16. Sayı: Kadınların Hak Mücadelesi

Page 1

Çeviri Gazetesi SAYI 16 ж ŞUBAT/MART 2020

KADINLARIN HAK MÜCADELESİ


2

Çeviri Gazetesi | İÇINDEKILER

İÇİNDEKİLER Süfrajetler Sadece Taş Atan Beyaz, Orta Sınıf Kadınlardan İbaret Değildi Yazar: Sarah Jackson Çevirmen: Sena Erkin

7

Rus Devrimi’ni Başlatan Kadın Yürüyüşü Yazar: Orlando Figes Çevirmen: Sedanur Yartaşı

Maria Anna Mozart Da Kardeşi Gibi Müzikal Bir Dehaydı, Peki Tarihten Neden Silinip Gitti? Yazar: Josh Jones Çevirmen: Eylül Metin

11

Yazar: David M. Robinson Çeviri: Hüseyin Çelik

Yazar: Alison Gibbons Çevirmen: Alper Kaya

Yazar: Robert McCrum Çevirmen: Buse Çağan

Yazar: Vanessa LoBue Çevirmen: Melike Uzunoğlu

19

İnsanlar Neden Sanat Yapar? Yazar: Nathan H. Lents, Ph.D. Çevirmen: Dilan Derdiyok

Neoliberalizmde Kendi Gaddar Patronunuz Olabilirsiniz Yazar: Meagan Day Çevirmen: Atakan Özsoy

29

13

Herman Melville, Amerikan Edebiyatının Son Büyük Gizemi Şiddet İçerikli Medya ve Çocuklarda Saldırgan Davranış

22

9

Margaret Fuller ve Demokrasinin Gelişi

Postmodernizm Devri Kapandı. Sırada Ne Var?

17

4

27

Gerçek Milenyaller Lütfen Ayağa Kalkabilir Mi? Yazar: Mark Rahman Çevirmen: Merve Havalı


EDİTÖR’DEN | Çeviri Gazetesi

3

Toplumsal hak ve özgürlükler, tarih boyunca insan topluluklarının talepleri ve mücadeleleri ile kazanılmıştır. Baskıya ve eşitsizliğe karşı verilmiş bu mücadeleler dünya medeniyetini ilerleten güç olmuş, insanca yaşama talebi her zaman güncelliğini korumuştur. Tarih boyunca sistematik şiddete, baskıya ve eşitsizliğe maruz bırakılmış kadınların mücadeleleri bunun belki de en güzel örneklerinden biridir. Kadınların mücadelesi sadece kadın haklarıyla sınırlı kalmamış, aksine çoğu zaman yoksulların, işçilerin, sömürge devletlerinin gölgesine hapsedilmiş Amerikalı, Asyalı ve Afrikalı yerlilerin; ötekileştirilen, baskılanan ve sömürülenlerin seslerine de ses katmış, mücadelelerini güçlendirmiş ve özgürlük yolunda yanlarında durmuştur. Kadınların mücadeleyle elde ettikleri haklardan mahrum bırakılmaya çalışıldığı, her gün bir kadının tacize, istismara, şiddete maruz kaldığı ve her ay onlarca kadının katledildiği günümüzde kadınların mücadelesi her zamankinden daha önemli ve değerlidir. Dahası; kadınların mücadelesine gereken önemi vermek, ülkemizin içine çekildiği karanlıktan kurtulmak için de hayatidir. İngiltere’nin yoksul mahallelerinden Güney Afrika gettolarına, Petrograd meydanlarından 8 Mart’ta yüzlerce kadının yürüdüğü Taksim sokaklarına, kadının mücadeledeki yerini anlamak bütün toplumun kurtuluşu için şarttır. İşte bu yüzden, Çeviri Gazetesi’nin elinizdeki sayısında kadınların hak ve özgürlük mücadelelerindeki yerine değinmek istedik. Kadının ve tüm toplumun özgür ve eşit olduğu bir dünya dileğiyle...

Çeviri Gazetesi Yayın Kurulu

İmtiyaz Sahibi: Umut Devrim Çelik Genel Yayın Yönetmeni: Beyza Buldağ Yayın Kurulu: Merve Havalı, Ferhatcan Dumlu, Furkan Mamuk Adres: 19 Mayıs Mah. 19 Mayıs Mah. No:10/B Daire:8 Şişli Baskı: Deren Matbaacılık Ambalaj San. ve Tic. Ltd. Şti. Beylikdüzü OSB Mah. Orkide Cad. No: 9/Z İstanbul

Çeviri Gazetesi


4

Çeviri Gazetesi | Kadınların Hak Mücadelesi

Süfrajetler Sadece Taş Atan Beyaz, OrtaSınıf Kadınlardan İbaret Değildi Yazar: Sarah Jackson Çevirmen: Sena Erkin ‘Tek taraflı anlatım’ın tehlikesi, olan olayı ek- böyle değerlendirdi. sik betimlemesidir. İşçi sınıfı kadınlarının da eşitlik için direnişini unutmamalıyız. İngiliz kadınlarının oy hakkı hareketinde onunki gibi sesler üzücü bir şekilde eksik “Süfrajet Hareketi’ndeki bütün kadınlar üni- kaldı. Uzun bir süredir kadınların oy hakkı versite diploması için mücadele etmiyordu. savaşı Pankhurst Ailesi ve Kadınların SosBizim diploma almak için bir şansımız bile yal Politik Birliği’inin (WSPU) hikayesinden yoktu, bizler işçi kadınlardık ve hepimizin ibaretti. Bu hikayeler şüphesiz ki şaşırtıcı, ne istediğimiz, adaletin ne olduğu ve ne için ilham verici ve önemli fakat bunlardan çok savaştığımız üzerine kendimize özel fikirleri- daha fazlası olduğu dile getirilmeli. Sadece miz vardı.” BBC’ye 1978’de röportaj veren 92 WSPU ile yürüyüşü düzenleyen ve yürüyaşındaki Manchester’lı süfrajet Elizabeth yüşe katılan Asyalı kadınların hikayesinden Dean, olayın görünenden farklı bir yüzünü değil; pasifistler, demokrat Kadın Özgürlüğü gözler önüne sermek için eline geçen fırsatı Birliği (Women’s Freedom League), kuzeyin


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

pamuk değirmenlerindeki sendika aktivistleri, sayısız kırsal topluluklar ve benim en içten yakınlık duyduğum grup; sosyalist Doğu Londra süfrajetlerinden de bahsedilmeli.

yüşlere katılarak kullanan Doğu kesiminden kadınlardan oluşmuştu. Devamındaki yıllarda Londra WSPU’nun batıya yönelimi paralelinde işçi sınıfı çıkışlı asıl destekçi temellerine ilgileri azaldı ve birçok eski üyesi birlikten ‘Tek taraflı anlatımın tehlikesini kimse Chi- ayrıldı. mamanda Ngozi Adichie’nin Afrika ile ilgili muhteşem TED Talk konuşmasından daha Fakat ‘Suffragette’ filminin geçtiği döiyi açıklamamıştır. “Tek taraflı anlatım kli- nemde doğu Londra’da Sylvia Pankhurst, şelere yol açar ve klişelerin sorunu doğru Minnie Lansbury, Melvina Walker ve Julia olmamaları değil; eksik olmalarıdır.” Süfra- Scurr’dan oluşan, gelişen ve artarak bağımjetliğin tek taraflı anlatımı ise taş atan ha- sızlaşan bir süfrajet hareketi vardı. Bu yeni nımefendiler şeklinde. Doğru fakat korkunç Doğu Londra WSPU şubesi oy verme hakbir şekilde eksik. kının ötesinde üyelerini ilgilendiren barınma, maaş ve çalışma koşulları gibi birçok konu Şaşırtıcı olmayan bir şekilde yeni film ‘Suf- ile uğraşıyordu. İrlanda bağımsızlık hareketi fragette’ tam olarak bu anlatım üzerinden gibi başka gruplarla da ortak platformlarda ilerliyor. Filmin bariz tanıtım kampanyalarının da filme pek bir yardımı dokunmadı. Ama yapımcıların hikayeyi genç ve işçi bir kadın (kurgu bir karakter olan Maud Watts) üzerinden anlatma kararı ileriye atılmış bir adım konumunda. İşçi kadınların aktivistliği 1900’lerin başındaki Süfrajet Hareketinin oluşmasında öncü bir hareket oldu. İşçi Hareketi’nin kadın haklarını savunma konusundaki eksikliği, daha iyi ödenek ve çalışma koşulları ile beraber politik temsil için kurulan kadın sendikalarının oluşmasına sebep oldu. WSPU’nun 1903’te Manchester’da kurulmasındaki temel kıvılcımlardan biri ise 1901’de kuzey batıdaki tekstil sektöründe çalışan 30.000 işçi kadın tarafından imzalanan bir dilekçeydi. Londra’nın ilk WSPU şubesi Canning Town rıhtımlarında Yorkshire’lı bir pamuk değirmeni işçisi olan Annie Kenney ve yerli aktivist Minnie Baldock tarafından 1906 yılında kuruldu. Bundan sonraki yıllarda düzenlenen yürüyüşlerin çoğunluğu, birçoğu tek izin günlerini Westminister’a olan yürü-

buluşuyorlardı. Başka olaylara “çok karıştıklarından” ve “işçi sınıfı kadınının hareketinin bir değeri olmadığından” 1914 ocak ayında Christabel ve Emmeline Pankhurst tarafından WSPU’dan resmi olarak kovuldular. WSPU’nun zorba tutumundan kurtulmalarından sonra yeni Doğu Londra Süfrajetler Federasyonu ortaya çıktı. Erkeklerin hakkını da içeren eşitlik amaçlı yeni bir kitle hareketi inşa ettiler. Kirasının üç hafta gerisinde olan ve haftada 25 şilin ile ailesini geçindirmeye

5


6

Çeviri Gazetesi | Kadınların Hak Mücadelesi

çalışan bir kadın için hapiste geçen zaman çok pahalıya patlayacağından bireysel kahramanlıklardan ziyade çoklu lobiciliğe ve kitlesel hareketliliğe odaklı yeni taktikler benimsediler. Kadınlar için sosyal merkezler oluşturdular ve kadınların sendika aktiviziminden günlük hayatlarına kadar ilk elden kayıtlardan oluşan The Woman’s Dreadnought adlı bir gazete kurdular. İsteyenler için kitle önünde konuşma dersleri verdiler ve bütün üyelerini toplantı ve buluşmalarda konuşmaya, politik tartışmalara katılmaya teşvik ettiler. Savaş zamanında halk mutfakları, çocuk sağlık merkezi, bakımevi ve hatta kooperatif oyuncak fabrikası kurdular. Tabii ki protestolarına da devam ettiler.

bağlamak için çalışmışlardı. Birçoğu için oy vermenin öneminin ödenekleri ve çalışma koşullarını iyileştirmeyi, düzgün barınmayı, kendi vücutlarının kontrolünü elinde tutmayı ve çocuklarının sağlığını korumayı sağlayan ilerletici ivme olduğunun farkındalardı. Üyelerinin yüz yüze geldiği spesifik zorluklara çözüm bulmak için de ellerini taşın altına soktular. Çocuk bakımı yardımı sunarak, Çay Fonu (Tea Fund) ya da Clarion Van’ı* kurarak kadınları cinsiyetleri ve sınıfları arasında bir seçim yapmaya zorlamamaya çabaladılar. Bu kapsayıcı ve ikisi arasında kesişimci yaklaşım işçi kadınların sadece harekete katılmalarına değil hareketi şekillendirip öncülük etmelerine de olanak sağladı. Şimdi, bu kadınların da hikayesini anlatma zamanı.

