Çeviri Gazetesi - 13. Sayı

Page 1

CEVIRI GAZETESI

Ücretsizdir. Parayla satılmaz.

KASIM - ARALIK 2016 / SAYI 13

SANSÜR


1- New Study Shows Mass Surveillance Breeds Meekness, Fear and Self-Censorship / Yeni Araştırma Kitlesel Denetlemenin Uysallık, Korku ve Oto-sansüre Neden Olduğunu Gösteriyor | Aylin Yılmaz | s4 2- The Etymology of ‘Woman’/ 'Woman (Kadın)‘ın Etimolojisi | Asya Şimşek | s6

3- Censorship Under Franco’s Dictatorship Still Casts a Shadow Over Literature in Spain / Franco Diktatörlüğündeki Sansür Hala İspanya’da Edebiyata Gölge Düşürüyor | Umut Devrim Çelik | s8 4- Nazi Propaganda and Censorship / Nazi Propagandası ve Sansür | Birsen Özge Gökçe | s10

5- Ahlaki ve Dini Bir İnanç Olarak Ulysses / A Danger Against Moral and Religious Beliefs: Ulysses | Dilara Sarıkaya| s12 6- Literary Analysis Essay: 1984 by George Orwell / “1984” Yazınsal Çözümleme Makalesi | Elif Asena Güven | s14 7- Short Poems About Censorship / Kısa Şiirler: Sansür | Furkan Artık | s16

8- The History Censorship in Music / Müzikte Sansürün Tarihi | Metehan Akman | s18

9- Siyah Tarih’in Yüzünü Değiştiren En İyi 10 Yasaklanmış Kitap | Mustafa Şahin | s20 10- "Türkiye'de Basın Özgürlüğü" Raporu | Berat Çelikoğlu | s22 11- Aeneis Destanı | Gülçin Gündeş | s26


{

Orta Çağ'da, Avrupa’da, dini otoritelerin yayımına izin vermediği bilimsel çalışmalar, engizisyon mahkemelerinde yargılanan bilim insanları ve sanatçılar, Orta Doğu'daki dini otoritelerin yaktırdığı Büyük İskenderiye Kütüphanesi'nden tutun da, günümüzde devletlerin siyasi-ideolojik gerekçelerle yasakladığı tiyatro gösterimleri ve konserler, kapatılan medya kuruluşları, tutuklanan sanatçı ve aydınlara kadar sansür; sanata ve bilime, genel anlamıyla aydınlanmaya yönelik en büyük, en şiddetli, en sistematik saldırı biçimi olmuştur.

}

Günümüzde sansürün en ağır olduğu alanlardan biri müziktir. Pek çok ülkede mevcut siyasi düzeni, iktidarı yahut dini değerleri eleştirdiği için yasaklanan şarkılar, tutuklanan hatta canına kast edilen müzisyenler biliyoruz. 2015'te İran'da şair ve söz yazarı Fateme Ekhtesani ve Mehdi Moosavi "dini değerlere saygısızlık", "sistem karşıtı propaganda" gibi suçlardan toplam 20 yıla yakın hapis ve doksan dokuzar kırbaçla cezalandırıldı; 2013'te Türkiye'de Fazıl Say benzer suçlamalarla yargılandı. Müzik kadar ağır sansüre uğrayan bir diğer alan olan medya ise sansür uygulamalarının kamuoyu tarafından en sert şekilde hissedildiği alandır. Medya kuruluşları; gerek televizyon ve radyo kanalları, gerek gazete ve dergiler, siyasi düzene aykırı söylemlerinden ötürü çeşitli gerekçeler ve suçlamalarla mahkemelik edilebiliyor, çalışanları zorla işten çıkarılıyor, yönetimlerine el koyulabiliyor hatta tamamen kapatılabiliyorlar. Kamuoyunun haber alma hakkı ve ifade özgürlüğünün dünyanın dört bir yanında ve ağırlıklı olarak yine Orta Doğu ülkelerinde bu gibi yöntemlerle gasp edilmesi, sansürün en yakıcı özelliklerinden biridir. Üstelik sansür yalnızca devletler değil, çeşitli gruplar tarafından da -çok daha yakıcı şekillerde- uygulanabiliyor. Hafızalardan silinmemiştir: 2015'te, Suriye'yi yıllardır kana bulayan IŞİD, Paris'te "dini değerlere hakaret ettiği" gerekçesiyle karikatür dergisi Charlie Hebdo'ya yönelik bir saldırı düzenleyerek 12 kişiyi öldürmüştü. Aynı terörist grubun Bataclan saldırısı sonrası oluşan terör ortamından ötürü pek çok kültürel etkinlik iptal edilmişti.

{

Çeviri Gazetesi'nin elinizdeki sayıdaki kararı da doğal olarak, sanata yönelik saldırı ve sansürün çok yoğun olduğu bu günlerde, sansür konusunu ele almak oldu. Öncelikle, kapak resmimizi çizen Aysu Yankaş'a teşekkür ediyoruz. Elde edebildiğimiz tüm materyallerle sizler için konuya en iyi ve en doğru şekilde değinebilmeye çalıştık. Bu sayıda okuyacaklarınızın size değerli bilgiler kazandıracağına inanıyor, ilerleyen sayılarda birlikte çalışabilmek için sizi aramıza davet ediyoruz. Çeviri Gazetesi Yayın Kurulu

Editörler:

Aylin Yılmaz Devrim Çelik İzel Sezer

Tasarım:

Arınç Onat Kılıç

İletişim: cevirigazetesi

CeviriGazetesi

cevirigazetesiiu@gmail.com

}


New Study Shows Mass Surveillance Breeds Meekness, Fear and Self-Censorship Glenn Greenwald

A NEWLY PUBLISHED study from Oxford’s Jon Penney provides empirical evidence for a key argument long made by privacy advocates: that the mere existence of a surveillance state breeds fear and conformity and stifles free expression. Reporting on the study, the Washington Post this morning described this phenomenon: “If we think that authorities are watching our online actions, we might stop visiting certain websites or not say certain things just to avoid seeming suspicious.”

The new study documents how, in the wake of the 2013 Snowden revelations (of which 87 percent of Americans were aware), there was “a 20 percent decline in page views on Wikipedia articles related to terrorism, including those that mentioned ‘al Qaeda,’ ‘car bomb’ or ‘Taliban.’” People were afraid to read articles about those topics because of fear that doing so would bring them under a cloud of suspicion. The dangers of that dynamic were expressed well by Penney: “If people are spooked or deterred from learning about important policy matters like terrorism and national security, this is a real threat to proper democratic debate.” As the Post explains, several other studies have also demonstrated how mass surveillance crushes free expression and free thought. A 2015 study examined Google search data and demonstrated that, post-Snowden, “users were less likely to search using search terms that they believed might get them in trouble with the U.S. government” and that these “results suggest that there is a chilling effect on search behavior from government surveillance on the internet.”

The fear that causes self-censorship is well beyond the realm of theory. Ample evidence demonstrates that it’s real — and rational. A study from PEN America writers found that 1 in 6 writers had curbed their content out of fear of surveillance and showed that writers are “not only overwhelmingly worried

about government surveillance, but are engaging in self-censorship as a result.” Scholars in Europe have been accused of being terrorist supporters by virtue of possessing research materials on extremist groups, while the British Library refuse to house any material on the Taliban for fear of being prosecuted for material support for terrorism. There are also numerous psychological studies demonstrating that people who believe they are being watched engage in behavior far more compliant, conformist and submissive than those who believe they are acting without monitoring. That same realization served centuries ago as the foundation of Jeremy Bentham’s Panopticon: that behaviors of large groups of people can be effectively controlled through architectural structures that make it possible for them to be watched at any given movement even though they can never know if they are, in fact, being monitored, thus forcing them to act as if they always are being watched. This is a critical though elusive point that, as the Post notes, I’ve been arguing for years, including in the 2014 TED talk I gave about the harms of privacy erosions. But one of my first visceral encounters with this harmful dynamic arose years before I worked on NSA disclosures: It occurred in 2010, the first time I ever wrote about WikiLeaks. This was before any of the group’s most famous publications.

What prompted my writing about WikiLeaks back then was a secret 2008 Pentagon report that declared the then-little-known group a threat to national security and plotted how to destroy it: a report that, ironically enough, was leaked to WikiLeaks, which then published it online. (Shortly thereafter, WikiLeaks published a 2008 CIA report describing — presciently, it turns out — how the best hope for maintaining popular European support for the war in Afghanistan would be the election of Barack Obama as president,

since he would put a pretty, popular, progressive face on war policies.)

As a result of that 2008 report, I researched WikiLeaks and interviewed its founder, Julian Assange, and found that the group had been engaging in vital transparency projects around the world: from exposing illegal corporate waste dumping in East Africa to political corruption and official lies in Australia. But they had one significant problem: funding and human resource shortfalls were preventing them from processing and publishing numerous leaks. So I wrote an article describing their work, and recommended that my readers support that work either by donating or volunteering. And I included links for how they could do so. In response, a large number of American readers expressed — in emails, in the comment section, at public events — the fear to me that while they supported WikiLeaks’ work, they were petrified that supporting the group would cause them to end up on a government list somewhere or, worse, charged with crimes if WikiLeaks ended up being formally charged as a national security threat. In other words, these were Americans who were voluntarily relinquishing core civil liberties — the right to support journalism they believe in and to politically organize — because of fear that their online donations and work would be monitored and surveilled. Subsequent revelations showing persecution and surveillance against WikiLeaks and its supporters, including an effort to prosecute them for their journalism, proved that these fears were quite rational.

There is a reason governments, corporations, and multiple other entities of authority crave surveillance. It’s precisely because the possibility of being monitored radically changes individual and collective behavior. Specifically, that possibility breeds fear and fosters collective conformity. That’s always been intuitively clear. Now, there is mounting empirical evidence proving it.

ÇEVİRİ GAZETESİ 4


Yeni Araştırma Kitlesel Denetlemenin Uysallık, Korku ve Oto-sansüre Neden Olduğunu Gösteriyor Aylin Yılmaz Oxford’dan John Penney tarafından yakın zamanlarda yayınlanan araştırma mahremiyet savunucuları tarafından uzun süredir öne sürülen kilit bir argümana deneysel kanıt sağlıyor: Denetleme durumunun yalnızca varlığı bile riayete sebep oluyor ve özgür ifadeyi bastırıyor. Çalışmanın haberini yapan Washington Post bu sabah fenomeni tanımladı: “Eğer otoritelerin internet hareketlerimizi izlediğini düşünürsek, belli internet sitelerini ziyaret etmeyi veya belli şeyleri söylemeyi sadece şüpheli görünmeyi önlemek için bırakabiliriz.”

Bu yeni araştırma, 2013 Snowden ifşasının ardından (Amerikalıların yüzde 87’sinin bundan haberi oldu), belgelendirdi ki “El Kaide” “arabaya yerleştirilen bomba” ya da “Taliban” kelimeleri geçenler de dahil, terörizmle alakalı Vikipedi maddelerinin görüntülenmesinde yüzde 20’lik bir düşüş” yaşandı. İnsanlar bu makaleleri okumaktan şüphe bulutlarını kendi üstlerine çekeceği düşüncesiyle korkuyorlardı. Bu dinamiğin tehlikeleri Penney tarafından iyi bir şekilde ifade edildi: “Eğer insanlar terör ve ulusal güvenlik gibi önemli siyaset konuları hakkında bilgilenmekten korkutuluyor ya da caydırılıyorsa, bu düzgün demokratik tartışmaya karşı gerçek bir tehdittir.” Washington Post’un açıkladığı gibi, başka birçok çalışma kitlesel denetlemenin hür ifade ve düşünceyi nasıl ezdiğini gösteriyor. 2015’te yapılan bir çalışmada Google arama verileri incelenmiş ve göstermiştir ki Snowden sonrasında “kullanıcıların Birleşik Devletler hükümetiyle başlarını belaya sokacaklarını düşündükleri terimleri kullanmaları daha az olasıydı” ve “bu sonuçlar, kişilerin arama davranışlarında internet üzerindeki devlet gözetiminden kaynaklanan soğutma etkisinin var olduğunu göstermiştir.” Oto-sansüre neden olan korku teori boyutunun çok ötesindedir. Yeteri kadar kanıt bunun gerçek ve mantıklı olduğunu gösteriyor. PEN Amerika yazarlarının bir araştırması 6 yazardan 1’inin gözetim korkusundan

ÇEVİRİ GAZETESİ 5

dolayı içerik sansürüne gittiğini ortaya çıkarmıştır ve “yazarların sadece devlet gözetiminden bunaltıcı bir şekilde kaygılandığını değil, aynı zamanda sonuç olarak oto-sansür uyguladıklarını” göstermiştir. Britanya Kütüphanesi, terör için materyal destek suçlamasıyla dava edilme korkusundan Taliban’la ilgili herhangi bir materyale ev sahipliği yapmayı redderken, Avrupa’daki akademisyenler radikal gruplar üzerine araştırma materyalleri bulundurdukları sebebiyle terörist destekçisi olmakla suçlanmışlardır.

İzlendiğini düşünen insanların gözetim altında olmadığını düşünen insanlara göre çok daha uyumlu, itaatkâr ve uysal davrandığını gösteren çok sayıda psikolojik çalışma var. Bu idrak Jeremy Bentham Panoptikonu’nun temeli işlevini görmüştür: Geniş kitlelerin davranışları, kişiler herhangi bir anda gerçekten izlendiklerini bilemeseler de onları her zaman izleniyormuş gibi davranmaya zorlayan ve her zaman izlenmelerini mümkün kılan mimari yapılar sayesinde etkili bir şekilde kontrol altında tutulabilir. Bu Washington Post’unda bahsettiği gibi, gizlilik erozyonunun zararlarından bahsettiğim 2014 TED konuşmam dahil yıllardır tartıştığım, eleştirel ama ifade edilmesi güç bir nokta. Ancak bu zararlı dinamikle ilk içgüdüsel karşılaşmalarımdan biri Ulusal Güvenlik Ajansı açıklamaları üzerinde çalışmamdan yıllar önce ortaya çıktı: 2010 yılında WikiLeaks’ten ilk kez bahsettiğimde oldu. Grubun en ünlü yayımlamalarından önceydi.

WikiLeaks hakkında yazmamı teşvik eden 2008 yılından gizli bir Pentagon raporuydu, o zamanlar az bilinen grubu ulusal güvenliğe karşı bir tehdit olarak beyan ediyordu ve grubun nasıl yok edileceğine dair plan çiziyordu: Rapor ironik şekilde WikiLeaks’e sızdırıldı; sonrasında internetten yayınlandı. (Kısa bir süre sonra WikiLeaks, Afganistan’daki savaşla ilgili olarak Avrupa’nın popüler desteğini korumak için savaş politikalarına karşı hoş, popüler, ilerici görünen Barack Oba-

ma’nın başkan seçilmesinin en iyi umut olduğunu anlatan –ileri görüşlü- 2008 CIA raporunu yayınladı.)

