editörden -Sicut erat in principio-
Yeni... Yine... Yeniden... 15. sayımızla birlikte baharı da kutlayalım istedik! Havaların ısınmaya başladığı bu günlerde, ışık dünyamıza sanki daha 1 başka erişiyor. İçimizi kıpır kıpır ederken, öykülerimizi anlatmak için biz fotoğrafçılara tercüman oluyor. Sen çok yaşa e mi ışık! Bu sayımızda eleştiri hakkında 2 yazıya yer verdik. Ayrıca fotoğrafçı ve editörlerin fotoğrafa gönül vermelerine sebep etkenler hakkında 1 çevirimiz de var. Amacımız bu metni okurken, sizlerin neden fotoğraf çektiğini sorgulamanız; Elinizde makineyle neden sokak sokak dolaşıyorsunuz? Amacınız nedir? Hobi? Para? Şöhret? İtibar? Fotoğraf ilginç 1 yere doğru gitmeye başladı. Buna paralel olarak tuhaf zımbırtılar icat ediliyor. İlerleyen sayfalarda bunun 1 tane masumane, 1 tane de çarpmalı-marpmalı örneği hakkında bilgi edineceğiniz haberler yer alıyor. Bu konu beni derin derin düşündürttü. 15. sayımızda fotoğrafa dair yine birçok değişik içerik yer alıyor. Sayının yayımlanmasına paralel olarak Gölge Fanzin’in youtube kanalından içerikte yer alan konulara dair kısa videolar yayımlamaya başlıyoruz. Dilerseniz yorumlarınızla bize katılabilirsiniz. Hepsinden ötesi sizlere keyifli bir bahar diliyoruz. Hıdırellezde gül ağacına kadife keseler ve dilediğiniz şeylerin maketlerini asmayı ve ateşten atlamayı unutmayın! Her dileğiniz gönlünüzce olsun...
Gölge bir fanzindir. Kafasına göre yayımlanır. Fotokopi yolu ile çoğaltılabilir. Bu işlemden doğan tüm sorumluluklar çoğaltana aittir. Yayımlanan yazı, görüş ve görsellerin sorumluluğu ve telif hakları sahiplerine aittir. Yayın kurulu, Gölge Fanzin’e gönderilen yazıları yayımlayıp yayımlamamakta serbesttir. Ücretsizdir.
Tasarım: I.İ.K Kapak Fotoğrafı: Gülücük, Cenk ‘Mirat’ PEKCANATTI İletişim: E-posta Adresi Facebook Sayfası Twitter Hesabı Youtube Kanalı
“Photographie Retouchée”
Fransa’dan Reklam Kampanyalarına Photoshop Ayarı
Fransa reklam endüstrisinde 1 Ekim 2017 tarihinden itibaren yeni bir dönem açıldı. 1 Ekim tarihinden itibaren yürürlüğe giren yasa ile birlikte Fransa’da ticari amaçla kullanılan tüm fotoğraflarda, kampanyada yer alan modelin bedeninin dijital ortamda değiştirilmesi durumunda “Photographie retouchée” ibaresinin kullanılması zorunlu oluyor. Yasaya uymayanlar ise en az 45 bin dolar olmak üzere reklam bütçesinin yüzde 30’u kadar para cezasıyla karşı karşıya kalacak.
Fransa’da devreye giren yeni yasa, medyada yer alan görsellere daha fazla sosyal sorumlulukla yaklaşılmasına yönelik dönemin ruhuna da uygun. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde Target and American Eagle’ın fotoğrafların düzenlenmeden kullanıldığı iddiası tüketiciler tarafından övgüyle karşılanmış, Vogue tarafından fotoğrafları bir hayli rötuşlanan Lena Dunham ise fotoğraflarının bundan sonra photoshop’lanmasına izin vermeyeceğini açıklamıştı. Gazeteciler tarafından plajda çekilen pozları ile birlikte sosyal medyada kullandığı fotoğrafların ağır Photoshop işlemi içerdiği anlaşılan Kim Kardashian da Instagram’da 100 bin kadar takipçi kaybetmişti. 7
FOTOĞRAF AŞKI
Bu İşi Neden Yapıyoruz? Fotoğrafçı ve Editörleri Çalışmalarında Sürükleyen Tutku Üzerine Her geçen gün daha da büyüyen fotoğraf topluluğunu oluşturan insanlar, adeta dünyaya açılan gözlerimiz niteliğini taşıyor. Kalburüstü sanatçılar, gazeteciler veya ortaya yeni çıkan yeni soluklar; bizi bilgilendiriyor, ilham veriyor, şaşırtıyor, dünyamızı daha geniş bir tarih bağlamına oturtuyorlar. Ancak bu topluluk büyük zorluklarla da karşı karşıya; azalan tirajlar, artan rekabet ve fotoğrafçıların bilgilendirme misyonuna olan güvensizlik... Bu faktörler, -bu topluluğa dahil olan biz fotoğrafçı ve editörlerin- bizleri neyin motive ettiğini görememek konusunda benzer kılabilir. Son kez editörlüğünü yapmakta olduğum TIME LightBox'a hazırladığım bu yazı için, son on yılda beni etkilemiş, ilham veren birçok fotoğrafçı ve editör arasından seçtiğim 13 meslektaşıma sordum. Bunu neden yapıyorlar? Neden her sabah, fotoğraf çekmek, düzenlemek, yayınlamak için yataklarından kalkıyorlar? Fotoğrafçılık onlar için neden önemli? İşte sizlere verdikleri cevaplar. 8
Kathy Ryan, Fotoğraf Yönetmeni, New York Times Dergisi Fotoğraf çağımızın evrensel dili. Hepimizin cebinde yüzlerce, belki de binlercesi var. (mobil telefonlarda taşınan fotoğraflara bir gönderme) Fotoğraflar bir yerlerde ne olup-bittiği tartışıldığında tartışmanın sonucunu belirlerler. Görüntüler yaşlanmaz ve çarpıtılamazlar. İyi bir fotoğrafçı asla ayrı dilden çalıp, söylemez. Bu yüzden fotoğrafçılara ihtiyacımız var. Onlar yeryüzünün karmaşasını, yaşama netlik kazandıran umumi görsellere dönüştüren kişiler. Onlar, bizi çevreleyen kargaşayı ve güzelliği damıtabilecek tanık ve sanatçılardır. Dikkatimizi günlük hayatımızda es geçtiğimiz konulara çekiyor ve kendi çevremiz dışındaki insan ve olaylara yönlendiriyorlar. Göz ve kalplerimizi hassasiyet ve dürüstlükle yönlendirdiklerinde, bildiklerimizi öncesinden daha farklı ve iyi bildiğimizi biliyoruz. Fotoğrafçılar bize kendi bakış açılarından, tekrardan ve daha da dikkatli bakmayı öğretiyor. Ruddy Roye, Fotoğrafçı Gördüğüm için (fotoğraf) çekiyorum. Çekiyorum... çünkü ben çekmezsem kim çeker bilmiyorum. Günümüzde ‘aktivizm’ kirli bir sözcük olarak kabul görüyor. Çekiyorum... çünkü özellikle bir davanın aktif ve güçlü bir savunucusu olmakla huzur buluyorum. Biri çıkıp ta ‘neden’ kelimesinin ne anlama geldiğini nasıl tanımlar? Webster'a göre, "Sonucunda bazı belli başlı şeylerin olmasına vesile olan, etkiyen, olan ya da bulunan kişi ya da şey; Bir etkinin üreteni ya da üreticisi." Fotoğrafladığım her görüntünün, siyahi adamın, kadının ve çocuğun imgelerini yeni baştan incelemesini ve tanımlamasını isterdim. Fotoğrafçılığım her şeyden önce insani eylemi tetikleyen bir katalizör ya da bir sebep. Çektiğim her fotoğraf şu soruları sorgular; "Ben kimim?” ve “Yeryüzündeki görevim nedir?" Bu benim görme biçimim. Bu, benim görmenin bir başka yolu olduğunu söyleme şeklimdir. Sarah Leen, Fotoğraf Yönetmeni, National Geographic Tüm meslek hayatım boyunca fotoğraf derleyip düzenlemiş ve eleştirmiştim. Veyahut fotoğraf öğretmiş ve fotoğrafçılarla çalışmıştım. Fotoğraf dünyaya dair tecrübelerimin çoğunluğunu oluşturan yöntemdi. Ekseriyetle dünyanın birçok bölgesini deneyimlememin de yöntemi oldu. Kişisel olarak, fotoğrafın ‘görüntünün anda kalması’ ve ‘zaman kavramı’ hakkında bir şiir olduğunu hissediyorum. Görüntüler sevdiklerinizin hatıralarını canlı tutabilir, gelecek nesiller için tarihe şahitlik, bir trajedi veya sevince tanıklık edebilirler. Ayrıca davranışları değiştirebilir, anlayışa teşvik edebilir ve insanları harekete geçirebilirler. Fotoğraf kalpten konuşan evrensel bir dildir. Fotoğrafçılar, neyi görmeye ihtiyacımız olduğunu, neyin bilinmesi gerektiğini bize göstermek için kelimenin tam anlamıyla hayatlarını vermeye adamış, tutkulu ve bazen de yarı çılgın bireylerdir. Görüntülerle ve onları yaratan ve bunları paylaşan inanılmaz bireylerle çevrili bir hayat yaşamaktan daha büyük bir onur ya da ayrıcalık düşünemiyorum.
9
Stacy Kranitz, Fotoğrafçı Her şey, iyiden iyiye inzivaya çekilme korkum ve her gün dünyayla bağlantı kurmamı sağlayacak bir araç bulma arayışımla başladı. Sonrasında diğeriyle hesaplaşmak için bir katalizör ve fotoğrafçı, süje ve izleyici arasındaki engelleri ortadan kaldırmak için kullanılabilecek bir portal oldu. Şimdilerde görüntü, gerçeği açığa çıkaran bir mekanizma olarak değerlendiriliyor. Fotoğraf öznellik sahibi olmakta tamamen özgür... İnsanlık, bağlantı, kimlik, bellek, mevcudiyet, deneyim ve samimiyetle ilgili fikirler etrafında gezinmek için ideal bir araç haline geldi. Stephanie Sinclair, Fotoğrafçı “Bunu neden yapıyoruz?” Sanırım özellikle piyasa her geçen gün kaypaklaştıkça, bu mesleğe girerken bir çoğumuzun tahmininden de fazla meslektaşımız işlerini hatta yaşamlarını kaybettikçe, hepimiz kendimize bu soruyu soruyoruz. Editöryel bir iş yaparak hayatını kıt kanaat sürdüren bizler için, iyice düşen ücretlerden bahsetmiyoruz bile... Ama benim için, olay eni konu fotoğraflarımdaki insanlara geliyor. Pozitif değişikliği körüklemek adına gazetecilik ve foto muhabirliğin kudretine halen inanıyorum. Birçok insanın kendi çıkarının peşinde koşmaya öncelik verdiği bu dünyada, diğer tüm yöntemer başarısız olduğunda gerçeği konuşma rolü eşsizdir. Büyük resmin ötesinde gazeteciliğin rolü, kişisel düzeyde de bir esin olabilir. Hikayelerin her iki tarafından da bunu gördüm. Örneğin, Kısa bir süre önce Florida hastanelerindeki yanlış tedavi sebebiyle annemi kaybettiğimde bir hikayenin öznesiydim. Elbette 15 yıllık “Too Young to Wed” isimli projemde yüzlerce kızla röportaj yapmak için kameranın arkasındaydım. Her iki görüş açısından da, yaşanan adaletsizliklerin küresel bir toplulukla paylaşılmasının kişisel olarak ne kadar katartik (sağaltıcı) ve geçerli olabileceğini öğrendim. MaryAnne Golon, Fotoğraf Yönetmeni, Washington Post “Fotoğrafçılık neden önemli?” Çünkü fotoğraf konuşur. Fotoğrafik görsel dili keşfedip sonrasında anladığımda, bu dilin ortaklaşa konuşulan bir dile ihtiyaç duymadan izleyicileri bilgilendirebildiğini, eğitebildiğini ve dünya çapında etkileyebildiğini gördüm. Başarılı bir foto hikaye, iyi yazılıp düzenlendiğinde evrensel olarak kolaylıkla anlaşılır. Bir keresinde Çin’de profesyonel bir fotoğrafçı grubuna sessiz bir fotoğraf öyküsü sundum. İzleyiciler, Mandarince ve İngilizce tek bir kelime kullanılmamasına rağmen, her seferinde doğru anlarda gülümsedi, kahkaha attı ve sessizliğe büründü. Son görselden sonra adeta hepimiz birbirimize ışıdık. Çok heyecan vericiydi. Işığa inanıyorum. Fotoğraf ışıktır. Bu ışık, çoğu zaman dünyanın en cesur ve en yetenekli foto muhabirleri tarafından dünyanın en karanlık yerlerine götürülür. Birçoğunun çalışmalarını desteklemek ve yayınlamaktan onur duydum. Gücüm el verdiği sürece, profesyonel foto muhabiri yetiştirmeye, teşvik etmeye, desteklemeye, razı etmeye, yardım etmeye, danışmanlık yapmaya, takdir etmeye, kutlamaya ve ödeme yapmaya niyetim var. Onların gücüne canı gönülden inanıyorum.
10
Aidan Sullivan, CEO ve Kurucu, Verbatim Fotoğrafçılar, tutkuyla inandıkları hikayeleri yakalamak ve ortaya koymak için harcadıkları eforun, çekilen acının, kendilerini soyutlamanın ve olağan dışı riskleri almanın neredeyse bir hastalık, bir saplantı, onları ne pahasına olursa olsun hikayelerini anlatmaya sürükleyen bir durum olduğunu söyleyeceklerdir. Zamanında ben de genç bir fotoğrafçıydım, bundan dolayı o tutkununun ve dürtünün ne olduğunu anlıyorum. Bugün kariyerimin beni taşıdığı noktada kendimi, evlerimizin konforu içinde dünyada olupbitenden bihaber bizler, dünyanın karanlık yönlerinden de haberdar olabilelim diye, yırtınan öykücüleri desteklemek ve kollamakla yükümlü hissediyorum. Onlara bu önemli görevlerini yerine getirmekte ve hikayelerini aktaramaya devam ettirmekte yardımcı olmayı kendime borç biliyorum. Fotomuhabirlik olarak bildiğimiz, bu sanat... bu çılgınlık... bu bir hikayeyi aksettirme dürtüsü asla ölmeyecek. Öğrenmek isteği ve dünyayı hikayeler aracılığıyla anlamak dürtüsü insanın doğasında var olduğu sürece, değişecek ve evrilecek ama asla ölmeyecek. Sanırım fotomuhabirlik ve fotomuhabir olabilmek için gerekli beceriler doğuştan gelen, genetik, DNA’nın içine işlenmiş birer yetenek. Hikaye anlatımının bir yetenek ve eğitmek için önemli bir yol, hafızanın ise öğrenmek için mühim bir gereksinim olduğunun kabul gördüğü günden beridir, bu tıpkı tüm hikaye anlatıcılarının yaptığı gibi, hikayeyi ya da bilgiyi görsel olarak ilk elden aktarma ihtiyacından kaynaklanıyor. İlkel mağara çizimleri görsel hikayeciliğin başlangıcıydı. Bugün değişen tek şey sadece bu görselleri zaptetme biçimimiz... Bu görselleri küçük sosyal halkamızın dışına mobil ve dijital dünya aracılığıyla dağıtım yöntemi, göz açıp kapayıncaya kadar yüz milyonlarca insana ulaşıyor. Laura Morton, Fotoğrafçı Fotomuhabirlikle ilk olarak tarihi bir ilgiden dolayı ilgilendim. ‘Endüstri Devrimi’ üzerine çalışırken, çocuğun tekinin bir fabrikada çekilmiş fotoğrafından sebep kendimi çok üzgün hissettim. O dakikada, çocukla fotoğrafçının artık hayatta olmadıklarını farkettiğimi hatırlıyorum. Benden onlarca yıl önce yaşamış birisinin zorlu yaşantısının, beni nasıl da üzdüğünü farkederek büyülenmiştim. Bir şekilde her ikisi de bu fotoğraf aracılığıyla ölümsüzleşmişlerdi. Bununla ilgili çok etkileyici bir şey vardı. Fotoğrafçıların gündelik yaşamı ve hatta bazen görünüşte sıradan olanı belgelemelerinin son derece önemli olduğuna inanıyorum. Bunu sadece zamanımızın daha iyi anlaşılması için değil, gelecekte bireylerin kim oldukları ve oraya nasıl geldiklerini görebilmeleri açısından da son derece önemli buluyorum. Fotoğraf, insanlığın geneline erişebilmesi açısından oldukça güçlüdür. Fotoğrafçılıkta hiçbir dil engeli yoktur. Konularımı seçerken ve takip ederken sadece günümüzde önemli olan hususları belgelemeyi amaçlamıyorum. Fakat gelecekte gündeme oturacakcaklar veya ileride insanlığı anlayabilmemiz için daha hayati olacaklar arasından seçiyorum. 11
Simon Bainbridge, Editöryel Direktör, British Journal of Photography 20 yıl önce, kız kardeşim ve en yakın arkadaşımla Güneybatı eyaletleri arasında kişiliğimi oldukça şekillendiren bir yolculuğa çıktık. Kız kardeşim Boulder'daki Colorado Üniversitesi'nde edebiyat okuyordu. Arkadaşımsa henüz deneyimlerini kamerayla ciddiye almaya başlayan bir film okulu mezunuydu. San Juan Skyway'i geçmeyi, daha sonra batıya Canyonlands ve Monument Vadis’ine uzanmayı, New Mexico’dan geçmeyi ve Colorado sınırına geri dönmeyi planlıyorduk. Fakat daha sonra dolambaçlı bir rota izlemeye karar verdik. Birkaç milde bir arkadaşım heyecanla ufukta yer alan bir yeri ya da haritadaki bazı işaretleri gösterirdi. Aniden, bir kaya ya da dağa, veya kulağa garip gelen isimdeki bir yere doğru yoldan sapardık. Bir süre sonra rezervasyon arazilerindeki “Girmek yasaktır!” uyarısı asılı çitleri aşıyor ya da yıllardır esrar ve aleo vera dietini sürdüren, Budweiser kutularından beş katlı bir kule inşa etmiş bir tür çılgının kapısını çalıyorduk. *Oh My Gawd Road türevinden isimlendirilmiş sapaklara sapıyor ya da Cañon City, “Dünyanın Düzeltmeler Başkenti” gibi isimleri olan tuhafi yerlerden geçiyorduk. *Oh My Gawd Road: Aman Tanrım! Yolu gibisinden bir espri.
Başta bu yanıltmacalardan ötürü hayal kırıklığına uğramıştık. Kısa bir süre sonra ben ve kardeşim kendimizi maceraya kaptırmıştık. Önümüzdeki iki hafta boyunca, *Kodak Gold'u bulmak uğruna, rastgele rehberimiz tarafından yönlendirilmemize izin verdik. Arkadaşımın yanında durup, gördüğü her şeyi bende gördüm görmesine... Fakat O, benim farkına varamadığım ruhani ve insanın içine işleyen bir şey yakalamıştı. Dünyayı farklı bir şekilde görmeye gelmiştik; belki yeni bir bakış açısıyla değil, ama her geçen gün artan merakmıza kulak vererek... *Kodak Gold: Kodak firmasının bir tür renkli negatif filmi – Burada altın aramasına gönderme var.
Üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen halen ulaşılması imkansız bir hedef niteliğinde. En çok hayranlık duyduğum fotoğrafçılar merak ve özgürlük duygusuyla; evet, kibir, ilgisizliğimize meydan okuyarak, daha iyi ya da kötüsünü görebilmemiz için dünyayı tavaf ediyorlar. Bugün, cesur ve anlayışlı bakış açıları veya onların görkemli görsel yücelikleri aracılığıyla beni kışkırtan, meydan okuyan ve heyecanlandıran nadir eserleri bulmak için tekrarlayan sonsuz tema ve konu içinde boğulmaya her zamankinden daha da hazır ve istekliyim. Alex Potter, Fotoğrafçı 2015 yılının Ağustos ayında fotoğraflamayı, bir hikaye kurmayı ve gerçekten bir topluluğu sevmeyi öğrendiğim yer olan Yemen'den ayrıldığımda, kendimi yitik hissettim. Bir yılı aşkın süredir, yeni bir dayanağa, bir hikayeye ve benim için anlam ifade eden bir grup insana, bağlandığımı hissettiğim bir şeye ulaşmaya çalışıyordum. Kasım ayında kendi kendime şu soruyu soruyordum: “Neden hala bunu yapmaya çalışıyorum?” Kasım 2016’da Irak’a geldim, Musul’la hiçbir ilgisi olmayan hikayeler peşindeydim. Ancak etrafımdaki birçok gazeteci gibi bende, başka yerlerde bir anlam bulmam gerektiğini hissettim. Tescilli hemşireydim, bu yüzden Irak askeri sağlık görevlileriyle birlikte savaş sırasında yaralanan insanları tedavi eden küçük bir grup yabancı sağlık görevlisi aradım. Birbirlerine sıkı sıkıya bağlı bu grupla birlikteyken, yaşadığımız çevreyi, son derece zorlu şartlarda çalışan Irak sağlık görevlilerini fotoğraflamaya başladım. 12
Onlarla yan yana çalışırken ve birlikte yaptıklarımızı fotoğraflarken faydalı, gerekli ve tutkuluydum: Bir yıldan beri ilk kez içimdeki fotoğraf çekme arzusunu hissettim. Benim için fotoğrafçılık bir iş’e atanmış olayım ya da olmayayım; gerçeğimi işlemek, etrafımdaki dünyayı belgelemek, zorlu zamanlarda yaşanan ve başka türlü hatırlanmayacak küçük ayrıntıları hatırlamak için her zaman geri döneceğim bir iş. Jeffrey Furticella, Spor Servisi Fotoğraf Editörü, New York Times En sevdiğim çocukluk anım, babamın bizi bir hobi mağazasına götürmesi, birkaç paket oyun kartı satın alması ve benim içinde ne olduğunu görmek için heyecanla bu paketleri yırtarcasına açmamdır. İçinden çıkanların çoğunluğu sıklıkla çıkan kartlar olurdu. Fakat benim her hafta bu selofon ambalajları parçalamamı sağlayan şey; eşsiz, güzel, nadir bir şey ortaya çıkarmak umuduydu. Fotoğraf düzenlemeye olan inancımı harekete geçiren de aynı acele. Küresel farkındalığımızın giderek daha da dar görüşlü bir bakış açısıyla kuşatıldığı bir dönemde, görevi kayıt altına almak kadar, araştırmak, aydınlatmak ve heyecanlandırmakta olan fotoğrafçıları güçlendirmenin sorumluluğu, zamanımızın en büyük ayrıcalıklarından birisi. Günümüzde daha da çok fotoğraf çeken, daha da çok fotoğrafçı var. Tarihi boyunca var olandan çok daha kalabaık bir platformu teşkil ediyorlar. Eş zamanlı olarak her yerde, her zamankinden daha sofistike ve talepkar olan izlecilerimiz de bir evrim geçirdi. Benzersiz, güzel, nadir bir şey ortaya çıkarmak umuduyla ana akım yayınlara bakmakla görevlendirilmek için ne kadar da heyecan verici bir zaman... Peter Di Campo, Fotoğrafçı Neden önemli? Günümüzde gelinen noktaya bir bakın. Açıkçası dünyada olup bitenler beni korkutuyor. İnsanlar, kültürler birbirlerini anlamayı reddediyorlar. Bunun sonuçları korkutucu ve bunun böyle olması godomanların işine geliyor. Bu yüzden daha çeşitli ve kapsamlı bir medyaya inanmalıyım (evet, dünyanın ekseriyetle benim gibi insanlar tarafından görselleştirildiğine ve bunun tehlikeli derecede sorunlu olduğuna inanmalıyım), ve insanların hikayelerini geniş bir kitleyle paylaşmasına olanak tanıyan yeniliklere açık olmak zorundayım. Araştırmacı gazeteciliği de, kullanıcı tarafından oluşturulan hikaye anlatımı biçimlerini de son derece önemsiyorum. Ben bu iki türün birlikte var olabileceğine inanacak kadar da naifim. Everyday Africa’nın Nairobi’de büyük bir sergi açılışı oldu. Vahşiydi, tıklım tıklımdı. Gözlerime inanamıyordum. Kıtanın dört bir yanından fotoğrafçılar geliyor ve biz onlarla ilk defa karşılaşıyorduk. Sosyal medya üzerinden onları takip eden hayranları tarafından Afrikalı fotoğrafçılara nasıl muamele edildiğini görmelisiniz - Tıpkı ünlüler gibi! Afrika sanatında, fotoğrafçılık dalında ve sosyal medya çevrelerinde birer rol modeli olarak görülüyorlar. Çünkü onlar siyahi insanları fotoğraflayan siyahi insanlar ve bu ciddi bir kudret. Bunun sürebilmesi için elimden geleni ardıma koymam. İşte sabahları beni yatağımdan kaldıran da bu dürtü. Bütün bunları söyleyen beyaz bir Amerikalı olmak garip mi? Bunun beni rahatsız etmesine müsaade etmiyorum. Bunu hepimiz önemsemeliyiz.