Suffragette filminin bir devamı olsaydı, aca*Sisters Uncut = bir İngiliz aktivist kaba Maud’u Braumley süfrajet kantininde dın grubu çay servisi yaparken görebilir miydik? Ben *Calrion Van = 1914’te kurulan sosyagörebileceğimizi düşünüyorum. Tek taraflı list İngiliz gazetesi anlatıma meydan okumak için işçi kadınların ve kenar boşluklarına itilmiş diğerlerinin katkılarını kutlamak önemli. Olay sadece KAYNAKÇA adaletli olmakla değil; direnişin kendisiyle, şu anda da dışlanan aynı sınıflara “ah, ama bu işler hep böyle,” ya da “bunlar her zaman böyle olmuştur,” dendiğinde daha rahat karşı argümanda bulunabilmeleriyle de alakalı. Sisters Uncut’ın* Suffragette ön gösterimindeki yıkıcı ve doğrudan eylemleri, onların çabası ve bizimkisi arasındaki devamlılığı ve rahata kaçmanın yüceltilmemesi gerektiğini hatırlatma rolü oynadı. Onların hikayelerinin kaybı bizim de kaybımız çünkü bu hikayeler bugünün aktivistleri için ders niteliğindeler. Doğu bölgesindeki süfrajetler ve kuzey-batıdakiler, işçi kadınların gündelik gerçeğini ilk elden biliyorlardı ve bireysel zorlukları yapısal eşitsizliğe


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

Rus Devrimi’ni Başlatan Kadın Yürüyüşü Yazar: Orlando Figes Çevirmen: Sedanur Yartaşı

8 Mart 1917’de Petrograd’daki Dünya Kadın- yanların, askerlerin ailelerinin yiyecek payını lar Günü gösterisi Çar’ın devrilmesine öncü- artırın.” lük etti. Gösteride bulunanlar çeşitlilik sergiliyordu. Rus Devrimi’nin ilk günü (8 Mart, eski Rus Vali A.P. Balk, göstericilerin “üst sınıflara takviminde 23 Şubat) sosyalist takvimde mensup kadınlar, çok daha fazla sayıda köyönem taşıyan Dünya Kadınlar Günü’ydü. lü kadın, kız öğrenciler ve önceki gösterile1917’de o gün öğle saatlerinde çoğunluğu re kıyasla, pek az işçi”den oluştuğunu ifade kadınlardan oluşan on binlerce insan Rusya etti. Devrim erkek işçiler tarafından değil, başkenti Petrograd’ın merkezinde bulunan kadınlar tarafından başlatılmıştı. Nevski Bulvarı’nda toplanmıştı ve pankartlar ortaya çıkmaya başladı. Öğleden sonra, şehrin Vyborg yakasındaki kadın tekstil işçilerinin ekmek kıtlığını proPankartlardaki sloganlar vatansever nitelik testo etmek için greve çıkması ile durum taşımakla beraber, değişim için güçlü talep- değişmeye başladı. Onlara katılan erkeklerde bulunuyordu: “Vatan savunucularının lerle birlikte, “ekmek!” ve “kahrolsun Çar!” çocuklarını doyurun” diyordu biri; bir diğe- sloganlarının yükseldiği Nevski Bulvarı’nı riyse “Özgürlüğü ve halkın huzurunu koru- doldurdular. Öğleden sonrayı takip eden

7


8

Çeviri Gazetesi | Kadınların Hak Mücadelesi

saatlerde 100,000 işçi greve çıkmıştı; işçiler Vyborg yakasını şehir merkezine bağlayan Liteiny Köprüsü’nden geçmeye çalışırken polisle arbedeler yaşanıyordu. İşçilerin çoğunluğu polis tarafından dağıtılmıştı, fakat birkaç bini (-5 C°de yapması riskli olan bir şeye kalkışarak) donmuş haldeki Neva Nehri’ni geçmiş ve bazıları, çatışmaların doğurduğu öfkeyle, Nevski’ye giden yol üzerindeki dükkanları yağmalamaya başlamıştı. Balk’ın Kazakları Nevski’deki kalabalığı dağıtmakta zorlandı. Göstericilerin üzerine gidiyor, ancak aniden durup geri çekiliyorlardı. Daha sonra anlaşıldığı üzere bunların çoğu, kalabalıklarla başa çıkma konusunda deneyimsiz olan genç yedeklerdi. Yedek güçlere, dikkatsizlik sonucu, Kazakların sivil kalabalıkları dağıtmak için kullandıkları kamçılar verilmemişti. Bu zaaf sonraki günlerde daha fazla sayıda işçiyi dışarı çıkmaya teşvik etti. 24 Şubat’ta 150,000 kadar işçi sokaklara dökülmüştü. Sanayi bölgelerinden yürüyüşe başlayarak, köprüleri geçtiler ve Nevski’yi işgal ettiler; dükkanları yağmalıyor, tramvay vagonlarını ve at arabalarını deviriyorlardı. Köprülerde polis ve Kazaklarla çatışmaya giriliyordu. İkindi saatlerinde Nevski Bulvarı’ndaki topluluk öğrenciler, esnaflar, ofis çalışanları ve izleyicilerle birlikte genişlemişti. Balk, bunu “sıradan insanlardan oluşan bir kitle” olarak tanımladı. Tarihçiler uzun süre bu gösterilerin kendiliğinden mi yoksa devrimcilerin düzenlemesiyle mi gerçekleştiğini tartıştı. Şahsi görüşüm ise şu yönde: Gösteriler organize olmaktan ziyade kendiliğinden gelişmişti, ancak kitleler talimatları bağıran isimsiz üyeler aracılığıyla olmak üzere kendi içlerinde bir organizasyona sahipti. Diğer yandan

Petrograd’ın -köprüler, Nevski, Znamenskaya Meydanı, Taurida Sarayı ya da Duma makamı ile tanımlanmış- siyasi topografyası da kitlelerin hareketlerini belirlemişti. 24 Şubat günü öğlen gerçekleşen geniş çapta bir toplanma ile Znamenskaya Meydanı ilgi odağı haline geldi. Devrim konuşmacıları, III. Aleksandr’ın devasa boyuttaki atlı heykelini -sarsılmaz otokrasinin sembolü, popüler adıyla “Hipopotam”ı- zapt ettiler ve konuşmaları oradan yaparak, monarşinin çöküşü için çağrıda bulundular. Bu muazzam kalabalığın içinde çok az kişi onları duyabiliyordu ama önemli değildi; insanlar ne duymak istediklerini biliyorlardı ve ifade özgürlüğünün -polisin gözü önünde- eyleme döküldüğünü salt görmek, bir “devrimin” gerçekleşmekte olduğunu doğrulamak için yeterliydi. O akşamın ilerleyen vakitlerinde, kitleler nihayet dağıtıldıktan sonra polis, heykelin tabanına kazınmış “Hipopotam” kelimesini buldu. Orlando Figes, A People’s Tragedy: The Russian Revolution kitabının yazarı. Kitabın devrimin yüzüncü yılı anısına basılmış yeni bir baskısı mevcut.

KAYNAKÇA


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

Maria Anna Mozart Da Kardeşi Gibi Müzikal Bir Dehaydı, Peki Tarihten Neden Silinip Gitti? Yazar: Josh Jones Çevirmen: Eylül Metin İnsanlar neden özellikle siyahi tarihi, queer tarihi veya kadın tarihi hakkında inceleme yaptığımızı sorduğunda; tarihi araştırma yapan çoğu kişi için bu soruyu ciddiye almak zor olabilir. Fakat işin aslı böyle sorular alternatif veya “revizyonist” tarihin varlığını göstermektedir. Tarih hakkında bize söylenmeyeni -en azından bilim insanlarının yaptığı tarzda araştırmalar yapmadıkçabilemeyiz. Virginia Woolf’un trajik ama kurgusal Shakespeare’in kız kardeşi hikâyesi haricinde, kültürel eleştirmenler tarafından ötekileştirme ve baskı hakkında yapılan iddialar kurguya dayalı değildir. Bu iddialarda bahsedilen, gittikçe yaygın kültür tarafından göz ardı edilen veya dışarıda bırakılan bireyler en sonunda tarihten silinmişlerdir.

lamasından önce Nannerl lakaplı büyük kız kardeşi Maria Anna Mozart, çoktan kendi dehasını kanıtlamıştı. İkili çocukluğunda Avrupa’yı birlikte turladı – Nannerl Londra’da kaldığı 18 ay boyunca kardeşiyle birlikteydi. “Nannerl’i öven modern incelemeler var,” diye bahsetti Sylvia Milo, “ve hatta ilk duyulan oydu”. Örneğin 1763’te yazılan bir inceleme, genç Wolfgang hakkında yazılanlardan ayırt edilemez gibi geliyor. “En büyük bestecilerin en zor sonatlarını ve konçertolarını klavsen veya piyanoda hassaslıkla, muhteşem bir akışla ve kusursuz bir üslupla icra edebilen 11 yaşında bir kız düşünün. Bu, birçoğu için bir şaşkınlık kaynağıydı.”

Hayatı hakkında Shakespeare’inkinden çok daha fazla bilgimiz olan bir başka büyük Avrupalı figürün kardeşi, bunun gibi olağan dışı On sekizinci yüzyılın klasik izleyicileri ilk başbir olayda yer alıyor. Wolfgang Amadeus ta Wolfgang’ı “wunderkinder” erkek-kız karMozart’ın ilk bestelerini bestelemeye baş- deş ikilisinin bir parçası olarak tanıdı [Ç.N:

9


10

Çeviri Gazetesi | Kadınların Hak Mücadelesi

“wunderkinder” nispeten gençken büyük başarı elde eden kişiler için kullanılan Almanca bir kelimedir.] Ama bu ikilinin kız kardeş tarafı zamanla unutuldu. Bir Hollywood uyarlaması olan Milos Forman’ın Amadeus filminde Nannerl işlenmemiştir bile ve dahası, akademik ve klasik dünyada şimdilerde yeni yeni ortaya çıkmaya başlamıştır. “Bir kemancı olmaya çalışarak büyüdüm” diye bahsetmiştir Sylvia Milo. “Ne müzik tarihi bilgimde, ne de repertuvarımda kadın bestekârlar vardı.” “Örgülü saçlarımla keman öğretmenim tarafından “küçük Mozart” diye çağırılırdım ama o Wolfi’yi kastediyordu. Daha önce hiç Amadeus’un bir kız kardeşi olduğunu duymamıştım. Aile portresini görene kadar Nannerl Mozart diye birinin varlığından haberim olmamıştı.” Üstteki portrede Nannerl ve Wolfgang, hemen yanında babaları Leopold ile klavsende oturuyor. Ön planda Nannerl, küçük oval yüzünü kaplayan devasa kabarık saçıyla duruyor. Ağabeyine saç modelinden bahsederken, tipik olarak eğlenceli bir ilişki içinde “Başımda bir dikme ile yazıyorum ve saçlarımı yakmaktan çok korkuyorum.” diye yazdı. Nannerl’i keşfettikten sonra Milo, modern hikâyeleri ve kişisel mektupları okurken tarihi arşivleri yığdı. Bu araştırma, son dört yıldır eleştirmenlerin beğenisine sunulan bir kadın oyunu olan The Other Mozart’ı doğurdu. Milo, Guardian’daki denemesinde Nannerl’in kaderini şöyle anlatıyor: 18 yaşına geldiğinde “Salzberg’de geride kaldı”. Küçük bir kız performans gösterebilir ve turneye çıkabilir fakat bunu yapan bir kadın itibarını riske atmıştı. Babası, Avrupa salonlarındaki bir sonraki yolculuklarında yanına sadece Wolfgang’ı almıştı. Nannerl

