Çeviri Gazetesi - 14. Sayı

Page 1

CEVIRI GAZETESI

Ücretsizdir. Parayla satılmaz.

BAHAR 2017 / SAYI 14

Oryantalizm


Bu Sayıda 4

Arab Women Before and After Islam: Opening the Door of Pre-Islamic Arabian History İslam Öncesi ve Sonrası Arap Kadınları: İslam Öncesi Arap Tarihinin Kapısını Aralamak Çeviren: Esin Çakır

10

Labouring Language: The Changing Vocabulary of Childbirth Labouring (Doğum Sancısı Çeken) Dil: Doğum’un Değişen Kelime Haznesi Çeviren: Deniz Aslan

13

What is The Difference Between Orientalist and Oriental Art Oryantal ve Oryantalist Sanat Arasındaki Fark Nedir? Çeviren: Ayşegül Badem

14

Rojhılata Navîn û Şerê Navxweyi Duh, İro Ortadoğu ve İç Savaşın Dünü, Bugünü Çeviren: Olgun Durmaz

19

20 24

Voices of Slavery ‘They Were Saving Me For a Breeding Woman’ Les Voix de L’esclavage: J’avais Été Choisi Comme La Dame "Poulinière" Köleliğin Sesleri: “Damızlık” Bir Kadın Olarak Seçilmiştim Çeviren: Can Alizade - İrem Çimen

1956 Kadın Yürüyüşü, Pretoria, 9 Ağustos Çevirenler: Ayfer Tuncer , Atlas Koç

26 29

Marxism and Orientalism Marksizm ve Oryantalizm Çeviren: Devrim Yılmaz

Orientalism in Nineteenth-Century Art 19世紀の芸術におけるオリエンタリズム 19. Yüzyıl Sanatında Oryantalizm Çeviren: Zeynep Ilgın Karakaş - İdil Güven

Colonialismo e imperialismo Kolonyalizm ve Emperyalizm Çeviren: Yakup Cemil


{

Dünya medeniyeti, farklı coğrafyalarda farklı toplulukların kültürel ve tarihsel etkileşimiyle oluşmuş, bütünlüklü bir olgudur. Tarihte, hatta günümüzde Oryantalist düşünce, bu bütünlüğü göz ardı edip dünya medeniyetini Batı (Occident) ve Doğu (Orient) olarak ikiye ayırmış; bu ikisinin birbirine tamamen zıt olduğunu iddia etmiştir. Bu, Batı’nın sömürgecilik için bahanesi ve toplumları ayrıştırmanın bir yöntemi olmuştur.

}

Bugün bu düşünce geleneksel yöntemle Batı’dan Doğu’ya olduğu kadar, tersine bir şekilde Doğu’dan Batı’ya da işliyor. Doğu'da oluşan tersine-oryantalizm düşüncesi, Batı'nın oryantalizmini katılık ve radikallikte belki de bir adım daha aşarak "Batılı" olan her şeyi dışlayıp kötülüyor. Bu düşünce; laikliği, özgürlüğü, demokrasiyi, kadın ve LGBTİ+ haklarını "Batılı", "Doğu kültürüne aykırı" olarak yorumlayarak yok etmeye çalışıyor. Bu düşünce siyasal İslam'ın temelidir. Bu düşünce Doğu'yu, toplumu ve yaşantısıyla tamamen İslam kurallarına göre şekillendirmeyi hedefleyenlerce oluşturulmuştur. Orta Doğu'yu kana bulayan, Türkiye'de çocuklarımızı tarikatlara teslim eden, Aladağ'da çocukların bir tarikat yurdunda diri diri yakılmasına sebep olan, yılbaşı kutlamalarını hedef gösterip Reina saldırısının azmettiricisi ve faili olan siyasal ve radikal İslam'ın teorik temeli budur. Bugün Türkiye halklarına saltanat hevesiyle tek adam rejimini dayatmaya çalışanların temel mantığını tersine-oryantalizm şekillendirir, ki bu aslında sadece şeriatçılığın kendini Orta Doğu akademyasına pazarlamakta kullandığı bir isimdir, tüm uzun ve süslü cümlelerin altında yatan şeriatçılıktan ibarettir. Şeriatçılığın kendini akademyaya bu şekilde pazarlamasını sağlayan ve Avrupalıların tarihte benzer mantıkla benzer insanlık dışı eylemlerde bulunmasını doğrulamaya kalkan oryantalizm ise tersine-oryantalizmin temelinde büyük bir alanı kaplar. Bu nedenle, karşımızda pratikte tanıdığımız bu tehdidin teorik yüzünü de tanımamız ve bu tehdide karşı mücadelemizi güçlendirmemiz umuduyla Çeviri Gazetesi, elinizdeki sayıda dosya konusunu “oryantalizm” olarak belirledi.

Çeviri Gazetesi Yayın Kurulu

}

{ İletişim: cevirigazetesi

CeviriGazetesi

cevirigazetesiiu@gmail.com cevirigazetesi

0539 872 53 03


İslam Öncesi ve Sonrası Arap Kadınları: İslam Öncesi Arap Tarihinin Kapısını Aralamak

Esin Çakır

‘’İslam Uygarlığı, İslamiyet öncesi dönemi ‘Cahiliye Devri’ olarak etiketleyen bir tarih yapılanması inşa ederek İslam’ı medeni olan her şeyin tek kaynağı gibi gösterdi ve bu yapılanmayı kendi tarihini yeniden yazmada öyle etkili kullandı ki Orta Doğu’nun halkları bölgenin geçmiş medeniyetlerine dair bütün bilgilerini kaybetti. Açıkça görülüyor ki bu yapılanma ideolojik olarak kullanışlıydı ve diğer birçok şeyin yanı sıra Orta Doğu’nun bazı kültürlerinde kadınların İslam’ın yükselişinden sonra değil de öncesinde çok daha iyi durumda oldukları gerçeğini başarıyla gizliyordu.’’ Yukarıda belirtilen alıntıda, Harvard İlahiyat Okulu İslam araştırmacısı Leila Ahmed İslam öncesi Arabistan kadınının tarihinin elekten geçirilmiş versiyonunun arkasındaki sebeplerin altını çiziyor. ‘İslam’da Kadının Yeri’ kelimelerini Google’da aratmayı denerseniz beklendiği gibi milyonlarca sonuçla karşılaşırsınız. Daha zor olansa son 14 yüzyıl içinde kadınların İslam literatüründe nasıl ele alındıklarını (açık olmak gerekirse erkekler tarafından) bulabilmektir. Bu noktada bir şablon belirir. ‘İslam’da Kadının Yeri’ kelimeleri 20. yüzyılın başlarına kadar karşımıza çıkmazlar. Bundan öncesinde İslam âlimleri ‘Müslüman Kadının Vazifeleri’ ya da ‘Müslüman Kadınların [toplum-

sal] Rolleri’ üzerine yazmışlardır.

Bununla beraber, bu erken dönem âlimleri,yazarlar ve tarihçiler tarihi örnekler vasıtasıyla Müslüman kadınların İslam öncesi dönem kadınları gibi davranmamaları gerektiğini sıklıkla göstermiştir (İslam öncesi Cahiliye Devri). Örneğin; Muhammed peygamberin ölümünden birkaç yıl sonra genç bir Müslüman kadın: “Sanmıştım ki erkeklere helal kılınan bana da helal kılınmıştır” diyerek erkek kölesiyle beraber olmaya başladı. Davayı yargılayan Ömer bin Hattab kadını sertçe azarladı, Kuran’ın mesajına kasten yanlış anlamlar yüklediğini ve “cahilce” davrandığını söyledi (İslam öncesi dönemde kadınların yaptığı gibi). Başka bir deyişle Kuran erkeğe caiz kıldığını kadına da caiz kılmaz; kadın ve erkeğin hakları aynı değildir. Daha sonra kadının özgür bir erkekle evlenmesini ebediyen yasaklar. Bu hadise erken dönem âlimleri tarafından kadınların cinsel bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini yaşamakta hatalı olduklarını ve ataerkil evlilik ve cinselliğin İslami modelinin meşru ve üstün olduğunu göstermek için kaydedildi ve kullanıldı. Bu olaydan 11 yüzyıl sonrasına gidelim. Dünyanın eskiden Müslümanlar tarafından sömürgeleştirilmiş bir çok bölgesi (ki bu o yüzyıllarda İslam’da kadınla alakalı anlatıları şekillendirdi) Müslümanları geri kalmışlıkları ve kadını inzivaya çekmeleri sebebiyle hor gören Avrupalılar tarafından sömür-

geleştiriliyordu. Bu İslam âlimlerinin acilen dünyaya İslam’ın aslında ‘kadının statüsünü yükselttiğini’ göstermesi gereken bir dönemdi. Gazzâlî’ninki gibi Müslüman kadınların eşlerine itaat etmeleri ve nasıl davranmaları gerektiklerini dikte eden, Müslüman kadınları daha otoriter ve şatafatlı ele alan bir ilmi tondan İslam’ın kadına muamelesine İslam öncesi dönemdeki kadınların ‘sadece bir mal’ olduğunu ve Kur’an’ın kadınlar kendilerini ‘İslam öncesi dönemin kasvetli karanlığından kurtarsınlar diye’ indirildiğini öne sürerek bahaneler uyduran sonraki dönem âlimlerinin daha suçlayıcı tonuna geçiş yapıldı. Bu sonradan gelen politik olarak şekillendirilmiş anlatılar hala okuduğumuz ve kullandıklarımızdır. İslam’ın Müslüman kadınların hayatlarını iyiye taşıdığını göstermek için İslam öncesi dönemde kadınların bir mal ya da köle gibi davranıldığı alternatif bir tarih yaratılmak zorundaydı. Refahlarını ilgilendiren her şeye dair kişisel izinleri, evlilik sözleşmesine taraf kabul edilemeyecek kadar önemsiz ve gereksiz görülüyordu. Bağımsızlıkları ve miras alma hakları yoktu, mülkiyet sahibi olamazlardı. Savaş zamanlarında ganimetin bir parçasıymış gibi davranılırlardı. Basitçe söylemek gerekirse, durumları ağza alınamayacak kadar korkunçtu. Kız çocuklarını öldürmek yaygındı. Putperest Araplar kız çocukları büyüyüp damatları olacak bazı erkeklerle evleneceği korkusuyla kız çocuklarını diri diri gömerdi.

ÇEVİRİ GAZETESİ 4


Bu anlatılar sadece İslam öncesi Arabistan’daki “kadınların durumunu” örtmekle kalmadı, aynı zamanda Müslümanların İslam’ı “Dünya’nın bütün milletlerine yaymak için” yaptıkları toprak işgallerini meşrulaştırdı ki bu, İslam’ın varışı genel olarak Arap toplumuna ve özellikle kadınlara etkili değişimler getirdiği için yeni İslami yasaların en adil sistem olarak kabul edilmesini gerektirdi. Böyle yaparak, bu İslam kayıtları çağdaş savaş politikacılarının yaptığını yapıyor: “İslam’ın kadınları özgürleştirdiğini” söyleyerek görevlerini meşrulaştırmak. İslam Öncesi Arabistan Kadınlarının Tarihi Yakın zamanlarda, birçok Müslüman kadın İslam öncesi Arabistan kadınlarının tarihini araştırmaya başladı. Bu, Müslümanlar Medine’den çıktıklarında eski yaşam tarzlarının tümünü yok ettikleri için (tapınaklar, hayvan derilerine yazılmış putperest şiirleri, tanrı ve tanrıçaların putları vb.) kesinlikle kolay bir iş değildir ve İslam tarihinin kadınlar tarafından yazılmış neredeyse hiç kaydı yoktur. Bilmediğimizse İslami metinlerdeki, yeni düzeni kurmak için rivayet edilen raporlar ve birkaç arkeolojik buluntudur. Sonuç, eğer Arap kadınlarının durumu yalnızca bir maldan fazlası değildiyse, neden daha birçoğunun içinde bulunduğu Hatice bint Hüveylid, Hind bint Utbe, Esma bint Mervân, Lübna bint Hacer, Ümmü Cemil gibi kadınların varlığına bir gerekçe yokken, elimizde kadınlara ‘İslam’ın kadınları tamamen özgürleştirdiğini’ söyleyen kitapçıklar, internet bağlantıları ve kitaplar vardır?

Şu anda ulaşılabilir bütün kaynakları okuyarak, İslam’dan önce tek bir yasanın yokluğunda Arabistan’da kadın ve erkeklerin yaşamlarının hangi kabileye mensup olduklarına bağlı olduğunu görebiliriz. İslam kapsamlı yasalar oluşturmuş ve bazı kadınlar İslami yasalar altında daha fazla hakkın tadını çıkarıyorken, diğerlerinin haklarının ciddi bir şekilde azaltıldığı kesinlikle doğrudur. Ortaya çıkan son tablo daha dengeli, eşit ve adil bir hukuk sistemi olabilecekken, dini hukukun derinlemesine ataerkil bir formudur. Leila Ahmed’in kitabında yazdığı gibi (1991, syf. 60): "Kadınların, İslam’ı oldukça depresif bir din olarak görmeleri, Muhammed’in torununun çocuğu Sukeyna’nın bir yorumuyla ortaya atılır. Kendisi bu kadar şenken kardeşi Fatma’nın neden

ÇEVİRİ GAZETESİ 5

bu kadar ciddi olduğu sorulduğunda sebebinin onun adının İslam öncesi dönemde yaşamış büyük büyükannesinden gelirken, kardeşinin adını İslami dönemde yaşamış anneannesinin adından alması olduğunu söyler.”

Dahası, İslam’a mensup bütün kadınların statüsünün eşit olmadığı da tartışılabilir. İslami hukuk felsefesi sınıfçılığı destekler ve Kuran aşağıda da görülebileceği gibi özgür ve köle kadınları ayırır.

İslamiyet öncesi dönemde zaten mevcut olan uygulamalar temelinde İslam’ın toplumsal cinsiyet eşitliği kurabileceği birkaç yol vardı. Kadınların İslam öncesi dönemde erkeklerle eşit muamele gördükleri, Muhammed, Hind bint Utbe’den kadınlar için farklı olan sadakat yeminini etmesini istediğinde Hind’in verdiği cesur yanıttan çıkarılabilir: “Vallahi, erkeklere sormadığın bir şeyi bize soruyorsun. Her hâlükârda, sana bunu vermek zorundayız.”[6] İslam âlimleri bazı “seçkin kadınların İslam’ın bağımsız hareket etme kapasitelerini tanımasının bir göstergesi olarak eşlerinden önce Müslümanlığa geçiş yaptıklarına” dikkati çekerler. Fakat bunun gösterdiği, eğer bağımsızlık statüleri çoktan oluşturulmasaydı erkek hısımları olmaksızın hiçbir zaman din değiştiremeyecek olan İslam öncesi kadınlarının bağımsızlığıdır. [7] Evlilik

Hoyland, İslami hukukun ataerkil aile düzenini kurarken, İslam öncesi Arabistan’ın kadınlara diledikleriyle evlenme ve çocuk yapma yetkisini veren “anaerkil düzenlemeleri” tanıdığını göstermek için birçok örnek verir. (2003 syf. 129-131) Müslümanlar “İslam’ın kadınlara diledikleriyle evlenme hakkını verdiğini” iddia ederler fakat Müslüman kızların vasileri/babaları tarafından evlendirildikleri durumlar vardır. Örnekler şunları içerir; Ayşe’nin Muhammed’le çocukken evlendirilmesi (muhtemelen kendi bilgisi dışında), el-Müseyybb ibn Najaba’nın yeni doğmuş kızını kuzeninin oğluna vermesi, Muhammed’in kuzeni Zeyneb bint Cahş’la (görünüşe göre rızası dışında) evlatlığı Zeyd ibn Harise ile evliliğini ayarlaması vb. Böylelikle, İslam öncesi dönemlerde genellikle erkek vasiler kadınları evlendirse de, bu uygulama İslam’ın gelişiyle sonlanmadı. Ayrıca, İslami hukuk kadınlara (bakire ya da daha önce evlenmiş) onları evlendirebilmek için erkek bir vasiyi

gerekli kılar; örneğin Muhammed, Ümmü Seleme ile evlendiğinde onun ‘daha yaşlı bir dul’ olduğunu öğreniriz, ama peygamberle, oğlu Salamah “tarafından evlendirildiğini” neredeyse hiç okumayız (Ibn Hisham, 2010, syf. 793). Öte yandan, kadının yararına olan anayersel evlilik (Ahmed’e göre Muhammed’in kendi annesi Abdullah ibn Abdul Muttalib’le böyle bir evlilikte sözleşmişlerdi), İslamiyet öncesi muta nikahı (Robertson'ın kitabi Kinship and Marriage in Early Arabia'ya göre Muhammed tek eşli kaldığı için Hatice ile aralarındaki bağlılık bu tür bir evlilik olabilir), anaerkil kabilelere mensup kadınlar tarafından uygulanan erkekle çok eşlilik gibi evlilik türleri kazınıp atılarak kadına evlilikte otorite sağlayan bazı birliktelik türleri İslam tarafından ataerkil düzenle değiştirildi. (bkz. Ahmed, 1986, syf. 667)

Fatima Mernissi’nin deyişiyle (2011) İslam tarafından yasaklanan çok erkekle evlilik, erkekleri aşağılıyordu, kadınları değil.

