PsiNossa II

Page 1


İsim-Soyisim

Künye

İletişim

Kitap Eleştirmenim

İsmail Bıyıklı

İstanbul Gelişim Üni Psikoloji Öğrenci

ismailbiyikli34@gmail.com

Film Eleştirmenim

Ceren Ayık

Yaşar Üni Psikoloji Öğrenci

hopigesta@hotmail.com

Olcay Tayız

İstanbul Üniversitesi Psikoloji Öğrenci

Melike Kora

İstanbul Gelişim Üni Çocuk Gelişimi Öğrencisi

İsmail Mutlu

İstanbul Üni. Psikoloji Bölümü Öğrencisi

Ebru Ergün

TODAP Üyesi

Aylin Ülkümen

TODAP Üyesi

Cüneyt Bulut

İstanbul Ticaret Üni Taze Mezun

Semra Güngör

ODER/İzmir Yönetim Kurulu Başkanı

Helin Özlü

Tolga Yıldız Taner Akbaş

A.A.

İstanbul Üni Psikoloji Bölümü Arş. Grv. Gelişim ABD’da doktora çalışmalarına devam ediyor. Şişli Etfal Hastanesinde Uzman Psikolog İstanbul Üni Gelişim ABD’da doktora çalışmalarına devam ediyor. LGBT Üyesi

Yayın Ekibi

Dilvin

TPÖÇG

Alin

İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyeleri ve Araştırma Grv.

1

-

Aksakallı Bebe


PSİNOSSA

Ecem Uzun Nihan Özant Hazel Halıcı Pelin Yiri Sümeyye Sönmez Olcay Tayiz Yunus Emre Şahin

dergi@tpocg.net TPÖÇG Başkan Yardımcısı Yayın Editörü

Ecem Uzun

İstanbul Üniversitesi

ecemuzun@live.com

Nihan Özant

İstanbul Üniversitesi

nihanozant@gmail.com

Tasarım Sorumlusu

Hazel Halıcı

Çağ Üniversitesi

hazelhalici@gmail.com

Yazı İşleri Sorumlusu

Pelin Yiri

Yaşar Üniversitesi

Peline26@gmail.com

Destek Birim

Sümeyye Sönmez

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi

Ssgs06@hotmail.com

Kapak Tasarımı

Yunus Emre Şahin

Mersin Üniversitesi

sahinyunusemre@outlook.com

2


PsiNossa’mız Yayın Ekibinin biricik kızı. İkinci sayımız sizlere sunulmaya hazır. Psikolojiye ilgi duyan her kesime hitaben hazırladığımız dergimiz sizleri psikoloji dünyasının gizemine davet ediyor. Farkındalık yaratmak, bilgi birikimi kazandırmak ve hem öğrencilerin kendilerini geliştirip yazılarının da yayınlanabileceği hem de her görüşün çekinilmeden dile getirilebileceği bir ortam yaratmak adına çabalayan yayın ekibi; PsiNossa’nın gelişmesi için tüm gayretiyle çalışmaya devam ediyor. Her ayın 1’inde sizlerle olacak olan dergimiz, vaka örnekleri, araştırma özetleri, film ve kitap eleştirileri ile dikkatleri üzerine çekiyor. Sizler de yazılarınızı dergimizde görmek isterseniz dergi@tpocg.net adresine gönderebilirsiniz. Editör tarafından incelenip, hakemler kurulunca onay aldıktan sonra geri bildirimler ile yayına alınma hakkına kavuşacaktır. Hepimiz öğrenciyiz yazılarınızı göndermekten kati suretle çekinmeyiniz. Tüm ödevleriniz, derleme, makale, araştırma yahut tartışmalarınızı göndermenizi bekliyoruz. Tüm hızıyla çalışmalarına devam eden yayın ekibi, 2 kat artan şevk ve inancıyla II. sayıyı sizlere ulaştırmaktan gurur duyuyor. İlk sayımız için çok güzel geri bildirimler aldık. Daha şimdiden basımı isteyen ve bekleyenler var ki bu bizi çok mutlu ediyor. Fakat eksikliklerimizin farkındayız ve her yeni sayıda daha iyisine ulaşmak adına çabalamaya devam edeceğiz. Tüm yoğunluğa, vizelere rağmen hala bıkmadan, usanmadan üstelik daha da azimle çalışan ekibime teşekkürü borç bilirim. Mersin’den Hazel Halıcı İzmir’den Pelin Yiri Ankara’dan Sümeyye Sönmez Ve Yönetim Kurulundan birlikte çalıştığımız desteğini bizden hiç esirgemeyen Başkan Yardımcısı Ecem Uzun’a Gönülden en büyük teşekkürlerimi ediyor ve sevgilerin en derinini sunuyorum. Biz 5 kişilik kocaman bir aileyiz. Sizlerle birlikte daha da büyüyeceğiz. TPÖÇG Yayın Editörü Nihan Özant

3


PsiNossa’nın Hikayesi

1-3

.Neden PsiNossa Psikolog Kimdir? Kim Olmalıdır?

4-8

Klinik Psikoloji Nedir? Klinik Psikolog Kimdir?

9-10

Psikopatolojinin Tarihçesi

11-14

Freud . Açlık, susuzluk, saldırganlık ve cinsellik

15-16

Aradığınız Aşksa Neden Sadece Cinsellikle Yetinesiniz?

17-19

Eşcinsellik

21-22

Röportaj . LGBT Üyesi A.A. İle Eşcinsellik Üzerine

24-26

Özel Çizimlerden Karikatürler

27-28

Otizm Nedir?

29

Otizmli Çocuğa Sahip Ebeveynlerin Sosyal Destek Algılarına İlişkin Görüşleri

31

Temple Grandin Film Yorumu

32-34

Beş Yaşındaki Müthiş Yetenekli, Otizmli Ressam Kız İris ve Kedisi Thula

35-36

Çocuklar İçin Oyuncak Seçimi

37-38

Cezaevi Deneyimi ve Çocuklar

39-41

Taze Mezunlarımız: Mezun Anısı 2

42-43

Serbest Zaman . Bana mı Dedin?

45-48

. Vandallık mı Taraftarlık mı?

49-51

. Okuyucu Katılımı: PsiNossa İçin Cevaplar

52

. Aralık Ayındaki Farkındalıklar

53

Bir Sonraki Sayıda Neler Var?

54


Olcay TAYIZ

Yayın Editörü Neden PsiNossa? İkinci sayısıyla karşınızda olan PsiNossa’nın adından bahsedebiliriz artık, ne dersiniz? İsmini bulana kadar hep TPÖÇG Dergisi diye anıldı PsiNossa. TPÖÇG’ün biricik dergisi demiştik ya hem bu sebeple. Hem eşsiz hem de tek olduğu için biricik kızımız oldu. Ama ismini bulmak oldukça karmaşık bir süreçti. Yayın Ekibi karar veremiyordu bir türlü, tek anlaştıkları nokta dergi adının tek kelime olmasıydı. İlgi çeksin, merak uyandırsın, tekrar tekrar söylemek istesin insanlar, ne çok zor ne çok basit olsun söylenişi ve tabi ki bir tarzı olsun. Ama adı ne olsun? Çerkez isimlerine mi girilmedi, yunan mitolojisinden tanrı isimlerine mi… Osmanlıca, eski türkçe, sözlükler, ilginç kelimeler, filozof isimleri hatta yeni bebek isimlerine bile bakıldı. Peki, Nossa karşımıza nereden çıktı? 1

İçerikler hazırlanıyor, yazılar toparlanıyor, yönetim de ikna olmuş derginin bir adı olmasına ama hala bir isim bulunamıyordu. Oturdular bilgisayarın başına. Yukarıdakiler ve daha fazla sitelere saatlerce bakıldı. Ve o sırada bir kelimeye çağrıştı: Noza. İnternete yazdıklarında zona hastalığı çıkıyor, noza kelimesine ilişkin bulgular elde edilemiyordu. Belki de gelen cevaplarda olduğu gibi Spinoza’dan geliyordu, ama yayın ekibi bunu bilemedi. Noza’nın kaba bir görünüşe ve seslenişe sahip olduğunu düşündüklerinden akıllarına Nossa geldi. Daha estetik ve daha sempatik. O sırada araştırma yaptıkları sitede anlamı ‘başkalarını daha çok düşünen, derdiyle dertlenen’ olarak görülüyordu. Psikoloji insanlar üzerine kurulu bir bilim dalı. Evet, belki bazen çok bencil olabiliyordu, araştırmacıların as derdi insan mutluluğu değildi belki hatta etik dışı araştırmalar çoğunlukta bile olabilirdi. Ama sonuçta psikoloji deyince akla daha ziyade terapist gelmekle birlikte onun da insanların dertlerine çare bulacağı düşünülüyordu. Psikolog algısının bu denli indirgemeci tutumuna bir protesto yahut bir ses olabilirdi Nossa. Bir psikoloji


PSİNOSSA dergisinin, psikolojide yanlış bilinen en gözde noktasını ele almak ve baş tacı yapmak… Ayrıca TPÖÇG Dergisi’nin bir amacı da farkındalık yaratmaktı tüm okuyucularına. Ülke yahut dünya problemleri, ne yapılmalı, nasıl farkına varılmalı… gibi sorularla duyarlı okuyucular elde edebilmek vardı akıllarında. Başkalarını da düşünme belki de düşündürme… Tek bir kelimeyle anlatılabilecek daha ne olabilirdi? Yayın Ekibi bu öneri üzerine düşünmeye başladı. Nossa… Akıllara Michel Telo Nossa Nossa şarkısı geldi, oldukça keyifli ve bir zamanlar çok popüler olmasıyla birlikte hala insanların dilinde yahut aklında yer edinmesiyle dikkatleri çekebiliyordu. Ve Portekizce de 'Bizim’ anlamına geliyordu ki TPÖÇG bizim’di. TPÖÇG’ün yaptığı ne varsa hepimizin olarak gördüğümüz bizim kelimesindeydi. Dergi de bizim olmalıydı. Tüm TPÖÇG benimsemeliydi onu.

kullanılır hale gelmişti, psi. Kendi farkındalığımızı genişletmeyle kendini gösteren, yeni bir dünyanın kapılarını açan psişik yeteneklerin varolabilme ihtimali bile etki yaratır ki kanıtlanma çabalarında olduğu şu günlerde etkilenmemek mümkün mü? Varolanın da ötesinde gelişmek isteyen ve farkındalık yaratma konusunda kararlı olan bu dergi için bu anlamdan kaçınılmazdı. PsiNossa deyince tek kelimelik bir açıklama mı beklemiştiniz? Birleşik kelime mi sanmıştınız? Evet, bir nevi öyle de olabilir. Ama PsiNossa’nın tek bir anlamı yoktur. PsiNossa deyince akla pek çok çağrışımla birlikte pek çok düşünce gelebilir ve bu sizlerin de fikirleriyle daha da genişleyebilir.Nitekim bu anlamların hepsi birbirini çağrıştırıyor, ısrarla işte bu olmalı diyordu. Başka bir isim olamazdı. TPÖÇG Dergisi’nin artık tek bir adı vardı.

