DERGİ
DEĞİL SAYI 5
KASIM ’15
ALİ S. AYŞE İREM BÜŞRA BAĞRIAÇIK HOSİYEN TEKÜR M. EMİN AKTAŞ ONUR TUTAR ÖZMEN ÇOBANOĞLU SİNEM ÇAKMAK UMUT ÖZAN İletişim dergidegil@gmail.com instagram.com/dergidegil twitter.com/DergiDegil facebook: Dergi Değil Kapak Görseli: Özmen ÇOBANOĞLU Not: Yayın içerisindeki yazıların, şiirlerin ve görsellerin hiçbiri reklam amacıyla kullanılmamıştır.
İÇİNDEKİLER
DERGİ DEĞİL
06 10 12 16 17 18 20 23 24 26 28 30 32 34 41 44 46 48 50
Gülnihal Eczanesi: Sezgin KILIÇARSLAN Ellerinde Pankartlar: M. Emin AKTAŞ Flu Game: Ali S. Köprücük: Sena DİZDAR Sarıl: Selim ONAY Düşlere Düşmek: Ayşe İREM Next Station: Hosiyen TEKÜR Sonsuza Açılan Sorular: M. Emin AKTAŞ Özlemek: Özmen ÇOBANOĞLU Şşş, Toprak Olacağız Uyandırayım: Mert KALKAN Ayın EN’leri Yeniden Başlamak: Evren BAŞER Yıkıntılarıyla İnsan: Hasret GÜLŞAN Düşüncenin Coğrafyası: Süleyman YILDIZ Sana Bir Mektup Var: Onur TUTAR İllüstrasyon: Sinem ÇAKMAK Çınar Ağacı: Seher A. KUTLUKSAMAN Kişisel Bir Sorun-Kenzaburo Oe: Abdullah İNAN İllüstrasyon: Cihan KIRBIYIK
DERGİ DEĞİL KOMİTE
ALİ S.
ONUR TUTAR
HOSİYEN TEKÜR
UMUT ÖZAN
DERGİ EMEKÇİLERİ
AYŞE İREM
BÜŞRA BAĞRIAÇIK
M. EMİN AKTAŞ
SİNEM ÇAKMAK
ÖZMEN ÇOBANOĞLU
GÜLNİHAL ECZANESİ SEZGİN KILIÇARSLAN
Ömer’le Ali öğleden sonrası der “tam iş saati” diye ama düpedüz yanılırlar işte. Bu işin en verimli saatleri sabah saatleridir. Öyle sabahın kör karanlığında kalkmaya da gerek yok tabii dokuz on arası mesela. Tabii tezgahın nereye açıldığı da çok önemli, öyle sapa bir yerde bekledi miydi öğlene kadar siftah edemezsin sonra. Saat 9’da metro çıkışını, çarşı başını, meydan önünü tuttu muydu öğlene kadar bir yevmiye daha çıkarmak işten değil. Zaman çok önemlidir bu işte, millet daha gezmeye ilk başladığı anda karşısına dikilmek gerekir. Hem sonra herkesten önce gelmek gerek. Kimse, “Yahu şu sarı kafalı ufak oğlan ne de güzel parlatıyor ayakkabıları.” diye beklemez. Gerçekten güzel cilalasa da beklemez. Önüne kim çıkarsa ona boyatır ayakkabısını. Kimse aldırış etmez badem yağı ile adi cila arasındaki o muazzam farka... Böyle güne erken başlayınca, yine böyle cumartesi günleri elli liraya para demez Enes. Bir liradan boyar çiftini, tane başı elli kuruş yapar. Polisinden, zabıtasından para almaz. Tozunu al diye sandığa ayakkabılarını koyup “Az da cila at şuna, sür ulan sür namussuz.” diyen çevre esnaf zaten para vermez. Ama buna rağmen Enes elli liraya para demez her gün. Yaşlı boyacıların kimisi iki, kimisi üç liraya ayakkabı boyadıklarını söyledikleri ilk günler hiç inanmamıştır onlara aslında. Ama bir ara, herkesin topal diye çağırdığı, topal demeye utandığı kadar adını sormaya da utandığı ve sırf bu yüzden her seferinde ürkekçe “abi” dediği adamın iki lirayı cebe indirdiğini gördükten sonra o da iki demiş, sonra müşteriden paparayı yiyince tekrar bir liraya dönmüştü. Babası öldükten sonra dayısı sen artık koca adam oldun dedikten sonra mı başlamıştı çalışmaya, yoksa önce çalışmaya başlamıştı da sonra zamanla kendiliğinden mi adam olmaya başlamıştı pek hatırlamazdı Enes. Bildiği, sanki zamanın başından beri bu işi yaptığı fakat hesaplayınca hep bir sene çıktığıydı. Sarıya çalan kahverengi saçları vardı ve annesi bir zamanlar sarı olduğuna dair yeminler ederdi.
DERGİ DEĞİL
Fotoğraflarda gördüğü sarı kafalı oğlanın kendisi olduğunaysa hiçbir zaman inanmazdı. Mutlaka bir karışıklık olmuş, daha bebekken kundakta karışmış, şimdi gözü yaşlı bir kadın hala kendisini aramaktaydı. Annesinin dediği gibi saçlarının bir zaman önce sarı oluşu ve giderek kararıyor olması onu bazen sevindirir bazense kendinden tiksindirirdi. Sevinirdi; çünkü bu açık saç rengi, açık teniyle beraber şu ellerinde kalan çıkmak nedir bilmeyen boyaları büsbütün belli ediyordu. Tiksiniyordu; çünkü siyah ona sadece pisliği-ayakkabı boyasının çıkmak bilmez kirini hatırlatıyordu. Hesaplayınca bir sene gibi gelse de biraz düşününce iki, bilemedin bir buçuk sene kadar önce başlamış olmalıydı bu işe. Babası öldüğü sene ikinci sınıfa geçecekti, şimdi de dokuz yaşına girmek üzere, o zaman... Bu hesapların bir türlü içinden çıkamaz, nihai noktayı koyması için soruyu annesine taşır, annesinin de hep sinirli bir anına denk gelir bu soru. Annesi “Ne çabuk usandın küçük bey, daha dur bakalım yıl olmadı.” der ve bir ağrı kesici isterdi kendisinden. Herkesin içinde bir hayali vardır ya, bizim Enes de sucu olmak ister hep içten içe. Gerçi bir türlü de anlayamaz zabıtaların daha önemli bir ihtiyaç olmasına rağmen neden sucuları kovalayıp boyacılara bir şey demediğini ama yine de isterdi büyük bir kovada buz gibi su satmayı. Bir kere su satmak boyacılığa hiç benzemez; temiz iştir, mühim iştir yaz sıcağında. Müşterileriniz sizinle kibar konuşur. Alışverişi bitti mi teşekkür eder, “Hay Allah razı olsun!” der mesela. Gerçi limon da satabilirdi pazarda ama meslek değildi o. Haftada iki gün pazar. Ne kadar satılır bu limon, kaça satılır? Nereden alınır? Nasıl alınır? Ya satamazsa, ya çürürse... Hadi diyelim çürütmeden aldın getirdin, ya pazarcılar pazara sokmazsa, öyle dememiş miydi Ömer? Bir yaz tatilinde bir kasa limon götürmüş de daha satışa başlamadan bir tokat atmış pazarcının biri, ama ne tokat- Ömer’in bir dişi kökünden çıkmıştı hani. Yok yok, en iyisi su satmak. Hem öyle haftada iki kere pazar beklemeye gerek de yok koca yaz senin.
|7
İllüstrasyon: Cihan KIRBIYIK
DERGİ DEĞİL
Öff, bir de havalar sıcak giderse millet kuyruk olur sırada. Hem bakarsın ayakkabısını boyayınca bir şey demeyen zabıtalara su verirse de bir şey demezlerdi. Gülnihal Ezcanesinde bir kız vardı. Adı Gülnihal miydi acaba? Eczanede çalışan tek kız oydu sonuçta. Bu meydanda değildi eczane, kendi mahallelerindeydi. Gülnihal kendi mahallelerinin kızıydı. Bazen yolda görürdü Enes’i, yüzüne bakardı boş boş, çoğunlukla tepkisiz geçerdi. Bazen de sinirli. Enes’in elinin yüzünün boyalı olduğu günler özellikle. “Kadın milleti pisliği sevmez, doğasına aykırı bu.” derdi dayısı. Gülnihal tam bir kadındı işte. Koşar adımlarla çıktı merdivenlerden Gülnihal. Gülüşünden yüzünün her tarafına eşit bir güzellik dağılmıştı. Öyle çok susamış olmalıydı ki Enes’e doğru gelse de Enes’i görmemiş gibiydi. Hatta bırakın Enes’i, düşürdüğü telefonu bile fark etmedi. Enes sandığını bırakıp koşarak kaptı telefonu. Dönüp Gülnihal’in yanına geldiğinde kız küçük bir şişe suyun son yudumlarını içiyordu. “Hay Allah razı olsun be senden.” dedi. Dudaklarının etrafında küçük su artıkları tatlı tatlı parlıyordu. Enes’in o anda fark ettiği genç bir adam da teşekkür etti satıcıya, “Sen de olmasan pişeceğiz bu sıcakta.” diyerek paraları verdi. Enes karşısındaki müthiş manzaraya hayran bir şekilde telefonu Gülnihal’e uzattı. Kız hala fark etmemişti onu. Adam kaşıyla işaret etti Enes’i, kız kafasını çevirdi ve ilkin gülümsemesinden gözlerine düşen pay kayboldu, sonra sırayla tüm çehresindeki güzellik yerini dehşete bıraktı. Enes bir hata yaptığını fark etti. Kız, telefonu eline alırken tiksinir gibi geldi Enes’e; ellerini telefona uzatıyor fakat bu eller vücudun iradesine boyun eğmek istemiyor gibi mütemadiyen duraklıyordu. Beyaz telefonda parmaklarının altındaki siyah lekeleri görünce yerin dibine girdi Enes. “Sağ ol” dedi Gülnihal, ağzının kenarında kalmış sulardan bir damla, gözyaşı gibi usulca çenesine doğru süzüldü. Adam da teşekkür etti. Kızın koluna girdi, “Hadi gidelim artık Hülya.” deyip adeta peşinden sürüklediği kızla tramvay yoluna doğru hızla ilerlediler.
|9
ELLERİNDE PANKARTLAR M. EMİN AKTAŞ/MAHFÌ
"Ellerinde pankartlar Gidiyor bu çocuklar Kalkın ayağa, kalkın Gidiyor bu çocuklar"
Tarih: "Kanlı 1 Mayıs" yani 1 Mayıs 1977. Yer: İstanbul Taksim Meydanı.