bir daha asla geziye gitmedi. Müzik yaptığını biliyoruz. Wolfgang ona yazdığı mektubunda bir bestesine “güzel” diyerek övgüde bulundu. Ancak Nannerl’in müziğinin hiçbiri sağ kalmadı. Belki bir gün bulacağız, diyor Milo. Aslında, Avusturalyalı bir araştırmacı, Wolfgang’ın bir zamanlar pratik için yazdığı kompozisyonlarında Nannerl’in “müzikal el yazısını” bulduğunu iddia ediyor. Diğer bilim insanları, Mozart’ın ondan beş yıl daha kıdemli olan kız kardeşinin kesinlikle Mozart’ın eserlerinde biraz etkisinin olmuş olabileceğini düşünüyorlar. “Hiçbir müzisyen sanatını boşlukta geliştirmez.” diyor müzik sosyoloğu Stevan Jackson. “Müzisyenler, diğer müzisyenleri tıpkı resmi veya gayri resmi bir çırak olup izleyerek öğrenir.” Soru akademik bir konu olarak kalabilir ancak Nannerl’in yaşamı sadece Milo’nun oyununda değil, Mozart’s Sister başlığında yazılmış olan birçok romanda ve ayrıca René Féret’in yönettiği ve kızının başrolde oynadığı Mozart’s Sister adlı 2011 yapım filminde de popüler bir ilgi olayı haline geldi. Yukarıdaki fragman, tüm eğlencelerde olması gerektiği gibi gerçekleri bildiğimiz ya da bilmediğimiz haliyle bazı özgürlükleri kucaklayan çok duygusal bir parça drama vaat ediyor ve tıpkı Milo’nun oyunu gibi en azından birkaç yüzyıl boyunca görünmez hale getirilmiş olan ve gerçekten hayal kırıklığına uğrayan tarihsel bir figür canlandırılıyor [söz konusu fragmana kaynak linkinden ulaşabilirsiniz, ed.]

KAYNAKÇA


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

11

Margaret Fuller ve Demokrasinin Gelişi Yazar: David M. Robinson Çeviri: Hüseyin Çelik “30 Nisan’dan beri neredeyse her gün hastanelere gidiyorum” diyor Margaret Fuller, arkadaşı Ralph Waldo Emerson’a yazdığı 10 Haziran 1849 tarihli bir mektubunda. “Acı çekmiş olsam bile önceden kurşun yaraları ve bu yaralara bağlı ateş çıkmasının ne kadar korkunç olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Orada insanlarla birlikte olmaktan büyük bir zevk duydum; asil bir ruhun etkileyemeyeceği az sayıda insan olsa gerek”. Fuller’in tedavi ettiği asil insanlar 1848’de bağımsız ve demokratik Roma’yı ilan etmek için ayaklanmış İtalyanlardı. Fakat Fransız birliklerinin saldırıları altında onlar, Giuseppe Garibaldi’nin kalan askerleriyle Roma’yı terk etmesiyle ve Giuseppe Mazzini’nin sürgüne kaçmasıyla yakında yeni cumhuriyetlerinin çöküşüne tanık olacaklardı. Fuller da eşi Giovanni Angelo Ossoli ve oğlu Angelino ile birlikte Roma’dan kaçmıştı; maalesef Amerika’ya 1850’de genç ailesi ile geri dönerken

gemi kazasında ölecekti. Fuller hiçbir zaman evine geri dönmedi, ancak gerçek yuvasını hep onu bekliyormuş gibi görünen şehri, Roma’yı benimsediğinde buldu. Fuller İtalya’nın bağımsızlığını savunan o büyük sesle, Mazzini’yle, onunla arkadaşlığının ve yazışmalarının başladığı Londra’da tanıştı. Onu, uzun süredir beklediği Avrupa gezisinde tanıştığı çok sayıda düşünür ve sanatçıların en çetini olarak gördü. “Mazzini sadece bir kahraman, cesur ve sadık biri değil aynı zamanda çok zeki biriydi.” diye yazıyordu Fuller. 1847’de oraya vardığında Fuller’in karşılaştığı İtalya, Mazzini’nin savunduğu eşitlikçi değerlere çaresizce ulaşmaya çalışan, kargaşa içinde bir toplumdu. Fuller, aynı değerlerin kendi ülkesinde de tehdit altında olduğuna inanıyordu. İtalya’dan Amerika’ya baktığında, “köleliğin korkunç kanseriyle” ve Meksika ile olan


12

Çeviri Gazetesi | Kadınların Hak Mücadelesi

“acımasız bir savaşla” lanetlenmiş bir halk görüyordu. “İtalya’nın özgürleşmesine karşı argümanların aynılarını bizim siyahilerin özgürlüğüne karşı da duymuştum; Polonya’nın yağmalanmasını savunan görüşlerin aynılarını Meksika’nın fethini destekleyen sözlerde de duymuş olduğum gibi.” diye devam etti Fuller. O, Amerikan okuyucularını İtalya’yı, Amerikan cumhuriyetini kuran ilkeler üzerinden kendini yeniden oluşturmaya çalışan, filizlenmekte olan bir demokrasi olarak yorumlamaya yöneltiyordu. Fuller genelde demokratik bir teorisyen olarak görülmez ancak onun 19. Yüzyılda Kadın isimli en bilindik eseri, demokratik ilkelerin kadın hakları alanına yönelik büyük bir uygulamadır. Kadın ve erkekleri “erkekler kadar kadınlara da iç ve dış özgürlüğün sağlanacağı ve bunun verilmiş bir ödün olarak değil; bir hak olarak görüleceği” güne daha çabuk erişmeye teşvik ederdi. Onun bu davası, sadece dışlanma ve ayrımcılıkla kişisel olarak karşılaşmasından değil; aynı zamanda Boston’da kadınlar için düzenlediği, reformcu deneyüstücülük akımındaki en yenilikçi projelerden biri olan “yıllık sohbetler” dizisinden de kaynaklanmaktaydı. Fuller, edebi bir deha olarak artan nüfuzunu -Amerika’da önde gelen bir Goethe uzmanıydıkadınların destekleyici bir topluluk içinde açıkça konuşabileceği bir forum oluşturmak için kullanmaktaydı. Tarih, edebiyat ve mitoloji üzerindeki izlenimleri ve görüşleri paylaşmanın, derin bir öz farkındalığın oluşmasını etkileyebileceğine inanıyordu Fuller. Kadınlar daha sonra “Biz ne yapmak için doğduk? Bunu nasıl yapmalıyız?” gibi sorular sorabileceklerdi. Bu sorular da elbette eşitlik tartışmalarına öncülük edecekti… 1884’te bu kaygılarını New York Tribune’da bir köşe yazarı olarak

yeni bir boyuta taşıyan Fuller, bir yandan nefesini kesen öte yandan da canını sıkan yeni bir Amerika ile karşılaştı. Sanat ve kültür üzerine yazıyordu ancak aynı zamanda şehrin zulüm ve adaletsizliklerini ortaya çıkaran toplumsal sorunları da ele alıyordu. New York’un utanç verici hapishanelerini kınıyordu ve akıl hastaneleri reformuna, akıl hastaları için daha eğitimli bir tedaviye olan ihtiyacı ısrarla dile getirmekteydi. Fuller düşünsel bağlamda bir New York gazetecisi olarak yükseldi ancak İtalya’nın ilerleme için devrimci mücadelesindeki siyaseten gergin ortam, onun en derin ve en radikal içgüdülerini ortaya çıkardı. Yaralı askerlerde gördüğü asalet Fuller’i tamamen etkilemişti. Bu kahramanlar, Fuller’in nihayetinde bir gün erişileceğine inandığı adil ve eşitlikçi dünyanın gerçek işaretleriydi. “Burada ve diğer her yerde gerçekleşecek olan sonraki devrim, kökten bir değişim getirecek” diye duyurdu Fuller, 1850’de. “Yeni Dönem artık bir embriyo değil; doğdu, yürümeye başlıyor, bu yılın ta kendisi onun ilk devasa adımlarına şahit oluyor ve artık belirgin özellikleri konusunda hataya düşemez.”

KAYNAKÇA


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

13

Postmodernizm Devri Kapandı Sırada Ne Var? Yazar: Alison Gibbons Çevirmen: Alper Kaya 1980’lerin sonlarından bu yana romancılar, sanatçılar, eleştirmenler ve sanat tarihçileri postmodernizmin yok oluşunu öngörmüşlerdir. Linda Hutcheon, The Politics of Postmodernism‘in ikinci baskısında (2002) “postmodernizm bitti” demiştir. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan ve 1990’lar ve sonrasında ivme kazanan çağdaş dönemin genellikle , farklı bir yoğunluğa sahip olduğu söylenir ve bu nedenle, Ben Lerner’in 22.04 romanında betimlenen bir anı hatırlatır, “dünya kendini yeniden şekillendiriyor”. Postmodernizm çeşitli şekillerde yorumlanmış ve bu sebepten de başlangıçta neyden oluştuğu üzerine kesin bir görüş birliği de bulunmamaktadır. Fredric Jameson; Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı adlı kitabında postmodernizmi tarihselliğin yitirilişi, anlam ve derinliğin eksilişi ve azalan duygusal etkinin azalışı olarak

betimlerken, Brian Mchale Posmodernist Fiction (1987) adlı kitabında postmodernizmin, ontolojik büyüsüyle tanımlandığını ileri sürmüştür. Bir arada ele alındığında, postmodernizm esasında, hem gerçek dünya hem de kurgunun sadakati ve temsili etkisi açısından gerçeğin sorgulanmasına dahil olmaktır. Bununla birlikte, bir zamanlar postmodernizmin itici güçleri şu anda söz konusu değildir. Postmodernizm, din, ilerleme kavramı ve tarihin kendisi gibi ana söylemleri reddetmiştir. Angela Carter’ın kurgusu, özellikle de Kanlı Oda tipik postmodernist etkinin açık bir örneğini sergilemektedir: öyle ki, geleneksel peri masallarını toplumsal cinsiyet, cinsellik ve kadın öznelliklerine dair büyük anlatıları yıkarak yeniden yazar. Buna karşın; günümüzün kültürel ikliminde, tarih ve ark-postmodernistlerin hoşnut olmayacağı mitik anlam yaratımının yeniden canlanışı