‘Kadının on erkekten daha az bir toplulukla, ya da limitsiz sayıda partnerle ilişki kurabildiği çok eşli evlilikler erkekleri sanki hayvanlarmış gibi bir anonimliğe indirgedi. Baba olmak, kadının cinsel arzularını sadece kocasının vücudunu kullanmakla kısıtladığından nadir bir ayrıcalıktı, zira çocuklar genelde annenin kabilesine aittiler.’ Baba’nın bilinmezliği, bir erkeğin rolünün geçici bir cinsel obje ve sperm donörü olduğu anlamına geliyordu. Kadın çocuğu doğurduğu ve yetiştirdiği için merkezi bir rol oynardı. İslam öncesi dünyada uygulanan şekliyle kadının çok eşliliği Müslüman yazarlar tarafından genellikle zina gibi yansıtılır fakat Robertson’a göre(1907): “çocukların gayrimeşru olmadığı ve annenin iffetsizliği yüzünden gözden düşmediği yada cezalandırılmadığı bir durumda bu terim açıkça uygunsuzdur.” Boşanma

İslam’ın kadın ve erkek arasında güç dengelerini değiştirdiği diğer bir alansa boşanmadır. İslam öncesi dönemde kadınları boşama hakkı genelde erkeğin elindeyken, kadınların eşit haklarla eşlerini reddettiklerini gösteren kayıtlar mevcuttur. ‘İslam öncesi dönemdeki bazı kadınların eşlerini reddetme hakkı vardı ve bu reddetmenin şekli şöyleydi: eğer bir


çadırda yaşıyorlarsa onu tersine çevirirlerdi. Yani kapı doğuya bakıyorsa artık batıya bakardı. Erkek bunu gördüğünde reddedildiğini bilirdi ve içeri girmezdi.’

Yukarıdaki kayıt İslam’ın kadınlara boşanma hakkı verdiği iddiasını reddediyor, ki bu iddia gerçeklere dayandırıldığında yanlıştır çünkü Müslüman bir kadın eşini boşayamaz, eşi tarafından boşandırılmayı dilemesi gerekmektedir. Eşitlik seçeneği, ‘tahkim yoluyla boşanma’ yasasını hem erkek hem kadın için yapmakla olurdu. Bunun yerine kadın boşanmayı üçüncü bir kişi (khul) aracılığıyla dilemek zorundayken, erkeğin sözlü beyanıyla bile bağımsız olarak eşini reddetmeye tam hakkı vardır. “İslam boşanma kararını sadece erkeğe bırakarak kadının boşanma haklarını daha da kısıtlamıştır. Şimdiye kadar Müslüman ülkelerde boşanmak için mehir bırakma uygulaması devam etmiş olsa da artık kadına boşanmayı garantilemiyor, kadın mehir bırakmaya hazır olsa bile erkeğin boşanmayı reddetmeye hakkı vardır. Sadece çok kısıtlı durumlar (erkeğin 4 yıldır kayıp olması, ya da cinsel iktidarsızlığa sebep olan ekstrem fiziksel bozukluklar gibi) kadına, kadıdan boşanmayı dileme hakkını verir. Yine de, son karar kadıya kalmıştır.” [9]

Bu eşitsizlik, Müslüman kadınlar boşanabilmek için yıllarca beklerken[11], Müslüman erkeklerin mesaj vasıtasıyla boşanabildiği[10] modern zamanlardan daha açık olmamıştı, ki bu bir çadırın girişinin yönünü değiştirmenin hiç şüphesiz İslam öncesi dönem kadını için yetki verici olduğunu açıklığa kavuşturuyor! Başlık Parası

İslam ayrıca, İslami evliliği ‘otorite evliliğine’ çeviren başlık parası uygulamasını devam ettirmiştir ( Mehir ya da Sadaq). Mehir ya da Sadaq İslam’da erkeğin, kadınla beraber olabilmek için ödediği bedel olarak açıklanır (gülünç bir şekilde buna ‘thaman al bud’a’ yani vulvanın ücreti denir (İmam Şafii; bkz: Ali, 2006 syf. 4). Fakat; İslam’dan önce bazı kadınlar, kadının evinde yaşamakla mükellef erkeklerle evlilikte sözleşebiliyorlardı. Bu gibi evliliklerden olan çocuklar kadınla kalırlardı ve ailesiyle eşi kadın öldüğünde ondan miras alamazlardı. Muhammed’in yaşam öyküsünü yazan bazı erken dönem yazarlar Hatice’nin evlilikleri üzerine

Muhammed’e 4000 dinar ödediğini iddia eder. Bu Robertson ve Leila Ahmed gibi araştırmacıları, aralarındaki İslam öncesi evliliğin Muhammed’i Hatice’nin evinde yaşamaya ve Hatice yaşadığı süre boyunca tek eşli olmaya mükellef kıldığını yorumlaya itmiştir (ayrıca ölümü üzerine hiç miras almamıştır). İslam’dan sonra erkeklerin tek eşli olmasına gerek duyulmuyordu ve karşılayabildikleri kadar cariye ve 4 eş alabiliyorlardı. Öte yandan kadınların çok eşli olması yasaklandı. İslam âlimleri (sayısız cariyeyi dikkate almayarak!), İslam’ın erkeklere 4 eş iznini verip, dünyada limitsiz kadınla evlenmeyi durduran ilk din olduğunu açıklarlar. Bunun doğru olmadığını biliyoruz. İslam’dan 500 yıl daha önce, Hinduizm üst kast olan Brahmanlara 4 eşi müsaade eden yasayı çoktan oluşturmuştu. (Baudhayana Prasna I, Adhyay 8, Kandikka 16[12]).

Dolayısıyla, İslam’dan önce çok eşliliği kısıtlayan dini sistemler mevcuttu ve benzer modeller, kadının değerini alınmış mala indiren ‘thaman al bud’a’ uygulamasını sonlandırarak her iki cinsiyet için de tercih edilen eşit derecede tatmin edici bir evlilik modeli dahil, Müslümanların benimsemesi adına mevcut olmalıydı. Sadaq ve mehire ‘vulva bedeli’ yerine ‘tatlı bir hediye’ diyen modern İslami söylemlerde bunun üstünde durulmaz. Mehir ve sadaq İslami söylemlerde birbirleri yerine kullanılmış olsa da İslamiyet öncesi dönemlerde mehir gelinin erkek vasisine, sadaq geline verilirdi. İslam’dan sonra erkeğe ‘kadının özel bölgelerinin tadını çıkarma hakkı’ veren ödeme olarak kalsa da mehir ya da sadaq direkt olarak geline verilir ve onun mülkiyeti olur. Fakat erkek kadının vulvasını mehir yoluyla satın aldığından kadın tek eşli ve eşine sadık olmak zorundadır; eğer değilse mehiri geri alabilir. Eğer erkek kadını artık istemezse, ödediğini ‘elde ettiği’ için mehiri tutmasına izin verip kadını boşayabilir. Eğer kadın boşanmak isterse, ‘salınmak/özgür bırakılmak’ için mehiri geri öder. İslam Öncesi Kadınların Oynadığı Sosyal Roller

İslam öncesi dönemde anne ve eş olmak kadınların oynadığı tek rol değildi. Kadınlar yazıtlar yaptırmış, kendi tanrılarına tekliflerde bulunmuş, idari görevli görevini görmüş, ölen kocalarının amirlik rütbesini üstlenmiş ve kamu binalarıyla beraber mezarlar inşa

etmişlerdir. (Hoyland, syf. 132; ayrıca bkz. Al Fassi, 2001, syf. 48-55) Bu tarihçileri son aktivitenin “önemli derecede finansal bağımsızlığı” gösterdiğini iddia etmeye sürükler (Ibid). Ahmed ayrıca açıklıyor ki: “Cahiliye Devri kadınları keşiş, kahin, tanrı elçisi, savaşta katılımcı ve savaş alanında hemşireydiler. Korkusuzca açık sözlü ve erkeklerin cüretkar eleştirmenleriydiler, zorlu erkek rakipleri hedef alan hiciv şiirlerinin yazarlarıydılar, bazı belirsizliklerde Mekke’deki en kutsal türbenin anahtarlarının bekçileriydiler, erkekleri içeren ayaklanmalarda isyancı ve liderdiler, istekleriyle evlilikleri başlatan ve bitiren bireylerdiler, İslam’ın bu özgürlüğe dayattığı limitleri protesto ettiler ve İslam böyle bir etkileşimi yasaklayana kadar toplumunun erkekleriyle özgürce kaynaştılar.” (1992 syf. 62) Dahası Müslümanlar, “savaş dönemleri boyunca” kadınlara ganimetin bir parçasıymış gibi muamele edildiğini iddia ederlerdi. Basitçe söylemek gerekirse durumları ağza alınmayacak kadar kötüydü. Fakat bu İslam’da da devam etti.

Bureyde anlatıyor: “Peygamber, Ali’yi Hums’u (ganimetin beşte biri) getirmek için Halid’e yolladı. Ben Ali’den nefret ederdim. Ali duş almıştı (Hums’dan bir köle kadınla birlikteliğinden sonra). Halid’e dedim ki: ‘Bunu görmüyor musun?’ Peygambere ulaştığımızda ona bundan bahsettim. ‘Ey Bureyde! Ali’den nefret mi ediyorsun?’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘O Hums’dan daha fazlasını hak ettiği için mi ondan nefret ediyorsun?’ dedi.” Miras

Benzer bir şekilde, miras konusunda Müslüman yazarlar İslam öncesi Arabistan’da kadınların mahrum bırakıldıkları miras ve mülkiyet haklarını İslam’ın başlattığını sıklıkla belirtirler. Hatice’nin miras aldığını ve sahip olduğu zenginliği okuduğumuzdan bu basitçe yanlıştır ve hadislerdeki birçok açıklamaya ters düşer. Kabe anahtarının koruyucuları olmakla görevlendirilen iki kadın olan Sulafa ve Hubba’yı bile okuduk. Mekke saldırıya uğradıktan ve Müslümanlar Kabe’yi işgal ettikten sonra asla olmayacak bir şeydi bu. Kadınlar bir daha asla Anahtarın Koruyucuları olabilecek halefler haline gelmedi. Şu anda kadınların eskiden miras alabildiğini ve bu mirası dilediklerine bırakabildiklerini biliyoruz (Mekkeli Müslüman bir kadının araştırması aracılığıyla). ÇEVİRİ GAZETESİ 6


Kadınların yakın akrabalarına haklarını bahşedenler olmaları miras ve mülkiyet haklarının yasal gücünü gösterir. (Al Fassi, 2001, syf. 55) Peçe

Modern Müslüman çevrelerde, İslam’dan önce kadınlar çıplak gezindiğinden peçenin cinsel ilgiden bir kurtuluş, kadını yücelten feminist bir seçim olduğunu görürüz. Bu iddialar tamamıyla doğru değildir. Sınıfçılık, İslam öncesi Arabistan toplumunda var olmuştur. Üst sınıftan özgür kadınlar “cinsellikleri ve üreme kabiliyetleri bir erkeğe ait olduğundan” (Ahmed, 1992, syf.12) vücutlarını, yüzlerini bile kapatırlardı. Bu İslam’da da devam etti. İşçi sınıfına mensup kadınlar ve köle olan kadınlar kendilerini kapatmazlardı. Doğrusu, kölelerin kendilerini kapatmaya izinleri yoktu ve özgür kadınlar gibi davranmaya çalıştıklarında cezalandırılırlardı. Bu da İslam’da devam etmiştir; Ömer, onları kapalı gördüğünde Anas ibn Malik ailesinden olan köle kadınlara vurdu. Dedi ki: “Başınızı açın ve özgür kadınlara benzemeyin.” – Abd al-Razzaq al-Sanani (d. 211 AH/826 CE) Al-Musannaf

Bunun gibi olaylara dayanarak “ilerleyen yüzyıllarda hukukçular Müslüman köle kadınların başları açık ibadet etmesine ve kamusal alanlarda üstsüz gezmesine izin verdi. Köle kadınların avret yerleri (günahlardan kaçınmak için kapanması gereken yasal olarak betimlenmiş bölge) erkeklerinkiyle aynı oldu, göbekten dizlere kadar.” [15] Ünlü tarihçi Ronald Segal’ın kitabı İslam’ın Siyahi Köleleri, İslam tarihi boyunca tıpkı İslam öncesi dönemlerdeki gibi özgür kadınlarla köle kadınların farklı muameleler gördüğüne dair spesifik detaylar veriyor. (2001, syf. 13-65) ÇEVİRİ GAZETESİ 7

Çocuk Öldürme

Sonuç

İslam öncesi dönemlerde kız çocuklarının öldürülmesi Müslümanların, kadınların “İslam öncesi dönemin kasvetli adaletsizliğinden kurtarıldığını” kanıtlamakta kullandıkları bir diğer noktadır. Kuran’ın çocukların diri diri gömülmesini kati surette yasakladığı ve hiç değilse Arabistan’da bu uygulamayı çabucak ortadan kaldırdığı kesinlikle doğrudur (Kuran, 6:151: 17:31) Fakat bu uygulama zaten hiçbir zaman yaygın olmamıştır ve Kuran sadece kız çocuklarının değil, kız ve oğlan çocuklarının diri diri gömülmesini yasaklamıştır. Çocukların diri diri gömüldüğü kabileler, kız ve oğlan çocukları arasında bir ayrım yapmazdı. Bazı kabileler çocuklarını tanrılarını memnun etmek amacıyla öldürürdü. Muhammed’in dedesi Abdul Muttalip, en yüce tanrısına 10 oğlu olursa birini kurban edeceğine dair yemin etti. Daha sonra adı kehanet oklarıyla seçilen Abdullah’ı (Muhammed’in babası) kurban etmekte mecbur kaldı. Fakat Abdullah kadın bir kahinin yönlendirmesiyle kurtarıldı. (Ibn Ishaq, syf. 66-68). Daha fakir kabileler sefalet korkusuyla çocuklarını öldürürdü. Sürekli diğer kabilelerle savaş halinde oldukları için erkeklerin kız çocuklarını öldürdüğü Tamim adlı bir kabile vardı ve bu kabilenin erkekleri kızlarının esir alınıp cariye olarak kullanılmasından korkardı. Gel gör ki Kuran çocukların öldürülmesini yasaklayıp kız çocuğunun doğumuyla ilişkilendirilmiş üzüntü ve korkuya atıfta bulunurken, savaşlarda kadınların esir alınmasını ve köleleştirilip cariyeye çevrilmelerini asla yasaklamadı. Garip bir şekilde, İbn Haldun ve İbn Sina gibi ünlü İslam âlimleri “Siyah milletler bir kuralmışçasına köleliğe itaat eder çünkü onların aptal hayvanlarınkine benzeyen özellikleri vardır.” diyerek Afrikalıların köle olarak alınmasını meşrulaştırmışlardır. (Ibn Haldun, Segal, 2001: 49) Benzer bir şekilde, Muhammed İdrisi, Nübyeli cariyelerin çekicilikleri adına şöyle yorum yapmıştır: “Onların kadınları üstün güzelliktedir. Sünnetlidirler ve hoş kokarlar. Bütün siyah kadınların içinden yataktaki zevk için en iyisi onlardır.” (Ibid, syf. 50). Böylelikle, kadınların köleleştirilmiş cariyeler olarak aşağılanması İslam tarafından yasaklanabilecekken, ki Tamim kabilesi kız çocuklarını bu korkuyla öldürürdü, sadece bu uygulamayı devam ettirmekle kalmadı aynı zamanda erken dönem İslam âlimleri tarafından da meşrulaştırıldı.

Bu makalede iki argüman tartışılmakta: 1) İslamiyet öncesi Arabistan’da kadınların durumu hangi kabilenin mensubu olduklarına bağlıydı. Bütün kadınlara kötü muamele edilmiyordu, işin aslı bazıları İslamiyet sonrasından ziyade öncesinde çok daha yetkiliydiler. Bu kayıtların hepsi İslami kaynaklarda bulunmaktadır. 2) İslam, kadınlara ilişkin yasaları oluştururken önceden var olmuş ve kadına yetki veren kültürel gelenekleri seçmedi. Görünen o ki kadınlar için bir tür merhamet çabasına girse de kadınlara yönelik İslami yasalar mütemadiyen erkeklerin yararına şekillendirilmiştir ve bu yasaların çoğunun odağı İslam’ın babalık sıfatına neredeyse saplantılı ilgisini tatmin etmek olmuştur. Müslüman cinsiyet eşitliği savunucuları erken dönem erkek âlimlerinin kasten Kuran’a yanlış anlamlar yüklediğini ileri sürer fakat bütün dayanakları İslam’ın kasvetli, acımasız İslamiyet öncesi dönem karanlığında yaşayan kadınları geliştirdiği inancına bağlıdır. Bu varsayımları olmadan (yanlış bir inanış olduğunu gördük) bütün argümanları un ufak olur. Bazı Müslümanlar şunu fark etmeye başladı bile:

“Daha da ikna oldum ki eğer Müslüman kadınlar Kuran metinlerinin kendileri için zararlı olan anlamlara geldiği durumları kabullenirlerse, bu anlamlarla daha dürüstçe, kendilerine özür dileyen açıklamalara başvurmadan veya metinden eşitlikçi anlamlar çıkarmaya zorlamak için yorumlayıcı manipülasyonlara danışmadan baş etmeye başlamalıyız. Dahası, Kuran’ın vahiy ve tanrısallığının niteliklerini köklü bir şekilde yeniden düşünmeye başlamamız gerektiğine sıkıca inanmaya başladım.” Hidayatullah (2014, syf. viii).

