DERGİ
DEĞİL SAYI 2
NİSAN ’15
Komite
ALİ S. HOSİYEN TEKÜR ONUR TUTAR UMUT ÖZAN
İletişim dergidegil@gmail.com instagram.com/dergidegil twitter.com/DergiDegil facebook: Dergi Değil
Not: Yayın içerisindeki yazıların, şiirlerin ve görsellerin hiçbiri reklam amacıyla kullanılmamıştır.
İÇİNDEKİLER
DERGİ DEĞİL
04 07 08 12 14 15 16 18
Kamber: Ertan KORKMAZ Gözler: Selim ONAY Şimdiki Çocuklar Harika Müsait Bir Yer: Umut ÖZAN İllustrasyon: Büşranur NERSE Leyla’ya Dair: Hasret GÜLŞAN Ayın EN’leri Serçe: Hosiyen TEKÜR
20
Arkadaşlarımı Pamuklara Sararım: Fatmanur TONGUL
21
Simetri: Evren BAŞER
22 26 28 30 33 34 36
Yaşamak Sancısı ve Hayyam: Süleyman YILDIZ Stefan Zweig Anısına: Onur TUTAR Hiç Vakte Kadar: Hosiyen TEKÜR Karagöz Hakkında: Ercan SÖNMEZ Kelebeğin Aşkı: Emrah AKKAN Yalnızlığa Dair: Onur TUTAR Otomatik Portakal Antony Burgess: Abdullah İNAN
KAMBER ERTAN KORKMAZ
... Odalar yakın, odalar uzak… Kapılar yakın ama biri kilitli…
3. BÖLÜM
DERGİ DEĞİL
-
Uh ulen Kamber, aslanım be!
Kamber sıkletini aşan bir ağırlığın altındaydı yine. Hedefe götürürken eşek yüküyle kilogramı, yakıt olarak fabrika sakinlerinin tezahüratlarını kullanıyordu: “Kamber teksin!”, “Naim’sin, Halil’sin, rekortmensin!”, “Sana vermeyen kadını alem g…..n s…..n!” Bu son tezahürata hep takılırdı Kamber ama içinde bırakırdı genelde yaptığı gibi. “Sana vermeyen kadını alem g…..n s…..n!” Matematiksel açıdan haklıydı Kamber. . “Kendi eşleri kadın değil miydi bu denyoların ya da kadınlarının Kamber’le olması sorun olmaz mı?” benzeri haklı takıntılar yürütürdü aklında. Hızlı hızlı ilerletmeye devam etti yükünü. Aceleciydi. İş varsa bir an önce bitsin isterdi. Sanki erkenden eve gönderilmişliği vardı da. Bilirdi aslında; iş bitmez, hep bir yenisi vardır. Yine de dayanamazdı. Kıçını büyütmek artık alışkanlıktı Kamber için. Mide kocaman, kıç kocaman… Cılız ve küçük bir bedene fazla geliyordu aslında tüm bunlar. Kamber, enine-dikine çekmeye devam etti sırtındakini; taşıdı, affetmedi. Ayak parmaklarından ağzına gelen bir “of ” çekti. Ter o biçim… Kasıldı bir an vücudu, kilitlenir gibi. Ne bel ne de kol tutulması; evet bu tam beden tutulması… Sebebi: İnsan unutulması. Düştü yere, tık yok. Gören koştu, duyan koştu. En son da fabrikanın mecburi doktoru buyurdu. Neyse ki Kamber ölmek üzere falan değildi. Kısa sürede geçti. Kamber büyük bir fırsatı istemeden tepti. Cennetin kapısından cehenneme geri geldi. Zaten açık olan gözleri etrafındaki onlarca gereksizi seçebiliyordu artık. Haysiyet çürüten çürümüşgiller başucundaydı. “Ulen Kamber korkuttun bizi be!” , “Daha erken be Kamber!” , “9 canlıdır olmaz Kamber’ime bir şey!” türünden cümleler dönüyordu tepesinde. Kamber tepki vermiyordu, tıpkı kendisine küfürler yağdırdıklarındaki gibi. Çürümüşgillere karşı çoktan hissizleşmişti. Ayağa kalktı yavaştan. “Öylesine hekim” kararını bildirdi: - Git eve dinlen, iyileş. Yarın gelirsin. Kafa salladı sadece ve çıktı fabrikadan. Köpeği umursamadı bu sefer, köpek de onu. Dibinden geçti gitti. “ne oldu bana böyle?” diye geçirmedi aklından. Kendisine olanlar ilgi alanından çıkalı çok olmuştu. Yürümeye devam etti dolmuşların yoluna doğru.
Bu saatte rahat bineceğine sevindi azıcık. Boş olurdu, kaş-göz etse yeterdi. Hiçbir şey sallamasına gerek yoktu sabahki gibi. Biraz ibnelik edesi geldi ama hemen gitti, vazgeçti. Hali hal değildi. Yürümek iyi geliyordu. “Yolu biraz uzatsam mı?” diye düşündü, “hayır” dedi. En kısa sürede eve gitmeye karar verdi. “Kaşla göz arasında” dolmuşa bindi. Saatine bakacak oldu ama yoktu. Ne çalınmıştı ne de unutmuştu; zaten yoktu. Dolmuşun saatine baktı. Sadece 2… Şaka gibi. . Bu saatte eve dönmek hayalden bile değildi. Beden tutulması geçirdiğine sevinecek gibi oldu ve sevindi. Durdurmadı kendini bu sefer. Çarpık sokaklarda çocuklarıyla biraz gezebilirdi.
Ya Gülten? O gelmezdi zaten. Ya televizyon izler ya da telefondan Facebook’a falan girerdi ama çıkmazdı; hep orada kalırdı. . O telefonu aldığı güne küfreder gibi oldu, küfretmedi; “ne bok yerse yesin!” de demedi. Dolmuşun içinde gitmeye devam etti. Ayakta değildi, oturuyordu. Hatta yanı bile boştu, kimse yoktu. Parasını da rahat rahat uzatmıştı. Sabahın Hızlı Gonzales’i sağ şeritten ayrılmıyordu; tın tın… Kartala dönmüştü gözleri, yolcu arıyordu her tarafta. Tanımıştı hergeleyi. Sabahın zurna seslisi… Hiç önemsemedi; sadece içinden “yavşak” diyesi geldi, demedi.
Viranebaşı’nda indi. Sabahın köründe geldiği yoldan öğleden sonra geri dönüyordu. Değişikti ama hiç de romantik değildi. Geldiğine sevinecek bir kadın yoktu hayatında. Hayatında olan kadın, Kamber’den ziyade, Facebook’tan gelen bildirimlerin peşindeydi: “Bilmem kim senin fotoğrafını beğendi.” , “Biri seni fotoğrafında etiketledi” , “ Biri diğerini düdükledi.” Gülten’in ilgileneceğini bilseydi arardı önceden. “Bir çay koy, içelim karşılıklı.” derdi ama öyle değildi, durum berbattı. Tahsin’i aramayı düşündü, vazgeçti. “Uyanmamıştır bu saatte” diye aklından geçirdi. Çok olmuştu sohbet etmeyeli.
Farklı vardiyalarda çalışınca böyle oluyordu, görüşmek zordu. “Neyse, uyusun” dedi, devam etti. Hem zaten çocuklarını gezdirecekti, plan değiştirmenin gereği yoktu. Elini cebinde gezdirdi ve yün ipe takılı anahtarını çıkardı. Karman çormandı cebi. Yükte de paha da hafif, ıvır zıvır şeylerle doluydu. Boş loto kağıdı, market fişi, sigara bile alınmayacak kadar para ve bir iş ilanı… Uzun zamandır farklı bir iş kovalardı hiç yakalayamamış olsa bile.
DERGİ DEĞİL
KAMBER
ERTAN KORKMAZ
Kapıyı açtı. Televizyonun sesine doğru yöneldi. Kapı kapalıydı. Koluna yüklendi ama açamadı. Kilitli olduğunu anladı. “Gülten!” diye yumuşak tondan bir çağrı yaptı küçük evin en uzak tarafına doğru. Çıt çıkmadı.