"Barış hemen şimdi"
DERGİ DEĞİL
Tarih: "Kanlı Meydan" yani 10 Ekim 2015. Yer: Ankara Tren Garı Meydanı. Ellerinde pankartlar ve doksan yedi barış şehidi. Dicle Deli, Meryem Bulut, Veysel Atılgan, Kübra Meltem Mollaoğlu, Hacı Kıvrak, Mesut Mak... Kanlı dövizler, pankartlar ve cansız bedenler! Yerde insanlığın kanı... Makinist, avukat, işçi, öğrenci, ana, çocuk, kardeş, sevgili... Umutlar, barış umutları, zeytin dalı taşıyan beyaz güvercinler... İnsanlar ölmesin diye kaldırılan yumruklar... Türkçe, Kürtçe, Arapça söylenen türküler, çekilen halaylar. Bir olduğumuzun, birlik olduğumuzun, istenilse dağ olduğumuzun kanıtı, meydanlar. Taksimler, Gündoğdular ve Ankara Tren Garı. Hadi uyanın analar, kardeşler, ağabeyler, ablalar, uyanın ve yere düşen pankartları, dövizleri bir kez daha inatla, aşkla sallayın... Türküler söyleyin, halaylar çekin, ağlayan gözlerimizi silin, yüreklerimizi söndürün. İnatla barış, inatla kardeşlik deyin.
"Bu meydan kanlı meydan Ok fırladı çıktı yaydan Kalkın ayağa kalkın Biz şehirden siz köyden"
| 11
FLU GAME ALİ S. Korkmuştum. Bana ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Önce kabus gördüğümü sandım, uyanınca gerçek olduğunu fark ettim. Sanki kısmi felç geçiriyordum. Kafasından bunlar geçtiğinde Utah’ta bir otel odasındaydı. Final serisinin 5. maçına sadece saatler kalmıştı. Aklına ilk gelen kulüp doktoru oldu. Doktoru aramak için yatağın diğer ucuna gitmesi bile çok uzun sürmüştü. Doktor telefonu açtığında Michael nefes nefeseydi. Sadece “ Kötüyüm” diyebildi. Doktor üzerinde ne olduğuna aldırış etmeden koşarak Michael’ın odasına gitti. Doktor sadece bir alt katta kalıyordu ve odaya girmesi yalnızca 1 dakika sürdü fakat Michael’ın ateş içinde uykuya dalması için bu süre yetmişti. Termometre 38 dereceyi gösteriyordu ve acilen müdahale edilmesi gerekliydi. Gözlerini açtığında hastane odasındaydı. Yorgunluktan sersemlemiş duvarda saat aradı, bulamayınca yanı başında duran kulüp doktoruna saat kaç diye sordu. Saat sabahın sekiziydi. Hastaneye nasıl geldiklerini hatırlamıyordu fakat uzun süredir burada olduklarını tahmin edebiliyordu lakin saati sormasının asıl sebebi kaç saattir hastanede olduğunu hesaplamak değildi. Akşamki maçı düşünüyordu. Seride durum 2-2’ydi ve bu maç şampiyonluk için kırılma noktası olabilirdi. Kafasını güçlükle kaldırıp “ Neyim var?” diye sordu. Bu basit hareketi yaparken bile ne kadar zorlandığı yüzünden anlaşılıyordu. Doktor yemek zehirlenmesinden ya da mide virüsünden şüphelenildiğini söyledi ve ekledi “ Bu gece oynayamazsın Mike.” O, hiçbir şey söylemeden tekrar uykuya daldı. Uzun bir uyku çekip bu kez uyandığında maça sadece üç buçuk saat kalmıştı. Maç öncesi sabah idmanını kaçırmak oldukça canını sıktı. Kendi kendine “ Ben Majesteleriyim ve takımımla olmalıyım.” diye telkinde bulunuyordu. Birden doğruldu, doktora dönüp “ Gidiyoruz” dedi.
DERGİ DEĞİL
SPOR DEĞİL Doktor itiraz etmeye fırtsa bile bulamamıştı. Michael kolundaki serum iğnesini çıkarttı. Açılan damar yolundan süzen kanı görünce kazandığı bütün şampiyonluların kan, ter ve gözyaşı yüklü olduğunu sıradaki şampiyonluğun da en az diğerleri kadar kanlı olması gerektiğini fark etti. Üzerindeki hastane kokulu, yeşil kıyafeti çıkarırken bir an önce üzerine formasını geçirmek için büyük bir özlem duyuyordu. Michael, maçın oynanacağı Delta Center’a ulaştığında başlama saatine sadece bir buçuk saat vardı. Onu soyunma odasında ilk gören yol arkadaşı Scottie Pippen’dı. Scottie şok olmuştu. Bu şokunu daha sonra şu sözlerle ifade edecekti: “Çok kötü görünüyordu, o şekilde oynamasının imkanı yoktu. Onu daha önce hiç öyle görmemiştim, çok kötüydü. Demek istediğim; gerçekten çok kötüydü.” Michael yerine oturduğunda bütün soyunma odası buz kesmişti. Bütün oyuncuların takım lideri onlarla olduğu için sevinmeleri gerekirdi fakat Michael o kadar kötü görünüyordu ki… Etrafındakiler durumun şokundayken Michael bir tür trans halindeydi. Gözlerini kapamış maçı oynuyordu. Dribbling yapıyor, şut atıyor, ribaund alıyordu. Sonra aniden gözlerini açtı. Toni Kukoc yanına gelip “ Hey iyi misin Mike?” diye sordu. Toni’yi duymadı ya da duymak istemedi. Formasını giyip bitkin adımlarla parkeye çıktı. Koç Phil Jackson her zamanki gibi soğukkanlıydı –karşı takımla yaptığı bir psikolojik savaştı beklide-. Michael taraftarların önüne çıktığı anda salon şaşkınlığını gizleyemedi. Herkes birbirine ne olduğunu, nasıl sahaya çıkabildiğini soruyordu. Çünkü sabah Utah televizyonları Michael’ın hastalığını bir bayram havasında yayınlamıştı. Taraftarlar ise galibiyeti maç öncesinden kutlamaya başlamıştı. Öyle ki Utah takımının maskotu Jazz Bear elinde 3 -2 yazan pankart ile seyircileri coşturuyordu. Michael’ın sadece sahaya adım atması bile salondaki bayram havasını tedirgin bir bekleyişe sürüklemişti. Michael, koçun yanına kadar yürüdü ve “Oynayabilirim. Maç içerisinde çok kötü hissedersem söyleyeceğim.” dedi. Koç Phil Jackson babacan bir tavırla Michael’ın sırtını sıvazladı ve o an kazanacaklarını biliyordu. Çünkü Michael isterdi ve istediğini alırdı.
| 13
DERGİ DEĞİL
İlk çeyrek oynanırken sahadaki 23 numaralı oyuncunun sırtında Jordan yazıyordu fakat sahadaki kişi kesinlikle Jordan değildi. Utah her geçen dakika farkı açıyordu. Bunun üzerine Koç Phil Jackson mola aldı. Michael bitkinlikten dolayı sandalyeye yığıldı. Koç takıma bir şeyler anlatırken o yine gözlerini kapadı. Kafasının içinde yine bir maç yapıyordu. Ama bu sefer rakibi Utah değil, kendisiydi. İkinci çeyrek başladığında Michael kafasını kaldırıp skorboarda baktı. Fark 16 sayıydı. Kendi kendine “ Kaybedemeyiz.” diye sayıkladı. Bunun ardından ilk hücumlarında sayıyı buldu. 2. Çeyrekte Majesteleri tekrar sahaya geldi. Ateşi hala düşmemişken bu kadar etkili oynaması sadece ilahı güçlerle açıklanabilirdi. O da Tanrının ona verdiği yeteneklere şükrünü basketbol sahasında sundu. Tam 17 sayı bıraktı Utah potasına 2. Çeyrekte. Fark artık 4 sayı… Taraftarlar üçüncü çeyrekte yine etkisiz bir oyun sergileyen Michael’ın artık bittiğini düşünüyorlardı. Halsizliğini en üst sırada zorla bilet bulmuş hafta sonları Burger Kingde çalışan üniversite öğrencisi bile görebiliyordu. Bitmişti, koşamıyordu. Koç onu kenara aldı. Benchte oturduğunda düşündüklerini birkaç gün sonra şöyle ifade edecekti. “Üçüncü çeyrekte o yakaladığım rüzgarı kaybettiğimi düşündüm, tekrar iyi oynayamıyordum. Dördüncü periyotta neler yapabileceğimi düşünmeye başlamıştım, sadece biraz daha dayanmak zorundaydım. Son bir enerjiye ihtiyacım vardı.” O son enerjiyi kendinde buldu. Maçın sonunda skor 85- 85 iken Michael üçlük çizgisinin dışından isabet buldu. Sonrasında bir basket yeseler de kazandılar. Maçın bitiş düdüğü çalar çalmaz Michael, Scottie’nin kollarına yığıldı. Ağzından tek bir cümle çıktı. “ Biz en iyisiyiz.” Maç sonrasında yaptığı açıklamada ise “Hayatımda gördüğüm en zor şeydi bu, en imkansızdı. Sadece bir basketbol maçını kazanmak için neredeyse ölecektim. Eğer yenilseydik, yıkılırdım.” diyordu. Michael soyunma odasına doğru yürürken hala hastaydı. Başı dönüyor ve fena halde midesi bulanıyordu. Soyunma odasının kapısından içeri girdiği an yere yığıldı. Artık huzurla hastalığını yaşayabilirdi.
