DERGİ
DEĞİL SAYI 4
HAZİRAN ’15
Komite
ALİ S. HOSİYEN TEKÜR ONUR TUTAR UMUT ÖZAN
İletişim dergidegil@gmail.com instagram.com/dergidegil twitter.com/DergiDegil facebook: Dergi Değil
Not: Yayın içerisindeki yazıların, şiirlerin ve görsellerin hiçbiri reklam amacıyla kullanılmamıştır.
İÇİNDEKİLER
DERGİ DEĞİL
04 05 06 08 10 12 14 18 19 22 24 26 28 30 32 34
Ölüme Beş Sana On Kala: Selim ONAY
36
Ali Lidar Yahut Kırmızı Tuborg’dan Çıkan Cin: Hosiyen TEKÜR
Evet, Nisyan: Hosiyen TEKÜR Ambalaj: Evren BAŞER Fotoğraf: Simge İKTÜEREN Hislerimiz: ÖZMEN ÇOBANOĞLU Tebessüm: Ayşegül KAPLAN Aşkın Diyalektiği: Süleyman YILDIZ Aşka Gebe Ayrılıklar: Emrah AKKAN Dil’emma: Sena DİZDAR Salak: FNUR Bankacı Arif: Hasret GÜLŞAN Fotoğraf: Simge İKTÜEREN Zeytin: Onur TUTAR Ayın EN’leri Parçalı Bulutlu: Ece KANBER Düşüncenin İstekleri: Umut ÖZAN
ÖLÜME BEŞ SANA ON KALA SELİM ONAY
Zaman şuursuzca akıp giderken İnsanlar kaderlerinde boğulmaya mahkumken Hayatlar birbiri ardına silinirken Sen... Çığlıklar suskunluğa yemin içmişken Gerçekler hayallere perde çekmişken Ömürler gölgelerden ibaretken Tam da her şey bitmişken Sen... Geç kaldın sevgilim hayatıma, Ramak kalmışken mutluluğa. Hasrete göz kırparcasına, Ölüme beş sana on kala...
DERGİ DEĞİL
EVET, NİSYAN HOSİYEN TEKÜR Evet sığındım Çocukluğumun cafcaflı heyecanlarına Gök kızıldı aldırmadım Yer karaydı Her yer yaraydı Aldırmadım Bana sığınacak nice yurtlar daha Çoğalttım Ne kadar azsa o kadar çoğalttım Yaşamaya bahane teraneleri Yetmedi kendimden kattım Kanıksamadım hiç vahşetleri Sevgi ne kadar azsa o kadar çoğalttım Panjur perde işlevsiz Güneş hiç bize doğmadı İnadına kapattım umudun kulaklarını Silah seslerine, zulüm seslerine Sonra saate baktım Akrep yediydi yelkovanı Zaman dolduydu Umut solduydu kapattım Açmadı gönlümün menekşeleleri
DEĞİL
AMBALAJ FOTO HİKAYE
DERGİ DEĞİL
EVREN BAŞER Lise yıllarında waffle yapan bir yere gittiğimizde önümüze bir kağıt koyarlardı. O kağıtta waffle üzerinde neler olsun istiyorsak onları işaretlerdik. Muzlu, çilekli, çikolata parçalı artık ne istersek… 38 yaşına geldim, hala bekarım ve gelişen teknoloji sayesinde şimdi eşim olmasını istediğim kadın yaratılsın diye form dolduruyorum. Gözünü, saçını, kişilik özelliklerini tek tek seçiyorum. Bir hafta içinde gönderecekler ve binlerce erkek ve kadının yaptığı gibi çok mutlu olacağını garanti ettikleri bir evliliğe başlayacağım… Bugün eşimi gönderdiler… Fakat ambalajı yırtıktı. Biri benden önce açmış olmalı. Bu kabul edilemez. Benden önce başkasının dokunduğu bir kadını karım olarak evime alamam. Onu atmayı düşünüyorum. 2 saat sonra uyanacak. En iyisi uzak bir yere götürüp, bırakayım. Şirkete bunun hesabını soracağım!
DEĞİL
SİMGE İKTÜEREN
HİSLERİMİZ ÖZMEN ÇOBANOĞLU
insanlar tam anlamıyla ne istediklerini, ne yaptıklarını bilmeden yaşadılar çokça. en başta insanın kendini anlamasında zorlanmasından ötürü hep birbirine yabancı doğumlar gerçekleşti aslında.hislerimiz hep yanlış doğdu. yanlış doğurduk onları. yanlış büyütüp besledik.ve sonunda da yanlış bir ölüm hikayesi biçtik onlara. zavallı duygularımız. kim bilir ne umutlarla bizim olmuşlardı. ilk gün okul heyecanı gibi. ilk aşk gibi. ilk arabaya sahip olmak gibi. başka yerler görmek başka insanlarla tanışmak,daha evvel tatmadığımız duygular tatmak gibi geldiler bize. koşarak geldi bazıları, bazıları çok yavaştı.yağmurlu havada sahip olduğumuz oldu, karda kışta. ya da yaz güneşi sıcaklığında, belki de baharda yeni açmaya başlarken çiçekler. akşam serininde geldiler bazen. evimizin balkonunda taze çayımızı yudumluyorduk belki. muhabbetlerimizi böldü kimileri. kimileri muhabbetimize ek oldu. kimileri sildiğimiz sayfaların üzerine yeniden yazılmaya geldiler. kimileri ise doldurduğumuz defterlerin en sonuna. bazıları çok çatkapıydı. ansızın. bazıları ise bir telefonla geldi haberlice. birileri küçük bir kutuya tüm istediklerinizi doldurmuştu belki. uzaklarda bizleri bekliyorlardı. bir küçük paket kabuklu cevizin yanında da taşındı duygularımız. tıklım tıklım dolu bir öğrenci minibüsünde, pazar arabalarında, akşam karanlığında, sokak lambalarında, telefon direklerinde, keskin virajlarda, demlik buharında, sabah soğuğunda, ezan sesinde, gözyaşlarında, kahkahalarda, bir şarkının nakaratında, kapkara tekel poşetlerinde, sigara dumanlarında…öyle ya da böyle oradan oraya taşındı duygularımız. şimdilerde adına rahatsızlık dediğimiz şeyi kullanıyoruz en çok. epey içli dışlı ilişkili halimiz. rahatsızlık bir his midir? nedir? var mıdır tarifi? koskoca vikipediye sordum. onun bile verecek cevabı yok.her şeyi bilen vikipedi hiç rahatsız olmamıştır belki. ya da hiçbir rahatsız vikipediye rahatsızlık nedir diye sormamıştır. bilemedim.
