişmesi gerekliliğinin dayanılmaz gerçekliğidir. Şu anda suikastçının asıl amacının Suriye'yi etkileyen Rusya-Türkiye görüşmelerinin istikrarı bozmak olduğunu düşünüyoruz. Çünkü avaz avaz bağırınırken, Halep'te olanların unutulmaması gerekliliğine dem vuruyordu. Bir kısmımız suikastçının şeytani bir 'Fetullahi' olduğunu, diğer kısmımızsa bir 'IŞİD'ci' olduğunu düşünüyoruz/düşündürülüyoruz. Peki rahatsız ediciliği bir yana bu fotoğraf; “Suriye'de olup bitenleri ne biçimde özetliyor?”, “Neyi, kimi temsil ediyor?”, “Mülteci trajedisine nasıl bir çözüm sunuyor?” Bu suallerin ortak cevabı basit: “Buyur!” Simgeler, bir toplumun duygularını yaşanılan dönem ve kültürel yapı dahilinde, bir takım nesne ve canlılar üzerinden temsil etmek için seçilirler. Bir fotoğrafın simgesel olabilmesi için; Varoluş amacının, tarihe nasıl mal olacağının ve kim/ler tarafından servis edildiğinin net bir göstergesi olmalıdır. Son saydığım husus çok önemli... Çünkü simgelerimizin kontrolünü yitirirsek, bir takım güçler tarafından ayarlarımızla her an oynanabilir. Ki zaten bugünlerde sürekli oynanıyor... Bu da simgelerimizin tam tersi anlamlara gebe olmasıyla sonuçlanabilir... Mesela kötü niyetli bir ajansın manipülasyonu yüzünden bir fotoğrafçı, foto-tetikçiye dönüştürebilir. Bu neticeden kelli foto muhabirler, değer yargıları ve imgelerle nasıl etkileşime geçeceklerine, hangi ajanslarla işbirliği yapacaklarına dikkatle karar vermek zorundadırlar... Foto muhabirler, 'BASIN A.Ş.' ile 'fotoğrafın SİNE-MASALlaşması' arasındaki ilişkiyi hassas bir sağduyuyla dengelemeliler. Bu dengeyi şu an tutturamazlarsa; Kendimizi 'asıl gerçek' ile egemen güç tarafından 'lanse edilen gerçek' arasındaki Muğlak Görüntü Atlası'nda pusulası şaşmış ve zayi halde buluruz. Bu da kaçınılmaz olarak, artık özgür iradeyle hiçbir görseli algılayamayacağımız anlamına gelir. Bu vakada esas olan, fotoğrafın simgeselliği değildir; Görsel etki kullanımı, dağıtım mekanizmasını meşrulaştıran rahatsız edicilik ve benzeri görsellerle günümüzde fazlasıyla içli-dışlı olmamızdır. Fotoğrafın SİNE-MASALlığı izleyicinin görseli kolaylıkla sindirmesini sağlayan, öz dağıtım sistemini yaratmıştır. Böylelikle imge ihtişamlı
ama bir o kadar da 'sahte' simgesel statüsüne tereyağından kıl çekercesine -hemde alkışlar ve ödüller eşliğinde- erişmiştir. Bu fotoğraf dünya üzerindeki iğrenç ve karmaşık siyasi ilişkiler, Orta Doğu'da bizimde içine -ne hikmetse- dahil olduğumuz savaş, tekil fotoğraflardaki sistematik yozlaşma ve kadim Suriye halkının **çimleşmesi hakkında birçok şeyi ifşa ve temsil ediyor. Bu fotoğrafın insanlığa hiçbir katkı sunmadığını, kişi ya da olayla empati kurmamı sağlayamadığını ve yaşanan vaka sonrasında da insanlık ve medeniyet adına bir değişime vesile olamayacağını düşünüyor ve üzülüyorum. Bu tip görsellerin daha kaç teröristi kışkırtacağı fikri bende korkuyla karışık bir endişe hissi uyandırıyor. Şiddet pornografisini ödüllendirmenin teröristin propagandasının bir kez daha yapılmasından öte ne akla hizmet ettiğini merak ediyorum. Şimdi önceki satırlarımda sizlere sorduğum sorunun cevabını rica ediyorum. “Fotoğraftaki cansız beden, size ait olsa ya da kurbanın bir yakını olsanız bu fotoğrafın kamuoyuyla paylaşılmasını ister miydiniz?” - Ben istemezdim... *'Konuşlandırılmak' fiili kasti olarak kullanılmıştır. ** 'çimleşmesi' “Filler tepişir, çimenler ezilir”, deyişine gönderme.
BA
Kevin Carter (13 Eylül 1960 - 27 Temmuz 1994) Johannesburg, Güney Afrika Cumhuriyeti doğumlu Pulitzer ödüllü fotoğrafçı ve Bang-Bang Kulübü üyesi. Fotoğrafçılık kariyerinin büyük bölümünü, son yıllarını yaşayan, Güney Afrika'daki ırkçı Apartheid rejiminde geçirmiştir. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde yaşanan ırk ayrımcılığını yansıtmayı planlayan, zaman zaman da yaşanan vahşetin paparazzisi olmakla itham edilen Bang-Bang Kulübü`nün öncülerindendir. 27 Temmuz 1994'te Johannesburg'un bir banliyösünde park ettiği kamyonetinin içine egzoz basarak intihar etti. Yanında çevresine yazılmış çok sayıda mektup bulundu. Pulitzer Ödüllü Fotoğraf 1994'te fotoğraf dalında Pulitzer ödülü kazanan Kevin Carter`ın çektiği fotoğraf, zayıflıktan ölmek üzere olan siyah küçük kız çocuğu ile yakınında tüneyen akbabayı yansıtmaktadır. Kızın, birkaç kilometre ilerideki Birleşmiş Milletler yardım kampına gitmek istediği sanılmaktadır. Bu ânı fotoğrafladıktan sonra akbaba kaçmış, ancak Carter küçük kıza kampa ulaşması için yardım etmemiş, oradan uzaklaşmıştır. Bu yüzden yoğun eleştirilere maruz kalan Carter profesyonel fotoğrafçı olduğunu, yardım görevlisi olmadığını söyleyerek kendisini savundu. O dönemde, gazeteciler ve fotoğrafçılar, bulaşıcı hastalıklar nedeniyle hasta insanlara dokunmamaları konusunda sıkı biçimde uyarılıyorlardı. Bu fotoğraf, yardım örgütlerine büyük miktarda maddi kaynak sağladı. Bu olaydan sonra ağır depresyona giren Kevin Carter egzoz verdiği kamyonetinin içinde walkman ile müzik dinleyerek intihar etti. Kaynak: Vikipedi Meraklısına; How Photojournalism Killed Kevin Carter (İngilizce)
©Yiğit Bulut
Ufuk Duygun Röportajı Ankara’da Çinçin Bağı isimli Türkiye’nin en büyük varoşlarından birinde doğup büyüyen Ufuk Duygun’un fotoğrafla ilişkisi de o dönemler başlar. Babasının atölyesindeki sinema filmleri çocukluk günlerinde onun için sadece bir oyuncak olsa da bir daha bırakamayacağı fotoğrafa da ilk başlangıcı olacaktır. Abisinin fotoğraf makinesiyle çektiği birkaç kare fotoğrafla geçireceği ömrünün ilk kareleri olur. Abisiyle beraber yağ tenekesinden yaptıkları agrandisör onun bütün zamanını karanlık odaya ayırmasını sağlar. 1972’de babasının emekli olmasıyla İstanbul’a taşınan Duygun Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Bölümünü kazanarak fotoğrafın mesleği olmasına çoktan karar vermiştir. Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi Fotoğraf ve Video Programı’nda öğretim görevlisi olan Duygun fotoğraf üretmeye ve bildiklerini öğrencileriyle paylaşmaya devam ediyor.
Ömer Faruk Okuduci: İlk fotoğrafla tanışmanız nasıl oldu? Ufuk Duygun: Başladığım yıllar 1966 – 1967. İlk makine o zamanlar geçti elime. Ama benim değildi. Abimin makinesiydi. İnstamatic diye bir makine vardı. O makineyle birkaç kare çektim. Çektiğim karelerden bazıları durur hala. İlk baskımı 1968’de yaptım. Buda nasıl oldu. Bir gün abim geldi. Fotoğraflarımızı kendimiz basalım dedi. Bende çok sevindim. Hayalini kurduğum bir şeydi. Fotoğrafçılığı öğrenmek film banyo etmek filmden baskılar yapmak. Banyolar falan getirdi. Yağ tenekesinden bir agrandisör yaptık. İlk baskı denemesini yaptık fakat olmadı. Abim bıraktı. Ertesi gün ben devam ettim ve başardım. Kendi
kendime keşfettim yani nasıl basılacağını. O yağ tenekesiyle uzun yıllar baskılar yaptım. Film yıkamayı öğrenmem daha sonraları oldu. Onu da öğrendim nihayet. İlk başlangıcım bu şekilde oldu diyebilirim. İlk baskımı 1968’de yaptım ama benim filmlerle uğraşmam daha eskiye dayanır. Babamın atölyesinde ben sinema filmleriyle perde üzerine gölgeler düşürmeye çalışırdım. Güneş ışığıyla, güneş ışığı ve mercekle. Yaz aylarında çok keyifli bir uğraştı benim için. Benim oyuncağım oydu yani yazları. Ö.F.O.: Abinizin karanlık oda hakkında bilgisi var mıydı? U.D.: Yoktu. Duymuş bir yerden ama bilmiyordu. Abim bir daha uğraşmadı ama ben uğraştım. Ö.F.O.: Bir daha da bırakamadınız? U.D.: Yok bırakamadım. Hatta öğrencilik hayatımı bile etkiledi diyebilirim. Derslerimde çok başarılıyken sonra birden bire düşüşe geçti. “Kompakt makineyi görünce o makineyi adam yerine koyup çekince herhangi bir sorun falan söz konusu olmuyor insanlarda. Rahatça çalışıyorum.”
Ö.F.O.: Makinenizi sürekli yanınızda taşıyor musunuz? U.D.: Bir kompakt makinem yanımda mutlaka vardır. Zaman zaman fotoğraf çekimine çıktığımda daha profesyonel bir makinem daha var. Onu da yanıma alıyorum. Kompakt makinemin yanıma almamın gayesi fotoğraf çekeceğim ortamlarda işte gazeteci ya da profesyonel fotoğrafçı kavramını atmak için. Böyle bir kavramla savaşmamak için. Çünkü insanlar böyle bir durumda biraz çekinebiliyorlar. “Gazeteci misin?” ya da “Fotoğrafçı mısın?”, diye sordukları zaman onlara vereceğiniz yanıta güvenmeyebiliyorlar. Bu nedenle işte belki de çekinceleri olduğundan dolayı profesyonel makinemi pek ortaya çıkartmıyorum. Kompakt amatör makinemi görünce sorunlar olmuyor. Daha bir güven veriyor. O fotoğraf makinesinin çekeceği fotoğrafların aslında basında ya da bir metada ortamda onların aleyhine kullanılmayacağı güvencesi oluyor herhalde. Bir problem çıkmıyor kompakt makinelerde. Şöyle özetleyeyim aslında. Kompakt makineyi görünce o makineyi adam yerine koyup çekince herhangi bir sorun falan söz konusu olmuyor insanlarda. Rahatça çalışıyorum. “Bazen fotoğraf çekmeye çıkmadan önce meditasyon yaptığımda olur. Oturup düşünmek şeklinde ya da bir kitap okumak. Masal kitabı dahil buna.”
Ö.F.O.: Çalışma şekliniz nasıl oluyor? U.D.: Çok çeşitli olabiliyor. Zaman zaman mesela makinemi alayımda biraz fotoğraf çekeyim dediğim zamanlarda oluyor ya da bazen fotoğraf makinemle hiç öyle bir niyetim yok iken de karşıma çıkan olaylar ya da gözlemler ya da beni etkileyen durumlarda fotoğraf çektiğim oluyor. Duruma göre değişebiliyor. Bazen fotoğraf çekmeye çıkmadan önce meditasyon yaptığımda olur. Oturup düşünmek şeklinde ya da bir kitap okumak olabiliyor. Masal kitabı dahil buna. Bundan sonra fotoğraf çekimine çıkayım, dediğimde oluyor. Bu o anki haletiruhiyeme bağlı bir
şey. Sonuçta fotoğrafçılığın içinde yaşamak benim zaten çok keyif aldığım bir süreç olduğu için dolayısıyla çok çeşitli şekillerde değerlendirebiliyorum. O anda ne yapmaktan hoşlanıyorsam fotoğrafta onu yapmayı tercih ediyorum. Bazen karanlık odaya gidip baskı yapmayı tercih ediyorum. Onu yaşamak istiyorum. Bazen konserve kutusundan yaptığım pinhole kamerayı alıp onunla çekime çıkıyorum. Çekime çıkma saati de değişebiliyor. Bazen gece çıkmak istiyorum lacivert saatlerde bazen akşam güneşinde çekim yapmak istiyorum. Değişebiliyor. Benim fotoğrafçılığı yaşama sürecimle ilgili. Nasıl ki bir kişi otomobil sürmeyi çok sever ama kimseye bunu gösterme ihtiyacı içinde değildir. Sırf onu yaşamak ister. Fotoğrafçılığı da böyle yaşamak keyif veriyor. “…uzaktan yoktur.”
çekilen
fotoğraflarda
sizin
çektiğiniz
kişilerle
diyaloğunuz
Ö.F.O.: Ne tür ekipmanlar kullanıyorsunuz? U.D.: Bir tane tek objektifli refleks yani SLR makinem var. Güzel makine tabi ki hem keskinliği hem çözünürlüğü iyi sayılabilecek makine. Bir tripod mutlaka olmasında yarar var. Çekime giderken taşıyorum. Özellikle düşük ışık koşullarında çekim yapmamı sağlayabiliyor. Bunun yanı sıra birde basit bir kompakt makinem var. Onunda çözünürlüğü falan gayet iyi. Bir çanta mutlaka var. Ekipmanlarımı koymak açısından. Yedek objektiflerim olabiliyor. Fotoğraf makinesine ait piller ve şarj cihazları bunları da yanımda taşıyorum. Bir not defteri belki kalem oluyor. Not almak için. Ö.F.O.: Robert Capa’nın “Çektiğiniz fotoğraflar yeterince iyi değilse yeterince yakın değilsinizdir.” der. Buna katılıyor musunuz? U.D.: Ona katılıyorum. Hakikaten öyle bende zaten konuya yaklaşarak çekmeyi her zaman yeğliyorum. Buda tabi geniş açı objektifle olabiliyor. Dar sokaklar ya da iç mekanlarda çalışırken geniş açı çalışmak zorundasınızdır. Buda zaten sizi konuya yaklaştırmış demektir. Yaklaştırmak mecburiyeti getirir. Geniş açının güzel bir tarafı da fotoğrafını çekeceğiniz ana temanın ya da objenin daha büyük görünmesini ve arka plandan biraz kopmasını da sağlar. Hem arka plandaki bilgiyi de verir. O mekan bilgisini taşır fotoğraflarınız hem de ana tema biraz daha büyük bir şekilde belirgin bir şekilde yer alır. Sizde konuya yaklaşmış olursunuz. Diğer türlü tele objektif uzaktan ancak çekim olanağı verir. Uzaktan çekimlerde açı daraldığı için istiflenme söz konusudur. Perspektif duygusu artık ortadan kalkmıştır. Zaten uzaktan çekilen fotoğraflarda sizin çektiğiniz kişilerle diyaloğunuz yoktur. Buda fotoğrafa biraz olumsuz katkısı vardır ve işe yaramaz tele ile çekilmiş fotoğraflar. Onun yeri ayrı sportif faaliyetler ya da vahşi doğa çekimlerinde falan idealdir. İnsanlarla yada yaşamla ilgili çekimlerde mutlaka ya normal yada geniş açı objektif gerekir. Ö.F.O.: Çektiğiniz yaparsınız?