| 15
KÖPRÜCÜK SENA DİZDAR
Küçük Pollyanna'nın tiradı bitmeden insin sahneden Alınınca birden en değerli oyuncağı Elinden Gözlerindeki acıyı anlamadı seyirci Yaşları da hemen silsin Işıklar sönmeden Oramdaki şuramdaki buramdaki Şey-siz sarılınca da Geçmiyor Unutabiliriz deme bu yükü Azaltmaya çalıştıkça artıyor Şahit etme zorunluluğu hisseder gibi Birhan'ı alet ettim Ne gerek vardı, tek başına Gayet narı heba ettin
DERGİ DEĞİL
SARIL SELİM ONAY
Sarıl, sarıl, sarıl Hiç durmadan Ve yorulmadan Ve dimağın kurumadan Hayatın kendisine sarıl, Aklar düştüğünde bedenine Gençliğinden kalanlara Ardından gelenlere Sevdası sadıklara sarıl, Ve yaşlılık uzakken Uzak olanlara değil Senden gayrılara değil Değer bilmeyenlere değil Yakınlara, bizlere, değer bilenlere Sarıl, sarıl, sarıl… Ramçoma hitaben…
| 17
DÜŞLERE DÜŞMEK AYŞE İREM
Kırık bank. Beyaz çiğdem kabukları. Ben ellerimin neden titrediğini hiç bilemedim. Doktora gitmedim, bunu hiç düşünmedim de. Öyle deli deli sallanır durur. Ara sıra asabım bozulmuyor değil; bileklerimi keseceğim gelir. Şu hava da ne güzel… Ve gece sigara içmek zevklidir. Karanlığın tozumuzu sildiği temizlik vaktinde ateş zerresi, parmaklarımın arasına doğru her nefeste bir yılanca sürünür. Benimle olmak arzusunu, yanıma sokulurken cayır cayır yanışından anlarım. Küllerinden soyunarak gelir. Fakat… Şimdi o da köşeyi dönüp gidecektir; bu yolun bitimine tüm ayak basmamışların öğrettiği gibi beni susturup üşütecektir. Şimdi ışıksızlık, kurtuluşa ermiş tütünün ruhuyla grileşiyor. Biliyorum ya; yolculuk tükenişe kadar… Bu eriyişten medet umulur, dolunay anaya zavallı evlat olunur.
DERGİ DEĞİL
Üzerinden yıllar geçmiş olabilir, fakat bu, elimi uzattığım yerde halen acıyan bir yaradır. Hatırlamak; yeniden yataktan kalkmak, yeniden o kıyafetleri giymek, yeniden o ekmeğin ucunu yiyip üstüne su içmek, çilli elmacık kemiğine düşen kirpiği oradan alıp teninin içine girmeyi isteyerek öpmek, yeni yine yeniden bağcıkları bağlamadan merdivenleri, düşecekmişçesine koşarak inivermektir… Şimdi gökte bir katmanda, güneşin eğildiği yerdeyiz. Tepede, savrulup diline yapışan papatya sarısı saç, şehre açılmış koca kucakla yükselen çıplak bel… Yapışkan dağ kokusu cildinde başkadır. Nefis, tapılacak tablo… Boğazında beklettiği boğuk bağırmaları ardı ardına ikindiye saçıyor; ses, işten çıkmış yorgun insanların kamburlarında, bacalarda kahkaha patlatan martılarda, çocuğun koşarken takılıp düşürdüğü pamuk şekerinde zayıflayarak sönüyor. Sanıyorum; yaramaz bir çocuğa âşık olmuşum. Biz şimdi özgürlüğe müebbediz… Ne mutluluk! Birbirimize kenetliyiz… Ne esaret! Sevdikçe tazelediğimiz yürekteyiz… Ne aşk! Tutuştukça yaktığımız ellerdeyiz… Ne yangın! Birden… Sarıldığım an kaybettiğim anılardayız… Ne bellek! Vedalaştığımız evin kapı önündeyiz… Ne mezar! Hatırlamak bittiği zaman canda ıstırapla sokak lambasının etrafında kovalamaca oynayan kanatlı böcekler kalır. Bir de şuralarda bir yerlerde, bir evin mutfağında bir bardak kırılmış olup kazayı yapan, sakarlığına sövmektedir. Kırık bank. Beyaz çiğdem kabukları.
| 19
NEXT STATION HOSİYEN TEKÜR
- Next Station; Kemer Varacağımız yere birkaç durak var. İzban yine ana baba günü. Ayaktakiler, oturanlarla empati yapma derdinde; kendilerini oturanların yerine koymak istiyorlar elbette. Fakat oturanların o taraklarda hiç gözü yok. Gözleri akıllı telefonlarında ve onun içindeki kurgusal dünyaya bakık. Kimisi renkli şekerleri sağdan sola çarpma derdinde, kimisi facebookta alan taraması yapmakta, kimisi de instagramda hoş ve alımlı karşı cinslerinin fotoğraflarına kalpçikler konduruyor. - Next Station; Şirinyer Yanımda yol arkadaşım Eb ve bel arkadaşım çantam var. Çantam “Sonrası Kalır”ın iki cildini anca alacak genişlikte, sarı, bez ve hayli yıpranmış, sol tarafındaki dikişleri atmaya başlamış, yaklaşık üç senedir kahrımı çeken bir çanta. Ona karşı mahcubiyetimi, içine koyduğum kitaplarla gidermeye çalışıyorum. O günkü misafiri de “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde” adlı bir öykü kitabı. O gün başladığım öyküyü otobüste bitirememiş, metroda da ayakta olduğum için devam edememiştim. Aklıma gelmişken son dört sayfasını da okuyayım diyerek çıkardığımda Eb’in suratı kapan görmüş fareye döndü. Fakat kalan dört sayfayı “Yeaa, iki sayfa bir şey kaldı, iki dakikaya bitiririm.” Misillemesiyle durumu kotardık. - Next Station; Koşu - Next Station; İnkılap Nihayet öykü bitti. Buradaki öyküler, rakibini nakavt ettiğini sandığı anda aparkat yiyen bir hafif sıklet boksörü konumuna getiriyor sizi. Tabii, bundan daha tehlikeli olan bir şey varsa o da hemen karşınıza çok güzel bir kadının oturması ve sevgilinizin hemen yanınızda olmasıdır. Çünkü bakışlarınız artık özgür değildir.
DERGİ DEĞİL
Her bakışınız, askerliğinin beşinci ayındaki bir erbaşın mayın tarlasında volta atmasına denktir. En doğal ve gayriihtiyari hakkınız olan önünüze bakmak, o dakikalarda recm, giyotin yahut elektrikli sandalyeye tekabül ediyordu. Kadın çok güzeldi ve bu durum idam cezasının, iyi halden müebbete çevrilme şansını da düşürüyordu. - Next Station; Semt Garajı Neyse ki kadın kalktı ve karşıma altmışlı yaşlarında bir adam oturdu. Gözlerim yeniden özgürlüğüne kavuştu. Yeşilçam filmlerindeki o efsane repliği haykırmak istiyordum “Görüyorum, görüyorum!” derken işitme duyum da faal hale geçti. İki genç kocanın sesi, tren sesine baskın çıktı. - O senin karınsa bu da benim karım ulen! - Hoop hoop beyler ayrılın, uzatmayın. - Bak ben senin karına terbiyesizlik yapmadım tamam mı, düzgün konuş! İlk sözü söyleyen adam hayli maganda görünümündeydi. Boyu bir yetmiş beş ya var ya yok. Kahverengi saçları dökülmeye başlamış; kafasının üst kısmını sadece merkez bölgesinde uzanan bir saç kümesi var. Üzerinde yakasız spor bir tişört, altında kot pantolon. Eline tesbih versen sallar nitelikte. İkinci söz kıvılcım almış ve her alan alevlenme ihtimali olan kavgayı önlemeye çalışan yolcuların homurdanışı. Son sözse önce İzbanın girişinde ilerleyen saniyelerde evli olduğunu öğrendiğimiz kadınla, sonra da eşiyle tartışmaya girişen adama ait. Adamın kucağında üç yaşlarında ve gerilime daha fazla dayanamayıp ağlamaya başlayan erkek çocuğu var. Yanında da karısı. Adam bir seksen dolaylarında. Yakalı tişörtlü ve keten pantolonlu.