DERGİ DEĞİL
şimdi demem o ki biz birbirinden rahatsız bir yığın rahatsızlar topluluğuyuz. herkes herkesten, her şeyden rahatsız olma özgürlüğüne sahip. tutunduğumuz tek özgürlüğümüz. canına okuyalım! suyunu çıkarana kadar rahatsız olalım. özgür olalım. neticede üç günlük dünya değil mi? birbirimizi ne kadar tüketirsek o kadar iyi. değil mi?! HEPİMİZ BİRBİRİMİZİ TÜKETEN TÜKETİM BAĞIMLISI ÇILGINLARIZ! ha bu arada birbirimizi anlayacağız bir de. en çok bunun piyasası güzel. “seni anlıyorum.” şimdi hepiniz huzursuzsunuz. HUZURSUZUZ. sevimli huzursuzlar. bir yerde okumuş olmalıyım. beyaz huzur veriyormuş insana, sakinleştiriyormuş. nereye kar yağmıştır şimdi diz boyu? oraya gidelim. bu yolun sonu dağlara vurmak ise kendini hayır huzursuzlar oturalım oturduğumuz yerde de rahat bırakalım oraları. belki birileri bize oturduğumuz yerde beraber mutlu yaşamayı öğretir. bir umut belki bizlerde öğreniriz.ya da öğrenmeye çalışırız. daha acılarımız var ama. çokça sentetik olanlar falan. fotoğraflarımızın kenarlarına çiçekli balonlu çerçeveler koysak fotoşoptan yeterince “acımız dindi” pozu verebilir miyiz ki acaba.bence mümkün. zaten fotoşop zamazingosunu öğrenene kadar unuturuz biz acıları. böyle de kolay unutuyoruz. aferin bize. daha iyi bir fikrim var. haydi gelin facebook’ta acılarımızı like'layalım, rahatsızlıklarımızı paylaşalım, en çok hangimizin huzursuz olduğunu belirleyen anketler yapalım. olmadı mı? nesi olmadı? fotoğraflara bakın az biraz. büyüyoruz ULAN!!! haberiniz yok. büyüdükçe hayatlarımıza alabileceğimiz şeylerin sayısı, kapasitesi azalıyor. kendi içimizde büyüyoruz. büyüyoruz, devleşiyoruz. bir an geldiğinde bir çok şey için çok geç olmuş olacak mesela. büyüttüğümüz içimize sığdıramadığımızdan her şeyi yeni şeyleri sahiplenmek için bazı müstakbel eskilerimizi öldüreceğiz. bize zamanında büyüüüük umutlarla gelen bütün eskilerimizi. hepsi ölecek. ağlamayacağız bile arkalarından. yazık değil mi? şu ki; tüketmeyelim diyorum. birbirimizi tüketmeyelim. duygularımızı da. ne olursa olsun sahip çıkmamız gereken bazı şeyler, bazı bizler var. çünkü an geldiğinde evlatlık alabileceğimiz hisler doğurmayacak kimse bize. bilelim. ona göre yaşayalım!
DEĞİL
TEBESSÜM AYŞEGÜL KAPLAN
Pek çoğumuz insanları farklı kılan şeylerin parmak izi, DNA örneği gibi unsurlar olduğunu düşünmüştür. Ama bilmeyiz ki aslında bizi biz yapan en önemli şey yüzümüzdeki tebessümdür. Şöyle bir etrafınıza bakın; kimin tebessümü diğerine benzer? Kimler aynı gülümseyişle güne merhaba der? Ararsınız belki ama inanın bulmak zor iştir. Çünkü hiç kimse hiçbir zaman aynı duyguları hissetmez. Evet, herkes üzülür, herkes sevinir ama duygular hep tek kişiliktir. Tebessüm de o duygulardan belki de en önemli olanı. Bugüne kadar hangimiz düşünmüştür tebessümün kaç anlamı olduğunu? Hadi birlikte düşünelim o zaman bu gizli sözcükte kaç ayrıntının saklandığını… Sabah uyanırsınız ve en masum halinizle eşinize günaydını tebessümle içten bir şekilde söylersiniz. Ardından kahvaltıya oturursunuz sevmediğiniz bir yiyecek masadadır ve yine tebessümle onun masada olmamasının daha iyi olacağını anlatırsınız. İşe gitme vakti gelir. Buruk bir tebessümdür bu defaki. Çaresiz sevdiğinizi kapının ardında bırakıp yola düşersiniz. Yolda tanıdık birine rastlarsınız; keyfiniz yerine gelir, hafif bir tebessümle başınızı öne eğer selamlaşırsınız.