fotoğraflarda
konuyu
güçlendirmek
için
neler
U.D.: Yani gerekiyorsa bir çevre düzenlemesi yapıyorum. Yerde küçük çöp parçası kağıt parçası varsa ya da naylon torbalar falan var ise onları kaldırmayı yeğliyorum. Çünkü onlar doğal gibi görünseler bile aslında ben pek doğalda bulmuyorum onları. Eskiden yoktu çünkü böyle şeyler ya da oranın doğallığı onlar yokken de söz konusu. Belki 10 dakika önce yoktu oda doğaldı. O yüzden görüntüyü kirletmemesi açısından bu tür şeyleri kaldırıyorum. Bunun dışında çok fazla müdahale etmiyorum. İnsanların daha belirgin görünebileceği bir alan var ise mesela arkasında diyelim bir kendinden oluşmuş bir çerçeve ya da bir pano gibi yerler varsa oralarda çekmeyi tercih ediyorum. Yoksa çokta doğallığını bozmak istemiyorum. Fakat tabi ki bir takım ilkeler var. Ana temayı oluşturacağı ona biraz yaklaşmak geniş açıyla çekip arka planı biraz küçülterek doku haline getirmek gibi düzenlemeler yapıyorum. Olabildiğince doğal bir şekilde çekmeye çalışıyorum. Sadece dikkat ettiğim şey karmaşıklığa neden olacak arka plandaki nesneleri olabildiğince ya küçültmek ya da hiç almamayı tercih ediyorum. Yani ufak bir kompozisyon düzenlemesi varsa mümkünse bunu yapmaya çalışıyorum. Ö.F.O.: Fotoğraflarınızın daha fazla sade olmasını sağlıyorsunuz? U.D.: Öyle ki yani mesela o kişiyi sol taraftan çektiğinizde arkaya bir sürü çöp bidonu arabalar ya da başka şeyler girer de sağdan çekerseniz daha temiz bir ortam görünür. Onu tercih ediyorum. Ö.F.O.: Gerçekleştirdiğiniz projelerden bahseder misiniz? U.D.: Çalışan insanlar diye bir projem oldu. 1996 yılında sergilendi. Bu bir karma sergiydi. Çalışan insanlar çok sevdiğim bir konu. Sergiden sonra ben o çekimlere devam ettim. Onun dışında dokularla uğraştım. Karşımıza çıkan duvarlar ve özellikle o duvarda bir delik varsa sanki öbür tarafı da görme imkanı sağlayacakmış gibi. Bu tür duvarları dokuları çektim. O fotoğraflarla da bir sergi yaptım. 1998 yılında kişisel bir sergi. Nihayet geçenlerde bundan iki hafta önce kadar İFSAK’ta bir sergim daha oldu. Bu sergimde de benim çektiğim fotoğraflar değildi sergi fotoğrafları. Bit pazarlarından topladığım kompakt makinelerin içinden çıkan filmleri yıkatıp ortaya çıkan görüntülerden bir sergi oluşturdum. Buda benim için çok ilginç bir çalışmaydı. Amacım kaybolmuş ya da atılmış bir şekilde elden çıkmış o basit makinenin içindeki filmlerin kaydetmiş olduğu görüntülerin kaybolmasını önlemek. Başta böyle bir niyetim vardı. Çünkü üzülüyordum. Bir takım fotoğraflar çekilmiş ve kapağını açtığınız anda o fotoğraflar kaybolup gidecek. Biraz bunları kurtarmaya yönelik bir çalışmaydı. Bir yandan merakta tabi ki. Merak hem o görüntülere hem de o insanların fotoğrafları çekmek için kullandığı makineye karşıydı. Nitekim bayağı bir toplandı bu fotoğraf makineleri. Bit pazarlarından içinde hep o film olan makineleri almaya başladım ve yaklaşık 100 kadar makine oldu. Böylece o filmlerden çıkan fotoğrafları sergiledim. Ö.F.O.: Gelip te bu benim fotoğrafım diyen oldu mu?
U.D.: Sadece okulda tanıyan birisi çıktı. Onun dışında pek olmadı. Zaten çok uzak bir ihtimal. Belki 10 sene önce ya da daha fazla yıllar önce çekilmiş fotoğraflardı bunlar. Filmler zaten bayatlamış, renkler falan sapmaya başlamış. O yüzden pek benim fotoğrafım diyen olmadı. Belki ileride bunu tekrarlarsam bir yerlerde olabilir. Ö.F.O.: Bu fotoğrafların belgesel değeri var mıdır? U.D.: Profesyonel fotoğrafçıların çektiği fotoğraflar güzel olmaya niyetlenerek çekilen fotoğraflardır. Oysa bu anı fotoğrafları o kompakt makineden çıkan fotoğraflar daha belgesel yapıya sahiptir. Neden? Çünkü kostümleri ya da ortamları çekilen fotoğraflar her nerede çekilmişse o mekanlarla o insanlarla ilgili bilgileri katıksız olarak doğrudan veren fotoğraflardır. Bu nedenle belki yıllar sonra yıllar sonra dediğim belki 100-200 yıl sonra geriye dönüp insanlar baktıklarında belgesel tarzda insanlar ne çekmişler diye düşündüklerinde karşılarına çıkacak fotoğrafların belki de %85-90'ı bu fotoğraflar olacaktır. Çünkü bu fotoğraf makinelerini milyonlarca ürettiler. Milyonlarca amatör makineleri kullandı. Milyonlarca fotoğraflar çekildi. Profesyonel fotoğrafçıların çektiği fotoğrafların sayısı bunların yanında devede kulak gibi kalacak. Bu nedenle geleceğe de bir belgesel doküman olarak aktarılacak fotoğraflar hep bu makinelerden çıkacak ya da bu amatörlerin çektiği fotoğraflardan çıkacak. Bu yüzden benim için değerli. Ö.F.O.: Buradaki fotoğrafların hiçbirini siz çekmediniz. Başka insanların çektiği fotoğraflar ama bu sergi sizin serginizdi. Sanatçı eserin zanaatini yapmak zorunda mıdır? U.D.: Burada bir sanatçı olarak düşünmemek lazım ya da kendimi söyleyeyim. Sonuçta benim çekmediğim fotoğraflardı. Düzenlenmesi ya da fotoğrafların seçilmesinde benim katkım var tabi ki fakat başkalarının çektiği fotoğraflar olduğu için burada biraz fikir önemli. O fikri ortaya atmak ve o fikri uygulamak. Sanatçılık ya da sanat kavramı o biraz daha sonra akla gelecek kavramlardır. Kendi çektiğim fotoğraflarda olsa sanatçılık kavramı sorgulanabilir. Karşınızda bir takım insanlar var. İnsanları falan biz yapmadık. Düzenleme yapma durumunda kalıyoruz. İnsanlar orada var, mekanlar orada var. Ben bile çeksem sanatçılık tarafı yine düşünülebilir tartışılabilir. Orada da yine fikir daha ön planda. İnsanların gidip fotoğrafını çekmek o seçimi yapmak bile fikirdir. Sanat burada biraz daha sonra gelecek bir kavram. Sosyal yanı daha önemli. Deneysel fotoğrafta evet doğrudan doğruya sanatçı kavramı söz konusu olacaktır. Belgesel fotoğrafçıda tam olarak sanatçı diyemeyiz aslında ama fikir olarak sosyal yapıya sahip insan olarak düşünebiliriz. Ö.F.O.: Eserin zanaatini yapmamış olsa da fikri üreten kişi olduğu için eserin sahibidir diyebiliriz? U.D.: Tabi ki.
“Orhan Cem Çetin’ “Sergim geldi””
le
konuşuyorduk.
İkimizin
aynı
anda
ağzımızdan
çıktı.
Ö.F.O.: Bir projeyi bitirmeye ne zaman karar veriyorsunuz? U.D.: Bu birdenbire insanın içinde doğan bir şey. Böyle bir süreçle ilgili Orhan Cem Çetin’le konuşuyorduk. İkimizin aynı anda ağzımızdan çıktı. “Sergim geldi”. Bu cümle aynı anda Cem’le birlikte ağzımızdan çıkan bir cümledir. O anda onu istiyorsunuz sadece. Paylaşma duygusu birden bire oluşuyor. Sergi yapmak istiyorsunuz. O zaman bir proje yıllardan beri çekmiş olduğunuz fotoğraflar bir proje şeklinde ortaya çıkabiliyor. Bu benim için tabi biraz farklı bir süreç. Çünkü ben sürekli yaşamak istiyorum. Projeyi yapayım bitsin diye değil sürekli içinde olayım istiyorum. Diğer türlü o proje çalışmaları yapan fotoğrafçılarında sanıyorum tabi bu yine uzun bir süreç oluyor. 1 yıl 2 yıl belki daha fazla. Artık o konuyu tamamen ele aldıkları, tamamen en ufak ayrıntılarına kadar ortaya koyabileceklerine hissettikleri zaman ancak bir sergi çıkıyor ortaya. Ö.F.O.: Bir projeye sürekli devam ediyorsunuz. “Sergim geldi” dediğinizde o güne kadar çektiklerinizi insanlarla paylaşmış oluyorsunuz o zaman. U.D.: Sergiyi yaptıktan sonra artık o proje bitmiş diye düşünmüyorum ben. Sonuçta o süreci yaşamak benim yapımda olan bir şey. O yüzden o “Sergim geldi” anı beni teşvik ediyor. “… tercih edeceğiniz kadrajla da bakış açısıyla da gerçeklik tamamen değişebilir. Çekilen fotoğraf ya da video ispat olarak kullanılamaz.”
Ö.F.O.: Video teknolojisi çok gelişti. Buna rağmen fotoğraf halen çok güçlü. Fotoğrafın halen bu kadar güçlü bu kadar ses getiren bir alan olmasını neye bağlıyorsunuz? U.D.: İkisinin de izleme yöntemleri farklı. Fotoğraf bir yerde durur. Ona istediğiniz zaman bakabilirsiniz. Ama videoda mutlaka o sistemi çalıştıracak araç gereçlerin olması gerekiyor. Hatta zaman zaman ışık ortamının uygun olması gerekiyor. O yüzden video ile fotoğraf biraz izleme açısından bakıldığında farklı ortamlar. Fotoğrafın avantajı tabi ki çok daha fazla. Hemen her ortamda sokakta, iç mekanda, dışarıda herhangi bir ortamda rahatlıkla paylaşılabiliyor. Bir fotoğrafa bakıp onu algılama süreci yaklaşık 5-6 sn. Belki daha kısa süre sürebiliyor. Birazda işte kişiye bağlı olarak değişmek üzere. Ama videoda illaki başında durup izlemek zorundasınız. Baştan itibaren sonuna kadar anlayabilmek için o süreyi ayırmanız gerekiyor. Videonun dezavantajı... Ö.F.O.: Fotoğraf ve video arasındaki temel fark izleyicinin kendine göre süreyi ayarlayabiliyor olması mı o zaman? U.D.: Teknik bir olay. Tamamen teknik bir süreç.
Ö.F.O.: Fotoğraf resmi özgürleştirdi. Bu anlamda fotoğrafı özgürleştirdi ya da özgürleştiriyor.
belki
de
videoda
U.D.: Fotoğraf zaten özgürdü ne zamandan beri. Öyle bir kısıtlaması falan yoktu. Fotoğrafla ilgilenme süreci çok anlık olabildiği için her yerde. O konuda videonun olumlu ya da olumsuz herhangi bir tarafı yok fotoğrafla ilişkilendirdiğimizde. Video farklı bir süreç. Bir fotoğraf gazetede görebiliyorsunuz ama videoyu gazetede göremezsiniz. Gerçi bunu da aştılar. Bir kod koyuyorlar fotoğrafın yanına. Cep telefonunuzla o kodu gördüğünüzde o fotoğrafla ilgili videolarda karşınıza çıkıyor. Yine bir araca mahkumsunuz. Yani gazete kupürünün o bölgesinde o sayfasında oynayan bir şey yok şuanda. Belki ileride oda değişebilir. Aslında ileride değişen birçok şey olacak. “Fotoğrafın aslında kendisi bir manipülasyondur.”
Ö.F.O.: Fotoğraf gerçeği yansıtır mı? U.D.: Şimdi hem video hem fotoğraf gerçekliği ortaya çıkarabilir, ortaya koyabilir diye düşünebiliyoruz. Fakat kesinlikle inanma konusuna geldiğimizde burada çokta kesinlik yoktur. Bir fotoğraf aldatabilir de. Diyelim ki bir yerde bir olay olmuştur. Fotoğrafçı o olayın fotoğrafını çekmiştir. Belki de o fotoğrafı kendi bakış açısıyla çektiği için farklı bir anlatım sunabilir. Başına silah doğrultulmuş bir kişiye bir başka er su veriyorsa siz yaptığınız kadrajla o kişinin susuzluğunu gideriyor diyebilirsiniz ya da diğer bir kadrajla öldürecek duygusunu da bulabilirsiniz. Videoda da bu aynı şekilde sizin tercih edeceğiniz kadrajla da bakış açısıyla da gerçeklik tamamen değişebilir. Çekilen fotoğraf ya da video ispat olarak kullanılamaz. Çok yanlış bir şey. Ama olaydan olaylardan haberdar olmak adına fotoğraf ya da videoya ihtiyacımız var. Kesinlikle bu düşünülmesi gereken bir konudur. Doğruda olabilir yanlışta. Kaynağa bakmak gerekiyor. Bir örnek vereyim bununla ilgili. Bir gazetede İran - Irak savaşıyla ilgili üç tane fotoğraf yayınlamışlardı. Bu fotoğrafta İranlıların yakaladıkları Iraklı esirlerin kollarını bacaklarını araçlara bağlayarak araçları ters yönde hareket ettirdikleri ve vücutlarını bu şekilde parçaladıklarına dair bir haber. fotoğraflarda bunu gösteriyordu. Fotoğrafın ispat olamayacağını kanıt olamayacağını bildiğim içini inanmadım bu habere. Olabilir de olmayabilir de. Nitekim bir ay sonra ortaya çıktı. İtalya da stüdyoda çekilmiş bir fotoğraftan ibaret. Fotoğraf gerçeği yansıtmak zorunda değil zaten. Kimsenin bu gerçeği yansıtıyor diye körü körüne inanması doğru değil. Manipülasyon öteden beri var olan bir şey. Dijital ortam çıkmadan öncede yapılıyordu. Nasıl yapılıyordu. Fotoğraf çekiyorsunuz. Diyelim ki biraz ışığı kontrastı düşük. Bu fotoğrafı kontrast bir kağıda basarak kontrastı dengeliyorduk. Yani buradaki bir kağıt seçimi bile bir manipülasyondur. Ya da istemediğimiz bölgeleri basmıyorduk. Ya da bazı bölgeleri biraz koyulaşmasını bazı bölgelerin biraz açık çıkmasını sağlıyorduk baskı sırasında. Bunlarda bir çeşit manipülasyondu. Aynı işleri bir bilgisayar programında yaptığımızda çokta farklı bir şey yapmış olmuyoruz aslında.
Ö.F.O.: Sadece süreç daha kolaylaştı. U.D.: Süreç nasıl diyeyim kolaylaşmadı aslında. O bilgiye de sahip olmak lazım. Nasıl yapacağınızı bilmeniz lazım. Sadece karanlık odadan çıkıldı ve aydınlık odada yapılmaya başlandı. Bilgisayar başında yapılmaya başlandı. Ama o fotoğrafta var olan bir kişiyi silmek yada işte bir kişiyi ilave etmek ya da bir takım değişiklikler yapmak eskiden yapılıyordu ama fotoğraflar tabi ki yine gerçekliği yansıtmıyordu Çok değişen bir şey olmadı aslında... Ö.F.O.: Fotoğrafın aslında kendisi bir manipülasyondur. U.D.: Mutlaka “… eski yerleşimleri birazda böyle benim doğup büyüdüğüm yerlere benzer bölgelerde çalışmayı çok seviyorum.”
Ö.F.O.: Fotoğrafın en çok hangi taraflarını seviyorsunuz? U.D.: Belgesel fotoğrafı çok seviyorum. Sokaklara çıkıp yaşamı ya da yaşam koşullarını, özellikle eski yapıları eski yerleşimleri birazda böyle benim doğup büyüdüğüm yerlere benzer bölgelerde çalışmayı çok seviyorum. Bana keyif veren çalışmalar ama onun dışında deneysel fotoğrafı da çok seviyorum. Onunla da zaman zaman uğraşıyorum En çok hoşuma giden tarafı fotoğrafçılığın içinde öğretim görevlisi olmak. En keyifli tarafı da bu. Bildiklerimi başkalarıyla paylaşmak ya da isteyenlerle paylaşmak en keyifli tarafı da bu diyebilirim. “Sanki kendi yöremizi çekersek bu ilginç gelmeyecekmiş gibi hissediyoruz belki de ama bunu yapan fotoğrafçılar var.”