| 21
İzban ahalisinin önleme çalışmaları fayda etmiyor. Kot pantolonlu adam kendisinden uzun ve daha saçlı adama karşı bir aşağılık kompleksine giriyor olmalı ki elini keten pantolonlu ve çocuklu adamın ensesine atıyor. “Erkeksen inelim dışarıda konuşalım ulen.” İzban ahalisi kendini bu ikilinin arasına sokuyor ve bir güvenlik bölgesi yaratmaya çalışıyor. Fakat bedensel taciz önlense de soğuk savaş devam ediyor. “şerefsiz!” “Hop, düzgün konuş!” Keten pantolonlu adam, kucağındaki çocuğunu karısına bırakıyor. Kot pantolonlu “tutmayın lan beni” moduna geçmiş durumda. Benim gözümse ağlayan ve muhtemelen bugünü hiçbir zaman unutamayacak olan çocukta çakılı. Çocukların ağlaması kanıma dokunur, darlanırım. O çocuğun yere düşen her gözyaşında, borsa da düşüşe geçer. Bu yüzden yoksul ülkelerin çocukları ekseri daha fazla ağlar. Onca yağlı ve kalıplı amcanın dindiremediği kavgayı ben pekala dindiremezdim ama çocuk hala ağlıyordu. Felaket zamanlarında akla gelen parlak fikirler vardır, o anların birindeydim ve tüm sosyal baskıyı bir kenara bırakıp başladım İstiklal Marşı’nı okumaya. Korkma sönmez bu şafaaaaaaaklarda yüzen al sancaaaak Sönmeden yuuurduuumun üstünde tüteen en soon ooocak… O an lokomotifi görmeliydiniz. Kot pantolonlu adam dahil herkes afallamış buna rağmen hepsi hazır ola geçmişti. O an lokomotifte bulunan herkes, tek bir ağızdan İstiklal Marşı’nı sonuna kadar, coşkuyla söyledik. - Next Station; Esbaş Esbaş bizim durağımızdı. Eb’le İzbandan indik ve günün çocuğu olmadaki muzafferlikle, az önce kan götürecek olan lokomotife gururla baktım. Bakmaz olaydım. Keten pantolonlu adam, kot pantolonlu adamın kafasını çanta koyulması için yapılmış demir parmaklığı andıran bölgeye çarpıyordu.
DERGİ DEĞİL
SONSUZA AÇILAN SORULAR M. EMİN AKTAŞ/MAHFÌ
-Zarifoğlu'naMavi göklere açılan pencereler nerede? -parça-parça- kaybettiğimiz Uysallığımız, inceliğimiz... Her gün ölümlere uğurladığımız Evlerin huzuru... Yağmurların ıslatmaya kıyamadığı Çocuklarımız için Hazırlıklar yapan Terziler ve marangozlar Bir merhamet gösterin! Mavi göklere açılan pencereler nerede? Geçmeye korktuğumuz günahkar semtin Dar sokaklarında Yıkılmaya yüz tutmuş duvarların Karanlıklarına aşiyanlarını kurmuş güvercinler... Sahibi olmayan meydanları Mesken tutmuş Gözleri, elleri ve dişleri Ruhları gibi kalın ve ağır İnsanlar ve onların kanlı bıçakları Bir merhamet gösterin! Ve diyeyim ki; Mavi göklere açılan pencereler nerede?
| 23
ÖZLEMEK ÖZMEN ÇOBANOĞLU insan özleyince çok şey kaybediyor. farkında ya da olmadan. özlemek kaybetmek bir yerde. dünya çok küçük aslında ama mesafeler özlemden oluşuyor. bu saatlerde tuhaf olabiliyorum. elli dakika otuz yedi saniyedir aynı şarkıyı dinliyorum. rakamlarla konuşuyorum! uykum yok. yani yok. hani gitti. bulursam taş yapıp akvaryuma atmayı düşünüyorum. diğer taşlar arasındaki yerini biliyorum. yatağım beni rahatsız ediyor. parkede uzun süre fark edilmeden uzanabiliyorum. arada tozumu alsınlar yeter diyorum. buzdolabından nefret ediyorum. odadan mutfağa bağırıyorum. bazen çok sinirlendiriyor. gidip şalteri indiriyorum. bağırsaklarım bir anda yok olmuşlar gibi. karnıma parmağımla yavaşça bastırsam içe doğru bir çukur açıyorum. içini toprakla dolduruyorum. ağaç dikerim belki. ağaçlar ormana. derim mi inceldi benim? bırak. biraz kuruntu yapıyorum. özlemiyorum. en çok bu kelimeyi seviyorum. gidip gelip ayak serçe parmağımı sandalyenin köşesine çarpıyorum. dikkatimi dağıtıyordu başlarda tabi. ama artık işe yaramadığını görebiliyorum. pencere açık uyuyorum. ışık açık. üstüm açık. müzik açık. kapı açık. açık hani. bilmiyorum. ha bu arada bazen gözlerim açık uyuyorum. teşekkür ediyorum! sana hiç bir şey söylemedim, söylemiyorum. çünkü ben dünyalar kadar susuyorum. alt alta. üst üste. ki dünya çok küçük aslında, mesafeler özlemden oluşuyor. ben de onu diyorum.
DERGİ DEĞİL
ben de onu diyorum. bi sigara içmeye çıkıyorum balkona. birazdan geliyorum. sonra balkonu yıkıyorum. aslında ben toz sevmiyorum. kalbimi boğazımda tutuyorum. yutamıyorum. tüküremiyorum. göğsüme açtığım kapı artık cereyan yapıyor. gelmiyorsan kapıyorum. sabaha kadar oturup duvarı izliyorum. sabah ezanını seviyorum. sonra kalkıp yerdeki ölü kelebekleri topluyorum . üzülüyorum. kutuya koyup kaldırıyorum. atmaya kıyamıyorum. o kadar çok şey var ki biriktirdiğim, sığamıyorum. sığdıramıyorum. kalemlerimi kırdım. yazamıyorum. bir hakim arıyorum. sonra bir şarkı tutturuyorum. ''dağlar duvar olsa önüme, yollar kör düğüm düğümlense dönmem gözümü dağlasalar ipe götürseler bir kuş uçur yeter'' bir kuş uçursam sana, geleceğini biliyorum. bazı yerleri unuttum, bazı sözleri ve bazı insanları. yüzünü unutmamak için çalışıyorum. tüm bunlar kolay değil, yoruluyorum. zor ama alışıyorum. seni seviyorum ama özlemiyorum. çünkü.
| 25
ŞŞŞ, TOPRAK OLACAĞIZ UYANDIRAYIM MERT KALKAN
Hayat karmaşık, kompleks bir yapı. Duygular deseniz çok daha beter. Her şey birbirine giriyor. Bazı anlar geliyor ki hiçbir şeyden emin olamıyorum. Bildiğim ve hissettiğim her şeyin yanlış olabileceğini düşünüyorum. Biraz olsun obsesifseniz ve hayat bunun üzerine üzerine oynamaya bayılıyorsa yandınız yani. Bakın obsesiflik öyle bir seviyede ki hayatın bunu bilerek yaptığını sanıyorsunuz. İnsanoğlu da çok ilginç bir varlık. Bazen müthiş gürültüleri iki saniyede unutabiliyorken, tek bir “tın” sesini yıllarca anımsayabiliyor. Bu bile onun karmaşıklığını anlatmak için yeterli esasında. Hayatımıza dokunan, yıkıp geçen, darmadağın eden ya da o hayatı yaşanabilir kılan her “ses” bizde bir yer ediniyor. Zaman geçtikçe bu sesler birbirine giriyor. Nihayetinde de ortaya bir melodi ya da baş ağrısı çıkıyor. Hatta çoğu kez bu ikisi birbirine de karışır.
DERGİ DEĞİL
Kimi zaman isteseniz de sizi mutsuz eden şeylerden kaçamazsınız. Hani elin mahkum, tadacaksın o pis duyguyu. Fiziksel olarak kaçamadığınız zamanlarda ruhunuzun başka diyarlara yolculuk yapmasını dilersiniz. Bunun için uğraşırsınız. Ne kadar kaçmaya çalışırsanız o kadar hapsolursunuz. Can çekiştiğinizi hissedersiniz resmen. Bir şeyi görmezden gelmeye çalışmak, aslında onu kendi gözünüze sokmaktan başka bir şey değildir çünkü. Böyle durumlarda hiçbir şey yapmamak, en iyi eylem planı olabilir. Unutmadan hep bir şeyler için didinip duruyoruz ya. Hep bir sonraki gün, hafta, ay ya da yıl için yaşıyoruz. Bu bizim hayatı ıskalamamızın en büyük sebebi işte. Planlar, programlar, iki gün sonra gidilecek sinemaya ilişkin heves. Ertesi günkü gezi programı. Çıkılacak tatil. Vesaire. Bizi diri tutan hep bunlar. Fakat kaçırdığımız nokta şu ki, hayat bir yolculuğun sonunda varılan güzel bir vaha değil. Hayat o yolculuğun ta kendisi. İşte tam da bu yüzden, bırakın bugünümüzü, şu anımızın her zerresini hissetmeli.