Yürüdü, sesini önden gönderdikten sonra. Televizyondan gelen sese telefondan gelen müzik sesi karışmıştı şimdi de. İki sesin arasında kalmıştı. Kısacık alan gezegenin etrafı gibi olmuştu sanki. Müzik sesi yaklaştıkça televizyon sesi uzaklaşıyordu. Müzik sesi yaklaştıkça… Odanın kapısını açtı ve müziğin fonunda hayatın seyrine daldı. Sadece oydu şimdi hayat: Gülten ve Tahsin… Çırılçıplak, sarmaş dolaş bir uyku… Paslanmış yatak, akıllı telefon… Sadece baktı, yerde duran ütüyü alıp yan yana duran kafalarının üstüne fırlatıncaya kadar. Hiç ses çıkmadı ikisinden de. Gözlerini kıstı anlamak ister gibi ama anlamadı. Yüzü buruştu kilitli odaya doğru koşmaya başlamadan hemen önce. Komodinin üstündeki anahtarı hiç fark etmedi, nasıl edecekti ki? Tekme tokat girişti kapıya açılsın diye. Çok kasmadı açıldı. Zaten kapanmaya gönlü yoktu. Menteşeleri yıpransın, dili kaysın istemiyordu; yorgundu ve yakılası gelmişti kapının kırıla kırıla. Baktı açılan kapıdan içeri. Bir yere gitmemişti vücutları; Hüseyin ve Kamil oradaydılar. Uslu uslu yan yatmışlardı sadece. Televizyonda tatlı bir domuzcuk… Sarıldı çocuklarına domuzcuğu seyrederek… Ne bir damla yaş ne de ufak bir hıçkırık… Oturdu. Temiz olmayan pantolonu halıyla uyumluydu. İkisi de kokuyordu ikisi de tozluydu. Öptü çocuklarını sıkı sıkı. İkisi de tozluydu ikisi de kokuyordu… Bırakmadı. Birini sağına diğerini soluna aldı. Teneke hala yanamamaktaydı, rüzgar da vardı tersinden. Ölüm bulaşsın istedi kendisine de. Yere uzandı, 2 ile 5’in sıcaklığında uykuya daldı Yanamayan sobanın tanıklığında atıldı ara sayfaların haber başlıkları. İki, iki, bir şeklinde götürmüştü siparişleri eski teneke. Gürültü etmeden, fark ettirmeden…
GÖZLER Nasılsın diye sordu, Dönen dünyadan mı bahsetmeliydim, Yoksa dönmeyen dünyamdan mı… Kararsızdım, kaybolmuştum, Belki de hiç bulamayacaktım, bendeki beni. Karanlıktı, kavgalıydım, kendimle ve herkesle… Nasılsın diye sordu, Dilimin ucundaki bütün kelimeleri astım. Artık bir cellattım, yargılamadan infaz eden. İyiyim dedim ve gözlerimi kapattım, Çünkü gözler yalan söylemezdi…
SELİM ONAY
DERGİ DEĞİL
ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR HARİKA Her insan mutlaka kendine “ne için yaşıyorum?” diye sorular sorar. Bazen de bu soruyu yanıtlamaya çalışırken cevabını hiç veremeyeceği soruları bile sorar. Çünkü o soruların sonu hiç gelmez. Eğer soru sormak istiyorsan bu hayata dair aklına gelen her şey yanıtsız bir sorudur aslında. İnsan sevdikleri için, hayalleri ve umutları için yaşar. Mesela bu hayatta hiçbir şeyi olmayanların bile hayalleri, umutları vardır. Bazıları olanaksız şeyleri bile umut eder. Çünkü bilirler insanların hayalleriyle yaşadıklarını. Bazıları hayal kurarlar ve kurduğu hayalin gerçekleşme umuduyla beklerler. Sabrederler, beklerler. Ama sonunda olmayacak duaya amin dediklerini düşünerek ilk önce kendilerine sonra da kaderlerine kızarlar. Yaşadıkları hayatı kendilerinin seçmediğini düşünerek isyan ederler. Bu dünyanın haklı adaletini ararken farklı adaletini bulurlar. Dışarıdan mutluluk saçan insanlara da kin beslerler. Bence mutluluğun formülü başarıdan gelir. İnsan gerçek başarıyı kazanmak için çalışmalıdır. Gerçek başarıyı kazanmış insan artık hayal kurmaz. Sadece ister ve elde eder. Çünkü her şey onun avuçları arasındadır. O gerçek başarıyı kazanmıştır. Bu hayatın karşısında belki düşe kalka yürümüş ama ayakta durabilmiştir. Azmiyle ve çabasıyla o kazananlardan olmuştur. Yani sen hayatın yükünü omuzlanmayı da bileceksin yeri gelince gezip tozmayı da. Hayat bizim için engelleri olan uzun bir yoldur. En kötüsü de doğru yolu bulmak da var kötü yolu bulmak da... Ayrıca engelleri aşmak da önemlidir. Bazıları bu uzun yolda engelleri aşmak için oldukça zorlanır. Sonunda pes eder ve hayata karşı yenik düşer. Geçemediği sınavda ilerleyemediği bu yolun mutsuzluğu dünyaya bakış açısını değiştirir. Mutsuzluk dağıtır oraya buraya. Güneş belki bir gün bana da doğar diye beklemez hiç. Kaçmak ister hayatından ama nereye giderse gitsin kendini de götüreceğini bilmez. Keşke bir kenarda saklanabilseydi mutluluk. Zamanı geldiğinde çıkarıp koyabilseydin mutsuz insanların karşısına. Ya da keşke altın tepside sunulmuş güzel bir hayatımız olsaydı da bir şeyler elde etmek için bu kadar zorlanmasaydık. Ama hayatı anlamlı kılan da bu. Başarının tadını almak hepimizin hakkı.Belki bu yaşadıklarımıza biz isyan edebiliriz ama her şey oluruna göre... Bizim bu hayattan öğreneceğimiz çok şey var. Belki küçük olaylardan büyük kazanımlar belki de küçük gördüğümüz insanlardan büyük kazıklar
8/J’den Elif
BİR İSTANBUL MASALI Sen İstanbul’u bilir misin? Bilir misin orada aşk nasıldır? Denizin orada nasıl dalgalandığını? Şarkıların sesi nereden duyulur? Geceleri yıldızların nasıl parladığını Kapalı çarşının ne koktuğunu Kışları nasıl yaşandığını? Bilir misin?... İstanbuldur aşkı, aşk yapan Eğer ayrılıklar yaşandıysa Deniz kıyıya öyle vurur ki Göz gözü götürmez Geceleri yıldızlar anlaşılmaz Çünkü açıktır bütün şehrin ışıkları Gökyüzündeki geceyi Daha da bilinmez yapar
Sokaklardan bir mırıltı gelir Bunlar sokak çalgıcılarıdır Sanki seni anlatır Şarkının bütün sözleri Buram buram baharat kokar Kapalı Çarşı Bembeyaz kar örter Bütün kötü yaşanmışlıkları
Böyle bir şehirdir işte İstanbul Aşıksan mutlusun Bazen kimse anlamaz seni orada Dalgalanan denizden, oradaki yıldızlardan başka Odana ne zaman çekilsen Camdan dışarı bakarsın Sokak lambasından Tane tane yağan karı seyredersin Bir kalp çizersin buğulu cama İçine kimi yazarsın, bazen sen de bilemezsin Ama şunu bil ki Belki de en çok İstanbul anlar seni!!