Ö.F.O.: Belgesel fotoğraf çekerek bir yandan yerleri anlatmaya devam ediyorsunuz o zaman?
da
doğup
büyüdüğünüz
U.D.: Tabi ki. Nerede benim doğup büyüdüğüm yerler gibi mahalleler görsem dayanamam girer ve birkaç kare fotoğraf çekmeye çalışırım. Oradaki insanlarla görüşüp tanışıp en azından bir çay içmeye çalışırım fırsat bulabiliyorsam. Müsait oluyorsa onların iç mekanlarına evlerine girip oralarda fotoğraf çekmeye çalışırım. Bu birazda belki benim nostaljik bir tarafımı da tamamlar. Birazda şuna inanıyorum. İnsanlar genellikle yurt dışına giderler. Hindistan, Pakistan oralarda fotoğraf çekmeye çalışırlar. Aslında tamda burnumuzun dibinde olduğundan da bahsetmek istiyorum. Hiç öyle uzaklara falan gitmeye gerek yok. Nasıl ki uzakları fotoğraflamaya çalışıyorsak uzaktaki insanlarda gelip bizi çalışmaya gayret ediyorlar. Niye o zaman kendi bölgemizde kendi mahallemizde yada çevremizde belgesel fotoğrafçılık yapmayalım. Böyle düşünüyorum. Ö.F.O.: Toplumsal olarak toplumumuzdaki değer yargılarıyla, kültürlerle çok fazla ilgilenmiyoruz. Dışarıda ola hep bize daha ilgi çekici geliyor. Fotoğrafa da bu yansıyor. Öyle değil mi?
U.D.: Sanki kendi yöremizi çekersek bu ilginç gelmeyecekmiş gibi hissediyoruz belki de ama bunu yapan fotoğrafçılar var. Kendi yaşadığı bölgeyi çeken oralardan izler aktarmaya çalışan fotoğrafçılarda var. Onların çalışmaları çok çok daha başarılı diye düşünüyorum. Son günlerde bunun bir örneği Ali Öz’ ün Tarlabaşı çalışmaları. “… o çevrenin sosyal yapısıyla ilgili problemler varsa bunu ortaya çıkarmaya çalışır belgesel fotoğraf. Bu sosyal yapıdaki problemlerin ortaya çıkmasıyla o bölgelere biraz daha farklı bakış sağlayabilir.”
Ö.F.O.: Belgesel fotoğraf neye yarar? U.D.: Bir tanesi geleceğe bir takım bilgileri taşımaya yarar. Yıllar sonra o yörede neler oluyor neler bitiyor bunları öğrenmek görmek isteyen insanlara bir bilgi sağlar. Bunun dışında eğer varsa o çevrenin sosyal yapısıyla ilgili problemler varsa bunu ortaya çıkarmaya çalışır belgesel fotoğraf. Bu sosyal yapıdaki problemlerin ortaya çıkmasıyla o bölgelere biraz daha farklı bakış sağlayabilir. Genellikle bir takım ön yargılar vardır bu bölgelere. Özellikle benim doğup büyüdüğüm yerlerde kesinlikle ön yargı vardır. Mesela çok tehlikelidir. Girilemez diye düşünürler. Halbuki ben böyle düşünmüyorum. Oradaki insanlarla işte görüşüp tanışıp ahbap olduktan sonra hiç öyle tehlikeli girilemez bölgeler tanımlamasından çıktığı görülecektir. Bunun somut bir örneğini söyleyeyim. Girilemez denilen mahallemize Amerikalılar girip kütüphane açmışlardır. Ta Amerika’dan gelip orada kütüphane açabiliyorsa demek ki bizim oraya girmeme niyetimizden dolayı tehlikelidir diye bir ön yargıyla bakıyoruz. Aynı zamanda oraya girmemek demek oradaki insanlarla ilgilenmemek anlamına da geliyor. Bu ilgisizlik birçok problemi de beraberinde getirebiliyor. Daha agresif bir ortam oluşmasını da sağlayabiliyor. Oralara eğitim götürülürse çok farklı bir çehreye sahip olabileceği de ortada. “Ara Güler’in deyişiyle “Fotoğrafçı tarih yazar.””
Ö.F.O.: Belgesel fotoğraf o yörede yaşanan sorunları çözebilir diyorsunuz? U.D.: Bütün dünyada böyle olmuştur. Mesela çalışan çocukların çalıştırılmaması ile ilgili çocuk haklarıyla ilgili yasanın çıkması yine bu çalışan çocukları çeken fotoğrafçılar sayesinde olmuştur. Vietnam savaşının bitmesine katkısı olmuştur. Güney Afrika’ da ki o ırkçılığın ortadan kalkmasına sebep olmuştur. Fotoğrafçılık bu anlamda çok önemli katkılar sağlamıştır. Buna tabi müziği de eklemek gerekir. Belki müzikte zaman zaman aynı işlevi görmüştür. Ara Güler’in deyişiyle “Fotoğrafçı tarih yazar...” Bu zaten özetliyor. “… apartmanlaşmış betonlaşmış kentimizdeki o kesilmiş olan ilişkilerin hala sürdüğü yani mahalle kavramının olduğu mekanlardır.”
Ö.F.O.: Bilmediğiniz mahallelerde insanlarla iletişim kurabilmek için siz neler yaparsınız?
U.D.: Öncelikle onlara selam veririm. Merhaba derim. Selaymün Aleyküm derim. Hangi dilden anlıyorlarsa hangi dili konuşuyorlarsa o dilden onlara bi selem veririm. Selamın zaten binlerce yıldan beri dili vardır. En azından eli başa götürüp selam vermek bile bir zamanlar belki şapkayı çıkartıp yüzünü göstermek ya da elini uzatıp tokalaşmak elimde bir şey yok tehlikeli bir araç taşımıyorum ben dostunum anlamına da gelir. Bu nedenle selam vermek çok önemlidir. Daha sonra o insanlarla oturup dertleşip konuşunca zaten artık onların bir arkadaşı olmuş oluyorsunuz. Orada olası bir tehlikeye karşı dahi öyle bir tehlike varsa bile o artık sizi korumaya başlar. Artık misafirsinizdir. Sizin başınıza gelecek bir şey onun için büyük bir ayıptır. Böyle güzel tarafları da vardır. Zaten bu apartmanlaşmış betonlaşmış kentimizdeki o kesilmiş olan ilişkilerin hala sürdüğü yani mahalle kavramının olduğu mekanlardır. Mahallelerde insanlar birbirlerini kollarlar. Sizde o mahallenin bir parçası olmuşsunuzdur artık. Orada hasta olsanız yardımınıza koşarlar. Bir tas çorba ikram ederler. Ben bunu hep yaşadım. Oralara girip çalışmak artık o girilemez ibaresinin ne kadar anlamsız olduğunu ispat eder niteliktedir. Ö.F.O.: Bazı toplumlarda toplumun değer yargılarından dolayı bazı fotoğrafları çekmek zordur. Kadın fotoğrafı çekmek gibi. Siz böyle durumları aşmak için ne yaparsınız? U.D.: Kadınlarla selamlaşma o bölgelerde hiç problem olmadı. Çünkü oradaki bayanlarında tavırları samimi olduğunuz sürece kötü gözle bakmadığınız sürece ki öyle bir durumda bu zaten anlaşılacaktır. Erkek olmanız falan fark etmeyecektir. Yalnız bazı bölgelerde iç mekana girmek yanı evın içine girmek söz konusu olmayabiliyor. Eşi yok ise ya da bir dedikodu falan gibi kaçınmak amacıyla. Yine de o insanlarla dışarıda bahçede konuşulabiliyor. Herkesin görebileceği ortamdaysanız sorun olmuyor. Size selam verirler, su verirler, bir şeyler ikram ederler. Hiç sorun olmaz. Ö.F.O.: Buraya kadar olan süreçte sadece Fotoğraf makineniz yanınızda oluyor mu?
muhabbet
mi
ediyorsunuz?
U.D.: Bazen olmuyor. Bazen çantamda duruyor. İlla çekmek istiyorsam niyetimi belirtiyorum fotoğraf çekmek istediğimi söylemek istiyorum. Eğer güveniyorlarsa zaten buna izin veriyorlar. Güvenmiyorlarsa ya da fotoğraf çektirmek istemiyorlarsa çekinceleri mutlaka olabilir. O zaman o bölgelerde başka insanların fotoğrafını bastırıp onlara verdiğiniz takdirde zaten birbirlerine söylüyorlar. Bu güvende yavaş yavaş oluşuyor. Fotoğraf çekinmenin de bir sakıncası olmadığını anladıkları zaman sizde rahat rahat çekim yapabiliyorsunuz. Ama tabi ki her zaman için onların özel hayatlarına özel yaşamlarına saygılı olmak koşuluyla. Ö.F.O.: O bölgelerde yaşayan insanların çok fazla fotoğrafı olmuyor. Bir fotoğraf hediye edildiğinde daha sonraki çekimleri de kolaylaştırıyor. Öyle değil mi?
U.D.: Ayaklarına kadar gelmiş bir fotoğrafçı fotoğraf çekiyor. Sonuçta birinden hediye almak onun samimiyetini, dostluğunu, arkadaşlığını gösterir. Buda bir çeşit hediye oluyor. Güven veriyor. En azından o fotoğrafın dönüp dolaşıp ellerine geçtiğini fark ediyorlar. Aslında psikolojikte bir süreç. Psikolog daha iyi analiz edecektir. En azından ben güven konusunu anlayabiliyorum. Güvendikten sonra fotoğraf çekmeme izin vermeyenler bile sonradan bu izni verebiliyorlar. “… fotoğrafını çektiğiniz insanların özel hayatlarında olumsuz bir takım imajlar bırakmayacaksa onları basıp belli bir boyda sergilemek olabiliyor.”
Ö.F.O.: Belgesel fotoğraf projesi nasıl sergilenmelidir? U.D.: Benim öyle bir gayem olmadı. Fotoğraf çekeyim de sergileyeyim ya da sergileyeyim diye fotoğraf çektiğim olmadı. Ben fotoğrafı kendim için yapıyorum. Çok sevdiğim bir uğraş olduğu için yapıyorum. Dostlarım arkadaşlarımla paylaşmakta hoşuma gidiyor. Fakat zaman zaman bunu bütün çevrenizle de paylaşmak istediğiniz anlar olabiliyor. Bir sergi sürecinde fotoğraflar fotoğrafını çektiğiniz insanların özel hayatlarında olumsuz bir takım imajlar bırakmayacaksa onları basıp belli bir boyda sergilemek olabiliyor. O süreçte maliyeti falanda var bu işin. Mesela sergi sonunda elinizde bir sürü fotoğraflar kalıyor. Bir sürü çerçeveler falan kalıyor. Onları nereye saklayacağınızı da bilemiyorsunuz. Fotoğraf satılmıyor Türkiye de ki zaten benim çektiğim fotoğraflarında satılır bir tarafı yok. Ben gidip bir mahallede insanların fotoğrafını çekmişim. Onları şimdi niye başkalarına satayım. Böyle bir şeyde zaten söz konusu değil. Bu nedenle de çok fazla sergi açayım düşüncem olmuyor. Fotoğraflar kaldırılıyor bir tarafa konuyor. Ö.F.O.: Belgesel fotoğraf bir sorunu ortaya çıkartır ve bu sorunların çözümünü sağlayabilir demiştiniz. Siz fotoğraf yayını yapmıyor musunuz? U.D.: Kendim bir yayın yapmıyorum ama benim bu bölgelerde fotoğraf çektiğimi bilenler olursa gelip benden fotoğraflar istiyorlar. Dergilerde gazetelerde basmak üzere onları da yine uygun olanlar var ise düzgün basılacaksa onları veriyorum. Öyle bir paylaşıma her zaman için açığım. Çok daha ilerisi için düşünüyorum oradaki sosyal problemlerin çözümü ile ilgili olarak. Çünkü siz orada bir problemi çözmeye çalışırken oradaki insanları rencide edebilirsiniz. Güzel mekan değildir yaşadığı yer. Belki kıyafetleri de uygun değildir. Bunlardan çekiniyor olabilir. Bunlar insanları rencide edebilecek gibi görünüyorsa o problemlerin çözümünü daha ileri ki bir tarihe bırakmayı yeğliyorum. Zaten genellikle ben bu fotoğrafları ileride sergileyebilirim diyerek çektiklerimi daha çok tercih ediyorum. Öyle bir niyetim varsa insanlara mutlaka başta söylüyorum bunu. “Öğrencilerimden de etkileniyorum. O kadar güzel fotoğraflar çekiyorlar ki etkilenmemek mümkün değil.”
Ö.F.O.: Bir fotoğrafçı başka fotoğrafçılardan etkilendiğiniz fotoğrafçılar oldu mu?
etkilenir
mi?
Sizin
U.D.: Çok etkilendiğim ya da fotoğraflarını çok sevdiğim fotoğrafçılar oldu. Hem yerli hem yabancı. Mesela yabancılardan Nikos Economopoulos, Alex Webb fotoğraflarını çok beğendiğim kişiler. Bizden Ali Öz, Ara Güler gibi sanatçılar şuanda birden hepsi aklıma gelmiyor tabi. Etkilenme olur. Çünkü insanın yapısında var bu. Çevresinde olan olaylardan, insanlardan ya da işte sanat çevresinden mutlaka etkilenecektir insan. Bende hangi yönden etkilenmiş olduğumu bilemiyorum ama mutlaka bir şekilde etkilenmişimdir. Bir yerde bir bomba patlar etkilenirsiniz, bir filmi izlersiniz etkilenirsiniz, bir insanla tanışırsınız etkilenirsiniz, kitap okumak ondanda etkilenirsiniz, dinlediğiniz müzik, gezdiğiniz gördüğünüz yerler yaşadığınız olaylar mutlaka sanatınızı düşüncelerinizi etkileyecektir. Ö.F.O.: Siz halen fotoğraf bakıyorsunuz. kaynak yaratıyor diyebilir miyiz o zaman?