| 27
A Y I N ayın kaybı: Levent Kırca
ayın vahşeti: Ankara’daki Terör Eylemi
aranın yönetmeni: Leos Carax
ayın kitabı: Sadık Hidayet Kör Baykuş
E N L E R İ
aranın müzisyeni: Paganini
aranın festivali: Zeytinli Rock Festivali
aranın şiiri: Terziler Geldiler Turgut Uyar aranın özleneni: alarm kurmamak
A Y I N
E N L E R İ
YENİDEN BAŞLAMAK EVREN BAŞER
DERGİ DEĞİL
FOTO HİKAYE
“Daha çok satış yapmalısın!” diye gürledi patron. “Kredinizin son ödeme tarihi geçti.” dedi bankacı kız. “Kiraya zam düşünüyorum.” dedi yaşlı ev sahibi. “Trafikten dolayı yine eve geç gideceksin.” dermiş gibi çaldı kornalar. Sanki daha yer varmış gibi doldu otobüs. Yeterince yokmuş gibi yükseldi binalar. Ve ses… Çok ses. Gürültü. Boş bir evmiş gibi yankılandı her sabah ve her akşam şehir. Ne yapıyorum ben bu karmaşada? Ne için çekiyorum bu kadar şeyi? Kısa ömrümün cehennemi olan bu büyük şehirde ne için çabalıyorum ve yaşamaya çalışıyorum? Neden burada mutlu olacakmışım gibi kendimi kandırıyorum? Birileri “Büyük şehir büyük paralar demektir.” demiş, neden körü körüne inandım buna? Neden tüm hayal ve mutluluklarımın bir yerinden para geçiyor? Çok içtiğim bir akşamın sabahına kadar kendimde cevap aradığım soruların bir kısmı bunlar. Sabah işe gittiğimde istifamı vermiş, öğleden sonra küçük bir şehre ev bakmaya doğru yola çıkmıştım bile. Hayal ettiğimiz birçok şeyin aslında bize ait hayaller olmadığını, başkalarının hayallerini ödünç aldığımızı fark ettiğimizde her şey çok daha kolay. Karar almak ve uygulamak mesela. Yeni bir başlangıca, taze hayallere ve kendime ait hayallerle kuracağım bir düzene hazırım. Peki ya sen? Yeniden başlamaya ne dersin?
| 31
YIKINTILARIYLA İNSAN HASRET GÜLŞAN
İnsan olmanın güzelliğiyle, Nazlı’ya… Nazlı yâr’a… İnsan, yıkıntıları ile insandır diyor bir şair, akşam haberleri terör olayları üzerine konuşuyor ve metrolar insanlar ile doluyor. İzahı olmayan şeylerle yaşamanın mücadelesini veren her insan, yıkıntılarıyla insandır. Tüm hepsini es geçebiliyordu Selman ama şairin dediği cümlede takılıp kalıyordu yine. Akşam haberleri hep bir şeylerden bahsederdi, tüm mesai bitimleri insan telaşına sürüklerdi insanı. Ama insan, yıkıntılarıyla insandır cümlesi tüm gençliğine bir küfür gibi ilişiyordu. İnsan en büyük depremini doğarken yaşıyordu Selman için, enkazı da öleceği vakit toplanıyordu. Memur olmanın tüm gerekliliğini yerine getiriyordu. Toplumsal olayları belgesel gibi izliyorsan ölen insanlar için ses çıkarmıyorsan bu devlet için örnek vatandaş oluyorsun çünkü. Apartman aidatlarını geciktirmese de içtiği tütünün külleri alt komşusunun çamaşırlarına döküldüğü için fazla şikayetçilerdi Selman’dan. Ülke bu kadar kirliyken, temiz çamaşırların durumunu hep tartışırdı içinden.
DERGİ DEĞİL
Sonbahar bu sene de geç kaldı ile başlayan cümlelere tanık, dökülen yaprakların hüznünü anlayacak kadar dağınıktı Selman. Eylül geçip gidiyor, günler bir filmin final müziği gibi mırıldanıyordu. Nazlı’yı gördüğünde de eylüldü. Çünkü bir kadın sonbaharda gelmeliydi. Bir kadın sonbaharda geldiyse eğer tüm edebiyat akımlarını, yazılan şiirleri, Spinoza’nın aşka dair söylediklerini kül ederdi. Öyle de oldu Nazlı’nın gelişi, sonbahar da yine gecikti gibi cümlelere aldırış etmeyen bir şeydi. Yıkıntılar ile insan olmak denilen şey tam olarak buydu. Ermenice bir türkünün ortasında öylece durup sigara yakarsın çünkü insanlar ölüyordur bu ülkede. Sonra Nazlı’yı düşünürsün, sonra Nazlı’ya yüzünü dönersin, “Çok ölüyoruz, biraz beni sever misin?” dersin. Cevabı bir kenar mahallede çay ocağında bulunur. İçilen iki çayın, sarılan tütünlerin hesabını tutamazdı zaman. Çünkü artık Selman söylenmesi gereken tek cümleyi masaya bırakmıştı. Bir memurun edebiyatla, aşkla ve acıyla hesaplaşmasının tam vaktiydi, eylüldü. Nazlı gülümsemişti, Selman izahı olmayan şeylerin yerine Nazlı’nın gülümsemelerini ekmişti. O gün çay ocağından kalkarken Nazlı bir not iliştirdi Selman’ın avuçlarına, Selman okudu; “Tüm duvarları yıktım da, sana geldim.” yazıyordu. Tüm yıkıntılara bir cevabı vardı insanın, insan olmak gibi. Nazlı geldikten sonra insan olmanın, yıkıntıların ve kirli bir ülkenin tüm cevabını bulmuştu Selman. İnsanlar hep bir şeyler söyleyeceklerdi, insanlar hep insan olan yerlerimize ateş edeceklerdi. Yüzyılın en büyük eylemiydi Selman için Nazlı’yı sevmek. Bir memurun en güzel hikayesi, uğranılan bir çay ocağıydı.
| 33
DÜŞÜNCENİN COĞRAFYASI SÜLEYMAN YILDIZ
Düşüncenin Coğrafyası isimli kitap, Amerikalı yazar ve bilim adamı Profesör Richard NISBETT tarafından yazılmıştır. Prof. Richard NISBETT, Michigan Üniversitesi’nde psikoloji eğitimi vermektedir. 2002 yılında ABD Ulusal Bilimler Akademisi’ne seçimle gelen ilk sosyal psikolog olmuştur. Dilimize de çevrilmiş kitaplarının yanı sıra, çeşitli dillerde yayımlanmış çok sayıda bilimsel çalışmaları vardır. Kitabın amacı, eski Doğu ve Batı bakış açılarının karşılaştırmasını yaparak bugünü anlamaya çalışmak; insanların dünya hakkındaki farklı düşünce ve görüşlerinin nedeninin, farklı ekolojiler, toplumsal yapılar, felsefeler ve eğitim sistemleri olduğunu ortaya koymaktır. Kitapta yazar, Doğulular ile Batılılar nasıl ve neden birbirinden farklı düşünürler sorusuna yanıt aramaktadır. (Çin ve Japonya ile Kore başta olmak üzere Çin kültüründen önemli derecede etkilenmiş olan ülkeler - Avrupa ve Amerika) Bir gün, bir Çinli öğrencisinin “Biliyor musunuz, aramızdaki fark, benim dünyayı bir çember, sizinse bir çizgi olarak görmeniz. Çinliler sürekli değişime inanırlar ama her şeyin daha önceki bir duruma doğru hareket ettiğini düşünürler. Dikkatlerini çok geniş bir olaylar yelpazesine yöneltirler; şeyler arasındaki ilişkileri araştırırlar ve bütünü anlamadan parçanın anlaşılamayacağını düşünürler. Batılılar ise daha basit, daha determinist bir dünyada yaşarlar; daha büyük resme bakmak yerine, dikkat çekici nesnelere veya insanlara odaklanırlar ve nesnelere hükmeden kuralları bildikleri için olayları denetleyebileceklerini düşünürler.” sözleri üzerine düşüncelerini sorgulamaya başlar.
DERGİ DEĞİL
Tasım ve Tao Yazara göre; Her toplumun entelektüel yönleri, kendine özgü toplumsal özelliklerinin ışığında anlam kazanmaktadır. Batı düşüncesinin temelini oluşturan Antik Yunan uygarlığının belirleyici vasıfları, özgürlük, bireysellik ve dünya hakkında duydukları meraktır. Bu merak duygusu onların fizik, astronomi, geometri, mantık ve felsefe gibi alanlarda ilerlemelerine imkan sağlamıştır. Aynı çağda birçok uygarlık bilimsel alanlarda sistemli gözlemler yaparken bir tek Yunanlılar gözlemlerini temel ilkeler açısından açıklama girişiminde bulunmuştur. Yunanlıların bireysellik vasıflarının Çin’deki karşılığı ise uyumdur. Her Çinli, her şeyden önce ve en önemlisi bir topluluğun, daha doğrusu birçok topluluğun üyesidir. Mutluluk ideali, Yunanlılardaki gibi kendine özgü yetenekleri özgürce kullanmaya izin veren bir yaşam değil, uyumlu bir toplumsal ağ içinde paylaşılan yalın bir kırsal yaşamdır. Bu yüzden Çinliler başkalarının veya çevrenin denetiminden çok, özdenetim meseleleriyle ilgilenmişlerdir. Yunanlıların kişisel özgürlük anlayışının bu toplumda bir karşılığı yoktur. Çin’de bireysel haklar, kişinin dilediğini yapması anlamına gelmeyip bir bütün olarak topluluğun sahip olduğu haklar arasındaki kendi hissesinden oluşmaktadır. İki toplumun farklı özellikleri karşılaştırıldığında; Antik Yunan’da bireysellik, Çin’de karşılıklı bağımlılık... Antik Yunan’da felsefeyle uğraşmak ve düşüncelerinin doğruluğunu kanıtlamak için tartışmak; Çin’de düşünmek, dinlemek ve toplumsal uyum... Antik Yunan’da kent yaşamı, Çin’de kırsal yaşam... Antik Yunan’da farklı enstrümanların ve farklı seslerin farklı roller üstlendiği çok sesli müzik; Çin’de birlik ve beraberliği simgeleyen tek sesli müzik... Antik Yunan’a damgasını vuran filozof Aristo’dur. Aristo mantığına göre bir önermede iki olasılık söz konusudur. Bir şey ya iyidir, ya kötüdür; ya siyahtır, ya siyah olmayandır veya bir şey ya yerindedir, ya değildir. Yunanlılar mantıklarının ya-ya da ikileminin esiri olmuşlardır.
