DERGİ
DEĞİL SAYI 1 MART ’15
Özgecan ASLAN Yaşar KEMAL Müzeyyen SENAR için
İÇİNDEKİLE 04
Ölüm Sessizliği: Onur TUTAR
06
Star Wars Yahut Baba Oğul Kutsal Ruh: Hosiyen TEKÜR
10 14 16 20
Music Cafe: Ali Sercan DİRLİKLİ
22 24 27
Şimdiki Çocuklar Harika
Duvarlar: Özmen ÇOBANOĞLU Ayın EN’leri Benim Bir Hikayem Var: Fatmanur TONGUL
Kamber: Ertan KORKMAZ Güzel Gözlü Huysuz Kadın: Onur TUTAR
ER 28
Seni Seviyorum! Bob Dylan Dinleyelim: Hasret GÜLŞAN
32 35 36
Açık ve Kapalı Kitle: SüleymanYILDIZ
40 44 47
#DüşünceSuçlusu: Evren BAŞER Gidenin Ardından: Ali Sercan DİRLİKLİ Müsait Bir Yer: Umut ÖZAN Tıkka: Başak ARSLAN Medeniyetler İtilafı: Hosiyen TEKÜR
DERGİ DEĞİL
DERGİ DEĞİL
ÖLÜM SE Kadınların özgür olmadığı,tecavüz edilip öldürüldüğü topraklarda bana kimse ahlâktan söz etmesin. Öyle anlar oluyor ki yazdığın kelimeler, ettiğin küfürler, duyduğun öfke... Hiçbiri o anın ağırlığını hafifletmiyor. Önündeki ekrana bir haber düşüyor. 20 yaşında bir üniversite öğrencisinin önce tecavüze uğradığını sonra bıçaklandığını ardından yakıldığını okuyorsun. Yüzün kızarıyor. Yutkunamıyorsun. Odanda ölüm sessizliği.. Her gün, kadınlara ve çocuklara uygulanan şiddet haberlerini okuyorsun. Ne yazık ki artık bu haberler çok büyük vahşet yaşanmadığı sürece çoğu insan tarafından normal karşılanıyor. Sokak ortasında karısını döven adamda(!) değil,karısında suç buluyor bu toplum. Tecavüze uğrayan kadın etek giydiği için tecavüzü haketmiş sayılıyor. 13 yaşında kızlar 3-5 inek karşılığında satılıyor. 14 ‘nde anne oluyor. 15’nde öldürülüyor bu ülkede. Bunların hiçbiri ahlaksızlık sayılmıyor toplumun gözünde. Ama velev ki bir çift, sokakta el ele yürüsün
ESSİZLİĞİ ya da öpsünler birbirlerini, gözlerinde sevgiye dair herhangi bir kıvılcım olsun, bu durum sevgisizlikten yüreği soğumuş toplumun vicdanında (!), ahlâkında(!) derin yaralar açabiliyor. İnsana ait temiz duygularını yok ediyor bu ülke. Her yanımızda vahşet her yanımızda öfke var. Sevgisiz büyüyen insanlarla dolu sokaklarımız var. Peki hep böyle karanlık günlerde mi yaşayayağız? Nezaman başlayacak güneşli günler ? ‘’Bir insanı sevmekle başlayacak her şey’’ demiş şair. Bir kadının gülüşünde öğrendim ben sevgiyi. O gülüşe şiir yazılır. O kadının, penceresi altında seranat yapılır, gözlerine ömür adanır. Ağlatılmaz! Canı yakılmaz! Öldürülmez! Zaten başımıza ne geldiyse bu sevgisizlikten gelmedi mi dostlar ? Biz toplum olarak muhafazakârlaşıyoruz. Kini, öfkeyi, sevgisizliği, acıyı, vahşeti çok güzel muhafaza ediyoruz. Toplumlar böyle yok oluyor işte. Ne acı... Özgecan ve katledilen tüm insanların, canlıların acısını yüreğimde hissediyorum. İnsanlığın yitip giden onuruna yeni bir ezgi lazım.
ONUR TUTAR
DERGİ DEĞİL
Star Wars Yahut Baba
George Lucas’ın yarattığı (Kurguladığı kelimesi yeterli olmuyor.) bir evrende iyilerle kötülerin mücadelesi ekseninde dünyadaki pek çok ana tema/konunun (aile, güç, iktidar, sevgi, azim, çalışma, aşk, öğrenci-öğretmen...) işlendiği film serisi diyebiliriz. (ki bu dahil hiçbir tanım Star Wars’ı açıklamaya yeterli olmayacaktır. ) Star Wars şimdilik üçer filmlik iki seriden oluşuyor. (Şimdilik dememin sebebi 2015 Aralık’ında yedinci filmin gelecek olması.) Serileri incelemeye başlayalım.
Oğul: Bizim kendi aramızda Oğul diyeceğimiz seri 1977 yılında gösterime giren Star Wars - Yıldız Savaşları filmiyle başlıyor. Akabinde de üçer yıl arayla The Emperor Strike Back - İmparator (1980) ve Return of the Jedi – Jedi’nin Dönüşü(1983) filmleriyle son buluyor. Bu ilk seride -Oğul’da- Luke, Leia ve Han Solo (Han Solo varsa Chewbacca da olacak elbette.) ekseninde gelişen olaylara şahit oluyoruz. Bu olayların birçoğunda 3-CPO ve R2-D2 adlı sevimli robotlarımız da etkin pozisyondalar.
a – Oğul – Kutsal Ruh HOSİYEN TEKÜR 370 küsur dakikalık bir serideki olayları anlatmayacağım merak etmeyin. Özetle Leyla İle Mecnun dizisindeki İsmail Abi’nin dediği gibi “Olaylar, olaylar.” demek yeterli olacaktır. Bu seride filmin reklam yüzü olarak yalnızca Harrison Ford’u sayabiliriz. Diğer oyuncular kariyerlerini Harrison Ford kadar parlatamadılar.
gerçeğini hatırlayıp diğer iki filmi, hemen sonra da diğer seriyi bitirmiştik.
Baba:
İlk serinin bitiminden 16 yıl sonra, hikayenin öncesinin anlatılacağı seri başlıyor. Biz bu seriye kısaca “Baba” diyeceğiz ve bunun Vito Don Corleone’la hiçbir ilgisi yok. Hiçbir Yasal Zorunluluğu Baba serisi de The Phantom Olmayan Uyarı: Menace – Gizli Tehlike(1999) ile başlayıp Attack of the Clones – İlk filme başladığım andaki heyecanımı -hele de filmin başında, Klonların saldırısı(2002) ile devam uzayda kayan o “Uzun zaman önce edip Revenge of the Sith – Sith’in İntikamı(2005) ile sona eriyor. çok çok uzak bir galakside” Baba serisinin ilk filminde de (A long time ago in a galaxy far Oğul serisinin ilk filminde benim far away) yazısı- ve bittiğinde için hayal kırıklığı vardı. yaşadığım hezeyanı unutamam. Heyecandan, hezeyana. Fakat Bir yaz günü, kardeşimle beraber ikinci ve üçüncü filmi izlemiş ve ikimiz de lanet olsun izleyince, Lucas’ın tarzının bu demiştik. Bu mudur yıllar yılı olduğu kanısına vardım: ilk film övdüğünüz film? Fakat sonradan girizgah tadında oluyordu. bunun bir üçleme olduğu
DERGİ DEĞİL
HOSİYEN TEKÜR
Bu seri diğer seriye göre daha fazla rahatsız edici, daha aksiyonlu, görsel açıdan ve müzik açısından daha kaliteli –Elbette dönem şartlarının etkisiyle-, sinir hoplattırıcı ve seyirciyi daha fazla ekrana bağlayıcı. Size şu kadarını söyleyeyim: serinin son filmi olan Sith’in İntikamı’nı izlerken çok küfür edeceksiniz! Yine seride gelişen olaylardan bahsetmeyip merkez karakterleri anacağım. Tabii ki en başta Anakin geliyor. Sonra Padme ile Obi-Wan Kenobi ve Senatör Palpatine ile Usta Yoda. Bu seriyi ben biraz daha benimsedim. Sebepleri arasında şunları görüyorum: 1- Oyuncu kadrosu Oğul serisine göre daha tanıdık yüzlerden oluşuyor. –en azından benim için- (Natalie Portman, Samuel L. Jackson, Ewan McGregor, Liam Neeson...) 2- Bu ikinci seri olduğu için daha teslimiyetçi ve ön yargısız izledim. 3- Baba filmi ilk hikayenin öncesini anlatıyor demiştim. İnsanoğlunun “geçmişi merak” dürtüsü, bu seriyi daha ilgi çekici hale getiriyor.