Bunlar
bir
anlamda
size
U.D.: Öğrencilerimin fotoğraflarına bakıyorum. Onları değerlendiriyorum. Demin belki şeyi söylemeyi ihmal ettim. Öğrencilerimden de etkileniyorum. O kadar güzel fotoğraflar çekiyorlar ki etkilenmemek mümkün değil. Zaten ben bu konuda çok şanslı hissediyorum kendimi. Neye istinaden bunu söyledim ben şimdi? Ö.F.O.: Ben şeyi sordum. Iıııı (Biraz düşünme ve ardından gülüşmeler) Ben sizin halen fotoğraf baktığınıza ve bunların bir yandan size kaynak yarattığına neden oluyor mu?, diye sordum. U.D.: Fotoğraf bakmak benim vazgeçemediğim bir duygu. Güzel fotoğraflar bakayım. Güzel olmasalar da olur. İllaki bakayım. Tamda içinde olmak. Belki çok sevdiğim bir yanı başkalarının çektiği fotoğrafları görmek. “Çok iyi bir fotoğrafçı olmak istiyorum. Benim bütün gayretim bundan yana.“
Ö.F.O.: Teknolojinin gelişmesiyle bütün sanat dallarında olduğu gibi fotoğrafçılıkta da hem çekimi daha fazla kolaylaştırdı ve hem de paylaşımı kolaylaştırdı. Hemen çektiğimiz fotoğrafı İnternet'te paylaşabiliyoruz. Paylaşımın kolaylaşması fotoğrafçıları ya da sanatçıları ya da bu işi yapmak isteyen genç insanları iyi yönde mi etkiliyor kötü yönde mi etkiliyor? U.D.: Bence bu insanları genç arkadaşları etkilemesi açısından değil de belki işte tüm insanları etkilemesi açısından bakmayı tercih ediyorum. Bir kere bu teknolojinin ilerlemesi ya da özetle dijital fotoğrafın ortaya çıkması bir takım fotoğrafı tekellerine almış kişilerin o tekelini bozdu. Bu tabi ki olumlu bir gelişme fotoğrafçılığı ben bilirim fotoğraf benden sorulur diyen zihniyetlerin o tekelci tavrını ortadan yok etmiş oldu. Çünkü o zamanlar fotoğraf çekmek ayrı bir zorluk onu filmi yıkamak basmak bunların hepsi ayrı ayrı profesyonelce ilgilenmesi gereken bir alandı. Herkes yapamıyordu. Dolayısıyla o fotoğraflar ya da o insanların çektiği fotoğraflar hep önemliymiş gibi kabul edildi. Çoğu aslında o kadarda önemli fotoğraflar değildi ama böyle bir tekel maalesef var idi. Dijital fotoğraf ortaya çıkınca bu tekel kırılmış oldu. Çünkü herkes fotoğraf çekmeye başladı
ve bir zamanlar belki işte fotoğraf makinesini satın alamayan fotoğraf çekmeye imkan bulamayan insanlar buna başlayınca yeni fikirler çıktı ortaya. Bu yeni fikirler tabi ki çok geniş bir ufuk açtı. Profesyonel fotoğrafçılar daha önce yaptıklarının çok çok daha iyilerini yapmak zorunda kaldılar. Çünkü bir zamanlar yaptıkları fotoğrafların daha iyilerini şimdi amatörler zaten yapıyor. O zaman profesyonel fotoğrafçıların bir sanatçıyım diye ortaya çıkabilmeleri için çok çok daha iyilerini yapmak zorunda kalmaları fotoğraf kalitesini de artırdı. Görüntü kirliliği yok mu var tabi ki ama sonuçta bir fotoğrafa bakalım dediğimizde insanlar daha bir seçici olmaya başladı. Yani bir zamanların o tekelci fotoğraf zihniyeti tamamen yıkılmış kırılmış oldu. O açıdan ben dijital fotoğrafı, teknolojik gelişmenin getirdiği olanaklara çok olumlu bakıyorum. Aynı zamanda fotoğrafçılara bir dönem yaşını başını almış insanlar yapabiliyorlardı. Hem ekonomik olarak hem de öğrenme süreci açısından baktığımızda. Ancak belli bir yaşın üzerindeki insanlar sahip olabiliyorlardı. Gençler çok daha azdı o zamanlar. Yani genç olup ta fotoğrafçılık yapma olanağına sahip olan çok azdı. İnsanlar şimdi bu sayıda çok arttı ve gençlerin fikirleri olağanüstü şeyler ortaya çıkartabiliyor. Olağanüstü görüntüler ya da fikirler çıkartabiliyor. O açıdan tabi ki fotoğrafçı sayısının artması genç nüfusa inmesi daha yeni ufuklar yeni fikirler ortaya çıkmasını da sağlamış oldu. O açıdan teknolojik gelişme çok olumlu gelişme sağladı diyebilirim. Ö.F.O.: Ortaya bir görüntü kirliliği çıktı. Bir yandan insanların daha fazla seçici olmasını sağlıyor. İyi fotoğraf kavramını da güçlendiriyor U.D.: Tabi ki. “… fotoğrafları da paylaşarak farklı bir dilde iletişim kurmuş oluyorlar.”
Ö.F.O.: Paylaşım konusuna ne diyeceksiniz? U.D.: Güzel bir duygu tabi ki. Eğer çektiğiniz fotoğraf yada paylaştığınız fotoğraf bir takım insanları rencide etmiyorsa paylaşmak çok güzel bir duygu tabi. Siz başkalarının fotoğraflarını görüyorsunuz ya da sizin fotoğraflarınızı başkaları görebiliyor. Bir çeşit insanlar hani birbirleriyle konuşarak iletişim kurarlar ya fotoğrafları da paylaşarak farklı bir dilde iletişim kurmuş oluyorlar. Bu video içinde geçerli. Başka paylaşım biçimleri de vardır belki. Yeni bir dil söz konusu oluyor. Birinin fotoğrafını görüyorsunuz. Bir anlam çıkartabiliyorsunuz. O insana karşı bir yakınlık veriyor ya da tam tersi. Bir çeşit dildir. “Diğer sanat dallarıyla uğraşmak zaten yapmamız gereken bir şey. Sadece sanat alanlarıyla değil belki matematikle belki sosyolojiyle belki psikolojiyle ilgilenmemiz gerekiyor.”
Ö.F.O.: Bireysel anlamdaki gelişimi sizce nasıl oluyordur?
U.D.: Görüntü kirliliği dedim ya. Altyapı yok ise sanatın başka gereklilikleri ilgilenmemişse o görüntü kirliliği dediğimiz tarzda fotoğraflar ortaya çıkıyor. Bu noktada kesin çizgilerle ayırmak pek doğru değil. Kendi öz yeteneğiyle de çok iyi işler çıkartan amatörler ya da fotoğrafçılar var. Diğer sanat dallarıyla uğraşmak zaten yapmamız gereken bir şey. Sadece sanat alanlarıyla değil belki matematikle belki sosyolojiyle belki psikolojiyle ilgilenmemiz gerekiyor. Aslında işin bir başka tarafı da fotoğraf sanatıyla ilgilenmek aynı zamanda kişinin belki gelişiminde de katkılar sağlayabilir. Ö.F.O.: Bugün üniversite eğitimi almamış sanatsal ve ticari olarak çalışan birçok fotoğrafçı var. Bir akademisyen olarak fotoğraf eğitimini nasıl değerlendiriyorsunuz? U.D.: Ben eğitimin içine girmekle zaten görmüş oldum. Çok katkısı oluyor. Neden çünkü fotoğrafçılığı sadece teknik anlamda değil sanatsal tarafından da öğrenmek için akademiye gerçekten ihtiyaç var. Şart mı? Değil. Bu eğitimi verebilecek başka kurumlarda var. Özel kurumlar, dernekler. Sonuçta orada da zaten gerek akademisyenler gerek akademisyenlerden öğrenmiş kişiler burada eğitimi sürdürüyorlar. Ben bir akademik ortamda fotoğrafçılığı öğrenmemenin zorluğunu çok çektim. Fotoğrafçılığı öğrenme süreci fotoğrafçılığı öğrenebileceğim eğitim veren herhangi bir kurum yoktu. Kendi kendinize öğrenmek zorundaydınız ya da birilerine sorarak öğrenmek zorundaydınız ve insanlar pek söylemezdi. Teknik konuları sır olarak saklarlardı. Genellikle sadece kendileri bilsin meslek sırrı diye bir kavram vardı. Pek aktarılmazdı bu bilgiler. Ama günümüzde akademiler fotoğraf eğitimi verdikten sonra değişmeye başladı. O bilgi saklanmaz oldu. Artık istediğiniz zaman alabiliyoruz. Şöyle bir durumda var. Evet akademilerde bunun eğitimi veriliyor. Fakat Mevlana’nın bir lafı vardır ya karşındakinin anlayabildiğini anlatabilirsin. Eğitim alan kişinin bunu talep etmesi gerekiyor. Okula girip o süreç içinde var olmak yetmiyor. Okul insana bir şey vermez. Öğrencinin alması lazım. Buda tabi ki asıl olacağı bellidir. Israrla yeni fikirler yeni bilgiler yoluna gitmelidirler. İlgilenmiyorsa akademik bir ortamda olmanın bir faydası olmuyor. Böyle öğrencilerimizde oluyor zaman zaman. Sadece bir diploma sahibi olmak yetiyorsa ona bunun için fotoğraf eğitimi verdik diyemeyeceğiz. Ama diploma önemli değil ben bunu öğrenmek istiyorum diyen öğrencilerimiz için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çok daha farklı bir biçimde öğrenmek için çabalıyorlar öyle bir seviyeye geliyorlar ki bizlerden çok çok daha iyi bir konuma da gelebiliyorlar. Ö.F.O.: Laf arasında geçti. Yine bir tekelleşme vardı. U.D.: Ben tavernada çalışıyorum. Şipşak fotoğrafçılık yapıyordum siyah beyaz dönemde. Sordun hangi banyoyu kullandığımızı. Sır diye söylemedi patron. Sonra ben yakındaki bir çöp konteynırını karıştırıp orada kullandığımız banyonun kutusunu buldum. Öyle öğrenmiştim. “… sadece fotoğraf sergileri fotoğraf değil her türlü sanatın sergilendiği galerileri gezmelerini öneririm. Bunun dışında müzeler, kazı alanları buraları da gezmelerini öneririm.”
Ö.F.O.: Fotoğrafa yeni başlayanlara ne önerirsiniz? U.D.: Öncelikle bir fotoğraf makinesi sahip olmalarını önereceğim. Fakat okumalarını öneriyorum. Teknik kitaplar değil de fotoğraf çekiminde kendilerine katkı sağlayacak konulara ait kitaplar. Sosyoloji olabilir Psikoloji olabilir. Sanat olabilir. Sanat tarihi olabilir. Bu tür kitaplar okumalarını tavsiye ediyorum. Sergi ve galeri gezmeleri bu sadece fotoğraf sergileri fotoğraf galerileri değil her türlü sanatın sergilendiği gezmelerini öneririm. Bunun dışında müzeler, kazı alanları buraları gezmelerini öneririm. Kendilerini geliştirebilecek her türlü metadan yararlanmalarını öneririm. Fotoğrafçılığı öğrenmek fotoğrafın teknik meselelerini çözmek değildir. Makineler yapıyor zaten onları. Teknik konuları öğrenmek çok kısa bir sürede hallolabilecek bir mesele. Ne çekeceğini öğrenmek daha uzun süre daha uzun araştırma gerektirebilir. Benim önerim bu yönde kitap okumalarını öneririm. “Elinizde çok gelişmiş bir makinede olsa bu makinenin çözemediği durumlarda insanların öğrenmesi gerekiyor.”
Ö.F.O.: Son dönemde fotoğraf eğitimi ve gezisi yapan kulüp, dernek gibi oluşumların sayısı arttı. Bunun sebeplerini neyle bağdaştırıyorsunuz? U.D.: Talep var tabi. Fotoğrafçılık çok cazip geliyor. Deklanşöre basıyorsunuz ve paylaşmak istediğiniz görüntüleri olayları rahatlıkla kaydedebiliyorsunuz. Bunu tabi ki nasıl diyim pekte kolay olmuyor. Elinizde çok gelişmiş bir makinede olsa bu makinenin çözemediği durumlarda insanların öğrenmesi gerekiyor. Ne çekeceğini öğrenmek konusunda bir takım kaynaklara ihtiyaç var. Bu kaynakları sağlıyor kulüpler dernekler. Bu nedenle insanlar nasıl diyim bu dernekleri aramaları onlara kaydolmaları oralara gitmeleri falan belki o yüzden. Mesela bir fırça ve tuvali yanınıza alıp her yere götürüp her yerde resim yapamazsınız ama fotoğraf makinesiyle her yere götürüp istediğiniz yerde deklanşöre basıp çekmek biraz daha kolay. O yüzden insanlar belki fotoğraf kulüpleri ya da derneklere gidip oralarda bu yeteneklerini geliştirmeyi tercih ediyorlar. Ö.F.O.: Fotoğraf üretimin kolay olması bunun sebeplerinden birisi mi? U.D.: Ne tür fotoğraflar çekeceğinize bağlı olarak değişen bir süreç. Bazı tarzlar biraz daha kolay olabiliyor bazı tarzlar daha uzun süreyi gerektirebiliyor. Mesela belgesel fotoğrafın sosyal belgesel tarafıyla uğraşıyorsanız biraz daha uzun bir süreç, tanıtım fotoğrafçılığı yapmak istiyorsanız biraz daha uzun bir süreç gerekebilir. Deneysel fotoğrafta biraz daha kendi altyapısına bağlı olmak üzere biraz daha kısa sürebilir. Ne yapmak istediğinize bağlı olarak süreç uzar ya da kısalır. Uzayıp kısalmasında kendi yetenekleri de söz konusu. Kimisi biraz daha geç öğrenir kimisi biraz daha çabuk kavrar. Sosyal zekası olan bir kişi belgesel fotoğrafı belki biraz daha kolay yapacaktır. Mekanik zekası olan kişi bunu biraz daha zor çözecektir. Ama fotoğrafın teknik yapısını diğeri daha kolay öbürü biraz daha zor
çözecektir. İnsanların değişkenliği sebebiyle bu süreç uzayıp kısalabilir. Ö.F.O.: Bu tarz derneklerin yaptığı gezilerde genellikle tele objektifler kullanıyor insanlar. Fotoğrafını çektikleri kişilerle muhabbet etmeden, uzaktan fotoğrafını çekiyorlar ve gidiyorlar. U.D.: Genelde bu tür fotoğrafların güzelliği ya da geçerliliği pekte söz konusu değildir. Sergilenen ya da işte bir yerlerde basılan fotoğraflardan da bunu görebiliriz. Akılda kalıcı ya da insanları etkileyen fotoğraflar çoğunlukla yakından çekilmiş fotoğraflardır. Uzaktan ne çekilir. Sportif faaliyetler, vahşi doğa, bir savaş ortamındaysanız işte oradaki ateş eden insanları çekebilirsiniz. Zaten gerekli değildir burada yakınlaşmak. Ama sosyal bir tarafla ilgileniyorsanız tabi ki bu olacak bir şey değil tele objektif. “Kulübü (YTÜFOK’u) çok severim. Hem benim ilk göz ağrımdı hem de güzel işler yapıyorlar, uğraşıyorlar, istekle çalışıyorlar. O yüzden kulüp benim için çok önemlidir.”
Ö.F.O.: Sizde Yıldız Teknik Üniversitesi Fotoğraf Kulübü’nde danışman hocalık yapmışsınız. Bu süreçte kulüpte neler yaptınız? U.D.: 1997 yılında güzel sanatlar bölümüne başladım. Ders dışı sosyal faaliyetler kapsamında fotoğraf dersi almak isteyen öğrencilerle tanıştım ilk olarak. Bunlar fotoğraf kulübünün öğrencileriydiler ve benim ilk göz ağrım. Halada görüşürüz onlarla. Arif, Volkan, Akgün. İlk bunlar geldi aklıma. Düşünsem daha çok var tabi ki de. Birden bire gelmiyor aklıma. Bu arkadaşlar ben yeni girmişim öğretmeye hevesliyim. Onlarda yine hevesliler. Tam böyle denk düştü. Çok çabuk kaynaştık. Birde teklif geldi. Sanat haftası kapsamında bir fotoğraf sergisi yapıp yapamayacağımız soruldu. Bende öğrencilerime sordum. Bunu yaparız dediler. Bir konu seçtik öz portre diye. Bu konuyu seçmemizin nedeni de deneysel bir çalışma olacaktı. Çünkü belgesel yapamazdık süre çok kısaydı. Deneyselin zaten yapısında denemek vardır. Yaparsınız bozarsınız. O yüzden biraz daha hızlı çalışıp ortaya bir sergi çıkarabileceğimizi düşündüm. Arkadaşlarda istekliydi. Öyle ki hatta karanlıkodada yere film düşüyordu. Tam onu çöpe atacakken filmi tekrar kurtarıyorduk. Çizilmişken biraz daha çizip tekrar basıyorduk. Böylelikle çok hoş çok ilginç fotoğraflar çıktı ortaya. Hem o kulüpteki arkadaşlar çok keyif aldılar. Hem de ben çok keyif aldım. Ortaya çıkan sergide o kadar çok beğenildi ki biz sonra bu sergiyi gidip başka yerlerde de açtık. Yalnız kötü bir tarafı o çalışma sürecinde bazı arkadaşlar kendi derslerini unuttular. Hatta kendi bölümlerini sevmez oldular. Bir kısmı zaten kendi bölümlerini yapmıyorlar. Fotoğrafçılıkla uğraşıyorlar. Okuldan diploma alamayanlar oldu. Çok geç alanlar oldu. Buda olumsuz bir tarafıydı. Aklımıza geldikçe gülümsüyoruz. Ama güzeldi Kulübün özel bir yeri vardır bu nedenle bende. Kulübü çok severim. Hem benim ilk göz ağrımdı hem de güzel işler yapıyorlar, uğraşıyorlar, istekle çalışıyorlar. O yüzden kulüp benim için çok önemlidir.