2008’deki raporun sonucu olarak, Wikileaks’i araştırdım ve kurucusu Julian Assange ile görüştüm ve grubun, Doğu Afrika’daki kurumsal atıkların yasadışı sönümlenmesinden Avusturalya’daki siyasi yolsuzluklar ve resmi yalanlara kadar dünya çapında çok önemli şeffaflık projeleri ile uğraştığını fark ettim. Fakat önemli bir sorunları vardı: Fon ve insan kaynağı eksiği, işleyişe ve birçok belgenin sızdırılmasına engel oluyordu. Bu yüzden, onların çalışmalarını açıklayan bir makale yazdım ve okurlarıma çalışmalarını bağış yaparak ya da gönüllü olarak desteklemelerini önerdim. Ve yazı bunu nasıl yapabilecekleri ile ilgili bağlantılar içeriyordu.

Buna karşılık, çok sayıda Amerikan okuru maillerinde, yorum bölümünde, halk etkinliklerinde WikiLeaks çalışmalarını desteklerken yaşadıkları korkuyu benimle paylaştı. Eğer WikiLeaks resmi olarak ulusal güvenlik tehdidi olmakla itham edilirse, grubu desteklemenin isimlerinin hükümetin kara listesine eklenmesine ya da daha da kötüsü suçlanmalarına neden olabileceği ihtimali kanlarını dondurmuştu. Diğer bir deyişle bu kişiler gönüllü olarak temel medeni özgürlüklerini -güvendikleri gazeteciliği destekleme ve siyasi olarak organize olma hakkını- internet üzerinden bağışların ve çalışmalarının görüntülenmesi ve takip edilmesi korkusuyla terk eden Amerikalılardı. Akabinde gazeteciliklerini yargılamak için harcanan çaba da dahil, WikiLeaks ve destekçilerine karşı olan yargı ve gözetimin ortaya çıkması bu korkuların oldukça gerçekçi olduğunu kanıtladı.

Hükümetlerin, kurumların ve diğer çeşitli otorite birimlerinin gözetimi arzulamasının bir sebebi var. Bu sebep açıkça bireysel ve kitlesel davranışlardaki köklü değişiklikleri izleyebilme ihtimalidir. Özellikle, bu ihtimal korkuya sebep olmakta ve kitlesel uyumu beslemektedir. Bu her zaman öngörüyle belirgin olmuştur. Artık, bunu destekleyecek deneysel kanıt var.


The Etymology of ‘Woman’ thiswretchedhive.blogspot.com.tr adresinden alınmıştır.

Although the majority of English words are loaned, borrowed, or stolen from other languages,woman has no cognates in contemporary or historic foreign languages, making it one of few exclusively English words. The word is derived from wyfman, the combination of wyf [wife] andman. Following is an examination of the word’s history, and a brief glance at its possible future.

The word wyf is a cognate of several languages, including Old French (OF) and Old Saxon (OS). In the Early Old English (eOE), wyf was used to describe a member of the female gender, unlike our contemporary use of the word, meaning ‘a married woman’ and correlating to husband. “Alduuif” makes an appearance in one of the oldest English texts, the Corpus Glossary, in around the year 725, then “wiifa” we see in 900 and “uif” in 950. By 1175 wife began to be used to denote a married female, and the two meanings coexisted until the late 16th century when a new meaning emerged: that of the marketer or saleswoman. In 1635, we see “Oyster wives, herb wives, tripe wives”, the structure of which we recognize in the words ale-wife and fishwife, with the connotation of a lower class woman. From this point on, the sense of ‘adult human female’ in the word wife is completely replaced by ‘lower class marketer’ and ‘female spouse’. While the sense of wife was changing, there arose a need for a word to take up the mantle of ‘adult human female’. Meanwhile, there was a need in ME for a word meaning ‘adult human male’. The words were and wapman, meaning ‘male’ and ‘males’ respectively, had become entirely obsolete by the 13th century. The only word left to mean ‘adult human male’ was the word man, which had until then been used irrespective of sex to mean simply, ‘human’. Both problems were temporarily solved by the combination of the words wife and man into wifman, literally meaning ‘female human’. The earliest usage of

wifmon occurs by 893, and by 1225 we see wummon appear, indicating the shift in the first vowel sound from wi to wu.

By 1400, the singular woman and plural women were established, and these became the usual spellings. The suffix – en was a common suffix used for pluralization, such as is found in the modern oxen, but also bears a similarity to the suffix –en used for feminization, which survives singularly in the modern word vixen, meaning ‘female fox’. Also, it is interesting to note that although the spelling of the second vowel changes between the singular and plural forms, the pronunciation does not. Instead, it is the first vowel sound that changes, from the singular: wu-, to the plural: wi-. The Oxford English Dictionary suggests that this may be due to the “associative influence of pairs like foot and feet” (“woman, n.” etymology).

The phrases “woe man” and “wee men”, convincing homonyms though they might be, are neither synonyms nor sources for woman or women. They are simply the result of happy coincidence, and have been used as puns, commonly in the Early Modern period. This usage could be humorous or serious. For example, in 1534, Sir Thomas More writes in his A Dialogue of Comforte Against Tribulation, “Man himselfe borne of a woman, is in deede a wo man, that is, ful of wo and miserie” (“woman, n.” 1k). Richard Flecknoe is quoted in the OED with “Say of Woman worst ye can, What prolongs their woe, but man?” in 1653 (Ibid). These puns are not exclusive to the 16thand 17th centuries, for surely they are made today, but it is interesting to note that they were the most prolific at the time of the English tract-writing controversy

known as The Querelle de la Rose. During this time, the virtues and vices of the female gender were being argued, with women writers emerging to argue for the first time on behalf of their own sex. It was surely a time for upsetting the genders’ status quo.

Currently, in the late 20th and early 21st century, we are in the midst of another shift in the ongoing history of the word woman, especially as it relates to man. This shift is due in large part to the growing awareness of feminism, which has its roots in the Querelle. The usage of the word man to indicate humanity is being protested, especially in the compound words such as chairman andpoliceman, in which the –man is becoming obsolete and is being replaced by –person. Because of the feminist movement and the shift in meaning in man from ‘human’ to ‘male’ growing ever stronger, we are in need of gender-neutral words for mankind. (Human and mankind, for example, both employ the root word man.) We can connect this gap in our language back to the 13th century when, rather than using a new word for ‘male human’ when were became obsolete, we simply added to the established gender-neutral man to create woman, thereby leaving man to indicate maleness by default. A better fix would have been to add something to man to indicate maleness as well as adding wyf to indicate femaleness. However, language is never created by design, but by evolution and adaptation. We may yet see a prefix added to man to indicate maleness, or we may see something entirely new arise to fit the meaning we need.

In addition to protesting the compound words chairman and policeman, some feminists have removed man from the very word woman. ‘Womyn’ is a new alteration of the plural women, replacing –men with the nonce suffix –myn, appearing for the first time in 1975. Currently it is only used by feminist groups, but 100 years from now may be a foundation for menmyn, replacing the etymological wyf with the current man to mean ‘adult male human’, while man reverts back to its original genderless state. ÇEVİRİ GAZETESİ 6


Woman (Kadın)‘ın Etimolojisi Asya Şimşek

Her ne kadar İngilizce’deki kelimelerin çoğu diğer dillerden ödünç alınmış veya çalınmış olsa da, “woman” kelimesinin çağdaş ya da tarihi hiçbir dilde soydaşı yok, bu da kelimeyi kendine münhasır birkaç İngilizce kelimeden biri yapıyor. “Woman” kelimesi ‘wyf’ ve ‘man’ sözcüklerinin birleşimi olan ‘wyfman’’dan türetilmiştir. Buradan sonrası ise bu kelimenin tarihinin incelemesi ve muhtemel geleceğine kısa bir bakış olacak. ‘Wyf’ kelimesi Eski Fransızca (OF) ve Eski Sakson (OS) dahil birçok dilin soydaşıdır. Yakın Eski İngilizce (eOE)’de ‘wyf’, bizim şimdiki çağdaş kullanımımız olan ‘evli kadın’ ve ‘husband (koca)’ ile ilişkili olan anlamlarının aksine, kadın cinsiyetini tanımlamak için kullanılıyordu. ‘Aldwif’ en eski ingilizce metinlerden biri olan The Corpus Glossary’de 725 yılı civarında görülüyor, sonrasında ‘wiifa’ 900 yılında ve ‘vif’ 950 yılında. 1175 ile ‘wife’, ‘evli kadın’ı belirtmek için kullanmaya başlandı ve bu iki anlam birlikte kullanılıyordu; ta ki 16. yüzyılın sonlarında yeni bir anlam ortaya çıkana kadar: pazarlamacı veya satıcı kadın. 1635’te ‘ale-wife’ ve ‘fishwife (balıkçıkadın)’ kelimelerinin yapısında gördüğümüz ‘oyster wives, herb wives, tripe wives’ alt sınıf kadın ile yan anlam olarak kullanılıyordu. Bu noktada, ‘wife’ kelimesindeki yetişkin kadın insan algısı alt sınıf kadın veya kadın eş ile tamamen değişti. ‘Wife’ kelimesinin algısı değişirken, yetişkin kadın insan anlamını kapsayacak bir kelime ihtiyacı doğdu. Bu süre içinde, Orta İngilizce (ME)’de yetişkin erkek insan için de bir kelime ihtiyacı vardı. Sırasıyla ‘male (erkek)’ ve ‘males (erkekler)’ anlamına gelen ‘were’ ve ‘wapman’ kelimeleri 13. yüzyıl itibariyle tamamen hükümsüz kaldı. ‘Yetişkin erkek insan’ı belirtmek için kalan tek kelime ‘man’ idi, ki bu kelime o zamana kadar cinsiyete aldırmaksızın ‘human (insan)’ için kullanılıyordu. İki problem de kadın insan anlamına gelen ‘wife’ ve ‘man’ kelimelerinin birleşimiyle oluşan, tam anlamı ‘kadın-insan’ olan ‘wifmon’ ile geçici olarak çözüldü. ‘Wifmon’ın en erken kullanımı 893’te görülüyor ve 1225 ile ‘wummon’ kelimesini görüÇEVİRİ GAZETESİ 7

yoruz, ilk sesli harf değişimini ‘wi’’den ‘wu’’ya gösteriyor.

1400 yılından itibaren tekil olarak ‘woman’ çoğul olarak ‘women’ kabul edildi ve bunlar genel yazımlar oldu. ‘-en’ takısı çoğullaştırma için kullanılan genel bir takıydı ama aynı zamanda feminenleştirme için de kullanılan, günümüze kadar gelmiş olan dişi tilki anlamındaki ‘vixen’ kelimesindeki ‘-en’ takısıyla benzerlik taşıyordu. Ayrıca, işin ilginç bir tarafı da tekil ile çoğul formlarda ikinci sesli harf değişse de telaffuz değişmiyor. Onun yerine, ilk sesli harf tekil olan ‘wu-’dan çoğul olan ‘wi-’ye değişiyor. Oxford İngilizce Sözlüğü bunun ‘foot (ayak)’ ve ‘feet (ayaklar)’ gibi çiftlerin çağrışımsal etkisinden dolayı olduğunu öne sürüyor. ‘woe man’ ve ‘wee men’ sözcük grupları inandırıcı eş adlılar olsa da, ‘woman’ veya ‘women’ için ne eş anlamlı ne de kökenler. Sadece genel olarak Erken Modern Dönemde kelime oyunu olarak kullanılan yerinde bir tesadüfün sonuçları. Bu kullanım mizahi veya ciddi olabilir. Bu süreçte, kadın cinsiyetinin erdemleri ve kusurları tartışılıyor, kadın yazarlar ilk defa kendi cinsiyetleri adına tartışma ortamı buluyorlardı. Cinsiyet statüleri için mutlaka üzücü bir zamandı.

Bugünlerde, 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başlarında ‘woman’ kelimesinin süregelen tarihinde bir başka değişimin daha ortasındayız, özellikle ‘man’ kelimesine bağlılığından dolayı. Bu değişimin büyük bir parçası köklerini Querelle’den alan feminizme karşı büyüyen farkındalığa bağlanabilir. Özellikle ‘chairman (başkan)’ ve ‘policeman (polis)’ gibi birleşik sözcüklerde ‘-man’ kelimesinin tamamen kullanım dışı kalması ve ‘-person’ olarak değişmesiyle birlikte insanlığı belirtmek için kullanılan ‘man’ kelimesine itiraz ediliyor. Feminist hareket ve ‘human’ içindeki ‘-man’ kullanımının ‘male (erkek)’ olarak algılanmasındaki anlam değişikliğiyle insanlık için cinsiyet atfedilmemiş kelimeler ihtiyacındayız.

Dildeki bu boşluğu, 13. yüzyıla bağlayabiliriz; ‘were’ kelimesi kullanım dışı kaldığında, erkek insan için yeni bir kelime bulmak yerine, basit bir mantıkla, halihazırda cinsiyet atfedilmemiş ‘man’ kelimesine bir ek getirerek ‘woman’ı yarattık, böylece ‘man’ kelimesi kendiliğinden erkekliği temsil eder oldu. Erkekliği belirtmek için ‘man’ kelimesine ek getirmek ve kadınlığı belirtmek için ‘wyf’ kelimesine ek getirmek daha iyi bir düzeltme olabilirdi. Şu var ki, dil hiçbir zaman tasarım ile yaratılmaz, evrim ve adaptasyon ile yaratılır. Erkekliği belirtmek için ‘man’ kelimesine ön ek eklenebilir veya ihtiyacımız olan anlama uyacak tamamen yeni bir şey ortaya çıkabilir.

‘Chairman (başkan)’ ve ‘policeman (polis)’ gibi birleşik kelimelere karşı itirazlara ek olarak bazı feministler ‘man’ kelimesini ‘woman’dan sildiler. ‘Womyn’ çoğul olan ‘women’a yeni bir düzeltme; ilk defa 1975’te görülen bu oluşum ‘-men’ ekini şimdiki zaman takısı olan ‘-myn’ ile değiştiriyor. Şimdilik sadece bazı feminist gruplar tarafından kullanılıyor, ama bundan 100 yıl sonra belki ‘menmyn’ için bir temel olabilir; yetişkin erkek insan anlamını vermek için etimolojik ‘wyf’i şu anki ‘man’ ile değiştirirsek belki ‘man’ özgün cinsiyetsiz haline geri döner.