Bu kısmı da bir derya olan ve sürekli türeyen Star Wars’ın Oğul ve Baba kısımlarında kabaca geçtiğim için atladıklarıma ayırıyorum. Öncelikle altı film de görüntü ve ses konusunda aşmış durumdalar. İlk filmin 1977 yılında gösterime girdiğini hatırlarsak olayın boyutu daha net anlaşılır. O uzay efektleri, kayan yazı sistemi, uzay gemileri, yaratıklar... Yan karakterlerin dünya sinema tarihinde hiçbir yapımda bu kadar tutulduğunu ve benimsendiğini hatırlamıyorum. Hepimiz filmi izledikten sonra kendimizi biraz Usta Yoda, biraz Chewbacca, biraz R2-D2, biraz da 3-CPO hissederiz. Film evlat gibi sevilince ve maalesef ticari açıdan büyük başarı sağlayınca (Getirilen hasılat konusunda James Bond ve Harry Potter serilerinden sonra 3. Sıradadır Star Wars.) bir Genişletilmiş Evren çıktı meydane. Star Wars ruhu 38 yıldır enerjisini kaybetmedi, aksine katlanarak arttı. Bunda elbette çizgi romanlar, animasyon filmler, oyuncaklar ve kostümler, dergiler, video oyunları etkili olmuştur. Elbette bu aşırı sevilme popülerliği, popülerlik de kaşarlaşmayı meydana getirebiliyor. Neyse ki ülkemizde henüz böyle bir popülerleşme yaşanmamıştır. Yazımın başında söylediğim gibi yeni bir üçleme geliyor ve bu durum beni tedirgin etmekte. Her şeyin tadında bırakılması taraftarı olarak yazımı da –umarım yazıda tat vardır- burada sonlandırıyorum:
May the force be with you Güç seninle olsun
Star Wars Yahut Baba – Oğul – Kutsal Ruh
Kutsal Ruh:
ALİ SERCAN DİRLİKLİ
DERGİ DEĞİL
MUSIC CAFE Dergi Değil ekibi olarak düşündük taşındık bizim sevdiğimiz mekânları, lezzetleri size anlatmaya karar verdik. Durun hemen ürkmeyin maceracı gibi bulduğumuz yerde kuzu çevirecek değiliz. Amacımız başta İzmir’deki mekanlar olmak üzere memleketin çeşitli yerlerindeki mekanları Değil komitesi olarak fikrinize sunmak. Tattıklarımızdan tadın, gördüklerimizi görün diye. Bizim tavsiyemizle oralara gider bir de keyif alırsanız ne mutlu bize. Bu köşemizin ilk konuğu olan Music Cafe, Bornava Küçükparktaki kafeler sokağının sıkıcı ortamının uzağında. Üniversite 2’den yukarı çıkarken Topraktan Pastahanesinin karşı köşesinde.
Kafeye yaklaştığımda yeşil Yeşil çitlerle çevrilmiş, çi girişi var. Sarı tabelası ne şekilde bana eğlenceyi ç arasından tabelanın altın karşıda kasetlerle dolu du Daha ilk adımdan adı Music C Kafenin tamamına h masaya oturuyorum. Thom masada. Thom Yorke’a bir etrafa bakıyorum. A Marliyn Monreo yanımda hepsinin isimleri var. sanatçının masasında otur gezdirerek müzik tarihine keyifli ola Kafenin arkasına doğ koridor boyunca mas koridor ön bölüme göre b tavana asılmış kitaplar in ama ufkunu aydınlatma koridorun duvarları da ço müzik dünyası sizi ya duvarlarda. Zaten kafenin ayrı kalmanız m Etrafı gözlemlerken epey bekledik. Herhalde etmediler. Neyse haspel k Ben çayın yanında getiril bayılırım. Burada da ben mutluluklar geldi çay lezzetli
l çitler gözüme çarpıyor. içeklerle bezenmiş bir edenini bilmediğim bir çağrıştırıyor. Çitlerin ndan içeri girer girmez uvar ile karşılaşıyorum.. ının hakkını veriyor Cafe. hakim olabileceğim bir m Yorke karşılıyor beni r selam verdikten sonra Aaa! Karşı masada Elwis Presley. Masaların Hayran olduğunuz rmak ya da masalara göz e yolculuğa çıkmak çok acaktır. ğru giden ince uzun bir salar bulunuyor. Bu biraz karanlık kalsa da nsanların gözünü değil aya hazırlar. Bu kitaplı ok hoş süslenmiş. Yine alnız bırakmıyor bu hiçbir yerinde müzikten mümkün değil. çayımızı söylemek için bizim geldiğimizi fark kader bir çay söyledik. len minik kurabiyelere ni sevindiren o küçük yın yanında. Pek de iydi.
Hesabı ödemek için içeriye girdiğimde içerisi de dışarısıyla çok uyumluydu. İkinci kattaki bateri, duvarlardaki plaklar, eski bir daktilo, kitaplık,dart köşesi… Bütün bunlar bana İngiliz Publarını hatırlattı. Gülümsedim. Acaba bir Beatles da buradan çıkar mıydı? Kafenin sahibi Necip, Afgan asıllı. Afganistan’daki baskıcı yönetimin emri altında yaşamamak için üniversiteyi İzmir’de okuduktan sonra bir daha memleketine dönmemiş. Ailesi mi? Ailesi hala Afganistan’da yaşıyor. Zor bir hayatın altından böyle keyifli bir kafe çıkarması da ayrı bir hoşluk. Eğer klasik kafelerden sıkıldıysanız buraya bir uğramanızı öneririm. Arkadaşımın favorisi olan havuçlu tarçınlı keki artık yapmadıkları için biraz onlara bozulmuş olsak da gönül rahatlığı ile gittiğimiz tebessümle çıktığımız adıyla müsemma bir yer. Haa bir de adı keşke Music Cafe değil de Müzik Kafe olsaydı.