Ö.F.O.: Sergiyi hangi yıllarda yaptınız? U.D.: 1998’ de yapıldı. 1998’e girmeden yaptık. O sergiyi yapan arkadaşların birçoğunun 2 saatlik bir karanlık oda geçmişi bile yoktu. Ama o istekleri o çabaları bunu sağladı. Karanlık odada sabahlayanlar oldu. O çabaları güzel işler çıkmasına sebep oldu. Ama saklayamadık o sergiyi. Keşke saklasaydık. Belki hala kulübün en önemli çalışmalarından birisidir. Ö.F.O.: Kulüpte başka neler yaptınız? U.D.: Sonra ben kulübe seminerler verdim. Makineler yada işte belgesel fotoğrafla ilgili onun dışında birlikte çalışma olanağımız pek olmadı. Çünkü ben maslakta göreve başladım. Maslakta iki yıllık bir fotoğraf bölümü vardı. Oraya gidince kulüpten kopmuş oldum sadece yıllık seminerler olduğunda bir katkım olabildi. O kadar. Ö.F.O.: Üniversite fotoğraf kulüplerinde fotoğraf bölümünden değil de diğer bölümlerden öğrencilerin daha çok bulunmasını neye bağlıyorsunuz? U.D.: Onu bende çözemedim. Galiba yoğun bir şekilde kendi bölümlerinde fotoğrafla uğraştıkları için ikinci bir ortamda buna gerek duymuyorlar. Ama diğer fakültelerin öğrencilerinin gelme sebebi biraz kendi derslerinin çok sıkıcılığından ya da bunalmışlığından sıkıcı değildir de belki bunalmışlığından olabilir. Değişik bir ortam sonuçta. Sınav zorunluluğu yok. O serbestlik belki cazip geliyor. Dışarıdaki derneklerde de öyledir. Derneklere gidin bakın fotoğrafçı sayısı çok azdır. Diğer meslek gruplarından insanlar vardır. Doktor, hemşire, avukat gibi. Bir kaçış belki de. “… kendi vatandaşlarının ya da kendilerinden olan kişilerin çalışmaları her zaman ön plana çıkıyor.”
Ö.F.O.:Sizce dünya fotoğrafçılığında Türkiye nerede? Çağdaş dünya fotoğrafı nereye gidiyor, biz nereye gidiyoruz? U.D.: Çağdaş fotoğraf nereye gidiyor. Oraya bakalım aslında çok güzel çalışmalar görüyorum. Çok harikulade fikirler görüyorum. Çağdaş fotoğraf söz konusu olduğunda. Kitaplarda ya da İnternet'te görebiliyoruz. Zaman zaman sergiler yayınlanıyor. Kötü işler çıkıyor. Kötü işlerde var tabiî ki. Ama eskiye oranla zeka ürünü dediğimiz bir çok çalışma çok daha fazla sayılır şimdi. Burada gençlerin fotoğrafa işte ilgisi filan belki etkili olabilir. Gençlerin çok ciddi katkısı var bu konuda. Bizim fotoğrafçılığımız nereye gidiyor. Şimdi kendi çapımızda yine tabiî ki bir yerlere geldik. Hakikaten eskiye oranla çok daha fazla sayıda ve iyi fotoğraflar çekiliyor. O tekelin kırılması tabiî ki söz konusu olduğu zaman burada. Fakat dünya çapında baktığımızda Batının anlayışı bizi hep biraz öteliyor. Ve ben işte biz belki 2.Dünya ya da 3.Dünya ülkesi yerine konuyoruz. Ve Batı illaki tüm bu medya kuruluşları ve basın yayın organları büyük çapta kendi ellerinde olduğu için kendi vatandaşlarının ya da kendilerinden olan kişilerin çalışmaları her zaman ön plana çıkıyor. İstisnalar var olmuyor değil
tabiî ki. Bunun örneklerini çok çeşitli şekillerde görüyorum. Mesela bir iki dünya basın fotoğrafçılığıyla ilgili bir sergi gidiyoruz bakıyoruz. Pakistan da ya da işte dünyanın bir yerinde bir felaket olmuş bir serginin deprem felaketi orada da fotoğrafçılar var tabiî ki. Bu felaketi onlarda çekiyorlar. O sergide yer alan fotoğraflar hep batılı fotoğrafçıların fotoğrafları. Niçin Pakistan fotoğrafçılığının fotoğrafları yok orada. Niçin İran fotoğrafçılığının fotoğrafları yok. Ya da işte Arap ya da Türk fotoğrafçıların fotoğrafları yok. Burada biraz sanki işte bu iş bizden sorulur. Bu iş bizim tekelimizde. Sadece bizim insanlarımız işte izin verdiği sürece siz belki boşluklarını tamamlayabilirsiniz. Gibi bir görüş var gibi geliyor. Ama bu benim kişisel görüşüm. Doğru olmayabilir de. Çünkü gördüğüm bu. Ortaya böyle bir sonuç çıkartıyor olabilir. Şimdi öte yandan belki sanat dünyası da öyle. Asya da işte Japonya'da ya da işte Asya'da insanların bir çok sanat olayları vardır. Ve sanat tarihinde empati sanatını gördük. Oysa yine sanat tarihinde benim işte 14. ve 15. yüzyılda Mehmet Siyah kalemin çalışmalarının hiç lafı bile edilmedi. Ki çok enteresandır. Ya da Hint ya da işte Japon ya da Asya sanatıyla ilgili çok az bilgi vardır. Sadece Avrupayı doğrudan doğruya etkilemiş Mısır sanatı ve işte Yunan sanatı zaten Yunan yine Batı oluyor. İşte Mısır sanatından bir tek rölyefler vardır. O da çok baskın değildir sonuçta. İlginç olduğu için çok yer verilmiştir. Onun dışında bizim gibi ülkelerin sanatı her zaman için ikinci planda kalmıştır. Hatta belki lafı bile edilmiştir. Bunda bizim kabahatimiz yok mu. Tabiî ki var. İşte suret ortaya koymanın yasaklandığı İslamın coğrafyasında olumsuz etkileri vardır. İnsan resmi yapamamış. Mesela Asya'da ressamlar ya da sanatçılar insanlar kendi heykellerini yapmışlar. Bunda da yakından belki ilgisi olabilir. Bizde çok fazla kendimizi ortaya koymuş değiliz doğrusu. Fotoğrafçılık söz konusu olduğunda Batının tekeli her zaman karşımıza çıkıyor maalesef. “… Vietnam savaşının olumsuz tarafları birden bire tüm dünya duyunca Amerikalılar sadece kendi fotoğrafçılarının ya da kendi seçtiği kendi belirledikleri fotoğrafçıları onların fotoğraf çekmelerine müsaade ediyorlardı.”
Ö.F.O.: Türkiye’de bir tekelin olduğu gibi dünyada da bir tekelleşme var o zaman? U.D.: Birazda yani kendi istedikleri türde bakmak istiyorlar. Mesela bunun bir örneği savaş fotoğraflarında Amerika’nın hoşuna gitmeyen fotoğraflar çekildi başka fotoğrafçılar tarafından Vietnam savaşının olumsuz tarafları birden bire tüm dünya duyunca Amerikalılar sadece kendi fotoğrafçılarının ya da kendi seçtiği kendi belirledikleri fotoğrafçıları onların fotoğraf çekmelerine müsaade ediyorlardı. Çünkü onlar belki işte hoş olmayan görüntüleri çekmeyeceklerdi. Ö.F.O.: Türkiye de fotoğraf sanatı nasıl gidiyor? U.D.: Çok iyi gidiyor. Türkiye de çok güzel gelişmeler var. gençlerin sayesinde. Tekelin kırılması sayesinde. Daha olacaktır. Ortaya çıkan çalışmalar bunu gösteriyor. Fakat vurgulamak lazım. Biz biraz tembel bir milletiz. İşin biraz tarafına kaçma huyumuz var. Bunun olmaması gerekiyor. Her
Tabi bu da iyi şunu da kolaycı şey iyi
gidiyor ama dahada iyi gitme şansı var. O yüzden hani okumak dedim ya çok fazla çalışmak çok fazla okumak bu şart. Tek tük bazı kişiler bunu yapıyor ama tek tükle yetinmemek lazım. “Çok iyi bir fotoğrafçı olmak istiyorum. Benim bütün gayretim bundan yana.“
Ö.F.O.: Hocam sizin gerçekleştirmek istediğiniz projeler var mı? U.D.: Var mı? Evet şöyle. Çok iyi bir fotoğrafçı olmak istiyorum. Benim bütün gayretim bundan yana. Olabildiğince iyi bir fotoğraf sanatçısı olmaya çalışıyorum. Bakalım belki bir gün olacağım. Ö.F.O.: Yapmayı planladığınız bir fotoğraf projesi var mı? U.D.: Şu anda yok. Bir projeyi zaten yeni bitirdiğim için şuanda yapayım dediğim bir proje şuanda yok. Bir yandan İstanbul’ da çekimlerime devam ediyorum. Sık sık Eminönü’ ne gidiyorum. Orada fotoğraflar çekiyorum. Çok güzel mekanlar. Çalışan insanları yine hala çekiyorum. Bunları bir proje olarak düşünmemek lazım. Çünkü sergileyeyim ya da bir yerde yayınlayayım düşüncesiyle değil sadece merakımdan ya da işte bu fotoğrafçılığa olan sevgim yüzünden yapıyorum. Proje olarak düşünmüyorum şimdi. ileri de proje şekline dönüşebilir. “… yasaklar kalkarsa fotoğrafçılığın o problemli konularda ortamlarda daha kolay çözüm yollarına gidilebileceği ortaya çıkacaktır.”
Ö.F.O.:Son olarak bir şey söylemek ister misiniz? U.D.: Şöyle bir mesaj belki vermek isteyebilirim. Yasakların kalkması. Özellikle fotoğraf çekiminde insanlar bir konuya yaklaştığında özellikle belli kurumlar tarafından yasağın kalkmasını diliyorum. Çünkü artık fotoğraf çekmek son derece kolay. Bir düğmede dahi bir kamera olabiliyor. Yasak koymanın bir anlamı yok. Tam tersine yasaklar kalktıktan sonra belki bir gelişme sağlanabiliyor. Toplumumuzda var maalesef bu yasaklar. Hapishane koşulları ya da devletimizin pekte hoşuna gitmeyecek tarzda belki sistemler var. Burada fotoğraf çekimleri yasaktır her zaman için. Hapishane ilk aklıma gelen yerdir. Başka şeylerde var. Buralardan yasaklar kalkarsa fotoğrafçılığın o problemli konularda ortamlarda daha kolay çözüm yollarına gidilebileceği ortaya çıkacaktır. Benim söylemek istediğim bu. Yasakların kalkması.
BA
A Natural Order (Doğal Bir Düzen)
Lucas Foglia
2006 yazında Lucas Foglia, şehir ve banliyölerini Amerika'nın güneyindeki kırsal kesimde yaşamak için geride bırakan bir insan topluluğunu fotoğraflamak için yola çıktı. Birçoğu hepimiz gibi çevresel kaygılarla doluyken, bazıları dini inançlar ya da ekonomik çöküş öngörüleriyle dolduruşa getirilmişlerdi. Fotoğraflarını çektiği herkes kendi kendine yeterli olabilmek için çalışıyordu. Ancak hiçbiri kendini yaşamdan tamamen tecrit etmemişti. Bunun yerine, modern yaşamın hangi kısımlarını yaşayıp hangi kısımlarını geride bırakmak istediklerini seçmişlerdi. Beş yıllık sürede tamamlanan, A Natural Order'da, Foglia fotoğraflarını vahşi doğayla insan ilişkisini ve Amerikan ruhunun ısrarcı özgürlükçülüğünü belgeleyen ilginç seçkide bir araya topladı. Lucas Foglia fotoğraflarını uluslararası alanda sergiliyor ve yayınlıyor. Çalışmaları Houston Güzel Sanatlar Müzesi, Pilara Vakfı, Rhode Island Tasarım Müzesi ve Güzel Sanatlar Müzesi'nin kalıcı koleksiyonlarında yer alıyor. Fotoğrafları Aperture, New York Times, Washington Fotoğraf Dergisi ve PDN 30'de yer almıştır.
Post,
İnternet Sitesi: http://www.lucasfoglia.com
İngiliz
KiTAP
Görme Biçimleri Ways of Seeing John Berger Çeviren: Yurdanur Salman Metis Yayıncılık ISBN: 9789753420839 Sayfa Sayısı: 168 Ebat: 13,6cm×21 cm Yayın Tarihi: 22. Basım: Nisan 2016 Fiyatı: 13.50 TL
Kitap Hakkında: Türkiye'de bütün kitaplarıyla her zaman kendisine geniş bir okur kitlesi bulan John Berger'ın klasiğidir Görme Biçimleri. Dokuz basım yapan kitap, Berger'ın bir ekip çalışmasıyla BBC için yaptığı bir televizyon dizisinden kitaplaştırılmıştır. Yayımlandığı 1972'den günümüze, yağlı boya resimden reklamlara, görselliği ve imgeleri anlamanın, eleştirel bir görme biçiminin manifestosu oldu bu güzel kitap. Metis Yayınları'nda da “görme” ile ilgili daha sonraki yayınlarımız için damar oluşturan esinleyici bir etkisi oldu. Henüz okumadıysanızGörme Biçimleri'ne mutlaka bakmalısınız, ama okuduysanız daha anlatısal nitelikteki O Ana Adanmış'la devam edilebilir. Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir. Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek bulunuruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez. Her akşam güneşin batışını görürüz. Dünyanın güneşe arkasını dönmekte olduğunu biliriz. Ne var ki bu bilgi, bu açıklama gördüklerimize uymaz hiçbir zaman. Gerçeküstücü ressam Magritte "Düşlerin Anahtarı" adlı resminde sözcüklerle nesneler arasında her zaman var olan bu uçurumu yorumlamıştır. John Berger'in 4 serilik "Görme Biçimleri" adlı BBC programının Türkçe altyazılı ilk bölümünü aşağıdaki bağlantıyı tıklayarak izleyebilirsiniz.https://www.youtube.com/watch?v=v2bMoOmUNbo
Sürpriz!!!
AMERICANS
THE
David LaChapelle David LaChapelle ile Zıvanadan Çıkmış Bir Aile Eğlencesi Ailenin tüm fertlerinin bir araya geldiği yemekler, büyük babayla balık tutmaya gitmek, kamp alanındaki karavanın önünde yakılan ateş ve onun etrafında toplanan 3 kuşak neslin hep bir ağızdan söylediği şarkılar.... Tüm bunlar kulağa ne kadar hoş gelse de fotoğrafçı David LaChapelle, klanın bir araya geldiğinde bir şeylerin eni konu b*ka saracağını çok iyi biliyor. Kışkırtıcı tarzından asla ödün vermeyen LaChapelle, Vogue Homme'da kendine has tarzıyla bizlere kendi "Amerikalılar"ını takdim ediyor. Büyük anne çoşmuş, tıpkı bir striptizci
gibi
bacaklarını
cartdadaak!
ayırmış.