8/I’dan Kübra
DERGİ DEĞİL
İŞE ALINDINIZ Pazartesilerden nefret ediyorum!” diyerek uyandı güne. Alarm her zamanki gibi yerdeydi. Üzerine ne bulduysa geçirdi. Kahvaltı yapamadı bile. Hiç vakti yoktu. Hemen aşağıya inip arabasına bindi ama unuttuğu bir şey vardı: “ANAHTAR” diye bağırarak yukarı çıktı. Anahtarını aldı, arabasına bindi. Bu sefer de araba çalışmıyordu. Hemen bir taksi çağırdı. Rahatlamıştı. En azından iki dakikalığına. İstanbul’da her zamanki gibi trafik vardı. Bağırmalar, korna sesleri sabah sabah hiç çekilecek gibi değildi. Kulaklığını aldı ve müziğin sesini açtı. Saat sekize beş vardı. İşe geç kalmaması gerekiyordu. Çünkü bugün patronunun oğlu şirketteydi. Sinirli, kendini beğenmiş, iri yarı bir tipti ve ondan hiç hoşlanmıyordu. Sürekli bir açığını arıyor, bulsa hemen işten kovacaktı. Bu yüzden geç kalmamak için dualar ediyordu. O sırada dışarı baktı.Trafik çok yavaş ilerliyordu. Böyle olmayacaktı. Taksiden inip koşmaya başladı. Ara sıra saatine bakıyordu. Sekize iki vardı. Yetişmesi imkansızdı ama koşmaya devam ediyordu. Sonunda işe geldi ama yirmi dakika geç kalmıştı. İçeri girer girmez patronu karşısında gördü. Sanki adını bilmiyormuş gibi hafifçe kafasını eğerek adını okudu ve odasına gelmesini söyledi. Çantasını bıraktı, saçını başını düzeltti ve bir bardak su içip patronun odasına gitti. İçeri girer girmez “Biliyorsun senden hiç hoşlanmıyorum. Babam sayesinde buradasın.Bir hatanı bekliyordum. Bugün de şanssız günün olmalı ki işe geç kaldın. Hem de yirmi dakika. Bu yüzden seni kovuyorum. Senin yerine bir grafiker de bulmuştum zaten. Bu yüzden sen hiç merak etme”. “Lütfen! Daha iyi bir iş bulamam.” diyerek yalvardı ama nafile. Dışarı çıkmasını söyledi. Üzgün ve çok sinirli bir şekilde ayrıldı iş yerinden. Bir gün sonra çok daha iyi bir şirkete başvuru yaptı. Ama oraya asla alınmayacağını düşünüyordu. Bir gün daha geçti. Patronuna olan kini hala bitmemişti aksine daha da artıyordu. O gün o kadar sinirlendi ki sinirle bir silah aldı. Pazartesi günü şirkete giderek önce patronunu sonra kendisini öldürdü. Çalışanlar korku içinde polisi aradılar. Polis inceleme yaparken Ali’nin telefonu çaldı. Arayan başvuru yaptığı şirketteki sekreterdi. “Ali Bey İŞE ALINDINIZ” dedi.
8/J’den Büşra
UMUT
Umudumuzu geri kazanmak, o karamsarlıktan kurtulmanın çok kolay bir yolu var aslında. Hayal etmek. Bir kere olsun bir çocuğun hayallerini yargılamadan dinler, ona “klişe” ya da “gerçekdışı” dediğimiz soruları sormasına izin verirsek, ondan hayal etmeyi öğrenebiliriz. Çünkü çocukların hayalleri daha bozulmamıştır hayat tarafından. Ve aslında hayat da bir nevi gerçekleştirilememiş bir hayaldir. Bu yüzden tek yapmamız gereken umutlarımızı hayallerimizden yapılmış bir balona koyup, yükselmesini beklemektir. Bu sayede gerçekleştirilememiş bir hayal olan hayat karşısında, hayallerimizi gerçekleştirmek için şansımız olur. Böyle bir şansımız olduğunu düşünmemiz ise, aslında bu konuda umudumuz olduğunu gösterir. Aslında umut etmek kömürün içinden çıkan elmas gibidir. Bulmak için bin bir zahmete girersin, bulamazsın ama yine de aramaya devam edersin ya, tam da budur umut dediğimiz şey. Peki, elması bulabilir misin? İşte hikâyenin o kısmı sana kalmış. Eğer hikâyeyi devam ettirmek istersen, içindeki kömür kırıntılarını takip etmen yeterlidir. Hayallerimizin ve umutlarımızın bize yol göstermesine izin vermeyip kendimizi kapatırsak, o balon daha havalanamadan patlar. Umutlarımız önemini yitirir bizim için. İşte bu yüzden umutlarımızdan asla vazgeçmemeliyiz. Çünkü umut etmek gerçekleştirmenin yarısıdır.
8/C’den Ezgi
ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR HARİKA
Tamamen inançtan arınmış, hayalleri ve umutları tükenmiş olmak yorar insanı. Ruh büsbütün çaresizlik içinde, son umut kırıntılarına tutunmaya çalışırken, kişi hayatına sükûnet içinde devam ediyormuş gibi yapıp aslında umutsuzluğunu saklamaya çalışır. Nitekim bu onun çaresizliğinin kanıtıdır.
UMUT ÖZAN
DERGİ DEĞİL
İKİ İNSAN BİR SESSİZLİK Saatlerdir yanıbaşımda duran ve hiç durmadan konuşan ve bu inadıyla beni kendisine hayran bırakan sessizliğin, sonunda müsaade istediğini irkilerek fark ettim. “Pardon, hangi kitabı okuduğunuzu sormamda bir sakınca var mı?” İçimden “Kitap mı? Ne kitabı? Kitap mı okuyorum ben? Hangi ara bu kadar daldım ki?” sorularını sordum kendime. Elimdeki kitaba bakıp kendimden utandım. Ayıp etmiştim kitaba. Sessizlik ile muhabbetimin de epeyce koyu olduğu ortaya çıktı böylece. Sesi duyduğumda yaşadığım irkilme ile başımı kaldırıp sessizliği siktir eden kişiye baktım. Aklımdan geçen tüm sorular da tam bu irkilmeme sebep olan kişiye bakarken geçti aklımdan. Kısacık bir anda bu kadar soruyu nasıl düşünmüştüm diye ayrıca düşündüm. Tüm bu düşünmeler sırasında soruyu sorana “Tabii ki yok.” demeyi de ihmal etmedim. . Cevabımı sorudan sonra çok zaman geçmeden, durumum karşımdakine acayip gelmeden verdim. Ama sonra bir acayiplik oldu. “Tabii ki yok.” dedikten sonra bir şey demedim. Kafamın hala yüzüne dönük olduğu ve irkilmişliğimin yerini alan hoş bir şaşkınlıkla baktığım kız, verdiğim cevaptan sonra da kitabın adını
söyleyerek devam etmemi bekliyordu sanki. Oysa ben sorusuna cevap vermiştim. “Pardon, hangi kitabı okuduğunuzu sormamda bir sakınca var mı?” “Tabii ki yok. “ Gayet sorulan soruya verilmiş bir cevaptı benimki. “Sorsana işte madem hangi kitabı okuduğumu.” diye veryansın ettim içimden. İşte ben tüm bunları düşünürken bu defa acayip sayılabilecek bir süre geçti. Sessizlik geçerken uğramıştı. O uğrayınca ortam tuhaflaştı. Daha doğrusu kızın bakışları beklenti ile karışık bir şaşkınlığa dönüştü. Tam o anda benim bu haklı düşüncelerimi okumuş ya da hissetmiş olacak ki yapıştırdı soruyu: “Hangi kitabı okuyorsunuz peki?” Sonunda diyalog sırasında yapmış olduğu, kendisi için küçük ama insanlık için büyük olan hatayı fark etmişti. Soruyu sorarken yüzündeki beklenti ile karışık şaşkınlık gitti. Yerine tatlı bir bir gülümseme geldi. Tatlı dediysem sütlü tatlı. Yüzünün ona çok yakışan beyazlığından dolayı böyle düşündüm sanırım. Tabii ben, düşünürken cevap verme konusunda ihtisas yaptığımdan ve belli etmeden hayran hayran bakarken kızın gülümsemesine, yapıştırdım cevabı: “Körlük.” dedim kitabın kapağını da hafifçe göstererek.
MÜSAİT BİR YER “Okumadım.” dedi. Bir şey söyleme gereği duymadım. Onun yaptığı hataya düşmedim. Yüzüne bakıp hafifçe gülümsemeye devam ettim sadece. Bir şey sormamıştı sonuçta. Bir an bekledi kız. Sonra anlaşılmaz, tuhaf bir edayla: “Hım, peki o halde, teşekkür ederim. İlgimi çekti de, okuduğum bir şey mi acaba diye merak etmiştim. Ondan sordum.” dedi. Bu cümleden sonra, çok küçük bir an söylediklerini dinleyişime baktı. Yüzümde ifade aradı. Bulamadı herhalde. Ve bu çok küçük andan sonra ekledi: “Size iyi günler.” Hâlbuki ne gerek vardı bu açıklamaya. Soru sordu, cevap verdim. Ben “Neden sordun?” diye bir soru sormadım ki? “İyi günler.” dedim ben de. Kız arkasını dönüp yürümeye başlar başlamaz sessizlik damladı hemen yanıma, yüzünde gıcıkça “salak” diyen bir tebessümle. Lafladık sonra epeyce bir vakit.
