Dergi Değil 3. Sayı - Mayıs 2015 Keyifli okumalar...

Page 1

DERGİ

DEĞİL SAYI 3

MAYIS ’15

EDİP CANSEVER Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka “...Bir oyun başka olamaz oyundan gibi Bir söz başka olamaz sözden gibi Bir şey başka olamaz bir şeyden gibi...”


Komite

ALİ S. HOSİYEN TEKÜR ONUR TUTAR UMUT ÖZAN

İletişim dergidegil@gmail.com instagram.com/dergidegil twitter.com/DergiDegil facebook: Dergi Değil

Not: Yayın içerisindeki yazıların, şiirlerin ve görsellerin hiçbiri reklam amacıyla kullanılmamıştır.

İÇİNDEKİLER

DERGİ DEĞİL


04 05 06 10 13 14 16 17 18 22 26 27 28 29 32 34 37 38 40 42 44 46

Nah: Sena DİZDAR Kül: Narin ÇİÇEKÇİOĞLU Ayalar ve Hâyâlar: Hosiyen TEKÜR İzmir İzmir: Onur TUTAR Helikopter: Fatmanur TONGUL Müsait Bir Yer: Umut ÖZAN Terminaller: Hasret GÜLŞAN AVM!: Evren BAŞER Taraftar Folkloru: Ali S. Balıklıgöl Mitosu: Süleyman YILDIZ Zaman Bir Kum Tanesi: Selim ONAY Yol Arkadaşım: Serap DEMİR Bir Yağmur Esintisi: Abdulkadir ÇIPLAK Yansıma: Aslı IŞIK Ayın EN’leri 25. Kare: Hosiyen TEKÜR İllustrasyon: Büşra Nur NERSE Boşluktaki Hoşluklar Onur’un TÜYAP Macerası: Onur TUTAR Minibüs: Özmen ÇOBANOĞLU Küçük Adam: Zeynep SAĞILTICI Film Karesinde Geçmeyen Öykü: Hosiyen TEKÜR


DERGİ DEĞİL

NAH Kırmızı ışıklı sahte bir gece Ağaçlar yapma, dublörler daha da sahte Konuşmalar yazılmadan önce tahmin edilmiş biliniyor cevaplar Cevaplar kısa, mutsuz, huzursuz Soruları sahiplenen köşe sokak hayvanları Noktalarda yollar tozlar arabalar Bilinmeyen gerçek siyah bir gece Korkular derin, telaşlar hızlı Ağlayan eller kollar bacaklar Kriz eşiğinde yokluk Varlığa ramak kala etten kemikten mahsur Mırıldanan bir son Sevişince gözler dudaklar; Beyaz soluk sisli bir gece Aç bir bel kemiği, damar, soluk Yolcu edildi bir gemisi, geçmişine küs kolların Geldi de gitti de ağırlaşmış diller Tamamlanan vücutlarda eski kanlar Kanlarda oluk oluk hüzün Hüzünde soluk soluk nefes Nefeste soluk beniz Yorgun. Yorgun. Yorgun. "Dikkatli olup uyuttum, şimdi rahat ol!"

SENA DİZDAR


KÜL Ve közlerin üzerine Öylesine bırakılan kağıt parçası gibi Önce ufaktan kararır altları Gökyüzünün yıldızsız gecesi misali Sonra bir alev bir alev ki sormayın En ucundan diğer ucuna kadar, O rengini tarif edemediğim alev; Gözlerindeki gibi O alev ki; Sönmeyecekmişçesine öyle kızgın Bir o kadar sakin Ve en az tenin kadar sıcak O yüzümü okşayan; Elin gibi, yumuşacık sımsıcak Sonra birden bir sönüş! Birden bir durgunluk! Az öncenin aksine bir burukluk Bir solgunluk ki şaşılır! Ama yinede hafif ateşimsi Hâlâ sıcak Sanki dokunsan alev alacak Dokundum yandım sonra mı ? Ben yanmamla kaldım O kül olup dağılmasıyla Daha da sonra; Cevabını bile bile Aklımda bir soru; ‘“dokunmasaydım tekrar alev alır mıydı?”

NARİN ÇİÇEKÇİOĞLU


DERGİ DEĞİL

AYALAR VE HÂYÂLAR Sokak lambasının dokunamadığı Ve ıslatamadığı haylaz yağmurların Tente altı Arnavut kaldırımlarında Amaçsızca yürümek üzerine deneysel Bir çalışma yapıyorum Civarımdan geçen insanların Üzerlerinde ne kıyafet olursa olsun Yere yansıyan tek tip gölgelerine basmamaya özen gösteriyorum Çünkü Red Kit'le tanıştığımdan bu yana Gölge ve ruhun birlikteliği üzerine Esrarengiz sorular dönüyor beynimde Ey...

Sokaklar çıkmazlığa varana dek Acılar gibi sonsuza değiyor Her köşebaşı ayrı curcuna Çantalı adamlar, çantasız adamlar Topuklu ayakkabı giymiş kadınlar, Giymemiş kadınlar İnsaflı insanlar, insafsız insanlar Özünde hepsi Tanrı ve şeytan arasındaki ping pong topları Ey ruh...


HOSİYEN TEKÜR Türk uyruklu dilenciler Kürt uyruklu dilenciler Suriye uyruklu dilenciler Uyrukları farklı olsa da - uyruk da neyse artıkHepsi kuyruklu dilenciler Kulakta nahoş çınlamalar Yalvaran gözler Yalvaran sözler Önlerinde beş lira Ceplerinde bin lira Makineye bir lira atıp alınan ürünler gibi Cüzi bir ücretle yapay iç huzuru sağlayan Ayaklı vicdanmatikler Ey ruh geldiysen... Pavlov’un köpeği hesabı Dilenci görünce ellerim Ceplerimde bozuk para tarıyor Sonra bakıyorum ağzımda salya -Canın cehenneme PavlovStaj günlerinden kalma Ceketimin iç cebinden peçete çıkarıyorum Ağzım kuru ve sıkı Sözlerim kimseyi yaralayamaz Ey ruh geldiysen geri...


DERGİ DEĞİL

Dilencileri dikiz aynamda bırakıyorum Ve unutuyorum bir anda Derken varoluşun dayanılmaz hafifliğini hissediyorum çünkü ayın on altısında cüzdan kaybetmek Müthiş bir hafiflik verir öfke ağırlığınca Çok kötü bir durumla yüz yüze geldiğiniz ilk an vardır ya Kalbiniz durmak Beyniniz solmak ister Nefes alamaz, kalakalırsınız İşte saat benim için tam olarak o an Ey ruh geldiysen geri dön... ben ayaklarını sürüye sürüye yürüyen Kumar masasından donsuz kalkmış Ama pantolonu ödünç alan o adamı yaşadım Önce tüm maaşı fondip yaptığım için kendime Sonra cüzdanı kaybettiğim için Yine kendime kızmış, küsmüş, dargın yürürken Ardımdan sümüklü, üstü başı sefalet kokan bir velet Bilmediğim bir dilde bir şeyler geveledi Muhtemelen dilencinin çocuğu İçimden sövdüm Koyun can derdinde Kasap kuşbaşı Sonra çocuğun eline baktım İçimdeki Ege türkülerine yenik düşüp “Yok gare” nidası koyuverdim Cüzdanım veledin elinde Bana gel beni kurtar diye yalvarıyor Ey ruh geldiysen geri dön dünya...


HOSİYEN TEKÜR AYALAR VE HÂYÂLAR

İki adımda çocuğun yanında bittim Tek harekette cüzdana uzandım Titreşik dudaklarımdan hangi duaların çıktığının ayırdında olmadan cüzdanı açtım Atam sevgiyle bana bakıyordu Yunus Emre bir ilahiye durmuş Itri acıklı ezgiler salıyordu etrafa Cüzdandaki paralar yerli yerindeydi Kuruşuna dokunmamıştı çocuk Mahcup şekilde geri döndüm Dilencilerin mekanına Vardığımda polisler dilencileri ve çocuğu paketlemişti Sokak artık daha hoş görünüyor. Bu tavrım adiliğe küçücük bir örnekti Ey ruh geldiysen geri dön, dünya kekredir.