DERGİ DEĞİL Sabahattin Ali 25.02.1907-01.04.1948
“Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm.” Kürk Mantolu Madonna
DERGİ DEĞİL
Ne çok yeri var hayatımızda duvarların. ekosistemimizin biricik parçaları duvarlar. koca döngüden alınmasıyla kaosa sebebiyet verecek enderler. ya olmasalardı onlar. sus. sus aman.korkarım. korkar insan. duvara gizleyememekten.duvara anlatamamaktan.duvarla konuşamamaktan.duvara toslayamamaktan korkar.ben korkarım. duvarları yıkamamaktan korkar insan.duvarlar örememekten. duvarlara yazamamaktan.sırtını yaslayamamaktan korkar insan duvarlara.ben korkarım. duvarlara gizler insan. öpmek ister belki yapamaz da duvarlara gizler. dokunmak ister belki de. şşş ulu orta olmaz derler diye duvarlara gizler.sayıp sövmek ister insan.ama sesini duyarlar da kırarlar kafasını kalbini diye duvarlara gizler. inanmaz belki ama bir dileğini yazar da küçük bir kağıda duvarlara gizler. en değerli bildiklerini duvarlara gizler hatta bazen. ben gizledim diye değil. bir arkadaşımdan biliyorum.belki birkaç. duvara anlatır insan.ne olursa anlatır ama. günü.geceyi.haftayı.ayı.yılı anlatır.gökteki ayı.yerdeki karayı.cebindeki parayı.ağzındaki sigarayı anlatır.dolaptaki birayı. ocaktaki çayı.masanın üzerindeki yarım elmayı. bazen de içindeki yarayı anlatır.ben anlattım diye değil. bir arkadaşımdan biliyorum.belki birkaç. duvarlarla konuşur insan.en çok duvarlarla.eni boyu olmayan uzadıkça uzayan duvarlarla konuşur.koskoca evlerde yalnız olur da duvarlarla konuşur.küçücük kulübelerde bir başına kalır da duvarlarla konuşur. duvar anlar diye. bir duvara anlatabilir diye belki.hep umduğu gibi dile gelir de konuşur diye belki de.ben konuştum diye değil.bir arkadaşımdan biliyorum.belki birkaç. duvara toslar insan.umar. olmaz da duvara toslar.bekler.gelmez de duvara toslar.seslenir.duy(ul)maz da duvara toslar.seslenir. duy(ul)maz da duvara toslar.
hayal eder insan.yıkılır da duvara toslar.sinirlenir.belki geçer diye duvara toslar. çoğu zaman bütün duyguların sonu duvara toslamaktır. ki her duygu iyi ya da kötü olsun içinde bir duvara toslama eylemi barındırır. yaz bunu kenara.toslarsın.ben tosladım diye değil.bir arkadaşımdan biliyorum.belki birkaç. duvarları yıkar insan.konuşurken.koşarken.yürürken. okurken yıkar duvarları insan.yazarken yıkar.hatırlasana ilk adımını attığında nasıl da yıkılmıştı önünde duvarlar. yiyosa hatırla hadi.hatırlasana ilk kez açıkladığını hislerini ona o köşe başında.nasıl da yıkılmıştı duvarlar.nasıl unutabilirsin ki.yiyosa unut hadi. böyle işte.ya hatırlayamaz ya unutamazsın.bir ortası yok bu yıkılan duvarların.ha bu arada ben çok yıktım diye değil.bir arkadaşımdan biliyorum.belki birkaç. duvarlara yazar insan.yazar tabi.en ilkelinden en modernine.duvarlardadır.bak.öğren.hatırla. en güzel aşklar.isyanlar.dostluklar.yalnızlıklar. yazılmadı mı duvarlara.yaza yaza da bitiremedik fakat hiçbir şeyi.ne duvarlar bitti ne yazacaklarımız.ben yazdım diye değil elbette.bir arkadaşımdan biliyorum.belki birkaç. bulunduğum şu mutfak duvarının ardında.odalar. duvarlardan.evler var.evlerden apartmanlar. sokaklarda.sokaklardan mahalleler.semtler.kocaman şehirler var.şehirlerden ülkeler.ülkelerden alabildiğine herşey.asıl duvarlara dokundukça büyüyor sanki her şey.dokunmak dediğime bakma. duvarları anladıkça çoğalıyor.anlamak dediğime bakma. şimdi kalkıp çok geçmeden duvarların farkına varma zamanı belkide.sahip olduğumuz.olmadığımız tüm duvarların olabildiğince. çatlakların.döküklerin.çiziklerin.yıkıkların. tertemizlerin.en pislerin.en kuytudaki en görünürdeki duvarların farkına varmalı.bütün renklerini görmeli yaşamın duvarlarda.her şey duvarlarda.koca bir hayat var duvarda.dokunsana.
DERGİ DEĞİL
Y N A I E ayın kitabı: Stefan Zweig Kitapçı Mendel
ayın yürek yakanı: Özgecan Aslan
ayın çorbası: işkembe, bol sarımsaklı, ekşili
ayın kıskançlıktan çatlatanı: İstanbul’daki kar tatili
ay ded
Kul ha g im
ayın suçu: kartopu oynamak
ayın en güzel anları: İzmir’deydim. ara tatil diye bir şey vardı
ayın şark Emin İgü Dut Ağa Boyunc
N E İ E L R
yın helal olsun dirteni: Eskişehir Basket Spor lübü’nün lösemi astası Çağrı ile 1 günlük kontrat mzalayıp maça çıkarması
kısı: üs / acı ca
ayın beklenmeyeni: kar sebebiyle İzmir’de yolların kapanması
ayın filmi: Birdman ayın değişmeyeni: #EBİLETEHAYIR
ayın yazarı: Jean Paul Sartre
ayın kördüğümü: Ege Üniversitesi
ayın tiyatral faaliyeti: Güya Oyuncular 2
ayın yüzeyi: kraterli ve tozludur
DERGİ DEĞİL
“SEN KEND PRANGAYA V Kendi tutsaklığın sorumlusu, y Sen ve başka hi
Dinle Küçük Adam
Dİ KENDİNİ VURUYORSUN. nın tek ve biricik yine sensin. iç kimse değil!”
m , Wilhelm Reich
DERGİ DEĞİL
BENİM BİR HİKAYEM VAR! Hiç paraşüte binmedim. İzmir fuarına gittiğimde görmüştüm ilk. Sonra resimlerimdeki dağların üstüne uçan “m” şeklindeki martıların yanına bir de paraşüt kondurmaya başladım. Paraşüt yerine “şemire” diyebiliyordum. (Dahası paraşüt ve şu içine binilen balon –sanırım adı sıcak hava balonu- ayrımını da yapamıyordum. Hiç de gerek duymadım. Hala ikisi de paraşüttür benim için.) Annem ve babam şemirenin paraşüt olduğunu anlayabilmek için epeyce yorulmuşlardı. Paraşütün hayatımda yoğun bir önem kazandığı o günlerde, kırtasiyede bir oyuncak bebek gördüm. Üstünde rengârenk paraşütler vardı. Tabii ki hayatımın paraşütlerden oluştuğunu bilen annem bu bebeği hemen almıştı bana. Bebeğin adını Murat koymuştum. Şu an bir yeşil kütür erik değil de bir pırasa yeme hissini veren bu ismi seçmemin sebebini bilmiyorum (neyse bu hikaye boyunca pırasa yemeyi sevmeye çalışsam iyi olacak gibi). Tabii ki Murat ile uyuyor, Murat ile uyanıyordum.