| 35
Çinlilerin yaşam çözümlemesi ise üç farklı felsefenin karışımıyla biçimlenmiştir: Taoculuk, Konfüçyüsçülük ve çok daha sonraları Budizm. Bu felsefelerin her biri uyumu vurgulamaktadır. Antik Yunan’daki lineer, yani doğrusal mantığın doğudaki karşılığı ise kırçıl ya da bulanık mantıktır. Ya - ya da yerine, hem - hem de. Bir şey aynı anda hem siyah hem de siyah olmayan olabilir mi? Saç, kumaş, kömür hepsi siyahtır. Ama hiçbirinin siyahı ötekini tutmaz. Yani hem siyahtır hem de siyah olmayandır. Üstelik siyahtan beyaza giden iki uç arasındaki gri bölge siyahtan da beyazdan da çok daha geniştir. Taoculukta olduğu gibi Yin - Yang böyle bir şeydir : Tahta ateşi, ateş külü, kül toprağı, toprak madeni yaratır; maden döner toprak olur, tahtayı yaratır. Aklın Toplumsal Kökenleri Toplumsal etkenler ile düşünce süreçleri arasındaki ilişkiye dair görüşler eğer doğruysa - ve günümüzde Doğu ile Batı arasındaki toplumsal farklılıklar Antik dönemdekilere benziyorsa - o zaman çağdaş doğu Asyalılar ile Batılılar arasındaki bilişsel farklılıklara ilişkin bazı çarpıcı öngörülerde bulunulabilir. Farklılıkların şu alanlarda ortaya çıkması beklenebilir: - Dikkat ve algılama modelleri: Doğuluların daha çok çevrelerine, Batılıların ise daha çok nesnelere dikkat etmesi ve Doğuluların olaylar arasındaki ilişkileri saptamaya Batılılardan daha yatkın olması, - Dünyanın bileşimine ilişkin temel varsayımlar: Doğuluların maddeyi görürken, Batılıların nesneleri görmesi, - Çevrenin denetlenebilirliğine ilişkin inançlar: Batılıların denetlenebilirliğe Doğululardan daha fazla inanması, - İstikrara karşı değişimle ilgili üstü örtülü varsayımlar: Doğuluların değişim gördüğü yerde batılıların istikrar görmesi, - Olayların açıklanmasına ilişkin tercih edilen kalıplar: Batılılar nesnelere odaklanırken Doğuların çevreyi de içerecek şekilde daha geniş bir ağdan yararlanması, - Dünyayı düzenleme alışkanlıkları: Batılıların kategorileri yeğlerken Doğuluların ilişkileri vurgulamaya daha yatkın olması,
DERGİ DEĞİL
- Formel mantık kurallarının kullanımı: Olayları anlamakta Batılıların Doğululara göre mantık kurallarını kullanmaya daha eğilimli olmaları, - Diyalektik yaklaşımların uygulanması: Göze çarpan çelişkiyle karşılaştıklarında Doğuluların orta yolu aramaya, Batılıların ise bir inancın diğerine karşı doğruluğu konusunda diretmeye daha eğilimli olması. Birlikte Yaşamaya Karşı Başına Buyruk Olma Çoğu Batılı ya da en azından çoğu Amerikalı, şu genellemelerin hemen hemen herkes için geçerli olduğuna inanmaktadır: - Her bireyin bir dizi özelliği, ayırt edici nitelikleri vardır. Dahası, insanlar kendilerine özgü - yani diğer bireylerden önemli yönlerden farklı - olmayı isterler, - İnsanlar kendi davranışlarına büyük ölçüde hakimdirler; seçimin ve kişisel tercihlerin sonucu belirlediği durumlarda kendilerini daha iyi hissederler, - İnsanlar kişisel başarı hedeflerine yönelirler; ilişkilerin ve grup üyeliklerinin kimi zaman bu hedeflere ulaşmakta engel oluşturduğunu düşünürler, - İnsanlar kendilerinden hoşnut olmayı arzularlar; kişisel başarılar ve olumlu niteliklere sahip olduklarına dair güvenceler, kendilerini iyi hissetmeleri bakımından önemlidir, - İnsanlar kişisel ilişkilerinde eşitliği, ya da ilişkiler hiyerarşik ise daha üstün bir konumu yeğlerler, - İnsanlar aynı kuralların herkes için geçerli olması gerektiğine inanırlar; kişisel nitelikleri veya önemli kişilerle bağlantıları yüzünden bireylere imtiyaz tanınmamalıdır. Adaletin gözü kör olmalıdır. Doğulular açısından ise durum biraz farklıdır. Genelde Doğu Asyalıların kişisel hedeflerle ya da kendi önemini abartmakla daha az ilgilendikleri varsayılır. Grup hedefleri ve eş güdümlü eylem onlar için daha önemlidir. Başarıya, ait oldukları gruplara faydalı olduğu için değer verirler. İlişkiler bakımından geçerli olan kurallar yerel ve özeldir; ayrıca bu kuralların evrensel olmaktan çok, rollere göre belirlendiği varsayılır. Hiyerarşiyi ve grup denetimini kabul ederler. Tartışmadan ve çekişmeden uzak dururlar. Her türlü eylem başkalarıyla ahenk içinde olduğundan ya da en azından başkalarını etkilediğinden, ilişkilerde uyum toplumsal yaşamın başlıca amacı haline gelir.
| 37
Mesele, Doğuluların kendi niteliklerinden hoşnutsuz olmalarından çok özel veya sıra dışı yetenekli olduklarını hissetmeleri için güçlü bir kültürel zorunluluğun bulunmamasıdır. Ben’in toplumsal amacı, üstünlük veya benzersizlik yaratmaktan çok destekleyici toplumsal ilişkiler ağı içerisinde uyum kurmak ve kolektif amaçları gerçekleştirmekte kişinin kendi rolünü eksiksiz oynayabilmesidir. Bu amaçlar kişinin kendisiyle övünmesinin aksine belirli düzeyde bir öz eleştiri yapmayı gerektirir. Bu toplumsal farkların, Antik Yunanlılara ve Çinlilere özgü farklarla hemen hemen aynı olduğu söylenebilir. Eski Çinliler ile Yunanlılar arasındaki bilişsel farkları üreten eğer toplumsal koşullar idiyse Çağdaş Doğu Asyalılar ile Batılılar arasında da Eski Çinliler ve Yunanlılar arasındakilerle örtüşen bilişsel farklar bulmayı bekleyebiliriz. “Arkana Bak” mı, “Gözünü Toptan Ayırma” mı? Eski Çin filozofları dünyayı süreklilik gösteren maddelerden ibaret görürken eski Yunan filozofları ise dünyayı farklı nesnelerden ya da ayrı atomlardan oluşmuş olarak görme eğilimindeydi. Bir tahta parçası Çinlilere göre kesintisiz, yekpare bir malzeme; Yunanlılara göre ise parçacıklardan oluşmuş bir maddeydi. Deniz kabuğu gibi tuhaf bir parça, Çinliler tarafından bir madde, Yunanlılar tarafından ise bir nesne olarak görülebilirdi. Çağdaş Asyalılar da dünyayı kesintisiz maddelerden oluşmuş olarak görürken çağdaş Batılıların nesneleri görmeye daha yatkın olduklarına ilişkin deliller bulunması dikkat çekicidir. İki bilişsel Psikolog, belirli maddelerden oluşan nesneleri, iki yaşından küçüklerden başlayıp yetişkinlere kadar uzanan çeşitli yaş gruplarından Japon ve Amerikalılara göstererek her birini nesne mi, madde mi olduğu açısından değerlendiriyorlar. Örneğin mantardan bir piramit gösterip katılımcılardan bu şeye bakmalarını istiyorlar. Sonra da onlara iki tepsi gösteriyorlar; tepsilerden birinde sunulan nesneyle aynı biçimde ama farklı maddeden bir şey (örneğin beyaz plastikten bir piramit), diğerinde ise aynı maddeden ama biçimi farklı bir şey (örneğin mantar parçaları) vardır. Daha sonra katılımcılardan, ilk gösterilen örneği en çok çağrıştıran tepsiyi göstermeleri istenir.