İZMİR İZMİR Güneş bir varmış, bir yokmuş bu günlerde. Herhalde kendini masal diyarında zannediyor İzmir’de. Alsancak’ın ortasında yağmur aniden bastırıyor. Sanki bu anı bekliyormuş gibi sağımdan ve solumdan fırlayan seyyar şemsiye satıcılarının bağırışları arasında, karşı kaldırımdaki binaların altından yürümeye başlıyorum. Aklımdan,

DERGİ DEĞİL

Diyelim yağmura tutuldun bir gün, Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek, Öbür yanda güneş kendi keyfinde Ne de olsa yaz yağmuru dizeleri geçiyor. Nereye gittiğimi bilmiyorum, açıkçası çokta umursamıyorum. Keyfim yerinde . Su damlaları hücrelerime hayat versin diye çıkıyorum beton yığınlarının altından, aklımdan geçen şiiri kordon boyu denize okuyorum.


ONUR TUTAR Ben şiiri mırıldanırken yağmur denize, deniz gökyüzüne, gökyüzü kuşların kanadına karışıyor. Martıların çığlığı, asi dalgaların köpüğü, vapur düdüğünün ötüşü arasında yeniden doğmuş gibi hissediyorum. İzmir, adamı Zümrüdüanka kuşuna çeviriyor. Önce yakıyor sonra küllerinden yeni bir insan yaratıyor. Damarlarına kadar yaşatıyor bunu. Yağmur hafifliyor, güneş uzaktan göz kırpıyor. Canım ne zamandır bira içmek istiyor, tam zamanı diyorum. İskelenin karşısındaki büfeden iki bira alıp, kurumaya yüz tutmuş banka efendice oturuyorum , deniz karşı masamda. Biramı yudum yudum içmeyi, şişe üzerinde bıraktığım damlalarının cam üzerindeki dansını izlemeyi seviyorum. Aniden bisikletli bir çocuk önümde durup çiğdem isteyip istemediğimi soruyor. Teşekkür ediyorum. Küfreder gibi bakıp, basıyor pedala. Almadığım için üzülüyorum. Ardından seslenip çağırmak da istemiyorum. Bu çıkmazdan kurtulmak için kendimi deniz kuşlarının sesine bırakıyorum. Öyle de gamsız bir adam oldum son günlerde. Kalan bir kaç yudum birayı içtikten sonra şişeyi siyah poşete koyuyorum. Gözlerim köpüklü kıyıların serin mavisine takılıp kalıyor, dalıp gidiyorum. Ne kadardır öyle durduğumun farkında değilim, kendime geldiğimde sağ tarafımda bir gölge olduğunu fark ediyorum. İlk başta anlam veremiyorum. Başımı karaltıdan yan çevirince, bankın boş olduğunu zannettiğim tarafında oturan kadının, bana baktığını görüyorum. Omzuna kadar gelen saçları bana gotik resimleri anımsatıyordu, sağ alt dudağındaki piercing ile oynuyordu. Ne zamandır oradaydı? Kimdi bu kadın? Ne diye yanıma oturmuştu?


ONUR TUTAR İZMİR İZMİR

DERGİ DEĞİL

Hiçbir fikrim yoktu . Bank babamın malı değildi sonuçta. “İsteyen gelip oturur bir şey diyemem” diye cevaplıyorum kendimi. Başımla selam verip önüme dönüyorum. İkinci biram kucağımda kordonu izliyorum, karşımda çingene bir kadın zorla genç kızın el falına bakıyor, rüzgar yavaş yavaş ensemi okşuyor, sol yanımdan el ele bir çift geçiyor. Onların mutluluğunu görünce aklıma sevdiğim kadınlar geliyor. Hiçbiriyle denizi izleyip, hayal kuramadığımı anımsıyorum. Ne tuhaf, hiç zamanları olamamıştı. Ya da istememişlerdi bunu. Ne istediklerini bilmiyorlardı çoğu zaman. Onların değişip, dönüştüğünü izlemek yerine Sartre’ ın Duvar’ındaki Gris gibi mezara girmek daha çekilir bir durumdu. Tatmin olmayı bekleyen egolar, ilişkilerinin bel kemiği haline gelmiş taktikler vardı. İnsanlar strateji oyunu mu oynuyor, sözüm ona aşk mı yaşıyor anlamıyordum çoğu zaman. Kaçan olduğu sürece kovalayan olacaktır, önemli bir hamle bu. Sen de en iyi defans hücumdur, mantığıyla yürüyeceksin sonra bunun adına aşk diyeceksin. Böyle şeyler bana göre değil diyorum. Mantığımın duygularımla mücadelesiydi bu. İçimdeki masalın can çekişmesiydi.Belki yanımda oturan tanımadığım bu kadında benim gibiydi, kim bilir? Daha fazla düşünmek istemiyorum. İkinci birayı açıyorum. Kadın sigarasını uzatıyor. Kullanmıyorum ayağına yatmaya gerek yok. Tereddüt etmeden alıyorum. O da birasını açıyor. İskeleye doğru bakıyorum. Güneş kızıllar içinde batmaya, çingene kadın falını bitirmeye, sevgililer öpüşmeye yelteniyor. Sigara için teşekkür etmediğimi fark edip mahcup bir edayla sağıma dönüyorum ancak bej renkli çantamdan başka bir şey göremiyorum.


HELİKOPTER

Eğer tüm gün kurallara uymuşsan mesela arkadaşına vurmadıysan, parmak kaldırarak konuşmuşsan, sıra olurken Arkadaşının önüne geçmediysen ve daha birsürüsü... o zaman öğretmen gün sonunda eline istediğin resmi çizer. Mesela helikopter gibi. Helikopterler mühim, ciddiyet gerektirebilir. Helikopter resmi gerçek helikopterinin olmasından daha mutlu edebilir.

FATMANUR TONGUL


DERGİ DEĞİL

MÜSAİT BİR YER Kimse kalmadı. Kaldıysa da o görmedi. Görmek istemedi. Onu görenler gördüklerine şaşırmıyorlardı. Çünkü ortada şaşırılacak bir durum yoktu. Vardıysa da onlar bunu fark etmedi. Fark etmeleri için kendilerini görmeleri gerekiyordu. Şaşırılacak şey buydu. Kendilerini görmüyorlardı. Kendini görebilen bir tek o kalmıştı. O da diğerlerini daha fazla görmek istemiyordu. Düşünmüyorlardı çünkü. Var idiler ama gerçekleşmiyorlardı.

Hayal etmiyorlardı.

Ediyorlar ise de bunu bilmiyorlardı. Bilmek başka bir şeydi. Işıkların aydınlattığı yerler vardı. Ortalık görünüyordu. Ama ışığın içinde onlar birer karanlıktan ibaretti. O vardı bir tek kafasında ışığı taşıyan. Işık parçaları çıkmak istiyordu. Ya da o, öyle sanıyordu. Dışarı çıkmak isteyen ışık; gezmek, yeni yerler görmek, başka ışıklarla tanışmak, daha büyük ışıklar oluşturmak istiyordu. Dayanamadı o. Haykırdı ışığın fazla olmadığı bir sokakta. Bağırdı. Salıverdi dışarı çıkmak için can atan ışık parçalarını. Birden aydınlanmaya başladı sokak. Haykırdı o. Belki de haykırdığını sandı. Belki de sessiz bir çığlıktı onunki. Bakıp da görmeyenler görsün, görebilsin istiyordu.

Haykırdı o:

“Yüklenin umutları. Sırtınız, eliniz, kolunuz ağrısın. Ağrıdıkça taşıyın. Taşımak için daha da fazla umutlanın. Hep birlikte götürün o umutları hep götürmek istediğiniz yere.

Hatırlayın.