Peki, neden ‘psi’ kelimesiyle birleşti? Elbette ki sebeplerden biri, bu bir psikoloji dergisiydi. Yayın ekibi bölümüne çok düşkündü ve psikoloji dergisi olmasının belirgin olması taraftarıydı. Ayrıca yayın ekibinden iki kişinin İstanbul Üniversitesi’nde okuyor olması ne gibi bir sonuç yaratmış olabilir sizce? İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü, Edebiyat Fakültesindedir fakat kimse oraya edebiyat fakültesi demez, Kedili Fakülte’dir adı. Psikoloji koridorunda psikoloji kelimesinden ziyade gel pisipisi’deki “psi” kelimesi (siz öyle algılarsınız) çınlar kulaklarınızda. Aklınızdan çıkmaz ki aklınızdan çıkmayanı yansıtmamak çok zordur. Şaka bir yana diğer sebepse; psi enerji ya da psi etkisi diye bilinen kelime grubu içindeki psi kelimesinin anlamının doğurduğu çağrışımın gücüydü. Duyudışı algıların varlığını kanıtlamaya çabalayan paranormal durumların tabiri için

Ödülümüzü ise cevaba en çok yaklaşan kişiye vermeye karar verdik. Beyza Öztaylan, kendisini gönülden kutluyoruz. Cevabı diğer sayfada sizlerle, diğer katılımcıların cevaplarına ise okuyucu katılımı bölümünden ulaşabilirsiniz.

Dergi içeriğindeki yazıları kaynak edinerek “ İnsanlar neden korkarlar” sorusunu cevaplandırarak bize gönderebilirsiniz. İki tane doğrudan ( korku temasının işlendiği) bir tane de dolaylı ( kendi tercihinize göre, korkuyla ilişkilendirdiğiniz bir metin) kaynakçanızı belirtip bize cevabınızı gönderebilirsiniz. Keyifli Okumalar… Ve işte hediyemiz…

2


Nesli tükenmekte olan hayvanlar serisinde yer alan yunuslardan Beyza Öztaylan adına biz de bir evlat edindik. Kaplan, saz kedisi, panda… gibi pek çok hayvanı korumak için çalışan WWF ekibine teşekkür ediyoruz. Sizlere “ Bir Yunusun Hikâyesi” adlı filmden bahsetmek istiyorum. Bu film gerçek bir olayın kurgulanmış versiyonu. Kuyruğu olmayan bir yunus ve yüzebilmek için kuyruğa ihtiyacı var. Onun için maket kuyruk yapıyorlar ve birçok engeli aşmaları gerekiyor. Ama sonunda başarıyorlar. Winter adındaki bu yunus şu an Clear Wather Marine Aguarium’da yaşıyor. Winter: Bir Yunusun Hikâyesi. İzlemeniz şiddetle tavsiyemiz… Beyza Öztaylan’ın cevabı ise aşağıda: Merhaba, Neden Psinossa diye sormuşsunuz; benim bu ismi görünce aklıma direkt '' Baruch Spinoza '' geldi. Bu filozoftan etkilenmiş ve bu yüzden koymuş olabilirsiniz haa derseniz ki neden ''Nossa '' ''Noza '' değil diye. Bunu Portekizce'ye bağlarım nossa Portekizce'de ''Bizim'' anlamına geliyor yani hem filozofa bi vurgu hem de sanki samimi bi' isim olsun diye ''bizim psi'' ismi olmuş olabilir :)) Çok saçmaladım di mi? Psi: ek olarak psi kelimesi bana kedileri de çağrıştırıyor ama bu konuda pek bağlayacağım bi' yer yok maalesef. :P Beyza Öztaylan,Çankaya Üniversitesi

3


PSİNOSSA

( Tolga Yıldız/ Taner Akbaş)

Tolga Yıldız ve Taner Akbaş ile gerçekleştirdiğimiz keyifli sohbetten derlediklerimizi sizlere aktarmak için sabırsızlanıyoruz. Biz çok değerli dakikalar geçirdik, katılımları için kendilerine tekrar teşekkür ediyoruz.3 saatlik sohbetin genel bir özetini aşağıda PSİNOSSA okuyucularıyla paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz. Nihan Özant/ Olcay Tayız/ Hazel Halıcı Özet: Türkiye’de psikoloji biliminin yeri, karşılaştığı problemler ve bu problemlere çözüm önerileri üzerine yapılan söyleşiden, Tolga Yıldız ve Taner Akbaş’ın altını çizdiği yerler düz yazı şeklinde hazırlanmış, bazı bölümler ise konuşma havasıyla pekiştirilmiştir.

Nihan Özant

Türkiye’de psikoloji deyince akla gelen iki temel sorun; mesleki örgütlenme ve lisans eğitimi. Terapist olmak isteyen bir psikolog ile deneysel psikolojiyi merak eden bir psikoloğun aynı eğitimi alması ne kadar işlevsel? Peki, mesleki örgütlenmeden kasıt nedir? Mesleki örgütlenme sadece meslek yasasıyla ilgili değil aynı zamanda mesleki dayanışma ile ilgilidir. Bir psikolog alana çıktığında yalnız kalmamalı. Türkiye’de lisans eğitimini yeni tamamlamış birçok psikolog yalnız ve korkmuş durumda. Taner Akbaş şu sözlerle vurguluyor bu durumu: “ Biz hep korkutulduk ve korkuyoruz. Sinir ameliyatı yapar gibi test uyguluyoruz. Psikologların cesur olmasından korkuyoruz.” 4 yıllık psikoloji eğitimini yeni tamamlamış bir mezun alana çıktığında eli ayağına dolaşıp eşekten düşmüşe dönebiliyor. Mevcut sistemde alınan eğitimle, mesleğini icra etmekte yeterli olamayacağı 4


düşünülen psikolog, geçimini sağlayabilmek adına mecburen iş hayatına atılıyor.

örgütlenmeleri sağlayacaktır. Çünkü TPÖÇG göz önünde ve hareketli.

4 yıllık lisans mezunu aslında hazır olamadan göreve başlıyor. Biz psikologlar insanla uğraşıyoruz. Bir sürü parametre var, tabii ki bazen yanılabilir, hata yapabiliriz. Fakat bu durum kabul görmüyor. Psikologların biraz cesur olması lazım. Psikologlar hep korkutuldu dolayısıyla şuan cesur olmaktan da korkuyoruz.

Birçok psikolog kim ne der endişesi yüzünden derdini dile getirmeye çekiniyor. Mesela PSYL’de (psikologlar arasında en yaygın E-grup) tartışmalar uzamaz. Bir psikolog bu gruba ben şöyle bir sorun yaşıyorum diye mail atamaz. Çünkü sen bu işin eğitimini almadın mı, eğitim alanla almayan bir mi, A üniversitesinden mezun olanla B üniversitesinden mezun olan bir mi… gibi tepkiler alabilir. TPÖÇG bunu da aşıyor; örneğin; öğrenciler başka bir üniversitede arkadaşının aldığı dersi, kendi üniversitesinden talep edebiliyor. Bu akademisyenleri zorlayan bir durum oldu. Lisans eğitimimizin gelişmesi için de önem teşkil ediyor. Yani şuan TPÖÇG akademik etkinlik ve mesleki tanınırlık açısından faaliyetler yürütüyor ama bu öğrenciler mezun olduktan sonra meslek örgütlerinde yer almaya başlayacaklar ve büyük bir ihtimalle psikologların birbirleriyle iletişim sıkıntısının çözümünde büyük rol oynayacaklar.

Bu durumu düzeltebilecek bir çözüm önersisiyse 4+1 eğitim sistemi olabilir. 4 yıllık lisans programından sonra 1 yıllık, uzmanlaşma yolunda zemin hazırlayacak Tezsiz bir uzmanlaşma eğitimi lisans programına dâhilinde gerçekleşecek, kişinin eğilimine göre tercih ettiği alt alanlara yönelmesini teşvik eden ve bu alanda daha derin ve donanımlı eğitim alması adına ilerleyecek bir eğitim sistemi süreci getirilebilir. Taner Akbaş durumun önemini şu sözlerle dile getirdi: “Terapist olmak isteyenle, gelişimi merak eden psikolog adayının aynı eğitimi alması bir noktada zor. Uygulamacıyla teoricinin eğitimi mesela, farklı olmalı.” Psikologlar rahat değil. Çünkü herkes ayıplanmaktan korkuyor. Psikologların kendi aralarında derdini paylaşabileceği, tıkandığı yerlerde yardım alabileceği, vaka paylaşımının olduğu bir platforma ihtiyacı var. Hiç tanımasa bile bir psikolog meslek arkadaşına güven duymalı ve onu korumalı. Bu bir gelenek meselesi ve artık psikologların buna sahip olması gerekiyor. Lisans eğitiminden itibaren psikologlara kimlik kazandıran kurumlar olmalı. Aslında TPÖÇG ve okul kulüpleri bunu yapıyor. Diplomanın verdiği kimlikten daha belirleyici ve göze çarpan bir kimlik kazandırıyor. Psikologlar meslekte, kişisel bakış açılarını bırakıp ortak bir meslek kimliği üzerinden hareket etmeliler. Büyük bir ihtimalle, sahip olduğumuz problemlerin çözümü bu bakış açısından gelecektir. Bunu da TPÖÇG gibi lisans ve gençlik 5

On yıllık psikoloğun da bir yıllık psikoloğun da söyleyebileceği ilginç şeyler olabilir, susturmamak lazım. Potansiyel potansiyeldir. Genç psikologların daha olgun psikologlar tarafından,olgun psikologlarında gençler tarafından dinlenmesi ve ortak bir çıkar tanımlaması yapılması gerekiyor. Tolga Yıldız bir cümleyle önemini vurguluyor aslında durumun: “Meslek Algısı yaratıp yönetmek için önemli” Bu ortak çıkarları ifade edecek yayınlar, insanların psikoloji bilimine bakış açılarını, düşüncelerini değiştirmeye adım attıracaktır. Yanlış bilinen psikoloji değerlerinin değişmemesi belki de bizlerin sadece“psikoloji bu değildir” diye tekrar etmemizden kaynaklıdır. Henüz kendi aramızda çıkar birliğine kavuşamadan, ortak bir psikolog tanımı yapamadan, psikolog bu değildir demek ne kadar yararlı olabilir? Sanki sonucu görebiliyoruz.