DERGİ DEĞİL
Amerikalıların piramidin aynısı olan biçimi seçmeye Japon’lardan daha yatkın olmaları, gördükleri şeyi bir nesne olarak nitelendirdiklerini göstermektedir. Japonların ise daha çok örneğin aynısı olan malzemeyi seçmeleri, gördükleri şeyi bir madde olarak nitelendirdiklerine işaret etmektedir. Kadim Çinliler gibi Çağdaş Asyalıların da dünyaya bütüncül olarak baktıkları görülüyor: Alanın büyük bir bölümünü, özellikle de arka plandaki olayları görüyorlar; olaylar arasındaki ilişkileri ustaca gözlemliyorlar; dünyayı karmaşık ve son derece değişken, bileşenlerini de birbiriyle bağlantılı olarak dikkate alıyorlar; olayların aşırı uçlar arasındaki döngüler halinde hareket ettiğini düşünüyorlar ve olaylar üzerindeki denetimin başkalarıyla eş güdümü gerektirdiğini hissediyorlar. Çağdaş Batılılar ise kadim Yunanlılar gibi dünyaya analitik, atomistik açıdan bakıyorlar; nesneleri farklı ve çevrelerinden ayrı olarak görüyorlar; olaylar bir şekilde hareket ediyorsa bu hareketin doğrusal olduğunu düşünüyorlar ve öyle olmadığı zamanlarda bile olayların kendi denetimlerine tabi olduğunu hissediyorlar. Bu dünya görüşleri kavramsal açıdan farklı olmakla kalmıyor, dünya tam anlamıyla farklı şekillerde görülüyor. Asyalılar büyük resmi görüyor ve nesneleri çevreleriyle ilişkisi içinde ele alıyorlar, o kadar ki, nesneleri çevrelerinden görsel olarak ayırmak onlara zor gelebiliyor. Batılılar ise alanı küçümserken nesnelere odaklanıyor ve çevrede Asyalılara göre tam anlamıyla daha az nesne ve ilişki görüyorlar. Geniş bakış açısına sahip kişiler, olayları karmaşık, birbiriyle ilintili bağlamsal etkenlerin sonucu olarak görme eğilimindeyken görece dar odağa sahip insanlar, olayları temelde nesneleri özellikleri açısından açıklamaya yatkın olabilirler. Bu da dünyayı ve olayları farklı değerlendirmeye yol açabilir. Psikolojinin Sonu mu, Zihniyetler Çatışması mı? Son yıllarda pek çok alanda sosyal bilimciler, birbirinden çok farklı iki dünya görüşünü tartışmaktadır.
| 39
Siyasal bilimci Francis Fukuyama’nın savunduğu görüş, dünyadaki siyasal ve ekonomik sistemlerin, sonuç olarak da değerlerin bir noktada buluşacağını varsayarken siyasal bilimci Samuel Huntington’un savunduğu diğer görüş, farklılığın süreceğini öngörmektedir. Fukuyama “tarihin sonu”ndan söz ederken, kapitalizm ve demokrasinin kazandığını ve ufukta ilginç olaylara yol açabilecek hiçbir gücün bulunmadığını kastetmektedir. Huntington, Fukuyama’nın aynı noktaya yönelen toplumlar vizyonunu kabul etmek bir yana, Doğu Asya, İslam Dünyası ve Batı’yı içeren belli başlı kültürel grupların değerlerinde ve dünya görüşlerindeki uzlaştırılamaz farklılıklar yüzünden birbiriyle çekişmeye kilitlenmesiyle, dünyanın bir “medeniyetler çatışması”nın eşiğinde olduğunu ilan etmiştir. Toplumlar arası farklılıklar, gelecekteki uluslar arası çatışmaların geçmişteki gibi ekonomik ve siyasal ağırlıklı değil, kültürel kökenli olmasına yol açacak kadar büyüktür. İslam, Doğu ve Batının izlediği kültürel yollar ayrıdır ve Uzak Doğu ülkelerinin ekonomik kalkınması ile İslam nüfusunun büyümesi nedeniyle, Batının nüfuzu görece zayıflayacaktır. Dünyanın medeniyetler çatışması yerine bir noktada buluşmaya doğru gidiyor olabileceğini ama bunun sadece Batılılaşmaya değil, aynı zamanda Doğululaşmaya, toplumsal sistemler ve değerlerin bir karışımından oluşan yeni bilişsel süreçlere dayanan bir buluşma olacağını ileri süren üçüncü bir görüşün de göz önüne alınması gerekmektedir. Her birinin diğerine doğru hareket etmesi sayesinde de bu ikisinin bir noktada buluşmaları beklenebilir. Doğu ile Batı, her iki bölgenin bilişsel ve toplumsal özelliklerinin temsil edildiği ve dönüşüme uğratıldığı karma bir dünyaya katkıda bulunabilir; tıpkı bir güveçteki tek tek ayırt edilebilen ama bütünü değiştirirken kendileri de değişmiş olan sebzeler gibi. Bu güvecin her iki kültürün en iyi yönlerini içereceğini umut etmek aşırı iyimserlik olmayabilir.
DERGİ DEĞİL
SANA BİR MEKTUP VAR ONUR TUTAR
Antik Sümer şehirleri üzerinde arkeolojik kazı yapamak üzere yola koyulduk. Benimle birlikte gelme konusunda ısrar eden yaşlı arkeolog Albert gözlerine biriken yaşları gizlemeyerek “ İçimde tuhaf bir his var Kerem.” dedi. Bizim eski toprak kendine macera arıyor diye düşündüm. Zaten ne diye kazıya gelme konusunda bu kadar hevesliydi bilmiyorum. Oldukça yaşlıydı ve dünya tarihi için çok önemli kalıntılar bulmuştu. Artık onun için emeklilik vakti gelmişti. Bunca zamandan sonra peşimden gelmesine bir anlam bulamıyordum. Bu iş için gerekli olan güç ve sabır artık tükenmişti onun solmuş bünyesinde. Düşünceleri bir tarafa bırakıp konuşmamı bekleyen gözlere döndüm, “Nasıl bir his bu Albert? Daha önce yaşamadığın bir şey mi?” diye sordum. Gözlerinde biriken yaşları, kim bilir kaç yüz yıllık, solmuş kravatıyla sildikten sonra “ Bu kazı benim son kazım olacak. Bunca yıldır Sümer şehirlerinde kazı yapıyorum ama hâlâ orada bir yerde beni bekleyen bir şeyler var gibi geliyor. Belki de artık gereğinden fazla duygusallaşıyorum Kerem. Yaşlılık garip bir dönem.” dedi. Şehrin kalıntılarına yakın bir mesafede durdu bizi taşıyan araç, bu noktadan sonra yola yürüyerek devam edecektik. Eski Sümer şehri Uruk’tan geriye kalan kalıntılar karşımızdaydı. Şehrin girişindeki, bir zamanlar kanal olarak kullanılan yığına yaslandı Albert, “Biraz soluklanalım.” dedi. “Öyle olsun.” dedim. Neticede eskisi kadar atik olması beklenemezdi ondan. Kanalın karşısındaki ağacın gölgesinde oturduk. “Yanında sigara var mı?” diye sordu. Cebimdeki paketi uzattım ona. Daha önce hiç sigara içerken görmemiştim Albert’i. Onun hislerini anlamam için önümde en az on sene vardı.