Censorship Under Franco’s Dictatorship Still Casts a Shadow Over Literature in Spain bangor.ac.uk adresindeki haber arşivinden alınmıştır. Skyfall, the twenty-third James Bond film, is to be released 26 October 2012 to coincide with the 50th anniversary of the first film, Dr No in 1962. But fans of the secret agent may be surprised to learn that Spanish readers of Dr No, one of Ian Fleming’s most popular novels, are reading a version which still bears cuts imposed by censors under Franco’s Dictatorship (1939-1975). Readers in Spain will be equally surprised to discover that this and many of the published translations of the classics of English and American literature currently available are still the edited versions approved by the Dictator’s censors - and that until very recently many other novels had remained unavailable in Spain due to the legacy of the censorship of the Franco era.

Dr Jordi Cornellà-Detrell, a Lecturer in Hispanic Studies at the School of Modern Languages set out to make a historic study of the censorship during Franco’s era, funded by an Arts & Humanities Research Council Early Research Scholarship, but was surprised to find that the edited versions are still being republished and read today: “I began my study, comparing the cen-

Dr Jordi Cornellà-Detrell

sor’s changes to the original version of various novels including Dr No, when I realised that the modern reprint I was reading as the contemporary version was in fact the censored version, and I came to realise that the same was true of many other novels.”

As Dr Cornellà-Detrell explains: ”During Franco’s regime, foreign ideas were perceived as a potential threat to the moral and social fabric of the country. The regime promoted the very catholic nature of Spain and censored literature that was at odds with this or with the political stance of the regime. Ian Fleming’s novels were fairly sexually explicit and salacious for that era, and this did not agree with the morals of a Catholic country.”

Discussing Dr No, Dr Cornellà-Detrell says that: “Attempts to publish the novel were met with fierce opposition by the Spanish censors, who considered that it subverted the moral values of the country. A translation of Dr No presented in 1960 was rejected outright by the censors. Five years later, they forced substantial cuts on the editor. The last two pages of the novel, for instance, were deemed to be pornographic and were completely excised, and as a consequence the ending feels rushed and makes little sense. The effects of censorship on this text, however, did not end with the regime’s collapse, since expurgated versions of Dr No were reprinted in 1996, 2001 and 2011. Fleming’s novel is by no means an exception; similar examples include John Dos Passos’s Parallel 42, Muriel Spark’s The Prime of Miss Jean Brodie, Ira Levin’s Rosemary’s Baby, Carson McCuller’s The Member of the Wedding and J.M Cain’s The Postman Always Rings Twice, to name but a few examples. “Censorship is one of the most long-lasting and at the same time invisible legacies of Franco’s regime since, nearly 40 years after its demise, public, private and university libraries hold thousands of censored publications and publishers are still re-editing purged books without the readers’ knowledge. Since publishers have continued to offer censored books to the public, censors-

hip still plays an important function in cultural life and cannot be considered a mere historical episode that has no relevance to the present.”

Dr Cornellà-Detrell is now keen to explore why the advent of democracy did not stop the production, circulation and consumption of censored books. This question has never been asked before, which shows the extent to which certain aspects of the legacy of the dictatorship remain uncontested. He says: “It is a well known fact that Spaniards have found it difficult to come to terms with and confront their problematic recent history. The Law for the Recovery of the Historical Memory, passed in 2007, was a major step in the re-examination of the country’s past, because it ignited a debate about the consequences of Francoist repression. This law condemned the dictatorship and established compensations for the victims of political violence. From a cultural point of view, this law established the removal of public symbols and statues which glorified Franco’s dictatorship, but other cultural artefacts such as book are not referred to. The so-called ‘pact of forgetting’, a conscious decision not to question or examine the past in order to facilitate the transition to democracy, has prevented readers, libraries and publishing companies from developing strategies to address this issue. Some books have been retranslated or restored, but as a result of the general amnesia surrounding the regime’s cultural policies, these efforts have passed largely unnoticed, to the point that Spanish public libraries, unaware of the problem, still promote the reading of censored materials.” “I want to see this issue raised and discussed more widely in Spain so that readers in Spain can have access to re-translated or restored books”.

ÇEVİRİ GAZETESİ 8


Franco Diktatörlüğündeki Sansür Hala İspanya’da Edebiyata Gölge Düşürüyor Umut Devrim Çelik

Skyfall, yirmi üçüncü James Bond filmi, 1962’de yayınlanan ilk Bond filmi Dr.No’nun 50. yıl dönümüne denk gelmesi amacıyla 26 Ekim 2012’de yayınlanacak. Ama gizli ajanın hayranları Ian Fleming’in en popüler romanlarından Dr.No’nun İspanyol okuyucular tarafından okunan versiyonunun hala Franco Diktatörlüğü’nün (1939-1975) sansürcülerinin açtığı yaralar taşıdığını duyunca şaşırabilir.

İspanyol okuyucu da bu kitap ve ellerindeki İngiliz ve Amerikan edebi klasiklerinin pek çoğunun hala Diktatör’ün sansürcülerinin onayladığı versiyonları olduğunu ve çok yakın zamana kadar başka pek çok romanın Franco dönemi sansürünün etkisiyle İspanya’da yayınlanmadığını öğrenince eşit derecede şaşıracaktır. Modern Diller Okulu’nda İspanyol Araştırmaları öğretmeni Dr. Jordi Cornellà-Detrell, Sanat ve Beşeri Bilimler Araştırma Konseyi Erken Araştırma Bursu tarafından finanse edilerek Franco dönemi sansürünün tarihi bir araştırmasını yapmaya başladı, ama düzenlenmiş versiyonların hala okunmakta olduğunu keşfedince şaşırdı: “Araştırmama Dr.No dahil bir dizi romanın orijinal versiyonlarını sansürcülerin değişiklikleriyle karşılaştırarak başladım, bu sırada çağdaş versiyon olarak elimde bulundurduğum modern basımın aslında sansürlü versiyon olduğunu ve başka pek çok roman için de bunun geçerli olduğunu fark etttim.”

Dr. Cornellà-Detrell’in açıkladığı gibi: “Franco rejimi sırasında yabancı düşünceler ülkenin ahlaki ve sosyal yapısına yönelik potansiyel tehditler olarak görülüyordu. Rejim İspanya’nın en katolik özünü destekliyordu ve sansürlü edebiyat bununla ya da rejimin siyasi duruşuyla zıtlaşıyordu. Ian Fleming’in romanları o dönem için epey açıkça cinsel ve müstehcendi; ve bu Katolik bir ülkenin ahlak anlayışına uymuyordu.” ÇEVİRİ GAZETESİ 9

Dr.No konusunda Dr. Cornellà-Detrell diyor ki: “Romanı yayınlama çabaları onun ülkenin ahlaki değerlerini yıkacağını düşünen İspanyol sansürcülerinin şiddetli muhalefetiyle karşı karşıya kaldı. 1960’da sunulan bir Dr.No çevirisi sansürcüler tarafından derhal reddedildi. Beş yıl sonra, editörü önemli kesintilere zorladılar. Mesela romanın son iki sayfası pornografik sayıldı ve tamamen kesildi, bunun sonucu olarak da final aceleye gelmiş görünüyor ve çok az anlam ifade ediyor. Bu metin üzerindeki sansürün etkileriyse maalesef rejimin çöküşüyle sona ermedi, Dr.No’nun sansürlenmiş versiyonları 1996, 2001 ve 2011’de tekrar basıldı. Fleming’in romanı kesinlikle istisnai değil; John Dos Passos’tan Parallel 42, Muriel Spark’tan The Prime of Miss Jean Brodie, Ira Levin’den Rosemary’s Baby, Carson McCuller’dan The Member of the Wedding ve J.M Cain’den The Postman Always Rings Twice romanları sadece birkaç örnekten ibaret olacaktır. “Sansür Franco rejiminin en uzun soluklu ve aynı zamanda görünmez miraslarından biridir, zira çöküşünden neredeyse 40 yıl sonra kamu, özel ve üniversite kütüphanelerinde binlerce sansürlü yayın var ve yayımcılar hala okuyucuların bilgisi olmaksızın sansürlü kitapları tekrar düzenliyor. Yayımcılar hala halka sansürlü kitaplar sunmaya devam ettiği için sansür kültürel yaşamda hala önemli bir rol oynuyor ve günümüzle alakası olmayan bir tarihsel dönemden ibaret kabul edilemez.” Dr. Cornellà-Detrell şimdi demokrasinin gelişinin neden sansürlü kitapların

üretimi, sirkülasyonu ve tüketimini durdurmadığını merak ediyor. Bu soru daha önce hiç sorulmadı ve bu, diktatörlüğün mirasından belli bazı yönlerinin hala kabul edildiğini gösteriyor.

“İspanyolların sorunlu yakın tarihleriyle uzlaşmakta ve onunla yüzleşmekte zorlandığı bilinen bir gerçek. 2007’de kabul edilen Tarihsel Hafızayı Geri Kazanma Yasası ülkenin geçmişini tekrar incelemeye yönelik büyük bir adımdı, çünkü yasa Franco yanlısı baskının sonuçlarına yönelik bir tartışma başlattı. Bu yasa diktatörlüğü kınayarak siyasi şiddetin kurbanlarına tazminat sağladı. Kültürel açıdan bu yasa Franco diktatörlüğünü öven kamusal sembol ve heykellerin kaldırılmasını sağladı ama kitaplar gibi diğer kültürel doku öğelerine değinilmedi. Sözde ‘unutma paktı’, demokrasiye geçiş uğruna geçmişi sorgulamamaya ya da incelememeye yönelik bilinçli karar; okuyucuları, kütüphaneleri ve yayınevlerini bu konuya değinme stratejileri geliştirmekten alıkoydu. Bazı kitaplar yeniden çevirildi ya da düzeltildi ama rejimin kültürel politikasına yönelik yaygın unutkanlığın sonucunda bu uğraşlar çoğunlukla fark edilmedi; dikkat edilmeli ki İspanyol kamu kütüphaneleri, sorundan habersiz olarak, hala sansürlenmiş materyallerin okunmasını desteklemekte. “Bu durumun öne çıkarlmasını ve İspanya’da daha geniş bir şekilde tartışılmasını istiyorum; ki İspanya’daki okuyucular yeniden çevirilmiş ya da düzeltilmiş kitaplara ulaşabilsinler.”


Nazi Propaganda and Censorship

United States Holocaust Memorial Museum sitesinden alınmıştır. Once they succeeded in ending democracy and turning Germany into a one-party dictatorship, the Nazis orchestrated a massive propaganda campaign to win the loyalty and cooperation of Germans. The Nazi Propaganda Ministry, directed by Dr. Joseph Goebbels, took control of all forms of communication in Germany: newspapers, magazines, books, public meetings, and rallies, art, music, movies, and radio. Viewpoints in any way threatening to Nazi beliefs or to the regime were censored or eliminated from all media.

During the spring of 1933, Nazi student organizations, professors, and librarians made up long lists of books they thought should not be read by Germans. Then, on the night of May 10, 1933, Nazis raided libraries and bookstores across Germany. They marched by torchlight in nighttime parades, sang chants, and threw books into huge bon-

fires. On that night more than 25,000 books were burned. Some were works of Jewish writers, including Albert Einstein and Sigmund Freud. Most of the books were by non-Jewish writers, including such famous Americans as Jack London, Ernest Hemingway, and Sinclair Lewis, whose ideas the Nazis viewed as different from their own and therefore not to be read.

The Nazi censors also burned the books of Helen Keller, who had overcome her deafness and blindness to become a respected writer; told of the book burnings, she responded: “Tyranny cannot defeat the power of ideas.” Hundreds of thousands of people in the United States protested the book burnings, a

clear violation of freedom of speech, in public rallies in New York, Philadelphia, Chicago, and St. Louis. Schools also played an important role in spreading Nazi ideas. While some books were removed from classrooms by censors, other textbooks, newly written, were brought in to teach students blind obedience to the party, love for Hitler, and antisemitism. After-school meetings of the Hitler Youth and the League of German Girls trained children to be faithful to the Nazi party. In school and out, young people celebrated such occasions as Adolf Hitler’s birthday and the anniversary of his taking power.

ÇEVİRİ GAZETESİ 10


Nazi Propagandası ve Sansür Birsen Özge Gökçe

Demokrasiyi bitirip Almanya’yı tek parti diktatörlüğüne çevirdikten sonra Naziler Almanya halkının bağlılığını kazanmak için şiddetli bir propaganda kampanyası ördü. Joseph Goebbels tarafından yönetilen Propaganda Bakanlığı tüm iletişim yolları üzerinde kontrolünü kurdu; gazeteler, dergiler, kitaplar, eylemler, sanat, Nazi değerini sarsacak bakış açıları ya yasaklandı ya da ayıklandı.

1933 baharında Nazi öğrenci birlikleri, profesörler ve kütüphaneciler Almanlar tarafından okunması gereken kitapların listesini yaptılar. Sonra, 10 Mayıs 1933 gecesi Naziler kütüphane ve kitapçılara baskın düzenledi. O gece 25.000’den fazla kitap yakıldı. Kimileri Albert Einstein, Sigmund Freud gibi Yahudi yazarlara aitken çoğunluğu da Jack London, Ernest Hemingway ve Sinclair Lewis gibi fikirleri Naziler gibi olmayan, bu sebeple de okunması yasaklanan, Yahudi olmayan ünlü

ÇEVİRİ GAZETESİ 11

Nazilerin sansürleri aynı zamanda saygın bir yazar olmak adına sağırlık ve körlüğün üstesinden gelen Helen Keller’ın kitaplarını da yaktı. Kitaplarının yakılmasına karşın Helen Keller, “Tiranlık fikirlerin gücüyle başa çıkamaz.” dedi. Birleşik Devletler’de yüz binlerce insan açık bir özgürlük ihlali olan kitap kıyımlarını New York, Philedelphia, Chicago ve St. Louis’de bir araya gelerek protesto etti.

Nazi ideolojisini yaymada okullar da önemli rol oynadı. Önceki kitaplar sansürle sınıflardan silinirken öğrencilere partiye kör itaati, anti seminizmi ve Hitler’e sevgiyi aşılayacak yeni yazılan ders kitapları okullara sokuluyordu. Hitler Gençliği’nin ve Alman Kızlar Birliği’nin okul sonrası buluşmaları gençlere Nazi Partisi’ne bağlı olmayı aşıladı. Okul içinde ve dışında genç insanlar Adolf Hitler’in doğum günü ve iktidarı alışının yıl dönümünü kutladı.