14

Çeviri Gazetesi | Edebiyat

arasında yenilenmiş bir ilişki görülmektedir. Örneğin; Ruth Ozeki’nin A Tale for the Time Being (2013) adlı kitabı birbirine bağlı tarihleri ilişkilendirir – İkinci Dünya Savaşı Japon Kamikaze pilotu, 2011 Japonya Tōhoku Depremi ve Tsunami anlatıları sayılabilir, hem fikirlerin tarihinde hem de tarihin bağlamında Zen Budizminin ilkeleri ışığında düşünce tarihini bağlamsallaştırması da örnek sayılabilir. Postmodernizm, Paul Auster gibi kendi romanlarının kurgu evrenlerinde kendini gösteren yazarlar ya da Julio Cortázar’ın “Bütün Parklar Uç Uca” adlı kısa öyküsünde olduğu gibi, temsil seviyelerinin ötesinde gerçekleşen saklı hikayeyi bulabilmek için kendi hikayelerini okuyan karakterler ile gerçekliği sonsuz dil oyunlarına çevirmiştir. İlk bakışta, David Shields’ın Gerçeklik Açlığı: Bir Manifesto (2010) adlı kitabında da savunduğu üzere günümüz yazarları kurgu ve gerçek arasındaki ince çizgiyi benzer bir belirsizleştirme yönelimi göstermektedir. Yine de, tıpkı Ben Lerner’ın 22.04 romanında olduğu gibi yazarlar ya da diğer gerçek unsurlar şu anda kurgu da görünmektedir – öyle ki; bu unsurların varlığı metnin yapaylığını vurgulamaktan ziyade realizmi vurgulamayı amaçlamaktadır. Gerçekten de, postmodernizmin tarafsızlığı yerine, anti-antromorfizmi olan realizm bir kez daha popülerlik kazanmıştır. Dahası, yazarlar, küreselleşen dünyada insan olarak birbirimize bağlılığımızla ve kendi yansımalarımız olan kurgusal karakterler ile bizlerin ilişkiselliği konusunda ısrarcı davrandığından duygular edebi kurguda bir kez daha kilit rol oynamaktadır.

bi evren kendini yeniden şekillendiriyor. Bu süreç hala devam etmektedir ve kesin surette güncel olarak ele alınmalıdır. Durumu anlamak için bir takım sorular sormalıyız. Sorulması gereken ilk ve en önemli soru ise “Postmodernizm devri kapandı mı?” Ardından hemen sorulması gereken soru ise “Gerçekten öyleyse, ne zaman?” Christian Moraru, Josh Toth, Neil Brooks, Robin van den Akker ve Timotheus Vermeulen gibi eleştirmenler sürekli Berlin Duvarı’nın yıkılışına, milenyuma, 11 Eylül Saldırılarına, sözde “Terörle Mücadeleye” ve Ortadoğu’daki savaşlara, mali kriz ve takip eden küresel devrimlere dikkat çekmektedir. Birlikte ele alındığında, bu olaylar, küresel kapitalizmin bir girişim olarak başarısızlığını ve eşitsizliğini gösterirken, neo-liberal postmodernite projesi ve son zamanlardaki aşırı siyasi sol ve aşırı sağ ayrımı üzerine bir hayal kırıklığına yol açıyor. Bu olayların birikerek çoğaşan etkisi – ve beraberindeki yirmi dört saatlik haberlerin yol açtığı aşırı endişe – Batı dünyasının daha güvencesiz ve istikrarsız bir yer gibi hissetmesine sebep oldu ki artık bu duruma güvenliğimiz veya geleceğimiz açısından kayıtsız kalamayız.

Oxford Sözlüklerinin, politik olarak harmanlanmış “gerçek ötesi”ni 2016 yılının kelimesi seçmesinin isabet olduğunu düşünüyorum. Özellikle mevcut siyasi iklimle (Trump, Brexit, genel olarak kişilik siyaseti) ilişkili sözcüğün durmadan tekrarlanması, gerçeklik kavramına yönelik çağdaş tutumların simgesidir. Devam eden radikal kültürel değişimleri düşünmemize yardımcı olabilir. Modernizm nihayetinde belirli evrensel gerçekleri destekleyen bir ütopyacılık üzerine Öyle görünüyor ki, yeni bir baskın kültürel kurulmuşken, postmodernizm de tümüyle mantık ortaya çıkıyor; dünya ya da ede- hakikat kavramını reddetmiş ve yıkmıştır.


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

“Post-” öneki paradoksal olarak, postmodernizmin reddetmeyi amaçladığı kavrama daha da odaklanmasına sebep olur. Dolayısıyla, kelimenin iki ögesi, şu anki durum için bir tür mecaz-ı mürsel oluşturur; “post”, kalıcı bir postmodernist güvensizliği yansıtırken, “gerçek” önemli bir mihenk taşı olarak kalmaktadır. Bu yeni kültür mantığının, iktidardaki inanç sistemindeki bu değişim için birçok kavram var, bir kaçı: altermodernizm, kozmodernizm, dijimodernizm, metamodernizm, performatizm, post-dijital, post-humanizm ve kullanışsız bir kelime olan post-postmodernizm. Bu kavramsallaştırmalar arasında yakınlıklar ve uzaklıklar bulunmaktadır; rekabet ettikleri kadar birbirlerini de tamamlarlar. Durum böyle olsa da, bu oluşumlar arasındaki tutarlılık, modernist ve postmodernist uygulamarın mirası ve iyileştirilmiş etik bir bilinçtir. Lerner’in 22.04’ü bir örnek ortaya koyar. Bölümlerden birinde, anlatıcı Ben, Park Slope Food Kooperatifi’nde aylık vardiyasını bitirmiştir.Kooperatifin bir çok üyesi gibi Ben de, eş zamanlı olarak çevre dostu, anti-kapitalist dünya görüşünden gurur duyan bir tutum sergilemekte ve çalışma hayatındaki kapsamlı seyahat planlarını yerine getirme konusundaki esnekliğini hor görmekteydi. Diğer bir üye, Noor, kurutulmuş mangoları paketlerken, babası olduğunu düşündüğü kişiyle biyolojik bağlantısı olmadığını belirtir. Bu, özellikle kendi Arap-Amerikan kimliği babasının Lübnan asıllı olması üzerine kurulu olduğundan Noor’un benlik duygusu üzerinde büyük bir etki yaratır.

15

işaretleriyle bölünür. Anlatıcı, dolaylı cümleler ve “tam bu kelimelerle olmasada, Noor dedi ki” gibi anlatı müdahaleleriyle sürekli olarak ara söylemlerde bulunur. Öyküleri bir başka öykü içerisinde çerçeveleyen ve öne çıkaran aygıt postmoderndir fakat yalnızca öz-düşünümsel bir etki olduğunu değil aynı zamanda da anılarımızdaki hikâyelerin, kendimiz ve başkalarıyla olan ilişkilerimize dair anlatıların yorumsal işlevini de sergiler. Ben’in mangolardan uzaklaşmasının anlatımında da bir bölünme vardır. Ben, Noor’un hikayesinin nasıl sona erdiğini henüz bilmeden hikayenin, yanlış bir şekilde, İslamofobi ile ilgili olduğu sonucuna varır. Lerner’in anlatıcısının vardığı bu ahlakçı ve kusurlu yargı, yaygın Batı toplumsal ikiyüzlülüğünün simgesi olarak görülmekte ve okurların, karakteri yazarın metinsel vekili olarak yorumlaması beklendiğinden yargıyı daha da etkili kılmaktadır. Ve yine, postmodern meta-metinsellik gibi görününen – ki bu da yazarın kurgudaki karakteridir – postmodern etki için kullanılmaz. Genel postmodern görünüşü, kurgudaki varlıklarının ontolojik imkansızlığı ile birlikte yazarları dilsel bir işarete indirgemiştir. Bunun aksine, Lerner’in yazarı tam olarak merkezde bulunmaktadır.

Daha sonra Noor’un öyküsü üzerine düşünen Ben, keşke “kendini bilmez bir kooperatif zırvası gibi görünmeden” onu rahatlatmanın bir yolu olmasını diler. Ben, kendi duygularını şöyle aktarıyor: “ bireyliğe ayrışan kişiliğim öyle soyut ki, bana ait her bir adeta Noor’a aitti, dünya kurgusu onun etrafında yeniden şekilleniyor”. 22.04’de etikle derinlemesine bağlantılı olarak tasarlanan bu yeniden şekillenme, insan öznelliği ekseNoor’un hikayesinin yoğun kişisel ve etki- ninde dönüyor. leyici doğasına rağmen, hikaye noktalama


16

Çeviri Gazetesi | Edebiyat

22.04, postmodern olanın ötesindeki bir duyguyu ifade eden çağdaş kurgunun sadece bir örneğidir. Otobiyografiyi kurmacayla bütünleştiren ve sözde anı yazını türünün popülerleşmesi ile birlikte gelişen bir tür olan otokurgu olarak sınıflandırılabilir. Bu tür, öznenin parçalanması ve olgusal-kurmaca ontolojik sınırın bulanıklaşmasına odaklandığından başta tamamen postmodern görünebilir. Oysa çağdaş otokurgular, benliği bir oyun olarak değil, bir metnin gerçekliğini artırmak ve kişisel yaşamın sosyolojik ve fenomenolojik boyutlarını ele almak için hikayeleştirirler. Édouard Louis’nin The End of Eddy (2017) kitabında, yazarın Kuzey Fransa’daki küçük bir işçi sınıfı köyünde yaşayan kadınsı bir genç erkek olarak kendi deneyimlerini bir kurgu çalışmasıyla detaylandırması buna yerinde bir örnektir. Tarihsel kurgunun popülerliği, gerçekçiliğin yeniden canlanması ve kurgunun görsel & dijital kültürle artan ilişkisi gibi diğer yeni edebi eğilimler de bu değişimin birer simgesidir. David Foster Wallace sık sık ironik postmodern popüler kültüre başkaldırı çağrısına bulunan bir edebi şahsiyet olarak sık sık alıntılanırken, aralarında Ben Lerner ve aynı zamanda Jennifer Egan, Dave Eggers, Joshua Ferris, Jonathan Franzen, Sheila Heti, Kazuo Ishiguro, Ruth Ozeki, Ali Smith, Zadie Smith ve Adam Thirlwell gibi diğer pek çok çağdaş yazar da bu duruma tepkili gözüküyor. Örneğin Thirlwell’in Kapow! (2012) adlı eseri Arap Baharı’nı Fransız Devrimi’yle karşılaştırarak tarihselliğini ve önemini sorgular. Süreç içinde, öz-bilince sahip anlatıcı, yüksek ve alt kültürel referansları harmanlar, medyanın dünya olaylarını haberleştirmesini vurgular ve kendi Arap romanını yazmasının uygun olup olmadığını düşünür.

Aynı zamanda, kültürümüz, önceki nesil yazarların kullandığı temaların ve taşıdıkları endişelerin çoğunu da sürdürmektedir; yeni olanın yolunu açmak için eskiyi temizleyen radikal bir edebiyata dair izler görülmekte. Postmodernizm, bazı eleştirmenlerin iddia ettiği gibi tamamen sona ermiş olmasa da gerilemede olduğu görülüyor. Postmodernizmin aygıtları o kadar yaygınlaştı ki ana akım, ticari ve popüler kültürün içine işledi. Postmodernizm, biraz da piyasadaki aşırı doygunluk sebebiyle, değerini kaybetmiştir. Ve postmodernizmin oyunbazlığı ve gösterişinin sona ermesiyle, gerçek dünya problemleri ile ciddi oranda iç içe geçmiş bir edebiyat yaratmak için daha iyi bir konumdayız. Bu yeni edebiyat, iyi niyetle, göz yummanın kolay olduğu karmaşık ve sürekli değişen krizleri -ırksal eşitsizliğin, kapitalizmin ve iklim değişikliğinin krizleri- inceleyebilir.