UMUT ÖZAN Ağlayın. Gözyaşınız görür belki. Görür de durmak istemez artık teninizde. Damlar belki bir yere. O ulaşır belki gördüklerini anlatacağı bir yere. Belki bir denize kadar ulaşır da anlatır tüm göremediklerinizi. Duyunca taşar deniz. Tutamaz öyle içinde. Gelir ta dibinize kadar sonra. Gelir de yutar belki sizi de. Yutar da sizden daha duyarlı olabilen gözyaşınızın sebep oluşuyla taşan denizde boğulursunuz belki. Düşün! Düşün ey görmeyen. Bir gözyaşı neleri değiştirir? Gör artık! Düşün! Yüklendiğin umutları taşımayı bıraktığın yeri düşün. Git oraya! Geri al umutlarını. Hayal et! Hayal ettiğin yerlere götür artık taşıdıklarını. Kafanın içindeki ışığı da götür. Aydınlat gittiğin yerleri. Taşıdıklarını paylaş. Paylaş ki taşıyacak daha büyük şeyler bul. Düşün! Her şeyden önce düşün! ‘Kimse kalmadı’ dedirtme. Tek düşünen, tek gören beni gör. Beni gördüğünde kendini görebileceksin. Düşün! Düşün, işte o zaman başlayacaktır düşün. İşte o zaman kaldığı yerden devam edecektir düşün.” Sustu o. Dışarı çıkmak için can atan ışıklar, önce sokağı aydınlattı ve sonra dağıldı dört bir yana, hedeflerini bulmak umuduyla. Onun kafasından çıkan bu ışık parçalarının en önemli özelliği de umutlarının hiç bitmemesiydi. Umutlarıyla birlikte yola koyuldular. Kısa sayılmayacak bir süre sonra, belli aralıklarla şehrin sokaklarından ışıklar yükselmeye başladı.

Aydınlanıyordu kimseler!


DERGİ DEĞİL

TERMİNALLER İzmir otogarına geldiğimde saat henüz erkendi, yine geç kalacağımın hesabını yapıp erken gelmiştim. Ama terminalleri seviyorum, hüzün kokuyor ve telaş kopuyor her zaman. Yine erken gelmiştim her şeye geç kalınmıştığın bir tesiriydi bu belki. Terminal kabalıkları yalnızlığı daha soyut gösteriyordu bana, oturup bir kenara sigara yakıp izlerken zaman geçip gidiyordu her şey gibi. Huzur Turizm’e gidip peron numarasını öğrendikten sonra perona doğru yürümeye başladım, bir hüzün alıp götürüyordu. 56. Perona geldiğimde insanların, çocukların yüzlerine baktım. Sanki valizlere çaresizliklerini yükleyip kaçmak istiyorlardı buradan. Huzur Turizm’den alınan biletin hüzüne yolculuğunu yaşıyordum şimdi. “Hüzün Turizm, çaresizliklerin yük olduğu firma” diye kendi kendime mırıldanırken gömleğimin cebinden buruşmuş sigara paketimi çıkarıp bir dal yaktım ve o şiiri okudum; “çaresizliklere, yoksulluklara, bir sigara yakıyorum yeniden, acıyı yıkan duvar, göğü kucaklayan duman, yüreği pençeleyen kartal, gözümü öpen bir kadın. Her şeyi kenara bırakalım hadi biz sevgiyle bakalım, sensizliğe giden mevsim, bombalanan bir ağustos gecesi sonbahar gibi dökülen insan gecikmiş eylül. Geç kalınmış otobüsler, sevişmek için terminaller, çocuklar, kadınlar, haydi şimdi sevgiyle bakalım, ne çıkar sevgiyle bakalım en fazla ne çıkar.”

HASRET GÜLŞAN


AVM!

#FOTOHİKAYE

Ben neden annemi dinlemedim ki! Kadın, kadından anlar. Evladım alma bu kızı, bak çok üzülürsün dedi. Dinlemedim. Çok yoruldum. Ama çok yoruldum. Bitmiyor kadının alışverişi. Boşasam diyorum, olmuyor çocuk var arada. Çin’de beş saat sevgilisi tarafından AVM’de dolaştırılan Çinli adam intihar etmişti, ikincisi Türkiye’den çıkmak üzere. Ah be Sevtap geldi şimdi aklıma. Nasıl kaçırdım o kızı be. “Sen olsan yeter” diyordu hep. “Mutlu olalım, ben bizden başka bir şey istemem” demesi yok muydu? Ama ben ne yaptım? Gittim bu manyakla evlendim. Biz erkekler böyleyiz işte. Elimizde olmayanı arzularız. Neymiş bu kadın çok bakımlıymış, kendine bakıyormuş, seksiymiş… Al sana seksi. Tut elinde şimdi bu poşetleri. Şikayet et dur kendi kendine Remzi. Ah Remzi. Ah! “Efendim hayatım. Tamam, tabii o mağazaya da gidelim. Geliyorum hayatım, geliyorum” Remzi, ben senin kalıbını …

EVREN BAŞER


DERGİ DEĞİL

TARAFTAR FOLKLORU

Maça gitmek sadece sahada koşup duran 22 kişiyi izlemekten ibaret değildir. Maç gününün bir takım ritüelleri vardır. Taraftar için o gün manevi ağırlığı olan kutsal bir gündür. Sabah evden çıkışından maç sonrası pankartları toplayıp eve dönene kadar bu ritüeller devam eder. İşte bunlar taraftar kültürünün incelenmesi gereken bir bilim alanı olduğunun göstergesidir.


ALİ S. Folklor, halkın geleneğine bağlı maddi ve manevi kültürünü kendine özgü metotlarla derleyen, araştıran, sınıflandıran, çözümleyen ve halk kültürü üzerinde değerlendirmeler yapan bir bilimdir. Herhangi bir olayın folklor biliminin araştırma sahasına girebilmesi için bir takım ön koşullar vardır. Şimdi bu koşullar taraftar kültüründe var mıdır tek tek bakalım:

1) Halka Ait Olması Taraftar kültürü hiçbir baskı aracıyla dayatılarak oluşturulmamıştır. Farklı ülkelerdeki kültürler sentezlenip her ülkede kendine özgü bir yaşayış oluşturulmuştur. Bu oluşum tepeden inme değil halkın bağrından çıkmadır.

2) Sözlü Geleneğe Dayalı Olma Kültürün aktarıcısı dildir. Geçmiş zamanlardan bu yana bu işlevi konuşma dili yani sözlü gelenek üstlenmiştir. Tribünlerde de geçmişten beri ağızdan ağza

dolanan marşlar, sloganlar, eski futbolcuların efsaneleri bu madde için biçilmiş kaftandır. İnternetin gelişmesi ve sosyal ağların yaygınlaşmasıyla birlikte yazı dili sözlü dilin bu misyonuna yarenlik etmektedir fakat tribünde ağızdan ağza dolanan bir efsaneyi yazı ile aktarmak tam olarak mümkün olmayacaktır. Zaten tribünde bestelerin oluşumuna katkı sağlayanlar pek tahsilli değillerdir. Tıpkı Karacaoğlan’ın Yunus Emre’nin tahsilli olmadığı gibi…

3) Anonim Olması Tribün ürünlerinin nerden çıktığını bilen var mı? Falanca bestenin altında Muhittin Yıldırım imzası gördüğünüz oldu mu? Tribünde bir anlık duygu değişiminden ortaya çıkan bir slogan tek bir kişiye mal edilir mi? Ya da taraftarının efsane polarını tasarlayanın telif hakkı istediği duyuldu mu hiç?


DERGİ DEĞİL

Bir takım gösteriş meraklıları dışında (Bilmem ne Mandıra Çatladıkapıspor’a başarılar diler gibi…) tribünlerde çıkmış herhangi bir kültür ürünü bir kişinin değil doğrudan doğruya o tribün halkının malıdır. Nasıl ki türkülerimiz bütün milletin ortak malı ise hep bir ağızdan takıma yakılan ağıt da taraftarın ortak malıdır.