Ahlaki ve Dini İnançlara Karşı Bir Tehlike Olarak Ulysses Sibel Oral Sabitfikir Dergisi

Yedi yılda tek bir günü, 16 Haziran 1904’ü yazdı. Bir gün içinde gerçekleşen ve yüzlerce sayfadan oluşan bu epik yolculuk dünya edebiyatının tarihine anlaşılması en zor eseri olarak geçti. Evet, o gerçek başyapıttı. Üstüne makaleler, tezler, kitaplar yazıldı. Anlayanlar, anlamayanlar oldu. Kimi eline aldığı bu başyapıtı son sayfasına dek sindirerek okudu, kimi yarıda bıraktı. Onu okumak ama en önemlisi anlamak bu dünyanın belki de en güç becerisiydi. James Joyce “Profesörlerin üzerine tartışacakları, gerçekten ne demek istediğimi anlamaya çalışacakları birçok muamma yarattım, zaten bu da ölümsüz olmanın tek yolu” demişti. Başardı. Bu başyapıt her alandan ses getirmeyi başardı; yasaklandı ve hatta yakıldı... İşte Ulysses’in zorlu yolculuğu...

Yakılan roman Ulysses Dünya edebiyat tarihine başyapıt olarak geçen Ulysses roman formunda ise ilk olarak 1922’de Parisli yayınevi Shakespeare and Company tarafından basılmıştı. O dönemde ABD Gümrük Mahkemesi ile Posta Merkezi’nin sakıncalı olduğuna hükmettiği eserlerinin basılmasını önleme hakkı vardı. New York Posta Merkezi’nin görevlileri, kitabı toplatıp 500 kadar kopyasını yaktılar. 1932’de Random House adlı yayınevi, Fransa’da basılan romanın bir kopyasının ABD’ye getirilmesi için işlemleri başlattı. Ama burada gümrük yetkilileri kitaba el koydu. Küfürlü dili ve bilinç akışı tekniğinin, sakıncalı olduğu hükmedilmişti. 1933 tarihli duruşmanın gerekçesi: “Ulysses romanı genel olarak ve özellikle Molly Bloom’un monolog sahnesi, cinsel uyarıya yol açmaktadır. Kitabın edepsiz bir anlatım dili var. Kitap genelde dine, özelde ise Katolik Kilisesi’ne

hakaret etmektedir. Ulysses, genellikle bastırılan terbiyesiz düşünce ve arzuları su yüzüne çıkarmaktadır. Bu özellikleri nedeniyle, Ulysses ‘uzun süreli ve el üstünde tutulan ahlakî, dinî ve politik inançlara’ karşı bir tehlike olarak algılanmıştır. Hasılı, roman kurulu düzeni çökertmektedir” şeklindeydi.

Bu arada Random House konuyu mahkemeye taşıdı. 1933 yılında ABD Bölge Yargıcı John M. Woolsey, kitabın pornografik olmadığı için muzır olarak nitelendirilmesinin doğru olmadığı yönünde karar verdi. Woolsey, kararında Ulysses’i “içten ve dürüst bir kitap” olarak nitelendirdi. İngiliz edebiyat profesörü Stuart Gilbert, Woolsey’nin kararını “bir dönüm noktası” olarak tanımladı. Hükümet, mahkemenin kararını temyiz etti. Yargıtay İkinci Dairesi ise mahkemenin kararını onadı. Sanılanın aksine, Ulysses İrlanda’da hiçbir zaman yasaklanmadı.

Daha tefrika edilirken yasaklandı

Ulysses ilk olarak, 1918’de Amerikan The Little Review adlı edebiyat dergisinde tefrika edilmişti. Leopold Bloom’un genç bir kadın havai fişek gösterisini izlerken, kadının eteğinin altına bakarak masturbasyon yaptığı bölüm üzerine dava açılmıştı. Romandan bölümler, 1919’da Londra’da The Egoist adlı edebiyat dergisi tarafından basıldı, ancak 1930’lara kadar Ulysses Birleşik Krallık’ta yasaklı kitaplar arasındaydı. Romanın The Little Review dergisinde tefrika edilmesi üzerine, New York Society for the Suppression of Vice adlı sivil toplum girişimi, kitabın müstehcen/muzır olduğu gerekçesiyle yasaklanması için yasal işlemleri başlattı. Mahkeme, romanınmuzır içeriğe sahip olduğu gerekçesiyle Amerika’da yasaklanmasını kararlaştırdı.

ÇEVİRİ GAZETESİ 12


A Danger Against Moral and Religious Beliefs: Ulysses Dilara Sakarya

He wrote one day in seven years, June the 16th, 1904. This epic trip which happened in one day and consist of hundreds of pages passed into worlds literature history as his most elusive work. Yes, it was really a masterpiece. Books, thesis and essays were written on it. Some could understand it and some couldn’t. Some read the masterpiece to the end, absorbed it, some quit reading it halfway . The most difficult ability in this world was perhaps to read it but more importantly, to understand it. ‘’I created numerous enigmas for professors to discuss and to try to understand what I really wanted to say, as that is the only way to be immortal.’’ he said. And he succeeded. This masterpiece successfully attracted attention in every field; it was prohibited and even burned. And this is Ulysses’s tough adventure… Banned While Being Serialized

Ulysses was first serialised in an American literature magazine named The Little Review in 1918. The chapter in which Leopold Bloom masturbates looking under a woman’s skirt while the young woman was watching a firework show was sued. Some chapters from novel were published by a literature magazine named The Egoist in London, 1919 but until 1930’s, Ulysses was among the prohibited boks in the UK. After being serialized in The Little Review, a civil society initiative named New York Society for the Suppression of Vice began a legal process against the book on account of the fact that the book is obscene and harmful. Court agreed to prohibit ithe novel in the US for harmful content. Ulysses the Burned Book

Ulysses,which is accepted as a masterpiece in world literature history, was first printed as a novel in 1922 by Shakespeare and Company in Paris.

ÇEVİRİ GAZETESİ 13

Back then, The United States Customs Court and Mail Center had the rights to prevent the publishment of works considered objectionable and harmful. The book was pulled off the shelves and approximately 500 copies of the book were burned by New York Mail Center’s officers. Publisher Random House, have launched operations to bring a copy of the book printed in France to United States in 1932. But here the customs house officers seized the book. Bad language and the stream of consciousness was considered inconvenient. The 1933 trial statement was that ‘’The novel Ulysses in general and especially in Molly Bloom’s monologue scene causes sexual arousal. Book has a nasty expression. The book abuses religion in general and Catolic Church specifically. Ulysses generally reveals suppressed dirty thoughts and desires. Because of these

properties, Ulysses has been perceived as ‘a threat against to long-lasting and cherished moral, religious and political beliefs’. Briefly, the novel demolishes the established system.’’

Meantime Random House brought this issue to trial. In 1993 USA district judge John M. Woolsey concluded that the book is not pornographic so it was wrong to describe the book as detrimental. Moreover Woolsey depicted the book as ‘’a candid and honest book’’ in his conclusion. English literature professor Stuart Gilbert defined Woolsey’s decision as ‘’a turning point’’. Government appealed the court’s decision. And The Court of Appeals for the Second Circuit confirmed the court’s decision. Contrary to what was believed, Ulysses was never prohibited in Ireland.


Literary Analysis Essay: 1984 by George Orwell Paul Tan paulechoislandchang.wordpress.com “No one is free, even the birds are chained to the sky.” Bob Dylan said this probably not knowing its profound connection with George Orwell’s novel “1984”, but the as well could be in “1984”. Orwell depicts a totalitarian dystopian world where there is no freedom and citizens are being brainwashed constantly. Without any sense of individual fairness, people work for the party just like the gear wheels in a machine. In order to achieve this, the politicians in “1984” suppress people’s thinking and eliminate their freedom by creating fear through propaganda, strict laws and incessant surveillances.

In “1984”, lies, myths and false information controls the thinking of the citizens. The Party uses propaganda as the deadliest weapon of control. Propaganda increases the citizens’ morale and makes them think that what the party tells them to do is always right. There are mainly two types of propaganda, one changes truth, so-called doublethink, and another creates fear. “Doublespeak” can be seen frequently in the world of 1984. The party’s big slogan “WAR IS PEACE. FREEDOM IS SLAVERY. IGNORANCE IS STRENGTH.”(George Orwell, 4) is an good example. The idea of the slogan is to convince the citizens that what they want, is what they already have. Only war can make peace and harmony, so peace is no longer peace, it becomes war; anyone who is enslaved and wants freedom, he already has freedom; you can only strengthen yourself by not knowing things and being ignorant. The slogan changes truth and make the citizens believe that anything they want other than what their government wants can only make them unhappy, therefore, no one will consider rebellion because they believe the Party’s way of governing is the best and only way. “BIG BROTHER IS WATCHING

YOU” (George Orwell, 3) is another core slogan. It is nearly everywhere in the country and usually presented beneath the picture of Big Brother on a poster. It creates fear of obliterated privacy among citizens by alerting them that they are watched all the time. At the same time, the slogan also emphasizes Big Brother’s power to tell the citizens that they are indeed safe and protected. The party uses this to make them believe that within the party nothing can go wrong, and without Big Brother they will not have such lives. Everyone think they are safe in Oceania because of the Big Brother, but they are in fact in danger, all the time. The laws are another powerful tool for politicians in “1984” to limit citizens freedom. No parties, no dates, no love, no citizens walk on street after curfew, laws are everywhere in Oceania. Although these are strictly implemented, they cannot be called laws theoretically because they are not written in a system. There is no written laws in 1984, there is no such thing as a constitution or court, but that is exactly how fear is created, as citizens are always living in uncertainty. For example, “And yet it was a fact that if Syme grasped, even for three seconds, the nature of his, Winston’s, secret opinions, he would betray him instantly to the Thought Police” (George Orwell, 30). There is no law that defines thoughtcrime However, Winston could be arrested any time for committing thoughtcrime by even a tiny facial twitch suggesting struggle, and his nervous system literally becomes his biggest enemy. Since there is no written law, the Party can change and adjust the strictness of laws freely as it wants, citizens never know if they have committed any crime, therefore no one is brave enough to defy the Party by any level, so fear is created. In addition, “Newspeak” is another law that is enforced to solidify the Party’s control. Humans use language to express their ideas, by eliminating words and replacing emotional words

such as “excellent”, “wonderful” and “fantastic” by a single word “good” and its comparative degrees “plusgood” and “plusplusgood”. Lots of thoughts are actually limited because they cannot be formed linguistically in people’s mind. Citizens then cannot have their own critical thinking, and only do what they are told to do, they work just as computers, which surprisingly only have two words.* Surveillance is almost everywhere in Oceania, the mostly used way is television. There is a two-way screen, so-called television in every apartment and on street but they only serve the purpose of monitoring and propaganda, the Party gets simultaneous image of what its people are doing. Even facial expression can be detected. Only senior members of the Inner Party have the power to turn them off for a short period. Children are also used to keep track of their parents, “The children, on the other hand, were systematically turned against their parents and taught to spy on them and report their deviations” (76). With extremely mighty surveillance, citizens cannot express their ideas towards the negative side of the Party at all, and even thoughts are controlled because the Party can “reeducate” people for an incorrect facial expression. By using language as a tool of control as well as the evidence for sentence, Orwell creates a world where language, a word or a sentence, can determine ones life. Through language plays the key role in the Party’s propaganda, strict laws and surveillance, total physical control as well as phycological manipulation is achieved. In Oceania, thoughts are suppressed until they vanish after generations. In this world, nothing is free, even a bird. *0 and 1, Binary numeral system

Bibliography: Orwell, George. 1984. San Diego: Harcourt Brace Jovanovich, 1984. ÇEVİRİ GAZETESİ 14


“1984” Yazınsal Çözümleme Makalesi Elif Asena Güven

“Kimse özgür değil, kuşlar bile gökyüzüne zincirli.” Bob Dylan bunu muhtemelen George Orwell’in “1984” adlı romanıyla derinden bir ilişkisi olduğunu bilmeden (ki olabilir de) söyledi. Orwell özgürlüğün olmadığı ve vatandaşların sürekli beyninin yıkandığı, totaliter bir distopya dünyasını tasvir ediyor. Herhangi bir bireysel eşitlik duyumu olmaksızın insanlar adeta bir makinedeki çarklar gibi parti için çalışıyorlar. Bunu başarmak amacıyla “1984” adlı romandaki politikacılar propagandalarla korku yaratarak, katı kanunlarla ve devamlı gözetimlerle insanların düşüncelerini bastırıyor ve özgürlüklerini yok ediyorlar.

“1984”te yalanlar, uydurmalar ve yanlış bilgiler vatandaşların düşüncelerini kontrol altında tutuyor. Parti, propagandayı kontrolün en ölümcül silahı olarak kullanıyor. Propaganda vatandaşların manevi gücünü yükseltiyor ve Parti onlara ne derse onu yapmanın her zaman en doğrusu olduğunu düşünmelerini sağlıyor. Propagandanın iki çeşidi vardır; biri “çiftdüşün” de denilen doğruları çarpıtma, diğeri ise korku yaratmak. “İkili anlatım”ın 1984’ün dünyasında sıkça kullanıldığı görülebilir. Partinin büyük sloganı “SAVAŞ BARIŞTIR. ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR. CEHALET GÜÇTÜR.” buna güzel bir örnektir. Sloganın ana fikri vatandaşları arzu ettiklerinin zaten ellerinde var olan olduğuna ikna etmektir. Sadece savaş, barış ve uyum sağlayabilir, öyleyse barış artık barış değildir, savaşa dönüşmüştür; köle olan herkes özgürlük ister, aslında zaten özgürdür; kendini sadece birtakım şeyleri bilmeyerek ve cahil olarak güçlendirebilirsin. Bu slogan gerçeği çarpıtır ve vatandaşları hükümetin istekleri dışındaki tüm isteklerinin onları mutsuz edeceğine inandırır, böylece kimse isyan etmeyi düşünmez çünkü Parti’nin yönetme şeklinin en iyi ve tek yol olduğuna inanır. “BÜYÜK BİRADER SENİ İZLİYOR” ise diğer ana slogandır. Neredeyse şehrin her yerindedir ve genellikle bir posterin üstünde Büyük Birader’in fotoğrafıyla sunulur. Vatandaşlar arasında her an izlendiklerini fark

ÇEVİRİ GAZETESİ 15

ettirerek tamamen yok edilmiş mahremiyet korkusu yaratır. Aynı zamanda slogan vatandaşlara güvende ve korunmakta olduklarını söylemek için Büyük Birader’in gücüne vurgu yapar. Parti bunu, onları partinin içinde hiçbir şeyin ters gitmeyeceğine ve Büyük Birader olmadan böyle bir hayatlarının olmayacağına inandırmak için kullanır. Okyanusya’da herkes güvende olduğunu zanneder, ama gerçekte sürekli tehlike altındadırlar.