KAYNAKÇA


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

17

Herman Melville, Amerikan Edebiyatının Son Büyük Gizemi Yazar: Robert McCrum Çevirmen: Buse Çağan

“Yeni bir kurgu anlatım, Moby Dick’in yaratıcısının karanlık sırlarını çözmeye çalışıyor.” 5 Ağustos 1850’de yazarların ve yayıncılardan oluşan şamatalı bir ekip Massachusetts’teki Anıt Dağı’na [Monument Mountain] tırmandı. Bu, Lake Bölgesindeki bir yürüyüşün Amerikalı eşdeğeri sayılır. Bu ünlü gezinin edebiyatçıları arasında çağdaş bir sansayson olan Kırmızı Leke’nin yazarı 46 yaşındaki Nathaniel Hawthorne ve başarılı bir çıkışın ardından genç yaşta güney denizlerindeki bir balina avcısı hakkındaki bir hikâyeyi bitirmekte zorlanan Herman Melville yer alıyordu.

31 yaşındaki Melville, Hawthorne ile daha önce tanışmamıştı. Ama açık hava eğlencesinin, bir miktar Heidsieck şampanyasının, birkaç doğaçlama kadeh topkuşturmanın ve ani yağan bir sağanağın ardından genç adam, hakkında “Ruhuma çimenli tohumlar bıraktı” diye yazdığı yeni arkadaşına hayran kaldı. Anglo-Amerikan edebiyatında böyle önemli bir buluşma nadirdir. Bu, karşıtların cazibesiydi. Hawthorne, eski bir New England ailesinden gelen, dikkatli,


18

Çeviri Gazetesi | Edebiyat

terbiyeli ve derin biriydi, kimine göre ‘karanlık bir melekti’. Melville ise, küstah tüccar kumaşından gelen düzensiz, geveze ve romantik bir New Yorkluydu. Ancak her iki yazar da iflasın kenarından dönmüş bir çeşit yabancıydı.

Melville ömrünün yarısını yoksulluk ve bilinmezlik içinde geçirdi ve 1981 yılında unutulmuş olarak öldü. Hala taslak olan Billy Budd, ölümünden sonra yayınlandı. Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Moby-Dick’in toplam satışı 10.000 kopyadan azdı. Melville’in statüsü ihmal edilmiş bir Titan olarak tanınİki adam ateşli bir yazışmaya başladı. Melvil- maya başlanması 1920’leri buldu. Bugün, le’in o kadar aklı çelinmişti ki eşi ve ailesi ile Kaptan Ahab herkesin favori kurgusal kaHawthorne’un komşusu olmak için Berkshi- rakterinde ilk 10’da olmalı. res’e taşındı. Özgürleşmiş, tatmin olmuş ve Hristiyanlığa “fırtınaların arasında ‘Hayır!” Twain’in yaşamı, hem de kendisi tarafından, diyecek ilhamı almış bir halde Moby-Di- bir milyon kelimelik sinir bozucu bir Otobick’i veya Balina’yı tamamladı. Taslağı oku- yografide anlatılmıştır. Ancak çoğu büyük duktan sonra, ki bu da esrarengiz bir andır, yazarın olduğu gibi Melville’in yaşamı da bir Hawthorne hala kayıp olan bir mektupta gizem olarak kalmaya devam ediyor. Edebi onu övdü. biyografi Melville’in eşsiz karmaşıklığını anlayamadı. Daimi çekiciliğinin sebebi belki de Elimizdeki tek şey Melville’in mest olmuş tam olarak bilinemez olmasıdır. Eşcinsel mi? cevabı; “Kalbin kaburgalarımda ve benimki Muhtemelen değil. Biseksüel mi? Neredeysenin kaburgalarında, ikisi de Tanrı’nın ka- se kesin. Kendisinin de dediği gibi: “Eğer bir burgalarında atıyor.” Peki, bu arkadaşlık ne erkeğin kalbini bulmak istiyorsak derine, en kadar homoerotikti? Kimse bilemez. Ameri- derine gitmeliyiz.” kan mektuplarının gizemlerinden biri olmaya devam ediyor. Kesin olarak söyleyebile- Bu gizemin bir anahtarının paradoksu okuceğimiz tek şey, Anıt Dağı’na tırmandıktan yucuya yardım edenin gerçeklik değil kurgu sonra Melville’in yaratıcı dehasının bir şekil- olabileceğidir. Bu, Jay Parini’nin yayınlanan de serbest bırakılmış olması. Herman Melville’in Pasajları’nın ilham kaynağı. Bu Parini’nin karakterini kendisi uydurMelville hakkındaki her şey yaratıcılığın gize- duğunu neşeyle kabul ettiği, Melville’in eşi mini gösteriyor. Eğer bir bilmeceye sarılmış Lizzie’nin bakış açısıyla anlatılan bir hayattır. bir bulmacanın içinde bir gizem olan bir yazar varsa o da Moby-Dick’in yazarıdır. Baş- Parini bu türün ustasıdır. Tolstoy’un son yapıtı, görünüşte bir adamın balina öldürme günleri olan The Last Station [Son İstasyon] arayışı hakkında olsa da en yüce Amerikan adlı eserinin portresi Christopher Plummer romanı haline geldi. Açılış cümlesi sadece üç ve Helen Mirren’in oynadığı güçlü bir indie kelimedir; “Bana İsmail deyin.” ancak kendi- filmine dönüştürüldü. Bir ABD yönetmenini icat eden bir evreni çağırır. nin çalkantılı bir hayatın bu yüksek ruhlu anlatımını yakalayıp safi altın bir sinema ürüKaptan Ahab, Henry Ford’dan George W. nüne dönüştürmesine şaşırmam. Bush’a kadar bütün çılgın bireyci Yankee’dir. Amerikan kurgusunun diğer kolu olan Mark KAYNAKÇA Twain’in yanında Melville, Mississippi’deki beyaz giyinen şovmenden daha derin, daha koyu, daha yabancıdır. İşte başka bir gizem; Twain 1910’da öldüğünde o zamana kadarki herhangi bir Amerikalı yazardan daha ünlüydü. Buna karşılık, Moby-Dick’in yayınlanmasından (1851) sonra


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

19

Şiddet İçerikli Medya ve Çocuklarda Saldırgan Davranış Yazar: Vanessa LoBue Çevirmen: Melike Uzunoğlu

“Televizyonlarda, filmlerde veya video oyunlarında şiddet olaylarını izlemek saldırganlığa teşvik eder mi?” Amerika’daki son seri cinayet ve silahlı şiddet olaylarının nedeniyle daima sorulan sorulardan bir tanesi de medyanın şiddeti ve saldırgan davranışı teşvik edip etmediği. Saldırgan içerik televizyonlarda, filmlerde, internette ve çocukların oynadığı bazı popüler video oyunlarında yaygın olduğundan, özellikle ebeveynlerin bunun üzerinde düşünmesi önemli. Bu konu medyada sıkça tartışmalı olarak

önümüze koyulsa da, şiddet içerikli medyaya maruz kalmanın çocukları daha agresifleştirdiği yönünde elimizde oldukça sağlam kanıtlar var. Ve biz bunun yıllardır farkındayız. Bu konuyla ilgili en meşhur çalışmalardan biri 1960’larda yayınlanmış. Söz konusu çalışmada araştırmacılar anaokulu öğrencilerine şişme bir bebekle oynayan bir yetişkinin videosunu izlettiler. Çocuklar videoda yetişkini bebeğin üzerine otururken, burnunu yumruklarken, kafasını tokmaklarken ve be-


20

Çeviri Gazetesi | Araştırma - İnceleme

beği aralıksız olarak tekmelerken izledi. Videoyu izledikten sonra çocuklar aynı bebek ve diğer birçok oyuncakla beraber oyun odasına getirildi. Tahmin edildiği üzere şiddet içeren videoyu izleyen çocuklar gördüklerini taklit ettiler; bebeği bir tokmakla dövdüler, ona yumruklar ve tekmeler attılar. En şaşırtıcı olanıysa; çocuklar bebeği dövmek için yeni ve yaratıcı yollar keşfettiler ve odadaki diğer oyuncaklarla daha hırçın bir şekilde oynadılar. Yani, çocuklar gördükleri saldırgan davranışları sadece taklit etmedi, saldırgan davranışlara şahit olmak bu çocukların genel olarak daha agresif oynamasına sebep oldu (Bandura, Ross, & Ross, 1963). Çok daha yakın zamanlı bir araştırma, işin içine silahlar girdiğinde bu etkilerin özellikle problemli hale geleceğini ileri sürüyor. Ohio Devlet Üniversitesi araştırma görevlileri laboratuvara 8 ila 12 yaş arası çocuk çiftleri getirdi ve onlara genel izleyici kitlesine uygun popüler bir filmin 20 dakikalık versiyonunu izletti -Roket Adam (1991) veya Büyük Hazine (2004). Düzenlenmiş filmde çocuklar ya silah kullanan karakterleri içeren gerçek film görüntülerini ya da silahların çıkartılmış olduğu versiyonu izlediler. Daha sonra Legolar, oyuncak tabancalar ve masa oyunları dahil çeşitli oyuncakları içinde bulunduran büyük bir odaya alındılar. Beklendiği üzere, önceki araştırmayla tutarlı olarak, silahlı filmi izlemiş olan çocuklar; silahların çıkarıldığı filmi izlemiş olan çocuklara göre çok daha agresif oynadı.

çük bir şaşırtmaca vardı. Oyun odasında, çekmecelerinden birinde 0.38 kalibrelik tabanca olan bir dolap bulunuyordu. Tabanca dolu değildi ve ateşlenememesi için üzerinde değişiklikler yapılmıştı. Ayrıca tetiğin kaç kez ateşlenecek güçte çekildiğini sayabilmesi için de değişiklikler yapılmıştı. Çocuklara odada bir silah

olduğundan bahsedilmemişti; araştırmacılar sadece çocukların silahı kendi başlarına bulup bulamayacağını ve bulurlarsa onunla ne yapacaklarını merak ediyordu.

Çocukların %83’e yakını silahı buldu ve çoğu onunla oynadı. Bulanların %27’si hemen araştırmacıya verdi ve araştırmacı silahı odadan çıkardı. Bulanların kalan %58’inden %42’si ise silahla çeşitli şekillerde oynadı. Önemli olarak, silahsız filmi izleyen çocuklardan neredeyse hiçbiri tetiğe basmadı. Silahlı videoyu izleyen çocuklar gerçek silahın tetiğine basmaya daha eğilimliydi; ortalama 2 veya Ama burada bitmemişti; çalışmada kü- 3 kez bastılar ve silahsız videoyu izleyen


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

çocuklara kıyasla tabancayı ellerinde tutarak 4-5 kat daha fazla zaman geçirdiler. Daha korkuncuysa; bazı çocuklar tetiğe birkaç kereden daha fazla bastılar, hatta oldukça fazla bastılar. Bazıları 20 kereden daha fazla bastı; bir çocuk pencereden dışarıyı, sokaktan geçen insanları nişan aldı, bir diğer çocuk ise silahını başka bir çocuğun şakağına dayayıp tetiğe bastı (Dillon, & Bushman, 2017). Bu araştırma şiddet içerikli medyanın çocuklarda saldırgan davranışa yol açabileceğini ve bu davranışların eğer işin içinde silah varsa akıl almaz derecede problemli olabileceğini belirtiyor. Doğrusunu söylemek gerekirse çocuklar silahlara çok meraklı ama gerçeğinin ve oyuncağının arasındaki farkı anlamakta sıkıntı çekiyorlar (Benjamin, Kepes, & Bushman, 2017). Aslında saldırganlığa yol açması için silahların medyada ön plana çıkarılmasına gerek olmadığını, silahın sadece varlığının bile saldırgan davranışa neden olmak için yeterli olduğunu ileri süren araştırmalar mevcut. Mesela, masada duran bir tabanca insanların daha saldırgan davranmasına sebep olur (Berkowitz & LePage, 1967) ve son çalışmalar araçlarda silah bulundurmanın insanları (silah sahibi olmayanları bile) daha agresif sürücüler haline getirdiğini ortaya çıkardı (Bushman, Kerwin, Whitlock, & Weisenberge, 2017). Silah gerçek ya da oyuncak olsun fark etmez, bu etkiler çocuklarda bile bulunuyor, (Benjamin Kepes, &Bushman, 2017). Yani şiddet içerikli medyayı izlemek çocuklarda saldırganlığa mı yol açabilir mi? Bu araştırmaya dayanan cevap çok açık