DİYALOGLAR A- Kendimden utanıyorum lan. B- Kendini ne kadar tanıyorsun ki? A- Hiç. B- Güzel o zaman. X- Kahveye süt ister misin? Y- Hayır, hayır. Sade içiyorum ben. X- Ee ama süt koydum bile ben. Sütlü iç bu seferlik. Y- Diğer bardağa koydun mu süt? X- Hayır. Ben sütlü içemem ki.
ÖNERİLER Kitap: Sineklerin Tanrısı (William Golding) Film: The Grand Budapest Hotel (Büyük Budapeşte Oteli) Müzik: John Cage - 4’33’’
DERGİ DEĞİL “Düzensiz, sevilmeyen, kabarık çıkıntılarıyla sıva, kabaca duvarlarını ördü beynin. Düşünceler yerleşiyor, yerleştikçe sıvalara sürtünüp ruhu kanatıyor. Birbiri ardına hücum ederken direnci bitiyor insanın. Sancılı düşüncelerin çektiği girdaba engel olamıyor, nefes almaya çalışmak. Mengene uçları arasında ötenazi arzuluyor hastalıklı ruh. Hiddetle üşüşmeye devam eden düşünceler daha çok sürtünüyor, mengene hiddetle daha çok sıkıyor. Dar boğazda ruh peşkeş çekiyor tanrıya.”
BÜŞRANUR NERSE
LEYLA’YA DAİR Ortalık çok karışık, leyla uzakta Tüm kahvaltıları yarım bırakanlar Merhaba! Silah icat olmuş, kan dökülmüş gömleğime İnsanlar ölüyor, leyla uzakta. Bürokratlar çirkin, leyla uzakta Tüm poşet çay içen insanlar Merhaba! Ne büyük merhamet, gömleğim yıkanmış İnsanlar yaşıyor, leyla uzakta. Siyasetler kirli, yağmurlar temiz Adı iki kez tekrarladım, sev dedim Zamanımız az, insanlar kötü Politikayı bırak, beni sev dedim. Dudağının kıyısında bir ben ki, Tüm sınırları aştım da geldim.
HASRET GÜLŞAN
A Y I N ayın yüzü gülenleri: kediler
ayın şarkısı: Ane Brun Big in Japan
ayın müzisyeni: Leonard Cohen
ayın tebessümü: çiçek saçan doğa
ayın kitabı: İnce Memed
ayın yürek yakanı: Yaşar Kemal
ayın hareketi: Güneş ile Dünya arasına girmesi
E N L E R İ
E N L E R İ ayın sanata vurulan kroşesi: D&R’da ücretsiz kargo servisi limitinin 60 liraya çıkarılması
ayın içeceği: Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır nane limonu
ayın acı kaybı: Erol BüyükBurç
ayın "dur bir de bunu deneyeyim"i: sütlü Türk Kahvesi
ayın keşfi: Sofar Sounds İstanbul
A I Y N
SERÇE Ne bekliyoruz dendi Tülden bir titreşim bir dağı oydu Gidilse gidilirdi Hışmımın en kahverengine
DERGİ DEĞİL
Hala mı susucaz diye höykürüldü Tıraş bıçaklarında sokak lambalarında Bir işaret arandı bir işaret arandı Kimse kimseyi başkasına yormadı Ziyadesiyle yorgundu herkes Kimse kimseyi daha fazla yormadı Yüreğim megafonları süsler dendi Gıcırt etti bir salıncak insansızlıktan Yağı vardı yağı vardı Tak etti gıcırt etti insansızlıktan Bir çocuk balonunu karadan yürüttü Annesi aktarda mesaiye kalırdı tarçın kokardı Çocuk baharat kokteylini uyumsayamadı Bir kez sarıldı annesine ayrıldı sonra balonunu bu kez suda yüzdürdü Benden bu kadar nidaları duyuldu Bir serçe yağmurdan yorgan örterdi Serçeler hep yorgan örterdi Ayşe teyze halısındaki hatalarını silkeledi Caydığı oğlu düştü önce içinden Sonra bir sürü ah keşke zırvaları Ayşe teyze halıyı topladı gitti İçinde biz kaldık başınla başa
HOSİYEN TEKÜR
"şiiri sevmemde ingiliz anahtarı olan Orhan Veli'ye"
“Bir serçe yağmurdan yorgan örterdi Serçeler hep yorgan örterdi”
DERGİ DEĞİL
ARKADAŞLARIMI PAMUKLARA SARARIM
Ben buradan bazı işverenlere seslenmek istiyorum. Onlara anlatacaklarım var. Yönetmenlik tam olarak nasıl bir meslek bilmiyorum, çünkü bir öğretmenim. Ama bir arkadaşım yönetmen ve onun kalbini kıran patronları oldu. Çünkü arkadaşım bu işe daha yeni başladı ve bir hata yapmış. Bu şöyle bir hataymış: Çekimlerde bir odaya siyah gömlekle giren bir adam bulunduğu bu odadan mavi gömlekli bir halde çıkmış. Bu hatanın adı devamlılık hatasıymış, o öyle dedi. “Ve kovulabilirim, bu ciddi bir hata.” dedi. “Bunun için endişeleniyorum.” da dedi ve “Üzgünüm.” de dedi. Daha bir sürü kötü hislere sahip şeyler de dedi. Bir kere arkadaşım herkesin yapabileceği, normal bir hata yapmış. Hiç kimse “Hata yapmayan eleman aranıyor.” diye ilan vermez mesela ya da “Hasta olmayan eleman aranıyor.” da demez. Evet, ben olsam kovmazdım onu; çünkü mesela oyuncuyu dövüp onun burnunu kırmamış. Eğer böyle bir şey yapsaydı bu hiç hoş olmazdı ve ben de onu kovardım ve ona aynen şöyle derdim: "Evet üzül." ya da "Üzülmelisin." Dahası, onu kovarsanız yerine başka birini almak zorundaymışsınız diye duydum. Oysa yeni aldığınız kişinin böyle bir hata yapma ihtimali, arkadaşımın tekrar aynı hatayı yapmasından daha yüksek. Çünkü o, zaten bu hatayı yaptı ve resmen tecrübeli bir çalışan haline geldi. Tecrübelisini kovup yerine tecrübesizini almanın tam bir ahmaklık olacağını düşünüyorum. Ama arkadaşımın dediğine göre, bu sert zor ve acımasız bir sektörmüş. O zaman buna katlanmamalı; çünkü onun karaciğeri, akciğerleri, böbrekleri, dalağı var ve bunlardan ya bir tane ya da iki tane var. Başka yok. Hayat üzülmek için ve İstanbul'da yaşamak için oldukça kısa ve arkadaşım bu ikisini de yapıyor. Keşke biraz kaderine güvense ve hayatı akışına bıraksa. Onu çok iyi tanımıyorum; ama eğer iyi bir insansa (mesela bir çocuğun bir hayvanın ya da bir ağacın canını yakmadıysa) kaderine güvenmeli. Çünkü iyi bir insan işten kovuluyorsa daha iyi bir iş bulacağı içindir. Patronu da bok yesin.
FATMANUR TONGUL
Bir kadın hayal edin. Hem titizlik hem de simetri hastası. Bu kadınla aynı evde yaşadığınızı düşünün şimdi. Donlarınıza kadar ütülüyor, kanepeyi otururken azıcık oynatsanız koşup siz daha üstündeyken düzeltiyor, duştan çıkınca arkanızda vücudunuzdan düşen bir saç veya kıl tanesi bıraksanız kıyameti koparıyor. Birgün birlikte çölde geçen bir belgesel izlerken “Ay şu kumlara bir ütü atsak dümdüz olur, ne güzel” demiş bir kadın bu. Huyuna gitmek istiyorsun ama olmuyor. Durmadan kavga, durmadan bağrış çağrış. Sonunda üzülen hep o oluyor. Ben de biraz inatçıyım ne yapayım. İşte o kadın benim annem. Yaşaması çok zor annem. Üniversiteyi kazanınca hızla yanından kaçtığım, yılda bir hafta uğradığım annem. Geçen hafta ölen annem... Hastaymış, gizlemiş ve sessiz sedasız ölmüş. Bana son vasiyeti ise “Herkesin mezarı tepe tepe, ben yatamam öyle, bana bir şey olursa benimkini Hıristiyan mezarı gibi dümdüz yapın” Yaptık anne yaptık. Umarım orada her şey temiz ve düzdür...