Yasalar “1984”teki politikacıların vatandaşların özgürlüğünü kısıtlamak için kullandıkları başka bir güçlü araçtır. Partiler yok, randevulaşmak yok, aşk yok, sokağa çıkma yasağından sonra sokakta yürüyen vatandaşlar yok, Okyanusya’nın her yerinde sadece yasalar var. Bunlar sert bir şekilde uygulansa bile teorik olarak yasa denilemez çünkü bir sistem içinde yazılmamışlardır. ”1984”te yazılmış bir yasa yoktur, anayasa veya mahkeme gibi bir oluşum da yoktur fakat korku tam olarak bu şekilde yaratılır, vatandaşlar daima belirsizlik içinde yaşarlar. Örneğin, “Şu bir gerçekti ki eğer Syme anlasaydı, üç saniyeliğine olsa bile, onun, Winston’ın doğasını, gizli düşüncelerini; onu anında Düşünce Polisi’ne ifşa ederdi” (George Orwell, 30). Düşünce suçunu tanımlayan bir yasa yoktur. Fakat Winston çabaladığını belli eden en ufak bir yüz seğirmesinden bile düşünce suçu işlemekten her an tutuklanabilirdi ve sinir sistemi onun tam anlamıyla en büyük düşmanı haline gelmişti. Yazılı bir kanun olmadığı için, Parti yasaların katılığını istediği şekilde değiştirebilir ve uyarlayabilir, vatandaşlar herhangi bir suça karışıp karışmadıklarını asla bilemezler böylece kimse Parti’ye hiçbir şekilde karşı gelecek kadar cesur olamaz ve sonuçta korku yaratılır. İlaveten, “Yenisöylem” Parti’nin kontrolünü zorunlu olarak pekiştiren diğer bir yasadır. İnsanlar fikirlerini açıklamak için kelimeleri kısaltarak ya da duygusal olan “harika”, “şahane” ve “olağanüstü” gibi kelimeleri “iyi” gibi tek bir kelime ve bunun üstünlük dereceleri “artıiyi”, “artıartıiyi” ile değiştirir. Birçok düşünce kısıtlıdır çünkü insanların zihninde dilsel olarak oluşamazlar. Bu durumda vatandaşlar kendi eleştirel düşüncelerine sahip olamazlar ve sadece onlara söyleneni

yapar ve şaşırtıcı bir şekilde sadece iki kelimeye sahip olan bilgisayarlar gibi çalışırlar.*

Gözetim Okyanusya’nın neredeyse her yerindedir, bunun ana yolu çoğunlukla televizyondur. Her dairede ve sokakta çift taraflı, televizyon da denilen ekran vardır fakat sadece gözetleme ve propaganda amacına hizmet eder böylece Parti insanların ne yaptığını eş zamanlı görüntülerle elde eder. Yüz ifadesi bile saptanabilir. Sadece İç Parti’nin kıdemli üyeleri bunları kısa süreliğine kapatma gücüne sahiptir. Aynı zamanda çocuklar da ailelerini izlemek için kullanılır, “Diğer bir yandan çocuklar, sistemli olarak ailelerine düşman edilirler ve onları gizlice gözetleyip sapkınlıklarını rapor etmeyi öğrenirler”(76). İnanılmaz güçlü bir gözetlemeyle birlikte vatandaşlar Parti’nin kötü yönleriyle alakalı fikirlerini hiçbir şekilde ifade edemezler ve düşünceler bile kontrol altındadır çünkü Parti insanları yanlış bir yüz ifadesinden dolayı “yeniden terbiye edebilir”. Dili hem bir kontrol aracı hem de mahkumiyet kanıtı olarak kullanarak, Orwell dilin, bir kelimenin veya bir cümlenin kişinin hayatını belirlediği bir dünya yaratıyor. Dil, Parti’nin propagandasında, katı yasalarında ve gözetiminde, hem bütünsel fiziksel kontrolün hem de psikolojik güdümlemenin başarıya ulaşmasında anahtar rol oynuyor. Okyanusya’da düşünceler gelecek nesillerde yok olacak kadar bastırılmıştır. Bu dünyada, hiçbir şey özgür değil, bir kuş bile. *0 and 1, Binary sayısal sistemi Kaynakça:

Orwell, George. 1984. San Diego: Harcourt Brace Jovanovich, 1984.


Short Poems About

Censorship Stealing The Words

Censorship

They will try to take the words

Censor it.

To anesthetize

Nobody wants to know.

To tame the language Censoring Limiting

As we lose one word at a time

Withhold it.

Don’t ask. Don’t tell.

Don’t spill. Don’t show.

We will forget

Censor it.

What was dismissed

Keep in under locks.

The next generations will miss And the flowers won’t bloom The sun won’t blaze

The orange haze will fade

Withhold it.

Think it, okay

But say it, do not.

Dullness will set in

Censor it.

Identity will be lost

They don’t want your opinion.

In the forgetting

Compassion will be lost We will be lost

In the censorship

Withhold it.

Society’s your leader.

And you are its minion. Don’t be its minion

ÇEVİRİ GAZETESİ 16


Kısa Şiirler:

Sansür Furkan Artık

Sözcüklerin Çalınması

Sansür

Sözcükleri almayı deneyecekler

Sansürle.

Uyuşturmak için.

Kimse bilmek istemiyor.

Dili ehlileştirmek için Sansürleme Sınırlama

Bir seferde bir kelime kaybettikçe

Esirge.

Sorma. Söyleme.

Saçma. Gösterme.

Unutacağız!

Sansürle.

Neyin azledildiğini

Kilitler ardında sakla.

Yeni nesil duymayacak Ve çiçekler açmayacak Güneş parlamayacak

Turuncu sis kararacak

Esirge.

Düşün, tamam.

Ama söyleme, yapma.

Durgunluk bastıracak

Sansürle.

Hüviyet kaybolacak

Senin düşünceni istemiyorlar.

Unutuluşta

Şefkat kaybolacak Biz kaybolacağız Sansürde

ÇEVİRİ GAZETESİ 17

Esirge.

Toplum senin liderin.

Ve sen onun kölesisin. Onun kölesi olma.


The History of Censorship in Music http://censoryofmusic.weebly.com sitesinden alınmıştır.

Music censorship did not just begin in the past 20 years. In fact, people have been censoring music all throughout the twentieth century. In the earlier times, though, censors were used to block lyrics that seem hardly offensive today. The rules and regulations have changed, but the basis still remains. Whatever seems offensive at the time will be blocked from reaching people’s ears. Even dating as far back as 1927.

In 1927, the United States of America’s Congress enacted the The Radio Act of 1927, which was used as a way for the government to control the content that was being broadcasted. The Radio Act prohibited the use of obscene, indecent or profane language through the air. This was first used to fine a radio station in 1970, fifty-three years after the Act was passed, because of a reference to sex. Then, in 1934, congress created the Federal Communication Commission (FCC) to monitor international communications through radio, television, etc. The FCC is run by five commissioners that are appointed by the government, and has been in charge of controlling music play throughout the entirety of 1934 to present day (Storr 17). Since their creation, not only have they added to the laws prohibiting music play, but they are also directly involved with censoring it themselves. The core reason music censorship is as heavily used as it is today is because of the FCC. From then on, there have been many instances throughout the 1940’s and 50’s that have brought about question as to the motive of the FCC and music censorship. In 1952, a folk band by the name The Weavers were blacklisted because of their leftist political beliefs. As a result, they lost their recording

contract causing their popularity to drop dramatically. In this case, the FCC used there power to ruin the popularity of a band, and change how people felt about them because of censorship. Another simple example is of Elvis Presley on “The Ed Sullivan Show”. In 1957, he was forced to be filmed from the waist up, because the way he danced and moved his legs were considered inappropriate. After the 50’s, music censorship started becoming even more prominent. With artists on the rise with a more carefree attitude, and heavily involved in drugs and sex, it only seemed natural that music censorship would respond in such a way to prevent people from hearing or seeing it. In the 1960’s, lyrical content became the main cause for censorship. In fact, from Ed Sullivan’s insistence, The Rolling Stones changed the lyric of one song from “Let’s spend the night together” to “Let’s spend some time together” (Jones 76). Other extreme examples throughout the 60’s included arrests and imprisonment of Jim Morrison and the Doors for indecent exposure and obscenity, and fines to Country Joe McDonald for saying

“fuck” in a show.

The BBC also began heavily enforcing Censorship in the 1960’s. When The Beatles began experimenting with drugs and showing it in their lyrics, the British Broadcasting Corporation was quick to react to it and banned plenty of songs. The FCC followed suit by sending warnings to all broadcasts of potentially harmful lyrics (Jones 78). The rest of the of the 60’s and 70’s continued the same way, with the FCC responding to “outrageous” lyrical content.

In 1985, the Parents Music Resource Center (PMRC) was formed. Mainly formed by mothers whose husbands were in the government, they did not like the accessibility that their children had to albums with sexual content and explicit lyrics (Peterson 591). It was their push that caused a change amongst albums, creating the “clean” and “explicit” versions that we sell today. Also, it made such an affect on companies that drove some (like Walmart) to refuse to carry explicit albums altogether.

ÇEVİRİ GAZETESİ 18


Müzikte Sansürün Tarihi

Metehan Akman

Müzikte sansür sadece son 20 yılın konusu değildir. Aslında müzik, bütün bir yirminci yüzyıl boyunca sansüre uğramıştır. İlk zamanlar, sansür bugün rahatsız edici görmediğimiz şarkı sözlerini engellemek için kullanılmıştır. Kurallar ve yönetmelikler değişse de temel mantık hala değişmeden sürüyor. Belirli bir zaman diliminde “rahatsız edici” olarak görülen ne varsa insanlara ulaşması engelleniyor. Bu mantık yeni değil, izini 1927’ye kadar sürebiliyoruz.

1927’de ABD Kongresi, hükümetin yayınlanan içerikleri kontrol etmesinin bir yolu olan The Radio Act’i kanunlaştırmıştır. Bu kanun, şarkılarda müstehcen, ayıp ya da dini değerlere karşı duran sözlerin kullanımını yasaklamıştır. Çıkarıldıktan elli üç yıl sonra bu kanun ilk kez 1970’te, bir radyo istasyonunu cinselliğe yapılan bir gönderme gerekçesiyle para cezasına çarptırmak için kullanılmıştır. Daha sonra 1934’te radyo, televizyon vb. araçlarla sağlanan uluslararası iletişimin denetlenmesi amacıyla Federal İletişim Komisyonu (FCC) kurulmuştur. FCC, hükümet tarafından atanan 5 komisyon üyesi tarafından yönetilmekte ve 1934’ten bu yana müzik eserlerini denetlemekle görevlidir (Storr, 17). Ortaya çıkışlarından beri bu yasa ve kurumlar sadece sansür yasalarına katkı yapmakla kalmamış, aynı zamanda müziğin sansürlenmesinde doğrudan aktif rol oynamıştır. Bugün bile müziğe sansürün yaygın oluşunun esas sebebi FCC’dir. 1940’lı ve 50’li yıllarda FCC’nin ve

ÇEVİRİ GAZETESİ 19

müziğe uygulanan sansürün amacının sorgulanmasına sebep olan pek çok örnek yaşanmıştır. 1952’de bir halk müziği grubu The Weavers, solcu politik görüşlerinden ötürü fişlenmiştir. Sonuç olarak kayıt anlaşmaları feshedilmiş ve haliyle gruba gösterilen ilgi fazlasıyla azalmıştır. Bu örnekte FCC, gücünü bir müzik grubunun saygınlığını bitirmek ve insanların onlar hakkındaki hislerini değiştirmek

bunları insanların görmesini ve duymasını engelleyecek bir biçimde görev alması beklenen bir şeydi. 1960’larda, şarkı sözlerinin içeriği sansürün temel sebebiydi. The Rolling Stones, Ed Sullivan’ın ısrarıyla “Let’s Spend The Night Together”* isimli şarkısının adını “Let’s Spend Some Time Together”** olarak değiştirmiştir (Jones, 76). 60’lı yıllarda Jim Morrison’ın ve The Doors’un uygunsuz ve müstehcen yayından ötürü tutuklanmaları ve mahkum edilmeleri, Country Joe McDonald’a bir gösteride “fuck” demesi sebebiyle verilen para cezası gibi uç örnekler de mevcuttur.

1960’larda BBC de sıkı bir sansür anlayışına sahip oldu. The Beatles uyuşturucu denemeye ve sözlerinde bunu göstermeye başladığında, İngiliz Yayıncılık Şirketi (BBC) buna tepki vermekte gecikmedi ve pek çok şarkıyı yasakladı. Bunun yanında FCC muhtemel zararlı içeriği olan yayınlara uyarılar gönderdi (Jones, 78). 60’lı ve 70’li yılların geri kalanı da FCC’nin “çirkin” içeriklere karşı yaptırımlarıyla birlikte aynı şekilde devam etti.

için kullanmıştır. Bir başka örnek ise The Ed Sullivan Show’a katılan Elvis Presley’dir. 1957’de, dans etme ve dans ederken bacaklarını hareket ettirme biçimi “uygunsuz” görüldüğü için sadece belden yukarısının çekilmesi istenmiştir. 50’lerden sonra, müzikte sanür daha da ön plana çıkmıştır. Bu kurallara karşı daha umursamaz yaklaşan, aynı zamanda uyuşturucu ve cinsellikle fazlasıyla gündeme gelen sanatçıların sayısının artmasıyla birlikte, sansürün

1985’te Parents Music Resource Center (PMRC), esas olarak eşleri hükümette görevli anneler tarafından kuruldu. Çocuklarının cinsel ve sakıncalı içeriği olan şarkılara ve sözlerine rahatlıkla ulaşabilmelerini istemediler (Peterson 591). Müzik albümlerinin arasında bugün de geçerli olan “temiz” ve “sakıncalı” versiyon ayrımına dayanan değişimin itici gücü bu kurum oldu. Ayrıca, Walmart gibi bazı marketlerin sakıncalı içerikli albümleri satmayı reddetmelerinde de bu kurumun payı vardır. *Beraber Bir Gece Geçirelim **Beraber Zaman Geçirelim


Siyah Tarih’in Yüzünü Değiştiren En İyi 10 Yasaklanmış Kitap Mustafa Şahin

Hepimiz okulda Siyah Tarihi Ayı’nı öğrenmişizdir; fakat bu önemli ayın çoğu kez gözden kaçırılan bir yönü, çalışmaları kişisel, ideolojik ya da politik nedenlerden dolayı yasaklanmış veya sansürlenmiş siyahi yazarlardır. Bu yazarlar kölelik yıllarında güneyde yaşam mücadelesinin, kuzeyde 20’li ve 30’lu yılların siyahi savaşımlarının ve çoğunun 20. yüzyılda yüzleştiği kimlik arayışının önemli hikayelerini anlatırlar.