21

bir şekilde evet. Ve çalışmalarda çocukların izlediğinden bahsettiğim videoların gayet hafif olduğunu belirtmekte yarar var; ya birinin oyuncak bir bebekle kabaca oynadığı amatör bir videoyu ya da genel izleyici kitlesine uygun bir filmin 20 dakikalık klibini izlediler. Bu videolardaki şiddet, diğer saldırganlıkla ilişkilendirilen uzun metrajlı filmlerdeki ve video oyunlarındaki şiddetin yanında sönük kalıyor (Anderson & Bushman, 2001). Buradaki net çıkarım, eğer çocuklarınızın agresif ve vahşiyane olmasını istemiyorsanız şiddet içerikli medyadan ve hatta kendi başlarına saldırgan davranışa özendirebilen oyuncak tabancalardan onları uzak tutmanız. Bu, kendinizi saldırgan bir çocukla bulmayacağınız anlamına gelmiyor -şunun şurasında bazı çocuklar diğerlerine göre doğuştan daha saldırgandırlar- yine de bu kesinlikle iyi bir başlangıç.

KAYNAKÇA


22

Çeviri Gazetesi | Araştırma - İnceleme

İnsanlar Neden Sanat Yapar? Yazar: Nathan H. Lents, Ph.D. Çevirmen: Dilan Derdiyok

İnsanlar sanatla uğraşan ve onu ortaya çıkartan tek tür. Peki bu nereden geldi? Doğada insan tecrübesinin paraleli bulunmayan bir alan da sanattır. Bir güvercin Picasso ya da bir babun Botticelli’yi düşünmek oldukça zor. Gerçekten de sadece birkaç hayvan türü kültürün başlangıcı hakkında en küçük ipuçlarına sahiptir. Kültür olmadan gerçek anlamda sanat olamaz, bildiğimiz gibi ,çünkü sanat kültürden ayrı bir şekilde var olamaz. Sanat kültürü etkiler, onu yansıtır, kültürü iletir, kültürü şekillendirir ve kültür hakkında yorumlar yapar. Biz insanların yaptığı gibi hayvanların sanatı tecrübe edebilmesinin hiçbir yolu yoktur.

larda nasıl başladığını düşünecek olursak, hayvan arkadaşlarımız arasında tomurcuklanan sanatçılar görebiliriz.

Sanat güzellikle ilgilidir

Eğer sanatı kültürel etkilerinden ayırırsak, sanatın çoğu zaman güzelliğin ifadesi ile ilgili olduğunu kabul edebiliriz. Tarih boyunca güzelliğin üretimi dışında başka hiçbir amaç olmaksızın açıkça pek çok sanat eseri yapılmıştır. Sanat eseri görülmeli ve hayran bırakmalı. Nefes kesicidir ve bizi duygusal hale getirebilir. Bu güzellik, doğayla sanat araİşte problem tam da burada. Elbette hay- sındaki çizdiğim ilk bağlantı. Hem doğa hem vanlar sanatı bizim deneyimlediğimiz gibi de sanat, güzellik tanımına bağlı olmaksızın deneyimleyemiyorlar çünkü onlar bizim güzeldir. Her ikisi de gözlerimizi kamaştıratecrübe ettiğimiz hiçbir şeyi biz insanlar bilir ve bizi nefessiz bırakabilirler. Bize ilham gibi yaşamıyorlar. Ve biz de hiçbir hayva- verebilir ve bize bir şeylerle aramızda bir nın yaşadığı gibi şeyler yaşamıyoruz. Fakat bağlantı olduğunu hissettirebilirler. Her ikisi gerçekten de sanatın ne olduğunu ve insan-


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

23

de, üzerinde unutulmayacak bir etki bıra- Sanat ve güzellik duygusal bir kan duygusal bir sinire dokunabilirler. Belki tepki uyandırıyor de sanat ile duygu arasındaki bu bağlantı, sanatın kökeniyle ilgili bir şey ortaya çıkarBu güzellik olarak seksilik fenomeni, insan maktadır. sanatı ile derin bir biyolojik paralelliğe sahiptir çünkü o, görsel bir uyaranın bir iç duyguİlk olarak, doğal dünyada bulduğumuz güsal halle bağlantısıdır. Çekici bir hayvan söz zelliğin belirli bir alt kümesini düşünelim: konusu olduğunda, dışsal fiziksel güzellik arGüzel hayvanlar. Bir tropikal maconun eşsiz zusu, gözlemcinin beyninde davranışsal bir renklerinden, bir Afrika aslanının akan yeledarbeye dönüşür. Dişi tavus kuşları, cilveli sinden, bir mandarin balığının çarpıcı özelbir erkek tavus kuşu gördüklerinde, halihazır liklerine kadar hayvanlar güzeldir. Ancak, zihinsel durumlarını etkilemesi bakımından “Güzellik görecelidir,” deyişi asla hayvan onlar tarafından “etkilenirler”. Bunu biliyodünyasında olduğundan daha doğru olmaruz çünkü bu onların davranışlarını etkiliyor mıştır. Birçok hayvanda gördüğümüz parve davranışların zihinsel durumlardan kaylak ve gösterişli renkler, hayvanların ”dikkat naklandığını varsayıyoruz. İnsanlarda güzel çekebilmesi” için göze çarpacak şekilde evsanatlar tam da budur: izleyicilerin zihinsel rilmişlerdir. En olağanüstü güzellikteki hayveya duygusal durumlarını etkilemek için vanlar diğer hayvanların cazibesini, saygıgörsel bir teşvik uygularlar. sını ya da korkusunu elde etmek için dekore edilmiştir. Her durumda, güzelliğin faydası gözlemciden aldığı tepkide bulunur. İnsan Sanat, geçmiş olayların veya sanatı hakkında da aynı şey söylenemez mi? duyguların hatırlanmasına neHep cinsellikle ilgili olmasa da hayvanların güzellikleri gerçekten de çoğunlukla potansiyel eşleri etkilemek ile ilgilidir. Bugüne kadar bilim adamları, tavus kuşlarının o güzel ve karmaşık kuyruklara sahip olmalarının başka bir sebebi olmadığını keşfetti. Bu kuyruklar küçük bir dekoratif süsleme değildir. Tavus kuşlarının kuyruğu vücut uzunluğunun %60’ından fazladır. O iğrenç canavarlarla bırakın uçmayı, yürümeye çalışmaları bile gerçekten de çok acınılası bir manzara.

den oluyor

Kuşkusuz, insanlardaki sanat ve güzellik sadece cinsel çekiciliğin ötesinde bir şey. Sanatın etkinliği, sanatçı ile izleyici arasında ortak olan bilgi ve deneyimle ilgili bazı temel varsayımlara bağlı. Andy Warhol’un Campbell’s Soup Cans’ının Doğu Afrika’daki ilkel kabilelere etkisi çok az olacak. Sanat, gözlemcinin beynindeki belirli depolanmış anıları ve çağrıştırmaları kullanır. Burada insanlardaki sanatın kökeni konusundaki ikinci ipucumuz bulunmakta: geçmiş olayların ve Yine de bu kuyruk dişi tavus kuşları için fazduyguların görsel olarak geri çağrılması. lasıyla çekici ve böyle bir stratejisi olan tek tür tavus kuşu değil. En basiti omurgasız İnsan beyni son milyon yılda daha sofistike hayvanlardan başlayarak, renkli ve çarpıcı hale geldiğinden, kapsamlı ayrıntıları hatısüslemeler eşleri çekmek için kullanılmıştır. ralar olarak depolayabilir hale geldik, ki bu Karmaşık görsel kalıpları bir eş bulmaktan davranışlarımız daha ayrıntılı hale geldikçe başka bir amaç için tasarlanmamış, güzel kullanışlı bir beceri haline geldi.İnsansı çeşitli renklendirilmiş hayvanların uzun bir listesitürlerin hepsinde görülen avlayıcı-toplayıni verebilirim ancak bunun gerekli olduğunu cı yaşam biçimi kapsamlı bir görsel hafıza düşünmüyorum. gerektiriyordu. Başka nasıl örgütlü bir şeklide grupça ava çıkmayı, basit araç gereçleri tasarlamayı ve Afrika savanasındaki büyük


24

Çeviri Gazetesi | Araştırma - İnceleme

avın göç örüntülerini çözümlemeyi başarabilirlerdi? Bu karmaşık beceriler, mevcut görsel ipuçlarının geçmiş tecrübelerle hesaplamalarla ve tahmin yürüterek karşılaştırılmasını gerektirir. Burada bahsettiğimiz şey örüntü tanımadır.

zimler dile (veya jestlere) başından beri eşlik ediyor. Bir kez daha ana özellik, hafıza geri çağırma veya görsel anlayışa neden olmak için görsel sunumları kullanma becerisiydi. Bir şeyler çizerek, ilkel bir insan başka bir insana bir şeyleri hatırlatabilir.

Yine de, maymunlarda başlayan ve insanımsılarda zirveye çıkan araçları yapma ve kullanma becerisi, büyük miktarda görsel ve dokunsal hafıza gerektirir. Tam modern Homo Sapienler araçları gittikçe karmaşık hale getirmeye başladıkça kendimizi aniden anılarımızı ilkel boya araçlarıyla tasvir etme yeteneğiyle bulduk. Yeni keşfedilen bilişsel yeteneklerimizle, etkileyici hafıza hatırlama ve sonunda araçlarımız ile, atalarımız tarafından üretilen ilk sanatın, muhtemelen tüm bilişsel yeteneklerimizi ilk sıralarda toplayan konuyu tasvir etmesi şaşırtıcı değildir: Av.

Çeşitli biçimlerdeki çizim, resim ve diğer görsel tasvirler neredeyse kesinlikle ilk insanlar arasında iletişim ve eğitimi kolaylaştırdı. Bu kadarı çok açık gözüküyor. Ek olarak, ilk insanların problem çözme ve hesaplama çabaları için sanatsal tasvirlerin yenilikçiliğini kullanmış olması muhtemel görünüyor. Biliş gelişmeye devam ettikçe, bilincin ve içgözlülüğün bugün bildiğimiz haline evrildi.

İletişim ve eğitimde sanatın yardımları

Ayrıca, sanatsal yeteneklerin sonunda kültürümüzden genlerimize aktarıldığını düşünüyorum. Sonuçta, bir ya da iki milyon yıllık doğal seleksiyon sırasında sanatsal yetenek, sahip olduğu insanlara bir miktar avantaj sağlamış olabilir. Bu avantaj, avda bir lider olarak artan sosyal duruş, çok yönlü bir beceri öğretmeni şeklinde olabilir. Sosyal yapıdaki herhangi özel bir yer, üreme başarısı oranlarının artması anlamına gelir. İnsanlığın sanatçı ve sanat meraklısı bir tür haline bu şekilde geldiğinden şüpheleniyorum.