DERGİ DEĞİL
İşe gidersiniz iş arkadaşlarınıza gülümseyerek masanıza oturursunuz; tam her şey yolunda derken patronun dağ gibi dosyaları önünüze yığmasıyla alt üst olursunuz ve ona da bir tebessümle bakarsınız. Aradan çok zaman geçmeden bir telefon çalar ve telefonun ucundaki ses size çok sevdiğiniz bir dostunuzu kaybettiğiniz haberini verir. Dudaklarınız büzülür acı bir tebessüm kaplar yüreğinizi. Son görevinizi yerine getirmek için koşarsınız dostunuzu uğurlamaya. Kırgın olduğunuz arkadaşlarınız da oradadır ve ağız ucuyla da olsa tebessüm edersiniz. Acılarını paylaştığınızı belli edersiniz ve ardından geri dönersiniz. Yaşamın devam ettiğine kendinizi inandırmak istercesine işe gömülürsünüz. Hiç geçmeyen saat mesainin bittiğini haber verince tarifsiz bir tebessüm oluşur yüzünüzde. Eve gitmek için sabırsızlanırsınız. Malum akşam trafiği vardır, üzerine bir de otobüs tıklım tıklımdır. Bir sabır tebessümü de o an atarsınız. Beklenen an gelir. Kapıyı minik kızınız sevinçle açar. Koşup boynunuza atlar. Her şeyi eşiğin dışında bırakır ve kocaman bir tebessümle sıkıca meleğinize sarılırsınız. Eşiniz de mükellef bir sofra kurmuştur sizi günün stresinden kurtarmak için. En özel tebessümünüzü de ona ayırırsınız... İşte bir gün içinde yaşanan onca olay ve tek bir formül; tebessüm. Ne sarf edilen birçok yerli yersiz kelime ne de parmak izi çözümdür atılmış düğümlere. Öyle bir şeydir ki tebessüm tüm düğümlerin ilmeklerini söker ve kelimelerin sustuğu yerde bir kurtarıcı gibi sahneye girer. Yeter ki tebessüm edebilecek kadar yüzümüzde bir anlam yüreğimizde de duygular olsun… Tebessüm edebilen herkese yürekten sevgilerimle...
DEĞİL
AŞKIN DİYALEKTİĞİ SÜLEYMAN YILDIZ Varlığıyla bana cenneti bahşetmiş olana, AŞKIMA… Aşkı bir tür sevgi saymak, onu sevgi kavramının altına yerleştirmeye çalışmak olacak iş değildir. Aşkın ne olduğunu bilmeyenler ya da bilmek istemeyenler onu da bir çeşit sevgi gibi algılamak ve algılatmak isterler. Onlar isterler ki aşk olsun; ama bir rahatlıklar ve dinginlikler ortamı olsun. Çok kişi aşkın güç bir iş olduğunun farkında değildir. Buna göre aşka hazırlıksız yakalanmak diye bir şey de vardır. Çok kişi aşktan yana görünür ya da düpedüz aşktan yana çıkar; ancak aşk üst düzeyde duygusallıkla ve düşünsellikle sarılmış cinsellik olarak ancak yetkin insana, değerleri olan insana özgüdür. İşin bu yanı çok zaman unutulur. Tabanda içgüdünün bulunması, aşkın türe ve herkese özgü olduğunu düşündürebilir bize. Doğrudur, cinsel içgüdü uyumaz. İnsan düzeyinde kendini benimsetebilmek, gerçekleştirmek için acele bir duygu-düşünce maskesi takıverir ya da duygu-düşünce örtüsüne bürünüverir, bir takım yapmacıklıklarla donanıverir. Ama o noktada ona aşk deyip çıkmak gerçek aşka haksızlık etmek olacaktır. Evet, bile bile ya da bilmeden, sevgiyle aşkı birbirine karıştıranlar pek çok sevgiye hemen aşk sıfatını yakıştırıverirler. "Sevdim." demezler de "Aşık oldum." deyiverirler. Aşk başka, sevgi başkadır. Sevgiyi elbette hor göremeyiz, hiçe sayamayız ya da ikincil bir yere oturtamayız. Aşk başka, sevgi başkadır. Sevgi de güzeldir, insan içindir; ama aşk değildir. Aşkın sevgi olmasını isteyenler vardır.
DERGİ DEĞİL
Sevgiye dönüştürülmüş aşk dişleri sökülmüş, yabansılığı giderilmiş aşktır. Karşılıklı anlayışla belirgin, dingin ve sorunsuz bağlılığa daha çok sevgi adı yakışır. Aşk tutkuyla belirgindir, iyiden iyiye sarsıcı tutkuyla... Sevgide tutku yoktur. Ağır başlıdır sevgi, bilgedir. Sevecendir, görmüş geçirmiştir, hoşgörülüdür, her koşulda anlayışlıdır, kavga çıkarsa da gözden çıkarmaz, yıkıcı olmayı hele hiç göze alamaz. Sevgi ussaldır, ussallığın çizgisini büyük bir dikkatle izler. Onun her zaman kendi logos’una uygun olması gerekir. En coşkulu sevgi bile sınırlarını aşmaz, vurup geçmez, derinlerde anlaşılmaz öğeler barındırmaz, yoğun tutkularla işi olamayacağını iyi bilir. Aşk tepeden tırnağa tutkudur. Tutku yoğunlaştıkça gündelik anlamında ussallık geriye çekilir. O zaman aşkın kendi özel mantığı ve özel dili oluşmaya başlar. O zaman duygu ve düşünce dünyası pırıltılı bir görünüm alırken çabucak usdışının yönetimine girer. Aşkın ussallığı bir tür usdışı ussallıktır. Aşık olan kişi olağan ussallığı elden kaçırdığını, tüm bilinç etkinlikleriyle usdışının koşullarına uyduğunu görür ya da bilir. Denetlenebilen şey aşk değildir.Aşk başka, sevgi başkadır. Sevgiyi elbette hor göremeyiz, hiçe sayamayız ya da ikincil bir yere oturtamayız. Aşk başka, sevgi başkadır. Sevgi de güzeldir, insan içindir; ama aşk değildir. Aşkın sevgi olmasını isteyenler vardır. Sevgiye dönüştürülmüş aşk dişleri sökülmüş, yabansılığı giderilmiş aşktır. Karşılıklı anlayışla belirgin, dingin ve sorunsuz bağlılığa daha çok sevgi adı yakışır. .