Amerikan Kütüphane Derneği’nin en çok yasaklanan yazarlar listesinin yardımıyla NCAC (Sansüre Karşı Ulusal Koalisyon) zihinlerimizi ve kalplerimizi güçlü hikayeleriyle harekete geçiren, buna rağmen karşı çıkılıp okullarda ve kütüphanelerde yasaklanan 10 kitaplık bu listeyi derledi. Bizler okul panolarında bu tür kitapların eğitsel değerlerinin anlaşılmasını umut edip bunun için uğraşırken, sizler de ifade özgürlüğünden yana olup bu yazarların edebi tarihteki yerlerini sağlamlaştırarak kendinize düşeni yapabilirsiniz: Okuyun ve keyfinize bakın. 10- Ruhum Yeniden Doğacak/Parçalanma (Things Fall Apart) - Chinua Achebe (1958)

Afrika edebiyatının çığır açıcı eserlerinden biri sayılan Parçalanma’da lider ve yerli bir güreş şampiyonu olan Okonkwo’nun Umofia’daki - Nijerya’da dokuz köyden oluşan hayali bir grup - hayatı ve Britanya sömürgeciliği ile Hristiyan misyonerlerle olan deneyimleri anlatılıyor. Hikaye Okonkwo’nun küçük köyündeki beyaz egemenliğinin olumsuz etkilerini gün ışığına çıkarıyor, özellikle koloni mahkemesinde yargılanmak yerine intihar etmeye karar verdiği kısımda. Afrika, Avrupa ve Kuzey

Amerika’da yaygın biçimde okunmasına rağmen, Parçalanma sömürgecilik ve sonuçlarının tasvirinden dolayı eleştirilmiş ve söylenene göre Malezya ve Nijerya’da yasaklanmıştır. 2012’de Texas okullarında yasaklanan eserler listesinde de yerini almıştır. 9- Ölmeden Önce Son Ders - Ernest J. Gaines (1993) (A Lesson Before Dying) UYARI: Bu kitap zihinsel ve duygusal gelişime yol açabilir.

Ernest J. Gaines’in eseri Ölmeden Önce Son Ders, 1940’ların kırsal Louisiana’sında ırkçı ve ve ırksal temaları işleyen Amerikan kurgusunun oldukça takdir edilmiş bir eseridir. 2008’de iki ebeveyn kitaptaki cinsel göndermelere ve küfürlere itiraz edince, NCAC Alabama eyaletindeki Huntsville City okuluna mektup göndermek üzere harekete geçti. Sonuç olarak, okul yönetimi dokuzuncu sınıf yaz okuma listesinde bulunan bu kitabın öğrencinin isteğine bağlı olarak okunması kararını aldı. Özü itibariyle arkadaşlığın, direncin ve umudun hikayesini yazan Gaines, şüphesiz ki bir halka ve onun mücadelesine olan empatinin, adaletsizliğe ve nefrete üstün geldiği bir dünya yarattığı için övgüyü hak ediyor. Belki biz de ondan birkaç şey öğrenebiliriz. 8- Sevilen (Beloved) - Toni Morrison (1987)

Toni Morrison’un Pulitzer ödüllü romanının başlığına rağmen, Sevilen herkes tarafından sevilmemiştir. Kitap 19. yüzyılda köleliğin korkunç şartlarına tahammül etmesine izin vermektense kızını öldürmeyi seçen Kentucky’li bir kadının hayatını ve kararının ardından ailesinin katlanmak zorunda kaldığı psikolojik sonuçları ele alıyor. Köleliğin, kimliğin ve toplumun çetrefilli temalarıyla işlenmiş Sevilen, ülke çapındaki İngilizce öğretmenlerinin gözde tercihi

olmuştur. Fakat kitap 2007’de ırki ve cinsel içeriğinden dolayı ileri seviye İngilizce derslerinden kaldırılınca, NCAC, Jefferson bölgesindeki devlet okullarına bir mektup yolladı. Yakın zamanda da okul bölgesi yönetimi, ebeveynlerden kitabın “rahatsız edici ve uygunsuz” olduğu yönünde yüzün üzerinde mektup alınca, NCAC Arizona’daki Gilbert Devlet Okulu’nun yönetim kurulu üyelerine bu itiraza karşı mücadele etmek için yardım etti. Sonunda kitabın gelecek nesil öğrencilerin seveceği kesin olan müfredatta kalması kararlaştırıldı. 7-Görülmeyen Adam (Invisible Man) - Raph Ellison (1952) Bazen görülmeyenin de eleştirildiği olur. Amerikan Ulusal Kitap Ödülü kazananı ve Modern Library’nin “20. yüzyılın en iyi 100 İngilizce romanı” listesinde dokuzuncu sırada yerini alan Görülmeyen Adam bunlara rağmen “edebi değer taşımadığı” için eleştirilerin odağı olmuştur.

Ellison’ın isimsiz baş kahramanı, yirminci yüzyılın başlarındaki sıradan Afro-Amerikalıları temsil ediyor. Siyah milliyetçiliğinin ve Marksizm’in de içinde olduğu sosyal ve düşünsel meselelere değiniyor. Kitap 2013’te Kuzey Carolina’nın Randolph bölgesi devlet okullarında “hiç masum değil, hatta bu kitap oldukça müstehcenve gençler için fazla aşırı” şikayeti doğrultusunda yasaklanınca, NCAC konuya ilişkin bir mektup yolladı. Yasaklamadan on gün sonra, yönetim kurulu kararlarını tekrar gözden geçirmek için özel bir toplantı yaptı ve 1’e karşı 6 oyla kitabın tekrar okutulması kararlaştırıldı. Kurulun bir üyesi oğlunun askeri kariyerini düşündükten sonra fikrinin değişmesini şöyle anlatıyor:

ÇEVİRİ GAZETESİ 20


“Oğlum bu haklar uğruna savaş veriyordu. Bense verdiğim oyla bunları söküp atıyorum. Bunu yapmaya hakkım var mı? Hayır, yok.” Bu tür fikirler Görülmeyen Adam’a gün ışığına çıkması için nedenler veriyor. 6- Renklerden Moru (The Color Purple) - Alice Walker (1982)

Pulitzer ödülü ve kurgu dalında Amerikan Ulusal Kitap Ödülü kazanan, sonrasında filmi ve aynı isimde müzikali yapılan Renklerden Moru, güneydeki Afro-Amerikan kadınların hayatlarına odaklanıyor. 1930’lara -büyük politik ve ekonomik değişimlerin çağı- uzanan roman tecavüz, şiddet ve siyahlara yönelik küçük düşürücü tasvirlerinden dolayı birçok itirazla karşı karşıya geldi. Yakın zamanda NCAC, Kuzey Carolina’nın Brunswick bölgesindeki okullarda kitabın müfredattan kaldırılması teşebbüsüne müdahale etti. Önceki itirazında Brunswick Bölge Komisyonu üyesi Pat Sykes yönetim kuruluna, bu tür bir kitabın okunmasının tek sonucunun “yanlış denklemden doğru sonuç çıkmaz” olacağını söylemiştir. Neyse ki yönetim 2’ye karşı 3 oyla kitabın lise müfredatında kalmasına karar verdi. Muhteşem edebi eserleri okuma özgürlüğü: 1 Sansür: 0

5- Kara Çocuk (Black Boy) - Richard Wright (1945) Bazıları için çocukluktan çıkış temalı romanlar baş kahramanlarının ününü anlatır; ama tamamen yanlış anlaşılırlar. Kara Çocuk bu tür romanlardan biri. Richard Wright’ın otobiyografisi; Jim Crow South’taki içler acısı yıllarını ve yazarlık kariyerini oluşturmaya başlayıp Komünist Parti’ye katıldığı Chicago’ya taşınmasını ele alıyor. Hristiyan, Musevi ve Amerikan karşıtı olduğu için eleştirilen kitap, algılanan politik ve dini içeriğinden daha çok topa tutulmuştur. Kara Çocuk'un cinsel içeriği ve ırki meselelerin korkunç tasviri, kitabı sansürün odağında birçok kez “günün kitabı” yapmıştır. Günümüzde Wright’ın hala en çok satan romanı olduğundan, okuyucular belli ki bu zengin tarihi hikayeden büyük

ÇEVİRİ GAZETESİ 21

anlamlar çıkarıyorlar.

4- Tanrıya Bakıyorlardı (Their Eyes Were Watching God) - Zora Neale Hurston (1937) Kadın ve Afrikan-Amerikan edebiyatının öncü bir eseri olarak görülen Tanrıya Bakıyorlardı, uzun bir geriye-dönüşle genç siyah bir kadının güneydoğu eyaletlerindeki yaşamını anlatıyor. Time dergisi, kitabı her ne kadar 1923’ten bu yana yayınlanmış en iyi 100 İngilizce roman listesine dahil etmişse de, her İngilizce kitap okuru aynı fikirde değil. 1997’de Virginia, Brentsville’deki ebeveynler romanın “aleni cinsellik”ten dolayı yasaklanmasına teşebbüs etti. Neyse ki yasak geri çevrildi. 1937’de yazılmasına karşın Hurston’ın romanı kişisel gelişim ve kendini kanıtlamanın uzun yolculuğunu anlayan okurlarla hala yankılanıyor. İnanıyoruz ki Tanrıya Bakıyorlardı, sansürlenmiş yazarların bir başka örneği Alice Walker’ın şu sözüyle en iyi şekilde tanımlanabilir: “Benim için bundan daha değerli bir kitap yoktur.” 3- En Mavi Göz (The Bluest Eye) Toni Morrison (1970)

Toni Morrison’ın ilk romanı En Mavi Göz, kişisel kimliğiyle yoğun mücadele veren genç bir kızın büyük buhranı takip eden yılların orta batı Amerikasındaki hikayesini ele alıyor. Kitap; ırk, tecavüz ve ensest gibi zorlu konulara değiniyor ki bunlar da onu bölgede sansür için bir hedef haline getiriyor. 2010’da iki ebeveyn yetişkinlere yönelik içerikten dolayı şikayette bulununca, kitap Colorado’daki Adams 12 Five Star Okulu’nda eleştirilerin odağı oldu. NCAC, okul yönetimine “lise öğrencilerinin okuma özgürlüğüne ve öğretmenlerin profesyonel yargısına güvenmeye çağıran” bir mektup yolladı. Maalesef ki itiraz, kitabın kaçıncı sınıfa, nasıl ve hangi bağlamda öğretilmesi açısından kısıtlanmayla sonuçlandı.

2013’te Ohio Okul Eğitim Kurulu başkanı Debe Terhar kitabı “pornografik” olarak etiketlemiş ve Common Core Standards’ın 11. sınıflar için tavsiye edilen okuma listesinde bulunmasını eleştirmiştir. Morrison kitabı yasaklama teşebbüslerinin aleyhine

şahsen bir konuşma yapmıştır.

(Common Core Standards: ilköğretimdeki öğrencilerin İngilizce dil ve anlatım ve matematik derslerindeki müfredatından sorumlu kurum.)

2- Malcolm X (Otobiyografi) - Malcolm X ve Alex Haley (1965) Kongre Kütüphanesi’nin “Amerika’yı Şekillendiren Kitaplar” sergisinin odağında, “Amerikan yaşamında büyük etkisi olmuş” eserler var. Listede bulunan bazı kitapların, ülke çapındaki okul ve kütüphanelerde çoğu kez kişisel veya ideolojik ön yargılardan dolayı yasaklandığını bilmek oldukça üzücü. Karşıtlar, Malcolm X’in pan-Afrikanizm, Siyah milliyetçiliği ve Black Pride üzerine olan felsefesini suç işlemek için bir araç olarak görmüş ve “beyaz karşıtı” ifadelerinden dolayı kitabı kötülemişlerdir. 2014’te New York’ta bir öğretmen “kötü” ve “hiddetli” atfını yaptığı aktivist Malcolm X hakkında öğrencilerinin yazı yazmalarını yasaklamıştır. Her ne kadar tartışmalı olsa da, Malcolm X’in mirası öğrencilere protestonun gerekliliğini ve insan haklarının önemini aşılıyor. 1- Kafesteki Kuş Neden Şakır (I Know Why the Caged Bird Sings) Maya Angelou (1969)

Maya Angelou hakkıyla birçok “Top 10” listesine nefes kesen şiirleri ve otobiyografik kitaplarıyla girmiştir. Aynı zamanda başka bir listede de yer alıyor: Amerikan Kütüphane Derneği - En Çok Yasaklanan 10 Yazar. Aslında, geçtiğimiz on yıl boyunca, her yıl listede yerini alıyor. Düşünce Özgürlüğü Bürosu’na göre Angelou’nun Kafesteki Kuş Neden Şakır adlı otobiyografisi “kutsal şeylere saygısızlık, evlilik öncesi seks ve lezbiyenliğe olan göndermelerin neden olduğu yoldan çıkarıcı davranışlar”ın teşvik edilmesinden ve “beyazlara karşı hoşnutsuzluk ve öfke içeren ifadeler”den dolayı çok sayıda eleştiri almıştır. Yine de Angelou, 2011’de Başkanlık Hürriyet Madalyası ile ödüllendirilmiştir, böylelikle kelimelerinin umut ışığı ve esin kaynağı olarak hizmet vermeye devam edeceğini garantilemiştir.


Türkiye'de Basın Özgürlüğü Raporu https://freedomhouse.org/report/freedom-press/2016/turkey adresinden alınmıştır. Berat Çelikoğlu Genel Bakış Türkiye’de medyanın özgürlüğü 2015 yılında endişe verecek düzeyde zarar gördü. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kurucularından biri olduğu AKP iktidarı, Ceza Kanunu’nu saldırgan bir tutumla kullanmaktan çekinmezken, terör karşıtı yasalardan ise görevini yapan gazetecileri yargılamak ve cezalandırmak üzere faydalandı. Bunun sonucunda ise gazeteciler hem devlet hem de devlet dışı özneler tarafından derecesi giderek artan şiddet, taciz ve tehditlere maruz kadılar. Ülke bu dönemde 2 genel seçime sahne oldu -biri Haziran’da gerçekleşti, ki parlamentoya giren partiler bir koalisyon hükümeti kurmayı başaramadılar, biri ise Kasım’da, AKP’nin zaferi ile

sonuçlandı. Seçimler de tıpkı Suriye meselesinin dalgalı seyri ve PKK ile yeniden alevlenen sıcak çatışmalar gibi Türkiye’de medya üzerindeki politik baskının giderek artmasına sebep oldu. Otorite sahipleri, medya patronlarına basında muhalefetin susturulması amacıyla finansal ve yönetsel desteklerini sundular. Kilit Gelişmeler

- İktidar kimi önemli gazetecileri terörle bağlantılı oldukları gerekçesiyle yargıladı ve cezalandırdı, bu yargılamalardan en önemlisi MİT (Türk İstihbarat Servisi) tarafından Suriye’ye silah götürüldüğünü ortaya çıkaran ve bu nedenle tutuklanan Cumhuriyet Gazetesi editörü ve Ankara il sorumlusuna (Can Dündar ve Erdem Gül) karşı yürütüldü. - Gazetecilikle ilişkili akreditasyonda yapılan değişiklikler, gelişigüzel ve ayrımcılığa sebep olabilen kararların daha kolayca uygulanabildiği ve basın üzerindeki baskının hükümet eliyle

artırıldığı süreci beraberinde getirdi.