Görsel sanatlar muhtemelen yol boyunca bizimle birlikte olup, büyük beyinlerimizde somutlaşmaya başlamış olan karmaşık düşünceleri ifade etme biçimi sağlamaya Mağara tabloları, antropologların ve sanat yardımcı oldu. Gerçekten de, sanatın takdir tarihçilerinin gerçekten sanat olduğunu ka- edilmesi ve anlaşılması, insan beyninin en bul ettikleri en eski eserlerdir, ancak yara- üst düzey işlevleri arasındadır. tılmış oldukları topluluklarda işlevleri kolaylaştırmadıklarına inanmakta zorlanıyorum. Bu nedenlerden dolayı sanatsal ifade ve saBütün gün bu işlevlerin neler olabileceği nata verilen tepkilerin, ilk insanlarda daha konusunda spekülasyon yapabiliriz, ancak yüksek bilişsel işlevlerle el ele geliştiğine esas nokta, görsel bir sunum yaratabilme- inanma eğilimindeyim. İç tecrübemizin yeni nin faydalarının hemen fark edildiğidir. Ay- zenginliğinin yaratıcı dışa ifade biçiminde rıca mağara tablolarının görsel sunumlarda de ortaya çıkması doğaldır. Buna karşılık, iç ilk defa yapılan girişimlerden olduğuna dair tecrübenin sanat yoluyla iletimi, alıcı gözşüphelerim de yok değil. Onlar sadece uzun lemciler bulur ve sonra sanat fenomeni külyıllarca hayatta kalmayı bırakanlardı. türel kökleşmeye başlar.

Büyük atılım sırasında Homo Sapiens’in dilleri gelişirken, insanlar yaptıkları aletleri, buldukları gıdaları ve ustalaştıkları becerilerini birbirlerine öğretmeye başladılar. Bu eğitim kavramının başlangıcıydı. Paleolotik çağın eğitiminin, bugünkü eğitim gibi görsellerden faydalanmadığını düşünemiyorum. Çöpleri süpürgeye sürükleyerek yapılan kaba çizimler de olsa, taş “tuvallerde” çizili daha detaylı temsiller de olsa, ben eminim ki çi-


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

Diğer hayvanlar sanat yapar mı? İnsanlık sanatsal görüntüler üretme eğilimini geliştirdikten sonra, bunun gelişmesi için bol miktarda biyolojik alan ve bunun tercih edilmesi için bolca sebep vardı , ancak ilk etapta nasıl ortaya çıkmış olabilir? Elbette sanat üretimi davranışı tekil bir mutasyona kadar izlenemez. Sanatın ortaya çıkmasına izin veren hangi öncüller olabilirdi? Hayvanların sanat dolu sayılabilir bir şeyler yaptığına dair herhangi bir örnek var mı? Şu an çizimleri yüzlerce dolar eden Siri adlı bir Hintli sanatçı var. Harper’s Weekly’den Los Angeles Times’a yayımlanan makalelerde kendisinden yoğun bir şekilde bahsedilmiş. Çalışmaları, peyzajlar ve portre fotoğrafları da dahil olmak üzere, soyut resim sanatından çok resmeden temsilciliğe kadar uzanır. Tabii ki, bu beceriyi geliştirmek için uzun yıllar çalıştı, ancak şimdi yalnızca birkaç dakika içinde bir tablo doldurabilir. Siri elli yaşında bir Asya Fili. Siri yalnız değil. Siri harici onlarca file resim çizme öğretildi. Bu fillerin kendi gövdesine fırça tutarak ürettiği sanat gerçekten etkileyici. Kesinlikle üretebileceğim her şeyden daha iyi. Bu fillerin gerçekten yaptığı şeyin sanat üretmek ya da sadece eğitildikleri bir görevi tekrarlamak olduğu ateşli bir tartışma konusu. O karanlık sulara girmeyi düşünmüyorum. Daha ziyade, burada resim çizen fillerden sadece sanat üretmek için gerekli olan teknik becerinin kesinlikle insanlara özgü olmadığını belirtmek için bahsediyorum. Bu eğitilmiş resim çizen filler görsel bir uyarıcıyı alıp, kendilerine yeni olanları bile, öğrendikleri sanatsal tekniklerle yeniden canlandırabilirler. En azından temel anlamda renk, perspektif ve orantıyı takdir ediyorlar. Bu fillerin Cézanne olduğunu söylemiyorum, ancak Nathan H. Lents’den daha iyi oldukları çok açık. Orangutanlar, şempanzeler ve goriller gibi bize daha yakın türlere çizme ve boyama

25

öğretildi. Filler gibi bazıları da oldukça iyi. Fillerden farklı olarak, bu primatların sanat yapmaktan gerçekten zevk aldığı ve ödül olmadan kendiliklerinden ve kendi uğurlarına yapabilecekleri şüphesiz. Bazen yaptıkları sanata oldukça bağlanıyorlar ve onları aktif olarak kimseye göstermiyorlar. Benim için ilginç olmasına rağmen, şempanze bilinciyle ilgili olarak bu sanat yapıtının aslında söylediği şeyleri bir kez daha tartışmak istemiyorum. Buradaki argümanım özetle bu büyük maymunların hepsinin görsel sunumlar oluşturma kabiliyetine fiziki olarak sahip olmaları, sanat yaparken eğlendikleri ve ürettikleri sanatın kendileri için bir anlam ifade ettiğidir. Tüm bu yetenek ve özellikler açıkça ilk insanlarda ve atalarında mevcuttu. Bu yüzden, ilk insanlar ölmekte olan bir yangınla loşça yanan mağara duvarına baktığında ve bir tuval gördüğünde bu o kadar da büyük bir sıçrama değildi.

KAYNAKÇA


26

Çeviri Gazetesi | Siyaset

Neoliberalizmde Kendi Gaddar Patronunuz Olabilirsiniz Yazar: Meagan Day Çevirmen: Atakan Özsoy

Yakın zamanlarda tamamlanan bir araştırmaya göre, yeni bir psikolojik hastalıkta endişelendirici bir yükseliş var. Buna “Neoliberal Mükemmeliyetçilik” diyebilirsiniz. Thomas Curran ve Andrew Hill tarafından Psychological Bulletin dergisinde yayınlanan bir araştırma, mükemmeliyetçiliğin yükselişte olduğu kararını ortaya koymuştur. İkisi de psikolog olan yazarlar, yeni nesil gençlerin, diğer insanların onlara, başkalarına ve kendilerine karşı daha talepkâr olduklarını algıladıkları sonucuna varmıştır.

ral ideoloji rekabete tapar, dayanışmadan caydırır, hırsı teşvik eder ve kişisel değeri profesyonel başarıya bağlar. Beklenildiği gibi, bu gibi değerler tarafından yönetilen toplumlar insanları epey yargılayıcı ve yargılanmaktan korkar hale getirir.

Psikologlar mükemmeliyetçilikten tek boyutluymuş gibi bahsederlerdi – yalnızca Bu artan mükemmeliyet iştahının altında kişinin kendisinden kendisine. Hala da başyatan sebebe gelince, Curran ve Hill lafı ge- ka birinin mükemmeliyetçi olduğunu söylevelemiyorlar: “Bu, neoliberalizm.” Neolibe- diğimizde kullandığımız, konuşma dilindeki


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

anlamı bu. Ancak geçtiğimiz onlarca yılda araştırmacılar bu kavramı genişletmenin verimli olacağını fark ettiler. Curran ve Hall kendine yönelik, başkalarına yönelik ve toplum tarafından belirlenen olmak üzere üç tip mükemmeliyetçiliği kapsayan çok boyutlu bir tanım kullandılar. Kendine yönelik mükemmeliyetçilik, kişinin kendisini gerçekçi olmayan bir derecede yüksek standartta tutma eğilimiyken, başkalarına yönelik mükemmeliyetçilik ise başkalarına karşı gerçekçi olmayan beklentiler taşımaktır. Ancak Curran ve Hall der ki, “Toplum tarafından belirlenen mükemmeliyetçilik, üç boyutlu mükemmeliyetçiliğin en zayıflatıcısıdır.” Bu devamlı olan – ve tamamen temelsiz olmayan – herkesin seni silebilmek için hata yapmanı beklediği hissinden kaynaklanan paranoya ve endişeyi açıklar. Başkalarının imkânsız beklentilerini böylesine aşırı bir şekilde algılama; sosyal yabancılaşma, kendini nevrotik bir biçimde inceleme, değersizlik ve utanç duygusu ve “patolojik kaygı ve negatif sosyal değerlendirme korkusu tarafından boğulmuş, eleştiri ve başarısızlığa karşı olan alınganlığı ve eksikliklerine olan odağı ile karakterize edilebilecek bir benlik algısı” gibi şeylere yol açar.

27

akranları ve geniş ölçekte kültür tarafından sertçe yargılandıkları hissi her geçen yıl büyümeye devam ediyor. Curren ve Hall, bu değişimi neoliberalizmin yükselişine ve onun kuzeni meritokrasiye atfediyorlar. Neoliberalizm, mallara bir değer verebildiği piyasa tabanlı metotları tercih ediyor ve adlandırabildiği her şeyi mal olarak adlandırıyor. 1970’lerden beri, neoliberal politik-ekonomik rejimler sistematik olarak kamu mülkiyeti ve toplu sözleşme gibi şeyleri serbestleşme ve özelleştirme ile değiştirmiş, toplumun yapısında bireyi grubun üstünde tutmuştur. Bu sırada meritokrasi – toplumsal ve profesyonel statünün bireyin zekiliği, çalışkanlığı ve erdemliliğinin direkt sonucu olduğu fikri – izole edilmiş bireyleri yükselmede başarısızlıklarının doğal olarak değersiz olduklarını gösterdiğine ikna etmiştir.