4) Nesilden Nesile Geçerek Yayılması Küçük bir çocukken ezberlediğimiz her beste ayrı bir mutluluk verirdi. Yanımızdaki abinin ‘’Helal sana!’’ demesi pazartesi günü okulda anlatılacak sağlam bir anı olarak belleğimize kazınırdı. Atkı koleksiyonumuzdan bir parça alıp onu gururla boynumda taşırken yanıma gelen bi çocuğun ‘’Abi, nerden buldun o atkıyı? Güzelmiş.’’ demesi ayrı bir gurur vermez mi hala? O atkının hikayesi anlatılmaz mı hevesle?


Taraftar kültürü bir bilim 5)Belli Bir Coğrafyası ve Tarihi olarak araştırılmalı ve eğitimi verilmelidir. Sporda şiddet Geleneği Olması passoligle e-biletle değil, ancak spor kültürünün gerYırtık dondan çıkar gibi bir çek taraftarlık kültürünün anda ortaya çıkan ürünler yayılmasıyla folklorun konusu içine mümkündür. Futbolu çok giremez. Belli bir tarihsel sevdiğini iddia eden ülkemizde süreç içinde belli bir yerde futbol kitapları yayınevlerinin oluşmalıdır. Tribün depolarında çürümeye terk kültürünün evrensel yönleri edilmiş durumdadır. çoktur. Adana’nın Mavi Şimşekleri ile Livorno’nun Kitapların değer bulması , Otonom Tugayı’nın kardeş insanların şiddetten gerçekten olmaları, dünyanın her uzaklaştırılması isteniyorsa biyerinde büyük şehir takımlarının küçük şehirlerin raz hatta çok fazla klasik olacak takımları ile ‘’köylü’’ diye alay ama; eğitim şart! etmesi, forma renkleri… Bu liste uzar gider. Taraftar kültürünün bir kolu evrensel olsa da yerellikten asla kopamaz. Her yöre de kendine ait özellikler vardır.

ALİ S.

İngilizler oturarak maç izlerler, Almanların bayrakları meşhurdur, Arjantin’de tribünlerin ilk sıralarında koltuk olmaması yine o yöredeki ritüellerle alakalıdır.

TARAFTAR FOLKLORU

Tribüne küçük yaşta adım atmış her kişi ağabeyleri gibi olma hevesindedir genelde. Onların ağzından çıkacak her kelimeyi dört gözle beklerler. Tribündeki her şey ama her şey işte bu abi kardeş ilişkisi ile devam eder durur…


DERGİ DEĞİL

BALIKLIGÖL MİTOSU

Annie Stegg, Atargatis

Urfa, uzun yıllar Helen, Bizans, Roma ve İranlıların egemenliği altında kalmıştır. Özellikle kültür hayatı, dini ve sosyal yaşantısında bu kültürlerin izlerini görmek mümkündür. Bugün bile bir takım inanç ve geleneklerimizin gerisine baktığımızda bunların izini görmek mümkündür. Hatta W.A. Wigram’ın yazdığına göre “Aziz Yuhanna İncilinde bahsedilen İsa peygamber, Kudüs’e muzaffer bir biçimde girdiği gün Philip tarafından takdim edilmiş ve falanca

Yunanlılardır denilmiştir.” Urfa ve civarında oturanlara o zamanlar Yunanlılar deniliyor. Hatta 17.18. yüzyıla kadar Urfa’nın köylerinde dahi Cezar, Divi ve Cos gibi yazılara rastlanıyor. Urfa efsanelerinin birçoğunda Yunan mitolojisinin izlerini görmek mümkündür. Mesela Herkül’ün Fırat’ı Urfa’ya akıtması efsanesi sadece bunlardan biri. Bilen bilmeyen herkesin diline pelesenk olan Balıklıgöl ve İbrahim Peygamber efsanesi, gerçekten üzerinde durulması ve aydınlatılması gereken bir olgudur. . Balıklıgöl İbrahim Peygamber ilişkisini saf İslam akidesi çerçevesinde mi değerlendireceğiz, yoksa ortaçağ zihniyetiyle yobaz ve softaların görüşleri doğrultusunda mı? Balıklıgöl, turistik ve mistik bir mekân olarak elbette değerlendirilmeli; ama dine dönüştürülerek insanların inanç esaslarıyla oynanmamalıdır.


SÜLEYMAN YILDIZ Çünkü Roma-Bizans mitolojisi olan Balıklıgöl’ün kutsal olarak tarih sahnesine çıkışı bir balık tanrıça olan Derkote ya da Atergatis ile olmuştur. Atergatis, altı balık üstü kız olan bir tanrıçanın adıdır. Çevrede bu tanrıça adına yapılmış birçok tapınak mevcuttur. Bunlardan biri Ceylanpınar’daki Aynel Urus denilen mekândır. Hatta bu yarı balık yarı tanrıçanın Balıklıgöl’de batıp Aynel Urus’tan çıktığına inanılmaktadır. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Urfa’da da kutsal hayvan inancı oldukça yaygındır. Hindistan’da maymun ve inek, Urfa’da yusufçuk kuşu, güvercin ve balık, bu hayvanlardan sadece birkaçı. Urfa’da güvercinlerin yaygın olması; hatta kahverengi olan türlerinin uğurlu sayılması yine inanç eksenli bir gelenektir. Mesela Urfa’da yusufçuk kuşunun öldürülmesinin günah ve etinin haram olması halk arasında oldukça yaygındır. Bu inanış bile Yunan mitolojisinden bizim kültürümüze geçmiştir. Mitolojiye göre güzellik tanrıçası Venüs’ün arabasını kumru çekmiştir. Bildiğiniz gibi kumrunun Urfa’da kutsanması, güzelliği Kur’an-ı Kerim’de övülen Hz. Yusuf ’u düştüğü kuyudan kurtardığı içindir.

Dikkat edilirse Venüs ile Yusuf güzelliği, kumru ise bu güzellere hizmet eden bir hayvan olarak öne çıkar. Zaman içerisinde Venüs, Yusuf olmuştur. Efsane İslamileştirilmiştir. Atergatis’in bir balık olarak, bir de güvercin olarak efsanesi yaygındır. “Güvercinlerin kutsal olması, Yakın Doğu ve Yunanistan’da MÖ 2000’e kadar giden uzun bir gelenektir, bunlar çeşitli yollarla, aralarında Dea Syria (Suriye), Fenikeli Astarte ve Yunan Aphrodite’nin bulunduğu Egeli bereket tanrıları ile ilişkilendirilmektedir. Aphrodisias’taki olduğu gibi, Babil’de de güvercinlerin kutsal olduğu düşünülür. Çünkü Kral Ninos’un karısı, Kraliçe Semiramis ve kız kardeşi tanrıça Derkote-Atergatis’in bir güvercine dönüştüğüne inanılmaktadır. Bu özellikle Aphrodisias için ilgi çekici bir durum oluşturur; çünkü Ninos ve Semiramis, yerel kuruluş efsanesine dâhil edilmiş ve basilika frizinde Aphrodisias tanrıçası ile birlikte tasvir edilmiştir.” Balıklıgöl’ün doğuş efsanesi ise, gerçekte Atergatis efsanesinin yarı balık yarı kadın versiyonudur.