- Medyaya karşı birden çok saldırı vakası gerçekleşti : Bir grup saldırgan, Eylül ayında 2 kez Hürriyet Gazetesi’ne saldırdı, diğer bir saldırıda ise 3 gazeteci işiyle alakalı sebeplerden ötürü öldürüldü. - Koza İpek Holding’e yapılan kayyum atamaları ile daha önceden grubun yaptığı birçok haberde değişiklikler yapıldı, grubun çizgisi hükümet yanlısı atanmış yöneticiler eliyle iktidara yakınlaştırıldı.

Yasal Ortam : 26/30 (2 Sıra Geriledi) Basın ve ifade özgürlüğünün anayasal garantisi, pratik olarak yüksek oranda hiçe sayılmakta. Sözü edilen özgürlükler, Ceza Kanunu ve kapsamı alabildiğine geniş tutulan terör karşıtı yasalardan faydalanarak bastırılabiliyor, esasen terörist bir faaliyet olmayan gazetecilik faaliyeti bu yasalar aracılığıyla yargıya tabi tutuluyor. 2004 yılında çıkarılan basına yönelik bir yasa ile işlenen suçlara yönelik verilen hapis cezalarının para cezasına çevirilmesinin hukuki zemini sağlanmıştı. Buna rağmen Ceza Kanunu ve bir takım başka engeller teşkil eden yasaların varlığı sebebiyle onlarca yazarın ve gazetecinin hapis cezasına çarptırılmasına devam edildi. Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ)’nin 1 Aralık 2015 tarihli raporuna göre bu tarihte Türkiye’de 14 muhabir hapiste bulunmakta iken, Bianet isimli Türkiye’de faaliyet gösteren bağımsız basın ajansı bu sayının 31 olduğunu iddia etmekteydi.

Ceza Kanunu’nun 301 no’lu maddesinde cezası 6 aydan 2 yıla kadar hapis olarak belirlenen “Türk milletine yönelik iftira ve hakarette bulunma” suçu; Kıbrıs sorununu tartışan, Türkiye’deki güvenlik güçlerine yönelik eleştirilerini dile getiren, Ermeni

ÇEVİRİ GAZETESİ 22


Soykırımı’nı araştıran ve/veya Ermeni Soykırımı’nı doğrular nitelikte söz söyleyen gazetecilerin üzerine yıkıldı. Öte yandan sınıf, din veya etnisiteye yönelik nefret söylemlerini üç yıla kadar hapisle cezalandıran Ceza Kanunu’nun 216 no’lu maddesi de yine gazetecilere yönelik yargılamalarda kullanıldı.

Türkiye’nin terör karşıtı yasaları ve buna ilişkin ceza hükümleri, devlete birçok hamleyi yapabilmesi için yasal olanaklar sağlıyor. Örneğin Ceza Kanunu’nun 314 no’lu silahlı örgüt üyeliğine yönelik maddesi, özellikle sol görüşe yakın Kürt gazeteciler başta olmak üzere basın üzerinde tahakküm kurmak amacıyla kullanılıyor. Aynı şekilde terör propagandası yapmaya ve illegal oluşumların ifadelerine basında yer vermeye yönelik yasalardan da basın mensuplarını gazetecilik faaliyetinden ötürü yargılamaya yarayan yazılı kanunlar olarak faydalanılıyor. 2014 yılında çıkarılan bir takım yasalar aracılığıyla ülkenin Ulusal İstihbarat Servisi (MİT – Milli İstihbarat Teşkilatı)’ne herhangi bir mahkeme kararına gerek duymaksızın istediği kişisel bilgilere ulaşma hakkı tanındı. Bu yasalar ayrıca MİT personeline dokunulmazlık hakkı tanırken, oluşum hakkında bilgi edinme ve bilgi paylaşmayı suçlaştırdı. Bu suç kapsamında MİT hakkında basında bilgi paylaşan gazetecilere 9 yıla kadar hapis cezası verilebilmesi sağlandı. Yine 2014’te düzenlenen 5651 No’lu kanun ile (Bilinen adıyla İnternet Yasası) Telekomünikasyon İletişim Bakanlığı’nın

ÇEVİRİ GAZETESİ 23

yetkileri genişletildi, bakanlığın mahkeme kararına gerek duymaksızın istediği internet sitesini 48 saatliğine, uyarı yapmadan kapatabilmesinin yasal zemini sağlandı. Ağustos 2015’te İstanbul Başsavcısı, 9 farklı kuruluştan 18 gazeteciyi “terör propagandası yapmak” ile suçlayan ve her gazeteci için 7.5 yıl hapis cezası öngören bir iddianame hazırladı. Bu suçlamanın sebebi ise kuruluşların, Mart ayında gerçekleşen bir eylemde DHKP-C isimli terör örgütü kabul edilen bir oluşumun üyelerinin, hali hazırda rehin aldığı bir başsavcı ile beraber bir fotoğrafını yayınlamasıydı. İlk duruşma Kasım ayında gerçekleştirildi fakat davanın durumu belirsizliğini korumaya devam etti. Ayrıca Cumhuriyet Gazetesi baş editörü Can Dündar ve gazetenin Ankara büro yöneticisi Erdem Gül, Kasım ayında ajanlık, devlet sırrını afişe etmek ve terörist bir gruba yardım etmek suçlarından tutuklandı. Bu tutuklama gazetenin, devletin MİT araçları ile Suriye’de faaliyet gösteren radikal İslamcı örgütlere silah yardımı götürdüğünü belgelemesi ve bu belgeleri yayınlaması sebebiyle yapıldı. Gül ve Dündar, sınırdışı edilmiş din adamı Fethullah Gülen’in başında olduğu paralel örgütü desteklemekle suçlandılar. Karalamada bulunmak, cezası yüksek miktarda maddi tazminat veya tutuklama olan önemli bir başka suç sayılıyor. Bu suç bağlamında başbakanı ve Cumhurbaşkanı’nı karalamak ise Ceza Kanunu’nda kendine özel bir alana sahip. Önemli konumlardaki bazı devlet büyükleri, özellikle Erdoğan,

hakaret ve karalama suçlamasını birçok karikatüriste, gazeteciye ve akademisyene yöneltti. Örneğin T24 yazarı Hasan Cemal, 2015 yılının Eylül ayında yazdığı yazılardan ötürü gözaltında tutuldu. Aynı yılın Kasım ayında İstanbul’da bir mahkeme ise Cumhuriyet muhabiri Canan Coşkun'u usülsüz bazı emlak ihaleleri ve ilgili ihalelerde etkin role sahip bazı yargı mensuplarını araştırdığı bir makale kaleme aldığı için yargıladı. Sene sonunda dava devam etmekte iken, dava davacı lehine sonuçlanırsa Coşkun 23 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılacaktı.

Türkiye hukuki düzlemde bilgiye erişim özgürlüğü hakkındaki kanunu 2003 yılında kabul etmiş olsa da birçok bilgiye; ulusal güvenliği zedeleyebileceği, ekonomik düzeni alt-üst edebileceği, soruşturmaları ve yürütülen istihbarat faaliyetlerini etkileyebileceği veya kişinin özel yaşamınına müdahale edebileceği sebebiyle, ulaşılamıyor. Pratikte, resmi bilgiye ulaşmak hala tam anlamıyla mümkün değil. Üyeleri parlamento tarafından seçilen Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), hukuka aykırılık tespit edildiği noktada radyo ve televizyon yayınlarına gerekli yaptırımları uygulamakla yükümlü bir kurul. Bu kurulda varolan politik baskı, kurulun büyük çoğunluğunu oluşturan AKP’li üyeler tarafından oluşturulmakta. Bianet’in haberine göre, 7 Haziran 2015 ile 18 Kasım 2015 arasında, RTÜK TV yayınlarına 69 uyarı 168 para cezası, radyo yayınlarına ise 4 uyarı 4 para cezası yolladı.


Politik Düzlem – Çevre: 30/40 (3 Sıra Geriledi) 2015 yılı boyunca varolan politik baskı, Erdoğan’ı ve hükümeti eleştiren yazılar kaleme alan gazeteci ve medya çalışanlarının işlerini terkettirilmesine yol açtı. Bianet’e göre, en az 348 gazeteci, köşe yazarı ve medya çalışanı bu sebepten ötürü işinden çıkarıldı / çıkarılmaya zorlandı. 2013 ve 2014 yıllarında sızdırılan belge ve kayıtlar, hükümetin hükümet yanlısı bir medya oluşturmak amacıyla yürüttüğü çalışmaları gözler önüne serdi. Kutuplaşmış bir siyasi iklimin içerisinde geçirilen 2015 Haziran ve Kasım seçimleri sürecinde, devlet televizyonu TRT ve yarı-özel haber ajansı AA (Anadolu Ajansı)’nın siyasi partilere tanıdığı propaganda süresindeki eşitsizlik tüm halkın dikkatini çekti. Aynı kurumlar, başka bir dönemde ana muhalefet partisi CHP’nin miting yayınını yapmayı alandaki AKP’yi direkt protesto eden unsurları sebep göstererek reddetti. Medya sansürü başka birçok sebepten ötürü uygulanmaya devam etti. Ocak 2015’te, İslam Peygamberi Muhammed’in karikatürünü yayınlayan Charlie Hebdo dergisini kapağında yayınlayan Cumhuriyet Gazetesi geçici olarak kapatıldı. Yargılardan sonra gazeteye konulan yasak kaldırılsa da Diyarbakır’daki bir mahkeme karar alarak Charlie Hebdo kapağını içeren birçok internet sitesini kapattırdı.

Medyaya yönelik sansürleme işlemleri sosyal medyada da yer buldu. Temmuz 2015’te Suriye ve Irak’taki Kürt güçlerine ve bazı İslamcı gruplara yönelik operasyonlara Türkiye ordusunun katılması sonrasında, sosyal medyada faaliyet gösteren birçok sol görüşlü internet sitesi ve sosyal medya hesabı kapatıldı. Sene içinde Suruç gibi bazı saldırılar sonrasında Youtube’a, Twitter’a ve Facebook’a erişim birçok kez kısıtlandı. Engelli Web isimli bağımsız organizasyonun sunduğu istatistiklere göre Türkiye’de 2015 yılında engellenen internet sitesi sayısı 100.000’i geçti.

Medya mensuplarına yönelik fiziksel saldırılardan da söz etmek bu noktada önem taşıyor. Bianet’e göre 64 gazeteci ve 4 kurum 2015 yılında saldırıya uğrarken, 38 gazeteci ve 21 kurum ise tehditlere maruz kaldı. Eylül ayında bazı soruşturmalar kapsamında Azadiya Welat ve Dicle Haber Ajansı (DİHA)’nın Diyarbakır büroları başta olmak üzere birçok Kürt kökenli medya kurumuna güvenlik güçleri baskınlar düzenledi. Yerel haber kaynaklarına göre baskınlarda medya mensuplarının telefon ve bazı kişisel eşyalarına el konulduğu ve tüm bunları arama belgesi göstermeksizin yaptığı da edinilen bilgiler arasında. Eylül 2015’te Hürriyet Gazetesinin İstanbul bürosuna saldırgan protestocular tarafından iki saldırı düzenlendi. Bu saldırılar sırasında AKP üyesi bir si-

yasetçinin saldırganlar arasında olduğu görüntülerden tespit edildi. Dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu saldırıdan bir hafta sonra gazeteye koruma tahsis edilmesi konusunda demeç verse de, aynı ay içerisinde Hürriyet yazarı ve CNN Türk sunucusu Ahmet Hakan 4 erkek saldırgan tarafından saldırıya uğradı.

CPJ’ye göre hepsi Suriyeli üç gazeteci 2015’te çalışmalarıyla bağlantılı olarak öldürüldü. Naji Jerf, aylık Hentah dergisinin yazı işleri müdürü ve IŞİD ile ilgili kapsamlı belgeseller çeken bir belgesel yapımcısı Aralık’ta Gaziantep’te vurularak öldürüldü. "Eye on Homeland" haber platformunda çalışan Fares Hammadi ve IŞİD kontrolündeki Rakka kentiyle ilgili çalışma yapan Rakka Sessizce Katlediliyor adlı aktivist ve gazeteci grubunun da üyesi İbrahim Abdül Kader Ekim’de Urfa’da öldürüldü. Ekonomik Ortam: 15/30 (1 sıra geriledi)

En yakın tarihli hükümet istatistikleri, 180’i ulusal ölçekte yaklaşık 3000 gazete olduğunu gösteriyor. Ancak, bu gazetelerin yalnız 18%’i günlük basılıyor. Bağımsız yerli ve yabancı yazılı medya hükümet ve hükümet politikalılarına yönelik eleştiriler de dahil farklı görüşleri yayınlayabiliyor, ayrıca Türk gazeteleri salt haber yapmayıp büyük oranda görüş yazılarına ve yazar köşelerine yer veriyor. Görsel ve radyo yayını da oldukça çeşitli, kablo ve uydu yayınları dahil yüzlerce

ÇEVİRİ GAZETESİ 24


haber portalları arasında T24, P24, Diken ve Bianet yer alıyor. Bu platformların bir kısmı sürekli olarak bağımsız haber sunuyor, ancak sınırlı finansal kaynaklara sahipler. İnternet servis sağlayıcıları engel emirlerine uymadıkları için yüksek para cezalarına çarptırılabiliyor. Ekim 2015 Ankara bombalı saldırısı sonrası internet kullanıcıları olağanüstü yavaş bağlantı hızı ve çeşitli sosyal medya sitelerine bağlantı sorunları yaşadığını belirtti.