E V R E N B A Ş E R
#FOTOHİKAYE
S İ M E TR İ
SÜLEYMAN YILDIZ Hiç tanımadığım, hiçbir zaman tanışamayacağım kardeşim; FIRAT ÇAKIROĞLU’na…
DERGİ DEĞİL
YAŞAMAK SANCISI VE HAYYAM Yaşamanın sıkıntısı, ne yapacağını bilemeyen, aslında hiçbir şey yapamadığı ya da beceremediği için bu halde olan bir adamın çektiğiyle bir değildir. Öylesi, ölü doğmuş insanların ve kendini haklı olarak morfine ya da kokaine verenlerin sıkıntısıdır. Yaşıyor olmanın sıkıntısı ise, bununla karşılaştırılamayacak kadar asil ve derindir. İyice düşünmüş ve her şeyin karanlık olduğunu görmüş: bütün dinler, bütün felsefeler üzerine kafa yormuş, nihayet (sultan) Süleyman’ın lafına gelmiş bir adamın sıkıntısıdır onunki: “Gördüm ki her şey boşmuş, ruhun çektiği acılardan ibaretmiş…” ya da şu öteki kralın -daha ziyade imparator demeli- Septimus Severus’un, o da der ki: “Omnia fui, nihil…” “Her şeydim, hiçbir şeye değmezmiş.” “Hayat” demiş bir bilge, “yararsızlıktan geçerek imkânsızı aramaktır”; Ömer Hayyam da böyle söylerdi. Acem bilgenin içkiye kendini
vermekte ısrar etmesinin nedeni
budur. İç, iç! Pratik felsefesi böyle özetlenebilir. Neşesine neşe katmak için, neşe neşeye daha çok benzesin diye içen, ehl-keyf bir ayyaştan bahsetmiyoruz. Unutmak ve belki biraz daha kendi olmak amacıyla içen, kırgın bir ayyaş da değildir Hayyam. O şaraba neşeyi, eylemi ve aşkı katandır. Ömer Hayyam’da en ufak bir şehvet işareti, en ufak bir yüzeysel bedensel zevk cümlesi geçmediğini de gözden kaçırmayalım. Rubaiyat’ta incecik siluetiyle (nadiren de olsa) zuhur eden küçük saki kesinlikle “şarap sunan genç kız” değildir. Şair, tıpkı bir şarap testisinin narinliğine vurulurcasına vurulmuştur onun endamına. Nihayetinde Ömer Hayyam’ın pratik felsefesi, haz arayışının dibe vuracağı kadar silikleşmiş, dingin bir Epikürcülüğe varır. Gülleri seyretsin, şarap içsin, ona yeter. Hafif bir meltem, havadan sudan bir sohbet, üç beş çiçek, bir testi şarap -Acem bilgenin en önemli arzu
nesneleri bundan ibarettir işte- hepsi bu. Aşk insanı kışkırtır ve yorar, eylem dağıtır ve başarısızlığa götürür, kimse bilmeyi bilmez ve düşünmek her şeyi donuklaştırır. İşte bu yüzden, faydasız dünyayı açıklama iddiasından veya aptal bir şekilde onu iyileştirmeyi, yönetmeyi amaçlamaktan vazgeçsek daha iyi olur. Her şey hiçtir ya da Yunan Antolojisi’nde yazdığı gibi “her şey akılsızlıktan gelir”, üstelik bir Yunan, yani akılcı biridir bunu söyleyen.Varoluş, esasında ölümle son bulana dek devam eden bir buhran
döngüsü gibi. Yaşadıkça bir yandan ölen, var oldukça yok oluşa sürüklenen. Üzerine kafa yordukça belirginliğini kaybeden, anladıkça anlamsızlaşan bir kısır döngü, yaşamak. Derine kazdıkça sığlaşan. Öncesiz ve sonrasız, iki hiçlik arasında geçici bir var olma hali insan yaşamı. Bu belki ilahi bir hata, belki de onulmaz bir yara bu yapayalnız evrende. Köpük misali anlık mutluluklarla iyileşemiyor yokluğu kavrayamayan zihin.
SONSÖZ YERİNE… “İşlerin kötü gittiğini söylememe gerek yok, zaten bunu herkes biliyor. Bu bir kriz. Herkes ya işsiz ya da işini kaybetme korkusu yaşıyor. Doların değeri beş kuruş etmiyor. Bankalar iflas ediyor. Tezgâhtarlar masa altında silah taşıyor. Serseriler sokaklarda terör estiriyor. Tek bir insan bile ne yapacağını bilmiyor ve bu işin sonu yok. Soluduğumuz hava berbat, yediğimiz yemekler iğrenç. Televizyonun karşısına oturmuş, sanki böyle şeyler olması normalmiş gibi bugün 15 cinayet ve 63 ağır suç işlendiğini söylenmesini izliyoruz. İşlerin kötü gittiğinin farkındayız. Hatta kötüden de beter. Herkes çıldırmış. Her şeyde, her yerde öyle çılgınlık var ki artık dışarı bile çıkmıyoruz. Evimizde oturup yaşadığımız dünyayı giderek küçültüyoruz ve tek söylediğimiz şu: “En azından odamızda bizi rahat bırakın. Bana tost makinemi, televizyonumu ve kumandamı verin başka bir şey istemiyorum. Bizi rahat bırakın!” Ama ben sizi rahat bırakmıyorum. Sizden öfkelenmenizi istiyorum. Ayaklanma çıkarmanızı, kargaşa çıkarmanızı istemiyorum. Milletvekillerine yazı göndermeyin. Size ne yapacağınızı söyleyemem. Bu kriz hakkında ne yapabiliriz bilmiyorum keza Ruslar hakkında, sokaklarda işlenen suçlar hakkında. Bildiğim tek şey, önce öfkelenmeniz gerektiği. “BEN BİR İNSANIM LANET OLASI! HAYATIMIN BİR DEĞERİ VAR!” demeniz lâzım. Hemen ayağa kalkmanızı istiyorum. Hepinizin sandalyelerinizden ayağa kalkmasını istiyorum. Hemen şimdi kalkın, pencereye gidin camı açın, kafanızı dışarı çıkarıp haykırın: “DELİLER GİBİ ÖFKELİYİM VE BUNA DAHA FAZLA KATLANAMIYORUM!”” (“SON SÖZ YERİNE…” başlıklı bölüm Sidney Lumet’in yönettiği 1976 yapımı “Network” adlı filmden alıntılanmıştır. Bu sözlere Peter Finch “Howard Beale” rolüyle can vermiştir.)
“Sensiz kalmak için sendim o vakitler Seni uyuyordum sürekli Seni içiyordum çay diye”
DERGİ DEĞİL
Hasan Ali TOPTAŞ
“herkesin bir feridesi vardır bilmez miyim herkesin bir ayakkabısı gibi bir de şarkısı herkesin bir kimsesi vardır bilmez miyim bir de kimsesizliği..”