O benim karnımın içinden çıkmıştı meğerse. Ben onun annesiymişim meğerse. Hof, o kadar tatlı bir bebekmiş ki hiç kaka yapmıyormuş meğerse. Acaba gözlerini neden hiç açmıyordu? Çok mu uykusu vardı Murat’ın? Acaba gözleri ne renkti? Bunu öğrenebilmek için kafasının içine bir küçük kalem sokmuşluğum var. Bir minik beyin ameliyatıyla gözlerini açma operasyonu yapmıştım. Kırmızı kalemle de kan varmış gibi boyamıştım. Hani kırmızı kalemi tükürükleyerek boyanarak yapılandan. Ama şimdi pembe olmuş o boya, solmuş. Şapkasını da bu ameliyat esnasında kaybettim. Yoksa ponponlu bir de şapkası vardı. “Aman canım zaten yaz gelmişti sıcaktı.” deyivermiştim anneme. Sonra hiç çıkmayan pembe emziği vardı. Oğlan bir bebeğin pembe emziği olur mu hiç? Bence onu çıkarmalıydık ya da maviye boyamalıydık. Ama sonra babam benim mavi bebeklik eşyalarımı gösterdiğinde ikna olmuştum. Bir oğlanın pembe emzik emmesinde bir sakınca görmemiştim. Ama o emzik niye hiç çıkmıyordu.
Karnı acıkmıyor muydu? Hof, “O emzik oradan çıkacak!” diye kafaya koymuştum. Yoksa bir ameliyat daha mı gerekliydi. Ama canı yanıyordu ağlıyordu. Ameliyat edemezdim. Meğerse ağzının kenarından o süt içebiliyormuş. Ama önlüğünü de kaybettim ki şimdi ya üstüne dökerse, balonlar paraşütler süt olursa… Hof, anne olmak çok zordu. Önlüğünün üstünde nasıl bir desen vardı hatırlamıyorum. Sanırım bunu çokça düşündüm ama asla hatırlayamadım. Ensesinde bir plastik parçası vardı. Onu mıncırabilmemi engellediğinden hemen çıkarıp bir kenara fırlattığım için hatırlamıyor olabilirim. Murat’ı kaybetmemiş olmak mutluluk vericiydi. Her şeyi çöpe atan annemin onu bunca zaman yayıntı saymayıp saklamış olması da mucizevîydi. Şu günlerde bir sürü şehirlere gidip, uzak yerleri göreceğim. Ve biraz zaman sonra ise muhtemelen uzak bir yerlere taşınacağım. Kıyafetlerim, diş fırçam, havlum, deodorantım, gözlüğüm, kitabım, tarağım dışında daha bana ait bir şeyler de olsun istedim yanımda. Sanırım gideceğim yerler çok yabancı. Murat ise tanıdık… Not1: Bebeğin fotoğrafını çekerken annem gördü. “Sana huzur veren bebek Gabiş!” dedi. Öyle diyormuşum. Önlüğün yanında bunu da hatırlayamamışsam demek ki… Not2: Annem de pırasa sevmez. O yüzden Murat’a “Gabiş” der.
FATMANUR TONGUL
DERGİ DEĞİL
ŞİMDİKİ ÇOCU SEN! Geleceksiz bir hayatın kölesi olan umutsuz bir yaşamın ortasında kalan sen hiç hayal kurmayı denedin mi? umutlarla yaşamayı gereksiz yere gülmeyi .Suçlama kendini ey sen hayal kurmayı umut etmeyi öğretmemişler sana.Konuşmayı öğretip bırakmışlar. Çok konuşuyorsun ey sen kitaplardan bile çok. Sen sus! kitaplar konuşsun gözlerin konuşsun.Kitabın içindeki kahramanlarla arkadaş olmayı öğren.Onlarla konuş soru sor. Çünkü senin en yakın dostun kitaptır.Ama kitap okumakla bitmez yazıda yaz sıkılana kadar bıkana kadar ne yaşadıysan ne gördüyse.Eğer hikaye yazmak istersen dediğim gibi kahramanlarla konuş onlardan birini seç ve yaz.Ama sakın unutma onlarında fikirlerini sor.Belkide yorgun olacaklar ve senin hikayende yer almak istemeyecekler.Her şey bir kenara onları sakın üzme. Eğer ne yazacağına karar veremediysen geleceği çalınmış bir kız çocuğunun hikayesini yaz.Ama siz aşktan başka bir şey yazamazsınız.Hayatta o kadar yazılacak şey varken tek düşündüğünüz aşk.Sen hiç geçmişini düşündün mü? Mesela dedelerinin nasıl yaşadıklarını, savaştayken ne yediklerini düşündün mü?Sen daha yemeklerini beğenmezken onlar çoğu zaman kuru ekmeği bile bulamadılar aç savaştılar.Bunları da yaz ey sen!Sen hani aşktan başka bir şey yazamıyorsun ya onların vatana olan aşkını yaz.Kimse yazamadı sen yaz. Sana cesurluğu da öğretmemişler. Peki sana ne öğrettiler. Belkide en güzel şeydi susmak.İnsanları gözlerinle dövmek. Üzme kendini suç sende değil sana öğretmemişler susmayı.
- 8/L’den Şerife
UKLAR HARİKA Her nefes alışımda biraz daha acıyor içim,biraz daha sıkışıyor kalbim.Ölmek istiyorum,yapamıyorum.Sona yaklaştım artık. Anlıyorum.Umursamaz oldum bu aralar. Hissizleşiyorum. Ben bu hale nasıl geldim?Ya da nasıl getirildim?Bilmiyorum.Bu hale getirip kaçtı benden insanlar.Dedim ya,umursamıyorum.Ne yaparlarsa yapsınlar artık.Bana yapılacak bir şey kalmadı çünkü.
8/K’den Sena
KAMBER ERTAN KORKMAZ
DERGİ DEĞİL
...Kamber, hem derin bir oh çekti hem de kederlendi. “İt bile dokunmuyor etime.” diye derininden acı acı geçirdi.