DEĞİL
Aşk tutkuyla belirgindir, iyiden iyiye sarsıcı tutkuyla... Sevgide tutku yoktur. Ağır başlıdır sevgi, bilgedir. Sevecendir, görmüş geçirmiştir, hoşgörülüdür, her koşulda anlayışlıdır, kavga çıkarsa da gözden çıkarmaz, yıkıcı olmayı hele hiç göze alamaz. Sevgi ussaldır, ussallığın çizgisini büyük bir dikkatle izler. Onun her zaman kendi logos’una uygun olması gerekir. En coşkulu sevgi bile sınırlarını aşmaz, vurup geçmez, derinlerde anlaşılmaz öğeler barındırmaz, yoğun tutkularla işi olamayacağını iyi bilir. Aşk tepeden tırnağa tutkudur. Tutku yoğunlaştıkça gündelik anlamında ussallık geriye çekilir. O zaman aşkın kendi özel mantığı ve özel dili oluşmaya başlar. O zaman duygu ve düşünce dünyası pırıltılı bir görünüm alırken çabucak usdışının yönetimine girer. Aşkın ussallığı bir tür usdışı ussallıktır. Aşık olan kişi olağan ussallığı elden kaçırdığını, tüm bilinç etkinlikleriyle usdışının koşullarına uyduğunu görür ya da bilir. Denetlenebilen şey aşk değildir. ... Aşk büyük boyutlarda tartışmasız benimsemedir. Aşk tartışmaz, irdelemez, hiç ama hiç kuşkulanmaz; yalnızca benimser. Ödün vermez. Ödün vermeye başladığı yerde sönmeye, sonunu elleriyle çizmeye başlar … Aşk bir yoldan çıkmadır, yoldan çıkarken göreneklerin, hatta alışkanlıkların çizdiği çerçevelerin dışına çıkmadır. Tek ölçüt sevgili olunca ya da tek değer sevgili olunca onun dışındaki her şey geriye itilir ve sıradanlığa indirgenir. Hele çok uygunsuz koşullarda gerçekleşmişse aşk, düpedüz topluma karşı; ama özellikle de aileye karşı işlenmiş bir suçtur. … Yeni insan(günümüz insanı) aşkın yerine kaba ölçülerde cinselliği ya da onunla hiç ilgisi olmayan bir şeyi, örneğin; televizyonu, otomobili ya da sabah kahvaltısını koymaya kadar varan bir yabancılığı yaşıyor.
DERGİ DEĞİL
… Karşı cinsten kişilerin dostluğu iğreti dostluktur ve her zaman aşka dönüşmeye eğilimlidir. Dostluk aşka dönüştüğü anda kendi ussallığını yitirir, genel özelliklerini özel özelliklere dönüştürür, çatışkılı bir yapıya bürünür. O artık dostluk değil aşktır, bundan böyle yapıcı olduğu kadar yıkıcı olacaktır, özverili olduğu kadar bencil görünümlere bürünecektir. Aşklar dostluklara dönüşmezler, en azından sağlıklı dostluklara dönüşmezler. Oysa karşı cinsten iki kişi söz konusu olduğunda, dostluklar çabucak aşka dönüşmeye eğilimli olurlar. … Aşk deneyi, iç koşulları ne olursa olsun, sonunda bir yücelme ve yüceltme deneyidir. Aşkta insan olanaksızı gerçekleştirmeye çalışırken daha da insanlaşır. İnsan olmak her zaman sınırları zorlamaktır. Aşk insanın sonsuzluğu duyumsadığı, ölmezliği sezdiği yerdir. Gerçek insan olma düşlerimizi ancak aşkın sıcak ama dikenli kanatları altında gerçekleştirebiliriz. Aşkın olmadığı yerde insan bir takım gerekleri yerine getiren bir makinedir. … Aşk tüm evcil görünüşlerine karşın bir yırtıcıdır. Onun tüm yırtıcı özelliklerine karşın bir evcil olduğunu da söyleyebiliriz. Ne var ki ona evcil sıfatını yakıştırırken onu evlilikle bağdaştırdığımız düşünülmemelidir. Aşk her şeyden önce toplumsal düzeyde bir uyumsuzluktur; çünkü kendini, kendi dışında bir hiç sayar, kendinden başka bir şeye bağımlılaşmak istemez. Gündelik yaşamı çekici kılan çok şeye ilgisizdir: Markaları bilmez, siyasi heyecanları tanımaz, kurallardan kaçar, kalabalıkları sevmez, yuva sıcaklığı diye bir şeye aldırmaz, mutfak robotlarını tanımaz, otomobil ve buzdolabı markalarını umursamaz, çokbilmişliklerden tiksinir.
DEĞİL
AŞKA GEBE AYRILIKLAR EMRAH AKKAN
her aşk bir ölümün habercisidir ayrılık kapıya geldiği vakit anlarsınız nasıl bir duygudur kendini yaşıyor sanmak biri daha çok severse ötekinden adalet yerini bulsun diye ayrılık kapıya gelir erkenden ve denk gelirse sevgiler aşk terazisinde bir ömür sürecek sanılır aşklar, lakin aşk memnun kalır mı sanırsınız teraziyi dengede tutmaktan her aşk bitmek için başlar aslında işin tuhaf yanı ayrılık kapıyı çaldığı vakit yokluğuna aşık olur gidenin, geride kalanlar... bir aşk daha başlar böylece bir aşk daha gebe kalır ayrılığa ve ayrılık bir başka aşka gebe..
DERGİ DEĞİL
DİL’EMMA SENA DİZDAR
İlk balta indi kadının ruhuna Özgür dudakları yenik düştü hamur varlığına Verilen her yön dağladı yarasını, soktu damarına Bir çivi daha çakıldı kafesinin duvarına Sözler iletmeye başladı adam dedi 'biz bağlamadan bu ağızların torbasını onlar bağladı dudağımızı, kulağımızı.' Kadın mış miş olamadı, adam mış'a takıldı Kendine çizgi çizmeden çizmelerle koşarken kadın Adam çizgilere takıldı Takıldı aklına dedi 'ben diğerleri ne derse o'yum.' Elalemin eline takıldı, diline takıldı Kadın çizgiyi geçti Adam ağzı büzük torbasıyla kendine takılıp kaldı.