Günümüzde giderek daha fazla sayıda tarihçi İslamiyet öncesi kadınların durumunu bir kez daha gözden geçirdikçe, İslam âlimlerinin, Kuran’ın vahiy ve tanrısallığının özünü tekrar gözden geçirmeksizin, İslam’daki sözde cinsiyet eşitlikçiliğini savunmaları son derece zor hale gelecektir.

Yazının orjinaline karekodu okutarak ulaşabilirsiniz.


Labouring Language:

The Changing Vocabulary of Childbirth http://blog.oxforddictionaries. com/2013/04/childbirth/

Expectant parents don’t generally have a lot of spare time for idly perusing the dictionary, but if they did, they would find that the vocabulary of the event they joyfully anticipate has undergone significant changes over the centuries. Consider, for instance, the verb to deliver. In contemporary use, the mother is often the subject of the verb, and the baby the object (“she delivered a healthy boy”), but this usage didn’t start appearing in major dictionaries until the mid-20th century.

The original usage, from Middle English, was passive; a woman was delivered of a child. When active use first arose, the midwife or doctor was the agent, and the woman the object: “they sent, and beg’d I would deliver her” (1676). Today, in contrast, the Oxford English Corpus shows that the most common object in such contexts is the baby, whether a healthcare provider or the mother herself is performing the action. What seems to have taken place is a reanalysis of the central metaphor. Originally, it was an outgrowth of the sense of deliver relating to liberation or rescue (“deliver us from evil”); in the context of childbirth, then, a woman was freed from the burden of her pregnancy. Today, with the child as the usual object, the metaphor is more of something being handed over and presented, like a package. The noun labour has been used more consistently with reference to childbirth, but its central metaphor of work and effort is less evocative of the

experience to which it refers than is the older term travail, which combines work with connotations of painful suffering. Some archaic English words for childbirth are even more descriptive: in past centuries, a birth was sometimes called a groaning or groaning-time, or a crying-out. In spite of the dolorous terminology, such events were social occasions; the Oxford English Dictionary records quotations such as “he has ordered all the English nobility and gentry to be present at her crying out” (1692) and “she came from a Groaning very cheerfull” (1724). There were even special terms for the refreshments served to guests at the joyous event: groaning-cake, groaning-bread, and even groaning-beer, groaning-drink, and groaning-malt—unfamiliar words which open a window on forgotten customs. Confined in Our Lady’s Bands

The editors of the first edition of the OED recorded that the ordinary colloquial term for childbirth at the time was confinement. That entry was completed in 1891, and the use of the term has decreased substantially since. Today, this sense of confinement is dated and relatively rare, a relic of a time when almost all births still took place at home and were followed by a period of rest when the new mother was confined to the home—before the hospital became the default birthing venue of the 20th century, with the mother’s recuperation time progressively shortened until, by the 1990s, there were complaints of drive-through deliveries.

The association of childbirth with being confined is very old. It was expressed in the form of bands or binds in the Midd-

le English phrase Our Lady’s bands, or the bands of Our Lady (with reference to Mary, the mother of Jesus).

His…wyfe beyng then newely delyvered of child…so beyng but newe in child bed and in the bandes of Oure Lady, myght not be remeved…oute of the same place withoute jeopardie of hir deth. 1472–3 Rolls of Parliament: Edward IV

The preponderance of terms for childbirth recorded in the OED refer to the mother being in bed, including childbed (c1200), lying-in (c1440), accouchement (1730, from French accoucher, literally ‘to go to bed’), inlying (1734), and downlying (1848). None of these are in common use today, though remnants are still visible. Walking south over London’s Westminster Bridge, you can still see the grand exterior of the General Lying-In Hospital, which closed as recently as 1971 after 150 years and an estimated 150,000 births. 1690 John Locke Ess. Humane Understanding ii. xxvii., p. 162 This nursery story was so well established that parsley bed eventually became a euphemism for the female reproductive system (thereby undermining, one supposes, its obfuscatory effect). Under the gooseberry bush was another supposed source for babies, specifically baby boys. The North American variant of the concept, the cabbage patch, is attested in the OED from the early 20th century, but is probably most familiar now from its adoption in the 1980s as the name of a brand of dolls, the Cabbage Patch Kids. * * *

ÇEVİRİ GAZETESİ 8


The OED is currently undergoing a thorough revision and the online version allows for comparison of the original 1901 definition of labour (“the pains and efforts of childbirth”) and the 2010 revised version, (“the process of childbirth from the onset of uterine contractions to delivery of the fetus and placenta”). Both definitions are accurate, but the differences between them speak to the different expectations and assumptions of our respective eras. While the underlying facts remain the same, it is not only the language of childbirth that is changing, but its lexicography as well. Call the mid-man

The OED records more than 20 terms for a person who attends or assists at a birth, entering English over a period of more than 7 centuries. Considered in chronological order, these words offer a clear reflection of the changes in birthing practices which have been recorded by historians.

Before the 18th century, informally trained female birth attendants—midwives—were the norm, although some male surgeons, wielding new instruments like forceps, assisted at births in

ÇEVİRİ GAZETESİ 9

London in the 17th century. By the mid1700s, male birth attendants were becoming increasingly common, especially among wealthier women. Accordingly, the earliest words in the OED, attested from 1300, refer to female attendants, with the first term for a male attendant, man-midwife, arising in 1607. Initially, the terms referring to a male birth attendant, man-midwife and mid-man (1706), still expressed the role in terms of the female model. However, with the word accoucheur (1727) a new nuance emerged, of professional training as well as masculinity. During the 19th century, standardization of knowledge and training increased, and the treatment of pregnant and delivering women became further professionalized and medicalized. The word obstetrix is recorded in English from 1773 in the sense ‘midwife’ (from the classical Latin). It was only in the 19thcentury that this same root produced the term obstetrics (1813), referring to a medical specialization, and thence the now-familiar word obstetrician (1826), for a doctor specializing in births. Finally, in the 20th century, with most births taking place in hospitals, a countervailing trend of natural birth,

de-emphasizing the use of drugs and medical procedures, arose. In the vocabulary, this is reflected by the emergence in 1969 of the term doula, denoting a person without formal medical training who assists a woman in labour. From the parsley bed to the cabbage patch

Even when babies were still born at home, there were squeamish adults reluctant to tell older children where their new siblings really came from. The stork as a deliverer of baby bundles is a common image in greeting cards today, but in the 17th century, an English-speaking child would have been more likely to hear that newborns came from the parsley bed. The philosopher John Locke recalled this tale in 1690: If I believed, that Sempronia digged Titus out of the Parsley-Bed, (as they use to tell Children,) and thereby became his Mother.


Labouring (Doğum Sancısı Çeken) Dil:

Doğum’un Değişen Kelime Haznesi Deniz Aslan

Müstakbel ebeveynlerin genellikle aylak aylak sözlük incelemeye vakitleri yok, eğer olsaydı, sevinçle bekledikleri bu olayın kelime haznesinin yüzyıllar boyunca önemli değişikliklerden geçtiğini görürlerdi. Örnek vermek gerekirse: "to deliver" (doğurmak, teslim etmek, serbest bırakmak) fiili.

Modern kullanımda anne fiilin öznesi, bebek de nesnesidir ("she delivered a healthy boy" / "Sağlıklı bir erkek çocuğu doğurdu." ) Lakin bu kullanım başlıca sözlüklerde ancak 20.yüzyılın ortalarında görünmeye başladı.Orta Çağ İngilizcesindeki özgün kullanım edilgen idi: "a woman was delivered a child" (Kadın çocuğun [yükünden] kurtarıldı.) Etkin kullanım ilk ortaya çıktığında, ebe veya doktor bir aracı, kadın da nesneydi: "they sent and beg'd I would deliver her" ( Gönderdiler ve onu kurtarmam/serbest bırakmam

için yalvardılar.) (1676) Bugün, tam tersi, Oxford İngilizce Sözlüğüne göre ister anne veya ister bir sağlık danışmanı eylemi gerçekleştiriyor olsun, bu şartlarda genel nesne bebektir. Asıl gerçekleşenin merkezi metaforun yeniden analizi olduğu görülüyor. Aslen, özgürlük ve kurtuluş bağlamında "deliver" algısının doğal bir sonucuydu: ("deliver us from evil" / "kurtar bizi kötülükten"); doğum bağlamında o zamanlar, kadın hamileliğin yükünden serbest bırakılmıştı. Bugün, çocuğun olağan nesne olmasıyla, bu metafor daha çok teslim edilen veya sunulan bir şey olmuştur, tıpkı bir paket gibi.

"Labour" (doğum sancısı, emek, iş gücü) ismi mütemadiyen doğum kastedilerek kullanılır, ama bu isimdeki “işi” ve “gayreti” temsil eden temel metafor ifade ettiği tecrübeyi, “işi” eziyetin yan anlamlarıyla birleştiren ve daha eski bir terim olan "travail" (sancı,eziyet,zahmet) kelimesinden daha az anımsatıyor. Doğum için bazı antik İngilizce kelimeler daha da betimleyiciydi; geçtiğimiz yüzyıllarda doğum bazen "groaning" (inilti) veya "groaning-time" (inleme vakti) veya "crying-out" (haykırma, feryat etme) olarak adlandırılıyordu. Bu acıklı terminolojiye rağmen bu olay, yani doğum süreci, kutlama için sosyal bir nedendi; Oxford İngilizce Sözlüğü, "He has ordered all the English nobility and gentry to be present at her crying-out." (Bütün İngiliz soylularının ve seçkinlerinin, doğumunda -haykırmasında- orada olmalarını emretti.) (1692) Veya "She came from a Groaning very cheerful" ( Doğumundan -iniltisinden- oldukça neşeli bir şekilde çıktı.) (1724). Hatta bu neşeli etkinliklerde konuklara servis edilen ara öğünler için kullanılan özel terimler vardı: "groaning-cake" (doğum -inilti-

pastası), "groaning-bread" (doğum-inilti-ekmeği), ve hatta "groaning -beer" (doğum-inilti-birası), "groaning-drink" (doğum-inilti- içeceği), "groaning-malt" (doğum-inilti-maltı) – unutulmuş geleneklere bir pencere açan alışılmadık kelimeler. Eşlerimizin Kuşaklarında Hapsolmuş

Oxford İngilizce Sözlüğünün ilk basımındaki editörler, doğum için o zamanki günlük konuşma dilinde kullanılan terimin "confinement" (hapsedilme, sınırlama, bağlı kalma) olduğunu kaydetmişlerdir. Bu kayıt 1891 yılında tamamlandı ve terimin kullanımı o zamandan beri büyük ölçüde düştü. Bugün, "confinement" (hapsedilme) algısı demode ve nispeten ender, neredeyse bütün doğumların evde gerçekleştiği ve anneyi eve hapseden bir dinlenme sürecinin doğumu takip ettiği zamanlardan bir kalıntı. Hastanelerin 20. yüzyılın geçerli doğum mekanları olmasından önce, 90’larda “drive-through-deliveries” (arabayla teslimat) şikayetleri ortaya çıkana kadar annenin toparlanma süreci giderek kısalmaya başladı.

Doğumun hapsedilme ile olan çağrışımı oldukça eski. Ortaçağ İngilizcesindeki "Our Lady's bands" veya "The bands of Our Lady" (Eşlerimizin/ Kadınlarımızın Kuşakları, İsa'nın annesi Meryem'e gönderme ile) deyiminde ifade edilmiştir. Oxford İngilizce Sözlüğünde doğum için kayıtlı olan terimlerin çoğu annenin yatağa bağlı kalışını ima ediyor: "childbed" (loğusalık), "lying in" (uzanmak) ya da Fransızca yatmak, yatağa girmek anlamına gelen "accoucher" kelimesinden türeyen "accouchement". Kalıntıları hala gözle görülür olsa da, bu terimlerin hiçbiri bugün yaygın olarak kullanılmıyor. Londra'da Westminster Köprüsünden kuzeye doğru yürürken 1971 gibi yakın bir tarihte 150 yıllık geçmişinden ve tahmini 150 bin doğumdan sonra kapanan General Lying-In Hospital'ın devasa dış yüzünü görebilirsiniz.

ÇEVİRİ GAZETESİ 10


Oxford İngilizce Sözlüğü İngilizceye 7 yüzyıldan fazla bir süre boyunca doğuma katılan ya da yardım eden kişi için yirmiden fazla terim girdiğini kaydetmiştir. Kronolojik olarak dikkate alındığında, bu terimler tarihçiler tarafından kaydedilen doğum tekniklerindeki değişikliklerinin de açık bir yansıması oluyor. 18. yüzyıldan önce, gayrimeşru olarak eğitilen kadın doğum uzmanları -ebeler- standarttı, lakin, 17.yüzyılda, Londra'da forseps (doğumda kullanılan bir kıskaç) gibi yeni tıbbi aletleri ustalıkla kullanan bazı erkek cerrahlar da doğumlara katılıyordu. 1700'lerin ortasına gelindiğinde erkek doğum uzmanları özellikle zengin kadınlar arasında daha da yaygınlaşmıştı.

Dolayısıyla, 1300'lerden doğrulanmış, Oxford İngilizce Sözlüğündeki en eski kelimeler kadın doğum uzmanlarını kastederken, erkek doğum uzmanı için ilk terim, "man-midwife" (erkek ebe) 1607'de çıkmıştır. Başlangıçta, erkek doğum uzmanlarını belirten "man-midwife" ve "mid-man" (1706) bu rolü halen kadın model üzerinden belirtiyordu. Fakat "accoucher" (erkek ebe) kelimesi ile birlikte maskülenliğin yanında profesyonel eğitim alanını da kapsayan bir nüans ortaya çıktı. 19. yüzyıl boyunca, standartlaşan bilgi ve eğitim arttı, hamile ve doğum yapan kadınların tedavisi daha çok profesyonelleşip tıbbileşti. "Obstetrix" (ebelik) kelimesi 1773'te klasik latinceden "midwife" (kadın ebe) yerine İngilizce-

ÇEVİRİ GAZETESİ 11

ye alındı. Aynı kökten tıbbi uzmanlığı belirten"obstetrics" (ebelik) (1813) terimi ve şimdilerde de tanıdık gelen, doğumlarda uzmanlaşmış doktorlar için kullanılan "obstetrician" (doğum uzmanı) (1826) kelimesi türediğinde henüz daha 19. yüzyıl idi. Son olarak, 20.yüzyılda, neredeyse çoğu doğumlar hastanede gerçekleşirken tıbbi işlemleri ve ilaç kullanımına verilen önemi azaltan "natural birth" yani doğal doğum denilen telafi edici bir trend ortaya çıktı. Sözlükte bu 1969'da resmi tıbbi bilgisi olmayan ve doğumda kadına yardım eden kişiyi belirten "doula" (doğum koçu) kelimesinin ortaya çıkmasıyla yansıdı. Maydanoz Tarlasından Lahana Tarlasına *

Bebekler evde doğduğu zamanlarda bile, büyük çocuklarına kardeşlerinin nereden geldiğini söylemeyi reddeden ahlak açısından titiz yetişkinler vardı. Bebek kundaklarının teslimatçısı olan bir leylek bugünlerde tebrik kartlarında en çok kullanılan görüntü, ama 17. yüzyılda, ana dili İngilizce olan bir çocuğun yeni doğan bebeklerin maydanoz tarlasından geldiğini duyması daha olağandı. Bu çocuk hikayesi o kadar iyi kurulmuştu ki maydanoz tarlası en sonunda kadın üreme sistemi için (dolayısıyla sistemin şaşırtıcı etkisini boş vererek) kullanılan bir örtmece haline geldi.

"Under the gooseberry bush" (Bektaşi üzümü çalılığının altında) özellikle erkek bebekler için kullanılan bir başka kaynaktı. Bu konseptten farklı olarak Kuzey Amerika'da kullanılan lahana tarlası (cabbage patch) 20. yüzyılın başlarında Oxford İngilizce Sözlüğünde yer buldu, ama bu konsept 1980'lerdeki "Lahana Bebekler" adıyla bir oyuncak bebek markası olarak daha tanıdık geliyor.

Oxford İngilizce Sözlüğü şu sıralar süregelen kapsamlı bir revizyondan geçiyor ve çevrim içi versiyonu "labour" (doğum sancısı) 1901'deki özgün tanımı olan doğumun veya çocuk doğurmanın acısı ve zahmeti ile 2010'daki revize edilmiş versiyonu olan "rahim kasılmalarından başlayan ve fetüs ile plasentanın doğumuna kadar olan doğum süreci" arasında bir karşılaştırmaya imkan veriyor. İki tanım da doğru, ama aralarındaki fark kendi dönemlerimizin beklenti ve varsayımlarına değiniyor. Altında yatan gerçekler aynı kalırken, sadece doğumun dili değil, onun sözlük bilgisi de değişiyor.


What is The Difference Between Orientalist and Oriental Art http://www.widewalls.ch/oriental-art-orientaism/

For centuries, the term Oriental has been widely used by the people of Europe to signify various phenomena referring to the East, and it was equally applied to geographical and cultural entities, opposite to occidental or Western peoples and cultures. However, the Orient came to mean different things in different periods of history, changing its scope and cultural context and becoming a contested word with unspecified connotations. While in art classifications Oriental art exists as one of the major branches, it is still undetermined what exactly falls under this category and the confusion originates from the misconceptions related to the geographical amplitude of the East when looked through the eyes of the Westerners. Furthermore, it is equally important to distinguish between genuine Oriental art and pseudo-Oriental art or Orientalist art, born in Western Europe as a sign of fascination with the Orient, whatever it was supposed to be. Oriental Art – Where Does It Come From?