A
2. BÖLÜM ynanın karşısına geçti ve süslenmeye başladı. Duş da almıştı az önce.
Saçını başını bir güzel ayarladı. İşporta parfümünü de üstüne boşalttı. Dudaklarını aynaya doğru uzatarak kısa bir tahrik provası yaptı. Az kalmıştı… Küçük çocuğunun ağlama sesine doğru yavaştan diğer odaya aktı. Çok da umursamadı; başını ağrıtsın istemiyordu meteliksizin oğlu, kendi çocuğu… Büyüğüne kızdı ilk önce: “Niye ilgilenmiyorsun kardeşinle?” diye. Haklıydı aslında. 5 yaşındaki çocuğun 2 yaşındaki çocuğa nazaran hayat tecrübesi çok fazlaydı; ancak o, deneyimlerini aktarmak konusunda umursamaz davranmıştı. Tokadı patlattı, çocuk ağladı… Çocuk ağladı, tokadı patlattı. Bir süre bu iklime takıldı isli odanın iletişim sahası. Saate baktı, zamanı kalmamıştı çok fazla. Mutfağa koştu bisküvi sınıfından bir iki parça getirdi çocukların önüne bıraktı. Soba hazırdı; onu da yaktı. Baktı sehpaya su da vardı. Küçüğü büyüğüne emanet edip, direktiflerini sıraladı. Tamamdı her şey kanısınca. Darmadağın pis bir oda, odunları tutuşan soba, bayatlamış bisküviler, tozlanmış su, çizgi filme kesmiş bir televizyon, 2 yaşındaki çocuk ve ondan sorumlu olan, 5 yaşında, çocuk bakıcısı bir çocuk…
… Oda kilitlenebilirdi, kilitlendi. Beklediği çağrı telefonuna nihayet geldi. Dış kapıya doğru uçar adım hareket etti. Kısa bir merhabanın ardından başladı bedenlerin dip dibe gelişi. Nefesi hızlandı Gülten’in. Daracık koridorda, bir kadının bedeni, bir adamın bedeni duvara yaslanıp duruyordu. “Aşktan mı azgınlıktan mı? türünde bir sorunun yeri değildi; işte öyleydi. Arayı açmadan arka odaya doğru sevişen adımlarla ilerlediler. Penceresiz tahta kapıdan en akıcı halde girdiler. Uzun zamandır geceleri tatilde olan paslı yatak yayları, kötü sesler çıkarmaya başlamak üzereydi ki iç odadan bir ağlama sesi yükseldi. Hemen çözüm geldi. Evin en pahalı aleti artık devredeydi. Kamber’in ekstra hamallık vardiyalarına mal olan akıllı telefonun sesi son seviyeden sesleniyordu. Bu telefon Gülten’in en sevdiği şeydi. Kamber bir umut alıp gelmişti ama nafile; eski yatak, gecelerini yine dinlenerek geçirmekteydi. Gülten, Tahsin’den bir an vücudunu çekti ve hızla odanın kapısını kapattı. Müziğin dışında en ufak bir ses bile duymak istemiyordu, sevişirken çıkanların dışında. Daha sert döndü yerine. Bir süre sonra müziğin sesini bile işitmez oldular. İniltiler ve yanık tondan nefes alışverişler karışıp duruyordu dökülen duvarların rüzgarlı gündüzüne… ............... Zor diş geçirebildi odun, “para ile satılamayan” kömüre. Yaktı, yanmaktaydı.
DERGİ DEĞİL
KAMBER
ERTAN KORKMAZ
2’lik Kamil, 5’lik Hüseyin’e emanet hala ağlamaktaydı. Bisküvi yedirmek istedi Hüseyin. Koca bir parçayı sokuşturmak için zorladı kendini. Neyse ki ne gücü yetti ne de Kamil ağzını açtı. İstemeden kardeş katili olmak için kötü bir denemeydi. Hüseyin şansını bir kez daha denedi. Küçük elleriyle bardağa su doldurdu, Kamil’e içirmeyi denedi. Daha küçük eller bardağı itti; neyse ki yine beceremedi. Bardak yerdeki mindere, minderden de halıya düştü; zarar yok! Kirliydi zaten her şey, sadece kirler yer değiştirdi. Nasıl olsa ara sıra temizlenirdi.
Rüzgar devam etti. ateşi işaret eden bacanın köküne doğru. Belki onun da niyeti Hüseyin’inki gibiydi, iyiydi. Bir bakıp gidecekti ya da “oda çocuklarına” yardım edecekti. Keşke gelmeseydi, bildiği yöne devam etseydi. Etmedi… Bir bakıp çıkayım derken kendisiyle birlikte karanın gazını da odaya misafir etti. Duruldu ağlamaklı zaman yavaştan… İsteyerek değil, fark etmeyerek. Kimyasal bir durumdu bu genelde yarayla karışık. Acıtırdı ara sayfa haberlerinde bir süre. “Yazık ya, tüh!..” diyenleri olurdu haberi alan dış kapı mandallarının. Ekranda belirirdi bir kısım konuyla alakalı mühim insanlar. Ezbere öterlerdi doğalgazlı, klimalı stüdyolardan, kararan duvar sahiplerine doğru. Rüzgar devam etti, iniltilerin arasında. İki oda iki farklı inilti… Acıdan da zevkten de inleyebilirdi insan; aynı ustanın ördüğü duvarların arasında; ya da bir karından çıkanlarla karnından atanın yakınlığında… Müziğin sesi gıcırtılı geliyordu sır üstadı perdeye; birbiriyle ilgisiz farklı nağmeler… Çizgi film odanın kirine kalmış; pis pis izleniyordu her milimetre kareden. Odalar yakın, odalar uzak… Kapılar yakın ama biri kilitli…
GÜZEL GÖZLÜ HUYSUZ KADIN Dost sofrası kuruluyor,rakılara buz geliyor, kasetten Müzzeyen Senar şarkıları dağılıyor odaya; “benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım...” Kadehler kalkıyor yaşanmış, yaşanmamış aşklara, orada olmayanlar da unutulmuyor tabii, içmeden önce masalara vuruluyor bardaklar ve yudumlar alındıktan sonra hep bir ağızdan söylüyor dostlar ; ‘kaç kere yemin ettim, kaç gönüle de girdim, sensiz yapamıyorum, bak yine geri geldim...’ Rakı içtiğin gün ölmezsin demiş şair. Bu güzel söze nazirem olsun, rakının yanında, Müzeyyen Senar dinlediğin gün ölmezsin. Duyguları, sözcüklerle yaşatmak güzeldir. Sen de hep öyle yapmadın mı zaten? Kim bilir kaç insan dertlendiğinde, neşelendiğinde, güneşin sofralarında, sesinin tınısıyla, sözlerinin içtenliğiyle göz yaşı döktü. Kim bilir kaç kişi en aciz olduğu zamanlarda, en mutlu olduğu anlarda müziğinde buldu duygularını.. Bazı insanlar böyle ölümsüzleşiyor işte, içtiğin suda, baktığın aynada görürsün onları, sen öyle bir insansın Müzeyyen Senar, öldü demek gelmiyor içimden.
ONUR TUTAR
SENİ SEVİYORUM! BOB DY
DERGİ DEĞİL
HASRET GÜLŞAN Son sigaramın kaldığı saatlerde kendimi eksik hissederdim hep. Gecenin bir saatinde sigara almayı unutmuş bir adamın hüznünü bulurdum kendimde. Aslında hiçbir şeyi hesap edememiştim bu yaşıma kadar ve hiçbir şeyi anı olarak kabul edememiştim kendimde. Zaman çok çabuk ilerliyor, günler çabucak geçiyordu, iyi filmler izleyip iyi kadınlar sevmek için uğraşırken, ne dünün hesabını yapabildim ne yarının. Şimdi düşünüyorum.. insanlar bu kadar gülmeyi nasıl başarıyordu. Dünlerim sakat, yarınlarım ihtimallere boğulmuş ve ben kendimi çoktan bırakmıştım bir otobüs durağında. Gelmeyeceğini bildiğim tüm otobüslere küfür ederek. Sigaralar tükenir ama insan nasıl tükenirdi, yavaş yavaş tükenerek öğrendim. “Geçmişi unutan insanların hikayesi son sigarası kalmış insanlara benzer. ” derdi hep Hasan Abi. İki duble rakı, buruşmuş camel soft paketi Hasan Abi’nın aforizmaları çok gecikmezdi.. Çok düşünmüştüm anlamamıştım hala anladığım söylenemez. Geçmişim çok başarısızdı, mağlup ve ağlamaklı. Unutmak kelimesinin un ufak etmekten geldiğini bir dizi izlemiştim, haklıydı. Bu kadar yıkık ve enkaz olmuşken, somurtmak bir felsefeydi benim için. Çocukluğumu çok sevememiştim belki sevseydim büyümekten biraz daha az nefret ederdim. Hesapsızdım işte çocukluğun hesabı olmazdı.. Ama ben ne zaman çocuk olsam dünya yıkılır gibi olurdu. Tüm şeker yiyen çocuklara küfür ederek şimdi Selma’yı seviyorum. Son sigara Bob Dylan hazır bekliyor. Tükenen her insan beklemek kelimesine ideolojik yaklaşır, Selma’yı sevmeye başladığımda bunu anlamıştım.. Beklemek eylemi o kadında anlam bulmuştu. Bob Dylan’ın beni hüzünlere boğan şarkısı; “Sara” tüm bekleyenlere gelsin.