DEĞİL
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine”
Nâzım Hikmet Ran 17 Ocak 1902 - 3 Haziran 1963
SALAK FNUR
Bir adamı çok sevdiğimde çok severim. Bu nadiren olur. Çok sevdiğim biri vardı. Onunlayken hep şikayetçi, memnuniyetsiz ve mutsuzdum. O bir odundu. Gerçek bir öküzdü. Mesaj yazmaya üşenirdi, özel günleri unuturdu, çiçek almazdı, buluşmaya geç kalırdı, ben “Görüşelim.” demeden görüşelim bile demezdi, ilgisizdi, yemek yerken yemeğine hunharca gömülür ve tek laf etmezdi. Hani biri beni tutup götürse masadan, umrunda olmaz, yemeğine devam ederdi. Çünkü kaçırıldığımı fark etmezdi bile. “Fenerbahçe'yi mi daha çok seviyorsun, beni mi?” diye sorduğumda “Şansını zorlama.” derdi. Fenerbahçe yenildiğinde oturup ağlayan adam, benim için ağlayamaz diye kızardım. Ayrıldık, dayanamadım. Sonra çeşitli adamlarla tanıştım. Oha! Şikayetçi olduğum ne varsa hiç biri yok, istediğim ne varsa hepsi vardı. Dileklerim gerçek olmuştu. Sonunda Allah dede beni duymuştu. Özel günleri ben unutuyorum, bunlar unutmuyor.. Mesaj yazmaya üşenmek mi? Pırt, o da ne? Günde 1543 mesaj yağıyor telefonuma. İlgiden prenses olmuşum, sevilmekten komaya girmişim... Kolumda aşk serumu takılı. Yemek yerken insan gibiler. Sohbet ediyorlar, şaşırıyorum. Futbol dikkatlerini çekmiyor, hayret bir şey. Ombre ne demek biliyorlar, bana yakışacağını düşünüyorlar, tövbeler olsun!
DERGİ DEĞİL
Ayrıldık, dayanamadım. Bu adamlar beni sevmedi, ben de onları. Benim isteklerim ne kadar fosmuş, bu fos istekler yüzünden ben, çok sevdiğim, çok iyi bir adamı üzmüşüm. Bilememişim ki o benim için de ağlarmış, görememişim. Allah dede de “Al sana!” demiş. Ondan benim burnum boktan çıkmıyormuş.
O çok iyi bir insan (kriter 1), beni de çok seviyor (kriter 2). Dahası ben de onu çok seviyorum (kriter 3), salak da değil (kriter 4), balık burcu da değil (kriter 5), ruh sağlığı da yerinde (kriter 6).
“Geriye kalan her şeyiyle, onu olduğu gibi kabul ediyorum.” diyememişim ben. İlişkilerimde beynimle ya da kalbimle hareket etmem, örneği tecrübeyle ve anlattığımla sabit. Az önceki salak kelimesi bana gelsin. Ama benimki büyük harflerle yazılsın.
DEĞİL
BANKACI ARİF HASRET GÜLŞAN
Üniversite yıllarının ilk zamanlarına sık sık dönmeye başladığım günler artarak çoğalmaya başlamıştı. Yani eskimiş fotoğraflar, o buğulu görüntüler nutuk atarken, gözümün önüne uzun yollar gibi serilmesini anlamlandırmaya çalışıyordum. Geç kaldığımız otobüs duraklarını anımsatıyordu çoğu zaman. Sabahın ayazını hatırlar gibi oluyor bazen gözlerim, gözlerim daha çok şeyi hatırlar gibi oluyordu. Yüreğim ise zamanın içinde sıkışmış, karasal iklimden nasibini almış rüzgârın pencere kenarlarından sızması gibi sızıyordu. Tarih bizi yanıltıyordu belki, anıları yolda dökülen bir bankacı sözüydü bu. Akşamları yalnızlığımı bir kenara bırakıp balkona çıkıyordum haftada iki kez en iyi yaptığım işti belki. Mandalları, çamaşırları toplarken daha çok iyi anlıyordum bunu. Bir bankacının en mutlu eylemidir çamaşır toplamak. Mesai bitimlerinde Karanfil’in önünden geçip, metroya inerken bir film olsaydım soundtrack’ım “Evgeny Grinko – Valse” olurdu diye mırıldanıyorum.
DERGİ DEĞİL
Merdivenlerin her basamağında yükselerek çalıyor o müzik en derinde. Selma benden iki üst sınıftı, çamaşırların kuruduğuna dair hesaplar hep vardır bir bankacı için. Tarih bizi yanıltıyordu ve üniversite yıllarımın ilk zamanları benim alnıma bir namlu gibi dayanıyordu. Bir şiirde rast geldiğim bir dize vardı “manavlar da şiire inansın diye kırmızıydı belki elmalar”. Selma’yı pek tanıma şansım olmamıştı ama her merhaba bir şiire dönüşüp satır satır dökülüyordu yanımdan geçerken. Bir bankacının hayatta çok beklentileri olmaz, Selma’yı hatırladıkça daha iyi anlıyordu. Karlı yollar geçiyor ansız çok zamansız, bankada işler her zaman yoğundur. Sonra baharı anımsatan bir koku gelip dayanıyor burnuma, bahar aylarını takvimlerden çıkarttığımda üniversite yıllarımdı. Bir gülümseme ne felsefe bırakır, ne Spinoza. Selma’yı hatırladıkça baharı anımsatan o koku tüm duvarları yıkan bir hâl alıyordu. Bir bankacının en büyük sorunu yemektir, son dakika haberleri geçerken televizyonlarda. Siyaset tüm ülkelerin veremi olmak için çabalarken, Selma’yı hatırlıyorum yine. Ansız ve zamansız gelişen hatırlama eylemlerine şükrediyorum. Başbakan çıkıp ani çıkışlar yapıyor, ülke yine karışıyor. Annem de olmasa.. Selma’yı üniversite yıllarımın ilk zamanlarında bıraktığımdan bu yana annem oyuncağı kırılmış bir çocuk gibi bu yaşıma kadar onardı. Annem arıyor, bir bankacıya verilecek en büyük davet akşam yemeğidir. Selma’yı hatırlamak, akşam yemeği derken başbakanın sesi.. “Bizler!”..