DERGİ DEĞİL

Bu efsaneye göre yine Balıklıgöl kutsalına baktığımızda, İbrahim Peygamberin ateşe atıldığı yerde; ateşin su ve odunun balık olduğu efsanesi önümüze çıkar. Oysa “Bu göl çok eskiden, balık tanrıçası olan kadim Süryani Derceto’ya (Dagon, Atergatis) aitti. Bu gölde günümüze kadar yaşayıp gelenler doğrudan doğruya bu tanrıçanın sazanlarının soyundan gelmektedirler.” (İnsanlığın Beşiği / Sayfa 37 / W.A. Wigram, Edgar T.A. Wigram) Zaman içerisinde bu yarı balık yarı kadın efsanesi(tanrıça)Balıklıgöl e fsanesine dönüştürülerek ve Müslümanların Urfa’yı fethi ile birlikte İbrahim Peygamber ile de ilişkilendirilerek günümüze kadar gelmiştir. İşin ilginci, Balıklıgöl efsanesini savunanların avamdan daha çok aydın geçinen ve ilahiyatçı kimliği taşıyan kişiler olmalarıdır. İlk kaynak sayılabilecek ciddi hiçbir İslam tarihinde Balıklıgöl efsanesi geçmediği gibi, Hz. İbrahim Peygamberin düştüğü yerde ateşin su, odunun balık olduğu da yazmamaktadır. Dahası, az buçuk İslam tarihi okuyan herkesin görebileceği gibi İbrahim peygamberin düştüğü yerde bir gül bahçesi oluşmuştur. Hatta Nemrut ateşe attığı İbrahim’i gül bahçesi içinde dolaşırken gördüğünde “Ey İbrahim senin tanrın benden büyükmüş. Ben ona yüz deve adak adıyorum.” demiştir. Bu özellikle Aphrodisias için ilgi çekici bir durum oluşturur; çünkü Ninos ve Semiramis, yerel kuruluş efsanesine dâhil edilmiş ve basilika frizinde Aphrodisias tanrıçası ile birlikte tasvir edilmiştir.” Balıklıgöl’ün doğuş efsanesi ise, gerçekte Atergatis efsanesinin yarı balık yarı kadın versiyonudur. Bu efsaneye göre yine Balıklıgöl kutsalına baktığımızda, İbrahim Peygamberin ateşe atıldığı yerde; ateşin su ve odunun balık olduğu efsanesi önümüze çıkar. Oysa “Bu göl çok eskiden, balık tanrıçası olan kadim Süryani Derceto’ya (Dagon, Atergatis) aitti. Bu gölde günümüze kadar yaşayıp gelenler doğrudan doğruya bu tanrıçanın sazanlarının soyundan gelmektedirler.” (İnsanlığın Beşiği / Sayfa 37 / W.A. Wigram, Edgar T.A. Wigram) Zaman içerisinde bu yarı balık yarı kadın efsanesi (tanrıça) Balıklıgöl efsanesine dönüştürülerek ve Müslümanların Urfa’yı fethi ile birlikte İbrahim Peygamber ile de ilişkilendirilerek günümüze kadar gelmiştir.


Bana göre Ayn Züleyha Gölü efsanesi de Yusuf-Züleyha aşkından uyarlanmış bir efsanedir. Büyük bir ihtimalle geçmişte Balıklıgöl ile Ayn Züleyha Gölü tek bir göldür. Bu göl zamanla içi dolarak ortadan iki ayrılmıştır. Hatta Ayn Züleyha kadın ismi olduğundan Artagetis’in Müslümanlaşması diyebiliriz… Balıklıgöl elden gidiyor diye feryat edenler, geçmişte etrafında saz evleri kurup ve saz kızları oynattığında niçin bu kutsala sahip çıkıp “Yapmayın günahtır, etmeyin, Peygamber makamıdır.” dememişler çok merak ediyorum.

SÜLEYMAN YILDIZ

Yine, İbrahim Peygamber-Urfa ilişkisini Tevrat’tan hareketle Harran ile ilişkilendirenler, İbrahim Peygamber’in Harran’da tek Allah inancını yaydığı için Sabiler tarafından kovulduğunu görmezden geliyorlar. Yine bu kişiler, dini bağlamda Tevrat ve İncil’in tahrif edildiğini söylerler; ama iş İbrahim Peygamber Urfa ilişkisine geldiğinde Tevrat’ı kaynak göstermekten çekinmezler. Hatta bütün İslam tarihçilerinin peygamberlerin hayatları hakkındaki birinci kaynağı Tevrat veya İncil’dir. Çünkü Kur’an-ı Kerim hiçbir zaman peygamberlerin doğum, ölüm ve yaşadıkları mekânla hakkında bilgi vermez. Tarih anlatmaz. Sadece mesaj verir. Peki, Balıklıgöl-İbrahim efsanesi’ni bir inanç meselesi yapabilir miyiz? Elbette bu bir iman meselesi değildir. Hiç kimse İbrahim Peygamberin Urfa’da yaşamadığını söylediğinde imanından bir şey kaybetmez. Çünkü Bizim imanımız İbrahim Peygamberin getirdiği tevhit akidesinedir. Yoksa Balıklı göl efsanesi ile İbrahim Ayn Züleyha aşkına değildir.

BALIKLIGÖL MİTOSU

İşin ilginci, Balıklıgöl efsanesini savunanların avamdan daha çok aydın geçinen ve ilahiyatçı kimliği taşıyan kişiler olmalarıdır. İlk kaynak sayılabilecek ciddi hiçbir İslam tarihinde Balıklıgöl efsanesi geçmediği gibi, Hz. İbrahim Peygamberin düştüğü yerde ateşin su, odunun balık olduğu da yazmamaktadır. Dahası, az buçuk İslam tarihi okuyan herkesin görebileceği gibi İbrahim peygamberin düştüğü yerde bir gül bahçesi oluşmuştur. Hatta Nemrut ateşe attığı İbrahim’i gül bahçesi içinde dolaşırken gördüğünde “Ey İbrahim senin tanrın benden büyükmüş. Ben ona yüz deve adak adıyorum.” demiştir.


ZAMAN BİR KUM TANESİ

DERGİ DEĞİL

Zaman bir kum tanesi Ne ele avuca sığar Ne de bohçada yük yapar. Göremezsin, var dediğinde. Hissedersin, yok dediğinde. Sonra anlarsın ki Zaman yokluğun içindeki varlık, Zaman doğumla ölüm arası, Kısacası zaman senden ibaret.

Geçmiş bir kalemde silinir mi yahut fotoğraflar da anılarla beraber yanar mı? İnsan tek başınayken neden tek başına değil? Neden kafasındaki dünya onu bir türlü rahat bırakmaz? Ve neden sonra tek başınayken ve üstelik karşında ayna yokken konuşmak bu kadar cazip gelir? Üstelik cevapsız sorular birbiri ardına seslendirilir ve sorulan her soru cevaplandırılacakmış hissi uyandırsa da cevapsızlığa içilmiş bir yemin gibi cevap hakkını bir sonraki soruya devreder. Ve tek kişilik sohbet sonlandığında elde kalanlar sorulardan ibaretken niçin cevaplar bulunmuşcasına bir rahatlama hissine kapılırız? Daha sonra nedense gözlerimizi kapadığımızda derinden gelen bir sese kulak veririz. Belki vicdan, belki akıl, belki de başka bir şey… “Maksat cevapları aramak değil, sorulara sıra numarası vermek.”

SELİM ONAY


Yazmaya verilmiş 14 yıllık aradan sonra Dergi Değil’den ilham alınarak yazılmış bu şiiri yayınlamaktan mutluluk duyuyoruz.

YOL ARKADAŞIM

Yıllar geçmişken elime kalemi almayalı, Cesaret edemezken içimi sessizce akıtmaya, Birden uzak bir ezginin notalarında sallandı yüreğim. Resmini çizmek istedim mütemadiyen kanatan hatıralara. Ne zordur direne direne yaşarken bir de organlarının isyanı, Sevgi, merhamet ve bir iyi niyet bekler ya senden tüm parçaların İşte öyle bekliyorum bir gün yüreğimdeki maskenin ardını tanımanı, Öylece meydan okuyorum çaresizliğine açtığın yaraların. Ben savaştıkça, haykırdıkça sesim büyümüyordu; ne garip Sadece hayallerim, tükenmiş yalnızlığımın sessizliğiydi büyüyen. Oysa bir yurt arayan mülteci edasıyla dolaşırken bedenim Nereden bilirdim ki vatanım, özgürlüğüm sen olacaktın en harbisinden. Ben seni ‘toprağım’ diye ruhumu içine gömmüşken Nedense hep geceleri bekledim tohumların yeşermesini. Nereden bilecektin ki münferit bir yürek özüne yerleşmiş Bekliyor hiç anlamayacağın, bilmeyeceğin direnişin zaferini. Şimdi titreyen gözlerimde bir burukluk, bir sancı Yüreğimse felaketinden başka herşeye yabancı. Soğuk gecenin fısıldadığı senfoniyi öylece dinliyorum Varlığıma söverek binlerce kere yalanlasam da ne mümkün; Seni on bin kere çok seviyorum. Ne mümkün yasaklar, ‘normal’ ile aram hiç iyi olmadı ki Sen bile karanlıkta düşerken aklıma Ben en uzak noktada bulduğum evimi, yüreğimi Farkında olmasan da kurmuşum senin toprağına. Özgürlük mü daha zor yoksa esir olmak mı diye sorarken Esarette sorgulama olmaz ama hürriyet yürek ister. ‘Bedeli ağır olur’ demişlerdi geride bıraktıklarım On bin kere toprağına karışmak için fütursuzca herşeye razıyım. Çünkü içimde değil, beynimde hiç değil Türkülerimde, dizelerimde, ekmeğimde Ve çocukları izlerken gittiğim tüm hayal ülkelerinde On bin kere sen varsın YOL ARKADAŞIM.