PSİNOSSA

6


Ayrıca TPÖÇG EFPSA gibi uluslararası platformlarda gönüllü olarak yer aldığı için meşru bir çerçeve dışına çıkmayacaktır. Eğer çıkarsa bu uluslararası platformlardan uyarılar almaya başlar. EFPSA yönetimde Türkiye’den öğrencilerin yer alması da çok önemli. Geçenlerde öğrencilerin Avrupa kongresinin biri İzmir’de yapıldı mesela. Psikoloji öğrencilerinin bu gibi faaliyetlerini basında daha fazla duyurmak gerekiyor, psikoloji öğrencilerinin TÜBİTAK’a daha fazla proje göndermesi gerekiyor. Korku meselesinden bahsettik ya buradaki cesaret, bir psikoloji öğrencisinin hocalarından olumsuz bir tepki alsa bile TÜBİTAK’a proje gönderebilme cesaretini gösterebilmeli. İnsiyatif alıp sonuçlarına olumlu ya da olumsuz katlanabilmesidir. Bazı mesleki çevreler ve örgütler ne derse desin 4 yıllık psikoloji lisans mezunu bir sınava giriyor ve atanıp çalışmaya başlıyor. Devlet bu atamaları yaparken PSYL’ye bu psikologların yetkinliğini sorup ona göre atama yapmıyor. Devlet ilgili kanunda psikoloji lisans mezunu psikolog olur diye tanımlamış ve hastanelerde de psikolog kadrosu var. Devlet kendi tanımladığı şeyi red mi edecek? Devlet kendi içinde kendi kural ve tanımlarına uyan bir yapı. Bunu değiştirebilmek sadece meslek yasasının değişmesiyle ilgili değil. Yasa değişirse her şey değişecek diye bir durum yok. Devlet adına bu durumun değişmesi için bir sebep de yoksa ortada o durumu yaratmak gerekir. Çünkü ortada reel bir problem söz konusu değil. Kimse derdini, alana çıktığındaki tecrübesizliğini anlatamıyor. Kendine güvenebileceği bir meslek ağı yok çünkü. Dolayısıyla bu dile gelemeyen hissiyatların sorununa da çözüm getirilemiyor. Sosyolojik açıdan eğer sen geçerli bir mesleki değerin olduğunu göstermezsen kimse sana bu değeri vermez. Bir problemin olduğuna, kamuoyunu ikna etmen gerek. Böylelikle hükümet mesleki yasa tanımlarını değiştirebilir ve bu doğrultuda lisans eğitimlerinde revizyona bir fırsat yaratabilir. Yetkin bir meslek sahibi olarak devlet kadrolarında ve özel sektörde iş sahibi olunabilir. 7

Kamuoyunu ikna edebilmek için bir sorun ve çözümün olduğunu göstermen gerekir. Eğitim, iş hayatı, toplumsal çatışma gibi gündemdeki sorunlara, terapi odaları dışında toplumsal çözümler üretilmeli. Çünkü bir hükümet sadece 5-10 tane meslek örgütünden değil milyonlarca insandan oy alıyor. Kamuoyuna ulaşabilmek içinse sivil olarak alanlarda kendimizi göstermemiz gerekiyor. Taner Akbaş’tan güzel bir örnek konumuzu temsil ediyor. Mesela Şizofreni Yakınları Derneği bir etkinlik düzenliyor ve psikoloji öğrencileri hem derneğe yardım ediyor hem de etkinliğine katılıyor. Bu çok önemli bir nokta çünkü şizofreni yakınının psikologla teması sadece test yaparken ya da psikiyatriden rapor alması gerektiğinde oluyor. Bu insanlar psikoloji öğrencileriyle bunun gibi tamamen sivil etkinliklerde buluşunca hasta yakınlarındaki psikolog algısı değişiyor. Tolga Yıldız ilginç bir noktaya parmak basıyor: “Mesleki yasa aslında bir sonuçtur.” Ve bu sonucu oluşturacak şeyler bu gibi kamuoyunun algısını değiştirecek sivil etkinlikler, organizasyonlardır. Yasalar toplumsal talepler doğrultusunda ortaya çıkar. Bu toplumsal kamuoyunu oluşturmak için sadece bireysel değil toplumsal farkındalık, bir ihtiyaç duyma hali de oluşturmamız gerekmekte. Mesela psikoloji öğrencileri, aile ve akrabalarını bu alandaki sorunlar ve mesleki bir odanın gerekliliği hakkında bilinçlendirmeliler. Birçok farklı düşünce yapısına sahip olan farklı dernekler oluşmasında sıkıntı yok, yeter ki aynı yöne doğru ortak bir mesleki çıkar konusunda birleşebilip bir mesleki oda ve zamanla sendikalar oluşturabilsinler. Mesleki bir odanın oluşması için öncelikle bir meslek yasasına sahip olmamız gerekiyor. Bir meslek yasasına sahip olmamız içinse tanımlanmış bir meslek olması gerekiyor ortada. Bir meslek toplumsal bir iş bölümü sonucu tanımlanır.


PSİNOSSA Toplumsal iş bölümü ise o toplumun sorunlarına kolektif çözüm organizasyonudur. Peki, mesleki bir örgütlenmeye sahip olmak neden önemli? Çünkü bizim şuan sahip olduğumuz TPD, TODAP gibi mesleki örgütlenmeler devlet tarafından mesleki açıdan çok bir geçerliliği olmayan sadece bizim kabulümüzü kazanmış örgütlenmelerdir. Gerçek bir meslek örgütlenmesinin hedefi tüm toplumda bir yer işgal etmek olmalı. Sadece yer talep etmek değil. Ayıca, mesela sosyologlarla, sosyal hizmet uzmanlarıyla vs. ortaklaşa çalışmalar yapılabilir. Sadece kendi çıkar birliğimizi düşünmeden ortak toplumsal çıkarlara hizmet edilmeli ki alanda kendini gösteren psikologlara bakış ve meslek yasasına karşı sergilenen tutum değişebilsin. Eğer psikologlar toplumun sahip olduğu bir probleme, etkili bir çözüm sunabilirlerse psikologlar istemese bile devlet bir meslek yasası oluşturacaktır. Örneğin devlet şuan üniversite ve liselere giriş sınavını kaldırmak istiyor ama yerine ne koyacağını bilmiyor. İngiltere’de bu konuyla ilgili çocukların eğilimlerini belirlemek için bir batarya sistemi üzerine çalışıyor ve bu sistem çocukların üniversite tercihlerini ve akademik başarı oranını %85 oranında yorduyor. Böyle bir sistemi Türkiye’de orta vadeli mesleki örgütlenmeler ve fonlarla sağlarsanız, yasanız hazır olur. Yasa olursa yaparız olmaz. Çünkü yasadan anlaşılan sadece sağlık alanı oluyor maalesef. Toplumunkinden önce psikologların psikolog algısı problemli. Hatta toplum bir ayna burada, dürüst bir ayna… Bir problemin çözümünün oluşması için psikologların öncelikle bir problem olduğunu kabul etmeleri gerekiyor. İlk olarak biz ne istediğimiz konusunda kendi aramızda uzlaşmalıyız. Cesur olmalı ve ayıplamadan var olan problemleri konuşabilmeliyiz. Herkesin farklı bir cevhere sahip olduğunu kabul etmemiz ve saygı duymamız gerekiyor.

Tolga Yıldız şu sözlerle ifade ediyor durumu: “Çözümün kimden geleceği belli olmadığı için fırsat eşitliği sağlanmalı, bireysel söz hakkı tanınmalı.” Özgür ifadenin gerçekleşebileceği bir platform oluşturulmalı, ilk önce psikologlar kendi aralarında uzlaşabilmeli. Ama psikolog olarak psikolojik, zihinsel ve ruhani –nasıl derseniz- süreçleri bu kadar biliyor olmamıza rağmen bu bilgiyi ne örgütlenmemizde ne eğitimimizde kullanmıyoruz maalesef. Psikolog olarak en çok biz yargılıyoruz birbirimizi… Birliğimizin sağlanmasında ki etkenlerden biri de “meslektaş” ifadesinin kullanımı. Yalnızlık hissini kaldırıp psikologların kendini bir ağ içerisinde, bütünün bir parçası olarak görmeleri sağlanabilir. Böylelikle kendilerini güvende hissetmelerine yardımcı olup düşüncelerini özgürce ifade edebilecekleri bir ortam yaratabiliriz. Hep birlikte. Profesörlerin araştırma görevlilerine, hocaların öğrencilerine, ustaların kalfalarına, “meslektaşım” diye hitap etmesi aslında çok değerlidir. Taner Akbaş son sözü söylüyor: “Ben sana meslektaşım diye de bilirim demeye de bilirim, ama demem kazandırır bizi birbirimize kazandırır.” Birlik ve beraberlik… Ne büyük katkıları var insan dünyasına. En mükemmel örneği Kurtuluş Savaşı’nda sergilenmedi mi? Birlik ve beraberlik duygusu, sadece yasa için değil, güçlenmek, mesleğimizi korumak ve yüceltebilmek için de bir o kadar önemli. Kocaman bir aile olduğumuzu, sıkıntılarımızı, tecrübelerimizi ve mesleğimizi icra ederken yaşadığımız tüm güzellikleri de anlatabileceğimiz bir ortam, hoş olmaz mı? Biz TPÖÇG de- meslek icrası olmasa da- bunu gerçekleştirebiliyoruz. Sizler de birer TPÖÇG Gönüllüsü olmaya ne dersiniz?