DEĞİL
SİMGE İKTÜEREN
ZEYTİN ONUR TUTAR
“Ne zaman ki bir kadın, erkek, çocuk sokağa çıkıp insan hakları için, demokrasi için, kendi kaderini kendi belirlemek için, özgürlük için ayağa kalksa dünyanın geri kalanı ona borçludur.” Roger Waters Oturduğum bankın karşısındaki zeytin ağacı takılıyor gözüme. Kendimle başbaşa kaldığım anlarda, kuzey yıldızı söyler bana güneyde özgürlüğe koşan çocuklarının ezgisini. O ezgi ile başlıyor ömrümün film şeridi. Yıllardır hayalini kurduğum şehirdeyim. Üniversiteye geleli iki yıl olmuş. O gecenin üzerinden iki koca yıl geçmiş. Dünya güneşin etrafında iki tur atmış. O gece doğan çocuk bugün koşmaya başlamış. Önümdeki zeytin ağacı iki hasat vermiş . Hayatta her şey değişmeye devam ediyor. Anıların izi kalıyor geride. Saat henüz 12 olmamış. Kahvaltıyı es geçip, çayımı alıp televizyon karşısına kuruluyorum. Üçlü koltukta ayaklarını uzatıp, televizyon izlemek gibisi yok. Haberlerde, bir parkın etrafına çadır kuran insanlar var, ağaçlar kesilmesin diyorlar. Sonra abiler geliyor, “Vay sen misin çevreci?” deyip, Allah yarattı demiyorlar. Sonra birileri, ‘ya kardeşim bu ülkede demokrasi, adalet yok mu?’ diyor. Abiler onları da çok fena dövüyorlar. Adamın biri “Ya kardeşim ne vuruyorsun? Yasal hak değil mi bu?” diyor . Abiler adamın yüzünü bibere buluyorlar. Arkadaş, yetti artık deyip kalkıyorum üçlü koltuktan çayın son yudumu içip, bırakıyorum masaya. Armutlu’ya arkadaşlarımın yanına gitmeye karar veriyorum. Giyinip kapıya yöneliyorum. Kapı bildiğin duvar. Annem kitlemiş. ‘Oğlum Allah aşkına gitme bak sınavına şunun şurasında bir hafta kaldı, yavrum çok fena vuruyorlar, gitme yavrum’ diyor kadıncağızın gözünden yaşlar süzülüyor . Babam da oradadır deyip ikna ediyorum onu, konuşup anlaşıyoruz. Çok önlere gitmeyeceğim diye söz verip koşuyorum Armutlu’ya. Babam, tabi ince uzun boyuyla onu görmemek mümkün değil.
DERGİ DEĞİL
-Naber baba. - İyi olacağız oğlum sen nasılsın? - Dediğin gibi. -Bak şimdi birazdan abiler biber festivali verecekler . Oğlum iyi dinle şimdi burayı. Biber attıklarında nefesini tut, içinden kırka kadar sayarak koş ama sakın arkana bakma beni düşünme, koş sadece koş. Babamın cümlesi biter bitmez abiler saldılar biberleri. Babamın taktiğini uygulayıp koşmaya başladım. Ama Nuh’ un şehrinden kaçan çocuk gibi bende ‘arkana bakma’ sözünü tutamadım. Geriye baktığımda bir kadının sırtını sıyıran biber, ayağımın yanına düştü . O sıra babamla sarılıp bir dönerciye zor attık kendimizi. Babamla uzun süre sonra yaşadığımız ilk anıydı bu. -Baba seninle gaz yemek ne güzelmiş be . Bir daha yiyelim mi ?.. - Gel yüzüne su dök salaklık etme. O günün gecesi, yüzüme su döktüğüm sokağın başında düştü toprağa Abdullah. Onun için ağladı insanlar. Armutlu onun adıyla yankılandı. Oradaki herkes Abdullah’ın yerinde olabilirdi. Belki şans eseri bir kaç adımla kaçıp kurtuldular. Bir kentin, ülkenin içindeki şiire atıldı her biber, her sopa, her tekme. Abdullah’ın ardından Ali İsmail ve Ahmet de önümdeki zeytin ağacından düşen zeytin taneleri gibi düştüler toprağa. Aynı mahallenin çocuklarıydık, aynı ezgilerle halay çeker, aynı sokakta top oynar , aynı dilde küfreder, ekmeği aynı fırından alırdık. O geceden sonra, giden dostların ardından batan güneşin inadına, yitip giden günlerin karanlığında boğulmayı kabul etmeyeceğim dedim kendime. İçimizden özgürlük ve adalet arayışı, yüzümüzden gülümseme eksik olmadığı müddetçe, onların düştüğü topraktan zeytin ağaçları filiz vermeye devam edecek.