13
Jean-François Leroy, Direktör, Visa pour l'Image Fotojurnalizm Festivali 40 yıldır bu işi yapıyorum. Çünkü bana yapılan başvurular arasından, cevher niteliğindeki, fotoğrafları bir tokat etkisine sahip, nadir yetenekteki genç fotoğrafçıyı keşfetmeye olan açlığım halen sürüyor. İlk olarak işlerini benim sergilediğim ve günümüzde herkes tarafından tanınan kalburüstü fotoğrafçıları etrafta görmekten gurur duyuyorum. Zaman zaman fotoğrafçılarla çalışmak oldukça zor olsa da, onlarla birlikte bir hikayeyi ortaya çıkarmayı, onu düzenlemeye yardımcı olmayı, inşa etmeyi seviyorum. Bunca yılın ardından, yaşadığımız olayların tanıkları için halen aynı tutkuyu taşıyorum. Onlar bizim gözlerimiz... Bizlere dünyada neyin olup bittiğini gösteriyorlar. Bizi şaşırtıyorlar. Etkiliyorlar. Güldürdükleri gibi bazen de ağlatıyorlar. Kişiliğimi böylesi zenginleştiren, sürprizlerle dolu ve şaşılası karşılaşmalar olmadan yaşamımı hayal bile edemiyorum. Ah hayat! Olivier Laurent 2014 – 2017 yılları arasında TIME LightBox'ın editörlüğünü yaptı. Twitter and Instagram hesaplarından takip edebilirsiniz. @olivierclaurent http://time.com/4839246/photographers-passion/
14
Eleştiriden İstifa - 02/01/2013 – skopbülten – Ali Artun Modern eleştiri türü Ansiklopedist Diderot ile başlar. İzleyicileri saray çevresiyle sınırlı olan Salon sergilerinin kamuya açılması üzerine, Diderot bu sergileri irdeleyen metinler kaleme alır ve elyazısıyla çoğaltarak Avrupa’yı yöneten on altı aristokrata postalar. Bu mektupların türün ilk örnekleri olduğuna inanılır. Eleştirinin doğumuyla, “güzel sanatlar”ın mekanik ve liberal sanatlardan, yani sanayi ve zanaatten ayrılması, bunun yanı sıra sanat tarihi ve estetiğin ortaya çıkması aynı zamanlara rastlar. [Winckelmann, Antik Dönem Sanat Tarihi (1764); Baumgarten Aesthetica (1750)]. Diderot ‘eleştiri’lerinde, Salon’da gördüğü eserleri, bir yandan tanımlamaya çalıştığı, güzelliğin klasik normlarıyla kıyaslar: armoni, simetri, kompozisyon, dispozisyon vb. Klasist bir kanon oluşturmaya çalışır. Eğer Diderot klasizmi kökenine yerleştiren modern estetiğin eleştirmeniyse, Baudelaire de klasizmi parçalayan “estetik modernizmin” kurucusudur. O, klasist ilkelere dayandırılan geçerli “güzel” fikrine karşıdır. Aslında modern anlamıyla “doğru” ve “iyi”ye de karşıdır. Çünkü aslında romantikler gibi topyekûn modern bilgi rejimine karşıdır. O nedenle Baudelaire “yanlış”, “kötü” ve “çirkin” olanın yanındadır. Diderot için önemli olan sanatçının resmettiğine sadakatidir: doğaya, mitolojik/teolojik ikonografiye, sanatkârlığın inceliklerine… Baudelaire ise sanatçının zamanına sadık olmasını bekler: metropolün cehennemine; “Kötülük Çiçekleri” bohemlere, fahişelere, kumarbazlara, asilere… Onun akla karşı, topluma karşı, modern toplumu kuran ve yöneten burjuvaziye karşı, hatta “bütün insan soyuna karşı” isyanını avangard dönemi eleştiri edebiyatı da paylaşır. Diderot eleştiriyi kamusallaştırmışsa, Baudelaire’in de siyasallaştırdığı söylenebilir. O zaman belki, eleştiri fikrinin felsefeleştirilmesi konusunda da Benjamin’e değinebiliriz. Onun Bern Üniversitesi’ne sunduğu doktora tezi Alman Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavramı, hakikatin ifadesi olarak sanatın felsefeyle yarışacak kadar güç kazandığı dönemin tartışmalarını ele alır: Schlegel, Fichte, Novalis, Hegel. Bu filozofların estetiğinde, eleştiri, sanat ve felsefeyle aynı örgünün ilmekleridir.[1] Eleştirinin Bittiği Yer Kültürün saray ve kilisenin otoritesinden sıyrılarak kamusallaşmaya başladığı Diderot zamanından, kültürün özelleştirildiği 1980’lere, 1990’lara kadar gelen dönem, sanatın özerkleştiği ve eleştirinin de bu özerkleşme hareketini hem ifade ettiği hem de örgütlediği bir dönemdir. Bu yıllardan sonrası, modernizmin, avangardın ve onları besleyen özerkliğin parçalandığı; sanatın kamusal alanıyla birlikte, onun bileşeni olan tarihin, teorinin (felsefenin) ve doğal olarak eleştirinin iflas ettiği zamanlardır. Uzun zamandır, yaygın deyimiyle sanatın post-critical dönemini yaşıyoruz. Ve artık hissediyoruz ki bu dönem, aslında Rönesans’la başladığı varsayılan modernliğin topyekûn çözüldüğü çağ dönüşümüne özgü bir görünümdür. Sanat piyasası, kurulduğundan beri tarih ve eleştiriyle etkileşim içinde işlemiştir. Ama artık piyasanın kendisi dışında bir anlamlandırma ve değerlendirme sistemine tahammülü yoktur. Ne var ki, sanat tarihi ve eleştirisi tasfiye olurken, sanat da onlarla aynı kaderi paylaşmaktadır. Yukarda değinilen özerkleşme sürecinde ‘icat olan’ sanat, onun varlığını paylaşan sanat tarihi ve eleştirisiyle birlikte çoktan ömrünü doldurmuştur. Ve şimdi bir anlamda restore olmaktadır.
15
Geride bıraktığımız bu iki yüz yıllık özerklik döneminin öncesindeki saflarına dönmektedir. Bir farkla, bu kez kilisenin ve sarayın (devletin) safına değil, küresel piyasa rejimini yöneten şirketlerin safına. Dolayısıyla sanatın resmiyetini, artık korporasyonlarla yaptığı bu ittifak belirler. Ve ne yazik ki sanat, Arthur Danto’nun Hegel’den alıntılayarak ortaya attığı ünlü tezinde (1986) önerdiği gibi felsefeye evrilerek değil, iletişime (dile) eklemlenerek “sona ermiş” ve gene onun terimleriyle “post-tarihsel” çağına girmiştir. Eleştiri Kaç Para Eder? İstanbul’da 1990’larda birdenbire gerçekleşen ve eleştirmenlerin şevkle desteklediği sanatın işletmeleşmesi ve özelleştirilmesi hamlesi, aynı zamanda eleştirinin sonunun da ilanıdır. Kamusal hayatın ve sanat hayatının son derecede örgütsüz olması nedeniyle zaten gayet iğreti ve savunmasız bir varlığı olan eleştiri, sanatla birlikte, hemencecik kültür yönetimi ve kurumsal iletişim teknolojileriyle kaynayıvermiştir. Finans kuruluşlarının yayınlarından, her biri ayrı bir sermaye grubunun veya siyasi cemaatin denetimindeki gazetelere, oradan para ve müzayede dergilerine, Alem, Şamdan, Voguegibi magazinlere varıncaya kadar gittikçe daha fazla sanatla beslenen potada eriyip gitmiştir. Bu yelpaze içindeki medyada, sergi açılışlarında lükslerini teşhir eden koleksiyoner “elit”lerin dizi dizi fotoğraflarıyla en keskin ‘eleştiri’ yazısı aynı şeyi gösterir: güncel sanatın güncelliği. Bugün artık Eleştirmenler Derneği’nin bir “asgari ücret tarifesi” vardır: eleştirmen kaç paralıktır? Yani peşin peşin, ‘eleştiri’nin ancak sipariş üzerine ve sipariş edenin yapacağı ödeme karşılığında düşünüleceği onaylanmaktadır. Tıpkı sipariş üzerine ‘yaratılan’ sanatın hızla yayılmasında gördüğümüz gibi. Öte yandan ‘eleştirmenler’, Akbank’ın sanatın finansallaştırılmasına hasredilen Art Unlimited gazetesi, veya sanatı bir emlak spekülasyonu mekanizmasına dönüştüren Bay İnşaat’ın Artfull Living-A New Concept Inspired by Art dergisi gibi yayınlarda boy göstermekte, onları üretmekte bir sakınca görmemektedir. Hatta sanatın özelleştirilmesinin bu en pornografik organlarında, kamusallığın parçalanmasıyla ilgili keskin muhalefet yapabilmektedir. Ne beis? Nasıl olsa Che Guevera’nın prezervatif markası olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Şimdi onun Latin Amerika ve Afrika halklarının ulusal kurtuluş savaşlarının gerilla lideri olduğunu hatırlatmanın ne anlamı var? Zaten, entelektüel esneklik ve muğlaklığın sınırsızlaşması sonucu, riyanın bir ahlaki deformasyon olmaktan çıkarak ideolojikleştiğini, adeta bir bilgi rejimine dönüştüğünü yıllar önce Žižek bize açıklamamış mıydı?[2] Tabii bu ortamda, sanatı “direnmek” olarak tanımlayan Deleuze’ün, bir profesör- küratör eleştirmen tarafından Akbank’a kaşe edilmesinden de diğer hiçbir eleştirmen yakınmadı. Zaten en ortada olan ‘eleştirmenler’, bir yandan da “toplumsal sorumluluk”ları ve “hayırseverlik”leri gereği sanatı himayeleri altına alan hanedanların kurdukları müzeleri, galerileri, fuarları, STK’ları yöneten artokratlar değiller miydi? Hangi Eleştiri? İşte şimdi, kimi tanınan eleştirmenlerimiz, dışarıdaki birkaç meslektaşlarının sanat dünyasındaki çürümeyle ilgili olarak nedamet getirip, eleştiriden istifa ettiklerini açıklamaları üzerine, onlara destek çıkıyorlar. 26 Aralık 2012 gününde Radikal gazetesinde “Eleştirmenlik şef garsonluk mu oldu?” başlıklı haberde Ahu Antmen, sanat piyasası üzerine yazmaya son veren Sarah Thornton’un, bu piyasanın yolsuzluklarını teşhir eden manifestosuna “tümüyle katıldığı”nı belirterek, yıllardır “iradesi dışında araçsallaştırıldığını” ve artık “piyasa emperyalizminin [kendisinde] fena halde hazımsızlık” yaptığını açıkladı. 16
Ayşegül Sönmez, David Hickey’in eleştiriden “tiksindiği” ve yaptıklarının “son derece zengin insanlara entelektüel şef garsonluk” olduğu yolundaki sözlerini alıntılayarak “mücadeleden” ve “fikirden yana” olduğunu bildirdi. Art Unlimited gazetesinin “yazı işleri müdürü” Evrim Altuğ ise, “Thornton’un bu rötarlı farkındalığının” bedelini “Türkiye’deki bir avuç eleştirmen”in ödediğini, onlar kaybederken “kazançlı çıkanların da bu alanda kumarbazlık yapanlar” olduğunu söyledi.[3] 2008’den başlayarak siyaset dünyasında da işitilmeye başlayan bu tür itiraflar oldukça önemli işaretler. Tabii bu ölçüde radikal ifadelerin ilerde nereye varacağı daha da önemli. Ama eğer, eleştirinin Diderot ile başlayan tarihi çoktan sonlandıysa, ki yukarda söylenenler de bunu doğruluyor, o zaman acaba eleştiriden ne kastediliyor? Yoksa, öznesi ve nesnesi, göstereni ve gösterileni, tarihi ve “fikri” içine patlamış olan, sanattaki gibi sahteliğin hakikate evrildiği, anlamın yitip gittiği bir boşlukta mı konuşuluyor? Zamanın ve mekânın olmadığı bir “kara delik”te… Eleştirinin Diderot ve Baudelaire –modern ve modernist– dönemleri kapanmasına kapanmıştır, ama başka, çağdaş bir dönemi açılmıştır. Nitekim daha şimdiden, önceki dönemin formalist ve strüktüralist yöntemlerini terk ederek, 1968 filozoflarını ve çağdaş İtalyan düşüncesini arkasına alan, kültüralist akademizme karşı çağdaş/eleştirel siyaset teorisiyle iç içe üreyen ciddi bir sanat tarihi ve estetik felsefesi birikimi oluşmuştur. Eğer bu yeni tarih akımı “sanat tarihinin tarihi” olarak nitelenebilirse, yeni eleştiri hareketlerine de “eleştirinin eleştirisi” denebilir. Çağdaş eleştirel incelemeler iki eksenlidir: bunlardan birincisi çağdaş sanatın örgütlenmesi, ikincisi özerklik dönemi sanatı, yani estetik modernizm ve avangarddır. İlkinin meselesi, ana-akım çağdaş sanatın hegemonyasının çözümlenmesidir. Çözümlenerek dışlanmasıdır: Çağdaş sanatın en büyük koleksiyoneri olan Hamid bin Halife El Tani gibi şeyhlerin, Pinçuk gibi kriminal oligarkların, hedge foncuların, emlak spekülatörlerinin, finansçıların, “cemiyet hayatının elitleri”nin, moda ve lüks endüstrisi markalarının, şirketlerin, vakıfların, hayırseverlerin, müzayedecilerin vb. işlettiği sanat makinesinin yalıtılmasıdır. Sanatın bölgesinden sökülmesidir. Deleuze ve Guattari’nin kullandığı anlamda sanatı aynı anda hem deterritorialize, hem reterritorialize etmektir. Bunda da şimdiye kadar oldukça başarılı olunduğu söylenebilir. Öyle ki artık sanat piyasasından ve piyasa sanatından sadece eleştirmenler değil, bizzat koleksiyonerler de “tiksinmektedir”. İngiltere’nin köklü koleksiyonerleri artık kendilerinin “koleksiyoner” olarak anılmasını hakaret gibi kabul etmektedirler. Fransa’da Lens halkı yoksullukları karşısında onlara bir hayır gibi sunulan parıltılı Louvre Müzesi’ni reddetmektedir.[4] Şekerbank yatırımı olan barajın çevrelerini tahrip ettiği köylüler, gene bir ‘eleştirmen’in yönettiği bu bankanın çevreci sanat gösterilerini İstanbul’da protesto etmektedir.[5] New Yorklu sanatçıların “müzeleri işgal” hareketi, sloganlarında müze ve müzayede evlerini halkın %99’una karşı olan %1’in sahip olduğu malikâneneler gibi göstermektedir. İstanbul’da yaşandığı gibi, birçok “güncel sanat” mekânı sinek avlamakta ve bu durumu yenebilmek için her kapıyı açtığına inanılan yoğun iletişim/pazarlama kampanyalarına girişmektedir. Ama bu arada gösteri mimarlığıyla sanat pazarlamanın da sınırlarına gelinmiştir. Roma’da daha iki yıl önce açılan Zaha Hadid’in tasarladığı Maxxi kapanmanın eşiğindedir… Çağdaş eleştirinin ikinci ekseni ise, yoğun olarak romantizm ve postmodernizm arasındaki iki yüzyılı; özerkliğin, modernizmin ve avangardın doğuş ve parçalanış süreçlerini yeniden keşfetmekle meşguldür. Bu tarihi hem önceki formalist stiller tarihinden, hem de sanatı tarihsizleştiren güncelliğin söyleminden sökerek siyasal/toplumsal hakikatine bağlı kalarak yeniden yapılandırmakla uğraşmaktadır. Ve bütün bu birikim, piyasa ve işletmeler dışında yayıldıkça yayılan sanat olayı (event) tarafından paylaşılmaktadır. Kısacası, sanat hâlâ direnmekte ve gene kendini inkâr ederek yenilenmektedir. 17
[1] Walter Benjamin, Sanatta ve Edebiyatta Eleştiri: Alman Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavramı, çev. Mustafa Tüzel (İstanbul: İletişim, SanatHayat, 2010). [2] Slavoj Zizek, “Against Human Rights”, New Left Review 34, 2005, s.115-131. [3] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1113864 [4] “Halk Müze İstemiyor”, http://www.e-skop.com/skopbulten/halk-muze-istemiyor/1019 [5] “Su Kaynaklarının ‘Kamusal Sanat Ekranı’ Fonunda Özelleştirilmesi, http://www.e-skop.com/skopbulten/su-kaynaklarinin-kamusal-sanat-ekrani-fonundaozellestirilmesi/825
Kaynak: http://www.e-skop.com/skopbulten/elestiridenistifa/1049#.UPHn1CjWAkc.facebook
18
Sadece Ödüllü Fotoğraf Çeken Akıllı Kamera Doğukan ÖNAL | 21 Mayıs 2017
Bir doktora öğrencisinin tasarladığı yapay zekalı kamera, sadece ödül alabilecek fotoğraflar çekiyor. Doktora öğrencisi Max Pinckers ve sanatçı Dries Depoorter‘ın tasarladığı, Türkçe karşılığı “Ödül Kamerası” olan The Trophy Camera, çekmek istediğiniz fotoğraf karesini yapay zeka kullanarak tarih boyunca çekilmiş ödüllü fotoğraf kareleriyle karşılaştırıyor ve çekmek istediğiniz karenin ödül alabilecek bir seviyeye yakın olup olamayacağını belirliyor. Co.Design‘a “Basın fotoğrafçılığı kişisel başarılarla örülü ve ödüllerle, arketiplerle, pop kültürü referanslarıyla domine edilen bir alan haline geliyor” açıklamasını yapan yaratıcı Pinckers’ın kamerası; Raspberry Pi, full HD kamera modülü ve algoritmasının ne gördüğünü söyleyen küçük bir OLED ekrana sahip. Kamera bu haliyle piyasa değeri olan bir üründen çok, fotoğrafçılığın geldiği nokta üzerine yapılmış bir yorum görevi görüyor. Kameranın bir vizörü dahi yok; yani kamerayla ne çektiğinizi göremiyorsunuz, onu sadece çekmek istediğiniz sahneye doğrultabiliyorsunuz. Bu da, bugünlerde harika fotoğraflar çekebilmek için teknoloji sayesinde fotoğrafçıların yaratıcılığa ve yeteneğe ne kadar daha az ihtiyaç duyduklarının bir temsili. Pinckers ve Depoorter kamerayı ona 1955’ten bu yana World Press Photo yarışmasını kazanan her fotoğrafı göstererek eğittiler. Ödüllü fotoğrafları; “insanlar, askerler, silahlar” gibi kategorilere bölerek kameraya öğrettiler. Kamerayla bir fotoğraf çekmek istediğinizde, algoritma kendisine öğretilmiş ödüllü fotoğraflar ile sizin çekmek istediğiniz kareyi karşılaştırıyor ve ancak %90’ının üzerinde bir benzerlik görürse kareyi çekiyor. Kamera, Belçika'daki Foto Museum’da düzenlenecek bir sergi için lisanslanmış durumda. Kameranın çektiği fotoğraflar kendisine ayrılmış bir siteye yüklenecek. Kameranın çektiği fotoğraflara zaman içerisinde göz atmak için bu linki kullanabilirsiniz. Kaynak: http://www.log.com.tr/sadece-odullu-fotograf-ceken-akilli-kamera/galeri/5/
19
KARİZMATİK ELEŞTİRMENE VEDA Cem Erciyes – Radikal – 19/01/2013 Tüm hayatını bir sanat dalına adayan, birikimleriyle saygınlıklarını pekiştirip herkesin hayranlığını kazanan eskinin o ünlü etkili eleştirmenleri artık yok. Birkaç yıl önce, yeni bir sahne diliyle dikkat çeken bir tiyatronun kurucusu, “En etkili yazar Hıncal Uluç, Radikal’de de böyle biri olsa...” demiş ve beni hayretlere düşürmüştü. Hıncal Uluç’un onun yaptığı türden oyunları beğenme ihtimali bence pek yoktu (sonraki yıllar onun da beğenisini kazanmayı başardılar, o ayrı) ama şu bir gerçekti ki ünlü oyuncunun hayalindeki gazete eleştirmeni oydu... Eleştiri tartışmasının son yazısına bir köşe yazarıyla, Hıncal Uluç’la girmem biraz garip kaçabilir. Ama tüm sanat dallarında “Eleştirmen yok” diyen herkesin aslında “Kişisel beğenilerini cesaret ve özgüvenle ifade eden, üstelik bir takipçi kitlesi olan” ünlü yazarların eksikliğine hayıflandığını çok iyi biliyorum. Artık böyle bir yazar ancak ‘sanat seven’ ya da en fazla ‘sanat bilen’ bir gazeteci olabilir. Bu gazeteci sanatı da başka alanlardaki her şey gibi kendi gustosunun parçası olarak övecek ya da yerecektir. Tüm hayatını bir sanat dalına adayan, oluşturdukları birikim ve harcadıkları emekle saygınlıklarını pekiştirip, güçlü kişilikleriyle destekleyerek herkesin hayranlığını kazanan eskinin o ünlü etkili eleştirmenleri artık yok. Yazdıklarıyla bir ismi var ya da yok edebilen, bu nedenle sanat terminolojisinde biraz da ironik bir tabirle ‘tanrı eleştirmen’ diye anılan isimlerden söz ediyorum. Mesela Nurullah Ataç, Fethi Naci ve Sezer Tansuğ gibi isimler. Onlar gibisi bir daha gelmeyecek. Çünkü karizmatik öncü entelektüel kavramının, bu kavramın içini dolduran kitlelerin dikkatle takip ettiği ‘ünlü’ isimlerin artık var olmadığı bir çağdayız. Entelektüel kavramı ve kimliği hakkındaki tartışmalar bize eleştirmenin durumu için de gerekli ipuçlarını veriyor. Türkiye’nin tanrı eleştirmenlerinin yaşadığı 40’lar ya da 60’ların sosyal yapısını, o dönemler etkili olan küçük sanat dünyasını, etkili grupları, siyasi akımları da hesaba katarsanız durumu biraz daha iyi anlayabilirsiniz. Eleştirinin eseri yorumlayıp açan, yazarın ya da sanatçısının bile aklına gelmeyen yanlarını, anlamlarını bulup çıkaran kendinden öncekilerle ve çağdaşlarıyla ilişkilendirip bir yere oturtan türü hâlâ dimdik ayakta. Bu tür eleştiri çok eski zamanlarda da vardı. Ama onun yanında daha popüler bir tür olarak kendini gösteren öznel ve yargıya varan eleştiri ise artık etkisini yitirdi. Üstelik tekrar ortaya çıkması da zor görünüyor. Piyasa bu tür bir eleştiriyi ortadan kaldıran etkenlerden sadece biri, bunu unutmamak gerek. Tartışmanın başlangıç noktasına dönüp Sarah Thornton ve Dave Hickey’in açıklamalarını hatırlayalım; onlar bu son ve belki de en yeni engele, piyasaya dikkat çekiyor ve aslında o tanrı eleştirmenin yokluğundan değil ‘sanat yazarlığının’ imkânsızlığından dem vuruyordu. İşte bu nedenle artık ‘eleştirmen’ yerine sanat yazarı, sinema yazarı, tiyatro yazarı demek bana daha doğru görünüyor. Yazarlar da beğendiklerini ya da beğenmediklerini belirtiyorlar tabii. Ama bir sanatçının kariyerinde, izleyici kitlelerinin davranışlarında etkili olmak gibi bir hedefleri yok. Sanat yazarı, izlediği yapıtı yeniden yorumlamak, anlatmak ve anlamlandırmak için klavyenin başına oturuyor. Yazdıkları izleyiciye ‘nasıl bir sergi ya da film göreceğini’ haber veriyor, sanat tarihinin o uzun ince yoluna bir taş ekliyor. Bu durum en az tanrı eleştirmenler kadar değerli ve önemli. Mesele sadece biz medyanın değil, piyasa aktörlerinin ve hatta sanatçıların bile bunun farkında olmaması. Konu daha çok laf kaldırır. Ama ben burada bitirmek istiyorum. Evrensel Kültür dergisi de yeni sayısında bir eleştiri dosyası yapıyor, tavsiye olunur. 20