Yılmaz ODABAŞI
“Peynir ekmek değil ama Acı su bedava; Kelle fiyatına hürriyet, Esirlik bedava; Bedava yaşıyoruz, bedava.” Orhan Veli KANIK
“Gözlerim nemli değil gözlerim namlu” İsmet ÖZEL
ONUR TUTAR
DERGİ DEĞİL
STEFAN ZWEIG ANISINA Yağmur altında yürüdüğün günlerdi. Bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnız olduğun anlarda, Alman işçilerinin söylediği ‘Mein Lieber Augustin’ (benim sevgili Augustin’im) şarkısıyla yankılanan sokaklarının loş aydınlığında kurardın hayallerini. Şimdilerde ise radyolarda kısa boylu bir adamın kin kusan, ırkçı sözlerine kulak tıkayıp, kitaplarını yakan ss subaylarının arasından sıyrılıp, geçiyorsun dar bir patikadan. İnsanların sevgisizlikten taş tutmuş yüreklerine, nefret dolu bakışlarına, koluna damgalanmak istenen altı köşeli yıldızın mavi çizgilerine, dünyanın karanlığına karşı gelmekten, insanların kendilerine ördükleri duvarları aşamamaktan yorgun düştün. Ters akan bir nehre karşı kürek çekiyorsun inatla, değiştiremiyorsun düzeni, yıkamıyorsun o duvarları, elinden bir şey gelmiyor ama çaresiz de hissetmiyorsun. Dünyayı değiştiremiyorsan dünyanı değiştirirsin diyorsun kendine, belki de yapabileceğin tek şey bu. Kendi dünyanın devrimi yaratmak.. Masalını yitirmiş Avrupa’nın gri havasından kurtulmak, güneşli günler görmek istiyorsun. Bir gemi bekliyor seni limanda ver elini Latin Amerika diyorsun. Arjantin, Paraguay ve nihayet Brezilya… Güneşin doğuşunda, yağan yağmurun damlalarında, esen rüzgarın özgürlüğünde,yarattığın karakterlerin duygularında teselli buluyorsun. Dr.B, Clarissa, Jacob Mendel, Anton…Sen düşlerini kurup, karakterlerinle yaşarken, içtiğin acı Brezilya kahvesinin dumanında canlanıyor karanlığa saplanmış insanlığın kirli yüzü. Ölen çocuklar,yakılan kitaplar, nefret, öfke, sevgisizlik…
Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi, diyorsun dostlarına. Ancak onların gözlerindeki hiçlikte umuda dair bir ışık göremiyorsun .Yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapamaz, diye düşünüyorsun. Önünde bir kağıt bir kalem duruyor, yutkunarak yazmaya başlıyorsun; Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını görmenizi dilerim! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum. Gidiyorsun sevgili dostum. Yağmurun damlasına, loş odada dans eden toz zerresine, toprağın üstünde filizlenen çiçeğe, insanların hücrelerine gidiyorsun. Bedenin doğanın herhangi parçasında, fikrin ve karakterlerin zihnimde yaşamaya devam ediyor. İnsanlarda bulamadığın sevgiyi toprak anada bulduğunu umut ediyorum. Petropolis’te görüşmek üzere. Güzel uyu.
DERGİ DEĞİL
HİÇ VAKTE KADAR Yıldızlara baktım Hepsi ölüydü elbet Ya da birçoğu İndirdim kafamı yerküreye insanlara baktım Yıldızlar, birçoğu mefta, Daha canlıydı Gördüğüm insanlardan Gözümü yumup Kendi karanlığıma kaçtım Düşeceksem Başkasının aydınlığında düşeceğime Kendi karanlığımda düşeyim Bu daha onurlu Salih seslendi ‘Hadi yetiş, gecikiyoruz birader’ Feysten iki kız düşürmüştü Kadın delisidir Salih Onların ter kokusunu Bünyesinde toplamak Hayattaki tek amacı Tek övünç kaynağıydı Peki benim burda ne işim vardı?
‘Selam kızlar’ sesi masada gitti geldi Kızlar güzeldi, çok güzeldi Zaten kızların hepsi çok güzeldi Sadece kendilerini yontmaları gerekli Peki benim burada ne işim vardı? Sarışın olana yılıştı Salih Rolleri dağıtmıştı kendi tarzında Ben Cevdet Yılların yardımcı erkek oyuncusu Alışmıştım Salih’in tarzına Attım senaryoları Artık hep doğaçlama Salih’le kız kalktı Kaldık biz baş başa Peki benim burda ne işim vardı? Kızın adı Müzeyyen Gözleri kara saçı kara Elleri piyanoya müsait Yakışmıyor hiç sigara Yeni başlamış o da Olmayınca atama Yenik düşmüş strese Öğretmen masası beklerken Şimdi benim karşımda Soruyor: ‘Kitap okur musun?’ Cevaplıyorum: ‘Bu dünyaya ısınamadım ben Çok üşürüm başka dünyalarda.’ Hoşuna gitmiyor cevabım Dudak büküyor Yalandan bir gülümsemeyle birlikte Birbirimize manasız sorular soruyoruz Peki benim burada ne işim vardı?
Gözlerimi açıp vites büyüttüm Kadınlara olan zaafı dışında İyi çocuktur Salih Adına yakışır kadınsız hava sahasında Yetiştim yanına Sinek gibi ovuşturdu ellerini Kızların yanına vardığımızda Bu, Soruyor: fotoğrafların retricasız olduğuna işaretti ‘Boş zamanlarında ne yaparsın?’ Burdu bıyıklarını, boğazını temizledi Cevaplıyorum:
‘Diğer zamanlarımı nasıl boşaltırım onu planlıyorum 24 saat 365 gün kendime yetmiyor Çünkü kendine yaşayamıyor insan Sürekli maşa oluyoruz başka planlara Sırf kendi adıma yaşasaydım bir günü bile Ertesi gün valizimi toplar giderdim dünyadan muzaffer.’ Yine yanaklar kıvrılıyor Sıkılıyor benden akraba ziyareti gibi ‘Fakat güzelim Biz şu an bile Başka bedenler birleşsin diye Değil miyiz birlikte?’ İdrak ediyor nihayetinde Peki benim burda ne işim vardı? Hava serinliyor inceden Müzeyyen mızmızlıyor kalından Salih gelir mi? Bilinmez Bu kız ne yapacak? Bilinmez Biz ne yapıyoruz? Bilinmez Üç bilinmezli denklem var, çözülmez Oldum olası sevmem matematiği Çıktı yine karşıma çekti tetiği Vuruldum ey Guatamala unutma beni Peki benim burada ne işim vardı? -Hop garson! Bize iki Türk kahvesi Biri orta diğeri daha da orta olsun Fakat Müzeyyen bu orta bir kahve Müzeyyen yüzüme bakıyor tiksinmeyle Bir kadın susuyorsa Ona Türk Kahvesi söyleyin Çünkü kahvenin yanında Su da getirirler Peki ama...
Kahveler geliyor hemen Her bir şey otomatik Kendi lokumumu Müzeyyen’e bırakıyorum Hiçbir hisleşme yokken Bir anda akan geceyle Flörtleşir gibi oldum Kuş lokumu jestiyle Bitti Türk Kahvesi Kaldı elbet telvesi Müzeyyen fala meraklı Alıyor eline fincanı Bakıyor kenarlara ve başlıyor: ‘Bak hıyar ağası Üç yol var burada ve vakit yok Benim senin gibilere Harcayacağım vakit yok İki saattir oturuyoruz şurada Çıkmadı ağzından iki kelam, lakırdı Kitap desen yok Sosyal etkinlik sıfır Hesabı öde bari Erkekliğine amorti.’ Sahiden benim burada ne işim vardı?