Frank
Amca'nın
ne
halt
ettiğini ise sizlere asla ama asla söylemeyeceğiz. Normalde sahnelenen ve çok titiz
olan
LaChapelle
için,
sadece
türden bir kaos hoş karşılanıyor.
akrabalar
tarafından
yaratılabilecek
DERGİ sabitfikir – Sayı 72 Kolektif Sabit Fikir Dergisi ISBN: 2789788609646 Sayfa Sayısı: 60 Ebat: 21 cm×29 cm Yayın Tarihi: 2017 Fiyatı: 3 TL 2 Ocak’ta aramızdan ayrıldı John Berger; ressam, yazar, sanat tarihçisi ve sanat eleştirmeni kimlikleriyle ufkumuzu genişleten isimlerdendi. SabitFikir de Şubat 2017 tarihli 72. sayısında John Berger’dan ilham alıyor ve Merih Akoğul’un dosya yazısıyla fotoğrafın edebiyatla kesiştiği noktaya doğru bir keşif gezisine çıkıyoruz. “Berger’ın fotoğraf ve sanat üzerine yazdığı metinleri incelendiğinde iki önemli özellik hemen göze çarpar. Bunların ilki, Berger’in konularını karmaşık kuramların korkutuculuğundan uzak ve özgün bir biçimde ele alması, diğeri de söz diziminde yaptığı şiirsel dokunuşlarla, düşüncenin belleklerde daha güçlü bir biçimde yer edinmesini sağlamasıdır. Sözcüklerin uçtuğunun ama hissiyatın kaldığının farkındadır Berger. İşte bu özelliklerinden dolayı, bir kuramcıdan daha çok, sanat üzerine ufuk açıcı denemeler yazan ‘Sözcüklerin Efendisi’ bir edebiyatçı olarak Berger’ı ele almak daha doğrudur.” SabitFikir orta sayfalarının vazgeçilmezi KararsızOkur infografiği de, her zamanki gibi kapak konusunu destekliyor. Murat Can Aşlak’ın hazırladığı ve Onur Atay’ın resimlediği KararsızOkur bu ay edebiyata bir fotoğraf makinesinin vizöründen bakıyor. Ece Karaağaç ise bu sayıda Söyleşi sayfalarına Misafir kitabıyla da tanıdığımız Kerem Yücel’i “misafir” ediyor. Güncel meseleler ve güvenilir kitap eleştirileri için… Güncel sayfalarında Aysu Önen hiç soğumayan kültür savaşlarına bakıyor. Sinema sayfalarında Abbas Bozkurt da, efsanevi manga serisi Ghost in the Shell’in beyazperde uyarlamasını yorumluyor. Nesne Kitap sayfalarında H. Burak Kuyaş yıldönümlerini kutlayan kitapların özel baskılarını incelerken, BaşkaDünyalar sayfalarında ise Yankı Enki korku türünün ustası Stephen King’in 25 yıl sonra yeniden raflara dönen kitabı Korku Ağı’nı değerlendiriyor. Mert Tanaydın, Dünyadan sayfalarında Paul Auster’ın yeni romanını müjdeliyor, ÇizgiRoman sayfalarında da Levent Cantek, ana kahramanı bir fotoğrafçı olan Sıradan Zaferler’i değerlendiriyor. SabitFikir’in bu sayısında ayrıca Gonçalo M. Tavares, Hamdi Koç, David Shields, Joy Williams, Ece Karaağaç, Andre Alexis, Alberto Manguel, Hakan Bıçakcı, Robert Seethaler ve S. D. Crockett’in eserlerini güvenilir eleştirmenler A. Ömer Türkeş, Burcu Bayer, Seval Şahin, Gökçe Gündüç, Melisa Kesmez, Ali Bulunmaz, Irmak Zileli, Seda Ateş, Sevengül Sönmez ve F. Cihan Akkartal yorumluyor. Ceyhan Usanmaz, Değini sayfasında yeni yayımlanan iki “farklı” portre kitabını incelerken, KuşBakışı sayfaları da bu sayıda yazar, yönetmen, oyuncu ve doktor kimlikleriyle tanıdığımız Ercan Kesal’ı konuk ediyor. SabitFikir'in kapak illüstrasyonu Onur Aşkın’a ait. Ancak çizimler bununla sınırlı değil; iç sayfalarda dikkatli gözler, çok sayıda yetenekli ve genç çizerle de karşılaşıyor.
TÜRKER CİMCOZ İRİS'İN SON YOLCULUĞU
1978-2015, İstanbul Cimcoz Fotografçılık/Turgut Cimcoz'un oğlu MÜGSF Fotograf Bölümü mezunu... 1997 Arıburnu 1998 Yunus Nadi fotograf ödülü gibi bazı ödüllerin sahibidir. Türker Cimcoz Anısına https://www.facebook.com/tcimcoz?fref=ts Türker'i sevenlerin, kendisini anmak ve birlikte geçirdikleri güzel anları
hatırlamak
için
profilini
ziyaret
umuyoruz.(Profil Sayfasından Alıntıdır.)
ederek
teselli
bulacağını
Müşerref Teyze
“O SANİYELERDE ŞOKTAYDIM”
Associated Press (AP) muhabiri Burhan Özbilici, kendisine ödül getiren fotoğraf için "Keşke elçi Karlov sağ olsaydı, o çirkin fotoğraf da olmasaydı" diyerek, üzüntüsünü dile getirdi. Rus NTV televizyonunun Çentralnoe Televidenie (Merkez Televizyon) adlı programa bağlanan Associated Press (AP) muhabiri Burhan Özbilici, kendisine ödül getiren fotoğraf için "Keşke elçi Karlov sağ olsaydı, o çirkin fotoğraf da olmasaydı" diyerek, üzüntüsünü dile getirdi. Sputnik'ten Fuad Safarov'un haberine göre Rus NTV televizyonunun Çentralnoe Televidenie (Merkez Televizyon) adlı programı, Rusya'nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov suikasti sırasında çekilen fotoğrafın dünyanın en önemli basın fotoğrafçılığı ödülü olan World Press Photo'yu kazanması sert bir dille eleştirildi. Programa bağlanan Associated Press (AP) muhabiri Burhan Özbilici, üzüntüsünü dile getirdi. 'YA ABD ELÇİSİNİN ÖLDÜRÜLMESİNİ ANLATAN FOTOĞRAFA ÖDÜL VERİLSEYDİ?' Fotoğrafın terörizmi teşvik ettiğini vurgulayan programın sunucusu gazeteci Vadim Takmenev, jürinin kararına sert tepki gösterdi. Takmenev tepkisini şöyle dile getirdi: "Eğer jüri, ABD, Almanya veya herhangi bir Avrupalı elçinin öldürülmesini anlatan bir fotoğrafa ödül verseydi, bu durumda dünya basının manşetlerinde yer alırdı, batılı politikacılar sert eleştiri yapardı ve farklı tepkiler olurdu. Oysa Rus elçisine yapılan suikastı anlatan fotoğraf ödül aldı. Bu, terörizmi destekleyen bir fotoğraf. Karlov'un Avrupalı meslektaşlarından tepki bile gelmedi. Batı basınında manşetlerde yer almadı, hiç bir batılı politikacı açıklama bile yapmadı." FOTOMUHABİR ÖZBİLİCİ, O ANLARI ANLATTI Programa bağlanan fotomuhabir Özbilici, Karlov suikasti sırasında yaşadıklarını anlattı: "O saniyelerde şoktaydım. Yaralanabilirdim, hayatımı kaybedebilirim, benden sonra bu fotolar da kalabilirdi." 'KATİLİN POZU IŞİD'İN MESAJINI YANSITIYOR' Katilin elini havaya kaldırarak dini sloganlar atmasının terörizmin reklamı anlamı geldiğinin de vurgulandığı programda, "Olayı anlatan bir çok kare vardı, peki neden özellikle bu fotoğrafa ödül verildi? Daha önce dünyada silahlı saldırıları anlatan fotoğraflara da ödül verilmişti. Fakat elçinin öldürülmesini anlatan fotoğraf çok farklı. Burada katil elini havaya kaldırmış, diğer elinde de silah var. Bu şekilde binlerce IŞİD'li teröristin mesajını dile getiriyor" diye tepki gösterildi. Kaynak: Odatv.com
©Michael Somoroff
Brassaï Bir DUAYEN
Sıcak bir duyarlılığın, romantik bir inceliğin ürünü olan fotoğraflarıyla tanınan Macar asıllı Brassai, Paris'li olmayan birçok kişinin Paris hakkındaki fikirlerini şekillendiren fotoğrafların fotoğrafçısı olarak ta bilinir. Ermeni bir anne ve Macar bir babanın oğlu olarak Macaristan Krallığı'ndaki Transilvanya Brasso'da doğdu. (bugün Romanya Brasov) Macaristan'da resim ve heykel öğrenimi gördü. Paris'e yerleşti (1924) ve dönemin ünlü yazarları, ressamlarıyla dostluk kurdu. Gazetecilik yaparken başladığı fotoğrafçılığı sonradan mesken olarak seçti. Paris'in bohem hayatını, kenar mahallerini konu alan en ünlü fotoğraflarını kapsayan Paris Gecesi (1933) ve Paris Hazları (1935) adlı albümleri yayınlandı. II. Dünya Savaşı sırasında fotoğraf çekemediği için desen çalıştı. Savaş sonrasında da yeni albümler yayınladı; fotoğrafın olanaklarını araştırdı. Ama hep Paris gecelerinin fotoğrafçısı olarak tanına geldi. O'nun en bilinen çalışmaları; 1930'ların Paris'inin gece manzaraları, mimarisi, cafe ve bar insanları ve şehri gece yaşatan işçilerinin fotoğraflarıdır. Çektiği birçok Paris fotoğrafı dergilerde kullanılmış, birçoğu da kariyerinin son günlerine kadar görünmeden ve yayınlanmadan kalmıştır. Bu görüntüler özellikle fahişelerin, ilaç bağımlılarının aşıkların (hem heteroseksüel hem de homoseksüel) ve performansçıların savaş öncesi Paris'indeki fotoğraflarıdır. Brassai'nin fotoğrafçı olarak ünü 1930'ların ortasında Amerika'ya ulaşır ve çalışmalarından bazıları Modern Sanatlar Müzesi'nde açılan “Fotoğraf: 1839 1937“ isimli sergiye alınır. Brassai 2. Dünya Savaşı patlak verinceye kadar Paris'i fotoğraflamayı sürdürür. İşgal altındaki Fransa' da fotoğraf çekmek imkansızlaşır ve Brassai önceki uğraşı olan çizime döner. Savaş bittiğinde bu çizimler sergilense de tekrar fotoğraf çekmeye aynı zamanda da Henri Miller tarafından önsözü yazılan ve 1948 yılında yayımlanan “Histoire de Marie“ isimli kitabını yazmaya başlar. 5 yıl sonra da fotoğrafları “Camera in Paris“ adlı albümde yayımlanır. Brassai 1950' lerden itibaren fotoğraf makinesini şehrin caddeleriboyunca ilgisini çeken duvar yazıları ve resimlerine çevirir. Fransa ve İspanya'nın değişik şehirlerine seyahat eder ve fotoğraf çekmeyi sürdürür. Picasso ile arkadaşlığı sonucunda 1964 yılında oldukça ses getiren “Conversation avec Picasso“ (Picasso ile Söyleşiler) kitabı yayımlanır. Brassai 1984 yılında Paris'te ölür. Brassai, Henry Miller: The Paris Years, Arcade Publishing, 1975 Brassai, The Secret Paris of the 30's. New York: Thames & Hudson, 1976 Letters to My Parents, Chicago, IL: University of Chicago Press, 1997 Brassai, Conversations with Picasso, Chicago, IL: University of Chicago Press, 1999
Paris'te Gece Siste Morris Sütunu ve Gelip Geçenler
Kiki ve Arkadaşları, Thérèse Treize de Caro ve Lily, 1932
Kiki Montparnasse'daki Bir Barda, 1931
Mississippi Kenarında Güneşlenen İki Adam, 1957
Moulin Rouge, Paris, 1937
Picasso ve Jean Marais ressam ve model olarak poz verirken, 1944
Central Park'ta Poz Veren Modeller, 1957
Greenwich Village, New York, 1957
Çift
Gösteri Ayıları Boğazdan Geçerken, 1953
İNCELEME
SAVAŞTA ve AŞKTA HER YOL MUBAH MI?
Yukarıdaki klasikleşmiş “İspanya İç Savaş” fotoğrafının gerçek olup, olmadığı yıllardır tartışıldı durdu. Fakat Katalan Gazete El Periódico’nun, 17 Temmuz 2009 Cuma günü, ortaya attığı bir iddia, tartışmaya Capa aleyhine son vermiş gibi görünüyor.
Cenk 'Mirat' PEKCANATTI, Salı, 20 Ağustos 2009 Modern foto muhabirliğin kurucularından kabul edilen Robert Capa’nın, kurumuş otlarla kaplı bir yamaçta vurulup, yere düşmekte olan milis fotoğrafı ya da bilindik adıyla “Düşen Asker(1)”, İspanya İç Savaşı’nın yeryüzünde, şüphesiz en çok bilinen görüntüsüdür. Ama 1936 Eylül’ünde çekildiği “O” andan günümüze, Robert Capa’nın bu dramatik fotoğrafının gerçekliği defalarca tartışmalara sebep olmuştur. Tam olarak nerede çekildiğini ve fotoğraftaki askerin kim olduğunu saptamak amacıyla bitmek tükenmek bilmeyen ısrarlı girişimler günümüze
kadar
da
sürmüştür.
Konu
hakkında
bir
çok
spekülasyon
yapılıp,
ardından “Düşen Asker” çeşitli kanıtlarla zaman zaman aklansa da, Katalan gazetesi, El Periódico’nun son iddiası yenilir yutulur cinsten değil”
Halen
dünyanın
en
iyi
savaş
fotoğrafçılarından
biri
olarak
kabul
edilen
Capa’nın klasikleşmiş fotoğrafının mizansen olabileceğine dair en yeni kanıt, 17 Temmuz 2009’da gündeme geldi. El Periódico, sözde “Düşen Asker”in iddia edildiği gibi, Andalusya’daki Cerra Muriano yakınlarında değil, güney-batısındaki, o zaman cephe hattından uzak, Espejo Kasabası civarında fotoğraflandığını iddia etti. Gazete, haberi “Capa Düşen Askerini Savaşın Olmadığı Bir Yerde Fotoğraflamış.” başlığıyla yayınladı. Gazete, Capa’nın çatışmaların başlamasının üç ay sonra, 5 Eylül 1936’da çektiği, bu fotoğrafla ilgili olarak bir foto-analiz de yapmış. Bu analizi bir kanıt olarak sunan gazete, “Savaşın aktif olduğu bölgeden 10 km uzakta olan esas mahal, ölümün gerçek olmadığını gösteriyor.”, diye yazdı.
Y.N: Bu analizi ilerleyen kısımlarda görebileceksiniz.
Ortaya atılan iddia, günümüzde Espejo yakınlarındaki yamaçlarda çekilen ve Capa’nın fotoğrafında görülen ufuk çizgisiyle birebir örtüştüğü çıplak gözle görülen fotoğraflara dayanıyor. Onlarca yıllık sırrın çözülmesinin anahtarı daha çok Capa’nın yine aynı seri içerisinde çekmiş olduğu diğer iki fotoğrafında saklı”¦
Bu fotoğrafların birinde yerde sırtüstü yatan (muhtemelen ölü) bir milis, diğerindeyse sıra halinde diz çöküp, tüfekle bir yerlere nişan almış direnişçiler görülüyor. Arka plandaki manzara her üç fotoğrafta da birbirini peşi sıra takip ediyor. Bu iki fotoğrafın fonunda yer alan, tepelerin görüldüğü ufuk
çizgisi,
“Düşen
Asker”de
de
görülen
arka
planla
tamamen
uyuşuyor.
Capa’nın fotoğraflarının, İspanya Cumhuriyetine baş kaldıran Franco birliklerine karşı savaş halindeki bir grup genç milisin manevralarını gösterdiği iddia ediliyor. Haberi yapan Ernst Alos, 20 Temmuz’da The Independent’a, konu hakkında yaptığı açıklamada, “Tespit olunan lokasyon hiçbir şüpheye meydan vermeksizin; sahnenin aleni bir aldatmaca, bir kurmaca olduğunu kanıtlıyor.” şeklinde görüş bildirdi. Ernst Alos, “Espejo’da, Capa ve yoldaşı Gerda Taro,
Cerro Muriano’yu terk ettikten yaklaşık 3 hafta sonra, sadece 22 – 25 Eylül tarihleri arasında çarpışmalar olmuştu. (Öncesinde sadece bazı hava bombardımanları rapor edilmiş.) O zamana kadarsa, “Düşen Asker”in fotoğrafı, zaten Fransız “Vu” dergisinde yayınlanmıştı. Franco’nun birlikleri en az 24 km uzakta, Cordoba yakınlarındaki Montilla’daydı ve vurulma olayının cereyan ettiği
iddia
edilen
yamaçlar
Cumhuriyetçilerin
kontrolündeydi”
diyerekten
ekliyor. Muharip askerler tarafından Eylül’ün sonuna kadar burada hiçbir ölü ya
da
yaralının
üstlere
rapor
edilmediği
göz
önünde
bulundurulduğunda,
fotoğraftaki askerin düşman mermisiyle vurulmuş olması, ihtimal dâhilinde görülmüyor. Bu durum, bir Capa biyografı olan Richard Whelan’ın manevra yapan milislerin fotoğraf çekimi için “savaşıyormuşçasına ortalıkta” takıldıkları ve talihsiz milisleri, bir keskin nişancının bir bir vurduğu senaryosuyla çelişiyor. (Bir diğer rivayete göre (ki Capa’nın söylemesi) ağır makinelilerle mermi yağmuruna tutulmuşlar. Bir başkasına göreyse; Franco’nun savaş deneyimli askerleri bu maceraperest asiyi sıcak bir çarpışma esnasında vurmuşlar.)