Oriental art is often interchangeably used with the terms Eastern or Asian art and it refers to the historic and contemporary art originating from various Asian cultures and reflecting on the society in which it was produced. Most commonly today, Oriental art is used to classify Chinese, Japanese, Korean and Indian art along with art from Central and Southeast Asia and the sacred art of Asian religions in order to make a distinction between Eastern and Middle Eastern art traditions. However, if we take a brief look into the Hermitage Museum collection of Oriental art, we might be surprised to discover that pre-Columbian American art, Byzantine, and traditional African art have also been subdued under the same label. As many critics argue, the misconceptions regarding Oriental art appear to be the consequence of the Eurocentric view on foreign cultures that were all together hushed under one great

monolithic concept, regardless of their particularities. This is why art critics nowadays hesitate to use the term and suggest that it should be replaced with more specific, localized labels. Fascination with Eastern Art

While Oriental art refers to a variety of practices originating from the Asian continent, the notion of Orientalism is related to a particular tendency in visual arts to represent eastern subjects or assume stylistic characteristics original to the East. The tendency derived from Orientalist studies of Near and Far-Eastern societies during the period of European imperialism in the 18th and 19th century and it is still one of the most debated trends in the art history. Even prior to the 19th century, when Orientalist painting was established as an academic art genre, the fascination with eastern styles was notable in European arts and handicraft mostly manifesting through the adoption of traditional eastern techniques. Turquerie was born as a popular style which relied on the imitation of Turkish and Ottoman fashion and decoration trends, Chinoiserie as the European interpretation of Chinese decorative arts and technical sophistication of Chinese ceramics, along with Japanese art of lacquer and wood-block prints. However, beyond the imitations of style, Orientalism also indicates a pictorial genre dealing with the representations of eastern subjects. Orientalist Painting in Western Europe

In the 19th century, the Orient, including present-day Turkey, Greece, the Middle East, and North Africa became popular and established theme in European art, especially academic painting. The colonization of Middle East and Northern Africa, along with the increasing number of Western travelers to Near and Middle East and the rise of Romanticism fueled the interest in Oriental ways of life in the European communities, giving birth to a new painting genre. Orientalist painting was exploring the myth of the Orient and satisfying a demand for the exotic, quaint and mysterious, focusing on the sensual, eroticized and stereo-

typed aspects of non-Western cultures. Some of the typical subjects depicted by Orientalists were slaves and slave markets, Bedouin warriors, mosques and nude exotic beauties in harems. Some of the well-known representatives of the genre are Eugène Delacroix who took up themes of violence and cruelty in Oriental subjects, Antoine Jean Gros, a history painter famous for his propaganda paintings in support of French imperialism, Jean-Léon Gérôme and Jean-Auguste-Dominique Ingres, painters of Oriental genre scenes often featuring scantily robed odalisques. Although Orientalist painting was pushed on the margins in the twentieth century, the taste for Orientalism remained in the works of the European artists including Renoir, Matisse, Paul Klee, Kandinsky and many others who all embraced Orientalist themes. Orientalism and Cultural Criticism

Despite the Western romanticized and distorted visions of the East in the ninetieth century, Orientalism had no particularly negative connotations until the publication of the work Orientalism by the Palestinian scholar Edward Said in the late seventies, when the meaning of the word changed forever. Looking back on the cultural representations of the Orient in Western academic and artistic discourse Said came to the conclusion that fictional depictions of the East were strongly tied to the European imperialist ambitions and Orientalism was constructed as a negative inversion of Western culture, conflating the different societies of the Eastern world into the homogeneous world of “the Orient”. According to Said Orientalism was enforcing racial stereotypes, creating patronizing and demeaning views of the non-Western world. Said’s ideas have deemed the works of Orientalists as racist and politically incorrect, influencing the way curators and art professionals in Europe and the United States now perceive 19th-century Oriental art. Oddly enough, in recent times, this genre has made a comeback on the art market among North African and Middle Eastern collectors who are beginning to view these works as part of their cultural heritage and chronicles of their culture.

ÇEVİRİ GAZETESİ 12


Oryantal ve Oryantalist Sanat Arasındaki Fark Nedir? Ayşegül Badem

şüphe etmesi ve daha özelleştirilmiş, sınırlandırılmış etnik tasnifler kullanmayı önermelerinin sebebi bu. Doğu Sanatından Büyülenme

Yüzyıllardır, oryantal terimi Avrupa toplulukları tarafından Doğuyu işaret eden olgular ve aynı şekilde Batı kültür ve topluluklarına aykırı aidiyetler için kullanılmakta. Ancak Doğu, kapsamı ve kültürel bağlamı değişerek tartışmalı ve çağrışımları kesin olmayan bir kelime haline gelmiş ve tarihin çeşitli dönemlerinde farklı anlamlarda kullanılmıştır. Sanat sınıflandırılmalarında oryantal sanat ana dallardan biri olarak bulunurken, neyin bu kategoriye girdiği hala tam olarak belirlenememiştir ve karmaşıklık Batlıların gözünden bakıldığında Doğu'nun coğrafik derinliğinden kaynaklanan yanlış fikirlerden gelmektedir. Dahası, hakiki Oryantal sanat ile Batı Avrupa'da Doğu'ya duyulan hayranlığın bir göstergesi olarak ortaya çıkan Oryantalist sanatı ayırmak da aynı şekilde önemli. Oryantal Sanat Nereden Geliyor?

Oryantal sanat sıklıkla Doğulu ya da Asyalı sanat terimleri ile dönüşümlü olarak kullanılmakta ve çeşitli Asya kültürlerinden kaynaklanan, içinde üretildiği toplumu yansıtan tarihsel ve modern sanata işaret etmekte. Günümüzde oryantal sanat en çok doğu ve Ortadoğu sanatçıları arasında bir ayrım yaratmak için Orta ve Güneydoğu Asya sanat gelenekleri, Asya dinlerinin kutsal sanat gelenekleri ile birlikte Çin,Japon, Kore ve Hint sanatı için kullanılmaktadır. Ancak eğer Hermitage Museum of Art'a kısaca göz gezdirecek olursak Kolomb öncesi Amerikan sanatı, Bizans geleneksel Afrika sanatının da aynı başlık altında toplandığını görünce muhtemelen şaşkınlığa uğrarız. Çoğu eleştirmenin eleştirilerine göre oryantal sanatın yanlış yorumlandırılması yabancı kültürleri öznelliklerini ayırt etmeden yekpare bir konseptin altında toplayan Avrupa merkezli bakış açısının sonucu olarak gerçekleşiyor. Sanat eleştirmenlerinin bugünlerde bu terimi kullanmakta

ÇEVİRİ GAZETESİ 13

Oryantal sanat Asya kıtasına ait çeşitli pratiklere işaret ederken; oryantalizmin özü görsel sanatlardaki belirli bir eğilim olan. doğu konularının sunulmasına ya da Doğuya ait özelliklerin addedilmesine dayanır.Bu eğilim 18. YY Avrupa emperyalizmi esnasında yakın ve uzak doğu halklarının Oryantalist çalışmalarından türemiştir ve hala sanat tarihindeki en tartışmalı akımlardan biridir. 19.YY' dan önce bile oryantalist resim akademik bir sanat bölümü olarak kurulduğunda sıklıkla geleneksel doğu tekniklerinin benimsendiği Avrupa sanatında doğu tarzına karşı büyülenme kayda değeri. Turquerie, Türk ve Osmanlı moda ve dekorasyon akımlarının taklidine dayanan popüler bir tarz olarak doğmuştu. Chinoiserie, Çin dekoratif sanatının ve Çin seramiğinin teknik çok yönlülüğü ile Japon vernik ve gravür görsel sanatının Avrupalı yorumuydu. Ancak taklitlerin ötesinde Oryantalizm, aynı zamanda doğuya özgü konuların sunulduğu bir görsel sanat çeşididir. Batı Avrupa'da Oryantalist Resim

19.YY'da bugünün Türkiye, Yunanistan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'sını içeren doğ popülerleşti ve Avrupa sanatında özellikle akademik sanatta olmak üzere bir tema kurdu. Ortadoğu ve Kuzey Afrika'nın kolonizasyonu, yakın ve Ortadoğuya giden Batılı turistlerin artan sayısı ve romantizmin Avrupa topluluklarında yaşamın oryantal yönlerine merakı körükleyen yükselişi yeni bir resim çeşidine yol açtı. Oryantalist rejim şark mitini keşfediyor ve egzotik, gizemli, değişik için olan ihtiyacını tatmin ediyor, Batılı olmayan kültürlerin hissi, erotize edilmiş ve klişeleşmiş yönlerine odaklanıyordu. Oryantalistler tarafından resmedilmiş tipik, konulardan bazıları köleler ve köle marketleri, bedevi savaşları, camiler ve haremlerdeki egzotik ve çıplak güzeller.

Bu akımın önemli temsilcilerinden bazıları; oryantal alanlarda şiddet ve acımasızlık temalarını işleyen Eugéne Delacroix, Fransız emperyalizmini destekleyen propaganda tablolarıyla ünlü tarih ressamı Antoine Jean Gros, sıklıkla yarı çıplak cariyelerin eşlik ettiği oryantal sahneler çizen Jean-Léon Gérome ve Jean Auguste Dominique 'dir. Oryantalist resim 20. YY'da sınırlarına ulaştıysa da Oryantalizmin etkisi Renoir, Matisse, Paul Klee, Kandinsky de Oryantalist temaları işleyen diğer birçok Avrupalı sanatçının çalışmalarında da vardır. Oryantalizm ve Kültürel Eleştiri

Doğunun 19. YY'da, Batı tarafından romantize edilmiş ve aşınıma uğramış görünümüne rağmen oryantalizm, 70'lerin sonunda Edward Said'in Oryantalizm adlı çalışması yayınlanıp kelimenin anlamı sonsuza dek değişene kadar olumsuz eleştiri almamıştı. Doğunun batıda akademi ve sanat alanındaki kültürel sunumuna dönüp bakınca Said, Doğunun kurgusal tasvirlerinin Avrupa'nın emperyalist hırsıyla sıkı bağları olduğunu ve farklı toplulukları tek homojen kelime olan Şark adı altında birleştiren oryantalizmin batı kültürünün tam aksi bir yansıması olarak inşa edildiği sonucuna vardı. Said'e göre oryantalizm ırkçı steriotipleri besliyor, batılı olmayan dünyayı küçük düşürüyor ve ona tepeden bakıyordu. Said'in şimdi Avrupalı, ABD'li sanat profesyonelleri ve galeri sahiplerinin 19. YY oryantalist sanata bakış açısını etkileyen fikirleri oryantalistlerin çalışmalarını ırkçı ve politik olarak yanlış görüyordu. Son zamanlarda ilginçtir ki bu akım bu çalışmaları kültürel miraslarının bir parçası ve kültürlerinin bir dönemi olarak gören Kuzey Afrika'lı ve Ortadoğulu koleksiyonerleri arasında sanat piyasasına dönüş yaptı.


Ortadoğu ve İç Savaşın Dünü, Bugünü

İzel Sezer Umut Devrim Çelik Ortadoğu’nun güncel krizi, 2010’da Tunus’ta başlayan “Arap Baharı”nın bir uzantısı olmakla beraber, artık Tunus, Libya ve Mısır gibi ülkelerde yaşanan iktidar değişimleri ve savaşları, silahlı ve silahsız tüm ayaklanmaları gölgede bırakan Suriye iç savaşının belirlenimindedir.

Suriye iç savaşı, 15 Mart 2011’de Alevi kökenli Beşar Esad hükümetine karşı Arap Baharı’nın uzantısı protestolarla ilk sinyallerini vermişti. 29 Temmuz 2011’de Suriye ordusundan firar eden 7 subay önderliğinde kurulan ÖSO ve 23 Ağustos’ta Türkiye’de toplanan Suriye Ulusal Konseyi adlı yapılanmanın Esad hükümetini silah zoruyla devirme kararlarını açıklamasıyla iç savaş resmen başlamıştı. 2016 yılı boyunca Suriye iç savaşının başlangıcından beri en kritik durumlar yaşandı diyebiliriz. Bunların başında gelen elbette Halep’in cihatçı çetelerden Suriye ordusu tarafından

kurtarılmasıdır. Halep zaferi savaşın güncel durumunu yalnızca etkileyen bir olgu değil, Halep harekatıyla eş zamanlı pek çok olgunun da bir sonucudur. Konuyu anlatmaya Halep’in düşüşüyle başlamak en iyisi. Dera düşüp cihatçılar Humus’ta ağır darbeler aldıktan sonra “devrimin başkenti” sıfatı Halep’in üstüne kaldı. Ordunun Halep’e Idlib ve Türkiye’den gelen cihatçı ve mühimmat desteği yüzünden uzun süre müdahale edememesi ve Halep’in ülkenin en büyük ikinci şehri olması bu sıfatı cihatçıların gözünde gerçek kıldı. Ordunun Halep’i kurtarmaya yönelik harekatından önce, şehir cihatçı çetelerin en büyük moral kaynağıydı. Suriye ordusunun Halep’i uzun süre kurtaramamasının sebebi: Güneyde Humus gibi cihatçıların kontrolündeki bölgelerden ziyade yine cihatçıların elinde olan Idlib bölgesi. Hatay sınırındaki Idlib üzerinden Halep uzun süre takviye kuvvet ve mühimmatla beslendi. Suriye ordusu ani bir hamleyle bu iki bölge arasında bir hat yarmayı başardıktan sonra, Idlib ve Türkiye’den

destek alamayan Halep artık ordunun karşısında yalnızdı ancak şehrin kurtarılmasının tek sebebi bu değildi.

TSK ve ÖSO, öncelikli olarak YPG’ye karşı olan Fırat Kalkanı operasyonunu başlattığında, bu ikilinin çağrısıyla Halep’teki çetelerin komutanlarının çoğu kuzeye geçti, geride lidersiz kalan çeteciler organize olma kabiliyetlerini yitirdi. Başsız kalan çeteciler El-Nusra terör örgütünün liderliğine sığınıp çatışmayı sürdürse de iç anlaşmazlıklar, takviyesizlik, mühimmat eksikliğinden ve artık hedef algılarının yalnız ordu değil, bunun yanında YPG ve hatta IŞİD arasında bölünmesinden dolayı yenilmeye mahkumdu. Nihayetinde teslim oldular ve şehri terk etmelerine müsaade edildi. Şeriatçı karşı-devrimin “başkenti” Halep, yıllar sonra tekrar özgürlüğüne kavuştu. Stratejik olarak ağır bir darbe almakla kalmayıp en büyük moral kaynakları olan “başkentlerini” de kaybeden çeteciler ateşkesi kabul etmek durumunda kaldı. Bir önceki paragrafta Fırat Kalkanı’na değinmiştik. Belirttiğimiz gibi bu operasyonun öncelikli hedefi YPG,

ÇEVİRİ GAZETESİ 14


öncelikli amacı da Türkiye sınırındaki Kürt kantonlarının birleşmesini engellemekti. Ancak ikincil bir hedefin de Türkiye’den Halep’e bir koridor oluşturup şehirdeki çetecilerin tekrar takviye ve mühimmat alarak orduya karşı durabilmesini sağlamak olduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Keza Halep kurtulduğunda Türkiye’deki İslamcılar da bu isteklerini belirtmişti.

Halep’in kurtuluşu kesinleştiğinde Batı medyası ve Türkiye’deki siyasal İslamcılar bir kara propaganda telaşına düştü. Kara propagandacılar, pek çoğu aslında son beş yılda cihatçı çetelerin elinden çıkan katliam, işkence ve toplu mezar görüntülerini “Suriye ordusunun Halep katliamı” olarak yaymaya çalıştı. Hemen ardından yine Türkiye’de İslamcı taban Twitter’da “Halep’e koridor” hashtag çalışmasını başlattı. Twitter’da Halep’ten gelen “veda mesajları” ise bildiğimiz üzere sosyal medyayı uzun bir süre etkisi altına aldı. Bu mesajlardan en dikkat çekeni ise şüphe çekecek kadar iyi derecede İngilizce paylaşımlar yapan ve “Halep’in sesi” olarak adlandırılan, 200.000’den fazla takipçili 7 yaşındaki Bana Alabed isimli küçük kıza ait olduğu iddia edilen hesaptan gelenlerdi. Batı kamuoyu tarafından sıklıkla “kahramanlar” olarak lanse edilen Beyaz Kasklılar’ın Halep’teki “katliamda” yaralanan sivillere yardım videoları da uzun bir süre sosyal medyada büyük ilgi

ÇEVİRİ GAZETESİ 15

görmüştü. Fakat bu “yardım” videolarının kamera arkası görüntülerinin sosyal medyaya servis edilmesiyle tüm bu videoların adeta bir tiyatro olduğu ortaya çıkmış oldu. Ayrıca Beyaz Kaskılar’ın ağır silahlarla poz verdiği ve Nusra cephesiyle zafer kutlamalarına katıldığı fotoğrafların ortaya çıkması da oynanan oyunun bir kez daha fark edilmesine sebep oldu.