DEĞİL
A Y I N Ayın vahşeti: Farkhunda'nın katli
ayın kaybı: Zeki Alasya
ayın sanat akımı: ekspresyonizm
ayın kitabı: Bülbülü Öldürmek
E N L E R İ
ayın yazarı: Erich Fromm
ayın şarkısı: Bob Dylan One more Cup Of Coffee
ayın klasiği: bir puan verirseniz taktir alıyorum
A Y I N
E N L E R İ
ayın isyanı: nem çok nem
PARÇALI BULUTLU ECE KANBER
Elime alamadım bir türlü kalemi. Korkuyorum artık yazmaktan. Birini sevdim bir kere yazdım, çok yazdım olmadı o iş. Sonra günlük yazdığım zamanlarda kötü şeyler yaşadığımı fark ettim. Ben de yazmadım. Günlüğümü de zaten uzun süre görüşemediğim bir arkadaşımla konuşmak için beş dakikamız varmış gibi o ara olup biten her şeyi çarçabuk anlatıyormuş gibi yazıyordum. Korkuyorum işte yani, takıntılarım elimi o güzel kalemlere sürdürmüyor. Kağıtlarla aram iyi ama. Bugün yazdım. Niye? Çünkü yazmak güzel. İlkokul arkadaşımla 40 yaşıma geldiğimde karşılaşmışım gibi hissediyorum. Bu kadar da basit. Anlatamadığın şeyler varsa ve onları yazabiliyorsan, yazarken avcunun içinde beliren o ağrıyı seviyorsun. O ağrının geçmesini her şeyini ortaya dökmüş olmanın verdiği hafiflikle bekliyorsun. Bu güzel bir his. Bir sigara yakayım. Bu ara çakmaklarla aram iyi değil. Burada sigara yakmak ayıp değil, değil mi? Tamam. Müdahale etmenin ne kadar kişiliksiz bir eylem olduğunu hiç düşündün mü? Iyi niyetle yapsan ortaya çok kötü bir sonuç çıkabilir aksine iyi de çıkabilir. Kötü niyetli yapsan sonuç kötü olabilir ama iyi de olabilir. Ben de insanlara müdahele ediyorum. Başlarına kötü bir şey gelmesin diye -çünkü ben geleceği görebiliyorum- kendi bildiğimi yapmalarını söylüyorum. O yüzden benim müdahalemin adı kötü niyetsiz bencillik. Hatta o müdahale bile değil. Ne münasebet.
DERGİ DEĞİL
Ama güzel olsun her şey, mutlu olsun herkesler diye yapıyorum, vallaha. Çünkü herkes mutlu olursa ve o mutluluk onlara "yeterse" kıskançlık olmaz, hırs olmaz, kimse birbirini harcamaz. Sabah insanlar birbirlerine günaydın, akşam insanlar birbirlerine iyi akşamlar der. Ne güzel olur. Ben kendimi bir yerlere yakıştırmaya çalıştım hep. Yapbozun eksik parçasıymışım mesela, herkes beni aramış. Koltuğun altında bulmuşlar da tamamlanmışız gibi bir his yaratmak istedim çevremdekilerde. Bazı yapbozlarda hiç kaybolmadım ama. Bazılarındaysa gittim elektrikli süpürgenin içine girdim, fark etmediler çöpe attılar. Bir keresinde de beni doğru parça sanıp yanlış yapboza koydular. Hep bir iz kalmış ama bak. Herkesin bir çiziği vardır herkeste. Olsun da zaten. Unutulmak en kötüsü. “İstediğim gibi mi her şey?” diyorum bazen oturup düşünüyorum. Böyle bir şeyin olması mümkün değil. Zaten olmayacak deyip oturmak da olmaz ki ama. Ses çıkar ki, kendi sesini tanı. Bazen kendisine, bazen ailesine, bazen de herkese isyan etmeli insan. Zaten isyanlar hayallerin sonuçlarıdır. İsyanlar hala umut bağlayacağım dalların olduğunu söyler bana. Biraz da realist olabilirim belki büyüyünce ama çok değil. Daha yemediğim çok yemek var. Hayal peşinde de koşarım bazen ama yine de Alice ile mesafeli bir arkadaşlığım var. Bazı şarkıları dinlerken sözleri yazanın ya da şarkıyı besteleyenin beni takip ettiğini düşünüyorum. Sana da oluyor mu? “Bana yazmış onu ya kaçarı yok” diyorum sonra da gülüyorum. Kendimi güldürürken çok eğleniyorum. Sonra kendime hediye alıyorum, paketi açarken içindekini unutup heyecanlanıyorum. “Kendine biraz vakit ayır, kendine bak” diyor insanlar bana. Kendime hediye alıyorum ben, kendimi güldürüyorum. Sen yapıyor musun? Yapmalısın bence. Nereden nereye geldim. Affet kafamın içi parçalı bulutlu. Ben şimdi gidiyorum. Dondurma yiyeceğim.
DEĞİL
DÜŞÜNCENİN İSTEKLERİ UMUT ÖZAN
Herkes tarafından yalancı olarak nitelendirilen, her lafı yalan olan bir adamın “Ben yalancıyım.” demesi kadar komikti hayat. Ve fakat komik olduğu kadar da düşündürücü. Nereden geldi ki şimdi bu aklıma? Paradoks mu diyorlardı buna? Akla böyle şeylerin nasıl ve nereden geldiği bilinmez zaten. Ama bir bilinse… Nasıl bir kaynak, nasıl bir hazinedir orası şimdi? Düşüncelerden oluşan. Sırası gelenin gittiği. “Gitti yine.” diye söylenecekler belki giden arkadaşlarının arkasından; ama bir tarafta da “Nereden geldi şimdi bu aklına?” gibi sorular duyan biri olacak. Bu biri, eli mahkûm misafir edecek geleni. Ama düşünce duramaz ki öyle yerinde. Geldiği yerden, kaynağından kopmuştur artık. Bir yerde sabit kalamaz.Kalmamalıdır. Tamam, misafir olur, yola çıktıktan sonra gidecek bir yer bulur; ama yetinmez bununla. Devam etmek ister yoluna. Ee, haklıdır da. Fakat yoluna etmek isterken bir parçasını misafir geldiği akılda bırakmayı da ihmal etmez.