SERAP DEMİR


DERGİ DEĞİL

BİR YAĞMUR ESİNTİSİ Tane tane düşer dalından yapraklar Savurup uçurur usulca deli rüzgârlar Her biri en uzağa gitmek için çabalar Üzüntülüdür bazen bir yağmur esintisi Çıkarır toprak yeryüzüne şehvetli kokusunu Büyük bir ihtişamla donatır sağını solunu Elbet bulur doğru olan yolunu Sevinçlidir bazen bir yağmur esintisi Saçar bütün kâinata gökkuşağı görkemini Bir gülüş için açar capcanlı renklerini Hatırlatır çoğu insana bilmediklerini Tebessümdür bazen bir yağmur esintisi Gür bir sesle eşlik eder kuşların fısıltısı Hayata tutunur her bir kanat çırpışı Doğanın sanatı ne hoş ve ne görkemli Kusursuz bir güzelliktir bazen bir yağmur esintisi Düzenli bir işleyiş içinde kâinatın her zerresi Küçükten büyüğe tüm nesneler doğanın bir ferdi Eşsiz güzellikler yaşamın mucizevi çerçevesi Akıl almazdır bazen bir yağmur esintisi

ABDULKADİR ÇIPLAK


YANSIMA

Yüreğim subaşında bir ceylan Ya yakalanırsam korkusuyla Su içmeye çalışan, Yüreğin ceylanın gözleri Bakınca suya Kendi aksini gören, Evren suyun kendisi Kayboluşun adı belki Ayaklar ıslak Yürekler yangın yeri. Atıverse ceylan Soğuk suya kendini İçine girse aynanın Ordan seyretse âlemi Daha mı çok yanar Yoksa Bulur mu kimliğini?

ASLI IŞIK


TURGUT UYAR

DERGİ DEĞİL

"ve evler birbirlerinden eskirlerse ve eskiden olmak tükenirse, ve yalnızlığınızın bütün yakılmış mumları erirse ve sırmalı uykudan usul usul uyanırsanız korkmayın..."


EDİP CANSEVER

“Bir oyun başka olamaz oyundan gibi Bir söz başka olamaz sözden gibi Bir şey başka olamaz bir şeyden gibi Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa Ne gelir elimizden insan olmaktan başka Ne gelir elimizden insan olmaktan başka Ne çıkar siz bizi anlamasanız da Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasınız da”


A Y I N

ayın öğretmeni: Halil Serkan Öz

ayın en çok düzeltileni: Nisan/nisan

ayın felaketi: NEPAL

ayın sanatçısı: Eric Clapton

ayın en insanlık dışı hareketi: Fenerbahçe takım otobüsüne suikast

ayın kitabı: Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında/ Haruki Murakami

E N L E R İ


E N L E R İ

ayın en leziz festivali: 3. Eskişehir Doğaçlama Tiyatro Festivali

ayın sportif gururları: Trabzon Erdoğdu Lisesi’nin dünya şampiyonu olması & Fenerbahçe Ülker’in Euroleague’de Final Four’a kalması.

A Y I N

ayın yazarı: Yekta Kopan

ayın etkinliği: 20.İzmir Tüyap Kitap Fuarı

ayın sanat akımı: Dadaizm


25. KARE 1 Bir kadın 2 Bir erkek 3 Doğanın engel tanımaz çekim gücü 4 Otobüsü durdurmaya yarayan buton

DERGİ DEĞİL

5 Otobüste uyuyan ama tam ineceği yere yaklaşınca göz kapakları açılayazan amca 6 Kadının erkeğe Erkeğin kadına seyiren gözleri 7 Dombıra melodisiyle çalan telefonunu susmadan açmaya uğraşan deri ceketli adam 8

başkalarıyla göz göze gelmekten hoşlanmayıp rutin yolculuk zamanlarını israf etmemek adına çantasında her daim kitap bulunduran ve ilk koltukta haşin bir hamleyle ayracı sayfasından çekip başka dünyalara dalan genç. (Hey! 8. karede ben varım)

9 Kentkart bakiyesi yetersiz olup harıl harıl cömert bir bakiyeli kent kart sahibi arayan yolcu adayı 10 Kentkartı dolu olmasına rağmen yolcunun çırpınışını duymazlıktan gelip otobüs camından bir evin balkonundaki asılı çamaşırları izleyen duyarsız vatandaş 11 Yanıma kimse oturmasın diye koridor tarafına oturan yılların teyzesi 12 Orta kapıdan bebek arabasıyla giren taze anne


HOSİYEN TEKÜR 13

Belediye otobüslerinin hizmete geçtiği günden bu yana cama yapışık halde duran ve herkesin İD'iyle süper egosunu müthiş bir mücadeleye sürükleyen imdat çekici

14

Her gün hayat şartları adlı iğrenç düzen karşısında mağlup olarak istemediği işe, istemediği insanların yanına giden yaşamının henüz nisan ayındaki talihsiz genç

15 Kahvaltıda soğan yiyen amcanın yanındaki liseli kızın yüzüne kazıdığı memnuniyetsizlik 16

Yalnızlık nedir bilmeyen belki de kalabalığı yalnızlık ederinde sayan, günde yüzlerce elin sıktığı sarı tutamaç

17 Tekrar kadın Aşk reçelini sürecek bir dilim ekmeği olmayan ama her yolculukta başkasına aşık Deniz dalgalarının bıraktığı köpükler gibi ve sonra dalgaların tekrar aldığı Bir tekliği sürekli biçimlendiren Macerası duraklar olan kadın 18

Tekrar erkek Tak ettiği şeyleri var canına Her şeyin çiftine ırak Sanki halk ABD kendisi Irak Sinemaya dahi gidemeyen Çünkü korkar tek başına karanlıktayken Bir el arar Umut verecek, cesaret aşılayacak Ama bunlar pek ırak


HOSİYEN TEKÜR 25. KARE

DERGİ DEĞİL

19

525'i değil de Apollo 13'ü kullandığı sanan Dahası buna kendini ve yolcuları inandırmaya çalışan bir ego Bir bükülmezlik atmosferi yaratan Ya da çabalayan şoför

20 Henüz hiçbir şeyin farkında olmayan Bu yüzden sürekli gülen, kahkaha çalan liseli çömez erkek öğrenciler 21 Kimi uzun kimi kısa süren sevdaların İsyankar mesajların Umut arayışlarının Çetelesi durumuna gelmiş koltuk arkaları 22

Kadın ve erkeğin birbirinden habersiz -ama asla hissiz değil - kalp atışlarını dakikada seksen üçe sabitlemeleri Ulumaları dolunaysız ve doludizgin

23

Tüm bunlardan habersiz arkalardan bir adam Aylardır süzmektedir ve sevmektedir kadını Fakat koparmak istemez bazı şeyler olgunlaşmadan Hamlamayı da ham elmayı da sevmez

24 Her otobüs yolculuğunda Nice yalnızlar Nice çiftler Nice evliler Nice dullar Atarlar yalnızlık lanetini yahut alyansını elinden Severler yeniden yabandan birini Otobüslerde geçersizdir aşka küsmek veya evlilik Memurudur tüm şoförler duraklık nikahların 25