Yazımızın sonlarına yaklaşırken Ortadoğu’da gerçekleşen tüm gelişmelerden bizzat etkilenen Türkiye’nin dış ilişkilerinden bahsetmekte de fayda var. Türkiye’nin Ortadoğu’yla alakalı olarak dış politikada yaşadığı krizlerin belki de en büyüğü güney sınırında TSK’nın düşürdüğü Rus savaş uçağıydı. Hükümet, bu olayı önce sahiplenmiş ve “uçağı biz düşürdük” demişti. 15 Temmuz’dan sonra ise diğer pek çok olay gibi bu da Gülen Cemaati’ne bağlanmış, pilotların “FETÖ’cü” olduğuna dair açıklama yapılmıştı. Sonrasında Türkiye’nin NATO müttefiklerinden

uzaklaşıp Rusya’ya yakınlaşmaya çalıştığı görülmüş, iki tarafın birbirine verdiği kimi tavizlerle ilişkiler normalleştirilmeye çalışılmıştı. Türkiye’nin Fırat Kalkanı için Suriye ve Rusya’nın hava savunma sistemlerini TSK’ya kapatmasının gerekliliği de hükümetin geri adımlarında etkiliydi.

Bir diğer kriz anı ise El-Nusra terör örgütü adına bir polisin Rusya’nın Ankara Büyükelçisi’ni öldürmesiydi. Bu durumdan kendini kurtarmak için hükümet önce suikastçiyi de “FETÖ’cü” ilan etmiş ama sonrasında gerçeği, yani bunun El-Nusra destekçisi bir eylem olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştı. Ardından Rusya’yla bağlarının bu kez onarılamaz şekilde bozulmasını göze alamayan hükümet, Suriye’de ordu ve cihatçılar arasındaki ateşkes anlaşmasının tarafı ve garantörü olarak Esad hükümetinin yönetimde kalmasını resmen kabul etmek zorunda kalmıştı. Humus ve Idlib’de El-Nusra hedeflerini vuran ordu ve Halep’te zafer sevinciyle yeni yılı kutlayan Suriye halkı, şeriatçı zihniyete ve emperyalist destekli cihatçı çetelere karşı güçlü bir direnişin zafere ulaşmasının kaçınılmaz olduğunu tüm dünyaya gösteriyor. İlerleyen günlerde gelebilecek çatışma haberleri zaman zaman endişe verici olabilir ancak şeriatçılığın yenilmeye mahkum olduğu gerçeği değişmeyecek ve Suriye iç savaşının galipleri elbet şeriata ve emperyalizme direnenler olacaktır.


Rojhılata Navîn û Şerê Navxweyi Duh, İro

Olgun Durmaz Di krîza niha ya li Rojhilata Navîn de di sala 2010 de, dest li Tûnisê, li "bihara erebî" Tevî ku dirêjkirina e niha Tûnis, bo guhartina desthilatê û şerên ku li welatên wekî Lîbya û Misirê, a determînasyonê ya çekdar û bêçek dev ji şerê navxweyî yê Sûriyê de, hemû serhildanên di bin siyę e.

Şerê navxweyî li Sûriyê, di adar 15, 2011 li dijî hikûmeta elewî Beşar Esed berfirehkirina çalakiyên protestoyê bihara erebî de îşaret kiribû. tebax 29, 2011 pêşengî 7 efserên ku ji artêşa Sûriyê û Artêşa Azad li ser 23 civînê de Tebaxê de di Tirkiyê de Encûmena Niştimanî ya Sûrî bang li hikûmeta Esed dest pê kir û ji nû ve di şerê navxweyî de bi awayekî fermî ev biryara wan ji bo xistina bi hêza çekan ragihand hiştim

avakirin.

Di dema şerê navxweyî 2016 li Sûriyê ji destpêka rewşên herî krîtîk jiyîn em dikarin bêjin. Ev bê guman yên li Heleb ji destpêkê ve ji aliyê komên çete Cîhadê ji aliyê artêşa Sûriyê rizgar in. serkeftina Helebê e fenomeneke ku bi tenê ji rewşa niha ya şer dike, bi hev re bi vê operasyonê de li Helebê di gelek dozan de di encama e ne. ev baş ji bo bi ser ketina Helebê dest bi ravekirina vê mijarê.

Piştî wergirtina derbên giran li Humsê, Deraa ket cîhadî "paytexta şoreşa" navder li Helebê ma. Heleb, Idlib û nikarin ji bo mudaxeleyê ji ber Cîhadê dirêj û cebilxane ji Turkiye û Helebê de, ya duyem bajarê herî mezin li artêşa welêt e ji bo li ber çavê yên title cîhadî rast bên kirin. Li ber êrîşa li Helebê rizgar Artêşa mezintirîn çavkaniya çeteyan Cîhadê moral bajêr bû.

Helebê, artêşa sûrî ji bo demeke dirêj ji ber têkçûnê ji bo rêgirtina li: bêtir Idlib dîsa di destên cîhadî ji herêmên di bin kontrola cîhadî yên wek Humis li Başûr. Heleb, Idlib li Hatay li ser demeke dirêj e ku hêzeke bi cebilxane û têr bû. Piştî ku biser di cidabûnê de xeta di navbera artêşa êrîşa ji nişkê ve Sûriyê van her du herêman, ku dikare piştgiriya ji Idlib û Helebê bi dest ne e niha tenê li ber leşkerî li Tirkiyeyê, di heman demê de ew bû ku bi tenê sedema azadbûna bajêr ne. TSK û Artêşa Azad, dema ku li pêş a operasyonê Firatê Mertala dijî ypg'y destpêkirin, ev ji bo yên ji bakur herî, qerf û ji duo di Fermandarê Helebê bi banga re derbas bûye, şiyana xwe ji bo lidarxistina nav serhildêrên mayî bêserok ji dest da.

ÇEVİRİ GAZETESİ 16


gerîlayên mayî serjêkirî ku nakokiyên navxweyî ye, destê-Nusr jî heger ku serokatiya de di pevçûnên bi rêxistina terorê dibin penaber, takviyesizlik ji karkeran, leşkerî û cebilxane êdî tenê dijî têgihîştina, YPG û herwiha, û heta bi kelemên ji têkçûna ji ber dabeşbûna di navbera siyaseta nekevin. Di dawiyê de ew teslîm û destûr da ku ji bajêr derkevin bûn. Şerîayê-şoreşa li dijî "paytext" yên li Heleb, piştî salan, dîsa ji bo azadiyê hate anîn. Stratejîk e, mezintirîn çavkaniya moral ne tenê ku derbeyên giran "paytextên" hate mecbûr kirin ku qebûl agirbestê winda serhildayan.

Em li benda berê yên Firatê Shield behsa. Armanca sereke ya vê YPG'ê operasyona ku em got, ew bû ku pêşî armanca bingehîn ji bo yekîtîyê yên Kantona Kurdish sînorê Tirkiyeyê. Lê belê, bi armanca navîn çete yên bi hiceta ku li bajarê avakirina korîdorek ji Helebê ji Tirkiyeyê ji bo jinûve bidestxistina li şiyana ku li dijî artêşa ku supplements û cebilxane ne dê neheq bin. Bi vî awayî, îslamîst li Tirkiyê li Helebê birevin gava ku ew diyar kir daxwaza wî. Dema azadkirina yên li Heleb medya Western dawî û îslamîstên siyasî yên li Tirkiyeyê di nav heyecaneke propaganda reş ket. propagandaya reş, komkujiya herî pênc salên dawî de di rastiyê de cîhadî li ser destê zorkirina, wêneyên ji îşkence û di gorên komî de "komkujiya ku artêşa Sûriyê li Helebê" wek ku wî hewl da ku belav bû. Hema hingê careke din li ser bingeha Twitter Îslamî yên li Tirkiyeyê "korîdora Helebê" dest-

ÇEVİRİ GAZETESİ 17

pêkirin kar Hashtag de.

Li ser Twitter ji Helebê "mesajên xatir ji" ji bo ku medyaya civakî, wek ku em dizanin ku ew demeke dirêj di bin bandora girt. bes ku bala şik The kesayetên li piraniya van mesajên ku zimanê farsî English-parvekirina û "dengê Helebê" bi navê, zêdetir ji 200,000 takipçil 7-year-old min bi navê alabed ji bikarhênerên ku, bi hinceta li little girl plakfiroşekî de bûn. Caran ji aliyê raya giştî "lehengên" Western li Helebê wek Kasklılar White ya "komkujiyê" videos to sivîl birîndar di demeke dirêj ez eleqeya mezin di çapemeniya civakî de dîtibûn alîkariya Barak. Lê belê, ev "alîkarî" ji bo xizmeta ku medyaya civakî ya images camera pişta videos eşkere bû ku hemû ji van videos e, wek şano. Li gel vê, li Kaskılar White wahşet bi çekên giran û di derketina holê ya wêneyên dilîst bûn pîrozkirina serketina bi ber Nusr of the game bû, careke din ji bo cudahiya derxistin.

Nivîsar di me bi xwe, ji hemû pêşketinan ku li Rojhilata Navîn ku nêzîkî dawiya têkiliyên derve ya Tirkiyeyê bandor behs li ser alîkarîyên sosyalê. Krîzên Tirkiyeyê wek siyaseta derve related to li Rojhilata Navîn, belkî herî mezin ên li ser sînorê başûr yê Hêzên Çekdar ên Tirk bû êxist Russian berdaye. Hikûmeta, berî vê bûyerê firot û "balafirên em hatine kêmkirin," wî got. Piştî 15 Tîrmehê de, ji civaka Gülen, wek gelek kesên din ve girêdayî ye ji bo

vê bûyerê, ji pîlot yên "fetö'c de" daxuyaniyê de hate kirin ku ev e. Piştî ku dev ji hewlê didin ku ji bo Rûsyayê nêzî hevalbendên Tirkiyeyê NATO hatine dîtin, têkiliyên bi kê re lihevkirinê hewl dabû bide her du aliyan de Normalized. Tirkiye, Sûriye û mertalê Feratê ji bo Rûsyayê sîstemên parastina hewayî pêdiviyên a Hêzên Çekdar ya Tirk li gavên back to piţtre hikûmetê bi bandor bû.

Mesela din ya êrîşa polîsan li ser navê rêxistina terorê Balyozê al-Nusr Rûsyayê li Enqereyê bû ku bikuje. Berî ku hikûmeta assassin ji bo xwe ji vê rewşê weke "fetö'c" û anor de hatiye îlan kirin, lê piştî ku rastî, da ku alîgirên el-Nusr mecbûr bû ku qebûl bike ku çalakiya. Hingê ku nikarin di vê demê de bonoyên hikûmetê careke bertîl û yên Rûsyayê, ku di navbera artêşê û cîhadî li Sûriyê wek aliyê hikûmeta Esed û pasewanê rêkeftina agirbesê ji management dimîne nînin mecbûr kirin ku bi awayekî fermî qebûl bike. Hums û Idlibê hebûn El-Nusr baregehên leşkerî û şahiya serketina li Helebê ketin sala nû pîrozbahî li gelê sûrî, Şerîayê zîhniyeta bivênevê û emperyalîst-piştevanîya Cîhadê serkeftina berxwedana li dijî komên çete ye nîşan dide li seranserê cîhanê. Rojên di pey re de fîlmçêkerên news dibe ku fikarên ku dibe ku di wê dem bi dem bên û pevçûnê, di heman demê de dê ji ber ku şeriatçılıg têk bibin û serketîyên ji şerê navxweyî yê Sûriyê de bi rastî li ber xwe bidin Şerîayê û emperyalîzmê in biguherînin.


Colonialismo e imperialismo http://www.claseshistoria.com/imperialismo/concepto.htm

CONCEPTO El término imperialismo hace referencia a la actitud, doctrina o acción que conduce al dominio de un estado sobre otro u otros mediante el empleo de la fuerza militar, económica o política.

Durante el último tercio del siglo XIX las potencias europeas y algunas extraeuropeas (USA y más tarde Japón) desarrollaron una política de expansión colonial acelerada que ya venía

gestándose desde comienzos de siglo. Esta nueva fase del colonialismo, que recibe la denominación de imperialismo, tendía a la formación de grandes imperios y constituyó una constante fuente de conflictos que desembocaron en la 1ª Guerra Mundial. Colonialismo e imperialismo

Para algunos autores ambos términos son sinónimos, otros aprecian diferencias entre ellos:

El colonialismo Suele aludir a las primeras fases de la expansión europea, durante los siglos XVI, XVII y XVIII. Las metrópolis controlaron una serie de territorios, explotados económicamente, que alentaron relaciones de subordinación con los pueblos autóctonos de la zona, a los que impusieron sus estructuras y formas de vida. Se impulsó el control de rutas, lugares estratégicos y la creación de zonas de influencia, pero no quedó claramente establecida una conducta de conquista continua y sistematizada. El imperialismo

A diferencia del anterior, tiene fuertes connotaciones nacionalistas: los estados que lo practicaron pretendían la conquista sistemática de la mayor cantidad posible de territorios con el objetivo de alcanzar el rango de potencias mundiales. No buscaban tanto la transformación cultural de estas zonas como su control político, económico y militar. Este proceso adquirió nitidez en el último tercio del siglo XIX. El tránsito del colonialismo tradicional al imperialismo

Se produjo en la 1ª mitad del siglo XIX y estuvo marcado por la crisis del antiguo colonialismo expresada en la pérdida de las colonias americanas de Gran Bretaña y España, la desaparición de las doctrinas económicasmercantilistas y la lucha por la abolición de la esclavitud.

La expansión continuó durante la 2ª mitad del siglo, fruto de la pretensión de ganar nuevas áreas de influencia, alentada por la industrialización europea -ávida de nuevos mercados- y el desarrollo técnico y militar. Otros factores que contribuyeron a dicha expansión fueron las exploraciones geográficas y misioneras en busca de la extensión de la ciencia y el cristianismo respectivamente. En 1885, en la Conferencia de Berlín, las potencias acordaron el reparto sistemático del continente africano.

ÇEVİRİ GAZETESİ 18


Kolonyalizm ve Emperyalizm Yakup Cemil

Kavram Emperyalizm kavramı, bir devletin diğer devlet ya da devletlere, askeri, ekonomik ve politik olarak uyguladığı sömürücü eylem, doktrin ya da tutuma verilen isimdir.

XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde, Avrupalı güçler ve bazı Avrupalı olmayan (Amerika, Japonya) devletler, yüzyılın başında doğan ve iyice hızlanan kolonyal bir yayılma politikası gerçekleştirdiler. “Emperyalizm” ismini alacak olan kolonyalizmin bu yeni evresi, büyük imparatorlukları şekillendirdi ve ileride I. Dünya Savaşı’na yol açacak çatışmaları hızlandırdı. Kolonyalizm ve Emperyalizm

Bazı yazarlara göre bu iki kavram eş anlamlıyken, bazılarına göre farklı anlamlara gelir. Kolonyalizm

Avrupa’nın yayılmasının ilk evreleri; XVI, XVII ve XVIII. yüzyıllar boyunca gerçekleşmiştir. Metropoller, geniş toprakları ve sömürgeleri kontrol altında tutan bölgelerdi. Bu süreçte, yerlilerle ilişkiler kuruldu ancak bu ilişki daha çok onları sömürmek üzerineydi.

Rotaların, stratejik bölgelerin ve önemli toprakların kontrolü sağlandı fakat devamlı ve sistematik bir sömürü süreci kurumsallaşmadı. Emperyalizm

Kolonyalizmden farklı olarak, emperyalizmin içinde milliyetçi ögeler vardır. Devletler, sistematik bir fetih süreciyle mümkün olduğunca bölgeyi keşfedip bu yerleri sömürmeye çalıştı. Bu bölgelere, kültürel olarak bir aktarımda bulunmak için çaba sarf etmediler; amaçları politik, ekonomik ve askeri kontrol sağlamaktı. Bu süreç XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde çok keskin bir şekilde kendini gösterdi. Geleneksel Kolonyalizmden Emperyalizme Geçiş

XIX. yüzyılın ilk yarısında, İspanya ve Büyük Britanya’nın Amerika’daki kolo-

nilerini kaybetmeleriyle kolonyalizm krizi ortaya çıktı ve bu şekilde merkantilist ekonomik doktrinlerin sonu gelmekle birlikte, köleliğe karşı güçlü bir mücadele başladı.

Yayılma, yüzyılın ikinci yarısında da devam etti ve bu evre kendine yeni bölgeler bulup endüstriyelleşerek, yeni pazarlar bularak yol aldı. Böylece teknik ve askeri bir gelişme de yaşandı. Bu yeni sürece yol açan diğer faktörler, coğrafi keşifler, bilim ve Hristiyanlığı yayma amacıyla yola çıkan misyonerlerdi. 1885’te Berlin Konferansı ile devletler, Afrika Kıtası’nın sistematik sömürüsü konusunda anlaşmaya vardılar. Çevirmenin yorumu:

Kolonyalizm 1492’de Amerika’nın keşfiyle başlayan bir süreçtir. Bunun öncü gücü o dönem gücünün doruğunda olan İspanya İmparatorluğudur. Kıtada iki temel amaçları var: daha çok bölge fethedip Hristiyanlığı yaymak. Sömürme sürecinde, İspanyol sömürgeciler tarafından o dönem ileri bir uygarlığa sahip Inca, Aztec gibi bir çok imparatorluk dilleri, kültürleri ve tarihleriyle birlikte yıkılıyor.