Yazarlara göre neoliberal meritokrasi, bitmek bilmeyen bir rekabet denizinde her insanın kendisinin marka yüzü, kendi ürünlerinin (kendilerinin) tek sözcüsü ve kendi uğraşının tüccarı olduğu kıyasıya rekabetçi bir ortam yaratmıştır. Curran ve Hall’ın gözlemlediklerine göre, bu gidişat daha önceki nesillerden çok daha şiddetli olarak “moMükemmeliyetçilik olgusunun kültüre ne dern yaşamın merkezinde güçlü bir çabakadar bağlı olduğunu ölçmek adına Curran lama, icra etme ve başarma ihtiyacı doğurve Hall farklı kuşaklardaki eğilimlere baka- muştur.” rak ellerindeki psikolojik veri üzerinde meta-analiz gerçekleştirdiler. Birleşik Devletler, Yazarların ortaya attığı veriler, şimdiki Birleşik Krallık ve Kanada’da 1989’dan son- gençlerin eğlence için grup aktivitelerine ra doğan insanların daha önceki kuşakla- katılmakla daha az ilgili oldukları ve onun ra göre her üç tür mükemmeliyetçilikte de yerine onları verimli hissettirecek veya badaha yüksek skorlar aldıklarını ve skorların şarı hissiyatı ile dolduracak bireysel uğraşzamanla doğrusal bir şekilde yükseldikleri- lara katıldıklarını gösterir. Dünya her adımda ni buldular. En büyük değişimin bulunduğu kendinizi ispat etmenizi istediğinde ve akboyut, diğer ikisinden iki kat daha hızlı yük- ranlarınızın saygısının büyük ölçüde koşullaselen toplum tarafından belirlenen mükem- ra bağlı olduğu şüphesini bir türlü aklınızdan meliyetçilikti. Diğer bir deyişle, gençlerin çıkaramadığınızda evde kalıp özenle sosyal


28

Çeviri Gazetesi | Siyaset

medya profillerinizi düzenlemek arkadaşla- kültürü” arasındaki benzerlikleri görmek rınızla takılmaktan daha çekici gelebilir. zor değil. Bu desen, neoliberal meritokratik mükemmeliyetçiliğin üniversite kabulleri ve Curran ve Hall’a göre, mükemmeliyetçilik- Instagram paylaşımları gibi diğer göstergeteki bu yükselişin bir sonucu da bir dizi ciddi lerinden farklı değil. Ayrıca bizi birleştirmek ruhsal problemin salgınıdır. Mükemmeliyet- yerine ayırdığı için, otoriteyi tam kalbinden çilik anksiyete, yeme bozuklukları, depres- vurmayı isteyen bir hareket inşa etmek için yon ve intihar düşünceleri ile çok yakından hiç elverişli bir yol değil. bağlantılıdır. Bu daimî mükemmel olma isteği ve de bu hedefin kaçınılmaz imkansızlığı, Mükemmeliyetçilik, bizi birbirimizi hor görzaten kırılgan olan insanlarda akıl hastalığı meye, birbirimizden korkmaya ve kendimizsemptomlarını alevlendirmektedir. Teşhis den şüphe etmeye iter. Kendisini meydaedilebilir ruhsal bozuklukları olmayan genç- na getiren şey olan neoliberal kapitalizme ler bile, başkalarına yönelik mükemmeliyet- meydan okumak için gerekli olan dayanışçiliğin artmasının yarattığı ve adeta herkesin ma bağlarını ve kolektif eylemi yasaklar. Yaljürinin kararını beklediği, grup onayının var nızlaştıran mükemmeliyetçiliğin muhtemel olmadığı, şüpheciliğin, önemsememezliğin tek panzehri ise mutlak bireyciliği reddetve düşmanlığın kol gezdiği bir grup ortamın- mek ve kolektif değerleri toplumumuza geri dan dolayı daha sık kötü hissetmektedirler kazandırmaktır. Bu çok, çok büyük bir görev ve toplum tarafından belirlenen mükemme- ama neoliberalizmin kerpeteni akıllarımız liyetçilik bu yalnızlaştırmanın keskin bir teş- üzerinde sıkılaşırken, gidebileceğimiz tek yol hisini kapsar. Kısacası, yükselen mükemme- budur. liyetçiliğin etkileri duygusal sancı ile ölümcül tehlike arasında gidip gelebilir. Ve yükselen mükemmeliyetçiliğin bir etkisi daha vardır: dayanışma inşa etmeyi zorlaştırır, oysa dayanışma, neoliberalizm sorunu ile baş etmemiz için tam da gereken şeydir. Sağlıklı bir öz algımız olmadan dayanıklı ilişkiler kuramayız ve dayanıklı ilişkiler olmadan bu politik-ekonomik düzeni alaşağı etmek bir yana, sallamak için bile yeterli sayıya ulaşamayız. Mükemmeliyetçiliğin üç boyutu ile son zamanlarda Solcuların baskın olarak kullandığı, herkesin durmadan bir başkasının hatasını aradığı, kendilerini ulaşılamayacak kadar yüksek erdemli tevazu standartlarına tabi tuttukları, bu sırada her an grup için gözden çıkarılabilir olabilecekleri ve mahşer günlerinin çok yakında olduğu korkusundan (yine temelsiz değil) felç oldukları “itham

KAYNAKÇA


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

29

Gerçek Milenyaller Lütfen Ayağa Kalkabilir Mi? Yazar: Mark Rahman Çevirmen: Merve Havalı

Büyük şehirlerden kırsal kasabalara, Milenyallerin sınıf mücadelesinin gelecekteki seyri üzerindeki etkisi hafife alınmamalıdır. Ocak ayında, Buzzfeed, Anne Helen Petersen’ın yazdığı, “Milenyaller Nasıl Tükenmiş Kuşak Haline Geldi” başlıklı bir makale yayınladı. Giriş bölümünde, mecburi olan, tık tuzağı odaklı bir cümle yer alıyordu: “Cevap beklediğimden hem daha karışık, hem de daha basit.” İlk bakışta milenyallerin hayatta karşılaştıkları çileler ve zorluluklarla ilgili ale-

lade bir makale olarak görünse de, makale önemli bir noktaya parmak basıyordu. Makale, işçi sınıfı milenyallerinin, herkesin son derece empati kurabileceği hayatlarını yansıttı ve sosyal medyada yaygın olarak paylaşılırken, tüm medya tekellerinde o ya da bu şekilde bahsedildi. Nihai düşüş içindeki bir ekonomik sistemi ve birçok milenyalin,


30

Çeviri Gazetesi | Siyaset

yaşam kalitelerini ebeveynlerinin zamanın- likte, hiçbir zaman üniversiteye gidememiş, daki kaliteye yükseltmeye çalışırken yaşa- moda olan şehirlerde veya mahallelerde dıkları zorlukları resmetti. yaşamayan, yalnızca işssiz ya da en iyi ihtimalle, son derece düşük ücretli, yarı zamanlı Milenyallerin önemi, %35 ile işgücündeki en işlerde çalışanlar hakkında çok fazla bir şey büyük kuşak olmalarında yatıyor. The Broo- duymuyoruz. Kuşağın çoğunluğunu oluştukings Enstitüsü, bu seviyenin 2025’te %75’e ran bu milenyaller, şaşırtıcı bir şekilde tüm ulaşmasını bekliyor. Muhafazakâr kesimin New York Times, Buzzfeed ve Washington “hassas” ve “tembel” milenyaller hakkında Post yazarları için (ve bu konuda okuyucuyıllarca süren adlandırmalarından sonra, ları için de) görünmezdirler. çubuk bizi gerçeğe biraz daha yaklaştırmak için diğer yöne doğru bükülüyor. Bugünün Öyleyse, milenyaller kimler? Tüm kuşağın gençlerinin karşı karşıya kaldığı kötü eko- % 70’i ülkenin banliyö ve kırsal kesimlerinnomik koşullarının sorumlusunu “Baby Bo- de yaşıyor ve Zillow’a göre, milenyallerin % omer”lar olarak gören gerici fikri bir yana 22,5’i –neredeyse çeyreği- hala anneleriyle bırakırsak, gerçekten milenyallerin önceki birlikte yaşamakta. Ebeveynleriyle birlikte nesillere göre daha düşük ücretlerle ve daha yaşayan 2,2 milyon milenyalin dörtte biri ne yüksek yaşam maliyetleri ile karşı karşıya öğrenci ne de istihdam edilmiş. Bu, gittikolduğu -yakın zamanda işçi sınıfının üstün- çe artan sayıda milenyali zorunlu aylaklığa lüğünün belirleyeceği siyasi sonuçlara bü- mahkum eden, her bir büyük şehirdeki yayük etkileri olan bir eğilim- hakkında açıkça saklayıcı konut maliyetleri ve o şehirlerdeki konuşabiliriz. iş yoğunluğu ile kolayca açıklanabilir. Belirgin bir kültürel takıntı olarak sayısız film, televizyon şovu, makale ve daha fazlası milenyal kuşağı ve onun önemini ele almaya çalıştı. Bu New York, Los Angeles, Chicago ve San Francisco gibi büyük metropolitan şehirlere taşınmış, düzgünce giyinen, startup’larında ya da teknoloji şirketlerindeki 9-5 işlerinde masaya çakılmamış ya da kohortlarında brunch yapmıyorken “yetişkin” olmakla boğuşan üniversite mezunları kuşağının sterotipiydi. Bu karikatürde asla yadsınamayacak bir doğruluk da var. Milenyallerin %40’ının – ABD tarihindeki tüm kuşaklardan daha fazla- üniversite diplomaları var, ülkenin çoğu büyük şehri ikamet eden milenyal yüzdelerindeki büyük artışı ve rekor kıran düşük işsizlik rakamlarını gördü. Ancak, bu gerçeğin sadece bir parçası.

Bu düşük işsizlik rakamlarına gelince, başlangıçta, genellikle karşılaştığımız istatistikler, işsizliğin en “pembe” yorumları, İşgücü İstatistikleri Bürosu’nun U1 veya U2 ölçümleridir. Bu ölçümler iş aramaktan vazgeçmiş olanları veya işsizleri, yani başka bir deyişle, yarı zamanlı çalışıp tam zamanlı işler arayanları hesaba katmaz. Kullanılan en kesin yöntem, Şubat ayında %7.3 olan U6 ölçümüdür. Bunu yaygın olarak bildirilen %1.2 rakamıyla karşılaştırın. Üstelik, üniversite mezunu olmayan 25–34 yaşlarındaki işsiz erkeklerin sayısı 1996’dan bu yana iki kattan fazla artarak %14’e yükseldi ve U6 işsizlik oranını neredeyse ikiye katladı. 22–27 yaşları arasındaki üniversite mezunları için işsizlik oranı 2012’de inanılmaz bir şekilde % 44’e -bu yaş grubunun neredeyse yarısınayükseldi.

Bu rakamlar, kuşağın, Hollywood filmlerinde Öğrenci borcunun –ortalama 42.000 dolar- görülen en yaygın betimlemeleriyle çarpıcı milenyaller üzerindeki etkisini sıkça duyu- biçimde çelişmektedir. Onlar ayrıca, çorak yoruz. Büyük şehirlerde arşa çıkan kira ma- ve ruhsuz kariyerlerinde anlam bulmaya aliyetleri de iyi bir şekilde belgelendi – New çalışırken büyük şehirlerdeki tam zamanlı York’ta bir yatak odalı ortalama bir dairenin işlerinde kölece çalışan milenyallere yönekirası 3000 dolara yaklaşıyor. Bununla bir- len odağa başka bir kuşaksal nüans katmanı


Sayı 15 | Çeviri Gazetesi

daha eklemektedir. Petersen’ın milenyal tükenmişlik üzerine yazdığı makalede belirttiği gibi: “Kapitalist sistemin devrimci bir şekilde devrilmesi yerine, ya da o devrilene dek – tükenmeyi nasıl azaltabilir veya önleyebiliriz?” Dahası, Michelle Goldberg’in New York Times’daki köşesinde yazdığı gibi, “Milenyallerin Kapitalizmden Nefret Etmesine Şaşmamak Lazım”: “Bu ihtimalin, soyulmakta olan bir kuşağa neden cazip geldiğini anlamak için kapitalizmi yıkmayı istemek zorunda değilsiniz.” Son tahlilde, koşullar bilinci belirler – ve kapitalizm bunu sağlayamaz. Bu, sosyalizme olan yoğun ilgiyi açıklar. Büyük şehirlerden küçük kasabalara, Rust Belt’ten Williamsburg’a kadar, milenyal kuşağın, sınıf mücadelesinin gelecekteki seyri üzerindeki etkisi hafife alınmamalıdır. Çünkü Lenin’in belirttiği gibi “Gençliğe sahip olan, geleceğe sahip olur!”

KAYNAKÇA

31


SEN DE ÇEVİRİ GAZETESİ’NE KATIL!

Çeviri Gazetesi cevirigazetesi cevirigazetesi cevirigazetesi www.cevirigazetesi.org


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.