Bu kare sensin


BÜŞRA NUR NERSE


DERGİ DEĞİL

BOŞLUKTAKİ HOŞLUKLAR Şehirleri, meslekteki yılları, okulları, öğrencileri farklı 10 öğretmene üç yarım bırakılmış cümle verip tamamlamalarını istedik. Bu üç cümle ve tamamlanmış halleri aşağıdaki gibidir: 1- Öğrenciler... 2- Derste bazen... 3- Ders zili çaldığında... 1- Öğrencilerimin bir çoğu çocuğum gibi . 2- Derste bazen kafayı yiyecek gibi oluyorum, özellikle de önemli bir konuyu anlatırken bazı öğrenciler de işi hiç takmıyorsa. 3- Ders zili çaldığında eğer iyi sınıfa gidiyorsam hemen yerimden zıplıyorum; kötü sınıfa giderken ise adımlarım beni geri geri götürüyor. 1- Öğrenciler ikiye ayrılır: öğrenciler, uyuyan güzeller. 2- Derste bazen kendimi çocukları zorla eğlendiren palyaço gibi hissediyorum. 3-Ders zili çaldığında disco disco partizaniii... 1- Öğrencileri içime sokup eve götüresim var. 2- Öğrencilerin söylediklerine gülmemek için kendimi tutuyorum. 3- Genelde derse erken girdiğim için sınıfta oluyorum. 1-Öğrenciler güvenilmezdir. 2- Derste bazen öğretmenlik için yanlış zaman diye düşünüyorum. 3- Ders zili çaldığında duymuyorum


1- Öğrenciler hayal edebilmeli. 2. Derste bazen boşlukta hissediyorum. 3. Ders zili çaldığında nihayet diyorum. 1- Öğrenciler çıkarcıdır. 2- Derste bazen çok sıkılıyorum, bırakıp gidesim geliyor. 3- Ders zili çaldığında kaç ders kaldığını düşünüyorum. 1- Öğrenciler candır. 2- Derste bazen psikopata bağlayasım geliyor. 3- Ders zili çaldığında öğrencileri zapt etmek mümkün değil. 1- Büyük bir kısmı çözülmesi gereken çok bilinmeyenli problem gibiler. 2- Derste bazen güneşli bazen parçalı bulutlu bazen kasırga gibiyim. 3- Ders zili çaldığında: Hani kuşlar ağaçlaaaarr, binbir renkli çiçeklerr... 1- Öğrenciler artık terörist gibi. 2- Derste bazen kendimi vurasım geliyor. 3- Ders zili çaldığında hevesle gideceğimi sanırdım şimdi ise sürünerek. 1- Öğrenciler, hem öğrettiğim hem öğrendiğim. 2- Derste bazen kendimi bir koro şefi hissederken bazen de dibe doğru gittiğimi hissediyorum. 3- Ders zili çaldığında (zil çalmıyor olması ile birlikte) derse giriyorsam kafamda kurgulu oyunu sergilemeye gidiyor gibi hissediyorum. Dersten çıkıyorsam, çay önemli!


ONUR’UN TÜYAP MACERASI -Bu kitap kaç para ? -4 lira . - Ovvvv niye bu kadar çok ? En son kaça olur ? - 3.99

DERGİ DEĞİL

-Abi bu ayraç ne kadar ? - Bir tanesi 3, iki tanesi 5 lira.. - Niye 1 lira değil ? -Evladım CAM Yayınları varmış nerede ? - Şurdan sağa dön, beyaz zemin üzerine kalp ara amcacım. Bir de CAM Yayınları candır can.. -Aaaa sen doğaçlama tiyatrocu değil misin ? - Evet canım nereden biliyorsun ? - Okuluma gelmiştin bir keresinde.. - Kitap sever misin ? - Tabii ki hayır . Anne bana ayraç alsana...

-Aaaa Küçük Prens.... -Tomris Uyar’ın ve Cemal Süreyya’nın çevirisi var bence onu okumalısın Gamze... - Gözümün önünde müşterimi çaldın Cemal abi.. - Kitap ne kadar ? -4 lira. -4 lira mı ? Kitaba 4 lira verilir mi ? - Haklısınız tabii verilir mi hiç ? -Ya kardeş ben tuvalete gidicem. -Ee git abi . - Benim standlara da bakarsın değil mi?.. - Tabii ki, sen yeter ki işe. -Bu Küçük Prens büyümedi gitti hahahah - Değil mi ? Hep vitaminsizlikten amcası...


ONUR TUTAR

-Kızım bu kitabı alıp napacağız ? - Baba kitap aldığımıza göre ne yapabiliriz ? - Sor bakalım abiye ne yapabiliriz ? -Ne yapabiliriz abi ? -Yemeyi dene canım. -Bu Küçük Prens’in kitabı niye küçük? Prens küçük diye mi ? hahaha - Bravo. Hiç bu açıdan bakamamıştım. Eşine rastlanmayan bir yorum yaptınız - Hahaha, hep söylerler zaten. Dehşet bir zekaya sahipmişim ben. -Muhteşem.


MİNİBÜS başından beri başlı başına kederli bir taşıt olduğunu düşündüğüm taşıttır minibüs. minibüs kederlidir çünkü. seni gideceğin yere taşırken içten içe de kederli bir yolculuğa sürükler. büyük camları küçük havalandırmaları vardır. genellikle uzun uzun yıllar boyunca kullanıldıklarından ötürü yeni olanına denk gelmeniz biraz zor olandır. çoğu orta yaşlı hatta bazıları ise çoktan yaşlanmıştır.

DERGİ DEĞİL

genellikle kalabalıktır. boş olanı var ise bir sıkıntı vardır. ya çok akşamdır. ya da çok sabahtır. çok akşamları ve çok sabahları insanlar da biraz karışıktır. bu sebeple çok akşamlarda ve çok sabahlarda da keder vardır. arka beşlisi vardır. hatta bu arka beşli bu satırları yazmama sebep olandır. size üç gün verilmiş ise, siz bu üç günün sonuna gelmişseniz, yapacak çok fazla şey ve bunları yapmaya hiç mi hiç niyetiniz yoksa, oturduğunuz yerden hiç kalkmamak, kalktığınız zaman ise oturmaya korkuyorsanız, miskinseniz, kafanız bulanmışsa, etrafınızdaki insanlar mutsuzsa, mutlu olanlar ise uzağınızdaysa, dinleyemiyor, anlatamıyor , anlatmak istemiyorsanız, tam uzun uzun anlatmak istediğiniz sırada en kısa cümlelerinizi kuruyorsanız, tek bir noktaya odaklanıp dakikalar belki saatler geçirebiliyorsanız, temiz hava size iyi gelmiyorsa ve temiz olmayan hava ise bulunduğunuz noktadan daha kötüsüne taşıyorsa ve siz tüm bunların arasında -olağan tabi- minibüse binmişseniz… son oturabileceğiniz tek arka beşli koltuğu vardır. ve bu koltuk sizindir. sizden sonraki herkes ayaktadır. şanslı olduğunuzu sanıyorsanız acele etmeyin. tısss diye kırk haramiler mağarası gibi ortadan ikiye heybetle açılan kapının hemen bir yanındaki koltuk sizi bekliyor. hızla ilerlersiniz.