özel televizyon kanalı ve 1000’den fazla radyo kanalı mevcut. Devlet televizyon ve radyo yayınları azınlık dillerinde bir takım yayınlara sahip. Son yıllarda Kürtçe istasyonların ortaya çıkışı da ifade özgürlüğü adına önemli bir adım oldu, ancak eleştirmenler yayınların sıkı denetlemeler altında olduğundan ve yayın kalitesinin düşüklüğünden bahsediyor. Nor Radyo isimli bir Ermenice radyo kanalı 2009’da internet üzerinden yayına başladı. 2015’te nüfusun yaklaşık 54%’ü internet erişimine sahipti. Çevrimiçi yayınlar eleştirel gazetecilik alanları olarak, özellikle geleneksel yayınlardan siyasi sebeplerce uzaklaştırılan ya da istifaya zorlanan gazeteciler arasında gittikçe popülerleşiyor. En büyük çevrimiçi

ÇEVİRİ GAZETESİ 25

Medya mülkiyeti, gelirleri- çoğunlukla medya harici alanlardan, özellikle inşaat, enerji, maden ve finans hizmeti alanlarından gelen- birkaç özel şirketin elinde toplanmış bulunuyor. AKP döneminde başbakanlığın Kamu İhale Merkezi kararları bu şirketlerin elindeki medya kuruluşlarının yayınlarını ekonomik baskı yoluyla etkileme çabasında artışa yol açtı. Başbakanlık, Özelleştirme Daire Başkanlığı, TOKİ ve Savunma Sanayi Müsteşarlığı’nın kontrolünü elinde bulunduruyor, bunlar birlikte yıllık milyarlarca dolarlık ihaleler açıyor. Medya mülkiyeti üzerinde ekonomik baskının en göze batan örneklerinden birinde, 2013’te sızdırılan konuşma kayıtları hükümetin hangi holdinglerin Sabah-ATV grubunu milyarlarca dolarlık 3.Havalimanı ihalesi karşılığında satın alacağını kararlaştırdığı açığa çıktı. Ayrıca TMSF de medya kuruluşlarının yandaş kuruluşlara devrinde kullanılmış, Erdoğan’a yakın bir işadamı olan Ethem Sancak

önceden Çukurova Grup’a ait üç yayın kuruluşunu TMSF’den satın almıştı.

Hükümet aynı zamanda eleştirileri cezalandırmak için çeşitli şekilde ekonomik baskıdan da yararlandı. Mayıs 2015’te Enerji Bakanlığı, Hürriyet dahil çeşitli yazın kuruluşlarına sahip Doğan Holding’in hükümetten ihale almasını geçici olarak yasaklamış, 2009’da kararlaştırılan ama mahkemede iptal edilen 1 yıllık bir yasağın, kalan 237 gününü tekrar yürürlüğe sokmuştu. Bunun sebebi Hürriyet gazetesi ile Erdoğan’ın arasında artan ve Cumhurbaşkanı tarafından gazete ve çalışanlarının alenen kınanmasına varan sorunlardı. Karar Ankara’da bir mahkeme tarafından Haziran ayında iptal edilmiş, Temmuzda’da Doğan Holding yasağın kaldırıldığını belirtmişti.

2015’te pek çok medya kuruluşuna hükümet tarafından el konulmuştu. Ekim’de şehrin başsavcısının talebi doğrultusunda Ankara’dan bir mahkeme Koza İpek Holding’in Gülen’le bağlantıları olduğu iddiasına yönelik soruştuma kapsamında aralarında Bugün ve Millet gazeteleriyle Kanaltürk Radyonun ve Bugün TV ve Kanaltürk’ün de bulunduğu tüm şirketlerine kayyum atanmasını kararlaştırmıştı. Karardan kısa süre sonra, polis ve kayyumlar Koza İpek’in Ankara merkezine zorla girmiş ve medya kuruluşlarının çalışmalarına engel olmuştu. Düzinelerce gazeteci uzaklaştırılmış ve el konulan kuruluşlar hükümete daha uygun yayınlara başlamıştı. Kasım seçimlerinden kısa süre sonra gerçekleşen el koyma hareketi holdingin yönetimi ve medya özgürlüğüne yönelik hukuksuz bir hareket olarak uluslar arası ölçekte kınanmıştı. Ayriyeten ekimde ülkenin en önde gelen uydu televizyon sağlayıcısı Digitürk, yedi kanalı-Bugün TV, Kanaltürk ve ikisi de Gülen cemaatiyle bağlantılı Samanyolu Yayın Grubu ve Feza Yayıncılık’a ait kanalları-hizmet kapsamından, kanalların yasal soruşturma kapsamında olduğunu belirten Ankara başsavcısının talebiyle, çıkarmıştı. Benzer uygulamalar devlete ait uydu yayın platformu Türksat dahil farklı uydu, kablo ve çevrimiçi televizyon hizmet sağlayıcıları tarafından da gerçekleştirilmişti.


Aeneis Destanı Gülçin Gündeş

MÖ 1. yüzyılda Roma Cumhuriyeti yerini yavaş yavaş monarşik bir yapıya bıraktığı dönemlerde, halkı yeni yönetim biçimine alıştırmak için bazı reformlara gidilmişti. Bu reformlar arasında edebi ve tarihi eserlerin üzerinde özellikle durulmuş, ne var ki, bu çalışmaların yeniden revaçta olmasıyla birlikte Roma’yı yüceltecek kimi unsurların yokluğu hissedilmeye başlanmıştı. Roma tarihinde anlatıla gelen önemli tarihi olaylar olmasına karşın, Roma’nın kuruluşu hakkında mitoslardan öteye gidilememekteydi. Homeros’un destanlarıyla içli dışlı Romalılar için bu büyük bir eksiklikti. Sonunda İmparator Augustus, Roma’nın kuruluşunu anlatan bir destan yazdırmaya karar verdi. Bu destanla hem Romalılık bilincini uyandıracak hem kendi propagandasını yaptıracaktı. Augustus bu isteğini edebiyat camiasına üye olan Horatius’a söyledi, fakat bu son derece önemli ve ağır yükü kaldırmaktan çekinen Horatius, İmparator’a dostu Vergilius’u önerdi. Böylece günümüze kadar gelecek olan bir destan yazmaya girişen Vergilius, Romalılar Troyalıları ataları kabul ettiklerinden, destanının başkahramanı olarak Homeros’un Ilias destanında ve Roma söylencelerinde adı geçen Troyalı Aeneas’ı seçti.

Aeneis Destanı Adını başkahramanı Aeneas’tan alan destan 12 kitaptan oluşmaktadır. Dili Klasik Latincedir. Destan, yanmış Troya şehrini başka topraklarda kurma görevi süresince Aeneas’ın başından geçen olayları konu alır. Aeneas yarı tanrıdır (=heros), çünkü annesi Tanrıça Venus’tur. Babası kraliyet ailesine üye Troyalı Anchises’tir. Ilias destanında anlatılan savaşta Troya yanıp kül olmuştur. Aeneas babasını, oğlunu ve karısını alıp şehirden kaçar fakat o kargaşada karısı geride kalıp ölür. Aeneas şehirden kaçarken ona yolculuğu sırasında yoldaş olacak birkaç Troyalı da peşi sıra gider. Sonunda Aeneas annesi Venus’la karşılaşacak ve Latium bölgesine gelip Troya’yı yeniden kuracaktır. Bu ana temadan ayrı olarak, Aeneas’ın erdemini (=pietas) sınayacak türlü olaylar birbiri ardını kovalayacaktır.

Orada Kartaca Kraliçesi Dido’yla tanışmış ve dördüncü kitapta aralarında bir aşk doğmuştu. Dido, kocasını henüz kaybetmiş bir kraliçedir. Krallığını yeniden başka bir şehirde kurmaktayken Aeneas ile yolları kesişir. İkinci ve üçüncü kitapta Aeneas, Dido’ya başından geçen olayları, yanan Troya şehrini ve mücadele ettiği savaşları anlatmıştır. Dido bu genç adamdan çok etkilenmiştir. Dördüncü kitapta, yani çevirisini yaptığımız dizelerde ızdırap içindeki Dido artık bir karasevdaya dönüşmüş olan bu âşık halini kardeşi Anna’ya itiraf etmektedir. Öte yandan, kraliçe içine düştüğü bu durumdan utanmakta ve Aeneas’tan uzak durmaya çalışmaktadır.

Çevirisi yapılan metin, Aeneis destanının dördüncü kitabının ilk 30 dizesidir. Birinci kitapta çıkmış olduğu bu uzun yolculuk, Aeneas’ın yolunu Kartaca’ya düşürmüştür.

ÇEVİRİ GAZETESİ 26


P. Vergili Maronis, Aeneidos Liber Quartus

Vergilius, Aeneis, IV (1-30)

At regina gravi iamdudum saucia cura vulnus alit venis et caeco carpitur igni.

Oysa uzun zamandır karasevdayla yanan kraliçe, yarasını besliyor damarlarıyla ve zayıflıyor gizli bir ateşle.

multa viri virtus animo multusque recursat gentis honos;

haerent infixi pectore vultus verbaque nec placidam membris dat cura quietem. postera Phoebea lustrabat lampade terras umentemque Aurora polo dimoverat umbram,

cum sic unanimam adloquitur male sana sororem: “Anna soror, quae me suspensam insomnia terrent!quis novus hic nostris successit sedibus hospes, quem sese ore ferens, quam forti pectore et armis! credo equidem, nec vana fides, genus esse deorum. degeneres animos timor arguit. heu, quibus ille iactatus fatis! quae bella exhausta

coniugis et sparsos fraterna caede penatis solus hic inflexit sensus animumque labantem

20

impulit. agnosco veteris vestigia flammae. sed mihi vel tellus optem prius ima dehiscat

vel pater omnipotens adigat me fulmine ad umbras, 25 pallentis umbras Erebo noctemque profundam, ante, pudor, quam te violo aut tua iura resolvo. ille meos, primus qui me sibi iunxit, amores abstulit; ille habeat secum servetque sepulcro.” sic effata sinum lacrimis implevit obortis.

1-Bu yiğit, Aeneas’tır.

2- Konuşan kişi Kartaca Kraliçesi Dido’dur. 3- Aurora (Bkz. Aeneis, IV, 7. dize)

4- Güneş Tanrısı Apollo’nun adlarından biri.

5- Burada kastedilen şey sabahları düşen çiğ taneleridir.

6-Aeneas bunca zamandır görüp geçirdiği savaşları ve zorlukları soğukkanlılıkla kraliçeye anlatmasının ardından, Dido bu korku göstermeyen Troyalının tanrıların soyundan geldiğine inanmaya başlamıştı. 7- Dido’nun suikasta uğrayan kocası Sychaeus.

ÇEVİRİ GAZETESİ 27

Can yarısı kız kardeşine konuşurken perişan bir şekilde²; ertesi günün şafağı³, Phoebus’un⁴ meşaleleriyle aydınlatıyordu yeryüzünü ve alıp götürüyordu ıslak⁵ gölgeleri. “Kardeşim Anna, bitap düşüren bu uykusuzluk nasıl da tedirgin ediyor beni! Evimize kadar giren bu yabancı da kim? 10 Nasıl mağrur bir ifade var çehresinde; Ne de cesur bir yüreğe ve güçlü kollara sahip! Gerçekten inanıyorum ki tanrılardan geliyor soyu

İlk aşkım⁷ beni afallatıp ölümüyle aldattıktan sonra, zihnime yerleşmiş olmasaydı kimseye evlilikle bağlanmama kararım 15

ne cui me vinclo vellem sociare iugali, postquam primus amor deceptam morte fefellit; Anna (fatebor enim) miseri post fata Sychaei

5

(ve) bu öyle beyhude bir inanış değil, nitekim korkudur ortaya seren soysuz ruhları. Ne savaşlara katlanmış anlattığına göre, yazgısı onu nerelere savurmuş⁶!

canebat! si mihi non animo fixum immotumque sederet 15 si non pertaesum thalami taedaeque fuisset, huic uni forsan potui succumbere culpae.

Aklına düşüyor o yiğidin¹ cesareti, soyunun asaleti; kalbinde mıhlanıp kalıyor çehresi ve sözleri, aşkı huzur vermiyor bedenine.

ve böylesine bıktırıcı gelmeseydi gerdek gecesiyle evlilik meşalesi; karşı koyamayabilirdim bir tek bu günaha⁸.

Evet, Anna itiraf edeceğim: Kocam Sychaeus’un trajik ölümünden 20 ve ocak tanrılarının⁹ kardeş katliyle altüst olmasından beri,

Bir tek o sarstı karışmış hislerimi ve tereddüt eden zihnimi¹⁰; mazide kalan alevin izlerinin farkına varmaya başladım¹¹.

Ey iffet, seni lekelemeden ya da çiğnemeden önce; dilerim ya yeryüzünün en derin noktasının benim için açılmasını, ya da her şeye gücü yeten Tanrı’nın¹² yıldırımlarıyla beni gölgelere - Erebus’taki¹³ soluk gölgelere¹⁴ ve kapkaranlık geceye savurmasını.

25

Beni kendisine ilk bağlayan o adam¹⁵ alıp götürdü aşka dair duygularımı; (öyleyse) sevdam kendisinde kalsın ve mezarında korusun onu.” Böyle dedi ve göğsü akan yaşlarla doldu. 30 8- Bu dizede Vergilius dönemin şu geleneğini vurgular: Bir kraliçenin tekrar evlenmesi halkı tarafından hoş karşılanmayacaktır. İffetli bir kadın ölmüş kocasına bağlılığını devam ettirmelidir. 9-Asıl mevkisi Latium bölgesindeki liman şehir Lavinium’da olan; yuvayı ve aile üyelerini koruduğuna inanılan ocak tanrıları. Dido’nun erkek kardeşi Pygmalion, krallığı yönetme hırsına yenik düşmüş ve Dido’nun kocası Sychaeus’u öldürmüştü. Sonuçta aile darmadağın olmuş ve Dido kraliçe olmanın verdiği sorumlulukla krallığı yeniden fakat farklı topraklarda kurmak için ülkesinden uzaklaşmıştı. Burada Vergilius, ailenin parçalanması durumunu, ocak tanrılarının altüst olmasıyla tasvir eder. 10- Artık Dido hem yüreğine hem aklına Aeneas’ın girdiğini itiraf etmektedir.

11-Dido, kocasının ölümünden beri yüreğinde soğumuş olan aşk duygusunu bu sefer Aeneas’a karşı hissetmeye başlamıştır. Fakat bir kraliçe olarak yabancı birine karşı hissettiği aşk ve merhum kocasına olan bağlılığı arasında gidip gelmektedir.


Bu sayıya özel olarak Spotify'da oluşturduğumuz "Yasaklanmış Şarkılar" listemize QR kodunu okutarak ulaşabilirsiniz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.