1936 yılındaki iç savaş sırasında 9, şimdi ise 82 yaşında olan Espejo sakini Francisco Castro da, gazetede yazanları doğrularcasına, “Bu civarda Eylül’ün sonuna kadar bir el bile ateş edilmedi. Milisler sokaklarda dolanıp, köyün en iyi jambonlarını yediler” diyor. Tabi ki bu demeçte de görüldüğü gibi, o zamanda yine koyun can, kasap ise et derdindeymiş”¦ Korkusuz bir savaş fotoğrafçısı olan Capa, şöhretini meşhur deyişini hayata geçirerek elde etmiştir. “Fotoğrafınız yeterince iyi değilse, olaya yeterince yakın değilsiniz demektir.” Bu özlü söz kuşaklar boyunca genç hayranlarının çatışmanın eksiksiz görüntüsünün peşinde koşmaları için bir esin kaynağı olmuştur.
Capa,
İspanya’ya
gitmeden
önce
Endre
Friedmann
olan
adını
değiştirip, 1954 yılında Hindiçini’nde talihsiz şekilde bir kara mayınına basana kadar, Çin, Tunus, İtalya, Fransa, Almanya ve İsrail’deki savaşların tarihi anlarının haberlerini yapmaya devam etmiştir.
El Periódico, bu iddia ile Capa’nın mevcut namına zarar vermeye çalıştıkları yönündeki
iddiaları
reddediyor.
Gazetede
bu
konu
hakkında
yer
alan
makalelerin birinde İspanya İç Savaşı’nın, Capa’nın genç bir serbest fotoğ-
rafçı olarak sahneye ilk çıkışı olduğunun altı çizilerek, o zaman 22 yaşında olan bu çaylağın, sözde görüntülemiş olduğu ilk çatışmasına ait fotoğraflarını satmaya ihtiyacı olabileceği, kendini kanıtlamak isteğiyle böyle bir yola başvurmuş olabileceği söyleniyor. Uğruna hayatını riske etmekten çekinmediği ve nihayetinde de kaybettiği sayısız orijinal fotoğrafla, bu ‘gençlik kusurunu’ telafi ettiği de ekleniyor. Hatırlayacak olursanız, 70 yıl zayi kaldıktan sonra, Capa’nın binlerce iç savaş fotoğrafını içeren bir valiz Meksika’da ortaya çıkmıştı. Koleksiyon 1940’ta bir diplomat tarafından Nazi kuşatması altındaki Paris’ten çıkarılıp, gizlice Meksika’ya getirilmişti. Capa, 1939’da tüm karanlık oda malzemelerini ardında bırakarak Fransa’dan kaçtı ve her zaman; bu valizde dâhil olmak üzere, tüm işlerinin imha edildiğini farz etti. Fakat uzun süren görüşmelerin ardından bu eften püften mukavva kutu, Capa’nın kardeşi Cornell tarafından kurulan, New York’taki Uluslararası Fotoğraf Merkezi tarafından geçen sene geri alınıp, merkezin arşivlerine eklendi. Meksika Valizi, bazıları daha birkaç ay önceki Barselona sergisinde ilk defa görücüye çıkan, İspanya İç Savaşıyla 1937’den
ilgili
fotoğraflar
başlıyorlardı
odaklanmışlardı.
içeriyordu. ve
Araştırmacılar
Fotoğrafların
çatışmaların valizde
“Düşen
kayıtlı
nihayetlenme Asker”
fotoğrafı
tarihleri, aşamasına serisinin
devamı niteliğindeki negatiflerin bulunamamasından dolayı büyük bir hayal kırıklığına uğradılar.
(1) İspanya’da bu fotoğraf “Muerte de un miliciano” yani “Bir Milisin Ölümü” adıyla anılıyor.
“Tarih üzerinde mutabakata varılmış bir masaldır.” Napoleon Bonapart
“Düşen Asker”in El Periódico Tarafından Yapılan Foto-Analizi
Düşen (Kandırışçı) Asker – İspanya İç Savaşı’nı tüm çıplaklığıyla yansıtan ve Robert Capa’nın kariyerinin miladı sayılan fotoğraf. – Fakat şimdi mavi dikdörtgenin içerisinde yer alan bölgeye pürdikkat bakın.
”Düşen Asker”deki mavi dikdörtgen içerisine alınmış alan, yine Capa tarafından aynı yamaçta fotoğraflanan, üstteki görüntü ile benzeşiyor. Şimdi bu fotoğrafta turuncu dikdörtgenle işaretlenmiş alanla aşağıdaki görüntüde turuncu dikdörtgenle işaretlenmiş alanı karşılaştıralım.
Bir üstteki fotoğrafta turuncu dikdörtgen içerisindeki bölge, aynı yerde çekilen bu görüntüdeki turuncu dikdörtgen içine alınmış bölgeyle görüldüğü üzere birebir uyuşuyor. Gelelim kırmızı dikdörtgenle işaretlenmiş alana”
Şimdi, Espejo’nun hemen dışındaki bu tepelerin günümüzdeki görüntüsüyle, Capa’nın son fotoğrafındaki tepeleri (kırmızı dikdörtgen içerisindeki) karşılaştırın. Tepeler, Capa’nın “Düşen Asker” fotoğrafını, iddia ettiği gibi, Cerro Muriano yakınlarında değil de, Espejo civarında çektiğini, kanıtlar şekilde, birebir örtüşüyor.
UZMANLAR İDDİA HAKKINDA NE DEDİLER?
“Fotoğrafın
gerçekten
bir
adamın
vurulma
anında
çekilip
çekilmediğinin
bilinmesinde ısrar etmek, hem marazi hem de olayı önemsizleştirici bir şey. Fotoğrafın büyüklüğü en nihayetinde, simgelediklerinde yatıyor, belirli bir adamın öldüğüne dair gerçek bir rapor olmasında değil.” – Richard Whelan, Capa’nın Biyografı
“Eğer bu fotoğraflar kurmacaysa, Capa mükemmel kareyi yakalamak için gerçeği abartmış olan ne ilk ne de son fotoğrafçı olacaktır. Şundan emin olabiliriz ki iddia doğruysa, ‘Düşen Asker’ hücum esnasında ya da siperden hücum edermişçesine görülen bir askerin rastgele kaymış ve düşmüş fotoğrafından başka bir şey olmayacaktır.” – Bunny Smedley, Eleştirmen
“İster
gerçek
olsun,
ister
kurmaca,
‘Düşen
Asker’,
nihayetinde
Capa’nın
politik eğilim ve idealizminin bir kaydıdır. Gerçektende Capa, yaşanan gaddarca
cinnetleri
tanıkların,
ve
kaçınılmaz
savaşın bir
“romantik”liğine
biçimde
yüzleştiği
yeterince
yakınlaşan,
yanılsamalarının
tüm
tükenişini
tecrübe edecekti.” – Alex Kershaw, Capa’nın Biyografı “Fotoğrafın ardındaki gerçek öykünün önemli olmadığını söylemek sorumsuzca ve durumu önemsizleştiren bir şey. Şayet Capa fotoğrafta bir aktörü oynatsaydı aynı etki ve duyguyu verebilir miydi? Buna yoğunlaşmalıyız çünkü bu fotoğraf, çekenin cümlelerini yansıtıyor.” – Chistopher Ricks, Kültürel Eleştirmen
“En ünlü fotoğrafında, krala sadık Cumhuriyetçi bir partizanının -elinde silahıyla- ölüm anı görülür; bu fotoğraf 20’inci yüzyılın
simgeleşmiş savaş
ve savaş karşıtlığının görüntüsü oldu. Oysa bir savaş fotoğrafçısı olarak Capa, gaddarlığa, fiziksel işkenceye ya da
ölüme meraklı değildi. Bunların
yerine bize ne gösterdi?.. Savaşı, olağanüstü bir maceradan çok elem verici bir zorunluluk olarak gören adamlar.” – Susie Lindfield, Eleştirmen
“ICP konu hakkında yeni yorumlara açık. Fotoğraflardaki dikkate değer bir benzerlik. Ben birbirine benzer birkaç tepe görüyorum, ama emin değilim. Her şeye rağmen hala sıra dışı bir fotoğrafla karşı karşıyayız.”
“‘Düşen Asker’in Espejo’da fotoğraflandığı yönündeki yeni kanıtlar “zorlama, hatta yanıltıcı” Mevki konusunda bir karışıklık söz konusu olmuş olabilir, çünkü Capa yolculuğu sırasında “çok az sayıdaki fotoğrafı hakkında dipnot düşmüş”, kendisi öncelikle bir savaş fotoğrafçısıydı. Bundan ötürü de fotoğrafı
nerede
çektiğini
hatırlamaması
fazlasıyla
olası,
muhtemelen
filmini
Paris’te banyo ettiklerinde, yer tahmininde bulunmaları için editör ve ajansının insiyatifine bırakmış. “Düşen Asker”in varlığı bilinen negatifi yok.” – Cynthia Young, Robert Capa Arşivi Küratörü – “I.C.P Yardımcı Küratörü” sıfatıyla da anılıyor.
Bu ikinci demecin referansı için bakınız: http://www.nytimes.com/2009/08/18/arts/design/18capa.html?_r=1&ref=arts
“Bu nedenle ‘gerçek’, Taino lakaplı askeri öldüren, küskünlük, nefret, mermi ve
top
ateşi
gerçeğiydi.
fırtınasının
Hakkında
hüküm
ortasında
kaderiyle
verilmesi
“kabul
karşılaşanların
edilemez”
olanı,
asıl asla
onaylamayın.” – Frederico Mayor Zaragoza, Barış için Kültür Vakfı Başkanı, Cordoba
“Fotoğraf makinesini tek bir yöne doğrultup diğer yönü es geçtiğiniz andan itibaren sanat daima manipülasyondur. Yeni tartışmalar fotoğrafın Capa ve hayranlarının iddia ettiklerinden farklı bir şey olduğunu kanıtlasa bile, bu Capa’nın mevcut dehasının değerini düşürmeyecektir.” – Ángeles GonzállezSinde, İspanya Kültür Bakanı, Film Yönetmeni ve Senarist
“Gerçek, zamanın kızıdır.” (İspanyol Atasözü)
Dövüş Kulübünün Üyeleri: [sürekli tekrarlayarak] Onun Adı Federico Borrell Garcia Federico doğdu.
Borrell
Garcia
(3
Nisan
1912),
İspanya,
Alicante,
Benilloba’da
Vicente Borrell ve Maria Garcia’nın oğullarıydı, Yokluk içerisinde yaşayan, 3 (4 olduğuna dair bazı iddialar da var.) erkek ve 2 kız kardeşten oluşan büyük bir ailenin mensubuydu. 1917 yılında bir çiftçi olan babası öldü. Ailesi, 15 kmötedeki Alcoy’a taşınmak zorunda bırakıldı. Federico, Benilloba’yla –1936’da burada Anarkosendikalist CNT(1)’nin sekreteri olan– Gil Doménech Monllor ile olan yakın dostluğu sayesinde bağını sürdürdü. Alcoy, köklü radikal geleneklere sahip, bir işçi sınıfı kasabasıydı. Arkadaşları arasında “Taino” diye anılırdı. Alcoy’daki bir dokuma fabrikasında dokumacı olarak çalıştı. Ne zaman anarşist olduğu net olarak bilinemese de, 1930’da yerel anarşist gazete Redencion’a (Kurtarma) abone oldu. 1932’de Anarşist Özgürlükçü Gençliğin (FIJL) (2) yerel kolunu kurdu.
Annesi 1933 yılının Temmuz ayında öldü. Merkezi hükümetin aşırı sağa meyil etmesiyle birlikte, İspanya’nın dört bir yanında gerçekleştirilen direniş hareketlerinden birisi olan, Ekim 1934’teki bir elektrik trafosunun havaya uçurulması eylemine, FAI (3) üyeleriyle birlikte katıldı. 1936’da Franco güçlerine karşı gerçekleşen çatışmalar esnasında piyade barakalarına yapılan saldırıda da yer aldı.Anarşist eylemci Enrique Vaño Nicomedes’in liderlik ettiği, Alcoy’daki “Columna Alcoiana” adlı yerel milislere katıldı.
5 Eylül 1936 sabahı Cerro Muriano’ya (Cordoba), milislerin ileri hattını General Varela’nın güçlerine karşı desteklemek için gelen elli milisten birisiydi. Öğleden sonra, Franco’nun birlikleri hatların ardına sızarak önden ve arkadan ateşe başladıklarında, Federico müfrezenin ardındaki topçu bataryasını savunuyordu. Federico, saat 17.00 sularında vurulmuş ve anında ölmüştü. Kayıtlara göre o günkü çatışmada birlikten ölen tek kişiydi. Onun ve 25 Eylül 1936’da ölen Alcoy’un bir diğer anarşisti Juan Ruescas Ãngel’in onuruna bir milis yürüyüş koluna, “Ruescas-Taino” adı verildi. Meşhur fotoğrafın “kurmaca” ve bu yüzden de sahte olduğuna, aslında bir milisin ölümünü belgelemediğine dair şiddetli tartışmalar baş gösterdi. Ancak, daha 14 (!) yaşında olmasına rağmen, Alcoiana yürüyüş koluna dâhil olan, Mario Brotons 1996 yılında fotoğraftaki milisin kimliğini doğruladı. Bu süreç sonunda, Capa’nın töhmet altında kalan itibarı kurtulmuş ve Federico meçhul bir asker olarak kalmaktan kurtarılmıştı. Federico bir çukura gömülmüş ve düştüğü yere yakın bulunan işaretsiz mezarı bu zamana kadar bulunamamıştır.
1 Confederacion Nacional Del Trabajo (Ulusal Emek Konfederasyonu) 2 Federacion Ibérica de Juventudes Libertarias (İberyalı Özgürlükçü Gençlik Federasyonu) 3 Federacion Anarquista Ibérica (İspanya Anarşist Federasyonu)
Y.N: “Düşen Asker”in kim olduğuna dair yapılan spekülasyonlarda en çok öne çıkan isim Federico Borrell Garcia”
Ben bunun böyle olmadığını düşünsem de, sizinle Garcia hakkındaki bu yaygın biyografiyi paylaşmak istedim. Bence “Düşen Asker”, biyografinin girişindeki fotoğrafta sol başta yer alan, kırmızı daire içerisine almış olduğum milistir. Garcia ise onun hemen yanında, yeşil daire içerisinde yer alan milistir. Bilgilerinize.
BA
Fotoğraf öylesine popüler ki, “Simpsonlar” adlı çizgi filmde de kullanıldı.
Fotografista’nın Komplo Teorileri Diyelim
ki
Capa,
büyük
bir
şans
eseri
kendisine
bir
gecede
dünya
çapında ün kazandıran bu fotoğrafı çekti. Capa’nın bu fotoğraftaki milisin adını bilememesi sizce de şaşırtıcı değil mi? Kendi söylediğine göre (biyografisinde); Capa, Borrell’in de dâhil olduğu milislerle bir hafta boyunca birlikteymiş. İnsan ister istemez kendi kendine soruyor. Bu kadar küçük bir grupla savaşın ortasında, uzunca bir süre geçirip, ardından can veren bu adamı görüp, diğer milislerden herhangi birisine, insan “ölen kimdi?” diye sormaz mı?
Bence Capa, bu fotoğrafı politik nedenlerle, propagandacı bir amaca hizmet etmek için çekti. Yüce bir amaç uğruna ölen, kralına sadık, cumhuriyetçi
bir
milis
kimi
etkilemezdi
ki”¦
Bundan
ötürü
çekimi
önceden kurguladı. Hâlihazırda iletişim içerisinde olduğu milis gru buna niyetini açıp, sanki bir manevranın ortasındaymışçasına davranmalarını istedi. Sadece manevra yapan milislerin görüntüleri tatmin edici değildi. Bundan ötürü de birkaçından vurulmuş taklidi yapmala-
rını istedi. Sonuçta ortaya “Düşen Asker” ve diğer ölü milis fotoğrafı çıktı.