OLAĞAN ŞÜPHELİLER: FOTOĞRAFÇILAR
Onur YILDIRIM - 15 Ocak 2018 Uşak Belediyesi ve Uşak Valiliği’nin Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu (TFSF) ile birlikte düzenlediği İlklerin Şehri Uşak’ta Tarih, Kültür ve Yaşam temalı fotoğraf yarışmasına katılanların ‘güvenlik gerekçesiyle’ Genel Bilgi Tarama (GBT) kontrolüne tabi tutulduğunun ortaya çıkmasının ardından konu, meclis gündemine taşındı. Kültür ve Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş’un yanıtlaması istemiyle HDP Bitlis Milletvekili Mizgin Irgat’ın meclise sunduğu önerge vesilesiyle aralarında yarışmaya katılan fotoğrafçıların da olduğu isimlerle konuştuk. Fotoğrafçıların tanıklıkları yerelde düzenlenen fotoğraf etkinliklerinde kamuoyuna pek de yansımayan birçok sansür vakasının olduğunu ortaya koyuyor. Yarışmada GBT kontrolü uygulamasına tabi tutulan belgesel fotoğrafçı Serkan Çolak fotoğrafçıların “olağan şüpheliler” olarak görüldüğünü belirterek yarışma öncesinde ve sonrasında yaşadıklarını şöyle aktarıyor: “Beş fotoğrafçı ağustos ayının ortalarında Uşak’taki Blaundus antik kentine fotoğraf çekmeye gitmiştik yarışma için. Işığın en güzel olduğu saatte iki jandarma çıkageldi. ‘Hakkınızda ihbar var’ denilip GBT yapıldı. Sanırım tarihi eser kaçakçısı zannedildik ama bu arada ışık kaçtı, fotoğraf çekemedik. Dönü ș yolunda bol bol GBT geyiği yaptık, gülüp geçtik duruma. Bir süre sonra fotoğrafları hazırlayıp yarışmaya gönderdim. Zamanı geldiği halde sonuçlar açıklanmadı. Bu sırada sosyal medyada, yarışmaya katılan herkese GBT yapıldığı iddiası dolaşmaya başladı. TFSF’ye böyle bir uygulama olup olmadığını sordum, onlardan da yanıt gelmedi. 10 gün sonraki mailime ise ‘federasyonun böyle bir uygulaması olmadığı’ cevabı geldi. Ancak Uşak Valiliği’nin GBT uygulaması yaptığını biliyoruz. Bunun kabul edilebilir bir yönü bulunmadığını düşünüyorum. GBT dediğimiz uygulama genel olarak, kolluk tarafından şüpheli şahıslara uygulanır. Bu durumda fotoğrafçılar olağan şüphelilerdir. TFSF’den net bir tavır beklemek de bütün olağan şüphelilerin hakkıdır diye düşünüyorum.” Yarışmaya katılan bir diğer fotoğrafçı Celal Erdem, toplumun her kesimine uygulanan baskının fotoğraf sanatçılarına da GBT ile uygulandığını belirterek yaşanan süreci şöyle aktarıyor: “GBT uygulamasına önce antik kentte fotoğraf çekerken tanık olduk, daha sonra da yarışma sonuçlarının açıklanmasının gecikmesi üzerine yarışmaya katılan fotoğrafçılara GBT uygulandığı yönünde haberler duyduk. 21
Fakat hiçbir kurumdan resmi bir açıklama yapıldığını görmedim. Yerel yetkililerin keyfi tavrı ile yapıldığını düşünüyorum. Sanatçılara uygulanan baskı, adı ister GBT olsun ister başka bir şey asla kabul edilemez. Bu konuyu bize en yakın kurum olan Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu başkanıyla da görüştüm, federasyonun böyle bir uygulamayla ilgisi olmadığını ve uygulamanın karşısında olduklarını belirtti.” Fotoğrafçı Sinem Taş da bu uygulamanın “sanat ve sanatçılar üzerinde baskı aracı” olduğunu belirtiyor: “Böyle bir sanatsal etkinliğe katılıp da GBT kontrolüne tabi tutulmak yeni Türkiye’ye dair korkunç bir yüzleşme. Bu uygulama, denetim ve baskı aygıtlarının hayatlarımızın en özgür alanlarından biri olması gereken sanatsal ifadeye faşizan bir müdahale.” Belgesel Fotoğrafçı Yusuf Aslan, böyle bir uygulamayı ilk kez Harran Foto Maraton’da duyduğunu söylüyor: “Harran Foto Maratonu’nda jüri üyelerine GBT uygulandığında katılımcılardan tepkiler ve itirazlar olmuştu. Fotoğraf seçecek jürinin neden GBT’si yapılır, bu pek anlaşılacak bir konu değil.” Harran Foto Maratonu’nda, bu kez yarışmacılara değil jüri üyelerine yapılan GBT kontrolünün ortaya çıkması Sureti Alem Fotoğraf ve Sinema Sanatı Derneği Şanlıurfa temsilcisi Bünyamin Çadırcı sayesinde olmuş. Çadırcı süreci şöyle aktarıyor: “Harran’daki maratona Şanlıurfa’da bulunan herhangi bir dernekle görüşülmeden Tunceli Foto Maratonu’ndaki jüri üyeleri çağrılmıştı ben de buna tepki göstermiş ve basına yazılı olarak açıklama yapmıştım. Bunun üzerine kaymakamlıktan özrü kabahatinden daha büyük olacak bir açıklama geldi. Açıklamada ‘Tunceli’deki üyelerin istihbarat bilgilerini tamamını topladık. Bunda bir sıkıntı var mı, yok mu araştırıyoruz’ diyorlardı. Jürinin güvenlik soruşturmasından geçtiğini bu vesileyle öğrenmiş olduk.” Fotoğraf sanatçısı Arzu Filiz Güngör ise bu tür yarışmaların sistemin bir parçası olduğunu vurgulayarak başka bir sansür vakasını hatırlatıyor ve “Geçtiğimiz eylül ayında Safranbolu Belediyesi, Myanmar’lı bir katılımcının Budist çocukları neşeyle koşarken gösteren fotoğrafını ödüllendirmeyi reddedip sergiden çıkarmıştı. Daha önce çıplaklık içeren fotoğrafların sansürlendiğini de görmüştük. Demek ki gücü eline alan, yaptırımları da çeşitlendiriyor” diyor.
22
DÖNME DOLAP: Yarışma Hileleri İşte size fotoğraf yarışmalarında dönen dolaplardan birkaç örnek...
Seni tanıyan jüri üyesine önceden fotoğrafını gösterirsin. Hatta sana ufak
tefek taviyelerde bulunur, sende bu tavsiyelere istinaden fotoğrafında iyileştirmeler ve düzeltmeler yaparsan, dereceye girmen kesinleşir. Bunun öğrenci modeli de mevcut. Bölümde terso ama hevesli öğrenci tribinde dolaşırsın. Hocalara bolca sorular sorarsın. Jürilerde en çok yer alan hoca ya da hocalara bolca yıkama yağlama yaparak işi şansa bırakmazsın. Sonrası aynen başta belirtildiği gibi devam eder.
Malum yarışmacılar fotomaratonlara belirli zamanlarda belirli yerlerde
çektikleri fotoğraflarla katılmak zorundalar. Ama yarışmacılar bu kuralı delecek harika bir yöntem bulmuşlar. Fotomaraton öncesinde çektiği bir fotoğrafı, fotomaraton esnasında aynı ayarlarda ve saatte çektiği bir diğer fotoğrafın üzerine yapıtırarak bu sınırlandırmadan kurtuluyorlar. Jürinin ruhu duymuyor.
Söz konusu yarışmaya asgari 5 fotoğrafla katılabiliyorsundur, ancak sen bir
kere çoşmuşsundur. 10 tane hatta, 15 tane fotoğrafla yarışmaya katılmak istiyorsundur. O zaman ikinci beşli grubu kardeşinin adıyla gönderirsin. Ama seni kesmez... Üçüncü beşli grubu anne ya da baban adına yollarsın. 4., 5. beşli derken, tüm sülalen yarışmaya katılır.
Jürisi olduğun yarışmaya fotoğraflarını başkalarının adına gönderip, jüri içinde
algı yönetimi uygulayarak fotoğraflarını dereceye sokarsın.
Katıldığın fotomaratonda keşfettiğin fotojenik esnafı tek bir fotoğrafını
çekmek için 3 saat uğraştırırsın, adam sonunda delirir. İllallah eden esnaf senden sonra gelen fotoğrafçıları topa tutarak dükkanından kovar. Böylelikle o amcanın fotoğrafını senden sonra kimse çekemez.
Papaz her zaman pilav yemez. Mesela belediyenin birisine yeni fotoğraflar
lazımdır, yarışma düzenler, yüzlerce fotoğrafçının katıldığı yarışmada ödüle lâyık fotoğraf yok diyerek 1.lik 2lik. ve 3.lük vermeden sadece satın alma yaparak cacık parasına fotoğraf sahibi olurlar.
23
Donna DeCesare: Fotoğraf çekmemeniz gereken anlar vardır Donna DeCesare, Orta Amerika ve ABD’deki gangster çetelerinin fotoğraflarını çekmesiyle tanınan bir belgesel fotoğrafçısı, yazar ve eğitimci. DeCesare, Gazete Habertürk'ten Kübra Par'ın sorularını yanıtladı. 23.05.2017
Donna DeCesare, Orta Amerika ve ABD’deki gangster çetelerinin fotoğraflarını çekmesiyle tanınan bir belgesel fotoğrafçısı, yazar ve eğitimci. 20 yıl boyunca Guatemala ve Kolombiya’daki çetelerin arasında yaşamış, gençlerin, şiddet, uyuşturucu ve tacizle dolu hayatlarına tanıklık etmiş. Diyarbakır Fotoğraf Günleri ve çeşitli üniversitelerde konuşmalar yapmak üzere Türkiye’ye gelen DeCesare ile İstanbul ABD Konsolosluğu’nun verdiği bir yemekte Gazete Habertürk'ten Kübra Par ile buluştu. DeCesare şiddet ve suç sarmalı içindeyken gazeteciliğin sınırlarının ne olduğunu anlattı. - Fotoğrafçılık kariyerinizde gangster çeteleri üzerine yoğunlaşmaya nasıl karar vermiştiniz? ABD’ye göç etmiş yoksul bir ailede büyüdüm. Göçmen olmam, başka göçmenlerin hayatlarına ilgi duymama neden oldu. Aslında üniversitede edebiyat okudum. Ne gazetecilik ne de fotoğrafçılık eğitimim var. İngiltere Colchester’de yüksek lisans yaparken biri Protestan diğeri Katolik olan iki arkadaşım beni yılbaşı tatili için Kuzey İrlanda’ya davet etti. İkisi de birbirinin evini bilmiyorlardı. Her ikisiyle de zaman geçirdim ve fotoğraflarını çektim. Kameram onların birbirlerinin dünyasını tanımalarına vesile oldu. İşte o anda fotoğrafın hobi olmaktan öte peşinden gitmem gereken bir şey olduğunu anladım. Orta Amerika’ya savaş muhabiri olarak gitmiştim. Oradaki diasporaların hayatını araştırırken gangster çeteleriyle ilgili gerçeklerle karşılaştım. 24
- Çetelerin arasına girmek, onlara kendinizi kabul ettirmek zor oldu mu? Çeteler çoğunlukla 18 yaşından küçük gençlerden oluşuyordu. Fotoğraflarını çektiğimde ilk düşündükleri şey devlet yetkilileriyle ilişkili olduğumdu. Beni tehdit olarak görüyorlardı. Gazeteci olduğumu kanıtlamak için yanımda sürekli basın kartımı ve daha önce fotoğraflarımın yayınlandığı gazetelerden taşıyordum. Asla rastgele fotoğraflar çekmedim. Öncelikle onları tanımam ve ilişki kurmam gerekiyordu. Benimle konuşmak istemiyorlarsa, zorlamayıp başka birini arıyordum. Gitmeden o bölge hakkında araştırma yapmış olmam beni bir yandan onları anlayabilecek içeriden biri yapıyordu ama aynı zamanda yaşadıklarını anlatmalarında sakınca olmayan bir yabancıydım... - İçeriden biri olabilmek için onlar gibi yaşamayı, onlar gibi giyinmeyi denediniz mi? Hayır, her zaman belirli bir limit içinde tuttum kendimi. Bazı durumlarda fotoğrafını çekeceğim insanlarla birlikte yaşadığım, geceyi onların evinde geçirdiğim oldu ama hep çok dikkatliydim. Hiç içki içmedim, aşırılıklar yapmadım ve profesyonelce davrandım. Başka insanları yargılamam, asla parmağımı sallayıp ne yapmaları gerektiğine dair nutuk çekmem ama bir rol model gibi davranmam gerektiğini düşünürüm. - O kadar doğrucu davranmanız aranızda mesafe yaratmıyor muydu? Aslında buna onların da ihtiyacı vardı. Gençler bazen onlara yol gösterecek yetişkinlere ihtiyaç duyarlar. Limitlerin ne olduğunu bilmek isterler. Bir keresinde El Salvador’da kokain çeken çocukların fotoğraflarını çekiyordum. Edgar adındaki çocuk benden para istedi. Ona “Birbirimizi uzun zamandır tanıyoruz, benden neden para istiyorsun? Gidip daha çok uyuşturucu almak için mi? Sana uyuşturucu kullanmaman gerektiğini söylemeyeceğim. Bütün akşam boyunca siz uyuşturucu çekerken fotoğraflarınızı çektim. Şimdi ders vermeye kalkışmam çok saçma olur. Ama uyuşturucunun sana vereceği zararı bile bile sana para vermem. Eğer yemek istiyorsan gidip alabiliriz” dedim. Ertesi gün gelip “Beni affet. Senden para istemem hataydı. Sen bir koruyucu melek gibisin” dedi! (Gülüyor) İşte onlarlarla böyle bir ilişki kurmak istedim. 25
Bir yandan ebeveyn gibi ama değil. Hem onları reddetmeyeceğimi biliyorlardı hem de bazı parametrelerin neler olduğunu görüyorlardı. - Kendinizi nasıl korudunuz? Tanımadığınız, tehlikeli biriyle röportaj yapacaksanız kalabalık yerlerde buluşmalısınız böylece ikinizden birinin öldürülme riskini azaltmış olursunuz! (Gülüyor) Gangsterlerle önce halkın arasında bir yerde buluşuyordum. Sonra mümkünse anneleriyle tanışmaya çalışıyordum. Ondan sonra ait olduğu topluluğa giriyordum ve hepsini tanıdıktan sonra kendimi güvende hissedebiliyordum. ‘ÇETE LİDERİNE, ‘HERKESİ TOPLA, KONUŞACAĞIZ’ DEDİM’ - Hiç tehdit aldınız mı? Hayır, fazla almadım ama bir kez polisle başım belaya girdi. Tutuklamak istedikleri isimlerin listesini yapmışlar. Benimle birlikte mahalleye gelip çeteden iki çocuğu gözaltına aldılar. Diğer çocuklar beni polisle işbirliği yapmakla suçladı. Karakola gittiğimizde polislere gözaltına aldıkları çocuklarla da röportaj yapmak zorunda olduğumu söyledim. İzin verdiler. İkisi de 18 yaşından küçüktü. “Göçmen yasasına göre sizi sınır dışı etmeleri mümkün değil. Bana annenizin telefon numarasını verin, durumunuzu bildireyim” dedim. Sonra serbest bırakıldılar. Her şeyi yolunda olduğunu düşünerek akşam bir partiye gittim. Biri beni gözetleme başlayınca problem olduğunu anladım. O mahalledeki çete liderini arayıp buluştum. “Dinle Roberto, bugün böyle bir olay oldu ve benim herkesi toplayıp konuşmam ve hikâyeyi benim açımdan anlatmam lazım” dedim. “Hiç gerek yok Donna, biz seni yıllardır tanıyoruz. Ayrıca poliste hepimizin fotoğrafı var zaten” dedi. “Sen 20 yaşındasın, dünyaya dair fikrin var ve gazetecilikte hikâyenin her iki tarafını da anlatmak gerektiğini biliyorsun. Ama gençler bunu bilmiyor. Onlara işimin ne olduğunu anlatmak istiyorum” dedim. Hepsini toplayıp konuştum ve o günden sonra aralarında hiçbir problem yaşamadım. 26
- Çete liderini arayabilecek kadar samimi miydiniz? Hikâyelerini anlattığım için beni bir bakıma arkadaşları olarak görüyorlardı. - Aralarında kaç yıl geçirdiniz? 1980’lerin ortasında gittim ve 2009’da döndüm. ‘BAZILARI ÖLDÜ, BAZILARI HAPİSTE’ - Peki, onların hayatlarında bir fark yaratabildiniz mi? Bazıları öldü, bazıları hapiste. Ama kendilerine başarılı hayatlar kuran birkaç kişi de var. Guatemala’da tanıdığım bir genç adam Güzel Sanatlar okuyup ressam oldu, şimdi Viyana’da yaşıyor. Bu onun tutkusuydu ama biliyorum ki beni tanımak onun kendine olan inancını artırdı. El Salvador’daki gangster çetelerinin önemli bir figürü olan genç bir kadın Maryland Üniversitesi’nde Sosyal Hizmetler okudu, şimdi sorunlu gençlere yasal yardımlarda bulunuyor. Onunla da çok gurur duyuyorum. Los Angeles’taki bir çeteden tanıştığım bir çocuk da beni geçenlerde aradı. “Donna benimle gurur duyacaksın, Oklahoma’da yaşlı insanların hastaneye gidebilmesi için şoförlük yapıyorum” dedi. 27
Şu an hapiste olanlar ya da o çevrelerden kurtulamayanlar bile bana hâlâ saygı gösteriyor çünkü biliyorlar ki onları önemsiyorum. Aynı hataları sürdürdüklerini bilsem de onlarla ilişkimi koparmıyorum. - Küçük hayatlar üzerindeki etkinizin ötesinde büyük ölçekte de bir şeylerin değişmesine vesile olmuşsunuz. Sizin sayenizde kimi sivil toplum kuruluşları yardım için harekete geçmiş, UNICEF risk altındaki çocukların fotoğraflarının çekilmesine dair bir protokol hazırlamış... UNICEF ile taciz kurbanı çocuklar konusunda bir süre işbirliği yaptım. Psikoloji alanında pek çok araştırma yaptım. Hedefimiz çocuklara uğradıkları tüm vahşete rağmen “Hayır” deme haklarının olduğunu, duygularını dışa vurmaları gerektiğini öğretmekti. Bunun bir parçası olarak fotoğraflarının çekilmesine itiraz edebileceklerini de öğrettim. Çünkü dijital bir dünyada yaşıyoruz ve fotoğraflarının çıkması onları çok müşkül durumda da bırakabilir. Örneğin
namus
cinayetine
kurban
gidebilirler.
Onları
korumak
için
yüzlerini
göstermemelisiniz. - Ama siz çalışmalarınızda pek çoğunun yüzünü göstermişsiniz. Bu hayatlarında kötü etkilere yol açmış olamaz mı? Örneğin polisin dikkatini çekmelerine neden olmuş olabilirsiniz? İşte bu yüzden fotoğrafları yayımlamak için 20 yıl bekledim! - Ne? 20 yıl mı? Evet! Aradan geçen zamanda bir kısmı hayatını kaybetti, bir kısmı ise yaşlandı ve tipi değişti. Dolayısıyla onlara zarar verme ihtimalim kalmadı. Kitabın sonunda hayatını değiştiren kimi karakterlerin hikâyelerini yazdım. Örneğin size bahsettiğim Viyana’da ressam Carlos... Onun hikâyesini yazmamda sorun yoktu çünkü kendine yeni bir hayat kurdu. Ama hâlâ Orta Amerika’da yaşayan insanlar, çeteler ya da polis tarafından hedef alınabilirler. Çünkü değişimin mümkün olduğunu duymak istemeyenler var. 28
‘FOTOĞRAF ÇEKMEMENİZ GEREKEN ANLAR VARDIR’ - “Deklanşöre basacağınız doğru anı bilmek kadar fotoğraf makinesini kenara koymanız gereken anı da bilmelisiniz” demişsiniz. Fotoğraf çekmemeniz gereken an hangisidir? Eğer birisi fotoğrafının çekilmesini istemiyorsa veya bir direnç oluşmuşsa ona saygı duymanız gerekir. Özellikle de söz konusu bir mağdursa. Eğer güce hükmeden birinden söz ediyorsak orada durum farklılaşabilir. Onlar kamusal alandadır ve bizim bilgi alma/verme hakkımız vardır. Böyle durumlarda biraz agresif davranmak verimli de olabilir. Öyle anlar vardır ki ısrarcı ve inatçı olmanız, o anı kaçırmamanız gerekir. Küçük bir kız çocuğunu yanında bir tabanca ve elinde bir kuşla çektiğim fotoğraf işte öyle bir anda ortaya çıktı. Kesinlikle bir kurgu değildi. Çocuğun amcasını tanıyordum. Yakın zamanda vurulmuş bir çete üyesiydi ve o gün onun doğum günüydü. Gündüz buluştuk, “16. yaşına giriyorsun, bunu bir pastayla kutlamayacak mısın?” diye sordum. “Hayatımda hiç doğum günü kutlamadım” dedi. Akşam elimde bir pastayla evlerine gittim ama o evde yoktu. Annesiyle konuştum, Giovanni’yi beklerken küçük yeğeni Esperanza’yı gördüm. Oturduğu yatağın üstünde bir tabanca duruyordu. Hangi açıdan çeksem ışık daha iyi olur diye düşünürken o kuşu tuttu ve fotoğraf için mükemmel an oluştu. İşte o an, iyi niyetime karşılık fotoğraf tanrısının bana bir hediyesi gibiydi! (Gülüyor) Esperanza “Sana diğer silahları da göstereyim mi?” diye sorduğunda alarma geçtim ve annesine silahı kaldırmasını söyledim. Amcası eve geldiğinde pastayı kestik. İşte o anlar kamerayı kenara bırakmam gereken anlardı... Eğer mumlara üflerken fotoğraflarını çekseydim, bu ne benim için ne de onun için sahici olabilirdi. Keki ben götürmüştüm, hikâyeye
müdahale ediyordum. Eğer fotoğraf
çekseydim, bir gazeteci olarak durumu sömürmüş olacaktım...