8


Olcay Tayız Kelime anlamı “ruh bilimi, ruhiyat olan”(TDK) olan psikoloji: Bireylerin zihinsel ve davranışsal süreçlerini inceleyen, bu süreçlerin altında yatan nedenleri anlamaya çalışan akademik ve uygulamalı bir bilim dalıdır. Klinik Psikoloji Nedir? Klinik psikoloji, psikoloji biliminin uygulamalı alt alanlarından yalnızca bir tanesidir. Bilimi, teoriyi ve pratiği bir araya getiren geniş bir çerçeveye sahiptir. Kendine insanı (zihinsel süreçler, duygu değişimleri, davranışlar, vb.) konu edinir. Klinik Psikolojinin Tarihsel Gelişimi Sosyolojik açıdan bakıldığında, klinik psikolojiye olan yatkınlığın çok eski dönemlere dayandığı düşünülmektedir. Günah çıkarma, köyün alimliği, vb. gibi etkinlikler, yöntemsel yakınlıkları sebebiyle klinik psikolojinin temellerini oluşturan küçük kilit 9

noktalardır. Klinik psikolojinin gelişimi; ilk gelişim dönemi, I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı ve savaş sonrası dönem olarak ele alınabilir. İlk olarak Cattell tarafından kullanılan ‘zeka testi’ terimi, Galton’un bireyler arası farkları ve bunların nedenlerini anlamaya yönelik yürüttüğü düzenli çalışmalar ilk gelişim döneminde yer alır. Lightner Witmer’in 1896’da ilk psikoloji kliniğini kurması ile ‘klinik psikoloji’ terimi kullanılmaya başlanmış,1904 - 1905’te Pensilvanya Üniversitesi’nde resmi olarak klinik psikoloji dersi verilmiştir. 1917’de APA’dan ayrılma ve 1919’da ayrı bir bölüm olarak APA’ya geri dönme süreci yaşanmıştır. I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı dönemlerinde asker seçiminde kullanılmak üzere psikolojik testler geliştirilmiş ve uygulamaya konmuştur.


PSİNOSSA kullanılan temel yaklaşımlardan bazılarıdır. Bu uygulamanın amacı kişinin zihinsel işlevselliğini etkinleştirerek yaşam kalitesini, yaşamdan duyduğu tatmini ve soysal düzene uyumunu artırmaktadır.

Klinik Psikolog Nedir, Ne Yapar? Klinik psikologlar, bilimsel, profesyonel bilgileri ve yetkinliğiyle psikoloji biliminin gelişmesi için, mesleki uygulamalarını ve bu uygulamaların kalitesini yükseltmek, üzere eğitim alırlar. Klinik psikologlar, araştırmalar, süpervizyonlar, program geliştirmeler ve değerlendirmeler, danışmanlıklar ve mesleki uygulamaların yanında bireylerin, ailelerin, grup ve kurumların psikolojik sağlığına katkıda bulunacak proje ve uygulamalarda görev alırlar. Klinik alanda çalışma hakkı kazanan psikologlar, uzmanlık alanına göre kişilerle bütün gelişimsel süreçlerde değişik değerlendirme ve müdahale şekilleri kullanarak direkt olarak çalışabilirler. Henüz başlangıç aşamasındaki ruh hastalıklarını önleyebilme, ruh sağlığını koruyucu uygulamalar geliştirme, erken müdahale, basit uyum sağlama problemlerinin çözümünden hastane yatışı gerektiren durumlara kadar geniş bir alanda aktif rol oynayabilirler. Klinik psikolojide değerlendirme, kişinin sıkıntısının ortaya çıkışını, nedenlerini ve muhtemel etkilerini, bireysel ve sosyal yetersizlikler, davranış, duygu, sinir ve zihinsel süreçlerle ilişkilendirilen psikolojik etkenleri belirlemek için kullanılır. Değerlendirme kriterlerini uygularken; kişisel görüşme, klinik hikâye dinleme, davranışsal değerlendirme, zihinsel melekelerin ölçülmesi ve yorumlanması, kalıtımsal yatkınlıklar, bireysel özellikleri ve diğer bireysel tecrübeler göz önünde bulundurulur. Klinik psikolojide yapılan müdahale, duygusal çelişkilerin, kişilik bozukluklarının, psikopatoloji ve temelinde yatan karmaşaya bağlı yeterlilik kayıplarının önüne geçmeye ve düzenlemeye yöneliktir. Psikoterapi, psikanaliz, davranış terapisi, bilişsel davranış terapisi, çift terapileri, aile terapileri, grup terapileri, rehabilitasyonlar, EMDR, kısa süreli çözümlere odaklınmış terapiler, şema terapileri, transaksiyonel analiz ve sosyal öğrenme teorileri,

Klinik Psikolog Nerelerde Çalışır?       

Ruh Sağlığı Birimlerinde, Hastanelerde ve Sağlık Hizmetleri Servislerinde Üniversitelerde ve okullarda Danışmanlık Merkezlerinde, huzurevlerinde Yasal sistemlerde ve Ceza İnfaz Kurumlarında Devlet Dairelerinde Askeri Hizmetlerde Özel kurumlarda vb. çalışabilirler. Klinik Psikolog ile Psikiyatristin Farkı Psikiyatristler, klinik psikologlardan farklı olarak 6 yıl tıp fakültelerinde tıp eğitimi alırlar. Daha sonra da 4 yıl psikiyatri uzmanlığı yaparlar. Yani bedenin psikolojik olayları ve hastalıkları üzerine uzmanlaşmış tıp doktorlarıdır. Klinik psikologlar ilaç yazamaz ve öneremezler. İlaç yazma ve önerme işi Psikiyatristler tarafından yapılabilmektedir. Psikiyatristlerin de, psikoterapi uygulayabilmek için uzmanlığına ek olarak ulusal veya uluslar arası geçerliliğe sahip psikoterapi eğitimi alması gerekir. Kaynakça; .Anonim. Psikoloji. TDK. 28.11.2014. http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&keli me=PS%C4%B0KOLOJ%C4%B0 .Anonim. Klinik Psikolojinin Tarihsel Gelişimi. 28.11.2014. http://sosyolojisi.com/sosyolojimakalelerinin-tamami/1428-klinik-psikolojinin-tarihselgelisimi.html . Anonim. Klinik Psikoloji Nedir? 28.11.2014. http://www.fenomenpsikoloji.com/klinik-psikolojinedir/

10


Sümeyye Sönmez Erken Dönemdeki Şeytancılık: Birisinin içinde yaşayabilen onun zihnini ve bedenini kontrol altında tutabilen şeytan gibi kötü bir varlığın olduğu öğretisi şeytancılık (demonology) olarak adlandırılır. Şeytan çıkarma (exorcism) kötü ruhların törensel maniler söyleyerek ya da çeşitli işkencelerle dışarı çıkarılmasıdır. Somatogenenez: M.Ö. 5. Yüzyılda Hipokrat tıbbı din büyü ve batıl inançlardan ayırdı. Bu tür hastalıkların da doğal nedenleri olacağını bu yüzden soğuk algınlığı gibi ele alınması gerektiğinin söyledi. Hipokrat beyni bilinçliliğin entelektüel yaşamın ve duyguların organı olarak kabul etti. Ayrıca somatogenezin (bedende yanlık giden bir şeyin düşünce ve hareketleri de bozacağı düşüncesi) savunucularındandır. Bu düşüncenin aksi Psikogenez, rahatsızlıkların psikolojik kökenleri olduğu inancıdır. Hipokrat ruhsal bozuklukları üçe ayırdı; mani, melankoli, frenitis ya da beyin ateşi. Melankoli için sükûnet, yiyecek içecek seçimine özen ve cinsel etkinlikten mahrumiyeti reçete etti. Normal beyin 11

işleyişinin ve ruh sağlığının bedenin dört sıvısının dengesine bağlı olduğunu belirtmiş: Kan, kara safra, sarı safra ve balgam. Çok fazla kan değişken mizacı açıklıyordu, kişi durgun ve donuksa bedeni balgamın hâkimiyetindeydi. Kara safranın bolluğu melankolinin açıklamasıydı ve sarı safra da huzursuzluk ve kaygılı oluşu açıklıyordu. Bu görüş bilimsel incelemelerde destek bulamadı fakat insan davranışının bedensel yapılardan ve maddelerden etkilenir düşüncesini ifade etmesi çağdaş düşüncenin habercisiydi. Karanlık Çağlar: Tarihçiler klasik çağın son esaslı doktoru kabul edilen 2. Yy Yunanlısı Galen ‘in ölümünün tüm tıbbın ve özellikle de anormal davranışın tedavisi için karanlık çağın başlangıcını belirler. Birkaç yüzyıllık gerilemeden sonra Roma uygarlığını çöktü ve Hristiyan manastırı görevlileri doktorların yerine geçtiler. Keşişler ruhsal bozukluklara dua ediyor, kutsal eşyalar ile dokunuyor hatta fantastik iksirlerle iyileştirmeye çalışıyorlardı. Ruh Hastalarının Büyücü Olarak Kabul Edilmesi: 1484 te Papa VIII. Innocent büyücülük avına teşviki arttırdı. Büyücülükle suçlananlar itiraf etmedikleri sürece işkenceye maruz kalıyor ve suçlu bulunan tövbe edenler ömür boyu hapse mahkûm edilirken,


PSİNOSSA tövbe etmeyenler asılıyordu. Büyücü avına rehberlik etmek üzere Büyücülerin Çekici adlı bir kitap yayınlandı. Kitaba göre kişinin aklını ani kaybetmesi şeytani tutsaklığın belirtisi olarak tanımlanıyor ve şeytanı kovmak için diri diri yakılmaları gerekiyordu. Yüzbinlerce erkek, kadın, çocuk bu şekilde öldürüldü. Tımarhanelerin Gelişimi: 15. Yy da Avrupa’da çok az akıl hastanesi vardı, olanların da hastaları çalıştırmaktan başka bir özellikleri yoktu. 1243’te The Priory of St. Mary of Bethlehem kuruldu. Bu da sadece akıl hastalarını hapis edildiği bir yer olmaktan öteye gidemedi. Yıllar geçtikçe hastaneye sıkıştırılmış hastaların tuhaf hareketlerini seyretmek eğlence olarak görülmeye başlandı. Bedlam’a giriş biletleri satılır hale geldi. Benzer şekilde Viyana’da 1784’te Cinnet Geçirenler Kulesi inşa edildi, hastalar gelen geçene seyrettirildi. Yani anormal davranışların hastanelerin alanına dâhil edilmesi daha insancıl ve etkili tedavilerin yapıldığı anlamına gelmediği bilinmelidir. Tıbbi tedaviler genellikle kaba ve acı vericiydi. Moral Tedavi: Philippe Pinel ruh hastalarının insancıl tedavisine yönelik harekette önemli birisimdir. 1793’te Paris’te La Bicetre adında büyük bir akıl hastanesinde görevlendirildi. Akıl hastası olduğu için hapsedilmiş insanların zincirlerini çıkarttı, onları hayvan gibi değil insan olarak tedavi etmeye başladı. Tümüyle kontrol edilemez hale gelmiş olanların birçoğu sakinleşmişti. Zindanların yerine ışıklı ve havadar koğuşlar yapıldı. Yıllardır hapsedilmiş olanlardan bazılar sağlıklarına kavuştu ve hastaneden taburcu edildiler. Pinelin izinde ABD’de William Tuke 1796’da York Dinlenme Evi’ni açtı. Burada ruh hastalarına yaşayacakları, çalışacakları, dinlenecekleri sessiz ve dindar bir ortam sağladı. Moral Tedavi olarak bilinen yaklaşımda hastalar görevliler hastalarla konuşuyor, onlara okuyor, onları cesaretlendiriyordu ve amaçlı faaliyetler yapmalarını sağlıyorlardı. Ancak York