ÖZMEN ÇOBANOĞLU buraya kadar her şey tamam. bir şekilde 15 dakika içerisinde eve varacaksınız. olağan bir akşam. trafik falan da yok zaten. her şey çok güzel gidiyorken birden arka beşlinin tepesindeki köşeden hemen kırk haramiler mağara kapısının köşesinden radyodan gelen sesi dinlersiniz. kederlidir. ovv shit! öyle türk halk müziği eserleri var ki bir yönetmelikle toplu taşıma araçlarında çalınmamasına dair kurallar getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. onca insan onca kalabalık var o minibüsün içerisinde ya hani. ki bunlar genellikle sizin bulunduğunuz güzergahta ömrünün baharında genç öğrenciler tarafından oluşturulmuş kalabalıklar. bunu onlara neden yapıyorsunuz? bunu bize yapmayın. sözlerinden “tenha gecelerde beni teselli eylesin baykuş” kısmını çıkarabildiğim introsunda ağır bir bağlama barındıran bir eserle dakikalar boyunca yol aldı minibüs. dakikalar boyunca diyince kısaymış gibi duruyor biraz evet ama o anda minibüs içerisinde özellikle arka beşlide hayat neredeyse durmuştu. o dakikalar saatlere karıştı. yaşları henüz yirmibeş'i geçmemiş gençler olarak “ne yapsak bi sigara mı yaksak acaba?” dedik bir an kendimize. “kardeşiiiiiiim” diye dönüp birbirimize sarılıp ağlayacaktık. durduk yere derinden nefesler çektik de bıraktık. bir o yana bir bu yana salllanan bozuk ve dar minibüs yolunda pencereden dışarı bakıp bir ışık parçası, bir kaçış yolu, bir ferahlık aradık. neyse ki sonunda durağa yaklaştığımızı fark edip bir an evvel kendime geldim. durdurmak adına düğmeye bastım. minibüs durdu. kapılar her zamanki heybetiyle açıldı ve içeri tüm içerdekileri bir anlığına da olsa bulundukları duygu durumundan koparacak miktarda hava girdi. minibüsten inip koşar adımlarla eve doğru yol alırken yolu olanlara kafa selametiyle bir yolculuk diledim içimden.


DERGİ DEĞİL

KÜÇÜK ADAM Gözümü açtım, yatağımdan kalktım, perdeyi araladım; içimin karanlığı gökyüzüne yansımıştı sanki... Yağmur damla damla yeryüzüne inerken verdiğimiz sözleri, hayallerimizi, umutlarımızı da bir bir içine katmıştı. Gidişini sadece nisan yağmuruna benzetebilirdim. Her şey günlük güneşlikken birden nasıl tersine dönebilirdi ki ? Bunun başka bi benzetmesi olamazdı. Nisan yağmurları sevilir ama ben bu gidişi hiç sevmedim. Hiçbir cümle gidişine zamanla alıştığım gerçeğini değiştiremez tabii. Sevmedim ama alıştım. Pencereyi kapattım. Sen'li düşüncelerden sıyrılmam gerekiyordu artık. Bir şeyler yazmayı düşündüm. Masamın başına geçtim, oturdum. Kalemimi elime aldım, kağıdın üzerine götürdüm ve gözlerimi kapattım. Açtığımda gördüğüm manzara beni şaşırtmaktan çok sinirlendirmişti. Yine adını yazmıştım. Masadan kalktım, sayfa bir hareketle yırttım, pencereyi açtım ve olabildiğince uzağa fırlattım. Hızlı adımlarla yatak odamdan çıktım. Salondaydım. Müzik dinlemek de iyi fikir olabilirdi. Telefonumu aldım, müzik listesini açtım, gözlerimi kapattım, elimi aşağı yukarı kaydırdım ve dokundum. "Aşk Sana Benzer" bizim şarkımız... Sinirim dağların tepesindeki karlara kadar ulaşmıştı. Telefonumu var gücümle fırlattım, arkama bile bakmadan tekrar yatak odama gittim. Pencereyi açık unutmuşum. Çalışma kağıtlarımla birlikte fotoğrafın da... Fotoğrafın düşmüş.! Pencereyi kapattım ve fotoğrafını düştüğü yerden kaldırdım. Sen yeterince düştün zaten ama fotoğrafını yerde görmek içimi acıtmıştı. Çok yoruldum. Biraz uzanmak bana iyi gelir galiba. Fotoğrafını yastığımın altına koydum, yüzükoyun uzandım. Gözlerimi kapattım. Uykuya dalmış olmalıyım. Çünkü karşımdasın. Olamaz.! Uyurken bile kurtulamıyorum senden. Uyanmalıyım. Uyanmam lazım. Bitmelisin artık. Her yer bir anda aydınlandı. Uyumuş olsam da hissedebildim bunu ve kocaman bir gürültüyle yataktan fırlamam bir oldu. Gök gürültüsünden çok korkarım bilirsin. Bu sefer korkmadım. Aksine çok sevdim. Beni senden kurtardı. Kalktım ve sen gelene kadar gözlerimi kapatmamaya yemin ettim.


ZEYNEP SAĞILTICI

illustrasyon: belin’s


DERGİ DEĞİL

FİLM KARESİNDE GEÇMEYEN ÖYKÜ

INGMAR BERGMAN,1957

THE SEVENTH SEAL'den Sebebimiz ve sonucumuz olan "hayat" kavramı üzerine yüz hatta binlerce yıldır birçok tanımlama, benzetme, karşılaştırma vb. yapılmıştır: Kimi onu bir filme, kimi tiyatro oyununa, kimi kum saatine, kimi de tesbihe benzetmiş, kendince tanımlamıştır. O nisan akşamı tüm bunlardan bihaber olan Sadık ise hakikatli bir sınavdan geçecektir: Hayat sınavı yani ölüm anı. Markete girip konserve reyonuna yönelerek bezelye konservesini -her zaman yaptığı gibi en ucuzunu değil bir pahalısını- sepetine koydu.


HOSİYEN TEKÜR Kasaya geldi, önünde iki kişi: Biriyle her pazar rastlaşıyordu, diğeriniyse ilk kez gördü. -belki de son kez- sıra kendisine geldi, kasiyer kızımızdan geleneksel bir "hoş geldiniz" sızdı. Marketlerinin kartından var mıydı? Hayır yoktu. Sadık'ın kartlarla işi olmazdı, her şeyin tazesine ilgiliydi. Cüzdanından parayı çıkartıp kasiyere uzattığında küçük dilini midesinde hissetti. Nabzı enflasyona kafa tutuyordu. Kasadaki kahküllü kız gitmiş, yerinde elinde tırpanıyla Azrail belirmişti. Azrail rahat, gülümsüyordu. Bizimki de iki sallanıp kendine geldi, bu kez Sadık'tan sızdı "hoş geldiniz". Elbette aklı uçmuştu. Azrail malum mesele sebebiyle ziyarete geldiğini ama işi eğlenceli hale getirmek istediğini söyledi. "Bak Sadık, eğer o konservede kaç bezelye olduğunu tahmin edersen seni bir süre daha rahat bırakacağım." Sadık dün iddaada tutturmuştu, şansı ona bir kez daha sırıtır mıydı? Sakinleşip tamam dercesine kafasını tulumba gibi aşağı yukarı kaldırdı. Aklına ilk gelen sayıyı söyledi: 759. Konserve açıldı, yağlı kapağı kenara itildi, bir poşet açıldı ve bezelyeler poşete döküldü. Sadık'ın yaşamı üç haneli bir sayıya bağlıydı. Sadık saymaya başladı: 143... 342... 527... 614... 758! 758? Dahası yok, 759 dedi, elde 758 çıktı. Sadık kaderine ve ölüme sadık bir şekilde gözlerini kapatıp son darbeyi bekledi, bekledi, bekledi. Sadık artık yaşamın gizini öğrenmeye kıl payı uzaklıktaydı. Hiçbir hareket yaşanmayınca daha fazla bu strese dayanamayıp gözünü açtığında karşısında kahküllü kızı gördü. "Hass..." Sadık çıldırmış vaziyette, kimsenin anlam veremeyeceği bir halde kasanın üzerinde bezelyeyi açıp saymaya başladı: 143... 342... 527... 614... 759.


çizer’in notu Uyandım. Bakmadım kendime aynada. Güzel olmakla ilgili dayatılan hiçbir şeye inanmadım. Mutfağa doğru adımladım. Ben inansam inansam iyi demlenmiş, taze kahveye inanırdım. Ne anlatsam bir o kadar geriden, bir o kadar dışarıdan. Aylarca içine konuşan her insan gibi dışıma küstüm ben de. Anlamadığımı sandığınız her şey için şimdi size sizin durduğunuz yerden bakıyorum.

belin’s


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.