29
RUH SAĞLIĞINI KORUMALARI İÇİN GAZETECİLERE 3 TAVSİYE! - Fotoğrafçılık kariyeriniz boyunca çok fazla vahşete şahitlik etmek zorunda kaldınız mı? Uzun süre savaş muhabirliği yaptım, tehlikeli olaylarla karşılaştım. Ama her zaman çalışma alanımı belli bir limit içinde tutmaya ve riskleri minimize etmeye çalıştım. - O ortamda yıllarca kalmak psikolojinizi nasıl etkiledi? Gazeteciler olarak kendimize iyi bakmalıyız. O kadar acı ve ıstıraba şahitlik ediyoruz ki... Ben tüm genç gazetecilere buna karşı kendi ruh sağlıklarını korumaları için 3 formül öneriyorum; farkındalık, denge ve bağ kurma. Kendinizin farkında olun. Karşılaştığınız olaylar karşısında bedeninizin strese nasıl tepki verdiğini takip edin. Özellikle korkutucu ve tehlikeli olaylar hakkında haber yaparken, inanılmaz derecede strese giriyoruz. Korkunuzu kontrol altına almayı öğrenin ama bu sizi duygusuzlaştırmasın. Nasıl etkilendiğinizin farkına varın ve ne zaman mola vermeniz gerektiğini bilin. Sinirli, depresif ve hassas hissediyorsanız bunu halının altına süpürmeyin.
30
ÇOK DÜŞÜNÜP, AZ ÇEKMEK Tunca Arslan - Aydınlık Gazetesi, 2.2.2018
Roland Barthes, fotoğraf kültürünün başucu eserlerinden birisi olarak kabul edilen ve “bir fotoğraf üzerine düşünmek” açısından çok etkileyici bir süreç sunan klasikleşmiş kitabı “Camera Lucida”da şöyle demişti: “Kış Bahçesi Fotoğrafı’nın karşısında görüntüye sahip olmak için kollarını boşa açmış kötü bir hayalperestim ben; Melisande’nin hakikatini asla bilemeyeceği için ‘Sefil yaşamım!’ diye haykıran Golaud’yum. Melisande ne gizler, ne de konuşur. Fotoğraf da böyledir: Görmemize izin verdiği şeyi söyleyemez.” Göstergebilim filozofu Barthes’ın 1980 yılında, ölümünden kısa süre önce yazdığı, 1992’de Altıkırkbeş Yayınları’nca okurlarımıza sunulan “Camera Lucida”, fotoğraf tekniğinden çok fotoğraf duygusu üzerine bir kitaptır ve adeta fotoğrafın öznesinin, fotoğrafçının, fotoğrafa bakanın adına konuşmaktadır. Bir anlamda, fotoğrafta görmemize izin verilmeyen şeyleri söylemektedir Barthes. Fotoğraf sanatçısı ve akademisyen Haluk Çobanoğlu’nun kısa süre yayımlanan “Bu Fotoğrafları Neden Çekiyoruz?” (Espas Yay.) adlı kitabının da bende aynı duyguları uyandırdığını, kitabı büyük bir heyecanla ve çok şey öğrenerek okuduğumu söylemeliyim. Yalnızca fotoğraf sanatı açısından değil, örneğin edebiyat ya da politik tarih açısından da bugüne dek kafamda dağınık halde duran kimi noktaları birleştirmeme yardımcı oldu 256 sayfalık bu kitap. KENDİ ZEN’İNİ ARAMAK “Kuşbazlar” (1997), “New York Metrosu” (2003), “Arabesk” (2007) başlıklı sergi ve albümlerinden sonra bu son çalışmasıyla da çok ilginç bir görsel tarih yazıyor ve bu işi kendisinden önce yapanların hikâyelerini aktarıyor Çobanoğlu. Belli ki o da “bir görüntüye sahip olmak” isteyen “bir hayalperest” ama en azından kollarını boşa açmamış durumda. Kitabına Werner Bischof’un 1952’de Tokyo’da çektiği ünlü “Meiji Tapınağı” fotoğrafı üzerinden “Fotoğraf ve Zen” ilişkisine açılan bir bölümle giriş yapıyor Haluk Çobanoğlu. Walker Ewans’ın, sistemin cilasının silindiği ekonomik bunalım dönemini yansıtan ve “bir blues parçası kadar hüzünlü” fotoğraflarından, Jack Kerouac’a, Allen Ginsberg’e açılan ve Çobanoğlu’nun “Başkalarının Zen’i yerine kendi Zen’imi aramaya başlıyorum” dediği yılları aktaran, “Beat Kuşağı”nın fikir babası olduğunu söylediği Jack London’a da saygıda kusur etmeyen enfes bir bölüm bu. “Jack London’ın macera arayan ‘amaçsız’ yolculukları ile hoboların ve kaçak yolcuların yük trenlerindeki seyahat öyküleri, Beat kuşağının ilham kaynağı oldular. Bu ilham sadece onlara gelmemişti. Ülkenin parçalı coğrafyasını, bu büyük mozaiği merak edip anlamaya çalışan fotoğrafçılar da zamanla aynı yollara revan oldular” diyen sanatçı kendi macerasını da şöyle özetliyor: “1990’ların ortalarında, yolum Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu yakasında ‘Allahın unuttuğu’ cinsten bir yere düşüyor ve ‘kader’ burada bana tüm bağlarımdan kurtulma şansını da bahşediyor.” FOTOĞRAFİK KİRLENME Sonrası ise Zen ve fotoğraf kültürü bağlamında, Asaf Halet Çelebi’den Şahin Kaygun’a, Tarkovski’den Marilyn Silverstone’a, Henri Cartier-Bresson’dan Alexander Rodchenko’ya uzanan çok öğretici, çok sakin bir yolculuk olarak geliyor ve Haluk Çobanoğlu “Çok düşünüp, az çekme”ye dayanan bir serüven sunuyor. Bir tek bulaşık yıkamayan akıllı telefonlar ve instagram vs. çağında, yani Çobanoğlu’nun deyimiyle, bütün bu “vahim fotoğrafik kirlenme” içinde, adını da belirleyen o sorunun yanıtını veren bir kitap “Bu Fotoğrafları Neden Çekiyoruz?” Fotoğraf sanatına ve sanatçısına, fotoğraf duygusuna ve fotoğraf tarihine, fotoğrafın gerçeğine ve gerçek fotoğrafa yönelik bir saygı duruşu da denilebilir. 31
Bu alet 'daha iyi' fotoğraflar çekebilmeniz için sizi çarpıyor! Şubat 20, 2018|Brittany Hillen
https://video.vidyome.com/videos/02-2018/4HEJrv4ac4j5YirBKgyQ.mp4
‘the Prosthetic Photographer’ olarak adlandırılan yeni bir proje, insanları daha iyi fotoğraflar çekmeye zorlamak için tasarlanmış çok esaslı bir zımbırtıdan oluşuyor. Sistem, sanatçı ve tasarmcı Peter Buczkowski tarafından tasarlanmış. DSLR ve aynasız fotoğraf makineleri ile uyumlu çalışıyor. Yapay zeka kullanan cihaz sürekli olarak ideal sahneler için tarama yapıyor ve bunları fotoğraflaması için fotoğrafçıyı hafif şoklar vererek zorluyor/eğitiyor. :) Buczkowski, "The Prosthetic Photographer, sizin istemsizce güzel fotoğraflar çekmenizi sağlıyor" diyor. Alet yapay zekanın insanları eğitmesi için bir araç, ancak yapay zeka ilk olarak insanlar tarafından çekilip, değerlendirilmiş 17.000 fotoğraflık bir veri tabanı kullanılarak eğitildi. the Prosthetic Photographer'ın yapay zekası, kaliteli fotoğraflarla ilgili öğrendiklerini kullanarak, fotoğraflanmaya değer sahneleri tanımlıyor ve aleti kullanan kişiyi, bunları tanımak için eğitiyor. Yapay zeka, bunun için tutamaktaki elektrotlar aracılığıyla, fotoğrafçının parmağını deklanşöre basması ve söz konusu ideal sahneyi yakalaması için küçük bir elektrik şokunu tetikliyor. Yukarıda bağlantısı yer alan videoda gösterildiği gibi, kullanıcı cihazın arkasındaki düğmeyi kullanarak şok gücünü ayarlayabiliyor. Buczkowski, "Bu sistem, önce insan tarafından eğitilen bilgisayarın, eğitim sonrasında aldığı kararlara dayanan yeni bir estetiğin parçası.", “Fotoğrafçılıktaki bilinçli beceri eğilimi devrini sona erdiriyor.” diyor. Ç.N: İyi halt yiyiyor.
32
Elde edilen görüntüler sistemi eğitmek için kullanılan görüntülere dayalı, fakat yapay zekanını kendi estetik zevkini yansıtıyor. Tabii ki, 'eğitimli' biri tarafından fotoğraflanan sahneler, çoğunlukla daha etkileyici oluyor.
Kaynak: https://www.dpreview.com/news/3474055758/prosthetic-photographer-gadget-literally-shocks-youinto-taking-better-images
33
34
ESKİDEN “DEKLANŞÖR” DENEN BİR TETİK VARDI EVLAT Küçük İskender 24-03-2017
"Kareli Öyküler, şeylerin dünyasına açılan iyi bir kitap. Unuttuğunuz, önemsemediğiniz bir bardak kırıldığında cam parçaları, her bir yana dağılan sırçalar size ummadığınız bir telaş ve şaşkınlık yaşatır ya, öyle." Gördüğüm şeylerin beni hipnoz etmesinden korkmuyorum; gördüğüm her ne ise karşımda, ötemde, yakınımda veya uzağımda “başka bir var olma” şeklini koruması, devinerek dönüşmesi, dönüşümünü benimle tamamlaması böyle bir etkileşime daima açık zaten. Ve eğer gördüğüm şeylerle kişisel bir hatıram, sevincim, husumetim yoksa, o şeyler yabancılık tanımını, adlandırmasını deneyimlerimden, bilgilerimden, algımdan dolayı alıyorsa “büyük transfer” başlıyor demektir. Tanımladığımız, adlandırdığımız şeyleri tanımamız her zaman gerekmiyorsa, üstelik onlarla çevrelenmiş ve “etraf” kavramını bu yöntemle oluşturmuşsak, tanımını/adlandırmasını “benden almışsa,” yani “tanımını/adlandırmasını ben vermişsem” onun da, onların da yanıtı gecikmeyecektir. Gördüğüm şeylerin vereceği, alacaklarım bütünde pozisyon, durum, ruh hali, eğitim değişimi veya yeniden kurgulanmamdan ibarettir – bu da gövdenin ve duygunun hipnozudur. Gövdenin hipnozu, benim tıpkı bir uydu gibi o görüntünün, nesne(ler)in çekim alanına girmem, kapılmam anlamına geliyor. Fetiş iyi bir örnek. Duygunun hipnozu, en tehlikelisi, en heyecan verici yan; çünkü bu, duyguların kontrollü olarak teslimini öneriyor. 35
İş burada da kalmıyor, almak vermek eylemi alışverişin süreğenliğini sağlayarak zamana yayılıyor; görüntüden/nesneden, şeylerden uzaklaşsanız da etki sürüyor. Üstelik, bir fetiş gibi sahiplemiyorsunuz da. Ressamın resmi ile fotoğrafçının resmi arasında gelgit yaşayan ben, hangisinin hükmünü kabullenecek ve baş eğecektir? Ressamın resmi, benim bir benzerimin, insanın eseri, yorumudur. O resim bizim ailenindir ve “sır” olarak kalması şart ayrıntılarla donatılmıştır. Fotoğrafçının resmi bir eser, bir yorumsa da “belgelenme” mührü taşımaktadır; belgelenenin doğallığı, açıklığı, netliği, barındırsa da fluluğunun/karanlık tarafının kısmen anlaşılırlığı “dışarısı”nı aydınlatacaktır. Ailemizin içine sızması için hipnoz yeteneğini kullanacak, âna sıkıştırdığı kare ile bizi bir öykü üretmeye zorlayacaktır. Fotoğrafın hayatta kalması bizim ona bir öykü bulmamıza bağlıdır. Fotoğraf bunun farkındadır ve yaşayabilmek uğruna tüm olanaklarını kullanır, temas etmekten/taciz etmekten kaçınmaz. Gördüğümüz şeylerin “gördüğümüz şey” olabilmesi ancak onunla ilgilenmemizle mümkündür. Önünden, arkasından, üstünden, altından, ayrışık mesafeden geçtiğimiz ve dikkatimizi çekmeyen şeylerin de elbette bir öyküye ihtiyacı vardır; şüphesiz bir avcı gibi kendilerine yönelecek birini, bir avı yakalayacaklardır. Bir şeyden kurtulsak bile bir diğer şey sırasını beklemektedir sonuçta – insan şeylerin tutsağıdır. Özgürlüğümüzü koşulsuz bırakacağımız fotoğraf/lar her yere saçılmıştır. Bir dergide, bir arkadaşın resim albümünde, bir sergide, bir reklam panosunda, bir manzaraya bakarken, sokaktaki kalabalığa/trafiğe dalmışken, aklınıza şu dakika ne geliyorsa o pusudadır. Sizden bir öykü rica edecektir masumane – Haneke’nin Ölümcül Oyunlar filmindeki yumurtalar suçsuzdur oysa ona sorarsanız. Evet, bir fotoğrafa soru sormaya hiç kalkıştınız mı? Veya ben bu soru cümlesini yazarken, bir soru sorarken siz, bu yazıyı okuyanlar bir fotoğraf mısınız, bir fotoğrafta mısınız? Hay aksi, bu da bir soru oldu. Ressamlar sanatçı olduklarını ifşa ederek ortaya çıkarlar. Fotoğrafçılar bunu reddederek gizlenirler. Ara Güler’in “ben fotoğraf sanatçısı değilim, fotoğrafçıyım” inadının altında bu kurnazlık yatmaktadır: Suçunu inkar edebilmesi, insanlardan öykü çaldığını kabullenmemesi ancak bu dehşetli tavrıyla mümkündür. Şairler, romancılar, oyuncular suçu üstlerine alarak, amiyane deyimle kabak gibi ortaya çıkıp egolarını doyuma ulaştırırken fotoğrafçılar gizli bir teşkilata mensupturlar. Ben onlardan çok korkarım işte.
36
Tolga Gümüşay romanlarından, öykülerinden sonra bu gerçekle yüzleşerek fotoğrafın arkasına bakmış ve fotoğrafın izini, nereden geldiğini, sürüklenip yeryüzüne düştüğü kara deliği görmüş olabilir. Bu gizli teşkilatın, yani hayatın, öykülere muhtaç zamanın deşifresi bir proje ile can bulur: Kendi çektiği fotoğraflara talep ettikleri, bekledikleri öyküleri vermek, o öyküleri yazmak. Dijital platformda başlayıp şimdi “matbu”ya çevirdiği kitabı Kareli Öyküler görüntülerin izdüşümü, geride kalanın gölgesi iddiasıyla okunacağı, bakılacağı gibi birbirlerinden asla ayrılamayacak insan-şey ikilisinin performansı da sayılabilir; o hipnozun, o alışverişin seçiciliği veyahut. Çocuğunuza baktığınızda onun oluşumuna, doğumuna sebebiyetiniz nasıl gen tarihinde kayıtlıysa ve hissettiğiniz haz, mutluluk bu koşula bağlıysa çektiğiniz, kaydettiğiniz, hatta makineye alınmayan her görüntünün buna benzer bir maziyle size tutunduğunu kanıtlamanız, yeryüzüne, yeryüzünün bütün çağlarına karşı sorumluluğunuzu kabullenmeniz müthiş bir özveri. Tolga Gümüşay’ın Kareli Öyküler’i şeylerin dünyasına açılan iyi bir kitap. Unuttuğunuz, önemsemediğiniz bir bardak kırıldığında cam parçaları, her bir yana dağılan sırçalar size ummadığınız bir telaş ve şaşkınlık yaşatır ya, öyle. Öyle güzel bir kitap. Eminönü’nde bir hanın tarihi duvarlarını gönül galerisine dönüştüren çaycı, Karaköy’ün karanlık arka sokaklarında rastladığı ressama modellik yapan esrarengiz adam, Prag’da Vltava Nehri’nin kıyısında ne kucaklaşabilen ne de ayrılabilen sevgililer, Beşiktaş’ta bir meyhanede Cici Bey’in gözlerinin içine bakarak “Sev beni!” diye haykıran plaza kadını, Fransa’nın güneyinde bir plaj saldalyesinde dinlenirken beyaz giysili bir adamdan ölüm daveti alan mösyö, aslında zarif biri olduğunu çocuklarla köpeklerden başka kimsenin bilmediği mezarcı... Önce fotoğraf kareleri ile karşımıza çıkıyor, sonra da çarpıcı öyküleri ile okurun ruhunda derin izler bırakıyor. Kareli Öyküler, gölgede kalmış karakterleri, sokakları, nesneleri incelikle gün yüzüne çıkarıyor. Fotoğrafın gerçekliğiyle edebiyatın olasılıklarını iç içe geçirerek modern zamanda insan olmanın türlü hallerini ortaya koyuyor. Sıradan bir yaşam karesini bile mutlaka bizim duygularımızı harekete geçirecek ve bize gündelik yaşamın harikalığını hatırlatacak bir öyküye dönüştürüyor. (Tanıtım Bülteninden)
Kareli Öyküler Yazar: Tolga Gümüşay Yayınevi: Altın Kitaplar Medya Cinsi: Ciltsiz Sayfa Sayısı: 216 Ebat: 20x20 İlk Baskı Yılı: 2017 Hamur Tipi: 2.Hamur Baskı Sayısı: 1. Basım ISBN: 9789752122772
37
“Kodachrome” 20 Nisan’da Netflix’te gösterime girecek
İlk Fragman! 38
GÖLGEDE RÖPORTAJ: CENK ‘MİRAT’ PEKCANATTI “Elimde bir tutayım. Bir kericik... Bir karecik fotoğraf çekeyim istiyorum. Olmuyor. Çıldıracağım...” 1998 yılında girdiği, Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü’nden 2003 yılında mezun oldu. 2003 yılında kurulan Gölge Fotoğraf Grubu'nun kurucularından ve grubun yayın organı olan Gölge Fanzin'nin fikir babası. Gölge Fanzin'de ‘Istırap İçerisindeki Kurbağa’ rumuzuyla; eleştiri, makale, deneme yazıları yazıyor ve çeviriler yapıyor. 2004 yılında, “Caferiler–Aşura” adlı çalışmasıyla Geniş Açı ve İstanbul Fotoğraf Merkezi’nin ortaklaşa organize ettikleri, “Türk Fotoğrafında Genç Soluklar – II” projesinde yer aldı. Proje, İstanbul, İzmir, Eskişehir, Bursa ve Çanakkale'de sergilendi. 104.8 frekansından yayın yapan Radyo İNFOkarma’da yayınlanan “Hepimiz Fotoğrafçıyız!” adlı programı hazırlayıp sundu. 16. ve 17. Bursa Fotoğraf Günleri’nin danışmanlığını yaptı. 2011 yılında Oropos/Yunanistan'da gerçekleşen; Avrupa Gençlik Müzesi Festivali'ne "Flying Lomography" atölyesiyle ülkemiz adına katkıda bulundu. Halen kişi ve gruplara temel fotoğraf eğitimi veriyor ve proje danışmanlığı yapıyor. Instagram: https://www.instagram.com/cenkmiratpekcanatti/
Gölge Fanzin: Malum ilk olarak röportajların bu kadrolu sorusunu sormak adettendir. Fotoğrafla tanışmanız ilk nasıl oldu? Cenk Mirat Pekcanattı: Fotoğrafla tanışmam... (gülerek) Daha doğrusu tanışamamam, çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor. O zamanlar 6... Bilemedin 7 yaşında olsam gerek... Babamın Vest Pocket Kodak’ı yok. Ailemin doğum günümde fotoğrafa başlamama vesile olacak bir fotoğraf makinesi alacak parası da... Evde bir fotoğraf makinesi var olmasına var... Fakat alete, ‘Kaşıkçı Elması’ muamelesi yapılıyor... Makine hususi günlerde aniden ortaya merasimle çıkarılıyor. Elimde bir tutayım. Bir kericik... Bir karecik fotoğraf çekeyim istiyorum. Olmuyor. Çıldıracağım... İçimden, “Neyse işleri bitsin, ben karambole getirir makinayı illa uçururum”, diyorum. “Uçururum... Çektim... Kerecik... Karecik... Falan... Filan...”, derken makine bir şekilde sırra kadem basıyor. Elbette bende avucumu yalıyorum. Bundan ötürü fotoğrafla tanışamamam 6-7 yaşlarımda oldu diyebilirim. Ama o gün bu gündür hep aklımdaydı. Yaşamımım karanlık bir döneminde de fotoğrafla büyük bir tesadüf vesilesiyle tanıştım. Bana çok faydası dokundu. Bu kişisel ve uzun bir hikaye... Uzatmayayım. Sonrasında 90'lı yılların ikinci yarısında şehir hatları vapurunda karşılaştığım eski bir arkadaşımın ilham vermesiyle fotoğraf eğitimi almaya karar verdim. 98'de fotoğraf bölümüne girmeye hak kazandım. Böylelikle fotoğrafla geç tanışmamın acısını akademide tahsilini almaya başlayarak misliyle çıkartmaya başladım. (gülerek) - Misliyle çıkartmak mı? Kimden? İlk iki sene, karanlıkodamı banyoya kurup, orayı zapt ettim. Evde yıkanma ve tuvalet ihtiyacı olan kişi benden onay almadan kesinlikle içeri adımını atamıyordu. Amansızdım. Validem ve rahmetli pedere 2 sene kök söktürdüm. 39
Ne zaman benden banyoyu kullanmayı talep etseler, “Aman!”, diyorum. “Şu an ışığı açamam, pozladığım kağıt yanar...” (gülerek) Bu tutumum fotoğraf makinesini benden kaçırmalarının bedeliydi. Onlara ‘Oh!’ olsundu... - Peki, üniversiteye girince akademik ortamı nasıl buldunuz? Umduğunuz gibi miydi? Bulamadım... Her ne kadar fazla bir şey ummuyor olsam da, akademiyi bu kadar bulamayacağımı tahmin bile etmemiştim. (gülerek) - Tam olarak bundan kastınız nedir? Temel sanat dersimize gelen hocamız (Balkan Naci İslimyeli) ilk dersinde, akademide geçireceğimiz süreç boyunca köşeli düşünme mantığından arınacağımızı, yaşamı daha çok sorgulamaya başlayacağımızı ve her fikre eşit şans tanıyacağımızı anlatırken, bölümdeki bir başka görevli, idolü Zekeriya Beyaz Hoca Efendi’nin fotoğrafını çalışma masasının baş köşesinde bulunduruyordu. Hoca Efendi şimdiki gibi Halk TV’ye çıkıp ta referandumda “Hayır!”, deyin safhasında değil daha o vakitlerde... Öğle saatlerinde yayınlanan kadın programlarına ambargo koymuş, peluş ayı tadında sevimli bir profil çizerek, halay çekmekle meşguldü. Zaten aksi olsa o araştırma görevlisi Beyaz Hoca’yı masasına da koyamazdı. Maçası yemezdi. - Bu konuyu biraz daha açsanız... Ben bu konuda daha fazla konuşup, yanlış anlaşılmak istemem. Sorunuza cevap verebilmek için bölümdeki mantalite uçurumuna bir vurgu yaptım. Sizi böylesine taban tabana zıt düşünce tarzlarındaki insanların nasıl birlikte çalışıp, öğrenciye nasıl faydalı olabileceğini düşünmeye sevk etmek istedim. Dileyenlerin blogumdan bu konu hakkında daha net bilgi edinebileceği kısa bir güncem var. Hem de o günün heyecanıyla, öğrenci halimle sıcağı sıcağına yazılmış. Onu okurlarsa konu daha da açık bir hal alır. İlgilenenler için bahsi geçen bağlantı: http://miratinpuslufotografatlasi.blogspot.com.tr/2018/03/bir-fotografcnn-gunlugunden-ii.html
- Bu yorumunuzdan yola çıkarak fotoğraf bölümlerinin gereksiz olduğunu söyleyebilir miyiz? Misal mezunu olduğum bölümün o dönemdeki eğitmenleri... Bölümü geliştirmek, çağdaş gidişata ayak uydurmak, fotoğrafçılığın itibarını yüceltmek yerine, özellikle lise ve yüksek okullarda fotoğrafçılık bölümleri açılmasına vesile oldular. Bunun için müfredat hazırlayıp, danışmanlık verdiler. Fotoğrafçılığın iyiden iyiye zanaat olarak algılanmasına sebep olan bu gibi tutumlar, dolaylı olarak A.Ü Açık Öğretim Fakültesi dahilindeki ‘Fotoğraf ve Kameramanlık’ önlisans programının açılmasıyla sonlandı. 40
Böylece güzel sanatlar fakülterlerindeki bölümler de kaçınılmaz olarak gereksizleştirildi. Açık öğretim varken, 4 yıl akademide çocuklar ne yapsın? - Fotoğraf için açık öğretim güzel bir fikir değil mi? Harika bir fikir. Cidden harika bir fikir... Ben fotoğraf öğrencilerini sınıflara hapsederek verilen eğitime karşıyım. Fakat bir dengesizlik oluşturduğu da aşikâr... Bu program sebebiyle insanlar yetenek sınavı stresi yaşamadan, 4 yıl devam zorunluluğu olmadan, uzaktan aldıkları eğitimle eşzamanlı piyasaya giriş yapıyorlar. Instagram hesaplarını clickfarm* ve likefarm*lardan satın aldıkları takipçi ve beğenilerle şişiriyorlar. Böylelikle fotoğraf camiasında hızla itibar görmeye başlıyorlar. Çünkü ne kadar iyi fotoğrafçı olduğunuz, artık Instagram’da ne kadar ‘takipçi’ ve ‘like’ sayınız olduğuna istinaden ölçümleniyor. Ciddi markalarda buna çanak tutuyorlar. Mesela çatıları altında kurdukları eğitim merkezlerinde bu gibi şahıslara fotoğraf eğitimi verdirtiyor, ülke fotoğrafını dizayn ediyorlar. Bunun çok ciddi sonuçları olacaktır. Şimdi durum böyleyken, “Akademiye mi girersin, açık öğretimin kestirmesinden fotoğraf camiasına anında entegre mi olursun?” Elbette bu retorik bir soru... Sonuçta akademiye başvuru sayıları gittikçe azalıyor. Bölümler artık nitelikli jenerasyonlar da kolay kolay yakalayamıyor. Yakında kontenjanlar dolmaz ve bazıları işlevsizliklerinden dolayı kapatılırlarsa sürpriz olmaz. Nasıl? Harika, öyle değil mi? Clickfarm* - Likefarm* - Para ile sosyal mecralar için beğeni ve takipçi satan sistemlere verilen addır.