Dinlenme Evinin 1880-1884 kayıtlarına bakıldığında uyuşturucuların en yaygın tedavi olduğu, alkol ve afyonun da kullanıldığı, hastaların üçte birinden azının düzelmiş olarak taburcu edildiği bir yer haline geldiği anlaşıldı. Moral tedavi 19. Yüzyılın son bölümünde terk edildi. Dorothea Dix’in çabaları bu değişimin olmasında çok etkili olmuştur. Birçok ruh hastasını iyileştirmek için kuvvetli bir kampanya düzenledi ve 32 tane devlet hastanesi yapımını sağladı. Ancak personeller hastalara dikkat göstermiyorlardı. Dahası buralar hastaların psikolojik hallerinden çok fiziksel iyilik halleriyle ilgilenen doktorlar tarafından idare ediliyordu. Çağdaş Düşüncenin Başlangıcı: Galen’in insan fizyolojisinin maymunlarınkine benzediği varsaymıştı. Onun döneminde izin verilmeyen insan otopsi çalışmaları ile Galen’in yanıldığını ispatlamak bin yıldan fazla sürmüştü. Bilginin doğrudan gözleme dayalı olduğu görgül tıp bilimi, ünlü İngiliz Doktor Thomas Sydenham’ın çabalarıyla ilerleyebilmişti. Sydenham, ruhsal bozukluklarla ilgilenenlerin, sonunda etkilendiği sınıflama ve tanıya görgül bir yaklaşımı savunmada özellikle etkili olmuştu. Sydenham’dan etkilenen Alman Doktor Grisinger herhangi bir ruhsal bozukluk tanısının biyolojik bir nedeninin bulunduğunu iddia ediyordu. Emil Kraepelin bir psikiyatri ders kitabı yazdı ve 1883’te yayınladı. Bu ruhsal hastalıkların organik doğasını oluşturmak üzere bir sınıflama sistemi de geliştirmişti. Bu sistem şimdiki tanısal kategoriler için de bir temel oldu. Sinir sisteminin işleyişi 1800’lerin ortalarında bir miktar anlaşılmış olmasına rağmen çeşitli ruhsal bozuklukları açıklayabilecek yapıda beklenen anormallikleri ortaya çıkaracak çok fazla şey bilinmiyordu. Muhtemelen en çarpıcı tıbbi başarı zührevi bir hastalık olan frenginin kökeninin ve tüm doğasının keşfedilmesiydi.

12


13


PSİNOSSA 1898’den beri biliniyordu ki bazı ruh hastaları ilerleyen bir felç ile hem fiziksel hem de ruhsal yeteneklerin kalıcı bozulması ile belirgin bir sendromu gösteriyorlardı. Bu belirtiler tanındıktan sonra bu hastaların asla iyileşemedikleri anlaşıldı. 1825!te ruhsal ve fiziksel sağlıkta bu tür bir bozulma hastalığı genel felç olarak tanımlanıyordu. Felç olan bazı hastaların da önceden frengilerinin bulunduğu anlaşılmıştı. 1897’de Richardvon KraftEbing felçli hastaları frengi yaralarından elde ettiği maddelerle aşıladı ve hastalar frengi geliştirmediler. Buonları daha önce olduğunu gösteriyordu. Nihayetinde 1905’te frengiye neden olan özgül mikroorganizma keşfedildi. Enfeksiyon ile beynin belli bölgelerinin bozulması ile bir psikopatoloji türü arasında nedensel bağlantı kuruldu. Somatogenez güvenirlik kazandı ve daha fazla biyolojik neden arayışı hız kazandı. Psikogenez: Somatojenik nedenlerin arayışı psikiyatride 20. yy’ a dek başat olmaya devam etti. Akıl hastalıklarını psikolojik işleyişteki bozukluklara yükleyen çeşitli psikojenik görüşler Fransa ve Avusturya da moda olmuştu. O zamanlar Batı Avrupa’daki birçok insan histerik durumlara yakalanmışlardı. Fiziksel bir nedenin bulunmadığı körlük ya da felç gibi fiziksel kapasite yetersizliklerinden mustariptiler. 18 yy’ ın sonlarında Avusturyalı hekim Franz Anton Mesmer histerik bozukluklara bedendeki manyetik bir sıvının kısmi dağılımının sebep olduğuna inanıyordu. Mesmer insanların sorunlu bölgelerine manyetizmayı harekete geçirdiğine inandığı bir çubukla dokunuyordu. Bugün kuşkulu bir kuramsal açıklama olsa da Mesmer birçok histerik hastaya yardım etmiştir. Bununla beraber Mesmer’in hastaları iyileştirmek için çalıştığı ortamdan dolayı modern hipnozun ilk kullanıcılarından biri olarak anılır. Mesmer çağdaşlarınca bir şarlatan olarak değerlendirilmiştir

ama bununla birlikte hipnoz çalışmaları da giderek artmış. Parisli bir nörolog Charcot sadece anestezi ve felç gibi teknik durumlarda değil körlük, sağırlık gibi sorunları ve histerinin neden olduğu bellek boşluklarını da çalıştı. Charcot başlarda somatojenik görüşü destekliyordu. Ancak bir gün öğrencileri normal bir kadını hipnotize ettiler ve belli histerik semptomları telkin ettiler. Charcot kadının gerçek bir histerik hasta olduğuna kanmıştı. Öğrencileri kadını uyandırarak nasıl çabucak histerinin ortadan kalktığını ona gösterdiklerinde bu kafa karıştırıcı olgunun nörofizyolojik yorumlarıyla ilgilenmeye başlamıştı. Bu sıralarda Viyana’da Josef Breuer adında bir hekim çeşitli histerik semptomlarla yatalak olmuş genç bir kadını tedavi etmişti. Bacakları, sağ kolu ve sağ tarafı felçliydi. Görmesi ve işitmesi de bozulmuştu. Sıklıkla konuşma güçlüğü çekiyordu. Zaman zaman da rüyadaymış gibi bir duruma giriyor ya da kendi kendine mırıldanırken kaybolmuş gibi hissediyordu; kafası tedirgin edici düşüncelerle meşgul görünüyordu. Bir tedavi seansı sırasında Breuer Anna O.’yu hipnotize etti ve mırıldandığı sözcüklerden bazılarını tekrarladı. Daha serbestçe konuşturmayı başarmıştı ve kadın nihayetinde geçmişteki sıkıntı veren bazı olayların duygusunu yaşayarak konuşmaya başlamıştı. Önceki bir felaket yaşantısının açığa çıkarılması ve daha önce unutulmuş olayla ilgili düşüncelerin Ürettiği gerilimin giderilmesi katarsis olarak adlandırıldı. Breuer’in yöntemi katartik yöntem olarak bilinir oldu. 1895’te Sigmund Freud ile anormal psikolojisinde bir köşe taşı olarak değerlendirilen Histeri Üzerine Çalışmalar adlı kitabı yayınladı.

Kaynakça  Dağ İ. Tarihsel ve Bilimsel Değerlendirmeler. Sf: 1-18

14


Alin Psikoanalitik Kuram’ın kurucusu Sigmund Freud 6 Mayıs 1856 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğu içerisinde bulunan Pribor ‘da doğmuştur. Yahudi kökenli bir nörologdur. O dönemde Yahudiler yalnızca tıp ve hukuk alanında çalışabiliyordu. Freud ‘da bilime meraklı olduğu için tıbbı seçti.1876 yılında tıp fakültesine girdi. Üniversite yıllarında Yahudi olduğu için birçok arkadaşı tarafından dışlandı. Nöropsikoloji ile ilgileniyordu fakat yaşadığı ekonomik zorluklardan dolayı nörolojiyi seçti. İleri ki yıllarda beraber çalışacağı Josef Breur ile tanışması bu zamana denk gelmektedir. 1876 yılında fizyolojist Brucke ‘nin laboratuarına girdi ve burada anatomopatoloji ve insan sinir sistemi üzerine araştırmalar yaptı.1881 yılında tıp fakültesini bitirdi, 1883 yılında o dönemin ünlü beyin anatomisi ve nöropatoloji uzmanı Dr.Theodor Meynert ‘ in süpervizörlüğünde psikiyatri kliniğinde asistan olarak çalışmaya başladı.1884 yılında kokain incelemesi yapmakla görevlendirildi. Bu yıl içerisinde kokainin analjezik özelliklerini keşfetti ve analistik niteliklerini sezinledi. 15

Burs kazanarak 1885 yılında Paris ‘ e gitti, Salpetrie Hastanesinde Jean Martin Charcot ‘un yanında staja başladı. Freud ‘un Charcottan önemli ölçüde etkilendi ve burada çalıştığı süre zarfında histerinin belirtilerini, hipnozun ve telkinin etkilerini gözlemledi.1886 yılında Paris’ten ayrıldı, Almanya ‘ ya gitti burada çocuk nöropatolojisiyle ilgilendi. Daha sonra Viyana ‘ ya döndü ve özel hekimlik yapmaya başladı. Sinir hastalıkları ve histeri şikâyetiyle başvuran hastalarına o dönemde uygulanan önemli tedavi yöntemlerini, elektroterapi ve hipnotizma uyguladı.1887 yılında Dr.Bernheim ‘in Telkin ve Telkinin Tedavideki Uygulamaları adlı kitabını çevirdi. Bruer ‘la nevrozların cinsel açıklaması konusunda ters düştükleri için yollarını ayırdılar. Histerinin cinsel etiyolojisi ile ilgili verdiği konferans tam anlamıyla bir skandala yol açtı.1908 yılında Viyana ‘da kurulan Psikanaliz Derneği, Freud için çok büyük bir öneme sahiptir. Freud hakkındaki ilginç bir şey ise şudur: Freud prensip gereği kişisel hiçbir belge bırakmamıştır. Özel belge, anı defteri, mektup vs. hepsini yakmıştır. Bu nedenle Freud hakkında birçok kapsamlı bilgi yakın dostu İngiliz psikiyatrist Ernest Jones