XVIII. yüzyılda Bolivar ve diğer criollo’lar* tarafından öncülük edilen bağımsızlık savaşları, o döneme kadar ezilen yerlilerin desteğiyle başarıya ulaşıyor. Meksika, Kolombiya gibi ülkelerde günümüzde de hala mücadele veren EZLN, FARC,ve ELN gibi örgütlerin içinde de bu yerlileri ve emperyalizme karşı direnişi görebiliriz. *criollo: Latin Amerika’da doğan İspanya kökenli birey. ÇEVİRİ GAZETESİ 19


Köleliğin Sesleri: “Damızlık” Bir Kadın Olarak Seçilmiştim Can Alizade

1929-1930 yıllarında Ophelia Settle Egypt adında Afro-Amerikan bir araştırmacı geçmişte köle olan yaklaşık 100 kişi ile röportaj yapmıştır. O dönemde Fisk Üniversitesi’nde çalışan Settle böylesi büyük çapta bir araştırmaya girişen ilk kişidir. Siyahi bir toplum bilimci olan Charles Johnson ile, geçmişte köle olan siyahilerle köleliğin son zamanlarıyla ilgili bir çalışma hazırlamıştır. 1945’te nihayet otuz sekiz röportajdan oluşan “Köleliğin Yazılmamış Tarihi” (Unwritten History of Slavery) adlı

kitabını yayımladı. Anonim olarak paylaşılan bu röportajlar katılımcıların çoğunun yaşadığı Tennessee ve Kentucky’deki kölelik düzeninin tam bir tablosunu önümüze seriyor.

“Dr. Gale’in ‘Özgür Köleleri’nden biri” başlıklı bu ilk bölüm sahipleri tarafından tecavüze uğrayan kadınlara ve bu tür ilişkilerin diğer boyutlarına yönelik içten ve şaşırtıcı bir röportajı içeriyor. Önceki gün beyazların kölelere sahip olduğu günlerden bahsediyorduk. Bir adam evlendiğinde, babası ona mutfak işleri için bir kadın verirdi. Bu evde efendisinden çocuk yapmak zorunda kalırdı. Aynı zamanda adamın karısı

da çocuk sahibi olurdu. Bazen bu kadının çocukları adama o kadar çok benzerdi ki karısı onlara karşı zalimce davranır ve kocasına onları sattırırdı. Uzun, güzel saçları varsa onları keser, beyaz çocuklarınınki gibi olmasına izin vermezdi.

Sağlıklı bir kadın ve bir erkek satın alıp ikisini damızlık hayvanlarmış gibi bir araya koyar ve evlenmelerine engel olmazlardı. Eğer iyi bir “damızlıksa” kadınla gurur duyarlardı. Biraz tıknaz biri olduğum için beni de çocuk yapmam için ayırmışlardı. Yeterince büyüyünce artık özgürdüm. Mississippi’de efendisinden yaklaşık yirmi çocuk yapmış bir halam vardı.

ÇEVİRİ GAZETESİ 20


bile kalkmazdı. Tabi böyle bir şeyi ihtiyar Shelby’nin çiftliğinde yapamazdınız. Siyahları ölümüne kırbaçlar ve ölmeden önce onları satardı. Bu yüzden diğer beyazlar yakasını hiç bırakmazdı. Fena halde işkence ettiği köleler satıldıkları gibi ölürdü. Pazarlık yaptığı kişilerle hep bir davası olurdu.

Pazar günleri kiliseye gitmek üzere bizi hazırlarlardı. Gitmemize izin verdikten sonra bizleri giydirirlerdi. Biraz ileri gitmemi söyleyip beni süzerlerdi. Aralarında “Sağlam bir yapısı var, bundan iyi bir damızlık olur.” gibi konuşmalar geçerdi. O zaman tam olarak neyden bahsettiklerini anlamazdım.

Ve Sam Watkins... Kölelerin kocalarını yataktan gönderir ve zorla karılarıyla birlikte olurdu. Bir defasında bir kölenin, elinden geldiği kadar buna dayanmaya çalıştığını ve bir sabah dışarıda bekleyip karısıyla birlikte olmaya gelen efendisini boğarak öldürdüğünü duyduk. Bunun ölüm demek olduğunu elbette ki biliyordu. Ama zaten her şey ölüme çıkıyordu. O da onu öldürmeyi seçti. Ardından asıldı. Tennessee’nin hep var olan bir kanunu da: Bir siyahi bir beyazı öldürürse cezası ölümdür. Ama ne var ki bütün siyahi kadınlar beyaz adamlarla olmazlardı. Bazıları kendi rızalarıyla bazılarıysa zorla olurdu. Mississippi’ye gitmekten bunun için çok korkarlar ve ellerinden geldiğince oradan uzak durmaya çalışırlardı. Beyaz bir kadın bazen iyi görünümlü bakire bir hizmetçi satın alır ve ilerde oğlunun ondan çocuk yapması için onu elinde bulundururdu. Tabi doğacak melezlerden çok da bir şey bekleyemezdiniz. Annem Mississippi’de doğmuş ve buraya getirilmiş. Babamsa Maryland’de doğmuş. Buraya geldiğinde artık yaşlı

ÇEVİRİ GAZETESİ 21

bir adamdı. Ama yine de onları satın alıp bir araya getirmişler. Annem gençti, henüz 15 ya da 16 yaşına basmıştı. On dört çocuğu vardı, bunun ne denli büyük bir zenginlik olduğunu sizler de tahmin ediyorsunuzdur.

Henüz küçücük bir çocukken siyahi birinin düğününe gitmiştim. Rengi şuradaki kumar masası kadar siyahtı ama genç efendisi evlenmesine müsaade etmişti. Ne de olsa istediği zaman ona sahip olabilirdi. Size hiçbir şeyden bahsetmemişler. 12-13 yaşlarında oldukça büyük bir kızdım. Benden iki, üç yaş daha büyük bir kızla maydanoz* ektikleri yerlere gider, oyuk kütüklerin içine bakıp bebek arardık. Oralarda bizi bir yılanın ısırmaması büyük bir mucizeydi. Annemin başında bekleyen kadın [ebe] geri gelip bebeği gösterirdi. Tek bildiğimiz buydu. Kendi bebeği olduğu için onu bize getirdiğini sanardık. İlk bebeğimi doğurduğumda yirmi yaşındaydım ve gerçekten bir şey bildiğim yoktu. Ne kadar süre ona bakmam gerektiğini bilmiyordum. Çocukken hiçbir şey öğrenememiştik.

Dr. Shelby’nin kölesi olan yaşlı bir adam vardı. Bir gün olur da özgür bırakılırsa, bir daha yataktan hiç kalkmayacağını söylerdi. Özgürlüğüne kavuştuğunda gerçekten de açlıktan ölene kadar yattığı yerde kaldı. Epey yaşlıydı. Artık kimsenin onu kaldırmayacağını, istediği kadar yatakta kalabileceğini bildiği için oldukça mutluydu. Yemek yemek için

Bizi korkuturdular. Amerikalıların boynuzları olduğunu söylerlerdi. Onları mavi kıyafetleri ve çizmelerindeki pirinçten mahmuzlarıyla gördüğümüzde bize oldukça şirin gözükmüştüler.

*maydanoz tarlası (parsley bed): Çocuklar bebeklerin nereden geldiğini sorduklarında, ebeveynlerinin verdikleri cevap.

Ophelia Settle Egypt daha sonra Tuskegee Frengi Araştırması adı altında yapılan suistimali açığa çıkarmak için çalıştı. Sonucunda, siyahi çiftçilere bilgileri olmadan frengi bulaştırıldığını, tedavisinin bilindiğini ve ellerinde olduğunu; buna rağmen hastaları doğru bir şekilde tedavi etmeyi reddettiklerini gün ışığına çıkardı. Hayatının geri kalanını tıp ve sosyoloji araştırmalarına adadı. 1981 yılındaki ölümüne kadar; araştırma asistanlığı, çocuk kitabı yazarlığı ve Washington D.C.’nin ilk Planned Parenthood’un yöneticiliğini yaptı. Makaleyi derleyen: Eric Swanger, thiscruelwar.com Eric Swanger siyahi tarihi ile ilgili araştırmalar yapıp bunları bloğu thiscruelwar.com’da yayınlıyor. Şu an Seattle, Washington’da yaşıyor.

Yazının orjinaline karekodu okutarak ulaşabilirsiniz.


Les Voix de L’esclavage: J’avais Été Choisi Comme La Dame "Poulinière" İrem Çimen

Dans les années 1929-1930, une chercheuse Afro-américaine qui s'appelle Ophelia Settle Égypte a fait un reportage avec environ cent personnes qui étaient esclaves dans le passé. À cette époque là, Settle qui travaillait à l’université de Fisk était la première personne qui avait entrepri un tant grand diamètre de recherche. Accompagné de Charles Johnson un sociologue d'origine noire, elle a préparé une étude sur les dernières années de

l’esclavage avec les esclaves d'origines noires de cette époque. Enfin, en 1945, elle a publié son livre nommé “Unwritten History of Slavery. ”qui se compose de 38 reportages. Ces reportages qui ont été partagés comme anonyme dévoilent le tableau complet de l'ordre de l'esclavage en Tennessee et Kentucky. Ce premier chapitre dont le titre est "l'une des esclaves en liberté” de Dr. Gale comprend un reportage sincère et étonnant sur le viol de plusieurs femmes et autres dimensions de ce type de relation.

Le jour précèdant, nous parlions des jours où les blancs possèdaient des esclaves. Quand un homme est marié, son père lui donnait une femme pour les travaux de la cuisine. Dans cette maison, Elle était obligé d’avoir des enfants de son seigneur. En même temps, la femme de cet homme tombait enceinte de celui-ci. Parfois les enfants de cette femme ressemblaient tellement à cet homme que sa femme agissait méchamment et elle lui faisait vendre les enfants. S’ils avaient les cheveux longs et beaux elle les coupait et ne permettait pas qu’ils aient les mêmes cheveux que ses enfants blancs.

Ils achetaient un homme et une femme en bonne santé et puis ils les mettaient ensemble comme animal poulinière et ils ne les empêcher pas de se marier. Si elle était une bonne poulinière, ils étaient fiers de la femme. Comme je suis un peu boulotte, ils m’avaient mis de côté pour faire un enfant. Lorsque j’avais assez grandit, désormais, j’étais libre. Au Mississippi, j’avais une tante qui avait fait environ 20 enfants de son seigneur.

Les dimanches, ils nous preparaient pour aller à l'église. Après qu’ils nous ont permis d’y aller, ils nous habillaient. Ils nous regardaient de hant en bas. Entre eux ils disaient: "elle a une structure solide, elle sera une bonne pouliniere. À ce moment là, je ne comprenais pas vraiment de ce qu’ils parlaient. Et Sam Watkins… Il renvoyait les maris des esclaves des lits et il avait des rapports sexuels avec leurs femmes par la force. Une fois, nous avons entendu qu’un esclave a essayé d’endurer cette situation et un matin, il a attendu dehors son seigneur qui était venu pour avoir des rapports sexuels avec le femme et l’a tué en l’étranglant. Certainement, il savait que c’était la mort. Mais tous les chemins allaient vers la mort et il a choisi de le tuer après il s’est pendu. Il y a une loi au Tennessee qui existe toujours: si un nègre tue un blanc, sa punition sera la peine est la mort. Mais toutefois toutes les femmes nègres n’avaient pas toujours des rapports sexuels avec des hommes blancs. Quelques-unes avaient des rapports de manière consentent, et d’autres étaient forcées. C’est pour cela qu’elles avaient très peur d’aller au Mississippi et elles essaiyaient de rester loin de cette ville. Parfois, une femme blanche achetait une servante qui avait une bonne tête et elle la possedait pour que dans l'avenir son fils lui fasse un enfant d'elle. Naturellement, il ne faut pas s’attendre à grand-chose des enfants métisses qui allaient naitres.

ÇEVİRİ GAZETESİ 22


Ma mère est néé au Mississippi et elle a été apporté ici. Mon père quant à lui est né au Maryland. Quand il a été apporté ici, il était vieux. Ma mere était jeune, elle venait juste d’avoir 15 ou 16 ans. Elle avait 14 enfants, vous aussi vous pouvez percevoir comment ceci était une si grande richesse. Quand j’étais une fille encore , j’étais parti dans un mariage d’un négre. Sa couleur était noire comme la table qui se trouve ici mais son jeune maitre avait donner la permission pour son mariage. Il pouvait devenir sa chose quand il le voulait.

Ils ne vous ont rien mentionné. J’étais une fille de 12-13 ans assez mature. J’allais avec une fille qui avait deux, trois ans de plus que moi dans les endroits où ils plantaient du persil, on regardait dans des troncs creux pour chercher un bébé. On peut dire que c’est un miracle qu'un serpent nous a pas piqué. La sache femme qui attendait près de ma maman serait revenu pour nous montrer le bébé. Nous savions que cela. On croyait qu’elle nous apportait le bébé car c’était le sien. Lorsque j’ai accouché de mon premier enfant j’avais 20 ans et vraiment, je ne savais rien du tout. Je ne savais pas

ÇEVİRİ GAZETESİ 23

combien de temps j’allais m’occuper de lui. Quand nous étions enfant nous n'avons rien appris.

Il y avait un vieil homme qui était l’esclave du Dr. Shelby. Un jour, s’il était libre, il disait qu’il ne se lèverait plus jamais. En effet, lorsqu’ il a eu sa liberté, réellement, il est resté jusqu’à ce qu’il meurt de faim allongé par terre. Il était assez vieux. Désormais, personne n’allait le réveiller, il était content car il pouvait rester dans le lit autant qu’il le voulait. Même pour manger il n’allait pas se lever. Bien sûr vous ne pourriez pas agir de la sorte à la ferme du Dr. Shelby. Il cravachait les nègres et avant leur mort il les vendait. C’est pourquoi les autres blancs le collaient. Les esclaves qui subissaient les tortures sont morts dès qu’ils ont été vendu. Il avait toujours une affaire avec les personnes dont il marchandait. Ils nous effrayait. Ils disaient que les Américains avaient des cornes. On les voyait avec leur vêtement bleus l'eperon fait de riz, ils nous apparaissaient sympatique.

*Le champ persil: quand les enfants demandent que les bébés viennent d’où il est réponse que les parents donnent.

Ophelia Settle Egypt, par la suite, a étudie pour réforme abus qui fait au-dessous le nom “L’Etude de Tuskegee sur la Sypilis.”

En conséquence , elle a tiré au clair que'on a sali la syphilis a les esclaves négre, on a sait le traitement de cette maladie, malgré cela, il a refuse traiter les malades correctement.

Le reste de sa vie, elle dédie les recherches de la sociologie et le médecine. Jusqu' à sa mort en 1981, elle défruye poste d’assistant, écriture du livre d'enfant, la direction de la première clinique de planning familial de Washington D.C.. Collectionneur du cet article: Eric Swanger , thiscruelwar.com

Eric Swanger fait une recherche sur l’histoire de négre et il publie son blog “thiscruelwar.com. En ce moment, il hàbite a Washington.


1956 Kadın Yürüyüşü, Pretoria, 9 Ağustos Ayfer Tuncer Atlas Koç “Strijdom, sen kadınları sinirlendirdin, baltayı taşa vurdun.” Bu tarihi olayı damgalamak için bestelenmiş şarkı böyle devam eder. 1956’nın ortasına kadar Pretoria yürüyüşünün planları yapılmış ve FSAW (Güney Afrika Kadınlar Federasyonu) kendi görüşlerini anlatabilmek için dönemin başbakanı JG Strijdom’a kendi liderleriyle görüşme isteği için yazmışlardı. İstek reddedildi.

Sonrasında ANC (Afrika Ulusal Konseyi), Helen Joseph ve Bertha Mashaba’yı, ANC’den Robert Resha ve Demokratlar kongresinden (COD) Norman Levy eşliğinde ana kentsel alanlarda tura gönderdi. Plan, yerel liderlerle konuşup sonrasında Ağustosta yapılacak büyük buluşmaya delegeler göndermeleri için anlaşmalar yapmaktı.