DERGİ DEĞİL
Çünkü gittiği yerlerde kalması gerektiğini de iyi bilir. Niye böyledir peki? Nereden geldiğini bilmediğimiz –aslında bilebileceğimiz- bu düşünceler neden hep hareket halinde olmak ister? Akıldan akıla, insanlara, topluma… Neden hep gitmek ister? Gitmeli midir? Neden duramaz yerinde düşünceler? Duramaz da neden insanları farklı maceralara sürükler? Cevabı Ursula K. Le Guin veriyor “Mülksüzler” adlı bilimkurgu romanında: “Düşüncenin doğasında iletilmek vardır: yazılmak, konuşulmak, gerçekleştirilmek. Düşünce çimen gibidir. Işığı arar, kalabalıkları sever, melezlenmek için can atar, üzerine basıldıkça daha iyi büyür.” Güzel cevap bulduğumu düşünüyorum. Düşünüyor muyum? Güzel olduğunu düşünüyorsam, düşüncemin isteklerini geri çevirmemeliyim. Yazayım, konuşayım, gerçekleştireyim o zaman. Üzerine de basayım da daha iyi büyüsün. Eh madem böyle bununla ilgili bir şeyler yazayım. Belki dergide yayınlarız. “Herkes tarafından yalancı olarak…”
DEĞİL
ALİ LİDAR YAHUT KIRMIZI TUBORG’DAN ÇIKAN CİN HOSİYEN TEKÜR “Sana dük diyorlar, sakın olma.” Ali Lidar kimdir sorusuna küçük bir paragrafla cevap verelim: 37 yaşında. Eskişehir’de doğmuş ve hala orada yaşamakla uğraşan, Eskişehir Anadolu Lisesi’de 16 yıldır Felsefe öğretmenliği yapan, hayatının son beş yılında da mürekkep yalamaya başlayıp günümüz yazar/şairleri arasında kendine yer bulan şahs-ı mübarek. Bu yazıyı yazma sebebim Ali Lidar’ın mükemmel bir edebiyatçı olması –ki zaten öyle bir durum yok, yazdıkları edebilikten ziyade samimidir zannımca.- değil. Yazmamdaki amaç bir “öğretmen” olarak kendini edebiyatla haşır neşir kılıp, günümüz yazınında boy gösterebilmiş olmasıdır. Onun bu yükselişi ben ve benim gibi kalemsever öğretmenleri cesaretlendirmekte, yazmaya teşvik etmektedir. (Yazdıklarım elbette bir değer taşımıyor ama yazmaya başlamamda ondan cesaret buldum.) Şimdi de onun kişisel hayatına dair birkaç ipucundan bahsedelim. Bir işçi ailesinde büyümüş. Beşiktaş sevdalısı. Öğretmen ama bunu herhangi bir memuriyetten farklı görmüyor. “Ben süper bir öğretmenim, burası da Ölü Ozanlar Derneği.” kafasında değil, yani ısınamamış mesleğe ama hepten uzak değil, öğrencilerle olmaktan keyif alıyor. Kadınlar ve aşk konusunda yanlış ata oynamış, o günden sonra da ganyana bulaşmamış ki bu durum onun “tesirsiz parçalar”ının var oluş sebebi diyebiliriz. İnsan sevmez, kitaplar ve orada bütünleştiği roman kahramanlarıyla vakit geçirmek ona daha cazip gelir. Bir uyku problemi var: günde üç, dört saatten fazlası haram. O da bu durumu avantaja çevirip kitap müptelası olagelmiş. –Günde en az beş saat kitap okuduğunu söylüyor bir röportajında.- Bir dük olarak onun sarayı yok, parkları var. Parklarında da biraları var. (18 yaşından küçüklerin bu paragrafı okuması endişe vericidir.) Özellikle kafasının attığı zamanlarda saat akşam onu geçsin geçmesin büfesinden Kırmızı Tuborg’unu alıp inzivaya çekilir. Küçük Prens’i hayatının merkezine koyacak kadar gözünü karartmış (Küçük Prens oyuncakları, farklı dillerde topladığı Küçük Prensler, Türkçe olup farklı baskılardaki Küçük Prensler...)
DERGİ DEĞİL
Eskişehir’in Tepebaşı’nda yaşar ve o toprakların “Dük”ü ilan eder kendini. Halk da hiç yadırgamaz, itiraz etmez duruma. Düklerinden memnundurlar. Biraz da edebiyata ve müziğe olan yaklaşımını konuşalım. Elbette listenin başında Küçük Prens geliyor. Saint-Exupery’nin o efsanesi, Ali Lidar’ı epey etkilemiştir. O Küçük Prens’i, Küçük Prens’in gülü koruduğu gibi sever. Daha sonra yalnız anlarında bir şekilde iletişime geçtiğini düşündüğüm Turgut gelir; Tutunamayanlar’ın Turgut’u.
(KPSS dönemimde Tutunamayanlar’a başlamış 200. sayfaya geldiğimde dersleri boşladığımı fark ettiğim için okumayı ertelemiştim, o iki yüz sayfa bile okuduğum birçok kitaptan daha iyiydi.) Ardından Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı ve kahramanımız Holden gelir. (Bunu da KPSS belasından hemen sonra okumuş fakat beklediğim tadı alamamıştım.) Daha sonra Perec gelir. Perec evet, o çılgın adam, soy ismindeki tek ünlü harf olan e’yi kullanmadan roman yazan aşmış insan. Baudrillard, Thomas Bernhard, Musil, Nabokov, Calvino, Dostoyevski ve İlhan Berk de değer verdiği ustalardan. Müzik konusunda da söyleyebileceğim tek şey: Arabesk, en çok da Ferdi Tayfur. 2014 yılı bana göre en çok da onun yılı oldu diyebilirim rahatlıkla. Önce çok sevdiğim OT dergisinde yazılarını yayınlamaya başladı. İlk yazısını gördüğümde kendi evladımın yazısı çıkmış gibi gururlanmıştım. Elbette bir de kitap çıkarttı. Tesirsiz Parçalar ismiyle. Bu kitapta blogundaki yazıları düzenledi. Bu yıl içinde de şiirlerini “Alengirli Şiirler” adlı bir kitapta topladı. Son Söz: Ona kalemin belini kıran bir yazar, imgeleri kanaviçe gibi işleyen bir şairmiş gibi yaklaşırsanız kulağımı kötü çınlatırsınız. Onu güzel hikayeler anlatan, -çoğunda hepimizden bir parça var- bir abi, bir dük gibi yaklaşırsanız sever, benimsersiniz. Önceden söylediğim gibi onun en büyük kozu samimiyeti. Belki elli yıl sonra kimse tarafından hatırlanmayacak ama biz bugün onu seviyoruz.
DEĞİL