PSİNOSSA tarafından yazılan 1953 yılındaki üç ciltlik Sigmund Freud’ un Yaşamı ve Yapıtları adlı kitapla ortaya çıkmıştır. Açlık, Susuzluk, Saldırganlık ve Cinsellik Psikoanaliz kuramına göre benlik psikoanalizin temel kavramlarından bir tanesidir. Bu kavram üç kısımdan oluşur. Bunlar; id, ego ve süperegodur. İd, Freud ‘un üç parçalı ruhsal yapı modelinde herkes de ortak bulunan biyolojik içgüdüleri, arzuları ve dürtüleri içeren bilinçsiz ruhsal enerji kaynağı. Ego, psikoanaliz kuramında bulunan ruhsal aygıtın üç ana parçasından bir tanesidir. İdden türer ve enerjisini de buradan alır. Kişiliğin, ilkel içgüdüsel dürtülerle ( id ilkesi ) , içselleştirilmiş ebeveyn ve toplum yasakları ( süperego ) ve dış gerçekliğin gerekleri arasında aracılık eden bilinçli, ussal yan. Süperego ise, Freud un üç parçalı ruhsal aygıt modeline göre insan yapısının, toplumsal değer yargılarını ve onların ahlak normlarını gösteren bireyin kendi içindeki doğru-yanlış normları ve onların ideallerinden oluşan kısmı. Freud ‘un yapı dediği üç maddenin insanın beyniyle bir ilişkisinin olmadığını anlatmak için soyut bir anlatıma başvurmuştur. Psikoanalitik kurama göre kalıtım yoluyla geçen tüm içgüdüler egoda idde toplanır. Bu içgüdüler açlık, susuzluk, organizmanın korunması, ,cinsellik ve saldırganlık gibi alt alanlara ayrılırlar. Alt – benlik (id) herhangi bir sınır ya da kural tanımaz. Bir şey istediğinde zaman, mekân bakılmaksızın o anda ihtiyacının giderilmesini ister. İd, haz ilkesine göre çalışır. Yani haz veren şeyler id tarafından istenir. Mesela, bir çocuğu düşünelim karnı çok acıkmış ya da çok susamış olsun, bu ihtiyacının anında giderilmesini ister. O an ki koşullara bakmaz. Altı kirlendiğinde temizlenmediği zaman kıyameti koparır. Başlangıç yıllarında çocukların istekleri alt-benliğe göre belirlensede büyüyüp yetişkin biri olduğu zaman her istediğinin her zaman olmayacağını ve de ailesinin onun her istediğini anında yapamayacağını öğrenir.

Benliğin temel işlevi adaptasyon yani uyum sağlamadır. Öncelikle işlevi yerine getirmek için alt-benliğin ne istediğini algılamalı daha sonra da dış gerçekliği ile içgüdüsü arasında sentez yaparak o duruma uygun bir davranış geliştirmelidir. Böylesi bir uzlaşmanın sağlanması için bazı kurallara ihtiyaç vardır: Alt-benlikte içgüdüsel talepler en uygun sürede karşılanmalı ve gerektiğinde ertelenmelidir. Böylece dışarıda yaşanan gerçek hayat engellerine karşılık dayanma gücü arttırılmış olur. Benlik uyum sağlarken bazı yollara başvurur. Bu yollardan bir tanesi de alt-benlikteki içgüdüsel taleplere başka türlü doyum çeşitleri bulmaktır. Bu görev, savunma mekanizmaları tarafından incelenir. Bu görev yerine getirilmezse üst benliğin altında dayanılmaz bir gerginlik ve sıkıntı oluşur. Benlik, savunma mekanizmaları için farklı doyum yönleri bulma sadece bazı içgüdülerde gerçekleştirebilir. Bunlar cinsellik ve saldırganlık içgüdüleridir. Açlık ve susuzluk gibi içgüdüler sadece kendi talepleriyle karşılanabilirler. Mesela, insan susuzluk veya açlık hissiyatını kitap okuyarak yenemez. Cinsellik ve savunma içgüdülerinin savunma mekanizmaları aracılığıyla başka yollardan doyurulması Freud’un ortaya attığı bir görüştür. Yüceltme ve geri itme gibi savunma mekanizmaları onun tarafından ortaya atılmıştır. Kaynakça  Anonim. Sigmund Freud Kimdir? 19 Kasım 2014. http://www.webokur.net/forum/konu/sigmu nd-freud-kimdir-hayati-eserleri.3095/  Anonim. Benlik. 19 Kasım 2014. http://www.enfal.de/sosyalbilimler/b/027.ht m  Anonim. Sigmund Freud Biyografisi. 19 Kasım 2014. http://www.biyografi.info/kisi/sigmundfreud

16


Ön Kapak

İsmail Bıyıklı ARKA KAPAK: Doğru, "Bay Doğru"yu bulmanın en iyi yolu, henüz flört aşamasındayken cinsel ilişkiye girme alışkanlığından vazgeçmek. Cinsel ilişkiye girmek, ilişkinin gelişimini baltalayabilir. Laurie Langford bu kitabında beklemenin neden önemli olduğunu anlatmakla kalmıyor, nasıl beklemeniz gerektiğini de açıklıyor. Gerçek yaşamlardan gerçek öyküleri ve kendi deneyimlerini sizinle paylaşıyor, *Kadınların sıkça yaptığı on hatayı yapmaktan nasıl kaçınacağınızı, *Benlik saygınızı nasıl güçlendireceğinizi, *Onun ilişkiye olan ilgisini ve hevesini cinsel ilişkiye girmeksizin nasıl canlı tutacağınızı ve *Fazla ileri gittiyseniz bile nasıl yeni bir başlangıç yapacağınızı göstermek için... 17

"laurie Langford'dan gerçek aşkın filizleneceği, karşılıklı sevgi, saygı ve güvene dayalı bir ilişki kurmak isteyen her kadına yardımcı olacak esin kaynağı bir kitap." -Haham Steven Carr Reuben, Raising Ethical Children (Ahlaklı Çocuklar Yetiştirmek) adlı kitabın yazarı. *** Bu kitabı yazmak kadar eleştirmekte büyük bir cesaret ister. Ülkemizdeki bu büyük cinsellik tabusu "ayıp, cızz, öyle denir mi?" lafları bir çok şeyi içimizde yaşamamızı gerektiriyor. Bir psikolog adayı olarak kadınların ne kadar büyük yükler taşıdığının farkındayım. Bütün bu yükler yetmiyormuş gibi, onların cinsel hormonları yokmuş gibi davranılıyor. Onlar, cinsel dürtülere sahip değiller, onların cinsel organı sadece durmak için yaratılmış gibi oluşan bu iğrenç tabuyu yıkmak için bu kitabı kendi gözümden kaleme almak istiyorum. Kızlar yada kadınlar bir psikolog olarak sizi çok iyi anlıyorum. Bir birliktelik yaşamış olabilirsiniz. Kendinizi çok suçlu hissediyor olabilirsiniz. Yalnız gibi görünüyor olabilirsiniz.


PSİNOSSA Ama hiç de öyle değil. Güçlü ve mutlu birey olmak için bu kitabı mutlaka okumalısınız. Sizin de hormonlarınız var ve bu hormonları bazen aynı düzeyde tutmak mümkün olmuyor biliyorum. iyi okumalar diliyorum... Laurie Langford, bir psikolog değil. En azından kitabın başında olmadığını belirtiyor ve saçma sapan meslekler edinip, yaşam koçuyum falan da demiyor. "Bu kitabı yazması biraz saçma olmuş "dedim. Sonra, saçma olduğunu düşünerek okumaya devam ettim. Kitabı bitirdim, gerçekten böyle bir kitap yazmak için psikoloji eğitimine gerek olmadığını anlamış oldum. Laruie, harika kadın. Kadınların, birbirleriyle bu konuda tecrübelerini paylaşması olası bir durum değildir. Genel de çekememezlikler, ben yaşadım o da yaşasın efendimler, dolanır durur düşüncelerinde. Laurie, inanılmaz bir cesaretle kitabı, kadın olmamama rağmen hayranlıkla okutuyor. *** Kitabımız 14 bölümden oluşuyor. Her bölüm ayrı ayrı tecrübelerle dolu. Sizin için bütün bölümleri ayrıntılı anlatmak isterdim fakat dergimizin sayfa sayısı buna yeterli olmuyor. Bundan dolayı bana göre ilginizi çekecek bölümlerden küçük küçük örneklere yer verdim. Böylelikle kitap hakkında fazlasıyla bilgiye sahip olacaksınız... Şunu da belirtmek istiyorum bu kitabı bu eleştiriyi okuduktan sonra satın almamak için zor tutacaksınız kendinizi. "Kadınların sıkça yaptığı 10 Hata" Bu bölüm tam anlamıyla baş yapıt. Kadınların sıkça yaptığı on hata derinlemesine anlatılıyor. 1) Sizin için "doğru" olmayan erkeklere çatıyorsunuz. 2) Standartlarınızın ne olduğu ayrımında değilsiniz. 3) Ne istediğinizi bilmiyorsunuz 4) Yanlış mesajlar yolluyorsunuz. 5) Olası sonuçları düşünmüyorsunuz. 6) Hormonlarınıza teslim oluyorsunuz.