İlham olan Canavar Banavar’a
HOSİYEN TEKÜR
DERGİ DEĞİL
UNESCO'NUN 2009 YILINDA DÜNYA MİRASINA SEÇTİĞİ GELENEKSEL TÜRK GÖLGE OYUNU ''KARAGÖZ'' HAKKINDA Karagöz, şeffaflaştırılmış (cam deri tabir edilen) deriden yapılan tasvir olarak adlandırılan insan, hayvan veya eşya şekillerinin çubuklar yardımı ile oynatılarak, arkadan verilen ışıkla beyaz perde üzerine yansıtılması temeline dayanan gölge oyununun adıdır. Oyun adını Karagöz’den almaktadır. . Karagöz adı ile yaygın olarak bilinen bu oyuna, halk arasında zaman zaman “Hacivat” adı da verilmektedir. Gölge oyununun kaynağı Güneydoğu Asya ülkeleri olarak kabul edilir. Türkiye’ye gelişi hakkında ise değişik görüşler vardır. Georg, Jacob tarafından savunulan görüşe göre, gölge oyununun Çin’den Moğollara geçtiği, buradan da Türklerin Anadolu’ ya göçleri sırasında beraberlerinde getirdiği şeklindedir. Gölge oyununun Mısır’dan geldiğini savunan görüşe göre, 1517 yılında Mısır’ı ele geçiren Yavuz Sultan Selim, bir gölge oyunu sanatçısının Memluk Sultanı Tumanbay’ın asılışını canlandırdığı gölge oyununu izlemiş ve bu sanatçıları İstanbul’a getirtmiştir. Türklerin de bu sanatçılardan gölge oyununu öğrenerek icra ettiği savunulmaktadır. Karagöz’ün Türkiye’ye geliş tarihi ile Çingenelerin geliş tarihlerinin çakışması, Karagöz’de rastlanan bazı Çingene özellikleri nedeniyle gölge oyununun Endonezya’nın Cava Adası’ndan ve Hindistan’dan Türkiye’ye, Çingene oynatıcıları eliyle getirilmiş olduğu diğer bir görüştür. Başka bir görüş ise, gölge oyununun Yahudiler tarafından İspanya ve Portekiz’den getirilmiş olabileceğidir. Karagöz ve Hacivat’ın gerçekten yaşamış kişiler olduğuna inanılarak ortaya atılan değişik görüşler ve anlatılar da vardır. Bu konu ile ilgili anlatıların en yaygını şöyledir; “Karagöz ve Hacivat, Sultan Orhan zamanında Bursa’daki Ulu Cami’nin yapılışında usta olarak çalışmaktadırlar. Sık sık işi bırakıp espriler yaptıkları için, işçiler bunları izlemekte, inşaatın ilerlemesi engellenmektedir. Durumu gören Sultan Orhan Karagöz ve Hacivat’ı astırır fakat sonradan pişman olur, Şeyh Küşteri adlı biri Karagöz ve Hacivat’ın resimlerini yapıp arkadan ışık vererek bir perdede oynatır”. Şeyh Küşteri Karagöz’ü yaratan kişi olarak anılmaktadır. Karagözcüler, Şeyh Küşteri’yi pîr’leri olarak kabul ettikleri için, Karagöz perdesine “Küşteri Meydanı” adını vermişlerdir. Kendi mizah anlayışımıza, estetik değerlerimize göre biçimlendirilen ve geliştirilen gölge oyunu Karagöz, XVI. yüzyılda Hayal-i Zıl veya Zıll-i Hayal olarak adlandırılmaktayken, XVII. yüzyılda kesin biçimini almış ve Karagöz adıyla anılmaya başlamıştır. Karagöz XVIII. yüzyıldan itibaren halkın en sevilen eğlence türlerinden biri olmuştur. Karagöz tek sanatçının yeteneğine bağlı olarak oynatılır. Perdedeki tasvirlerin hareket ettirilmesi, değişik tiplerin seslendirilmesi, şive taklitleri bir tek sanatçı tarafından yapılmaktadır.
Sanatçının yanında kendisine yardım eden bir veya daha fazla yardımcısı bulunmakta, bunlara, “hayali” veya “hayalbaz”, bu çırakların yardımcılarına “sandıkkâr”, oyun takımı ile görevli kişiye de “sandıkkâr” denilmektedir. Oyunlarda şarkıları, türküleri okuyanlara “yardak”, tef çalan yardımcıya da “dayrezen” adı verilmektedir. Günümüzde Karagözcülere yardım edenlerin tamamına “yardak” denilmektedir. Karagöz sanatçıları usta çırak ilişkisiyle yetişmektedirler. Karagöz’de konular, komik öğeler öne çıkarılarak işlenmekte; çifte anlamlar, abartmalar, söz oyunları, ağız taklitleri belli başlı güldürü öğesi olarak yer almaktadır. Karagöz oyunları, metinli oyunlar grubunda yer almakla beraber, oynatan sanatçının yeteneğine, icra ortamına göre, doğaçlama olarak değişikliklere uğrar. Karagöz oyunlarında, geleneğe bağlı olarak, değişiklik yapılmadan oynatılan oyunlara “kar-i kadim” oyunlar, değişikliklere uğrayan oyunlar ile yeni oluşturulanlara ise “nev- icat” oyunlar denilmektedir. Karagöz oyunu dört bölümden oluşmaktadır. 1. Hacivat’ın semai söyleyerek perdeye geldiği, perde gazelini okuduktan sonra Karagöz’ü çağırdığı ve Karagöz’le Hacivat’ın kavga ettikleri giriş bölümüne “mukaddime” (başlangıç) denir. Bu bölümde Hacivat’ın söylediği perde gazelinde, oyunun bir öğrenme aracı ve gerçeklerin göstergesi olduğu belirtilerek felsefi, tasavvufi anlamı vurgulanır. 2. Bu bölümde Karagöz ve Hacivat’ın kişilik özellikleri ve karşıtlıkları vurgulanır. Muhavereler oyunla ilgili olabildiği gibi, ilgisiz de olabilir. Bu bölümde, oyunun başkişileri olan Karagöz ve Hacivat arasında geçen salt söze dayanan olaylar dizisinden sıyrılmış, somutlaştırılmış ikili konuşma yer alır. Buna “muhavere” (söyleşi, diyalog) denilir. Muhavere, tekerleme biçiminde de olabilir. Bu bölümde Karagöz ve Hacivat’ın kişilik özellikleri ve karşıtlıkları vurgulanır. Muhavereler oyunla ilgili olabildiği gibi, ilgisiz de olabilir. 3. Asıl hikâyenin anlatıldığı, diğer tiplerin perdeye geldiği bu bölüme “fasıl” (oyun) adı verilir. Oyun, buradaki konuya göre isim alır. Fasıl’ın sonunda oyuncular perdeden ayrılır Hacivat ve Karagöz kalır. 4. Oyunun sonunun haber verildiği, Karagöz ile Hacivat’ın oyundaki espriler ve yanlış anlamalardan dolayı seyirciden özür dilediği, bir sonraki oyunun duyurusunun yapıldığı bölüme “bitiş” (Final-Epilog) adı verilir. Karagöz’ün Tekniği: Karagöz’ün oynatıldığı beyaz perdeye “ayna” adı verilir. Perdeler önceleri 2x2,5 m iken sonraları 110x80 cm ebadında yapılmaya başlanmıştır. İç tarafta perdenin altına kurulmuş “Peş Tahtası”(destgah) vardır. Oyunda bunun dışında zil, tef, kamış, nareke (düdük), perdeyi aydınlatacak kandil veya ampul vardır. Bunlar peş tahtasının üzerinde bulunur. Oyunda kullanılan tasvirler genellikle 32–40 cm büyüklüğünde olur. Tasvirler 50 cm. boyunda, 1 cm. çapında gürgen ağacından yapılmış çubuklarla oynatılır.
Karagöz oyunlarında yer alan tiplerin tamamı tasvirler yoluyla canlandırılır. Tasvirler, cam deri tekniği ile tabaklanan, şeffaflaştırılmış deve, düve, manda, at, eşek ve keçi derisinden yapılmakta, doğal boya ile renklendirilmektedir. Oyunun başkahramanları Karagöz ve Hacivat’tır.
DERGİ DEĞİL
Karagöz: Oyunun başrol oyuncusudur. Okumamış, cesur, tepkilerini çabuk açığa vuran, çabuk öfkelenip kavga eden, yalancılığa ve ikiyüzlülüğe tepki gösteren, gerçekçi bir halk adamıdır. Halk diliyle konuşur. Oyundaki eğitimli tiplerin konuşmalarını anlamaz ya da anlamaz görünüp sözcüklere ters anlamlar verir. Bu karşıtlıklardan gülünçlükler doğar. Kurnaz değildir. Hacivat: Oyunun önemli iki kişisinden biridir. Karagözün tam tersi bir tiptir. İnce yüzlü sivri sakallıdır. İyi eğitim görmüş, bilgili, arabulucu ölçülü, ağırbaşlı kişisel çıkarlarını önde tutan, kurnaz, içten pazarlıklı nabza göre şerbet veren tüm mahallelinin akıl danıştığı, her kalıba girebilen esnek bir kişiliktir. Müzikten edebiyattan anlayan her konuda biraz bilgisi olan bir iş adamıdır. Karagözü çalıştırarak onun sırtından geçinmeye çalışır. Karagöz ve Hacivat dışında yer alan diğer tipler: Tuzsuz, Çelebi, Matiz, Tiryaki, Beberuhi, Arnavut, Yahudi, Rum, Acem, Arap, Kürt, Laz, Kastamonulu, Kayserili, Rumelili, Anadolulu, Efe, Zeybek, Zenneler ile oyunun konusuna göre eklenen farklı tiplerdir. Karagöz oyununun saraylarda ve konaklardaki eğlencelerde, kahvehanelerde, bahçelerde ve özel ortamlarda oynatıldığı bilinmektedir. Karagöz gösterileri, toplumun her kesiminde takdir toplamış beğeniyle izlenmiştir. Bu durum 19. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıfladığı gerileme döneminde Karagöz sanatçılarının yöneticilerle ilgili eleştirilerinin artması, yöneticileri rahatsız etmiş, siyasal taşlamalara yasak getirilmiştir. Hem siyasal yasaklamalar hem de Batı tiyatrosunun 19. yüzyılda Türkiye’ye girmesi, sosyal ve ekonomik değişiklikler Karagöz gösterilerine ilgiyi azaltmıştır. 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başı savaşlarla geçen bir dönem olduğundan Karagöz sanatçıları gösteri yapma olanağı bulamamış, birçoğu sanatı bırakmıştır. Cumhuriyet döneminde, 1932 yılında Halk Evlerinin açılmasıyla Karagöz sanatçıları sanatlarını yeniden icra etme olanağını bulmuşlardır. 1952 yılında Halk Evlerinin kapatılmasıyla Karagöz sanatçıları tekrar sıkıntılı bir döneme girmişlerdir. Daha sonraki Karagöz, çalışmaları, meraklıları tarafından bireysel çabalarla sürdürülmüştür. 1970 yılından sonra kurulan Kültür Bakanlığı’nın destekleme çalışmaları, bu sanatın canlandırılması ve yaşatılmasında etkili olmuştur.