- Anlaşılan o ki, bu programdan hiç hazzetmemişsiniz? Tam olarak değil... Tamam Harvard’da uzaktan fotoğraf eğitimi ve sertifikası veriyor. Bunda sakınca yok! Fakat bu noktada vizyon çok önemli... Anadolu Üniversitesi’nin resmi internet sitesinde, programla ilgili tanıtım metninin sonunda, ‘İş Olanakları’ başlıklı bir kısım var. Aklını kaçırırsın. O kısım şöyle sona eriyor: “Mezunlar fotoğrafçılık alanında düzenlenen yarışmalara katılabilirler.” Bu nasıl bir vizyondur? İnanmayan girsin, siteye baksın. Bir başka satırda da hatırladığım kadarıyla şöyle yazıyor. “İllerindeki fotoğraf derneklerine üye olabilirler.” Şaka gibi! Üniversiteden bazı insanları tanıyorum. Buna nasıl müsaade etmişler, inanın aklım almıyor. Öncelikle aklıselim hocalardan bunun düzeltilmesini önemle rica ediyorum. Sorumluluk hisseden fotoğraf severler de lütfen seferber olup, ilgili kişi ya da makama iki satır yazı yazsın, bu ifadeleri ya düzelttirsin ya da kaldırtsınlar. Gerçi nasıl düzeltilebilir bilmiyorum? Esasında federasyonun bir ağırlğı vardır. TFSF* de bu konuya dikkat çekebilir. Çekmelidir de... Sadece yarışmalara odaklanmamalılar... Fotoğrafçılığın itibarını da korumalılar. TFSF* - Türkiye Fotoğraf Sanatı Federeasyonu
41
Ülkenin dört bir yanında faaliyet gösteren onlarca fotoğraf derneği de, tepkilerini dile getirebilir. Ben bir ara bir girişimde bulundum. Ama kimse münferit girişimimi tınlanmadı. İlgilenenler için bahsi geçen bağlantı: https://www.anadolu.edu.tr/acikogretim/turkiye-programlari/acikogretim-fakultesi-onlisans-programlari-2yillik/fotografcilik-ve-kameramanlik
- Milenyum ile Türkiye’de fotoğraf adeta bir patlama yaptı. Siz bunu hangi faktörlere bağlıyorsunuz? Dijital teknolojiye... Bu teknoloji sayesinde işlem süreci inanılmaz derecede pratikleşti ve kısaldı. Analog fotoğrafın zahmetli bir zanaat kısmı vardı. Herkesin harcı değildi. Dijital teknolojinin fotoğrafçılara sağladığı güncel imkanlar sayesinde şimdi fotoğrafınızı çekip, seçtikten sonra direkt sanal ortamdan paylaşabiliyorsunuz. Hemde tüm dünyayla... Bu yüzden herkes fotoğrafa heves etti. Sayısı her geçen gün katlanarak artan sayıda fotoğraf çekilir oldu. Fotoğraf eğitimi veren üniversite bölümlerinin ve ticari kurumların sayıları arttı. Daha çok sergi açılmaya, albüm basılmaya başlandı. Fotoğraf dergileri ve internet siteleri birer pıtrak gibi çoğaldı. Hele fotoğraf yarışmaları azıttı. Koptu gitti... - Tüm bunlar sizce fotoğrafın gelişmesini sağladı mı? Erik Kessels’in ‘Tepeleme Fotoğrafçılık’ adında bir yerleştirmesi vardı. Belki de bilirsiniz. Hiç yoksa 7-8 yılllık bir mazisi vardır. Bu o dönemde çekilen fotoğraf sayısı üzerinden fotoğraf tüketimini konu edinen bir işti. ‘Tüketim’ kelimesini burada bilinçli seçiyorum... Adam 24 saatlik bir zaman dilimi içinde Flickr, Facebook ve Google'a yüklenen 1 milyon fotoğraftan oluşan bir enstalasyon hazırladı. Kessels, bu sergiyle her gün internet kullanıcılarının karşılaştığı fotoğraf bombardımanını yansıtmak istediğini belirtmişti. İlgilenenler Google edip, o koca yığını bir görsünler... Hemde Instagram’ın o zaman bu denli çılgınca kullanılmadığını hatırlayarak bir değerlendirsinler. Geleceğim nokta şu: Bu iş artık çığırından çıktı. Tamamen bir çılgınlığa döndü. Bir yanda amatör-profesyonel çizgisi kayboldu, diğer yanda kaliteli–kalitesiz, iyi-kötü ayrımı bulanıklaştı. Fotoğraf miktarı tarihte hiç olmadığı hızda arttığından fotoğrafın geçerli mesaj verme etkisi de giderek azaldı. İnternet ve yeni üretim araçlarının kolaylıkla erişilebilir olmasıyla da tüketici, kendini üreticiymiş gibi hissetmeye başladı. Bu da bizim fotoğrafın fetret dönemini başlattı. Sonuç bir gelişme değil, koca bir kaos’tur. - Bu karışıklığın ulusal ölçekte düzeltilmesi için önerileriniz var mı? Evelalah! Öncelikle amatör ve profesyonel ayrımını netleştirmek lazım. Profesyonel fotoğrafçıların haklarını koruyan, tanıtan ve eğiten ciddi bir sendika oluşturmadan mevcut duruma bir çözüm üretemezsiniz. 42
Tanıtım fotoğrafçılarını birbirine yakınlaştırmak, ilişkilerini pekiştirmek ve sektör için gerekli rekabet ortamının geliştirilmesi amacı ile kurulan PTFD* yanılmıyorsam yalan oldu. Fark edeceğiniz üzere biz başta var olanı koruyamıyoruz. Bu gibi kurumları kurmalı ve ısrarla korumalıyız. PTFD* - Profesyonel Tanıtım Fotoğrafçıları Derneği
Ne kadar etkin olduğundan emin değilim, ama ‘İstanbul Profesyonel Fotoğraf Sanatkarları Esnaf Odası’ adı altında bir kurum var. En azından fotoğraf stüdyolarında standart işler... ne bileyim? Bir biometrik fotoğraf çekimi için üç aşağı-beş yukarı ücret her dükkanda aynı... Bu da bir şeydir. Öyle değil mi? Fakat konu profesyonel reklam ve tanıtım fotoğrafı olunca işin rengi değişiyor. Bir ürünün basit bir görseli için bir amatör fotoğrafçı 1 lira isterken, diğeri profesyonel fotoğrafçı 10 lira isteyebiliyor. Bu sadece fotoğrafçılar için değil, müşteri için de kafa karıştırıcı bir durum. Böyle uçurumlar söz konusu olunca, müşterinin fotoğrafçılara karşı güveni de sarsılıyor. Mevzu, “Yahu hepi topu bir düğmeye basıyorsun, bu kadar para istenir mi?” noktasına geliyor. Dijital teknoloji sayesinde insanlar gelişmiş DSLRlar ve internetten edindikleri bir takım teknik bilgileri kullanıp çekimler yapıyor. Photoshop’ta da fotoğraflarını coşturuyorlar. Bir iki plug-in derken, sonuçlar KOBİleri çok mutlu ediyor. Bu olağandır. Adam ürününü yüzüne bakılır bir standartta müşterisine sunmak istiyor. Fakat bütçesi de kısıtlı... Sen kaç yıl okul okumuşsun?, Malzemene ne kadar masraf etmişsin? Stüdyonun kirası ne kadar? Bunlarla ilgilenmiyor. Doğaldır... Sorunu çözmek istiyorsak, ortada güvenilir bir sendika olmalı. Bu kurum portfolyolarına göre fotoğrafçıların seviyelerini sınıflandırmalı, kaşe bedeli aralıkları belirlemeli, haksız rekabeti engellemeli, genel işleyişi bir standarta bağlamalı, çeşitli seminer ve paneller düzenlemeli, fotoğrafçıları bilinçlendirmeli, gelişimlerine katkıda bulunmalı v.s. Bunları yaparken muhakkak ki liyakati dikkate almalı... Muhakkak adilane olmalı... Şunu belirteyim. Buralarda da birileri sadece kendi adamlarını barındırır ve kayırırsa sonuç, benzetmek gibi olmasın ama federasyona benzer... Teşbihimi son yönetimini tenzih ederek yapıyorum. Çünkü yeni yönetimi tanımıyorum. - Peki fotoğraf bölümlerindeki kaosa nasıl son verebiliriz? Anadolu Üniversitesi’ndeki açık öğretim programından kolay kolay vazgeçemezler. Geçmesinler de... Ama vizyonlarını yeniden gözden geçirsinler. Bu programa anlamlı bir misyon atasınlar. Bu misyonu da deklare etsinler. Güzel sanatlardaki bölümlerin verdiği mezunların niteliklerini öngörerek, programlarından mezun olacakların aldığı diplomanın bir tür ara eleman sıfatı kazandırdığını belirtebilirler. Bu sadece anlık aklıma gelen bir öneri... Onlar bunun daha iyisini bilirler. 43
Güzel sanatlar bölümlerinde de liyakata dayalı, modern ve tutkulu kadrolar oluşturulmadığı sürece onlardan da bir cacık olmaz. Karmaşa sürer gider. Yoksa bölümler çağdaş bir müfredat oluşturmak için gerekeni, metodik olarak eğitimde nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini, bu memlekette hangi dersi hangi eğitmenin layığıyla vereceğini bilir. Bunlar atla deve değil... Bölümler olumlu yönde ivme yakalamak istiyorsa, işin anahtarı kaliteli ve takımdaş kadrolardan geçiyor. ‘Ahmet Hoca ve Müridleri Modeli’ artık iflas etti. Salla başı al maaşı memuriyeti sürdürenler, ofislerinin kuytularında ‘Candy Crush’ oynayanlar bölümlerde barındırılmamalı... Gözlemlerim beni şayet yanıltmıyorsa, sanki yeni jenerasyonla birlikte İstanbul’da Mimar Sinan bu doğrultuda ilerliyor gibi... Ne güzel! Hakkını bu noktada teslim edelim. Mimar Sinan Üniversitesi son yıllarda güzel bir etkinliğe de ev sahipliği yapıyor. Üniversitenin bünyesinde kurulan FUAM*’ın organize ettiği, İstanbul Fotobook Festivali hoş bir girişim... Hem çağdaş hemde faydalı buluyorum. Bu gibi etkinliklerin üniversite çatıları altında artması gerektiğini düşünüyorum. İnşallah bu senekine gidip, ortamın keyfini çıkaracağım. *FUAM - Fotoğraf Uygulama ve Araştırma Merkezi
Diğer kalburüstü üniversiteler bu gibi atılımlarda çok geride kaldılar. Naçizane hemen aklımdaki bir modeli paylaşarak onları teşviğe çalışayım. Mevcut tüm fotoğraf bölümlerinin her sene bir tanesinde, diğer bölümlerin bir araya geleceği; işlerin sergilenip, üzerlerinde konuluşulacağı, atölyelerin düzenleneceği, öğrenci ve eğitimcilerin birbirleriyle iletişimde, fikir alışverişlerinde bulunacakları ulusal bir buluşma hem çok hoş hem de faydalı olur. Yazları ilgili kampüste muazzam faydalı, festival tadında bir etkinlik gerçekleştirilebilir. Öyle fazla para pul harcamaya da gerek yok! Bu başlangıçta, en azından il bazında da denenebilir. Yürürse sonra ulusallaştırılır. 3 gün süren bir etkinlik şimdilik kafi olacaktır. Belki Uluslar arası hale de getirilebilir. Bu anlık bir önerme... Düşünsenize öğretim görevlileri kafa kafaya verse, ortaya neler çıkar neler? Yeterki niyetleri olsun... - Gelelim Gölge Fanzin’e... Gölge’nin çıkışı nasıl oldu? Gölge'nin temelini aynı bölümden 4 öğrenci attı. Aslında çıkışımızla ilgili Orta Format’ta “Gölgelerin Gücü Adına mı? Hadi Canım Sen de...” başlıklı makara bir yazı kaleme almıştım. İlgilenenler o yazımı okuyabilirler. Hem bu vesileyle Orta Format’a da pas atmış oluruz. Tanımayanlar için tanışma fırsatı, bilenler içinde yeni güncellemelerini okuma imkanı sağlar. İlgilenenler için bahsi geçen bağlantı: http://ortaformat.org/golgelerin-gucu-adina-mi-hadi-canim-sen-de-22
44
- Peki ana gerekçeniz neydi? Ana gerekçe; akademide körler ile sağırların birbirini ağırlamasıydı. Aldığımız bilgilere göre durum sadece bizim bölüme mahsus da değildi. Ya akademik fotoğraf şebekesine dahil olacak ve yetenekle alakasız bir hiyerarşi içerisinde birilerine yağdanlık edecektin. Ya da yalan olacaktın. - Konuyu biraz açsak mı? Adamlar akademide nasıl bir ışık görüyorsa; fotoğrafçılığı kutsal görevi olarak addedip, onlarca işçisinin tazminatını vererek, deri fabrikasını kapatıp buraya eğitimci olmaya geliyordu. Esas üssü Mimar Sinan olduğu için bizim bölüme ayakları sürte sürte gelen bir hocamız, öğrencilerin gözünde ışık görmediğini söyleyerek, kafasına göre bölüme teşrif buyuruyordu. Buna usulüne uygun tepki verdik. Yakın olduğunu bildiğimiz bir diğer eğitmene gidip, sıkıntımızı usülünce dile getirdik. Ertesi hafta hocamız teşrif etti. Epey kızmış... İlk işi de bu süreçte arkadaşlarına sözcülük eden benle atışmak oldu. Meğerse birisi ya da birileri, benim herkese kazan kaldırttığımı söyleyerek jurnallemiş. Yağdanlık etmeyip, bölümde düzenli ders verilsin diye milleti kışkırtırsam tabi böyle olur. (gülerek) - Peki, ya sonra ne oldu? Bende bir daha dersine girmedim. Devam ediyorum... - Elbette... Fotoğraf yarışmalarında bölümümüzün başarılarından sıkça söz edilir olmuştu. Fakat ödülleri öğrenciler yerine sair kimseler kazanıyordu. Sakın yanlış anlaşılmayayım, bu bir karalama değil... İsteyen TFSF’den özellikle 1998-2004 yılları arasında düzenlenen yarışma sonuçlarını talep etsin. Jüri üyeleri ile derece alan kişilerin aralarındaki girift ilişkileri bir incelesin. Bakalım ne sonuca varacaklar? Baştan uyarayım. Doğrunun her zaman kendini ifşa etmek gibi kötü bir huyu vardır. Birilerinin bu noktada olaya müdahale etmesi gerekliydi. O zaman bu bilgilere ulaşmak o kadar kolay değildi. Fakat bir şekilde ben bu bilgileri edindim. Bölümde ikili oynadığından emin olduğum kimseler vasıtasıyla da muhattaplarına haberi uçurdum. - Bunun üzerine ne oldu? Yahu adam bademden top sakala dönmüş, iflah olur mu? Bu sefer başkalarının adıyla yarışmalara katılır oldular. Adam arpanın peşinde... Öyle pat!, diye vazgeçer mi?