Kadın yürüyüşü olağanüstü bir başarıydı. Ülkenin dört bir yanından kadınlar,

kimi Cape Town ve Port Elizabeth kadar uzak yerlerden Pretoria’ya geldi. Sonra kararlı ancak düzenli bir şekilde Birlik Binalarında toplandılar. Kadın delegelerin sayısı tahminlere göre on binden yirmi bine kadardı, FSAW o zamana kadar yapılmış en büyük gösteri olduğunu iddia ediyordu. Herbert Baker binasının kavisindeki amfinin tamamını doldurdular. Walker bu etkileyici sahneyi şöyle anlatıyor:

Afrikalı kadınların çoğu geleneksel elbiseler, diğerleri meclis renkleri olan, yeşil, siyah ve altın; Hint kadınlar beyaz sariler giyiyordu. Birçok kadının sırtında bebekleri vardı ve bazı ev hizmetlerinde çalışan kadınlar yanlarında beyaz işverenlerinin çocuklarını getirmişti. Gösteri boyunca bu büyük kalabalık oldukça etkileyici disiplin ve haysiyet gösterdi. (Walker 1991:195) Ne başbakan ne de kıdemli personeli kadınları görmek için oradaydı, kadınlar da bir önceki sene yaptıklarını tekrarladı, liderler JG Strijdom ’un ofisinin önüne devasa dilekçe demetlerini bıraktılar. Daha sonra bu dilekçelerin Strijdom bakmaya zahmet etmeden ortadan kaldırıldığı ortaya çıktı. Daha

sonra Lilian Ngoyi’nin önerisiyle -ustaca bir taktik- dev kalabalık tam yarım saat boyunca mutlak sessizlikle durdular. Ayrılmadan önce (yeniden örnek olacak nitelikte) kadınlar, ‘Nkosi sikeleli Afrika’yı söyledi*. Katılanlar istisnasız, eylemi dokunaklı ve duygusal bir deneyim olarak niteledi. FSAW eylemi “muazzam bir başarı” olarak beyan etti. Kadın yürüyüşünün önemi analiz edilmeli. Kadınlar, politikada beceriksiz ve olgunlaşmamış, eve bağlı kadın stereotipinin çağdışı ve yanlış olduğunu bir daha gösterdi. Ve bir önceki sene olduğu gibi Afrikaner medya, beyazların ipleri ele aldığı izlenimini vermeye çalıştı. Bu aşikâr bir yalandı. FSAW ve Konsey Birliği girişimin bariz başarısından büyük saygınlık kazandı. FSAW politik olarak kendini kanıtladı ve artık tanınmış bir organizasyon olarak küçümsenemezdi – bu henüz iki yaşında olan bir topluluk için büyük bir başarıydı. Birlik bundan sonra 9 Ağustos’un Kadınlar Günü olarak kutlanmasına karar verdi ve şu anda, yeni Güney Afrika’da her sene ulusal tatil olarak anılıyor. Afrikalı Kadınlar için Geçiş İzni

Hükümetin, kadınları geçiş izni ve ruhsat taşımaya zorlamadaki ilk çabaları büyük bir fiyaskoydu. 1913’de Özgür Orange Devletlerinin hükümet görevlileri kentlerde yaşayan kadınların her ay yeni giriş ruhsatı almaları gerektiğini ilan etti. Yanıt olarak, kadınlar hükümete delegeler gönderdi, dilekçeler için binlerce imza topladı ve ruhsat zorunluluğunu protesto etmek için devasa gösteriler düzenledi. Huzursuzluk eyalette yayıldı ve yüzlerce kadın hapishanelere gönderildi. Sivil itaatsizlik ve gösteriler senelerce aralıklarla devam etti. Sonunda ruhsat zorunluluğu geri çekildi. 1950’lere kadar Afrikalı kadınlara yönelik başka bir ruhsat veya geçiş izni denemesi olmadı. Bu tür belgeleri talep eden yasalar 1952’de kamulaştırılmış olsa da, hükümet 1954’e kadar kadınlara

ÇEVİRİ GAZETESİ 24


ruhsat vermeye, 1956’ya kadar danışma kaynaklarına başlamadı. Ruhsatların verilmesi, hükümetin “Renkli Öncelik Bölgesi” olarak atadığı Batı Kap ’ta başladı. Hükümet tarafından belirlenen sınırlar içerisinde Çalışma Bakanlığı, Renkli işçilerin müsait olmadığına karar vermediği sürece hiçbir Afrikalı işçi işe alınamazdı. Yabancı Afrikalılar bölgeden tamamen çıkartılmalıydı. Yeni ailelerin girmesine izin verilemezdi ve kalmak için gereksinimleri yerine karşılamayan kadın ve çocuklar korumaya alınmış arazilere geri gönderilirdi. Aileleri bölge dışına çıkarılmış veya bölgeye girişleri engellenmiş olan ailelerin erkek reislerine göçmen işçilerle birlikte tek cinsiyetli hostellerde

ÇEVİRİ GAZETESİ 25

konaklanma sağlanmıştı. Aile konaklama mevcudiyeti o kadar sınırlıydı ki inşa edilen dairelerin sayısı doğal nüfus artışının oldukça altında kalmıştı.

Bu kadar şiddetli istila kontrol önlemlerini uygulamak için, hükümet Batı Kap ‘ta kalmak için yasal hakkı olmayan kadınları tanımama vasıtasına ihtiyacı vardı. Yerli Yasaları Değişikliği şartlarına göre 10(1)(a), (b), veya (c) kısmındaki kadınların ruhsat taşımasına gerek yoktu. Teoride sadece 10(1) (d) kısmı kategorisindekilerin – iş arayan ya da kentsel alanda bulunmak için özel izine ihtiyacı olan kadınlarınbu tür belgelere sahip olması gerekiyordu. Yasal muafiyetlerine rağmen, 10(1)(a), (b) ve (c) kısımlarındaki kadınlara otoriteler tarafından, onların kendi koruması için olduğu iddia edilen ruhsatlar çıkarılmıştı. (a), (b), veya (c) statüsünü kanıtlayamayan her hangi bir kadın tutuklama ve sınır dışı edilmeye açıktı. Ruhsatların Batı Kap ’daki kadınlara verilmesinin akabinde, yerel görevliler yönetmeliği Federasyon genelinde uygulamaya başladılar. Yeni sisteme tepki hızlı ve düşmanca oldu. Batı Kap “Renkli Öncelik Bölgesi” olarak atan-

madan önce bile, Afrikalılar kaçınılmaza hazırlanıyordu. 4 Ocak 1953’te yüzlerce Afrikalı kadın ve erkek yaklaşan Yerli Yasaları Değişikliği Uygulamasını protesto etmek için Cape Town dışındaki Langa ilçesinde toplandı. Kalabalığa coşturucu bir söylev veren Afrika Ulusal Konseyi Kadınlar Ligi ve Güney Afrika Kadınlar Federasyonu üyesi Dora Tamana ilan etti:

Biz kadınlar, bu geçiş izinlerini asla taşımayacağız. Bu benim yüreğime dokunan bir şey. Siz genç Afrikalıları meydana atılmaya ve mücadele etmeye çağırıyorum. Bu geçiş izinleri bizim için yolu daha da daraltıyor. İşsizliği, konaklama yokluğu ve geçiş izinleri yüzünden dağılan aileleri gördük. Bunu erkeklerimizle gördük. Ufak, teknik bir suç yüzünden – geçiş iznimiz olmadığından- hapse gittiğimizde çocuklarımıza kim bakacak? *Tanrı Afrika’yı Kutsasın, Güney Afrika Ulusal Marşı


Marksizm ve Oryantalizm Devim Yılmaz

11 Eylül olaylarından beri siyasal İslam, Oryantalizm, din ve Emperyalizm konuları yeniden ilgi konusu oldu. Bu kitap, bu konulara yönelik Marksist yaklaşımı açık ve keskin bir şekilde analiz eden dört makaleden oluşuyor. “Marksist bakış açısıyla günümüzde din ve siyaset” başlıklı ilk makale Marx’ın dine bakışını özetleyip Hristiyan “Özgürlük Teolojisi” teorisini ve İslami aşırı dinciliği karşılaştırmalı olarak analiz ediyor. İkincisi, yani “Tersine Oryantalizm: Fransız Oryantalizminde 1979 sonrası eğilimler”, “tersine Oryantalizm” açıklamasını Fransız İslam araştırmaları alanını analiz etmekte kullanıyor. Üçüncüsü, “Marx, Engels ve Oryantalizm: Marx’ın epistemolojik evrimi”, Edward Said’in Marx’ın Oryantalist olduğu suçlamasıyla hesaplaşıyor. Son makale, “Marksizm ve kozmopiltanizm”, kozmopolitanizmin kaynağına inip Marx ve Engels’in terimi nasıl kullandığını ve terimin küreselleşmiş dünyaya kadar evrimini ele alıyor. Bunların hepsi paha biçilmez makaleler, ama burada Oryantalizm'i konu alan yazıya odaklanacağım. Suriyeli aydın Sadık Celal El-Azm "Tersine Oryantalizm" (OIR) terimini Arap düşünüşünde Oryantalist düşüncenin temel varsayımlarını kabul eden ama önceliklerini değiştiren bir akımı tanımlamak için icat etti. Oryantalist düşüncenin temeli Doğu ve Batı medeniyetlerini karakterize eden belli kültürel özellikler olduğu ve bu ikisinin birbirinin zıddı olduğu fikridir. OIR bu açıklamaları kabul eder ama Doğu'nun Batı'dan üstün olduğunu öne sürer. Ayrıca milliyetçilik, sosyalizm ve komünizm gibi sözde Batılı kavramların Doğuya ters olduğunu ve "popüler siyasi İslam"ın Arapların kendilerini sömürgeciliğin boyunduruğundan kurtarmakta kullanabileceği hem otantik hem de daha üstün bir yapı olduğunda ısrar eder. Achcar, OIR'in Arap aydınlarla sınırlı kalmadığını ve bu yüzden görüşün Arap bağlamının dışına uzandığını öne sürer. Bu düşünce tarzını tanımlayan

altı karakteristik özellik sayar:

- Batı ve Doğu zıt kutuplardır, bu sebeple Batı ideolojileri, Marksizm dahil, Doğu'daki insanlara uygun değildir.

- Demokrasi, sekülerizm ve kadın hakları gibi Batı standartları Müslüman toplumlarda ölçüsünün aranması uygun olmayan kategorilerdir.

- İslami Doğu, Batı'nın sosyal bilimlerinin epistemolojisiyle anlaşılamaz ve bu yüzden Batılı olgularla yapılan herhangi bir karşılaştırmanın anlamı olmaz.

- Müslüman ülkelerde değişime neden olan birincil faktör ekonomik ve sosyal/sınıfsal dinamikler değil, kültürdür (İslam). - İslam Doğu rönesansı için muhtemel tek yolu sağlar.

- İslami çerçevede örgütlenen siyasi hareketler gerici olamaz, aksine ilericidir ve Batının kültürel hakimiyetinin ürünüdür.

Achcar ayrıca Fransa'da İslami Araştırmalar alanında, özellikle 1979'a kadar sol siyasetten kopmuş olan 1968 radikallerinin çalışmalarına odaklanan, orijinal ve anlamlı bir analiz ortaya koyar. İran devrimine yönelik Oryantalist düşmanlığa ve Sovyetlerin Afgan cihatçılara olan düşmanlığına karşı hareket eden bu 1979 sonrası akademisyenler grubu yeni bir iş ortaya çıkaracaktı."Aşırı dincilik" ve "aşırı tutuculuk" gibi terimlerin siyasal İslam'ın yükselişi hakkında kullanılmasını reddettiler ve Batı kaynaklı kategorilerin Doğu'yu analizde kullanılamayacağını iddia ettiler. Bu şekilde, kendilerini Oryantalizm'den ayırmak için sarf ettikleri çabanın sonucunda, yalnızca Oryantalizm'in Doğu ve Batı'nın epistemolojik olarak uyumsuz olduğu ön yargısını yankılamış oldular. Bu yeni paradigmada etkili bir figür olan Olivier Carre, İslamcılığın (Bu akademisyenlerin kullanmayı tercih ettiği terim) yalnız Müslüman çoğunluklu ülkelere uygun olmadığını, ayrıca modernleşmenin habercisi olduğ unu öne sürdü. Carre aynı zamanda

İslam'ın Müslümanların gerçek dili olduğunu öne sürer. Burada Achcar, OIR'in "geleneksel Oryantalizm'le ortak bir çekirdeği olduğu; bunun da 'dindarlığın Müslüman halklar için daimi ve temel bir olgu' olduğuna dair özcü bakış açısı olduğunu" söyler. Ardından Achcar İngilizce konuşan dünyada daha iyi bilinen Fransız yazarların, Gilles Keper ve Olivier Roy'un, çalışmalarını uzmanlıkla inceleyip içlerindeki OIR özelliklerini gözler önüne serer. Ancak Fransız tersine Oryantalizmi statik kalmamıştır. Sapmalara uğramış, kimi durumlarda geleneksel Oryantalizme dönmüş, kimilerinde İslam ve modernleşmenin yalnızca uyumlu olmakla kalmadığını, "İslam'ın Müslüman dünyasında modernleşmenin tek gerekli yolu" olduğunu iddia eden yeni bir Oryantalizm formu ortaya çıkarmıştır. Achcar tersine Oryantalizm'e, onu Oryantalizm kadar gerici gören elAzm'dan farklı bir açıdan yaklaşır, Batıdaki OIR yandaşlarının imparatorluğun kurbanlarıyla empati kurulan bir yerden gelmektedir. Ancak, daha önceki "Üçüncü-Dünyacılık" politikası gibi, OIR Emperyalizm'e karşı gelen güçlere yönelik, eleştirel olmayan ve saflık derecesinde olumlu bir değerlendirmede bulunur. Okuyucular, Achcar'ın bu tür analizlerin son tahlilde faydasız olup yalnızca moral bozacağına yönelik uyarısını dikkate almakla iyi edecektir; uygun ve oldukça öngörülü bir örnek olarak, mesela, 2011'den beri Müslüman Kardeşlerin Mısır'daki rolü verilebilir. Şayet Oryantalizm "Müslüman dünyasına" özcü bir bakış açısı üzerine kuruluysa ve İslam'ı ve "Doğulu kültürü" sosyal dinamikleri açıklayacak kritik lenslerse, Edward Said, en başarılı Oryantalizm eleştirmenlerinden birisi, bizzat kendi de özcü bir tuzağa yakalanır. Achcar, Batı'da üretilen bilginin kaçınılmaz olarak Oryantalizm'le ilintili olduğunu söylediğinde, aslında Said'in coğrafi özcülükten muaf olmadığını öne sürer. Achcar'ın yazdığına göre, Said'in; [a] batının Doğu'yu özcü gördüğü eleştirisinin kendi de özcüdür, zira kaynağı Batı'nın özcü bir tanımlanışıdır. Bunlar Said'in Doğulu ÇEVİRİ GAZETESİ 26


Marksist eleştirmenleri tarafından belirtilmiştir- el-Azm, 'Amil, Samir Amin ve Aijaz Ahmad- ve hepsi onu Batı'nın Antik Yunan'dan günümüz ABD'sine kadar uzanan bir süreklilik olduğunu varsayan yapıya uyduğu için, ve Doğu'yla ilgili doğru bilgiye sahip olma arzusunun Batılı zihinler için imkansız olduğu düşüncesinden ve Doğu ırkçılığını ve toplumlarına yönelik kendi efsanevi tasvirlerini teşvik ettiği için kınamıştır. Bu sebeple, Mahi 'Amil'e göre, Said'in Marksizmin Oryantalist olduğu suçlaması aşırı-milliyetçilerin ve dinci radikallerin eline koz verip bunların sol-radikal ve Marksistleri üçüncü dünya ülkelerinde marjinal gösterme çabasını ve bu "yabancı" fikirlerin Doğu'da yeri olmadığı iddialarını kuvvetlendirmiştir.

Achcar'ın Said'in Marx'a yönelik eleştirisine karşı argümanının merkezinde ise, Marx ve Engels'i tarihin eski idealist incelemelerinden uç noktada ayıran analiz metodu; diyalektik materyalizm yatar. Achcar'a göre, Said'in Oryantalizm eleştirisindeki temel teorik zaafı, "idealist diyalektiğin, kültürel özcülüğün rahmi" olduğunu anlayamamasıdır. İdealist tarih okuması

ÇEVİRİ GAZETESİ 27

tarihi karakterlerin ideolojilerinin, ya da bir bölge/halkın kültürünün, sosyal dinamikleri anlamanın anahtarı olduğunu ortaya atar. Bu analiz yöntemi Marx öncesi Avrupa'da hakimdi ve Oryantalist akademisyenlerin kullandığı metodları ortaya koyardı. Alman filozof Hegel, felsefi idealizmin zirvesine bir metod yerleştirdi, "Mahometanları" (ç.n: Müslüman) analizinde kullandığı yöntem buydu. Marx Hegelci idealizmden kopup tarihin materyalist bir algısını ortaya çıkardığında, kültürel özcülükten de kopmuş oldu. Achcar'ın açıkladığı şekilde,

Şayet Oryantalizm, küçültücü tabirle, Doğu (Müslüman, Arap, Hindu vs.) “kültürünün doğası”na yönelik bir dizi ön yargıya uymaktan oluşuyorsa, bu perspektifin, “kültürün doğası” fikrini tanımayıp her kültürel yapıyı o kültürü taşıyan insan grubunun varlığını şekillendiren her tür maddi koşulun tarihsel ürünü olarak gören- maddi koşullar değiştiğinde kaçınılmaz olarak değişeceğini öne süren- bir algıdan daha radikal bir reddiyesi olamaz. Ancak Achcar, Marx'ın sömürgecilik ve sömürge toplumlar hakkındaki erken dönem yazılarının aslında Avru-

pa-Merkezci olduğunu da belirtir. Bu nedenle, erken dönem Marx Hindistan'ın sabit ekonomik yapısı hakkında küçültücü ve yanlış bir şekilde yazılar yazmıştı. Achcar bu hataların Avrupa dışı toplumlarla ilgili doğru bilginin azlığından kaynaklandığını belirtiyor. Bu tür bir Avrupa-Merkezciliği, emperyal ırkçılıkta filizlenen üstünlük taslayan Avrupa-Merkeziyetçiliğin aksine, bilgi bilimsel olarak tabir ediyor. En nihayetinde, Marx ve Engels her yerdeki işçiler ve ezilenlerin yanında yer alan Enternasyonalistlerdi ve süreç içinde Avrupa dışı toplumlar hakkındaki görüşlerini düzeltmeyi sürdürmüşlerdi. İlk bilgilenme anı Britanya kapitalizminin İrlanda'da gelişimi yavaşlattığını keşfetmeleriydi. Sömürgeciliğin ilerleme getirmediğini bu sayede anlamak Marx ve Engels'i Avrupa dışı toplumlara bakışlarını gözden geçirmeye itti. Achcar'a göre İrlanda, "Hindistan ve Cezayir'in anahtarı" olmuştu. 1848 ve 1857 arasında, Engels kendi Cezayir değerlendirmesini uç noktada değiştirdi, sömürgeciliğin "medenileştirici bir rolü" olduğu düşüncesinden sömürgeciliğin yol açtığı yıkımı sertçe kınamaya vardı. Benzer şekilde Marx'ın tavrı da 1850'lerin sonlarında ciddi bir değişime uğrayacaktı.