| 41
Neticede benim işim kazı yapmak, kalıntı bulmaktı, henüz yaşamadığım duyguları anlamaya çalışmak benim işim değildi. Albert sigarasından derin bir nefes çekti, ciğerlerinden gökyüzüne bıraktığı dumanın dansı henüz bitmeden “Kazalım!” diye bağırdı. “Albert burası Uruk sınırına yakın, Uruk değil neden kazalım şimdi burayı?” diye sordum. Hareketleri ondan beklenmeyecek şekilde hızlanmıştı, kesik soluklarla konuşmaya başladı: “Kerem, garip bir duygu hissediyorum demiştim ya sana yolda, şu an o duygu bana burayı kazmam için yalvarıyor. Yardım etmek istemiyorsan seni anlarım ama ben burayı kazmadan Uruk’a gitmeyeceğim” dedi. Onu burada yalnız başına bırakamazdım. Ayrıca bu adam yılların arkeologuydu. Sezgilerine güvenmeyerek ona saygısızlık yapmak istemedim. Kazı aletlerini alıp kazmaya başladık. Albert beni şaşırtıyordu. On adımda bir, biraz dinlenelim diyen adam, şimdi neredeyse benden hızlı kazıyor, bir kez olsun dinlenmek istemiyordu. Ben şaşkınlık içinde düşüncelerimle boğuşurken Albert “Burada bir şey var!” diye bağırdı. İki taş arasına sıkıştırılmış küçük bir sandık bulmuştuk. Onu topraktan çıkardık. Albert titreyen elleriyle açtı sandığı. İçinde taş bir tablet vardı. İki yüzünde de Sümer alfabesiyle yazılmış bir metin bulunuyordu. Albert “Sana içimde garip bir his var demiştim.” diyerek kalktı ayağa, eski bej renkli çantasının içinden telefonunu çıkardı. Urukta bizimle birlikte çalışan, Sümer tabletlerini tercüme eden, Edison Ferid’i aradı. “Edison, Uruk’un girişindeki kanalın önünde seni bekliyoruz. Lütfen soru sorma. Ne kadar çabuk gelirsen o kadar mutlu edersin beni, lütfen Edison seni bekliyorum.” dedi ve Edison’un cevabını beklemeden telefonu kapattı. Albert’in gözlerine güneş doğmuş gibiydi. Sanki tüm hücreleri yenileniyor, ihitiyarlığını öldürüyordu. Albert zümrüdüanka kuşu gibi yeniden doğuyordu gözümün önünde. Edison çok geçmeden bir at ile geldi. Telaşlı bir şekilde “Ne oluyor Albert?” diye sordu. Albert bir sigara daha yaktı; gözlerindeki yaşları, toz toprak içinde kalmış gömleğinin koluna silerek “Keremle bir tablet bulduk. Rica ederim soru sorma, benim için çok önemli bu metni benim için Almanca’ya veya
DERGİ DEĞİL
Türkçe’ye tercüme eder misin?’ diye sordu. Edison “Almanca bilmediğimi biliyorsun, Türkçe’ye tercüme ederim, bana bir saat izin ver.” dedi ve kanalın karşısındaki ağacın altına oturdu. Albert ile hiç konuşmadan, ömrümün en uzun bir saatini geçirdim. Edison şaşkın bir halde yanımıza geldi. Kekeleyerek “Bu bir mektup Albert” dedi. “Bir Sümerli tarafından mektubu bulan kişi için yazılmış. Ama beni asıl şaşırtan kısım bu değil.” Lütfen mektubu oku diyerek tabletin türkçe tercümesini yazdığı kağıdı, Albert’e uzattı. Albert yanıma geldi ve okumaya başladık. Mektubu yazan Sümerli onu asırlar sonra bulan Albert’e ve bana ithafen şu sözleri yazmıştı: “Yazdığımı okuyan kişi, her kim olursan ol, güneş tanrısı Utu’nun ışığı yolunu aydınlatsın. Ben insanlarımın yolunu aydınlatmak istediğim zamanlarda gücümü Tanrı Utu’dan aldığıma inanırdım. Bu dünyayı daha güzel yapmayı istedim. İnsanların tam anlamıyla özgür olamasını, hayatlarına bir şeyler katmalarını, kendilerini sıkıştırmaya başladıkları dar kalıplarından kurtulmalarını istedim. Böyle düşler kurduğum yerin altına gömdüm bu yazıyı. Uruk’un dışında düşünmek için sessiz ve bir o kadar da yıldızlara yakın bir yer burası. Sana bunları niçin söylediğimi merak ediyorsundur. Belki ‘binlerce sene önce kurulmuş hayaller beni ne ilgilendirir’ diyorsundur. Sana nedenini söyleyeyim. Uruk’ta çok yaşlı ve bilge bir masalcı kadın vardır. Bu masalcı kadın düşlerimi gerçekleştiremedikçe günden güne eriyip gittiğimi gördü, bir akşam vakti yanıma geldi. ‘Oğul, dünyanın çizgisiyle oynarsan çizgiyi değiştirirsin, kendi çizginle oynarsan dünyayı değişirtirirsin’ dedi. O vakit anladım kendimden başka kimseyi değiştiremeyeceğimi. Bunu okuyan kişi her kim olursan ol eğer çevrene sur ördüyse birileri, ben senin eline kazmayı veriyorum şimdi. Sana örülen surları ne ben ne de bir başkası yıkar, güneşi görmek istiyorsan ancak sen yıkarsın onları. Güneş tanrısı Utu, ışığını senden esirgemesin.” Albert ile yazıyı okuduktan sonra birbirimize baktık. Tarihin başlangıcından bize bir mesaj vardı ortada. Sözlere gerek duymadık. Güneşe döndük, ince bir rüzgar esti. Birer sigara yaktık, gözlerimizin yaşını, Utu’nun ışığına bıraktık.
| 43
SİNEM ÇAKMAK
''Kurbanlar... Hepimiz deÄ&#x;il miyiz?'' The Crow, 1994
ÇINAR AĞACI SEHER A. KUTLUKSAMAN -delikanlı’ya
Çınar başında duydum ilk titremeyi Göğün yedi kat elinden suya karıştım Merdiven yasladım sırtına Kaburgalarındaki seğe benim Ölüm bileğilenmiş taze bıçak Sana saplasan girmez Ölüm bileğilenmiş taze bıçak Sana töbe girmez Toprak arı kovanı Dağ gibi delikanlılar dişinin kovuğuna yetmez Ama nasıl olur senin adın Osman Mum ışığında yazmadın ilk mektubunu Karda, kışta, ataşta, Erzincan’da, kaâtipte, karabakışta Tak dak diloda Yine bir ‘’mayıs’’ yangınında ‘’Taşuşlum, minnoşum, tatlı deniz kuşum...’’ Ekmeğe su serper gibi Bir çıngısız kibrit kutusunda Onaltısında Kara Fatma’yı kaçıran ellerin -yuğka gönüllüm, delifişeğim, dik yokuşlum!-
DERGİ DEĞİL
Taş ustası ellerin vardır Kimse bilmez, iki cihan görmüş Bir sabah ayazında düşerdin yola Zurnasız bir kamyon sırtında Bi’ iç çekimi memleket kokusu almaya Elimde resmin olurdu aman Sorardım mahalle adamlarına ‘’Bu benim babam olur, yerini bilen var mı?’’ Kına yeşili fıstık ezmesi dolardı pazar torban Dönüş yolun olurdu, toprak kokusu Şimdilerin kaldırım taşı Gözümün yaşı -fiyakalım karakaşlım eyy cağnım!Di’li geçmiş zaman yakışıyor mu sana!
| 47
KİŞİSEL BİR SORUN, KENZABURO OE ABDULLAH İNAN
Kişisel bir sorunun hiçbir zaman gerçekten kişisel olarak kalmadığını açıkça görürüz kitapta. “Bird”. “Kuş” anlamındaki Bird evet. Ana karakterimiz bu ada sahip. Fiziksel görünüşü itibariyle bu adı hak eden bir kahraman elbette. Bird her ne kadar fiziksel görünüşüne göre karaktere verilmiş bir isim olarak önemliyse; bir o kadar da psikolojik-ahlaki yapısına da uygun bir isim karakter için. Kitabın seyrine bakıldığında kuşların davranışlarıyla benzerlik gösterdiğini görebiliriz, tabii bu kişisel bir tespit. Her okuduğum kitabın bende birkaç başlık altında sıralayabileceğim kilit noktaları ve beni çeken birkaç can alıcı düşünce kalıbı oluyor. Kenzaburo’nun bu eserinde de beni epey şaşırtan birkaç sağlam düşünce elbette vardı. Şöyle ki: 1. Eğer değer yargılarından bahsedeceksek ve bu değer yargılarının en önde geleninin din ve buna bağlı olarak cinsellik olduğun varsayarsak değer yargılarının bu kitapta yerle bir edildiğini görmemiz, kendimizi buna hazırlamamız gerekiyor. Evet, cinsellik konusunun konuşulması dahi yüz kızartıcı olarak görülürken en mahrem ve gerekli olmadığı sürece üstündeki örtünün kaldırılmaması gerekliyken(!) Kenzaburo bu konuyu kitabının her parçasına yaymıştır. Cinsellik konusunun en makul karşılandığı ortam olan evlilik konusuna da değinmekten çekinmemiş olması da kitabı okurken biraz gerilmenize sebep olabiliyor. Evliliğin cinselliğin en selametli limanı olduğu düşüncesinin hâkim olduğu kültürümüzde (hemen her kültürde) kabul gören bir olgudur. Ancak, evliliğin cinselliği doyuma ulaştıran bu ihtiyacı karşılayan gerçek bir ortam olmadığını Bird’ün tecrübelerinden anlamak çok da zor değil.
DERGİ DEĞİL
Yazarın cinsellik konusunu anlatışında, okurken zevke gelmeyi beklemek ve içinin gıcıklandığını hissetmek mümkün değil. Çünkü bunları yaşayan Bird’ün hep ahlaki değerler-cinsel istekler arasındaki geliş gidişleri onda nasıl iştahsızlığa ve vicdan azabına sebep oluyorsa okur da bundan nasibini alıyor. 2. Cinselliğin anlatıldığı yerlerde üslup o derece gerçekçi ve açık ki hayale kapılmak mümkün olmuyor. Her şey olanca çıplaklığıyla kelimelere sığdırılmış, ayıp(!) kelimelerin-tasvirlerin kullanılmasında sakınca görülmemiş. Bu da sizi daha gerçek bir bakış açısıyla okumak zorunda bırakıyor. İyi oluyor. 3. Bir diğer nokta da “Özgürlük-Evlilik-Çocuk” çıkmazı. Hayalindeki Afrika seyahatinin evlilikle zor hale gelişi ve çocuğun gelmesiyle kalan tek ihtimalin de yok olması Bird’ün en büyük çıkmazı. Evliliğin faydaları ve katkılarının olduğu su götürmez bir gerçektir. Bunun yanında insandan aldıklarının da var olduğu gerçeğini de yadsımamak gerekir. Evliliğin verdiği maddi ve manevi sorumluluğun belki ilk kısıtladığı şey seyahat özgürlüğüdür. Yalnız başına istediği yerde konaklayıp, dilediği kadar zaman ve para harcama, yeni yerler-yeni kişiler-yeni aşklar bulabilme gibi nice olanağı imkânsız hale getiren ağır bir prangadır evlilik. Bunu Bird’ün hikâyesinde görebilirsiniz. 4. Vicdan konusu da bir diğer nokta. Kitabın başından sonuna kadar (son on sayfası hariç) hep vicdandan kaçış, kendini kandırma Bird’ün baş belasıdır. Himiko’nun temsil ettiği anti-vicdan olgusuna karşı, Bird’ün temsil ettiği hem vicdan hem vicdansızlık. Gerilime ve çalkantıya neden olan bu karşıtlık, okurun düşünce kalıplarını tekrardan gözden geçirme, gelişen her olayda-diyalogda içinden gelen sesi de duyma olasılığını artırıyor.
| 49
CİHAN KIRBIYIK