7) Aşkın gelişini bekleyecek kadar sabırlı davranmıyorsunuz. 8) Onu yitirmekten korkuyorsunuz. 9) Kendinize ve kararlarınıza yeterince güvenmiyorsunuz. 10) Kendinizi, ilişkinizin olduğundan daha güzel ve iyi olduğuna inandırıyorsunuz. Bu maddelerin dışında, bir çok konu ayrı başlıklar altında değerlendiriliyor. "Kendine yeniden güvenebilmek." Bu bölümde, kendimize olan saygımızı ve güvenimizi yeniden kazanmanın yollarına bir göz atacağız. Yeniden kazanmanın diyorum, çünkü çoğumuz, kendine olan saygısını ve güvenini çocukluğunda veya genç kızlığında yaşadığı hoş olmayan bazı deneyimler sonucunda belli ölçüde yitirmiş durumda. Geleceğimiz için daha sağlıklı ve iyi kararlar verebilmek ve mutluluğu yakalayabilmek için kendimize olan saygımızın ve güvenimizin tam olması gerekir. Altı Adımda Benlik Saygısının Yeniden Kazanımından maddelerini ayrıntılı şekilde açıklıyor. 1.Adım: Kendinize karşı dürüst olun. 2.Adım: Yaşamınızı olumsuzluklardan temizleyin 3.Adım: Kendinizi kabullenin 4.Adım: Ruhsal olgunlaşmanıza önem verin 5.Adım: Benlik saygınızı zedeleyecek durumlardan kaçının 6.Adım: Kendinize yeni standartlar belirleyin "Cinsel ilişkiye ne zaman gireceğinize siz karar verin." Geçmiş ilişkilerinizi bir düşünün. Hiç cinsel ilişkiye girme kararını bilinçli ve durumdan tamamen bağımsız bir biçimde verdiğiniz oldu mu? Yani, cinsel ilişkiye girmeden önce erkek arkadaşınızla hiç oturup duygularınızı, düşüncelerinizi, varsa planlarınızı, ilişkilerinizin hangi aşamada olduğunu tartıştınız mı? 18


Cinsel ilişkiye genellikle bu konuları hiç düşünmeden, karşı tarafla görüş alışverişi yapmadan, körü körüne gireriz. Aklımızın başımızdan gittiği bir anda böylesine bir mantık çerçevesi içinde düşünmemiz neredeyse olanaksızdır. Ancak henüz üzerinizdeki giysileri çıkarmamışken, henüz şansınız ve vaktiniz varken, onun çekiciliğine henüz kapılmamışken bu konuları konuşmak, karşınızdaki adamın size karşı gerçekten neler hissettiğini öğrenmek, yapabileceğiniz en akıllıca ve tek mantıklı şeydir. Bu bölümde cinsel ilişkiye ne zaman gireceğiniz hakkında sözün sizde olmasına değinirken, erkekkadın ilişkileri için örnek diyaloglara yer veriliyor. Bir tanesini sizinle paylaşmak istiyorum: Cinsel ilişkiye girmeden önce ilişkinizi resmiyete dökmek istiyorsanız, aşağıdaki gibi bir konuşma yapmanızın yararı olabilir: KADIN: Cinsel ilişkinin ciddi bir şey olduğunu düşünüyorum ve evlenene kadar cinsel ilişkiye girmememiz gerektiğini düşünmesem de, en azından nişanlanana kadar beklememizin bizim için daha iyi ve doğru olacağını düşünüyorum. Yaşamımın geri kalan kısmını seninle geçireceğimden emin olmadan cinsel ilişkiye girmemeyi tercih ederim ERKEK: Ben de rastgele cinsel ilişkiye girme taraftarı değilim. Ancak nişana daha çok yok mu? Yani, bu sence de uzun bir süre değil mi? KADIN: Haklısın, bu uzun bir zaman. Ancak dayanılmayacak kadar uzun bir süre değil. Cinsellik olmaksızın birbirimize karşı beslediğimiz duyguları anlamak istiyorum; cinselliğin gerçek duygularımızı görmesine engel olmasından endişe ediyorum.

"Cinsel ilişkiye son vermek ya da cinselliğe son vererek yeni bir başlangıç yapmak." Cinsel ilişkiye girmekten kaçınmak, herhangi bir erkekle özel bir ilişkiniz yoksa daha kolay yapabileceğiniz bir şeydir. Standartlarınızı belirleyip kendinize söz verdikten sonra biriyle çıkmaya başladığınız zaman, sağlıklı bir ilişki geliştirmeye hazır olursunuz. Sınırlarınızı bilirsiniz ve erkek arkadaşınızın sergileyeceği çeşitli davranış biçimleri karşısında nasıl davranacağınız, ne yapmanız gerektiği konusunda kendinizi rahat hissetmekle birlikte, sürdürmek istediğiniz bir ilişki yaşıyor da olabilirsiniz. Belki tamamen sonlandırmak istediğiniz bir ilişki yaşıyorsunuzdur. Belki de tamamen cinsellik üzerine kurulu, size acı veren bir ilişkiniz vardır. Bu bölümde ilişkinizin türünü keşif ediyorsunuz ve sonrasında yapmanız gerekenler çorap söküğü gibi geliyor. *** Sevgi, güven ve saygı temellerine oturan, yaşam boyu sürecek bir ilişki istiyorsanız, hayat boyu cinsel bir obje olarak kullanılmamak istiyorsanız ve her zaman doğru adımı atmak istiyorsanız; mutlaka bir tecrübeden yararlanmalısınız. Bu kitap size eşsiz bir tecrübe katacak. Artık uyuyan balığı, uyandırma vakti. Sıra sizde, hadi ayağa kalkın ve canınızı acıtanlara kök söktürmeye başlayın. Sizinle gurur duyuyorum, bu yazıyı okuyarak ne kadar güçlü biri olduğunuzu ispatladınız. Hadi şimdi kalkın ve bu kitabı okumaya başlayın. Sonunda bana bir teşekkür borçlu olduğunuzu hissedeceksiniz.

Hayatınız boyunca sizi kimsenin üzmemesini diliyorum. Okuduğunuz için sonsuz teşekkürler..

19


PSİNOSSA *Ruhdaki Bölünmeler-Franz Rubert Prof. Dr. Franz Ruppert, Türkçe çevirisiyle yayımlanan bu ikinci kitabında, travmanın nesiller Okumanızı önerdiğimiz kitaplar.

arası etkisini araştırmaya devam ediyor. Bu kitabında, yaşamda kalma stratejilerinin travmatize

Haydi bana bir kitap söyle de okuyayım diyenler

olmuş kişiler ve bu kişilerin yakın ilişkide olduğu

için.

insanlar üzerindeki etkilerini detaylı bir şekilde araştırarak travmatik olaylara doğal bir tepki olarak psikolojik bölünme süreci ve bu sürecin işleviyle ilgili anlayışını derinleştiriyor.

*Oda Odada her türlü duygusal darbe var ama bu duyguyu mümkün kılan şey, kitabın kusursuzca kurgulanmış olması. Oda öylesine güzel düşünülmüş ki hiçbir şekilde yapmacık gelmiyor. Ama uyarmış olayım bir içeri girdiniz mi, son sayfaya kadar Donoghue’nin gönüllü tutsağı olacaksınız. Newsweek *Din-Ahlak ve Saygı-Biat Üzerine Aykırı Yazılar-Alaeddin Şenel Bilim ve düşün insanı Alâeddin Şenel bu yapıtında "ahlak" kavramını tarihsel, sınıfsal ve siyasi boyutlarıyla inceliyor, tarih boyunca geliştirilmiş ahlak kuramlarını karşılıklı olarak ele alıyor.

( Bir sonraki sayıda sizlerle olacak.)

20


Salih F. Canpolat

Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği (CETAD)

Eşcinsellik nedir? Cinsel yönelim kişinin hangi cinsiyete yönelik cinsel ve duygusal çekim duyduğuyla ilgili bir özelliktir. Eşcinsellik (homoseksüellik) bu çekimin kişinin kendi cinsiyetinden kişilere yönelik olmasıdır. Örneğin, bir erkeğin cinsel olarak diğer erkeklere ilgi duyması, onlarla birlikte olmayı arzulaması, cinsel fantezilerinin bununla ilgili olması, bu yönde cinsel birliktelikler kurması, erkekleri sevip âşık olması, duygusal 21

birlikteliklerini erkeklerle yaşaması eşcinsel olduğu anlamına gelir. Benzer ilgi ve çekim karşı cinsle ilgili olduğunda buna heteroseksüellik, her iki cinse yönelik olduğundaysa biseksüellik denir. Ancak kişinin kendisini eşcinsel olarak tanımlaması için bunların hepsinin mevcut olması gerekli değildir. Nasıl ki bir heteroseksüelin, heteroseksüel olması için cinsel duygusal birliktelik deneyimi olması gerekmez, eşcinsellik için de aynısı geçerlidir. Bunun yanı sıra, bu özellikler insan yaşamı boyunca çeşitlilik gösterebilir, örneğin hayatı boyunca kadınlara ilgi duymuş olan bir heteroseksüel erkek, başka bir erkekle ilgili cinsel fanteziler kurabilir, cinsel paylaşımı olabilir. Bu kişinin cinsel yöneliminin değiştiği anlamına gelmez. Tekil cinsel eylemler cinsel yönelimi belirlemez. Yani eşcinsellik ya da heteroseksüellik kısa bir süreçte görülen özelliklere göre değil, genel ilgi ve davranışa göre tanımlanır.


PSİNOSSA Gey ve lezbiyen ne demektir? Eşcinsellik terim olarak tıp ve hukuk otoriteleri tarafından 19. yüzyılda bu yönelime verilmiş isimdir. Ancak eşcinselliğin insanlık tarihinin ilk dönemlerinden itibaren her tarih, coğrafya ve kültürde mevcut olduğu bilinmektedir. Her kültürde farklı şekillerde isimlendirilen bu özelliğe tıbbın konusu haline geldikten sonra eşcinsellik (homoseksüellik) denmeye başlanmıştır. Geçtiğimiz yüzyılda eşcinsel özgürleşme hareketi bu tıbbi isimlendirmeyi kullanmaktan bilinçli olarak kaçınmayı tercih etmiştir. Kulağa bir tanı kategorisi gibi gelen ve sadece cinsellikle ilgili bir durumu anlattığı izlenimi veren bu ifade yerine, batı toplumlarında kullanılmakta olan başka isimlendirmeler tercih edilmiştir. İngilizce de “gay” (gey) kelimesi, hem erkek hem de kadın eşcinselleri tanımlamak için kullanılagelmiştir. Zaman içinde kadın eşcinsellerin eşcinselliğini eserlerinde ifade eden bir kadın şairden yola çıkarak tercih ettikleri “lesbian” (lezbiyen) kelimesi kadın eşcinseller için kullanılmaya başlanmıştır. Giderek gay daha çok erkek eşcinseller için kullanılır hale gelmiştir. Türkiye’de 1980li yıllardan itibaren beliren eşcinsel hareket başlangıçta gay ve lezbiyen ifadelerini kullanmışsa da, gay yerine Türkçe okunduğu haliyle “gey” kelimesi önerilmiştir. Bu öneri eşcinsellikle ilgili Türkçe literatürde de, duyarlı bir çok medya organında da kabul görmüş ve yaygın kullanım kazanmıştır. Eşcinsellik “cinsel tercih” midir? Cinsel yönelimin nasıl geliştiği tam olarak bilinmemekle birlikte, herhangi bir kişinin cinsel yönelimler arasında iradesini kullanarak bilinçli bir tercih yapmadığı bilinmektedir. Örneğin, hiçbir heteroseksüel kadın hayatının bir aşamasında erkeklere ilgi duymaya karar vermemiştir. Benzer şekilde irade kullanılarak değiştirilmesi mümkün değildir. Cinsel yönelimle ilgili tercih kişinin