45
Bizzat şahit olmasam şu anda dillendirmem. Şahıs, öğrencisine “Dilersen ben sana fotoğraf vereyim. Sen kendi adına katıl”, diyor. Yok deve!!! Öğrenci de şaka yollu soruyor. “Hocam ya kazanırsam?” Hocası cevap veriyor. “Hele kazan orası kolay...” demek meseleyi aralarında esnaf işi çözecekler. - Herhalde bundan ötesi de yoktu? Olmaz olur mu? Firmalar bölüme yeni emülsiyonlarını test etmek için bedava film veriyormuş. Köylü uyanığı bir araştırma görevlisi bu filmleri bölüm adına uygun fiyatla öğrencilere satıyordu. Neymiş?: Bölüme katkı... Biz bu durumu ancak diğer üniversitelerde eğitim alan ve filmleri ücretsiz kullanan arkadaşlar aracılığıyla öğrenip, duruma ayıyorduk. Olaya bak! Olaya... Ayrıca eleştiri mekanizması olmayan bir camiada fotoğraf üretilmesi “Biz kırk kişiyiz, Birbirimizi biliriz”, diye düşünenlerin işine geliyordu. Biz bu döngüyü kırmak, sergi ve albüm eleştirisi hususunda ilk tohumları atmak istiyorduk. Türk Fotoğraf Ekolü’nü oluşturmakta bir önemli hedefti. Savruk, dağınık bir camiamız vardı. Mikro yapılanmalar devamlılıklarını sürdürebilirdi. Fakat daha makro bir ölçek altında toplanmalıydık. Organize olmalı, iş üreterek, aramızda değerlendirerek uluslararası alanlarda sergilemeliydik. Türk fotoğrafını geniş kitlelere ulaştırmalı, tanıtmalıydık. - Hazır bahsi açılmışken; izninizle bir parantez açmak istiyorum. Camiamızda ”Türk Fotoğrafı” tabirinden rahatsız olan bazı kişiler var? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bilmem mi? “Bu nasıl bir düşüncenin ürünüdür?” diye kafa yorduğumda burnuma hep kötü kokular geliyor. T.C Anayasasının 66. maddesi çok net bir biçimde, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür”, diyor. Bu etnik bir tanım değil.. Fakat devlete, vatana, millete bir sadakat... Bir vefa beklentisi var... Şimdi ben, Türkiye Cumhuriyeti adını taşıyan bir ülkede yaşayacağım. Türk fotoğraf camiasının organik bir mensubu olacağım. Ne bileyim?.. Mesela T.C. Dernekler Yönetmeliği’ne tabi bir derneğe üye olacağım. Efendime söyleyeyim... Belki kuratör ya da organizatör kimliğimle T.C. yerel yönetimlerince desteklenen bir fotoğraf etkinliği düzenleyeceğim. Belki de profesyonel fotoğrafçı olarak bu ülkenin insanından kazandığım Türk Lirasıyla evime ekmek götüreceğim. Fakat ‘Türk Fotoğrafı’ ifadesini kullanmayı kınayacağım. Karşı çıkacağım. Arkadaş! Öncelikle bu tavrın fotoğrafla hiçbir bir alakası yok. Tamamen nankör, kalleş ve ayrılıkçı bir görüşün ürünü... Maalesef bu tip söylevlerin birlikte ve barış içinde yaşama umudumuzu tehdit ettiğini düşünüyorum. Dahası bu görüşü dillendirenlerin... Lütfen bunu büyük harflarle yazın... ‘TÜRK FOTOĞRAF CAMİASINA’ hakaret ettilklerini düşünüyorum. Kesinlikle... ama kesinlikle bir özür borçlular... 46
Üstelik bunu kasten yapıyorlar. Çünkü politik ajitasyon ve provakasyon arayışındalar... Tekrar söylüyorum. Fotoğrafla hiçbir alakası olmayan bir konudan bahsediyoruz. Bu siyasi bir provakasyondur. Ya Fetullahi ya da ayrılıkçı kaynaklardan besleniyordur. Bu hastalıklı görüşü dillendirenler yok sayılmalı, itibar edilmemeliler... Artık parantezi kapatabiliriz sanırım? - Buyrun kapatalım... Kaldığımız yere dönersek, peki Gölge Fanzin çıkınca olaylar nasıl seyretti? İlk sayı itibariyle çok ilgi çekti. Kısa sürede adeta bir fenomene dönüştü. İtiraf etmeliyim, ben bu kadarını beklemiyordum. Fakat Gölge'yi oluşturan ekipte, farklı kişisel beklenti ve hedeflerin su yüzüne çıkması da fazla gecikmedi. Artan ilgiyle birlikte aramızda ar damarı patlayanlar oldu. - Ar damarı patlayanlar mı? Mesela aramızdan yarattığımız kolektiv gücün nemasını kişisel olarak kullanmak isteyen... kullanan bir lop incir açığa çıktı. - Bu durum karşısında, sizin tavrınız ne oldu? Adam adeta rakkas gibiydi. Aldığı tepkiye göre her yazısında rumuzu değişiyordu. Yeri geliyor etnik, yeri geliyor mezhebi kimliğini sömürü konusu ediyordu. Hep mağdurdu. Gölge Fanzin’in yarattığı sinerjiyi madur edebiyatına bulayıp, anında kişisel çıkara dönüştürmeye çalışıyordu. Başarıyordu da... Ben gerekçelerimi sıralayarak, bu kişinin hemen ihraç edlmesini talep ettim. Arkadaşlar “Uyaralım, kendine çeki düzen versin”, dediler. Bende talebimi bir süreliğine askıya aldım. Biraz zaman aldı. Fakat diğer üyeler de, en kibar ifadeyle bir oportünist olduğuna kanaat getirince aramızdan ihraç edildi. - Sonrasında bu şahısla yollarınız hiç kesişti mi? Yıllar önce aynı panelde bir araya gelmemizin icap ettiği, bir EFSAD etkinliği oldu. Fakat kendileri gerekçe göstermeksizin teşrif etmedi. Günahını almayayım. Belki işi çıkmıştır. Ya da sonra kuruma gerekçesini iletmiştir. - Bugün yolda görseniz ne olur? Herhalde hoş... Eğlenceli bir anı olur. (gülerek)
47
- Peki dışarıdan gelen tepkiler nasıldı? Terör örgütü muamelesi görüyorduk. (gülerek) - Anlayamadım?!!! Vallaha bende anlayamamıştım. Kayıt dışı konuşmalarda; "Sizi meşrulaştıramayız..." ifadesi sıklıkla ve söz birliği edilmişçesine kullanılıyordu. Röportaj yapmak istediğimiz kimseler yan çiziyorlardı. Destekler, ıssız köşelerde sessiz ve derinden dile getiriliyordu. Onların da bir çoğu gayri samimiydi. Rahatlıkla anlayabiliyordunuz. Arada hiç uzun etmeden icraatla bize destek verenlerde oldu tabi... - Mesela kim ya da kimler? Alberto Modiano... Kişisel olarak tanımam. Bir kere görüşmüşüzdür. Fakat o zamanlarda Seyit Ali Ak ile ortak yayımladıkları ‘Türkiye Fotoğraf Yayınları Kataloğu’na, Gölge’yi şak!, diye koymuşlardı. Geniş Açı’daki Büdütör’de ilk bahsedenlerdendi. Murat Yaykın’da Açık Radyo’da yaptığı ‘Camera Obscura’ adlı programına davet ederek, tanınmamıza vesile olmuştu. Şu anda aklıma gelip, anamadıklarım varsa lütfen beni bağışlasınlar. - Fanzindeki eleştirilerden dolayı tepkisini aldığınız kimse oldu mu? Çook... Eleştiri yazıları fotoğraf camiamızda yeni bir gelişmeydi. Herkes durumu yadırgamıştı. Her eleştiri yazısı sonrasında birilerinden birkaç ültimatom muhakkak alıyorduk. Nam salmış fotoğrafçılar tahtlarının sallandığını düşünerek paniklemişti. Mesela, bir arkadaşın yazdığı sergi eleştirisi sonrasında, eleştirdiği fotoğrafçı, -ki aynı zamanda hocası olur- Fotoğraf Dergisi’ne verdiği röportajda, onun yazılarında kullandığı rumuz üzerinden yakışıksız cinsel göndermelerde bulundu. Çok şaşırmıştık. Hemen akabinde, taraflar o zamanlar çok popüler olan Beyoğlu-Fotoğrafevi'nde karşılaştı. Dün gibi hatırlıyorum. O şahıs şunları söyledi; “Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Benim kariyerimi mi mahvedeceksiniz? Bakın külahları değişiriz. Bu sergi salonunda bırakın sergi açmayı, kapısından içeri giremezsiniz.” (gülerek) Fakat ateşli konuşmaların ardından, bu şahıs bize birer tavşan kanı çay ısmarladı. Bir albümünü de Gölge'ye ithafen imzalayarak, hediye etti. Anlayacağınız, tipik “Lafa gelince Sedat Peker, icraata gelince pamuk şeker” durumları yaşadık. - Nerede şimdi bu albüm? Bu hadisenin ana kahramanı olan eski Gölge Fanzin üyesinde... Hakkıdır... Umarım bu hadiseyi gülümseyerek zaman zaman anıyordur. 48
En önemlisi; bir insanın nasıl fotoğraf çekmemesi gerektiğine dair bir başyapıt olan o albümü açıp, defa defa içindeki fotoğraflara bakıyordur. - Peki diğer kişiyle... Hoca dediğiniz kişiyle son zamanlarda yolunuz hiç kesişti mi? Evet. Bir ara birinin sergi açılışında denk geldik. - Hangi sergiydi? Bu kişiyle herhangi bir diyalog yaşandı mı?* Kamil Fırat'ın ‘Atlar ve Kentler’ sergisiydi. Evet, bana "Nasılsın kardeşim?", diyerek sordu. Bende bu hitap şekli sebebiyle önce dumur oldum, “Ulan, bende mi cemaattenim?, diye sordum kendi kendime... Sonra "İyiyim. Siz nasılsınız?", diye karşılık verdim. (gülerek) İyi demiş miyim? - İlginçmiş. Peki Fırat’ın sergisini nasıl buldunuz? Ticari buldum. Adeta koca odaları olan, haşmetli bir sarayın bembeyaz duvarlarını bezeyeceği öngörülerek çekilmişlerdi. Eser değil, estetik metaydı fotoğrafların her biri... Kamil Fırat’ın sıkça kullandığı META-forlara alışkınız, ama bu META olayı bir başka... Baskılarda vasat-vasat altı bir standarttaydı ki, bu Kamil Fırat sergisi için olağan dışı bir durum. İyi baskı Fırat’ın alametifarikasıdır. Daha önce ki sergi açılışları düşünülecek olursa; katılımın oldukça az olduğunu da söyleyebilirim. Alkol servisi yoktu belki de ondandır. (gülerek) Müsaadenizle bir iki cümlede galeri için etmek isterim. - Elbette, buyrun... Milli Reasürans çok önemli bir galeri ama artık yaşlanmış. Fiziki koşullarının elden geçirilmesi gerekiyor. Çağdaş galeri adaptasyonu için bir renöve şart... İnternet ortamında serginin sanal olarak gezilebilmesi için hazırladıkları uygulama ise bir o kadar hoş olmuş. Düzenli olarak her sergi için yapılması taraftarıyım. Tabi bu tespitlerim sergi vesilesiyle ziyarette bulunduğum tarihteki duruma dair... Sonra ne yaptılar bilemem. İlgilenenler için bahsi geçen sanal tur bağlantısı: https://my.matterport.com/show/?m=Shxuyir9v4v&nt=1&ts=5&hr=0&guides=0&lp=1&title=1&tourcta=0&vrcoll=1
- Sergi ve galeriye dair yaptığınız bu eleştirilerin üzerine, biraz “Fotoğraf ve Eleştiri” hakkında konuşabilir miyiz? Hay... Hay... 49
- Sizce Türkiye'de fotoğraf eleştirisi geleneği oluştu mu? Hayır, oluşmadı. Oluşturulmadı. - Bunun başlıca sebepleri nelerdir? Ne ironik öyle değil mi? Gün geçtikçe daha çok sergi açılıyor. Daha çok fotoğraf albümü basılıyor. Daha çok fotoğraf etkinliği organize ediliyor. Fakat camiamızda eleştirmen, dolayısıyla da eleştiri yazıları yok. İşin tuhafı kimsede bundan şikayetçi değil... Hatta belki de bu duruma duacı... Bunda en önemli etken eleştirmenliğin para etmemesi... Öyle 3-5 kare fotoğraf çekip, top sakal bırakıp, papyon, fular ya da şapka destekli bir dış görüntü oluşturup, pipo-puro tüttürerek kısa yoldan şöhret olamıyorsun. - Birilerini hicvettiğinizi hissediyorum. Doğru hissediyorsunuz. Mesela memlekette yaklaşık 20 yıldır popüler olan bir ‘Bay Papyon’ var; bir avuç bilye, ardından da asistanına çektirttiği -ben o asistanın yalancısıyım- bir satranç serisi ve turistik yurt dışı gezisinde çektiği fotoğraflardan oluşturduğu bir seçkiyle Türk Fotoğrafı’na damgasını vurdu. Adam, MFÖ’nin ‘Peki Peki Anladık’ şarkısındaki abi gibi... Bir ara “UFO görüldü”, iddiasıyla ortaya videolar çıktı, TV’de görüntü uzmanı sıfatıyla bunları analiz etti. Kesmedi şair oldu. Popülizm böyle bir illet... Koptu mu gidiyorsun. Çünkü maksat akarken doldurmak... Ama adama da helal olsun. Millete kendini fotoğrafçı, diye lokum gibi yutturdu mu? Yutturdu... (gülerek) Her neyse... Biz dönelim esas konuya... Neden bahsediyorduk? - Eleştiri geleneğinin oluşamamasının gerekçelerinden... Evet, eleştirmen olmak için öngörü ve donanım lazım. Bu da önce kabiliyet ardından da emek ve mesai ister. O da uzun iş... Bir fotoğrafçıyı... Onun sergisini ya da albümünü bana anlatman için; onu çalışmış, dünyasını ve referanslarını epey bir tanımış olman gerekir. Merak, sabır ve tevazu sahibi olmadan bu işi iyi yapmak mümkün değil. Camiamızda bu donanımda ve karakterde adam bulmak zor. Fotoğrafta eleştiri geleneğinin oluşamamasının en önemli etkenlerinden bir diğeri de buna kimsenin maçasının yememesi... Camiamız bir kar küresine sığacak kadar küçük... Şimdi hem o kürede varlığını sürdüreceksin, hemde avuçlarının içine alıp küçük, yaramaz bir çocuk gibi sallayıp ortalığı birbirine katacaksın! Yok öyle yağma... 50
Yazdığın eleştiri hakkaniyetli de olsa adamı tükürükte boğmaya kalkarlar. Ayrıca objektif eleştiri yazmak için ‘inanılır olmak’ lazım... Ki bence bu niteliğe sahip adam da yok! Ama büyük şair Serdar Ortaç’ın dediği gibi “Binlerce dansöz var!” - “İnanılır” olmak mı? Ne anlamda? Evet. İnanılır olmak... Yararını göreceğini umduğun insanlara eleştirinde boncuk dağıtır, iyi sanat yapanları çıkarına hizmet etmiyorlar diye yerersen, bir süre sonra kimse sana inanmaz. Zaten o zaman eleştirmeye değil promosyon yapmaya başlıyorsun. İşine gelmeyen bir durumla karşı karşıya kalma riskinden ötürü sorumluluğu sanatçıyla paylaşıyorsun. Bundan kastım şu; “Abi sen hangi noktaların öne çıkmasını istiyorsun? Bana bir çıtlat, ben ne şişi ne de kebabı yakmadan, orta yollu bir eleştiri yapayım”, diyerek eleştiri yazılmaz. Yazdığını yayınlamadan önce, gidip ilgilisinden icazet alarak bu işler ya-pıl-mazzz. Ama çok traji-komiktir... Bu ülkede yetkin olan-olmayan birçok kişi, ‘Fotoğraf Eleştirisi Nasıl Olmalı?’, başlığıyla onlarca yazı yazdı. Hiçbiri... Ama hiçbiri eleştiri yazısı kaleme almaya cesaret edemedi. - Peki bunun sonu nereye varacak? (gülerek) Benim tekrar eleştiri yazmaya başlamama... Son yıllarda bu soruyla çok sık muhattap oldum. Hoş... bu soruyu bende kendime defalarca sordum. Sonra kendime ciddi bir öz eleştiride bulundum. Her şeyden önce benim yaptığım; Fotoğrafa karşı vefasızlıktı. Su koyvermiştim. Oysa ki, O zor günümde benim yanımdaydı. Benimkisi işini yarı da bırakmaktı. Bunu O’na yapamazdım. Geçenlerde internette arama yaparken kurucularımızdan olan bir arkadaşın, talihsiz bir ifadesine rastladım. Bu da beni eleştiri yazmaya fazlasıyla motive etti. Adam, “Benim de birkaç sayı dahili olduğum süreçte Gölge Fanzin eleştiri yazısı konusunda biraz çabaladı”, diyor. Yahu yüzüne gözüne dursun. Ayıptır! Çabalamak ne kelime... Öncüsüdür. Gölge Fanzin, bu ülkede eleştiri yazmaya gerçek anlamda cesaret eden ilk yazılı yayındır. Lafı daha fazla uzatmayayım. İlk fırsatta eleştiri yazılarıma başlayacağım. Yoksa koyunun olmadığı yerde keçi Abdurrahman Çelebi kesiliyor. Sonuçta işin sonu buna varacak... Sonrasını hep birlikte göreceğiz. - Özellikle seçeceğiniz, galeri ya da albümler olacak mı? Türk Fotoğrafını günümüzde tasarlayan birkaç odak var. Bunların başında ‘Leica Galeri İstanbul’ geliyor. Burada yapılacak sergilere öncelik vereceğim. 51
Çünkü fotoğrafla ilgili algı ve eğilim kontrolü, fotoğrafa ticari olarak büyük kapitaller yatıran sermayeler tarafından yönetiliyor. Bu harika bir durum da olabilir, bir facia da... Misal yakın geçmişte, şöyle bir olay cereyan etti. Malumunuz bu aralar ‘Oscar Barnack Yarışması’nın başvuruları yapılıyor. Leica Galeri İstanbul’un Instagram hesabında “Portfolyolarınızı getirin, yarışma öncesinde değerlendirelim”, diyen bir çağrı gördüm. Merak ettim. Bunun üzerine; “Değerlendirmeyi kim yapacak?”, diye sordum. Cevap geldi. “Leica Ekibi...” Pardon! Çok afedersiniz ama “Leica Ekibi” kimdir? Kötü niyetle sormuyorum bu soruyu? Ama kimdir bu ekip bilmek hakkım... Hakkımız... Bu cevap çok kaçamak... Üstelik kendileri de durumun farkında. Bu galeri hangi kriterlere bağlı olarak sergi açıyor? Faaliyet gösteriyor? Bir bilelim öyle değil mi? O zaman mercek altına alacaksın. Bunun yanı sıra takip edeceğim 1-2 butik galeri olacak. Albümler konusunda da önceliği güncel olanlara vermek en doğrusu olacaktır. - Fakat orada da asla sergi açamazsınız. Hatta belki de sizi kapısından içeri sokmazlar. (karşılıklı gülüşmeler...) Ne demek istediğinizi anladım. Göndermeniz de pek bir yerinde oldu. (gülerek) Sorun değil... Ne yapıyorsam fotoğraf için... Bunu anlayabilen ne kişiler ne de kurumlarla aramda sorun olmaz. Hoş... Peşin hükümlü de olmamak lazım. Belki de farklı bir tepki verecekleri tutar. Güzel gelişmeler de olabilir. Pesimist olmamak lazım... - Mesela? Uluslararası platformda saygınlık kazanmış fotoğraf eleştirmenlerine ev sahipliği yapabilirler. Eleştirmenler, fotoğraf eleştirisi hakkında seminerler verip, atölyeler düzenleyebilirler. Bunun bir meslek olduğunun anlaşılması elbette sağlanabilir. Böylece ‘Fotoğraf ve Eleştiri’ konusuna dikkat çekilebilir. Ayrıca bu girişim Leica Galeri İstanbul’a da pekte güzel yakışır. Şok güzel olur. Benden söylemesi... - İyiymiş. İnşallah temennileriniz gerçek olur. İnşallah! - Gölge hakkında herhangi bir hayal kırıklığınız var mı? Bir ara periyodik olarak yayınlanamamamızı kendime dert edinmiştim. Fakat farkettim ki; bu iş oldu mu oluyor. Ham meyve nasıl tatsız tutsuzsa, Gölge’de olgunlaşmadan bir halta benzemiyor. 52
Ayrıca dilerdim ki, fotoğrafa kafa yoran ve eli kalem tutan insanlar yazsın, çizsin Gölge’de bolca, tasasızca, tarafsızca ve sansürsüzce paylaşalım. Olmadı... Olmuyor! - Peki neden? İnsanlar fotoğraf çekmeyi çok havalı buluyorlar. Bu vesileyle gezmeyi ve sosyalleşmeyi seviyorlar. Konu fotoğraf üzerine düşünmeye ve kalem oynatmaya gelince maalesef durum tırt... - Gölge ile ilgili içinizde kalanlar sadece bunlar mı? Hemen hemen... Bunun gibi ufak tefek birkaç husus haricinde ben Gölge’nin geldiği noktadan kişisel olarak mutluyum. Gölge’nin bir öncü olmasından dolayı da gurur duyuyorum. Her zamanda duyacağım. - ‘Öncü’den kastınız nedir? Gölge; ‘Fabrika’, ‘Gözaltı’ şu anda çıkıp-çıkmadığından pek emin olmadığım ‘Turkish Delight’ gibi yayınlara ya da güncel terimle fotozinlere öncülük etmiştir. Bunlar sadece benim bildiklerim... Belki dahası da vardır. Burada anamadıysam, beni bağışlasınlar. Mesela bu seneki İstanbul Photobook Festivali kapsamında 4 günlük bir fotozin atölyesi düzenleniyor. Sizce Gölge’nin öncülü olduğu bu tip yayınların varlığı söz konusu olmasaydı, bu atölyenin düzenlenmesine mümkün olur muydu? Sonuçta bu bir domino etkisi... ve ilk taşın Gölge Fanzin olduğu yadsınamaz. Hatta bakmışsınız, hakkını teslim etmek üzere atölyeye Gölge’yi de çağırmışlar... Hoşta olur; görev addeder, gider insanlarla deneyimlerimizi paylaşırız. Bundan çokça da mutluluk duyarız. Sonuçta deneyimler paylaşılmak için var. - Fotoğraf camiamızda, son zamanlarda Ara Güler, Recep Tayyip Erdoğan’ı övdü diye, ufak bir kıyamet koptu. Herkes, “Ara Güler” bunamış, diyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Evet, durumdan haberdarım. Ara’nın bu gibi demeçleri ara... ara... (gülerek) verdiği bir gerçek... Bunadı... Saçmalıyor... türevinden yorumlar yapanlar, Ara’nın fena dolmuşuna geliyor. Ben şahsen çok eğleniyorum. İlla da yorum yapın derseniz; Ara Güler’in, talihsizce “Çok afedersin Ermeni diyen oldu” ifadesini kullanan RTE’yi, önce fotoğraflamak sonra da övmek gibi bir eğilimi varsa, o işin içine ‘kar suyu’ kaçmıştır. (Ara Güler’in sıkça kullandığı ifadeyi taklit ederek) Anladın mı? Ara klasik bir oportünist... Bir dönem iyi fotoğraf çekmiş olması, onu her konuda erdemli bir insan yapmaz. 53
- Ara Güler’in fotoğrafçılığını nasıl buluyorsunuz? İzninizle bu sorunuzu Ara’nın hicivli söylevlerine bir gönderme yaparak yanıtlayayım. Sırtını oryantalizme dayayan bir anlayışıyla çektiği 50’li... 60’lı... yılların melankolik İstanbul’u... anladın mı? ...zati alilerine beynelminel bir muvaffakiyet kazandırmıştır. Hakkıdır. Anladın mı? O dönemin kullanışlı fotoğrafçısıdır. Pardon! Tarihçisidir... Pardon! Fotomuhabiridir... Dikiş makinesiyle overlok çeken dikişçisidir... Ama aslolan bir şey var ki; Ara Güler az biraz meme yapmış. - Meme mi yapmış? Evet, artık git-gel olmuş. Fazla takılmayacaksın. Ama en başta da söylediğim gibi, hakkını vermek lazım milleti nasıl ajite edeceğini çok iyi biliyor. Hoş ona soru soran muhabir müsvetteleri de onu manüple ediyordur. O da olayın öteki yüzü... Malum kurt kocayınca köpeklerin maskarası olurmuş. - Peki Ara Güler’in fotoğrafçılığı değerli mi? Bir yandan çok değerli, diğer taraftansa değil... - Ne demek istediğinizi biraz daha açmanızı isteyeceğim. Çok değerli... Çünkü İstanbul’un bir döneminin görsel kayıtlarını oluşturuyor. Değerli çünkü Ara Güler fotoğraflarını, Doğuş grubuna 3-4 milyon Avro’ya okuttu. Ayrıca, tanrı uzun ömür versin... Hayatı boyunca alacağı sağlam bir maaşı da var. Fakat Ara, tüm bunlar için “O iş karışık... Göreceğiz” diyor. Artık ne demek istiyor, o kadarını bilemiyorum. Değersiz çünkü, Karaköy’de inşaası süregelen projenin ‘suç mahalini’ örtmek için, Meclis-i Mebusan boyunca paravan niyetine kullanılacak kadar da ucuz. Hoş... “Adam parasını vermiş, dilediği gibi kullanır”, diyen de çıkabilir. Sanırım birkaç yıl kadar önce... baktım, sahibinden.com’da bir ilan... Şimdi ismi lazım değil... tanıdık birisi vermiş. Falanca liraya Ara Güler fotoğrafı satıyor. Düşünün artık! Bende dahi... Dahi, diyorum çünkü Ara’nın fotoğraflarının değerini yadsımasam da, ilgimi çekmezler... Çözünürlülükleri oldukça yüksek, belki onlarca Ara Güler fotoğrafı var. Baksana adamın fotoğrafları benim gibi bir adamın eline bile düşmüş... Demek ki değersiz... (gülerek) Daha sıralayayım mı? Yoksa kafi mi? - Sanıyorum ki yeterli oldu. Şimdi bambaşka bir konuya geçmek istiyorum. Sizce fotoğraf öldü mü? Bu sorunun cevabı, hangi tür fotoğraftan bahsettiğimize bağlı olarak değişkenlik gösterir. Mesela benim branşım olan sosyal belgeci fotoğraf öldü de, ağlayanı yok. Bu ölüm listesine fotomuhabirliği de dahildir. Aslında genel çerçevede ‘doğrudan fotoğraf’ öldü dersem pek te yanlış olmaz. 54
- Bu düşüncenizin temelinde ne yatıyor? Açıklar mısınız? Hafızalarımızı az biraz zorlarsak hemen hatırlarız. 2008 yılında foto-montaj kaynaklı bir skandal yaşamıştık. Asıl mesleği doktorluk olan, aynı zamanda fotoğrafla ilgilenen bir şahıs fotoğraflarında orada olmayan hasta ya da özürlü insanları, onlara yaraşmayan yerlere montajla yerleştirmişti. Bu şahıslara maddi yardım yapacağı vaadiyle bir takım fotoğraflar çekmişti. Sonra duruma istinaden yapılan şikayetler üzerine tutuklandı. Hatta bir süre hapiste yattı. Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanan ve Türkiye’nin dört bir tarafında reklam panolarına asılan ‘15 Temmuz’ afişlerinde yer alan askerin, ABD’li fotoğrafçı David Turnley’e ait bir fotoğraftan çalındığı olduğu ortaya çıktı. Bunlar sayılarını arttırmamız mümkün olan birkaç ulusal örnek. Birkaç örnekte dünyadan verelim. Hatırlarsanız, 2016 yılında da koskoca Steve McCurry fotoğraflarındaki abartıya kaçan maniplasyonlardan dolayı patates oldu. Uzunca bir süre sessiz kaldı, ardından da sorunun ekibinden kaynaklandığını yarım ağız söyleyip, konuyu kapattı. Yaşanan bu vaka üzerine “Onun için ne değişti?” diye sorarsanız, adam kaldığı yerden devam ediyor. Çok ta fifi! Souvid Datta vakasını da elbet bilyorsunuz, adam fotoğrafına gitti Mary Allen Mark’ın bir fotoğrafından aldığı şahsı monte etti. Fakat o asla McCurry kadar şanslı değildi. Yükselen kariyerinin erken döneminde yediği hurmalar onun poposunu derhal tırmaladı. Adam artık ortalıklarda yok. Ayrıca bir ‘Sadegh Souri Skandalı’ da var. O da acaip bir başka vaka... Ama konuyu uzatmayalım. Dileyen iki dakika ayırıp, google etsin... Görüyorsunuz. Doğrudan fotoğraf sürekli olarak suistimal ediliyor. Kanıt olma özelliği yok ediliyor. Mesaj verme yetisi sakat bırakılıyor. Gerek dijital maniplasyon gerekse mizansenler aracılığıyla öldürülüyor. - Steve McCurry’den bahsederken, ustaların kollandığını mı ima ettiniz? Elbette... Günümüzde sahtekarlıkta bile bir ayrımcılık var. Steve McCurry gibi köklü fotoğrafçılar bu gibi vakalarda ‘dokunulmaz’ oluyorlar. Hâlbuki ‘gerçek’, kamusal bir kavram... Hepimizin doğrudan gerçeği bilmek, işitmek ve görmek hakkı... Bunu suistimal eden herkes, eşit derece de suçlu olmalı... Cezalandırılmalı... Zamanında Capa’nın foyası meydana çıktığında da aynı şey oldu. Adamın ‘Düşen Asker’inin çekim mahalinin çarpışmaların 25 km uzağında olduğu ortaya çıksa da, ‘O’ da dokunulmazlardan olduğu için kariyeri bundan hiç etkilenmedi. Aksine belki de o fotoğraf kariyerinin en önemli fotoğrafı oldu. Dikkat ederseniz bu fotoğrafçıların ikisi de Magnum’dan... 55
Ben zamanında bu konuda kapsamlı bir yazı hazırladım. Abovv!.. Tepkileri görmelisiniz. Sanki sahtekâr olan benim... “Vay! Efendim, ben nasıl öyle dermişim”, “Yok! Efendim Capa büyük bir üstatmış, yaptığım çok ayıpmış” Falan... filan... İlgilenenler için bahsi geçen incelemenin bağlantısı: http://miratinpuslufotografatlasi.blogspot.com.tr/2018/03/inceleme-savasta-ve-askta-her-yol-mubah.html
Günümüzde uzmanlar, kanıtlar sebebiyle bu fotoğrafın düzmeceliği konusunda hemfikirler... Yine de herkes Capa’nın “Yeterince yakın değilseniz fotoğraflarınız yeterince iyi değildir” sözünü dilinden düşürmüyor. (gülerek) Şaka gibi... Öyle değil mi? Bu derece majör bir sahtekârlık yapılıyor. Ve tüm dünya buna göz yumuyorsa, ötesi alkış tutuyorsa... Efendim, buyurun doğrudan fotoğrafın cenaze namazına... Bunun ‘Kabataş Yalanı’ndan hiçbir farkı yok! Ne yani işimize gelen bir olaysa susup, gelmeyense doğrucu davut mu kesileceğiz? Geçiniz efendim... Geçiniz... - Hazır Magnum’u anmışken, soralım... Bliyorsunuz yine bir Türk fotoğrafçısı Magnum üyeliği sürecine dahil oldu. Bu konuda ne düşünüyordunuz? (gülerek) Desenize o da dokunulmazlara dahil olmak üzere... Siz Emin Özmen’i kastediyorsunuz. Kendisini öncelikle tebrik ederim. Kolay bir iş değil. Şu an geldiği nokta onun adına çok önemli. Elbette sonrasında ilham vereceği diğer Türk fotoğrafçılar adına da bu bir o kadar önemli... Şiddetin medya aracılığıyla pazarlanıp, yaygınlaştırılarak yeniden üretildiğini böylesine vahim bir dönemde büyük bir insanlık imtahanına tabi tutulacak. İnşallah sürecin sonunda ‘kullanışlı fotomuhabir’ olup çıkmaz. Duyduğum kadarıyla Özmen, Magnum’un ekmeğine yağ süren bir projeyle sürece devam edecekmiş. Çaktın köfteyi... Ah! Ah! Benim yalnız ve güzel ülkem... Yalnız önemli bir hususun altını çizmek istiyorum. Özmen, şiddet görüntüleriyle özleşmiş bir fotomuhabir, içinde hır-gür olmayan bir konu seçtiğinde tahminimce afallayacaktır. Fotoğrafik yeteneği tartışmaya açık bir fotoğrafçı, sürecin üstesinden gelemeyebilir. Artık bekleyip birlikte göreceğiz. - Emin Özmen ile kişisel bir tanışıklığınız var mı? Hayır, yok. - İlginç bazı noktalara temas ettiniz. ‘Medya ve Şiddet’ ilişkisine dair görüşlerinizi biraz açabilir misiniz? Medyada kullanılan fotoğrafların, ifşa ettikleri suçları yeniden ürettikleri aşikar. 56
Medya’nın ve onun emrine amade hizmetkarlarının bundan yana yegane amaçları fark edilmek, izlenmek veya tıklanmak suretiyle popüler olmak... Neticesinde de bu rüzgarı maddi çıkara çevirmek... Bu şiddet pornografisi üretiminin sonu yok! Bunun bireyler ve toplum üzerinde son derece olumsuz ve yakışıksız etkileri var. Bunu eleştirmek, karşı durmak öncelikle bir insanlık görevi... Kullanılan fotoğraflara dair olumsuz eleştiriler dillendiğinde, fotoğrafçıların çoğu için aynı nakarat geçerli: “Benim fotoğrafımda sorun yok, ben kötü niyetli değilim. Amacım sadece suçu ifşa etmek, insanlığa hizmet ediyorum.” Bu sözleri ettiğin an, sorumluluktan kaçınmışsındır. Artık insanlıktan istifa etmişsindir. Zaten bunları diyen fotoğrafçı şöyle bir hafızasını yoklasın. İlk önce çeker, şahit olduğu manzaradan midesi bulanır. Sonra adamın önüne 70 bin papel koyarlar, birden kendini ‘best-seller kadraj’ nasıl yaparım, diye düşünürken bulur. Kaşarlaşır. Ben medyada yer alan ve insanların maruz bırakıldığı şiddeti en ince ayrıntısına kadar ifşa eden fotoğrafları tabii ki istismar olarak... Bir insan hakkı ihlali olarak görüyorum. İfşa edilen detaylar o görsele bakanları çaresizliğe, umutsuzluğa sürüklüyor. Kutsal olan yaşamı aşağılıyor, kıymetsizleştiriyor. Ayrıca şiddeti uygulayanı teşvik ediyor. Adamın derdi insanlık değil ki, uluslararası alanda gündeme geldiğini gören bir zulmedici bu reklamı daha da etkileyici hale getirmekten başka bir şey düşünmüyor. Prodüksiyonunu büyütüyor. Böylece zulmün ve şiddetin hiddeti yükseliyor. - Bunu Emin Özmen ile nasıl ilişkilendirdiğinizi de netleştirelim? Özmen’in bu noktaya gelmesini sağlayan fotoğraflar malum... Umarım Sevgili Özmen’de Magnum’a dahil olacağım, diye zıvanadan çıkmaz. Mağdurla ağlayıp, celladlarıyla iş tutmaz. Yakışıksız olur. Çünkü adama servise hazır fotoğraf verirler. Tatlı gelir. Sonra bir bakmış kullanışlı fotoğrafçı olmuşsun. Hele memleketteki herkesle kavgalı hale gelirsen, elini bıraktıklarında düşersin. Ben insan olarak bir meslektaşımın bu duruma düşmesine üzülürüm. Düşünüyorumda antik trajedilerde; kavga, vurma, yaralama, öldürme, intihar gibi seyircinin kötü olarak göreceği, kaba bulacağı çirkin olaylar sahnede seyircinin gözü önünde canlandırılmazdı. Oyunun içinde bu tür bölümler varsa bu bölümler sahne arkasından gelen yani kulisten gelen konuşmalarla canlandırılırdı. Seyirci ne olduğunu seslerden anlar ancak kötü sayılan olayı görmezdi. Nereden... nereye? Sözüm ona insanlık gelişti. Değişti. Sanırım gelişen yegane şey, teknoloji oldu... O kadar... - Bu durum nasıl düzeltilebilir? Bu durumu düzeltmek, teknik olarak gezegendeki tüm medya kuruluşlarının oturup, ortak bir takım kararlar almasıyla mümkün. Ki bu kararlar zaten çok önceden alınmıştı.