YLAN DİNLEYELİM
Hesapsız, yarınsız ve ansız tam bir kere tüm iyi niyetlerimi bir güvercin gibi bırakarak ve bekleyerek sevdim. Çocukluğuma ve tüm şekerlere küfür ediyorum ama seni seviyorum. Şimdi son sigaraları asarak gökyüzüne Bob Dylan dinliyorum.
Seni seviyorum! Gelirsen Bob Dylan dinleriz.
Fotoğraf: HOSİYEN TEKÜR
DERGİ DEĞİL
AÇIK VE KAPALI KİTLE
DERGİ DEĞİL
SÜLEYMAN YILDIZ Bu ayki sayfamda size, ilgiyle okuduğum bir kitabın dikkat çekici kısa bir bölümünü aktarmak istiyorum. Yazının ilgimi çeken tarafı Türkiye’nin mevcut sosyo-politik koşullarıyla bağdaştırılabilecek zihin açıcı ipuçları barındırması. Kitabın adı Kitle ve İktidar (Masse und Macht). Yazarı ise Elias Canetti.
hiçbir şey beklemezler. Birdenbire her yer insan kalabalığıyla kararır ve sanki sokakların yalnızca tek yönü varmışçasına her taraftan daha çok insan nehir gibi akarak gelir. Çoğu ne olduğunu bilmez ve sorulacak olsa buna verecekleri bir cevapları yoktur; ancak diğer insanların çoğunun bulunduğu yerde olmak için acele ederler. Kitapla ve yazarla ilgili Hareketlerinde, sıradan bir uzun uzadıya malumat merak ifadesinden oldukça farklı vermenin gereksiz olduğunu bir kararlılık vardır. Sanki düşündüğümden ve meraklılarına kimilerinin hareketi diğerlerine bir tüm bu bilgilerin küçük bir şey iletir gibidir. Ama iş bu kadarla internet taraması kadar yakın kalmaz; onlar bunu dile getirecek olduğunu bildiğimden dolayı, sözcükleri bulamadan önce var lafı uzatmadan sözü üstada olmuş bir hedefleri vardır. Bu bırakıyorum. İyi okumalar… hedef insanların yoğun olarak “Daha önce hiçbir şeyin bulunduğu en karanlık noktadır. bulunmadığı yerde aniden Kendiliğinden kitlenin bu beliriveren kitle, gizemli ve en uç biçimi üzerinde ileride evrensel bir olgudur. Birkaç kişi bir daha çok duracağız. . Kitlenin arada duruyor olabilir; beş, on ya en iç çekirdeği, sanıldığı kadar da en fazla on iki kişi; onlara hiçbir kendiliğinden değildir, ama aslında şey duyurulmamıştır,
kitlenin kaynağını oluşturan bu beş, on ya da on iki insan hariç tutulursa, her yerde kendiliğindendir. Bir kez var olur olmaz daha çok insanı kapsamak ister: Büyüme isteği kitlenin ilk ve en önemli niteliğidir. Erişebileceği herkesi içine almak ister; insan yapısına sahip herkes kitleye katılabilir. Doğal kitle açık kitledir; açık kitlenin büyümesinin hiçbir sınırı yoktur; evleri, kapıları ya da kilitleri tanımaz ve kendilerini evlerine kapatanlar zan altında kalır. “Açık” burada kelimenin bütün anlamlarıyla anlaşılmalıdır; her yerde ve her yöne açık anlamına gelir. Açık kitle büyüdüğü sürece vardır; büyümesi durur durmaz dağılır. Çünkü kitle, ortaya çıktığı kadar ani bir biçimde dağılır. Kendiliğindenlik özelliğine sahip bu şekliyle kitle çok hassas bir yapıdır. Büyümesini sağlayan açıklık aynı zamanda onun için tehlikedir de. Korkutucu dağılma sezgisi kitlede her zaman canlıdır. Hızlı büyüme yoluyla, elinden geldiğince uzun bir süre dağılmaktan kaçınmaya çabalar; herkesi emer ve bunu yaptığı için de eninde sonunda bozulmak zorundadır.
Elias Canetti Sınırsız bir biçimde büyüyebilen ve herhangi bir yerde baş gösterebileceği için evrensel bir bakışla incelenmesi gereken açık kitlenin tersine, bir de kapalı kitle vardır. Kapalı kitle büyümekten feragat eder ve kalıcılığa önem verir. Kapalı kitlede göze çarpan ilk şey bir sınırının olmasıdır. Kendi sınırlarını kabul etmek suretiyle kalıcılaşır. Kendisine içini dolduracağı bir uzam yaratır. Bu uzam, içine sıvı akan ve hacmi bilinen bir kapla karşılaştırılabilir. .
DERGİ DEĞİL
SÜLEYMAN YILDIZ
Bu uzama giriş kapıları sayılıdır ve yalnızca bu girişler kullanılabilir; taştan, sağlam duvardan yapılmış da olsa, özel bir kabul edimi ya da giriş ücretinden oluşsa, bu sınıra riayet edilir. Uzam bir kez tamamıyla dolunca tamamıyla başka hiç kimsenin girmesine izin verilmez. Taşma söz konusu olsa bile, önemli olan her zaman kapalı yerdeki yoğun kitledir; dışarıdakiler gerçekten kitleye ait değillerdir. Bu sınır düzensiz artışı önler, ama aynı zamanda kitlenin dağılmasını çok daha zorlaştırır ve böylelikle de çözülmeyi erteler.
Bu yolla kitle kendi büyüme olanağını kurban etme karşılığında dayanıklılık kazanır. Düşmanca ve tehlikeli olabilecek dış etkenlerden korunur; umudunu yineleme üzerine kurar. Kitle üyelerinin dağılmayı her defasında kabullenmesini sağlayan şey, yeniden bir araya gelme beklentisidir; onlar için vardır ve bina orada olduğu sürece aynı şekilde bir araya gelebileceklerdir. Uzam, gelgit sırasında sular çekildiğinde dahi onlara aittir ve boş olması onlara suların yükselmesini anımsatır.”
Uyuyamıyorum. Beş gün oldu. Hayatımı sorgulamaktan, düşünmekten, çok düşünmekten, çok ama çok düşünmekten uyuyamıyorum. Gözlerim kan çanağı, beynim jöle gibi. “Bu Tarz Benim” kafasına geldim neredeyse. Kalite yerlerde. Doktora gittim; “Yeni bir teknoloji var beynini gözlemleyelim.” dedi. Kabul ettim. Bir gün sonra düşündüğüm her şeyi yazılı olarak verdiler. Sayfalarca yazı. On iki cilt ansiklopedi seti nerdeyse. Okudum, hepsini okudum. Her düşüncem ile yazılı olarak yüzleştim.
Ve fark ettim ki ben kötü bir adamım. İyi olmaya çalışmak beni uyutmuyor. Sahiplendim tüm kötü düşünceleri. Kötü biriyim dedim. O gece rahat uyudum. Ta ki düşüncelerim yüzünden gelen polis kapıyı çalan kadar...