ERCAN SÖNMEZ
KELEBEĞİN AŞKI Açıldı kalbimin kapıları, ardına kadar. Dur! Girme hemen, bir akşamüstü gel; süpürsün saçların karanlığımı... Uçurum gözlerini al da gel... Ölmek mi? Hangi ölüm daha güzel? Kelebeğin kısacık ömrüne duyduğu aşk kadar, uzun bir ömürle seveceğim seni... Gel, Çalma açık kapımı! Kelebek can çekişiyor. Aşk gözlerini kapatmadan, gel. Gir içeri... Burada hayat, bir kelebeğin ömrü kadar güzel
EMRAH AKKAN
YALNIZLIĞA DAİR
DERGİ DEĞİL
kalemin ucunda tortulaşmış mürekkep gibi dalıp gidersin geçmişin tozlu raflarına okunmamış sayfaların kokusu gibi parmak uçlarından öper yalnızlık
sabahın ilk saatleri bunlar güneşin kızılı yüzüne vurduğunda, için ısınsın istersin poşet çay gibidir yalnızlık.
dinlediğin müziğin hafif tınısında yağan yağmurun serin damlalarında buhar olup uçmak istersin, bulutsu bir yükün ağırlıdır yalnızlık. martıların acı çığlığını duyarsın uçurtmaların mavi kuyruğunda vapurun son düdüğünde sesini yitirmektir yalnızlık vanilya kokan kadınların teninde otobüs duraklarında vızıldanan insanların kalabalığında ellerine uzanmak istersin portakal çiçeğinde gülüşünü koklamaktır yalnızlık karanlık gecelerin kızıl bulutlarında başın göğsümün üstünde yüreğimden kopan şiirin sözlerinde masalını yitirmektir yalnızlık.
ONUR TUTAR
DERGİ DEĞİL
OTOMATİK PORTAKAL ANTHONY BURGESS
Alex’in başından geçen türlü olayların hayatında yaptığı-yapamadığı değişikliklerin açık saçık anlatıldığı şahane bir kitap. Suçu, kavgayı, pornografiyi içinize sindirebilecek, bunların dışa vurulmasını gerekli gösterecek bir yapıt. Kendimizi dizginlemek bazen bize-kendimize kalır fakat çoğu zaman da dış etkiler (anne-baba, akrabalar, hatırı sayılır dostlar, komşular, diğerleri…) bunu bizden önce yapar. Her ne kadar zorla da olsa bastırırsak dizginleyemediğimiz(!) taraflarımızı yine de ortadan kaldırdığımızı varsayar onlarsız devam etmeye alıştırırız kendimizi. Alex’in şahsında tüm insanların başlarına bela olan, yapmayı istediğimiz ve -toplumun ket vurmada üstüne vazife düştüğünü varsayan herkesin- yapmamaya zorlandığımız her türlü davranışımızın dışa vurumunda yaşadığımız sıkıntılar anlatılmış birer birer. Üç-dört başlık altında sıralayabileceğimiz bu kusurlar(!) şunlar olabilir kitapta da sıralandığı üzere; şiddet, seks(pornografi), arkadaşlık, uyuşturucu. Bunlar ve benzerlerinin hepsi de karşı çıkılması gereken, toplumun huzurunu, sosyal ve siyasi düzeni bozan ve dolayısıyla ortadan kaldırılması ya da bir şekilde faydalı hale getirilmesi gereken olumsuz davranışlar-alışkanlıklar. Kendimizi kandırdığımız bir nokta da –aslında en önemli nokta- zararlı gördüğümüz tüm bu parçaların içimizde sürekli var olduklarını, hareket alanı bulduklarında hemen açığa çıkmayı beklediğini, her ne kadar zararlı olduklarını bilsek de yaparken mutluluktan, keyiften dört köşe olduğumuzu aklımızdan çıkarıyor olmamız ve “ben” in yerine “biz”i, “onlar”ı düşünerek bu parçaları kendimizden uzağa bırakma çabasına girmemiz, kendimizle çelişip durmamız. Tüm kaygıları, toplumsal baskıları hiçe sayan bir gencin Alex’in yapmaya bayılacağımız ama yapamadığımız her şeyi yaptığını göreceğimiz, kendimizi gizliden gizliye Alex’in yerinde olmayı hayal edeceğimiz, dürüstçe yazılan, açıkça yazılan, cesurca yazılan bir itirafname, bir güzel roman okuyoruz Antony Burgess’in sayesinde.
Her nevi kötülük var Alex’imizde. Şahsen ben Alex’in bunları yaptığını okudukça gördükçe ondan tiksinmek, ona kızmak, ayıplamak yerine tam tersi onun yerinde olmayı, benim gösteremediğim cesareti, sahip olamadığım özgüveni onda gördükçe ona imreniyor olduğumu ve onu takdir ettiğimi gördüm. Öyle de olmalı. Kendimizi namus ve ahlak bekçisi kisvesinden kurtarmamız, her gördüğümüz olaya rahip-imam tepkisi vermemeyi öğrenmemiz, kendimizi kendimize açmamız ve dürüst olmamız gerekiyor. Evet, Alex yaptığı tüm bu kötülüklerin(!) cezasını çekiyor mu? Elbette. Dövdüğü her yaşlının, gencin, yazarın acısını; çektiği her kanserin, içtiği her bıçaklı sütün, düzdüğü-kadınlığa uğurladığı her kızın cezasını çekiyor. Kim çektiriyor? Düzen hayranı, ahlak bekçisi kişilerin üstadı olan, en yüksek ve en kudretli mertebelere ulaşmış olan devletin eliyle çekiyor. Tedaviler, operasyonlar, filmler, müzikler, terapiler, saatler süren işkenceler, vurulan iğneler… Hepsi teker teker meyvelerini veriyor. Kötü çocuk iyi çocuk olmaya “zorlanıyor”. Kötü olamayan Alex, iyilik yapmak zorunda kalıyor. İstemeden, yapmak zorunda olduğu için ve yapıyor da. Yanağına tokadı yediğinde karşısındakine bir yumruk indirmek yerine suratının diğer tarafını uzatacak, yediği tekmeleri, işittiği küfürleri içine atacak, ölmeyi dahi beceremeyecek, salya sümük ağlayacak bir iyilik perisine dönüşüyor. Böyle bir iyi olacağıma kötülüklerin içinde ölmeyi yeğlerim dedirtecek türden bir iyilik; devlet eliyle ya da her ne eliyle olursa olsun. Doğal olarak bu böyle devam etmiyor. Neysen osun. Alex de kendi özüne dönüyor sonunda. Artık kızabiliyor, öfkesini dışa vuruyor, gördüğü hemşirenin memelerine iştahı kabara kabara bakabiliyor. Hep böyledir. Dizginlendiğini sandığınız her davranış sonunda kendini gerçekleştirecek bir ortam bulunca açığa çıkıyor. Bu yüzden kendimizi kandırmanın, “ben”imizi öldürmenin-hapsetmenin hiçbir mantığı yok. Son olarak Mevlana’ya bağlıyorum. “ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol”
ABDULLAH İNAN