57
- Peki, neydi bu kararlar? Şu nitelikte fotoğrafları ve videoları artık yayımlamayacağız. Bu niteliktekileri ancak bulanıklaştırarak ya da mozaikleyerek kullanacağız. Aksi yapıldığında cezai müeyyide uygulayacağız. Vesaire... Görüldüğü üzere aslında yeni bir tutum gerekmiyor. Sadece eski hassasiyetlerin devreye sokulması yeterli... Ama itiraf etmeliyim ki; bu da yalan olur. - Neden? Propaganda, her zaman planlanan siyasi etkinin sağlanmasında önemli bir faktör oldu. Özellikle geçen yüzyılda bolca kullanılan bu yöntem, çok geçmeden dans edeceği partneri bulmakta da gecikmedi: Satılık Medya! Buna yandaş medya da diyorlar. Medya dediğimiz araç göbekten devlete, o an mevcut hükümete bağlıdır. Onun tarafından yönetilir. Dolayısıyla bir medya kuruluşu belli bir fotoğraf ya da video paylaşıyorsa, ulusal ya da uluslararası bir algı yönetimi devreye girmiştir. Öyle kafasına göre kimse hiçbir görsel ya da video yayımlayamaz. Şu gezegendeki akil her beşer, zarların cıvalı olduğunu biliyor. Dünyayı yöneten devletler, gladyolar ve güç odakları toplumlar üzerindeki müdahalelerini meşrulaştırmak adına, tüm kırmızı çizgileri geri dönülmez biçimde ihlal ettiler. Bu ihlal onların beklentilerini ziyadesiyle de karşıladı. Karşılamaya da devam ediyor. Sorgulama alışkanlığı olmayan, yalnızca kendine sunularını alan toplumların akıları başlarına gelipte reaksiyon vermedikleri takdirde medyada görsel kullanımına dair etik kurallar devre dışı kalmaya devam edecektir. - Peki siz neden fotoğraf çekiyorsunuz? Hafıza-i beşer nisyan ile malül... Bundan kelli fotoğraflarımın görevi insana insanı hatırlatmaktır. Yaşama dair tüm insan deneyimlerinin evrenselliğini, bıkmadan ve sürekli insanoğluna yeniden sunmaktır. Bir toplumun bir arada kalabilmesi için nasıl kolektif bir bellek kurması gerekiyorsa, insanın da insan kalabilmesi için birbirleriyle kolektif duygudaşlık kurması gerekir. Fotoğraflarım bu duygudaşlık köprüsünü kurmaya adaylardır. - Instagram’ın günümüzde fotoğrafçılığı nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Erik Kessels’in yerleştirmesinden az önce bahsettik. Hani şu korkunç görsel bombardımandan bahsediyorum. Bunun sebep-sonuç ilişkilerinden de dem vurmuştuk. Bunun günümüzdeki en önemli sebebi... kaynağı... Instagram! Tabi ki tüm bu çıkarımlara rağmen Instagram’ı günah keçisi olarak ilan etmek yanlış olur. Fakat her mecra gibi bu mecrayı da bilinçli kullanmak çok önemli... Keşfetmek ve keşfedlmek için çok faydalı bir ortam olduğu kanaatindeyim. Fooğraf editörleri bu mecrayı çok ciddiye alıyorlar. Son dönemde önemli fotoğrafçıların keşfinde etkin bir sosyal medya aracı olduğu yadsınamaz. 58
Şimdi aklıma birden geldi. ‘Instagramın Sokak Fotoğrafçılığı Üzerindeki Etkileri’ üzerine, arkadaşım M.Bilge Satkın’ın bir anketi vardı. Yanlış hatırlamıyorsam bunun sonuçlarına bağlı olarak, son Bursa Fotofest’te bir seminer de vermişti. Sonra bunu internetten bir makale olarak paylaşmıştı. Yeri gelmişken, meraklısı için ilgi çekici olabilir. Paylaşmakta fayda var. İlgili makale: http://www.sobider.com/Makaleler/712268768_3721%20Mustafa%20B%C4%B0LGE%20SATKIN.pdf
- Hazır sokak fotoğrafçılığı demişken... Günümüzde moda olan ‘Sokak Fotoğrafçılığı’ hakkındaki görüşlerinizi paylaşabilir misiniz? Şimdi kimse Amerika’yı yeniden keşfetmesin. Sokak Fotoğrafçılığı dediğimiz branş son 10-15 yılda keşfedilmişçesine bir hava var. Bu tamamen bir safsata... Fotoğraf makinesinin evrimine bakarsanız şunu fark edersiniz. Alet keşfinden sonra her geçen gün küçülüp, hafiflemiş ki dışarıdaki hayat pratik bir biçimde görüntülenebilsin. Dolayısıyla günümüzde kullanılan ‘sokak fotoğrafı’ adlandırması sadece ticari bir kavram... Akıllı telefonlara entegre kameralara ve aynasız fotoğraf makinelerine yapılan ar-ge, pazarlama ve reklam maliyetlerini karşılamak, amatör kullanıcıyı tüketime teşvik ve tonlarca kar etmek için kullanılıyor. Sağlama yapmak adına birkaç akıllı telefon pazarlama sloganı analım. “Kamera Yeniden Tasarlandı: Zamsung Malaxy S9+”, “İçindeki Fotoğrafçıyı Özgür Bırak: Masper Mia F2” görüldüğü üzere; pazarlanan akıllı telefon değil, telefonlu fotoğraf makinası... (gülerek) “Dışarısı dalağınızı çağırıyor!”, “Sokak Fotoğrafının minimalist ruhu... En küçük. En Hafif. Yeni XYZ” Bunlarda aynasız fotoğraf makinası sloganları... Sokak fotoğrafçılığı denen tarzın genel olarak alemetifarikaları; kontrastlık, kadrolu bir erkek ya da kadın silüeti, monokrom atmosferde patlayan ya da karaltılar içinden fırlayan doygun renkte bir nesne ya da organizma... Genel olarak özensiz ve sarsak kadrajlar, kaos, amatör bir bakış açısı, çevre-insan ilişkisinden yoksun bir yaklaşım olarak değerlendiriyorum. Bundan kastımı da biraz açmak isterim. İnsanın yaşadığı ortamı; tarihi, mimari, sosyal vs. bir doku sarıp sarmalar... Bu doku, yerleri ve insanları tanımlar. İnsanların nasıl bir kültür ve çevrede yaşadıklarını anlatır. Bu faktörleri kadrajımızdan izole edersek, her yer ve kişi birbirine benzer... Sosyoloji ve sosyal antropolojiyi bu görsellerle destekleyemezsiniz. Dediğiniz gibi modadır... Ve zaman; herkesin... her şeyin iç yüzünü gösteren en güzel ayna olduğundan ötürü, dandik olan, gelip geçer. Bazı nitelikli örnekleri haricinde tutunamaz. - Sizce bu gelip geçicilik fotoğrafçılar için de söz konusu oluyor mu? Elbette... Biraz öncede bahsetmiştik. Bir ara çok revaçta olan doktor bir fotoğrafçı vardı diye... Fotoğraflarındaki manipülasyonlardan sebep mahpusluk olmasıyla piyasadan yok oldu. Oysa ki çok popülerdi. Hoş toplumumuz çok unutkan, yarın ortaya çıksa şaşırmam. 59
Sonra ilk başlarda Devran Çağlar görünümlü, neo-Erol Atar bir çocuk vardı. Rakçı olamadığı için rötuşçu olmuş... Bir ara onu ‘fotoğrafçı’, diye millete yutturmaya çalıştılar... Hoş! Yiyen yedi. Fakat hükümranlığı fazla sürmedi sayılır, artık kredisi bitti. Son 15-20 yılda iş adamından, oyuncudan, şoförden devşirip devşirip fotoğrafçı yaptılar. Hatta ipe sapa gelmez insanları popülerleştirdiler. Şimdi ise Instagram fenomenleri çok moda... onlara da fotoğrafçı demiyoruz. Dikkat edin, onları “Instagram Fenomeni” ya da “Instagramcı” diye adlandırıyoruz. Popüler tür, tarz ve maymun iştahlı kişiler fotoğraf dünyamızda hep vardı. Hep olacak... Samimiyetsiz, nabza göre ve gelip geçici dürtülerle yapılan işlerden medet umulmamalı. Atalarımız ne demiş? “Leyleği kuştan mı sayarsınız? Yazın gelir, kışın göçer gider.” - Daha konuşabileceğimiz birçok konu, sorabileceğimiz birçok soru olmakla birlikte bu sayıda bize ayrılan bölümü fazlasıyla aştık. Bu yüzden size son olarak fotoğrafçılığın geleceği hakkında neler düşündüğünüzü sormak istiyorum. Yine çok konuştum değil mi? Huyum kurusun. (gülerek) Yapım bütçesi ve pratiğine dair avantajlarından sebep, still-life ve ürün fotoğrafçılığının yerini bilgisayar üretimli imgelemeye (cgi) bırakacağını öngörüyorum. Moda çekimleri bir süredir ‘greenbox’ destekli olmaya zaten başladı. Dünyanın bir ucundan diğerine gidip çekim yapmak yerine uygun ortam ve techizatla stüdyo’da dilediğiniz ortamı yaratabiliyorsunuz. Moda fotoğrafının bu yolda evrilmeye devam edeceğini düşünüyorum. Basın fotoğrafçılığı ve sosyal belgesel fotoğrafçılık iyiden iyiye güç odaklarının kontrolüne geçecek. İdeolojilerin fotoğraf aracılığıyla yayılımı tüm hızıyla sürecek. Gerçek, bu amaca hizmet eden foto-suikastçılar! aracılığıyla sürekli manüple edilecek. Sahnelenmiş gerçeklikle kitlelerin algısı acımasızca yönetilecek. Doğrudan fotoğraf bir kanıt olarak kıymetini yitirecek. Artık öyle ki, bir fotoğrafa, bir yağlı boya resme ne kadar inanıyorsanız o kadar inanabileceksiniz. Ama arada muhakkak etik kaygı taşıyan, idealist birkaç fotoğrafçı olacaktır. Tanrı onları başımızdan esirgemesin. Gezi fotoğrafçılığı halihazırda ticari bir yalanın aracısı; olanı abartarak, olması muhtemelleri izleyicinin kafasında canlandırmasını sağlayarak, olmayanı da uydurarak yapılan profesyonelce bir iş... İnsanlar gezi fotoğraflarına kanıp, bir yerlere gidip, sonra da “Bu muymuş?” diye sormaya devam edecekler. Çok uzun vadede belki... Fakat fotoğraf makinelerinin ruhsatlı olması şart olacak. Tıpkı silahlar gibi... Şimdiki gibi her önüne gelen fotoğraf çekemeyecek. Fotoğrafçı bir resmi daireye kayıtlı olacak. Çünkü fotoğraf, mermiden de tehlikeli bir hale gelecek... Çünkü her yer suç mahali olacak... Fotoğrafçılar ister istemez önemli birilerinin suçunu ifşa edebilir kaygısıyla, kolluk güçlerince kontrol altına alınacak, tutuklanacaklar. 60
Mesela biraz önce bahsettiğimiz “Sokak Fotoğrafı” denen tür, belki de sırf bu yüzden ortadan kalkacak. Çünkü fotoğrafındaki kişilerin ve mekanların sahiplerinin iznini almadan hiçbir fotoğrafını, gayri ticari de olsa çekip yayımlayamayacaksın. Fırça da teknolojinin bir parçası ama geçmişte olduğu gibi resimleri yapanlar aletler değil, her zaman ressamlar olacak... Fotoğrafta ise işin rengi böyle değil, yakın gelecekte sizi kaliteli kadraj yapmaya yönlendiren makineler kullanılacak, orta vadeli gelecekte fotoğraf makinesi yerine fotoğraf çeken humanoidler satın alacağız. Gözlerimize adapte edilecek, fotoğraf çekebilen lensler kullanacağız. En sonunda telefonuda camerayı da bedenimize entegre edecekler. V.s... V.s... - Sorularımıza verdiğiniz içten cevaplar için size teşekkür ederiz. Çok keyifli ve öğretici bir röportaj olduğunu düşünüyorum. Umarım sizde memnun olmuşsunuzdur. Benim için zevkti. Teşekkür ederim. Umarım fotoğraf severlere faydalı olur. Artık her ne kadar sürç-i lisan ettiysek affola!
61
Fotoğraf Her Zaman Gerçeği mi Yansıtır? Fiona Macdonald BBC Culture 17 Temmuz 2015
Baktığımız şeyin gerçek olup olmadığını nasıl anlarız? CGI ve Instagram gibi akıllı telefon uygulamaları ile dünyayı daha çok bir filtreden görmeye alışıyoruz. Bu filtreler selfielere uygulandığında kimse bunu sorun etmez elbette. Ama haber görüntüleri için durum farklı. Bu görüntüler üzerinde oynanmadığını nasıl bilebiliriz? Kamber basında fotoğraflar üzerinde oynanması konusunda öyle dertli ki New York’ta yeni bir serginin küratörü oldu. Değiştirilen Görüntüler: Pozlanan ve Manipüle Edilen Belgesel Fotoğrafçılığın 150 Yılı konulu sergide, 19. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar poz verdirilmiş, manipüle edilmiş 40’tan fazla fotoğrafa yer veriliyor. “O kadar çok oynama söz konusu ki foto muhabirliği itibar krizi yaşıyor” diyor Kamber. “25 yıllık foto muhabiriyim, ama bu durum mesleğe büyük zarar veriyor.” Irak, Afganistan ve Somali’deki savaşları fotoğraflamış, arkadaşlarının ve meslekdaşlarının canlarını tehlikeye atarak olayları doğru bir şekilde insanlara aktarma çabasına tanık olmuş Kamber. “Martin Adler veya Tim Hetherington gibi insanlar canları pahasına gerçekleri halka aktarmaya çalışırken bugün bazı fotoğrafçıların bu geleneği bozmasını saygısızlık olarak görüyorum.” “Benim zamanımda negatifler üzerinde oynamak çok zordu… 62
Bugünkü nesil ise dijital çağda yetişiyor. Fotoğraflarda, video oyunlarında, filmlerde nesneleri değiştiriyor, hareket ettiriyor. Yani onların beyinleri benim varlığından bile habersiz olduğum ihtimaller üzerinde yoğunlaşıyor.” Bunun bir de maddi nedenleri var. “Gazete ve yayınlar profesyonel personellerini işten çıkarıyor, maaşlarını düşürüyor, yerlerine daha az eğitimli ve daha az ücretli serbest çalışanları alıyor.”
Görüntü değiştirme işi yeni bir şey değil. Roger Fenton’un Ölümün Gölgesi Vadisi adlı fotoğrafı 1855 Kırım Savaşı sırasında çekilmiş, muharebe alanında yerlere saçılmış top güllelerini gösteriyordu. Fakat Fenton’un aynı gün daha erken saatlerde çektiği bir fotoğrafta bu gülleler bir hendekte toplanmış halde görülüyordu. Yani gülleler oldukları yerden kaldırılıp başka yere taşınmıştı. 2003’te yazdığı Başkalarının Acısına Bakmak adlı kitabında Susan Sontag tam da bu konuya değiniyor, eski savaş fotoğraflarının çoğunun kurgulanmış ya da özneleriyle oynanmış olduğundan söz ediyordu.
63
Arthur Rothstein’in 1936’da ABD’nin Güney Dakota eyaletinde çektiği fotoğraf ise binlerce çiftçinin göç etmesine neden olan kuraklığın sembolü olmuştu. Fakat Rothstein bu kafatasını birçok fotoğrafta kullanmış, kuraklığı sembolize etmek üzere değil, kafatası ve topraktaki çatlakların birlikte oluşturacağı farklı kompozisyon denemeleri yapmak için çektiğini söylemişti.
Kızıl Ordu askerlerinin Mayıs 1945’te Alman parlamento binasına bayrak diktikleri anı gösteren fotoğraf da bunlardan biri. 64
Sovyet ordusu fotoğrafçısı Yevgeny Khaldei Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanyasına karşı zaferini sembolize eden o anı kendiliğinden yakalamış gibi görünüyor. Oysa bu fotoğraf dikkatli bir planlama sonucu çekilmişti. Khaldei bir masa örtüsünden bayrak diktirmiş ve Amerikan askerlerinin Iwo Jima adasında Japonya’ya karşı zafer kazandıkları andaki bayrak dikme görüntülerini uygulamak amacıyla Moskova’dan Berlin’e uçmuştu. Fotoğrafı çekmek için askerleri Alman parlamentosu Reichstag’ın çatısına çıkarmış, daha sonra (Sovyet askerlerinin yağma yaptığı görüntüsü vermemek için) kol saatlerini silmiş ve koyu duman görüntüleri eklemişti.