Ayrıca fotoğraftaki milisin teşhis edilmesi neden bu kadar uzun zaman aldı? 1996 yılına kadar geçen 60 yıllık sürede insanların aklı nerelerdeydi? Neden icap etti de kimlik tanımlamasına gerek duyuldu? Bazı
iddialarda
yer
alan,
“Düşen
Asker”in
bir
keskin
nişancı
tarafından vurulduğu yönündeki iddialara karşılık olarak, “Shadows of Photography – Fotoğrafçılığın Gölgeleri” kitabının yazarı ve bir iletişim
profesörü
olan
José
Manuel
Susperregui,
“Cordoba
cephesinde
keskin nişancı olduğuna dair görsel ya da yazılı belgelere dayalı bir referans yok.” diyor. Ayrıca, Susperregui’nin ve El Periódico gazetesinin fotoğraf hakkındaki genel görüşleri de tamamen aynı”¦ Capa’nın, İspanya’ya gitmeden önce Endre Friedmann olan esas adını, “Robert
Capa”
İspanyolların
olarak yaşam
değiştirmesi, tarzından
ve
İspanya’da sıcak
geçirdiği
dönemde
ilişkilerinden
oldukça
etkilenip, onlarla kolay duygudaşlık kurmak için kendini, “Roberto” olarak çevresine tanıştırması onun tipik karakterinin dışavurumları”¦ Capa’nın işini görebilmek, fotoğraf çekebilmek için bu tür ufak-tefek isim oyunlarının dışında “yalan söylemek” ve “söz verip tutmamak” gibi hünerleri de var. Örneğin 1948’de, (1947 diyenlerde var.) Capa ile John Steinbeck haber yapmak için (Rusya Güncesi), Rusya’ya gidip geri döndüklerinde Steinbeck, “Bu adamla bir daha asla çalışmam” diyerek veryansın etmiş. Gerekçesiyse Capa’nın fotoğraf çekebilmek için, herkese ondan istedikleri hediyeleri göndereceği yönünde yalanlar sıralayıp,
ardından
Steinbeck’in
tüm
verdiği bu
sözleri
vaatleri
yerine
tınlamaması getirmek
ve
nihayetinde
zorunda
kalmasıymış.
Oysaki hediye sözü verilen adamların bir kısmı ağır Rus ağabeylermiş… Belki de Oliver Stone’un “El Salvador” filminde James Woods’un canlandırdığı,
Richard
Boyle
yaratılmıştır. Ne dersiniz?
karakteri
Robert
Capa’dan
esinlenilerek
Resmi arşivlerde Federico Borrell Garcia’nın fotoğrafın çekildiği gün olan, 5 Eylül 1936’da öldüğüne dair yazılı hiçbir belgeye rastlanılmamaktadır.
Avustralyalı kaleme
gazeteci
aldığı
bir
ve
yazar,
Robert
Capa
Philip
Knightley*,
biyografisinde**
yer
Alex alan
Kershaw’ın yorumları
şöyle: “Capa yalancı, kompülsif bir kumarbaz, depresif bir kişilik,, sıkı bir içici ve zamparaydı (özellikle hayat kadınlarıyla olan ilişkilerinde). İnsanları kullanmayı severdi. Verdiği sözleri tutmazdı. Komünist
olmakla
suçlanıp
Birleşik
Devletler
Dışişleri
Bakanlığı
pasaportuna el koyduğunda, geri alabilmek için çevresindekileri gammazlamıştı.” Gammazladıklarından birisi eski meslektaşı ve arkadaşı Joris Ivens***. Knightley’in yorumları şöyle devam ediyor. “Life’ın kurucusu ve “March of Time” adlı haber filmleri serilerinin yapımcısı, Henry Luce’nin ısrarcı teşvikiyle, en az aslı kadar gerçekçi olan, İspanya İç Savaşı’nda Faşist mevzilere düzenlenen Cumhuriyetçi saldırıları sahneledi. Ve iddia ediyorum ki tüm zamanların en meşhur savaş fotoğrafını -ölüm anındaki İspanyol askerini- tezgâhladı.”
*İngiltere’deki Lincoln Üniversitesi’nin Gazetecilik Bölümü’nde halen konuk
profesör
ve
“İstihbarat
Servisleri
ve
Propaganda”
konusunda
uzman bir medya yorumcusu – Meraklısına internet sitesinin adresi: http://phillipknightley.com/)
**Blood and Champagne: The Life and Times of Robert Capa – Kan ve Şampanya: Robert Capa’nın Yaşamı ve Zamanı
***6 Nisan 1938 tarihinde Çin ordusu, Li Zongren’in liderliğinde Tai’erzhuang’da Çin’e saldıran Japon ordusunun 10. tümenini kuşatarak 20 bin Japon saldırganı yok etmişti. Bu savaş, Japon saldırganlara karşı
direniş savaşının başlatılmasından sonra Guomintan Partisi’nin düzenli savaş meydanında kazandığı en büyük zafer oldu. Joris İvens’le Çin’e gelen Robert Capa, olanları filme çekmek için savaş cephesine gitmek istemişlerdi. Partisi
Yabancı
tarafından
yakalayarak
olduklarından
reddedilmişti.
Tai’erzhong
köyüne
dolayı
Ancak
yakın
bu
İvens
olan
bir
istekleri ve
korulukta
filme kaydetmişlerdi. Vay! Anam Vay! Nereden nereye?…
BA
Capa,
Guomindan bir
fırsat
bu
savaşı
Gelelim meşhur 'Düşen Asker' ve 'Vu'da yayınlanan diğer ölü milis fotoğrafının
analizine;
'Düşen
Asker'
fotoğrafında
yer
alan
milis,
iddia edildiği ve 1996’da kimliği açıklandığı gibi Federico Borrell Garcia
falan
değil...
Bence
aynı
günde
birbiri
peşi
sıra
çekilen
fotoğraflardan biri olan üstteki toplu fotoğrafta, en solda yer alan 'adı meçhul' ve 'cesedi kayıp” olan kişi'... Durum detaylarda gizli, hadi gelin bu detayları ele alalım. Hemen aşağıda, solda yer alan, 'Düşen Asker' fotoğrafı detayındaki kişi beyaz bir gömlek ve açık renk (belki açık hâki) bir pantolon giymiş. Her bir omzundan aşağıya doğru birbirine paralel inen kayıştan askılar, belindeki mühimmat çantalarının takılı olduğu kemere bağlanıyor. Aşağıda, sağda yer alan diğer adamın (bu diğer detay fotoğrafındaki ölü milis oluyor.) üzerindeyse bir işçi tulumu var. Göğüs kafesini çaprazlama saran askı belindeki mühimmat çantalarının takılı olduğu kemere bağlanıyor. Garcia (toplu fotoğrafta (belki
daha
soldan
ikinci)
açıkça
koyu
tondaki
bir
görüldüğü
hâki)
bir
üzere
gömlek
daha
giymiş,
koyu
renkte
sağ
gömlek
kolunun kıvrım ucuna koyu renkli bir şey iliştirilmiş. Zarfı andıran açık renkli çanta belinde asılı ve cepheden görülüyor. “Düşen Asker”
fotoğrafındaki
milisinki
gibi
askıyla
boynuna
çaprazlamasına
asılı
değil. 'Düşen Asker'in boynuna ve belindeki kemere asılı toplam üç (3) çanta var. García’da ise iki (2), vs. vs. Fotoğrafta yoldaşlarıyla birlikte görülen
yan
yana
milisler
sıralanmış arasında
ve
ellerindeki
askıları
göğüs
tüfekleri kafesini
sallarlarken
çaprazlamasına
sarmış yegâne adamında soldan üçüncü şahıs olduğu düşünülünce, Vu’da yayınlanan her iki fotoğrafta da yer alan ölü milislerden hiçbiri Federico Borrell García değil. Hadeyin geçmiş olsun!
Aşağıdaki 1936 tarihli “Vu” dergisinin sol sayfasında yer alan iki fotoğrafa da dikkatle bakın. Bu iki fotoğrafta iki ayrı milis nasıl oluyor da, tamamen aynı noktada yere düşüp de ölmüş olabiliyorlar? Her iki fotoğrafta yer alan otların belirgin dik saplarının yapılanmaları birebir
nasıl
aynı
olabiliyor?
(Hatırlatma:
Bu
fotoğrafların
daha
büyük görselleri konunun içerisinde mevcut. Detayları karşılaştırmak için İnternet'te daha büyük ölçeklilerini bulabilmek olasıdır.)
Capa’nın
“Dünyanın
En
Baba
Savaş
Fotoğrafçısı”
sanını
kazanmasını
sağlayan fotoğrafların hep uç bir öyküsü var. Ya hakkında spekülasyon yapılacak ya da teknik aksaklıklar baş gösterecek. Hatta geçen yıl bulanan Meksika Valizi de bu uçarı öykülere eklenen son halka denilebilir. Gelin iddiamı örneklerle gözden geçirelim.
1932’de Kopenhag Stadyumu’nda çekmiş olduğu, Rus Devrimi hakkında ateşli bir konuşma yapan Troçki’nin fotoğrafı nassı banyo edilmiş? Nasıl basılmıştır? Oy! Anam Oy! Şartlar hep zordur konu Capa olunca...
6 Haziran 1944… Omaha Sahili’nde Robert Capa’nın da içinde bulunduğu çıkartma gemisine bir saldırı olur. Ateş sürerken kendini güçlükle karaya atar ve 4 rulo filmle hayatının en önemli karelerini çeker. Life’ın karanlık odasındaki kurutma kabininde emülsiyonun çok ısınması yüzünden fotoğraflar mahvolsa da “Life” ve tüm dünya basını bunları tam sayfa basar. Hatta rivayete göre bu arızaya sebep olan çocuğun işten çıkarılması takdirinde bir daha Life ile çalışmayacağını söyler.
Robert Capa’nın Macarca’da “köpek balığı” anlamına gelen soyadını kendine yakıştırması nasıl bir amcanın yapacağı iştir. Bana kalırsa köpek balığının sahip olduğu içgüdü ve davranışları kendine yakıştırmış ve böyle bir karar almıştı. Bence bu da işin detayında değerli bir ipucu!
Bir 2007 yılı yapımı olan, “La sombra del iceberg – Buzdağı’nın Gölgesi” adlı belgesel fotoğrafın kurgu olduğunu ve Federico Borrell García’nın fotoğraftaki kişi olmadığını iddia ediyor.
Gerekçelerse şunlar:
1. 1937 tarihli anarşist bir İspanyol yayınında, Federico Borrell García’nın, bir silah arkadaşının onun fotoğraftaki gibi bir açık alanda değil, bir ağacın ardında siper almış ateş ederken vurulup, öldüğü yönünde bir iddiasının yayınlanmış olması. 2. Bir adli tıp uzmanının, Borrell’in fotoğraflarını ve “Düşen Asker”i analiz etmesinin
ardından,
iddia
edildiği
gibi
fotoğraftaki
milisin
Federico
Borrell García olmadığını tespit etmiş olması.
3. 1975 yılında O.D.Gallaher adlı bir gazeteciye Capa’nın kendisine fotoğrafın bir mizansen olduğunu itiraf etmesi. 4. Ve
fotoğrafın
iddia
edildiği
gibi
saat
17.00’de
değil,
saat
09.00’da
çekildiğine dair astrolojik bir inceleme. Saat 9’da bölge de herhangi bir çatışma olması söz konusu değil. Aslında Eylül’ün 22’sine kadar da değil”
Y.N: Belgesel’in fragmanını aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz. http://www.egeda.es/dacsa/dacsa_filmografia_d03.asp
“Vu”
dergisinde
yayınlandığında
korkunç
sansasyon
yaratan
bu
fotoğrafın
nedense bilindik bir negatifinin olmaması. Meksika Valizi’nde Capa’nın binlerce İspanya İç Savaşı fotoğrafının bulunmasına rağmen, “Düşen Asker”i şaibelerden
arındıracak
negatif/lerin
olmaması.
Fakat
Katalan
gazetesinin,
fotoğrafın çekildiği iddia edildiği lokasyonla, fotoğrafın aslen çekildiği
lokasyonun
birbirlerinden
farklılığını
kanıtlamaya
yarayan
fotoğrafların
çıkması. Capa,
“Düşen
Asker”
fotoğrafının
gerçek
olduğunu
savunanların
“keskin
nişancı”lı senaryoları verdiği röportajlar ve biyografilerinde yer alan ifadeleriyle zaten çürütmüştür. Capa ifadesinde milisin makineli tüfekle yapılan yaylım ateşiyle öldüğünü söylemektedir. Henry Cartier Bresson’un Charlie Rose ile 2000 yılında yaptığı röportajdan alınan aşağıdaki kesitte Robert Capa’nın kişiliğine dair bir ipucu niteliğinde;
C.R: Ve arkadaştınız... H.C.B: Hayır. Birbirimizden çok farklı olmamızla birlikte güçlü bir birliktelik vardı. Szymin (Chim) bir düşünür. Capa ise bir maceraperestti. C.R: Capa sizin Magnum’u kurmanıza yardımcı oldu mu? H.C.B: Bu daha çok Chim’in fikriydi. C.R: Magnum fikri? H.C.B: Evet. Chim bir düşünürdü. Capa ise tam bir maceraperestti. Birbirlerinden oldukça farklılardı. C.R: Ve siz ise? H.C.B: Pıh! Hiçbir şey! C.R: (Gülerek) Hayır! H.C.B: Tam bir birliktelik! C.R: Tam bir birliktelik derken? H.C.B: Capa’nın paramızı alması dışında. Ve Chim “daha çok para kazanabilmemiz için durumu
nasıl
idare
etmemiz
gerektiğini
biliyordu.
Capa
bir
kumarbazdı.
Ama
at
yarışlarını her zaman kazanamıyordu. Ama bu önemli değildi...
SONUÇ Tüm verilerin ışığında ben şahsen “Düşen Asker”in bir mizansen sonucu ortaya çıktığına inanıyorum. Capa sempatizanı olduğu tarafı kayırmış ve böyle bir fotoğrafı çekmeyi doğru bulmuştur. Kısacası onun için “Savaşta ve Aşkta Her Yol Mubahtır.” YA SİZİN İÇİN?
SİVİL KENT HALLERİ Buğrahan FERTELLİOĞLU
Görsel işler içinde en genç ve henüz tam anlamıyla formalize edilememiş bir alan olarak fotoğraf -eğer- toplum için bir ortak görsel algıdan bahsedilebiliyorsa şimdiki zaman için bunda en belirleyici olanı tartışmasız . Yine görsel işler dahilinde geçmişte ve günümüzde çoğalması, yayılması ve ulaşılması
en
basit
görsel
ürün
olduğundan
bir
"an"dan
bahsedildiğinde
ister-
istemez herkesin aklına gelen şey çoğunlukla bir fotoğraf olmakta... Ve tabii bunlarla olarak bütün
birlikte
yine
tüm
görsel
değerlendirebileceğimiz zaman
kesitlerinin
kayıt
işler
içinde
sosyo-belgesel altına
en
"doğrudan"
fotoğraf
alınması
,
alanı
saklanması
ve
"kurgusuz"
önemli ve
önemsiz
aktarılması
bakımından 'toplum belleği'nin görüntü kısmını tam anlamıyla doldurmakta denebilir. Fotoğrafın ciddiyeti ülke çapında bilinse bile bu bilgi bir bilinçten ziyade ezoteriklikten ibaret. Bu bilincin oluşması ve bir -fotoğraf okuması geleneğinin oluşması sanırım biz fotoğrafçıların şimdi ve ileride en büyük arzusu olacak.
"Benim adım Kevin Carter... dayanacak gücüm yok, bunaldım... Telefonum yok... Kira için, çocuklarım için param yok... Borçlarımı ödeyecek param yok... Para yok! ... Cinayetlerin, cesetlerin, o canlı anıların... öfkenin, acının... Katil cellatların... aç ya da yaralı çocukların... Tetiği çeken kaçıkların, çoğunlukla da polislerin etkisinden kurtulamadım. Şansım yaver giderse Ken'e (Oosterbroek) katılmak için gidiyorum.” Kevin Carter'ın intihar notu
SEDAT PEKCANATTI SOSYO-BELGESEL FOTOĞRAF PROJESİ BURSU
III Katılım şartnamesi için aşağıdaki adresten irtibata geçiniz: froginpain@gmail.com