Bu sebeple, Kapital'in ilk cildi "medenileştirme görevi"nin bir savunucusu olan Edward Gibbon Wakefield'a karşı ateşli bir eleştiriyi barındırır ve Marx'ın Cezayir mektupları da eski fikirlerinden keskin bir kopuşu gösterir. Bu nedenle Achcar "Marx'ın Hindistan'a yönelik tavrına salt 1853 makalelerini göz önüne alan, açıklamalarını son yazılarına kadar incelemeyen ve salt bu makaleler üzerinden 'Oryantalist' ya da 'Avrupa-Merkezci' ön yargılarına genel bir yargı koyan her yorum, temelinden hatalı ve çürüktür." der.

Said'in Marx ve Engels'in yazılarını ve diyalektik materyalizmin idealizmden kökten bir kopuş olduğunu kavrayamaması, üstüne 1970'lerin Marksizme düşman olan entelektüel ve politik havası da eklenince Said'in Marksist muhaliflerini asla ciddiye almadığı görülür. Eklektik yönteminde örneğin Foucault ve Gramsci'den faydalanması, bir yandan onun insan özgürlüğüne bağlılığının ve Marksizmi çekici görmesini sağlayan Filistin mücadelesindeki varlığının ürünü olarak görülebilir, ama bir diğer yandaş akademinin kökten anti-Marksist yeni bir postmodern evreyi savunan baskılarının ürünü olarak da görülebilir. Aktivizmi gerçek direnişçilik ihtimalleri sağlamış olsa da, Said'i idealist ve coğrafi özneci tarafa atan, Foucault'cu yapısalcılığı ve öznelerin söylevde oluşturulduğu düşüncesidir. Achcar, özellikle Arap Baharı sonrasında, yeni bir solcu nesil için okunması hayati olan bir dizi deneme yazmıştır. Achcar'ın ilk bölümde dikkatini Terörle Savaş döneminde Müslüman gençlerin İslam'ın aşamalı olarak yeniden bölümlendirilmesine odaklaması daha faydalı olabilirdi. İslam'da "Özgürlük teolojisi"nin bir dengini bulma amacıyla, genç Müslümanlar İranlı yazar Ali Şeriati'ye, Mısırlı filozof Hasan Hanefi'ye ama daha evrensel olarak ABD'de Siyahi Müslümanların tecrübeleri ve

Malcolm X'in çalışmalarına yüzünü döndü. Bu olgunun analizi, hele ki Achcar gibi konuda kapsamlı bir uzmanlığa sahip bir akademisyen tarafından analizi, ve bunun Hristiyan özgürlük teorisiyle bir karşılaştırması, inanılmaz faydalı olabilirdi. Kitabın boyutuna aldanmayın, bu ufak kitap günümüz Marksistleri için hayati olan derin ve kullanışlı tartışmalarla dolu.

Yazının orjinaline karekodu okutarak ulaşabilirsiniz.

ÇEVİRİ GAZETESİ 28


19. Yüzyıl Sanatında Oryantalizm İdil Güven

Şark – günümüzdeki Türkiye, Yunanistan ve Orta Doğu dâhil- 19. yüzyılın başlangıcından önce albenisini Batılı sanatçıların hayal gücünde ortaya koydu. Orta Doğu giysili figürler Bellini, Veronese ve Rembrandt gibi sanatçılar tarafından yapılan Rönesans ve Barok eserlerde belirdi ve harem sahnelerinin gösterişli erotizmi Fransız Rokoko estetiğini cezbetti. Fakat bu noktaya kadar Avrupalılar Doğu’yla asgari düzeyde ilişki kurmuştu, genellikle ticaret ve aralıklı askeri eylemler. 1798’de Komutan Napolyon Bonapart tarafından yönlendirilen bir Fransız ordusu Mısır’ı istila etti ve ülkeyi 1801’e kadar işgal etti. Mısırdaki Avrupalı varlığı, çoğu kendi izlenimlerini baskı veya resimde yansıttığı Batılı gezginleri Yakın ve Orta Doğu’ya cezbetti. 1809’da Fransız hükümeti Mısır’ın topoğrafyasını, mimarisini, eserlerini, doğal yaşamını ve nüfusunu sergileten yirmi dört ciltlik Description de l’Egypte (1809-22) serisinin ilk cildini çıkardı. Description de l’Egypte bu bölgenin kültürünü belgelendirmeyi hedefleyen çalışmalar arasında en etkilisiydi ve mısır motiflerinin imparatorluk tarzındaki hâkimiyetinin gösterdiği gibi dönemin Fransız mimari ve dekoratif sanatlarında derin bir etki bıraktı.

19. yüzyıldaki ilk oryantalist tablolarının bazıları, Doğu’yu Fransız yönetimiyle aydınlatılmış ve evcilleştirilmiş; geri kalmış, kanunsuz veya barbar bir yer olarak göstererek Fransız emperyalizmine destek olacak şekilde propaganda olarak amaçlanmıştı. Antoine Jean Gross (1771-1835) –Jacques Louis David’in öğrencisi ve Yakın Doğu’ya seyahat etmemiş Napolyon’un istihdamında bir tarih ressamı – bu fikri Doğu’ya ait bir mimari ortam ve egzotik giysili figürleri ön plana çıkararak Napoleon in the Plague House at Jaffa (1804; Louvre Müzesi, Paris) eserinde aktarıyor. Propaganda yapan eser, o zamanın komutanının Yafa kuşatması sırasında vebaya yakalanmış tutsaklara ziyaretini betimliyor. Hem Hristiyan imgeleri, hem de kralların ilahi dokunuşunu anımsatarak, Gros Napolyon’u kuşku işaret eden bir mahkuma dokunurken çiziyor. Romantik akımın

ÇEVİRİ GAZETESİ 29

savunucuları, Eugène Delacroix (17981863) gibi, oryantal öznelerde şiddet ve zulüm gibi temalar üstüne hırsla çalışmaya başladı. Delacroix’in Massacre at Chios (1824; Louvre) ve Death of Sardanapalus (1827–28; Louvre) eserleri savaş ve romantik duygulandırma temalarının yıkımını, dizginlenmez kuvvet ve duygusal aşırılıkları somutlaştırıyor. Batılı ressamlar tarafından yapılan oryantal eserlerin çoğundaki askeri gaddarlık vurgusu bölgedeki süregelen çatışmaları yansıtıyor: Yunan isyanı (1821-30), 1930’larda Cezayir’in Fransızlar tarafından fethi, Kırım Savaşı (1953-56).

Avrupalıların çoğu Yakın Doğu izlenimleri için gezi günlüklerine ve Description de l’Égypte gibi resmi onaylı kaynaklara güvense de, Delacroix, Jean-Léon Gérôme (1824–1904), Théodore Chassériau (1819–1856), Alexandre-Gabriel Decamps (1803–1860) ve William Holman Hunt (1827–1910) dahil birçok sanatçı bölgeye bir ya da daha fazla defa seyahat etti. 19. yüzyılda oryantalist sanatın geçerli hali olan tür ressamlığı sanatçıların Yakın Doğu’daki şehir ve yerleşkelerdeki direkt deneyimlerinden ve günlük hayatlarından geniş ölçüde etkilenmişti. Gérôme, Charles Bargue’ın tuvalinde olduğu gibi “başıbozuk” ya da Türk paralı asker kavramını sıklıkla rutin aktivitelerde veya aylaklıkta tasvir ederek popüler hale getirdi. Anadolu’da geçirdiği yıl kariyerinin son evresini şekillendiren Decamps için askeri hayatın tasviri bu türü tarihi ressamlığın ihtişamına çıkardı. Bu sanatçılar ve çağdaşları, aynı zamanda Chassériau’nun Scene in the Jewish Quarter of Constantine’inde olduğu (1996.285) sakin ev hayatının, anneliğin ve Gérôme’un Prayer in the Mosque’ında (87.15.130) görüldüğü gibi dini hürmetin tablolarını üretmişlerdir. Arada sırada, Yakın Doğu ortamı Hristiyan temaları ile dini eserler için bir zemin sağlardı. Bu yaklaşım Oryantalist tarzda teşvik edilen detayların açıklığı, ikonografik berraklık için Protestan gerekliliğini ve dini sanatın doğaya sadakatini uygun gördüğünden özellikle Britanyalı sanatçılara cazip geldi. William Holman, 1850’lerdeki Filistin seyahatinden itibaren oryantalist bir mekan kullanan ‘’ The Finding of Christ

in the Temple’’ (1860; Birmingham Müze ve Sanat Galerisi) ve Filistin’e özgü bir manzarada geçen Hristiyan alegorisi ‘’The Scapegoat’’ (1854-55; Lady Lever Sanat Galerisi; Port Sunlight) gibi tablolar üretmiştir. En popüler oryantalist tablolardan bazıları ve Batı estetiğini şekillendirmede en etkili olanlar haremleri tasvir ediyor. Otantik saraylara girişi reddedilen erkek sanatçılar muhtemelen, bolca dekore edilmiş iç mekanları çıplak ya da elbiseler içinde uzanmış cariyeler ve kadın kölelerle (çoğu Batılı özelliklere sahip) doldurarak söylentilere ve hayal gücüne bel bağladılar. Jean Auguste Dominique Ingres (1780-1867) Doğu’ya hiç gitmedi fakat şehvetli cariyelerinde erotik bir ideali ortaya çıkarmak için harem ortamını kullandı. İma edilen erotizmin ötesinde harem sahneleri bir çok Batılının peşinde olduğu seviyeli güzelliği ve üzerine çok düşülen yalnızlığı uyandırdı. Oryantalizme olan arzu ayrıca, Avrupa seçkinleri tarafından rağbet gören Doğu mimari motiflerinde, mobilyada, dekoratif sanatlarda ve tekstilde de kendini gösterdi. Kitlesel olarak güzelliğin sanat için var olduğunu savunan ve sanatta içerikten çok forma değer veren Büyük Britanya’daki estetik hareketin savunucuları (1860’lar80’ler) oryantal iç mekanlardan özellikle ilham aldılar. Bu üslup sanatçı Frederic Leighton’ın (1830-1896) Londra’daki evinde ‘’Arap Salonu’nda’’ (1877-79) örneklendirilmiştir: Leighton’ın Doğu’ya gezintilerinden toplanılmış mozaik taşlarıyla parlardı ve aynı şekilde düşünen, sanata değer veren kişiler için buluşma yeri olarak hizmet ediyordu.

Oryantalist tabloların gücü, çoğu oryantalist temaları ele alan Auguste Renoir, Henri Matisse, Paul Klee, Vasily Kandinsky, August Macke ve Oskar Kokoschka gibi ressamlar da dahil yirminci yüzyıla doğru pek çok sanatçı için azaltılmamış kaldı.

Yazının orjinaline karekodu okutarak ulaşabilirsiniz.


19世紀の芸術におけるオリエンタリズム Zeynep Ilgın Karakaş

オリエント(現在のトルコ、ギリ シャ、中東、北アフリカを含む) は、19世紀に入る前の西洋の芸術家 の想像力世紀にその魅力を発揮しま した。 ベルギー、ベルン、レンブラントな どのルネッサンスとバロックの作品 では、フランスのロココの美しさに 魅力的なハレムのシーンの豊かなエ ロティシズムが現れます。 しかし、この点までは、ヨーロッパ 人は、通常、貿易や断続的な軍事活 動を通じて、東との接触が最小限で あった。 1798年、ナポレオン・ボナパルト将 軍が率いるフランスの軍隊は、エジ プトを侵略し、1801年まで国を占領 した。 エジプトでのヨーロッパ人の存在は 西洋人の旅行者を近東や中東に引き 寄せ、その多くはペイントやプリン トで印象を取りました。 1809年、フランス政府は、地形、 建築、モニュメント、自然の生命、 エジプトの人口を示す第24巻”エ

ジプトの説明”「Description de l'Egypte」(1809–22)の最初の記事を 出版した. 「エジプトの説明は「この地域の文 化を文書化することを目的とした多 くの作品の中で最も影響力のありま した。エンパイアスタイルのエジプ トのモチーフが支配的であったこと から、フランスの建築と装飾芸術に は大きな影響を与えました。 オリエンタリズムの最初の19世紀の 絵画の一部は、フランスの帝国主義 を支持するプロパガンダとして意図 されていたもので、フランスの支配 によって啓蒙された、後退性、無法 性、または野蛮の場所として描かれ ています。 アントワーヌ・ジャン・グロス (1771-1835) - ジャック・ルイ ス・ダビデの生徒であり、ナポレオ ンの雇用の歴史画家であり-このア イデアはジャファのプラークハウス (1804、Muséedu Louvre、Paris) のナポレオンで、東の建築様式とエ キゾチックなドレスをフィーチャー しています. 宣伝活動は、ジャファの包囲戦の間 に疫病に苦しんでいた捕虜たちに当 時の将軍の訪問を描いている。

キリスト教のイメージとキングスの 神の触れ合いを思い出して、グロス は、ナポレオンが受刑者に触れてい ることを描写します。 このようなウジェーヌ・ドラクロワ (1798-1863)のようなロマン主義 運動の支持者は、また熱心に東洋の 被験者に暴力と残酷のテーマを取り 上げました。 キオスでドラクロワの大虐殺(1824 )サルダナパルスの死(1827年から 1828年まで、ルーヴル美術館)は、 戦争と破壊人間の情念、制御不能な 力、および感情的な両極端のロマン チックなテーマの画像に具現化。 西洋の芸術家による多くのオリエン タル科目における軍事的残虐性に重 点を置くことは、世紀を通して進行 中の紛争を反映している: ギリシャ 独立戦争(1830から1821)、1830 年代のフランスによるアルジェリア の征服と、クリミア戦争(1856から 1853)。 多くのヨーロッパ人は、公開された 旅行記に依存していたと正式に、近 東の感想のためにエジプトの説明の ような文献を認可しながら、多くの アーティスト、ドラクロワ含め、

ÇEVİRİ GAZETESİ 30


Jean-LéonGérôme(1824年から 1904年)、ThéodoreChassériau(1819-1856)、Alexandre Gabriel Decamps(1803〜1860 ),William Holman Hunt (1910 〜1827)は、地域への1つ以上の旅 をしました。 風俗画、19世紀における東洋芸術の 一般的な形態は、大きく近東都市や 集落における日常生活の芸術家の直 接の経験に影響されました。

Jean-Léon Gérôme は、トルコの 不規則な兵士のテーマを普及しまし た、多くの場合、日常的な活動に 描かれ、またはレジャーで, Charles Bargue(1825/26〜1883)のキャン バスで。

Alexandre Gabriel Decampsのため に, 彼の後輩キャリアは、彼がアジ ア・マイナー(1828年から1829年) で過ごした年によって形作られまし た,軍隊生活の描写は、歴史画の壮大 さにジャンル科目を上昇しました。 これらの芸術家とその同時代人は、 モザイクのームの祈のGeromeに見ら れる、静かな家庭、妊婦、宗教的信 仰の場面も作り出しました。 ÇEVİRİ GAZETESİ 31

時折、近東の設定は、キリスト教の テーマを持つ宗教的な作品のための 背景を提供します。 このアプローチは、オリエンタリス ト様式で奨励された細部の説明がプ ロテスタントの必要性を宗教的芸術 における自然への図像的な明快さと 忠実性に支えたように、イギリスの 芸術家に特に訴えました。 1850年代のパレスチナ滞在以 来、William Holman Hunt、” The Finding of Christ in the Temple” (1860年、バーミンガム美術館&美術 館), 東洋人の設定を使用して、 そして “The Scapegoat” (1854 〜1955年、レディ・レバー・アー ト・ギャラリー、ポート・サンライ ト)パレスチナの風景に立てられた キリスト教のアレゴリー。最も人気 のあるオリエンタル主義のジャンル シーンや西洋の美学を形成する最も 影響力のあるシーンの一部は、女性 の部屋を描いています。おそらく男 性アーティストからの本格的なへの 入り口を拒否されると、伝聞に大き く依存していたし、裕福を設定す る、想像力豊かな妾と内装または女 性の奴隷または妾 (多くの西部の機 能)、リクライニング ヌードまたは 東洋の ドレス.

Jean Auguste Dominique Ingres (1780-1867) 決しては東への旅が、 官能的な側室で官能的な理想を想起 させるハーレム設定を使用します。 彼らの暗黙のエロティシズムを超え てハーレム シーンは培われた美的感 覚を誘発し、多くの西洋人が熱望し た分離を甘やかさ。 オリエンタ リズムの味はさらに東の 建築のモチーフ、家具、装飾的な芸 術、繊維、ますますヨーロッパのエ リートによって求められていたに自 分自身を明らか。 美学の美学を総称して芸術の中身を 大切にしていた英国の美学運動の支 持者たちは、オリエンタルインテリ アから特別なインスピレーションを 受けました。 この味はアーティスト Frederic Leighton (1830-1896 年)のロンドン の家で Arab Hall (1877-79) において 例示: 東彼の旅行から収集したモザイ ク タイルできらびやかに、それは合 意された美学の集まる場所として役 立った。オリエンタル主義のイメー ジの力量は、Auguste Renoir , Henri Matisse, Paul Klee, Vasily Kandinsky, August Macke, and Oskar Kokoschka,、オリエンタル主義のテーマ の現在の代表者を含む多くの芸術家 にとって.


Çeviri Gazetesi

Yeni Yazarlarını Arıyor! CEVIRI GAZETESI


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.