En çok bilinen savaş fotoğraflarından biri de Robert Capa’nın Düşen Asker fotoğrafı. Kimse bu fotoğrafta rol yapılıp yapılmadığını bilmiyor, fakat Kamber’in şüpheleri var. Bu fotoğrafın kurgulandığına inanıyor. “Uzun yıllar boyunca savaş fotoğrafçılığı yaptım ama kimseyi ölüm anında fotoğraflamadım. Capa’nın ise aynı film şeridinde iki ölüm fotoğrafı var… Bunun olma ihtimali çok küçük.” Fakat Capa gibi fotoğrafçılar, “Fotoğrafa dair etik kuralların henüz oluşturulmadığı farklı koşullarda çalışıyordu. Yani Capa herhangi bir kuralı ihlal etmiyordu. Hatta onun profesyonelliği modern foto muhabirliğinde standartların yaratılmasına katkıda bulunmuştur.” Eugene Smith’in 1951’de İspanya’da çektiği ölü adam ve yas tutan kadınlar fotoğrafının orijinalinde kadınlardan ikisi fotoğraf makinesine bakıyor. Fakat Smith fotoğrafa daha dramatik bir hava katmak için ince uçlu fırçayla gözlere beyazlatıcı kimyasal uygulamış ve bakışlarını yere doğru yönlendirerek odadaki havayı değiştirmişti. Kamber’in bu sergiyi oluşturmasındaki ana nedenlerden biri de bu yılki World Press fotoğraf yarışmasında bu sorunun sık gündeme gelmiş olması ve finalistlerin beşte 65
birinin fotoğraflarıyla oynadıkları için diskalifiye olmasıydı. Hatta ödül alanlardan biri, fotoğrafın çekildiği yer konusunda yanlış bilgi verdiği için sonradan ödülü alınmıştı. Bunun üzerine World Press 2015’te New York’ta bir “etik sempozyumu” yapmıştı. Britanya Basın Fotoğrafçıları Derneği Başkanı Jeff Moore, World Press fotoğraf yarışmasının haber, spor ve editoryal fotoğrafla ilgili olduğunu, “çekim sonrası yapılmış zekice girişimlerle ilgili olmadığını” ifade ediyor. Son iki yıldır World Press fotoğraf yarışmasını organize edenler yarışma için ham fotoğrafların teslim edilmesini istiyor. Bu kuruluşun yöneticisi Lars Boering şunları söylüyor: “Eskiden esas olan ‘güvendi’, ama şimdi polislik yapmak zorunda kalıyoruz. Dosyaları incelediğimizde çok şeyle karşılaşıyoruz. Teknisyenler fotoğrafta bulduklarını gösterdiğinde tam anlamıyla şoke oluyoruz.”
66
Fotoğrafta Bir Sonraki Devrim Çok Yakında Geliyor Kaynak : http://time.com/4003527/future-of-photography/ Yazı : Stephen Mayes Çeviren : Hazal Şahindoğan
Gelecekte “doğrudan fotoğraf” diye bir şey olmayacak. Fotoğrafçılık hakkında daha faza söz söylememenin vakti geldi de geçiyor. Bazılarının iddia ettiği gibi fotoğrafçılık henüz ölmedi sadece yaralı. Tıpkı kızlar ve oğlanlar hakkında konuşmayı bırakıp yerine kadınlar ve adamlar hakkında konuşmaya başlamamız gibi biz 67
de fotoğrafçılıkta, farklı şekilde kullanmak, düşünmek ve konuşmak istediğimiz konular hakkında köklü değişiklikler yaptık. Bu kusurun altında yatan büyük değişikliğin farkında olmamak, iletişimin tarihsel durgunluğunda kendimizi soyutlamak ve ilginç ancak eski görsel bir dil kullanarak kültürün temel görüşünün silinmesi riskini göze almaktır. Fotoğrafın “ergenlik dönemi” internet erişimli akıllı telefonların gelmesiyle birlikte tuhaf davranışlara şahit olduğumuz zamana kadar değil de, aslında teknolojinin analog cihazdan dijital cihaza geçtiği zaman olmuştur. İşte bu gerçekten ergenliğin başlangıcıydı. Bu şaşırtıcıydı ancak bütün bunlar oldukça doğal görünüyordu ve çıktığımız bu yolda karışıklıklar, hileler ve başka açıklayamadığımız yeni davranışlarla birlikte bir kaç aksilik yaşamamıza rağmen, bu fotografik topluluk iş akışında yaptığı bir takım düzenlemelerle birlikte geniş bir yer elde etti. Ancak bu gözle görünür değişimler sadece daha büyük dönüşümlerin gelişim işaretleri ve daha önce hayal edilmemiş iki boyutun olasılıklarını araştıran, insanların hayal güçlerinin ötesindeki sınırları aştığı bir çağ meselesi oldu. Böylece, kendimizi dijital görüntülerin son derece değişken dünyasında, bilginin sınırsız hacmi için bir kanal ve çok boyutlu faaliyette bulunan, henüz hayal edilemeyecek uygulamalar ve teknolojiler içine girmiş olarak buluyoruz. “Dijital sensör, sayısal bir hesapla mevcut fotonların üçte birini kullanarak ışığın optik kaydını değiştirdi.” 160 yıldır tanımladığımız fotoğrafçılık anlayışımız ve farklılaştırılmış mercek yapımı görüntüleri, fotoğraflanan nesne ile görüntü arasındaki fiziksel ilişki, optik bağlantısı ve dijital tutsaklık usulca ancak kesin bir gerçeklikle birbirinden ayrılmaktadır. Dijital sensör, sayısal bir hesapla mevcut fotonların üçte birini kullanarak ışığın optik kaydını değiştirdi. Yani, dijital görüntülerin üçte ikisi RAW dosyasından JPG veya TIFdosyası dönüştürme işlemine sokuldu. Bu bizim bildiğimiz gerçeklerden çok farklıydı.
68
Bazı ticari nedenlerden dolayı, fotoğraf makinesi üreticileri, görüntüdeki zar zor ayırt edilebilen eski fotoğraf ve tüketicilerin taklit ettikleri dijital görüntüleri yeniden oluşturma yöntemine dikkat ediyor ancak RAWverilerinin nasıl ele alınabileceği ve çeşitli yollarla nasıl yeniden yapılandırılabileceği hakkında bir kaç sınırlama var. Hakikatin neye benzediğine dair bir fikir birliğine ulaştığımızdan beri, görüntüdeki objektif kayıt
inancına
ellerimizle
sıkı
sıkı
kenetlendik.
Ancak
geleneksel
yayıncılığın
ve
fotoğrafçılığın ötesindeki bu güçler zaten çoktandır bu yeni veri kaynağı üzerinde ve fotoğrafçılar takip etmeyi seçse de seçmese de kültür bununla birlikte ilerleyecek. “Dijital dosya yapısının ve işleminin içerdiği farklılıklar, fotoğrafçılığın masum çocukluktan gençliğe dönüşüm hikâyesinin sonu değildir.” David Campbell’in de Dünya Basın Fotoğrafları için görüntü bütünlüğü raporunda, “manipülasyon” gibi derin anlamlı bir kelimenin yeniden değerlendirilmesi gerektiğini, henüz sayısal bir işlemden geçmemiş ve el değmemiş bir görüntü dosyasının varoluş ihtimalinden bahseder. Eski dijital yorumcu Kevin Connor “sayısal fotoğrafçılığın tanımı hala gelişmektedir ancak kamera kullanım alanı resim oluşturma cihazından, veri toplama aygıtına kadar değişebilmektedir diye düşünüyorum.” diyor. Dijital dosya yapısının ve işleminin içerdiği farklılıklar, fotoğrafçılığın masum çocukluktan gençliğe dönüşüm hikâyesinin sonu değildir. Çok az insanın kavramak için uğraştığı, henüz fotografik görüntüsü üzerinde hayal edilemez ancak kaçınılmaz olan çok şey vardır. Taylor Davidson geleceğin fotoğraf makinesini bir uygulama ve bir yazılımdan ziyade çoklu sensör verilerini derleyen bir cihaz olarak nitelendirdi. Akıllı telefonun mikrofon, jiroskop, hızölçer, termometre ve diğer bütün sensörlerin hepsi, görsel verilerle bir araya getirilip, uygulama tarafından nasıl adlandırılırsa adlandırılsın verilere katkı sağlarlar. Bu bizim için dijital görüntü ile çoktandır var olan bağlılığımıza bir sınırlama değil. Araç gerekçelerimiz bizi internete bağlarken GPS verilerine katkı sağlayan uydulara bağlıdır. Vikipedi, Google ve daha birçoğu halkın kullanımına açık kaynakların hepsi bizim veri bağlantılarımıza bağlıdır böylece nerede olduğumuzu, bizden önce burada kim 69
olduğunu ve sosyal, siyasal ve ekonomik faaliyetlerle bağıntılarını biliriz. LIDAR veri entegrasyonunun en üst tabakasında olması (şu anda sadece bazı gelişkin uygulamalar) daha sonra yüz uygulaması, nesne tanıma yazılımı ve teknolojilerin doğuşunun göz önünde bulundurulmasıyla, sanal gerçeklik, anlamsal gerçeklik, yapay zekâ ve sayısal görüntü gibi akıllara durgunluk veren potansiyellerin farkına varılmaya başlandı. “Foto muhabirlik dışında, “doğrudan fotoğrafçılık” diye bir şey olmayacak, ya fotoğrafçı tarafından ya da amatör kameranın kendisiyle her şey bir karışım, bir yorumlama, bir artış veya bir farklılık şeklinde olacak.” Eğimli sensörlerin geliştirilmesi, ışığın tamamen farklı bir şekilde yorumlanmasını sağlayıp, bizi çok daha ileriye taşıyacak, fakat bunlar şimdilik gerçeklikten uzak bir hayal olarak görünmektedir. Hali hazırda olmakta olan ve olacak olan her şey giderek teknolojilerin sunuluşu gibi apaçık bir şekilde ve değişik görsel kültür ile sade belgelendirmenin ötesindeki beklentilerle bize eşlik ediyor. Sayısal fotoğrafçılık bütün bu kaynaklar üzerine yoğunlaşmakta ve gerçekliğin bir resmini oluşturmak için görsel görüntü sağlamaktadır. Bu görüntü basit bir görsel kayıttan çok daha gelişkindir ve bilgi birikiminin daha derin düzeylerini birleştirmek için bir fırsat elde edilir. Fotoğrafçıların görüntüleri gördüğü gibi değil de, bildiği gibi yapması uzun sürmeyecektir. Mark Levoy önceden Stanford şimdi de Google’da “Foto muhabirlik dışında, “doğrudan fotoğrafçılık” diye bir şey olmayacak, ya fotoğrafçı tarafından ya da amatör kameranın kendisiyle her şey bir karışım, bir yorumlama, bir artış veya bir farklılık şeklinde olacak.” der. Bu bilinmeyen toprakların içine doğru parende atar gibi, sanat tarihinde de bir an için meraklı bir geriye gittiğimizde 100 yıl önceki Kübist değişim yöntemlerinde ne gördüklerine dair benzer (her ne kadar analog olsa da) bir yaklaşım görülüyor. Picasso, Braque ve diğerleri bu dünyayı gördüklerine göre değil de, çoklu bakış açısı kullanarak daha derin bir anlam betimlemek için analiz edip ve yeniden oluşturdular. Fotoğraf dünyası, daha fotoshop gibi temel gereçlerle savaş halindeyken, şüphesiz ki biz Modernizimden çok Kübizm ile uyumlu bir yere taşıyoruz. 70
Hitap ettiğimiz kitlemizin dinamik ve değişime duyarlı, zaman ve uzaydan ayrılmış ham görsel verilerinin gerçeğe statik iki boyutlu bir dikdörtgenden daha fazla bağlı olan, daha sofistike görüntüleri talep etmesi çok sürmeyecektir. Dünyada neler olup bittiği basit ve tamamlanmamış bir bilgiymiş gibi neredeyse bir yüzyıldır gerçeğin sesi olan siyah-beyaz fotoğraflara tekrar göz atacağız. Bazıları bozulmanın tehlikesini görüp, saptanamayan hileleri tehdit olarak algılıyor. Görüntüleri okumak için yeni önlemler geliştirmemiz gerektiğine kesinlikle katılıyorum. Biz zaten olası ve imkânsız bilgiyi ayırt etme yeteneğine sahibiz ve yazılı gazeteciğin (tamamen yazarın sembolik şekilde gerçeği yorumlayabilme yaratıcılığıyla) nasıl okunması gerektiğini biliyoruz ve ne belgesellerle reklamları, ne de dergi kapağındaki fotoğrafla içindeki röportajı karıştırmıyoruz. Sahtekârlık her zaman için bir risktir ancak bir asırı aşkın tecrübelerimizden öğrendiğimiz kadarıyla, mekanik bir yönteme bizi koruması için güvenemeyiz. Yeni teamüller ve fotoğrafın icadından beri geliştirilmiş olan tüm sanatçılık, bilgiyi açıklamak için bulunan büyük fırsatlar ve şu anda hâlihazırda var olan daha tehlikesiz fikirler ve duygular su yüzüne çıkacak. Hikâye anlatımı için zenginleştirilmiş durumlar, gerçekliğe daha yakın olmak için törpülenip, yalınlaştırılmış 20. yüzyıl gazeteciliğinden daha fazla karmaşıklık sağlayacak, konu ve izleyici arasında eşi benzeri görülmemiş bir bağ kuracaktır. Bu dönümde yeni güçler sürecin devamını sağlayacak. Akıllı telefonlarla birlikte bunun belirtileri çoktan ortaya çıktı. Fotoğrafın kültürel varlığındaki devrimci değişim, ne fotoğrafçılar, ne yayıncılar ne de fotoğraf makinesi üreticileri tarafından sürdürülebilmiştir ancak telefon mühendisleri ve olağanüstü yollarla görsel görüntü kullanan yeni teknoloji tarafından bu bizi yeni ve yabani topraklara atmaktadır. Zaten şu anda olan da bu, yeni uygulama ürünlerinde ve pazarı vuran hizmetlerde bu etkiye tekrar ve tekrar şahit oluyoruz. Bunu yeni şeklinde tanınmamış görmemize rağmen ergenlik döneminde ilgilenilmiş ve yetişkinlik döneminde desteklenmiş olmasına borçluyuz.
71
Alternatif yolu biliyoruz: biz boş yuvamızda ümitsizce oturup neyi yanlış yaptığımızı düşünürken, o dışarıda, kalabalığa karışıyor olabilir. İlk adım, fotoğrafçılığın bir zamanki çocuk hali hakkında konuşmayı bırakmak ve fotoğrafçılığın onca yıldır bildiğimiz duygusal anılarını terk etmek olacaktır. Fotoğrafçılık ölümün çok uzağında olsa da yaralanmış görünüyor.
Kıymetli Bir Boşluğu Önemli 1 Soru İçin Kullanalım
PROF. SABİT KALFAGİL’İN ARŞİVİNİN AKİBET NE OLACAK? “Arşiv, Marmara ve Mimar Sinan Üniversitesi’nin ortak koruması altına alınmalı ve dijital ortama aktarılmalıdır. Arşiv’den elde edilecek gelir, bu iki bölümün iyileştirilmesi ve ihtiyacı olan öğrencilere burs imkanı sağlamak için kullanılmalıdır.” - Gölge Fanzin
72
Öldükten Sonra Fotoğrafçı Olmak Şule Tüzül Egosuz fotoğrafçı olur mu? Yani hem fotoğrafçı olup hem de fotoğrafları ile gururlanmayan, alkış beklemeyen, yaratıcılığıyla kendini Tanrı ile özdeşleştirmeyen, hele hele de fotoğraflarını kimseye göstermeden yaşayıp giden bir fotoğrafçı düşünebiliyor musunuz? Yakından ya da uzaktan onlarca fotoğrafçı tanıyorum; egosundan yanına yaklaşılamayanına, egosunu üretim ve yaratıcılığına katkıya dönüştürenine, egosunu alçakgönüllülüğü ile gizleyebilenine tanıklık ettim ama egosu olmayanına hiç rastlamadım. Elbette egosu olmayan insan yoktur diyebilirsiniz. Aslında derdim de fotoğrafçıların egosu değil, buradan yola çıkarak şu sorunun yanıtını düşünmenizi istiyorum: neredeyse bir asırlık bir ömrünüz olsa ve bu ömrü 150 bin negatif fotoğraf çekerek geçirmiş olsanız, üstelik de fotoğraflarınızın çok iyi ve kendinizin de bir sanatçı mertebesinde olduğunuzun farkında/bilincinde olsanız, bu fotoğrafları hiç kimseye ama hiç kimseye göstermeden ömrünüzü tüketip gidebilir misiniz bu dünyadan? Bir insan başkalarına göstermeyecekse, birileri ile paylaşmayacaksa neden binlerce fotoğraf çeker ki? Bir fotoğrafçıdan bahsedeceğimi sanıyorsanız da yanılıyorsunuz. Ancak öldükten sonra fotoğrafçı kimliğini kazanabilmiş olsa da, size bir dadıdan bahsedeceğim aslında. Neredeyse bir asırlık bir ömrü hep başkalarının evlerinde, çocuklara dadılık, yaşlılara bakıcılık ve hizmetçilik yaparak geçirmiş bir kadından bahsetmek istiyorum size. Hikâye 2007 yılında John Maloof isimli bir gencin bir çalışma için eski fotoğraflar ararken, Chicago’da bir müzayede salonundaki satıştan bir kutu dolusu negatifi satın alması ile başlıyor. John, negatifleri ilk incelemesinde fotoğrafların iyi olduğunu fark ediyor ama hem çalışmasına faydalı olacak bir fotoğraf bulamadığından hem de negatiflerin bulunduğu kutu üzerinde yazan Vivian Maier ismine dair internette hiçbir kayda rastlamayınca kutuyu rafa kaldırıyor. Aradan yaklaşık iki yıl geçiyor. John, belki işe yarar bir şey bulabileceği umuduyla kutudaki negatifleri tekrar inceliyor. İnceledikçe bu kadar iyi fotoğrafların kime ait olduğunu çok merak ediyor. İnternet araştırmalarında yine fotoğrafçıya dair hiçbir bilgi bulamayınca iyice meraklanıyor ve bu işin peşine düşmeye karar veriyor. Zar zor ilk ulaşabildiği bilgi Amerika’da bir adres ve telefon. Telefondaki ses John’a Vivian Maier’in eski dadıları olduğunu ve kendisinin iki gün önce vefat ettiğini, garajlarında bulunan Maier’e ait bir kamyon dolusu eşyayı atmak üzere olduklarını, eğer John istiyorsa gelip bu eşyalardan istediğini alabileceğini söylüyor. 73
John duyduklarından şaşkın, Maier’in fotoğrafçılığı ya da fotoğrafları konusunda bilgi sahibi olup olmadığını soruyor telefondaki kadına. Kadın şaşkın bir sesle ne fotoğraflardan ne de Maier’in fotoğraf çektiğinden haberinin olduğunu söylüyor. Merakı büyüdükçe büyüyen John verilen adresteki garaja gittiğinde kutular ve bavullar dolusu negatif buluyor. Hayatı boyunca iş bulduğu evlerde kalarak, hiçbir dostu, arkadaşı ya da akrabası olmadan, kaldığı evlerde dadılık, bakıcılık ve hizmetçilik yaparak bir ömür tüketen bir kadının nasıl olup da bu kadar muhteşem fotoğraflara imza attığını bulabilmek için araştırmalarını derinleştiriyor. Maier’in çalıştığı evleri tek tek bularak o evlerde Maier’den kalan eşyaları yani içi fotoğrafla dolu başka kutuları da buluyor ve topluyor. Onu tanıyanlardan Maier’e dair o kadar az bilgi elde ediyor ki. Çünkü kimse yaptığı iş dışında onunla ilgilenmemiş, o da kimseye kendini anlatmamış. John en çok bilgiyi Vivian Maier’in fotoğraf arşivine bakarak sağlıyor, çünkü bu arşive Vivian Maier’in hayatına dair geniş bir belgesel çalışma da denebilir. 150 bin fotoğraflık bir çalışma! Bu fotoğraflara bakmak, Vivian Maier’in 83 yıllık hayatını adım adım izlemekle eşdeğer. Arşivde çok sayıda otoportre de yer alıyor. Görüntüsünün yansıdığı ayna ya da benzer bir yüzeyle karşılaştığında çekilmiş, onu hep boynunda taşıdığı Rolleiflex ile gördüğümüz, yaratıcılığını ve sanatçı yönünü her karede hissettiren, asla sıradan diyemeyeceğimiz otoportreler. John, 1926’da New York’ta doğan, çocukluğunda bir süre Fransa ve Avusturya’da bulunan, sonrasında tüm hayatını Amerika’da geçiren, sadece bir dönem 8 ay kadar dadılığa ara verip dünyanın birçok yerine, büyük olasılıkla fotoğraf çekmek için, yolculuklar yapan Vivian Maier’in, fotoğrafçılığı dışında oldukça sıradan görünen, hayat hikâyesini çıkarabiliyor. Ama onun fotoğrafçılığına dair soruların, özellikle de ömrü boyunca bir sokak fotoğrafçısı gibi çalışan, bulunduğu her yerde fotoğraf çeken bu kadının neden bu fotoğrafları insanlara göstermeden bir ömür boyu sakladığının cevabı halen bir sır olarak duruyor. Gerçi Maier’in eşyaları arasında bir fotoğrafçıya yazılmış ve fotoğraflarını değerlendirmesini rica eden kısa bir mektup bulunuyor. Ancak mektubun gönderilip gönderilmediği ve cevabının ne olduğu da meçhul. Ayrıca bu mektup ve Maier’e ait bazı ses kayıtlarından da (Maier kasetlere sesini kaydetmiş, bunlardan da kimsenin haberi yok) fotoğraflarının iyi olduğunun kendisinin de farkında olduğunu anlıyoruz. İyi de buna rağmen bir insan nasıl bu yeteneğini ölene kadar gizli tutar? Neden tanınmak istemez? John Maloof, Vivian Maier ile ilgili çalışmanın sürdürülmesi ve arşivin değerlendirilmesi için önce MOMA (Museum of Modern Art) gibi büyük müze ve sanat kurumlarına başvuruyor. Ancak aldığı yanıtlar olumsuz oluyor. Araştırmalarını sürdürebilmek, Vivian Maier’i dünyaya tanıtabilmek, fotoğraf arşivinin MOMA gibi ülkenin önemli kurumları tarafından kabul görmesini sağlamak için profesyonel bir desteğe ve dolayısıyla finansmana ihtiyacı olduğunu fark ediyor. 74
Bunun üzerine Amerika’da bazı galerilerle görüşerek Vivian Maier’in fotoğraflarının sergilenmesini ve satılmasını sağlıyor. Elde ettiği gelirle Vivian Maier’i dünyaya tanıtmaya çalışıyor. Bugüne kadar fotoğraflar dünyanın pek çok yerinde sergilenmiş ve sergilenmeye devam ediyor. Dilerim Türkiye’de de görme şansımız olur bu sergiyi. Vivian Maier haberlerini Türkiye’deki fotoğraf çevreleri de son birkaç yıldır takip ediyor. Geçtiğimiz günlerde konuya dair hazırlanmış Vivian Maier’in İzinde (Finding Vivian Maier) belgeselini izledikten, o fotoğrafların arkasındaki ismin yaşamına yakın tanıklık edenleri dinledikten sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim. Çünkü fotoğrafçı olsun olmasın herkesin bu belgeselden haberdar olmasını, izlemesini diliyorum. Onu herkes tanısın, ismini duymayan kalmasın istiyorum. Çünkü; Maier’in fotoğraflarına tekrar ve tekrar bakıyorum, hayatını ünlü bir sokak fotoğrafçısı kimliği ile değil de dünyanın bihaber olduğu bir dadı olarak geçirmiş olmasını, yapayalnız yaşayıp yapayalnız ölmesini kabullenemiyor insan. Belgeselde, Vivian Maier’in çalıştığı evlerde bulunan anne baba ya da çocuklarla yapılan röportajlar var. İşverenlerinin çoğu onun yoksullukla özdeşleştiğine vurgu yapıyor. Belgeseli izlediğimden beri birçok sahne aklımda iz bıraktı ama Vivian Maier’e ait bir cümleyi hiç unutmayacağım. Yaşlı bir çift onunla yaptıkları bir konuşmada Maier’in hiçbir zaman sağlık sigortasının olmadığını ve hiç doktora gitmemiş olduğunu öğreniyorlar. Ona bundan hiç rahatsız olup olmadığını sorduklarında Maier onlara şu cevabı vermiş: “Fakirler ölmek için fazla fakirler.” Yazdıklarım belgeselin ve onun hakkında bugüne kadar okuduklarımın kısa bir özeti. Belgeselde yer alan birçok ünlü fotoğrafçı fotoğraflarının ne kadar iyi olduğu konusunda hemfikirler. Bence fotoğraf tarihinin en iyi sokak fotoğrafçılarından biri. John Maloof’un amacı onun ismini tarihe yazdırmak. Bu gidişle bunu başaracak görünüyor. edebiyathaber.net (16 Mart 2015)
75