EVREN BAŞER
#FOTOHİKAYE
#DÜŞÜNCESUÇLUSU
DERGİ DEĞİL
GİDENİN A
Leyla ile Mecnun nedir? Eğer cevabınız b
Leyla ile Mecnun , İsmail Abi’nin gelmeyen gemisi, Erdal Mecnun’un gönlündeki Leyla’yı yeryüzünde aramasıdır. Şu tari dendir peki? Hala sözlüklerde, sosyal medyada gidişinin ardınd Çünkü Leyla ile Mecnun izlenen bir dizi değil, özde Kimisi sevdiği için dünyayı kurtarabilece kimisi ise İsmail Abi ile bir
Leyla ile Mecnun kendini ötekileştirmek isteyenlerin dizisidir. Z Hanginiz kızını Mecnun gibi bir serseriye verir ya da hanginiz b her şey olur çünkü orada imkansız yoktur, hayaller vardır. Pek sevdiğin kızın mesaj ile bir gecede terk etmesi gibi terk pazartesi gününü de y
ALİ SERCAN
kendi çölünde kaybolanların hikayesi
bir halk hikayesi ise bu yazıyı okumayın.
Bakkal’ın döneri, Yavuz’un bıyığı, İskenderin hamur işleridir. ih itibariyle de hasretle özlenendir. Hala hasretle özlenmesi nedan bir tas su dökememenin burukluğunu niçin yaşar insanlar? eşleşilen bir ütopyadır.Olan değil, olması gerekendir. ek güçte olduğunu düşünüp Mecnunlaşır rlikte el sallar yitirdiklerine.
Zaten ana karakterler de toplumca ötekileştirilen kişiler değil mi? bir hırsıza sempati duyar gerçek dünyada? Ama Kireçburnu’nda ki artık ne mi oldu bu hayallere? Gittiler. Bizi terk ettiler. Çok ettiler. Artık haftada 6 gün var çünkü hayaller giderken yanlarında götürdüler.
N DİRLİKLİ
LEYLA İLE Mİ MECNUN?
ARDINDAN
DERGİ DEĞİL
“dürtme içimdeki narı üstümde beyaz gömlek var” Birhan Keskin
“ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” Gülten Akın
“biliyorsun ölüm, mavi boş bir kafestir kimi zaman” Didem Madak
“paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben” Nilgün Marmara
UMUT ÖZAN İLK SÖZ
DERGİ DEĞİL
“Öldürülen suçsuzları Diriltecektir bir gün Gerçeğin gücü!” (Maksim Gorki’nin “Ana” romanından) Özgecan’ımız yandı, içimiz kanıyor.
Yeter artık! Bu son olsun!
KOLEKTİF ÇOCUKLUK Karne günlerinde “Akdeniz Karadeniz karneleri isteriz.” diye bağırıp okulu inletmek… Hatırladınız değil mi? Karne günündeki saçma okul müdürü uygulamalarına karşı yaptığımız kitlesel eylemimizdi bizim. Ne var yani o karneleri sabah ilk derste dağıtsalardı? Bilmem kaç saat
tutuyorlardı hepimizi orada. Önümüze gelene yüz tekme var bir de. Mahalleye veya duruma göre bin tekme olduğu da oluyordu bu sayının. Çocukken yaptığımız bir başka kolektif hareketti. Karşı çıkan mı vardı? Söz geçiremediğimiz? Diş bileyemeyeceğimiz? Toplardık hemen yakın arkadaşları.
MÜSAİT BİR YER Girerdik kol kola. Başlardık sonra “Önümüze gelene yüz tekme…” diye bağırarak yürümeye. Zaman zaman bin tekme olduğu da oluyordu bu sayının. Kalıyor muydu karşımızda kimse? Aksine büyüyordu kitle. . Katılanlar oluyordu. Birisi karşımıza çıksa bile çiğneyeceğimizden de değil hani. Ama o birlik olma duygusu başkaydı. Takım oyunları peki? Ebeleri oyalamamız? Arkadaşımızın hedefe ulaşması için bizim gösterdiğimiz çabalar? “Şimdiki Çocuklar Harika.” demesinin bir sebebi var Nesin’in. Ama ya şimdi? Şimdiki çocuklar da zehir gibi aslında; ama kolektiflik, bir arada olma, oyunlar oynama, birbirini kollama ne kadar var ki? Oyunlar bilgisayarlarda. Çocukların kafaları at gözlüklü olmaktan daha beter. Karşıyı da görmüyorlar artık. Sadece önlerinde. Ellerindeki cihazlarda. Makineleşmek istiyorduk da bu kadar değil! Ne diyelim? Biz çağrımızı yapalım. Fikrimiz belli olsun. Haydi… Bütün dünya çocukları, birleşin!
UMUT ÖZAN
DERGİ DEĞİL
ALIŞKANLIKLARI DEĞİŞTİRMEK Alışkanlıkları değiştirmek güzeldir. İyi gelir. Misal ben çaya şeker attığımda normal saat yönünde karıştırırken bir gün kaşığı ters yönde çevirmeye başladım. Bir süre sonra şekerin, çayın dibinde topak topak kalan kısımlarını kaşığın arkasıyla bardağın kenarına yapıştırarak ezmeye ve öyle karıştırmaya başladım. Geçtiğimiz günlerde o topakları farklı şekilde eritmenin yolunu buldum. Doğaçlama olarak. Artık topakları kaşıkla alıp alıp tepeden tekrar bırakıyorum bardağa. Aşağı inene kadar bir kısmı eriyor. Yer çekimi kuvveti bu işe de yarıyor. Ata ata sonunda eriyor şeker ve kalmıyor şeker. Fakat tadı kalıyor şekerin. İçince çayı biliyorsun içinde şeker olduğunu. İşte, olmadan da var olmak bu. İşte ölümsüz olmak böyle bir şey. Kalıcılık.
Yoksun ama varsın. Gerçi Bild çayı içip bitirince şeker sende çok var olmaya başlıyor. Haa bir evd de bardağın dibindeki çay mü artığında kalan kısım var. Siz Orada da etkisini bir sürdürüyor şeker. kad Karıştırıldığında eşit dağıtım olm olduğundan. Sonra ne baş oluyor? Bardağın dibinde kalan kısım dökülüyor, bardak yıkanıyor ve başka HA çay damlaları ve şekerlerin karışımlarına araç olmak Ha için beklemeye koyuluyor. ola Bizim şeker ise lavabonun deliğinden itibaren yepyeni bir kal ded yolculuğa yelken açıyor. uyd Ya da sörf yapıyor son demeliydim.İşin özü, o an -st bardağa şekerliğin hangi gör kısmından, hangi şekerin en atılacağı belli değilken yap büyük bir heyecan içinde saa olan şekerler, ne ile ger karşılaşacaklarını da Bö bilmiyorlar. Yö
diklerinde ise artık evden k uzakta oluyorlar. Peki, den uzakta olmak iyi mi, kötü ü? Duruma göre değişir. en iyisi çayı şekersiz için de şekerin hayatını bu dar etkilemeye sebep maktan kurtulun. Ben şladım bile şekersizliğe.
AYATI DOĞAÇLA
afta içi de hafta sonu abiliyor bazen. Bu bize lmış. Zaten zaman diğimiz şey insanların durduğu soyut bir kavram nuçta. Ben geçenlerde tandarda göre hafta içi bana re hafta sonuydu- hayatımın güzel doğaçlamasını ptım. Çok kısa sürdü. Altı at kadar. Anlam aramaya rek yok. Siz de doğaçlayın. öylece siz de “Mutlukent’in öneticisi” olabilirsiniz.
MÜSAİT BİR YER DİYALOGLAR 1. X- Nasıl bu gözlük? Yeni sayılır. Y- Bakayım. Güzelmiş. Tam kafaya takmalık. Saçına yani. X- Nasıl yaa? Y- Bayağı. Benim sadece saçımın üstüne takayım diye aldığım gözlük var kuzum. İyi oluyor. 2. A- Baba nasıl olmuş saçlarım? Kısalttım iyice dediğin gibi. B- Ehh… Biraz adama benzemişsin. A-Sağol yaa. Merak ettim, tam olarak benzeme şansım var mı peki? B- Ehh… Biraz.
ÖNERİLER Kitap: Dorian Gray’in Portresi – Oscar Wilde Film: God on Trial (Ölümün Soluğu) Müzik: Bu Son Olsun – Cem Karaca
TIKKA DERGİ DEĞİL
BAŞAK ARSLAN
Tıkka… Tıkka…Tırrrrr… ve havaya kalkan binlerce toz zerreciği… Kan kırmızı domatesinin üstünü kirli bir örtü gibi kapatan o hain kum gene sarıvermişti Yavuz’un fakir öğle yemeğinin lezzetini. Toz falan dinlemedi, attı ağzına son lokmasını. Tıkır…tıkır… tırk! Ah bir bitseydi şu bel büken zebella gibi demirleri taşımak, o gar dedikleri koca bina bir çıksaydı ortaya da kavuşsaydı Yavuz, deniz gözlüsüne. İşte ondan sonra ne kokmuş, sararmış fanilayla gezecekti sokaklarda ne toza bulanmış domatesle doyuracaktı karnını. Kapadı gözlerini. El sallıyordu deniz gözlüsü ardından. “Gar bitince al beni diyordu, kavuştursun bakalım bizi o dizdiğiniz demirden yollar…” Kalktı heyecanla yerinden, devamdı çalışmaya. O koydukça taşları üst üste, deniz gözlüsünün kokusu geliyordu burnuna… Deniz gibi… zeytin gibi…hava gibi…su gibi… Diyorlardı ki: Ne iyi insanlardı şu İngilizler, sen ta oralardan kalk elin Osmanlısına gel; yol yap, gar yap, iş ver garibana.
İlkmiş diyorlardı bir de daha kimse görmemiş Anadolu’da “Gar” dedikleri o binayı da yerleri yılan gibi sarıp sevenleri birbirine; üzümleri, o mis gibi incirleri gemilere kavuşturan rayları da… Sonra o üzümler gemilerle başka başka diyarlara… Çok gelişecekmiş İzmir, köylüsü çiftçisi yerlisi. Herkes akın akın iş aramaya oraya gelecekmiş. Eee Yavuz da kuracakmış yuvasını, her sabah el sallayıp çıkacak evinden, sonra koşa koşa dönecekmiş akşam basınca. Kan… Ter… Emek… Hayaller… Yollar… Yıllar… Ne iş verdilerse gık dememiş, yiğit yüreğinden bir gram eksilmemiş pehlivan efenin. Yazmış, okumuş, öğrenmiş ne yaptığını; niye, kime yaptığını… Her gün biraz daha sevmiş eliyle düzelttiği taşları da o ortada sivrilerek yükselen çatıyı da elleriyle çaktığı kemerli giriş kapılarını da. Gün gelmiş dikilmiş ömründe daha önce böylesini hiç görmediği ama elleriyle yaptığı taştan, sıvasız duvarlı, beşik çatılı binanın karşısına ve arkadaşlarının yardımıyla geceleri söktüğü yeni okuma yazmasıyla gururla okumuş duvardaki harfleri: -BAS MAA NE GARIII. Sonrası malum… Sevdiğine kavuştursun diye geldiği o inşaat
öyle büyümüş ki içinde Yavuz’un, kendini bile, deniz gözlüsünü bile aşmış, aşık etmiş kendine. “Gel”, demiş Yavuz, “Yuvamız burası olsun.” Olmazmış; bağını, bahçesini, anasını, tarlasını bırakamazmış deniz gözlü. Nedediyse kandıramamış, ballandırmış da ballandırmış ona verdikleri işi. Bugüne bugün koskoca makasçı olacakmış, o olmazsa yolları şaşırıp çarpışacakmış o koca trenler; ama nafile… Gelmemiş deniz gözlü. Şimdi onunla sadece her bir taşına aşkını anlattığı, her nakışında onu işlediği, her rüzgarda onu kokladığı bir gar ve bu inşaata gelirken yanına aldığı boş bavulu varmış. Bir de deniz gözlüsünün her bir incir çekirdeği içinde yolladığı aşkı… O da kara trenin dumanlarına sarıp yollamış sevdasını. Yıllar sonra o bekleme salonuna girip de ellerinde bavullarla insanları görünce anlamış oradan niye kaçamadığını… Çünkü o boş bavul artık emekle, bilgiyle, yürekle, aşkla ve gelip geçen her bir yolcunun bıraktığı derin hatıralarla doluymuş. Böyle bir gar var mıdır dünyada? Sevdiğine kavuşmak için gelen adamı sevdiğinden vazgeçirecek güzellikte, incelikte, içtenlikte?
DERGİ DEĞİL
BAŞAK ARSLAN
Biliyoruz ki garlar, buluşma noktalarıdır insanların tüm dünyada, bir de ayrılma. Kavuşma noktasıdır bir de yanında kaybetme… Hüzün desen bir koynunda, sevinç diğer yanında. Yükle, yürekle dolu her vagon kendi hikayesini taşır yıllarca. Peki, Basmane Garı’nın sırrı nedir? Anadolu topraklarına kazması vurulan ilk demiryolları üzerinde olması mı? Ünlü Fransız mimar Eiffel tarafından tasarlanması mı? Ne yangınlar görüp yine de dimdik ayakta kalması mı? İngiliz, Fransız, Türk diye ayırt etmeden tüm insanları kardeş sayacak güzellikteki bir şehirde; İzmir’de bulunması mı? Kente gelip giden sayısız yolcunun anılarını saklıyor olması mı? Fakirlere, delilere ve kimsesizlere bir anne gibi kucak açması mı? Yoksa onun aşkıyla dolu bir adam tarafından yapılması mı? Biz karar veremedik. Lütfen gidin, görün, siz söyleyin.
MEDENİYETLER İTİLAFI Bak çok salladın açılırken köpürdük Hem gazımız kaçtı, şekerleneyazarız İnce bellide olsak şık dururduk belki de Kapağı açıp kafalarına diktiler bizi Klasisizm akımından tecrit ettiler bizi Pembe pembe panjurlu ahşap evler umarken Toplu konutta bulduk günahsız aşkımızı Koca Sinan el atsa toparlardı belki de Kaçak yapılanmışız temelimiz illegal Hasret kaldık yok burada salıncak kuracak bir dal Ya herru ya merru yazgımız hiyeroglif Hem kalmadı arzuhalci daktilolu amcalar Kabullendim bu yüzden ben de bu kördüğümü Sen afili yerlerde içilen vayt çaklıt moka Ben gececi kuytularda duman tüten işkembe
HOSİYEN TEKÜR
Fotoğraf: fifteenth the july
DERGİ DEĞİL
“gecenin matemini aşkıma örtüp sarayım gittin artık seni ben nerde bulup yalvarayım şimdi ben tıpkı şifasız kanayan bir yarayım”