yönelimini nasıl ve ne kadar davranışlarına ve hayatının geneline yansıtacağı, yönelimini başkaları ile ne ölçüde paylaşacağı ile ilgili olabilir. Cinsel yönelimin nasıl ortaya çıktığı ile ilgili yıllarca çeşitli alanlarda çalışmalar yürütülmüşse de tutarlı ve geçerli bir açıklamaya ulaşılamamıştır. Son yıllarda yapılan çalışmalar genetik ve doğum öncesi süreçlere işaret etmektedir; ancak tek belirleyenin bu etkenler olmadığı da gösterilmiştir. Kişilerde saptanan hormon düzeyleriyle, beyin yapısı ve işlevleriyle ilgili bozukluklarla, kişinin geçmişinde cinsel istismar olmasıyla, aile yapısıyla, ebeveyn özellikleri, anne veya babasıyla ilişkisiyle, kendi cinsi ve karşı cinsle ilişki denemelerinde başarı/başarısızlık yaşamış olmasıyla, yineleyen denemeler sonucu öğrenmiş olmasıyla, bağımlılıkla açıklanamayacağı gösterilmiştir. Eşcinsellik hastalık mıdır? Eşcinsellik bir hastalık değildir, insan cinselliğinin olağan çeşitliliğinin bir görünümüdür. Psikoloji ve tıbbın bir dalı olarak psikiyatri ilk dönemlerinde hakim ideoloji doğrultusunda üremeye dönük olmayan birçok cinsel etkinlik gibi eşcinselliği de bir ruhsal bozukluk olarak kabul etmiştir. Ancak insan cinselliği ile ilgili çalışmalardan elde edilen bulgular, eşcinsel bireylerin ruhsal işlevlerinin diğer cinsel yönelimleri olan kişilerden farklı olmadığını gösteren bulgular ve eşcinsel özgürleşme hareketinin toplumun eşcinsellikle ilgili tutumunu sorgulaması sonucunda bilimsel olarak eşcinselliğin bir ruhsal bozukluk olmadığı yaklaşık kırk yıl önce ilan edilmiş ve yaygın kabul görmüştür. Bireyin eşcinsel olması kendi başına kişiyi sıkıntıya sokmayan, kişisel, sosyal ve mesleki işlevselliğini bozmayan bir durumdur. Ancak toplumun genel eşcinselliği yadırgayan, hor gören, dışlayan tutumunun kişi üzerindeki etkileri eşcinsel bireylerin ruhsal sorunlar yaşamasına ve ruh sağlığı hizmetlerine yüksek oranda başvurmalarına neden olmaktadır.

22


23


PSİNOSSA

TPÖÇG İstanbul Yerel Yapılanma

Helin Özlü

Aşağıda bir LAMBDA üyesi ile yaptığımız röportajı okuyacaksınız. Cinsel yönelimden dolayı yaşadığı sorunları ve deneyimleri bizlerle paylaştığı için kendisine teşekkür ediyoruz ve bu yazının bir nebze de olsa ayrımcılığa karşı yapılan mücadeleye katkıda bulunmasını diliyoruz. Röportajı yaptığımız kişinin ismini etik nedenlerden ötürü vermek istemedik, bunun yerine temsili bir kısaltma olan A.A’yı kullandık.

İlk ne zaman/nasıl eşcinsel olduğunuzu fark ettiniz? Yaşımı tam olarak hatırlamıyorum ama ilkokul döneminde kadınlara değil de erkeklere ilgi duyduğumu hissettim. Yaşımın küçük olması dolayısıyla böyle şeyleri kavrayamıyordum, çünkü gay nedir, lezbiyen nedir bilmiyordum ama yaşım ilerleyince, interneti kullanmaya başlayınca ne olduğumu, kim olduğumu öğrenmeye başladım. Heteroseksüel değil de gay olduğumu farkettim.

24


Bu durumu fark ettikten sonra saklama gereği duydunuz mu? Duyduysanız neden ve nasıl sakladığınızı paylaşmak ister misiniz? Tabi, evet duydum. Ben üniversiteye kadar açılamadım kimseye. Orta okul ve lise döneminde karşılaşmış olduğum “top, Fatih Ürek, karı kılıklı” gibi alaycı yaklaşımlar bunu saklamama sebep oldu. Arkadaşlarım tarafından kabul görmek istiyordum bu yüzden de heteroseksüel rolü oynuyordum. Kızlardan hoşlanmaya çalışıyordum, çıkma teklifi ediyordum, hatta bazen kendimi bile bir kızdan hoşlandığıma inandırmaya çalışıyordum. Bunun tek sebebi vardı o da toplumsal baskılardı.

bir şey hissettiğinden korkuyor ve sen daha önce davrandığın gibi davranamıyorsun. Okuldaysan eğer açılmayı düşündüğün zaman “Arkadaşlarım alay eder mi?” korkusu oluyor, işteysen eğer “İşten atılır mıyım?” korkusu oluyor böylelikle açıklamak güçleşiyor.

İlk kiminle paylaştınız? İlk üniversitede bir arkadaşımla paylaştım onun da eşcinsel olduğunu düşündüğüm için ona açılmıştım. Onu saymazsak ilk bir kadın arkadaşımla paylaştım çok şaşırdı inanamadı.

Bu durumu etrafınızdakilerle rahatlıkla paylaşabiliyor musunuz?

-Evet öyle bir görüntünüz yok ben de şaşırdım açıkçası

Kişiden kişiye göre değişir bu durum. Ben ilk açılmamı üniversitede yaşadım daha sonra LAMBDA’yla tanıştım, aktivizmin içine girdim. Herkesle rahatlıkla paylaşamıyorum ama yavaş yavaş etrafımdakilerle paylaşmaya başladım. Başkalarına açılmadan önce kişi kendisi eşcinselliğini kabul etmeli, evet ben eşcinselim ve bundan rahatsız değilim demeli, rahatlıkla söylemeli. Zaten böyle olunca açıldığımız kişilere de bir şey söylemek kalmıyor, anlamaya çalışıyorlar. Paylaşmadaki en önemli nokta ise doğru zamanda doğru kişilere açılmaktır. Doğru zaman kendini kabul ettiğin zamandır, doğru kişi ise sana bu konuda zarar vermeyecek kişilerdir. Mesela geçenlerde eşcinsel bir arkadaşımızın ailesine birileri tarafından eşcinsel olduğu söylendi o da buna hazır değildi, intihar etti ve şu an aramızda değil. Böyle üzücü olaylar yaşamamak için paylaşacağımız kişileri iyi seçmeliyiz.

Ama benim maskülen görünmem eşcinsel olmadığım anlamına gelmiyor ya da heteroseksüel bir erkek de feminen olabilir. Toplumdaki bu algıları yıkmak bizim başlıca amacımız. Arkadaşım inanamadı ama olumsuz bir tepkiyle de yaklaşmadı, bilmediği çok şey vardı ve anlamak istiyordu. Ben kendimi çok sorumlu hissettim, en doğru dili kullanarak anlatmam gerekiyordu; çünkü ben onu inşa etmiş olacağım ve bundan sonrakiler için bir adım atmış olacağım.

Açıklayacağım zaman dışlanırım korkusuna kapıldınız mı? Tabiii, illa ki kapılıyorsun. “Acaba ne diyecekler?” diye düşünüyor insan; çünkü öğrendikten sonra insanların algısı değişiyor. Mesela daha önce arkadaşça sarıldığın erkek arkadaşına artık sarılamıyorsun çünkü yanlış düşünüyor, ona karşı 25

Ailenizin tepkisi nasıl oldu? Sadece kız kardeşim ve abim biliyor, annem babam bilmiyor. Kız kardeşime ben açıldım, önce ona zemin oluşturdum. LGBT’den bahsettim, o hukuk okuyor, ona ilgisini çekebilecek LGBT bireylerin davalarından, insan hakları ihlallerinden bahsettim. Dernekten broşürler, kitapçıklar götürdüm. Daha sonra bir gün “Sinem ben gayim.” dedim ve çok sakin bir şekilde “Evet biliyorum.” dedi, hiç olumsuz bir tutum sergilemedi; çünkü ben ona o zemini hazırlamıştım. Abime gelirsek o da şöyle oldu, bir akşam otururken abim “LGBT nasıl gidiyor?” dedi çok şaşırdım. “Sen nereden biliyorsun?” falan dedim öyle konuştuk. Sonrasında bana çok destek oldu, ondan bunu hiç ummuyordum. “Keşke daha önce söyleseydin.”


PSİNOSSA dedi, erkek arkadaşımdan bahsettim ona. Abim homofobik biri değil ama erkek arkadaşımı anlattığımda dinlemesini de beklemiyordum. Hatta bana “Bu saatten sonra geri adım atarsan, bu mücadeleden vazgeçersen bozuşuruz.” dedi. Peki anne ve babanıza neden anlatmadınız? Onların geldiği kültür çok farklı ve anne babaya açılma süreci daha zor, sancılı bir süreç. Mesela benim annem “gay” kelimesi ne demek bilmiyormuş, transseksüelliği gay diye biliyormuş. Bunu öğrendikten sonra daha da zor geldi anlatmak çünkü anneme önce bu kelimeyi öğretmem gerek, yani çok uzun sürecek ve anlaması zor olacak. Siz kendinizi ailenizin yerine koysaydınız nasıl bir tepki vereceğinizi tahmin edebilir misiniz? Tahmin edemiyorum açıkçası çok da tarafsız bakamayacağım bu duruma. Ben eşcinsel olduğum için çocuğum olsa çok rahatlıkla karşılardım. Biz eşcinseller olarak ailemizin bizi nasıl anlayışla karşılamasını bekliyorsak biz de en az o kadar anlayışlı olmalıyız, çünkü bilmiyor olabilirler öğretmemiz gerek, sabırlı olmalıyız. Eşcinsel olduğunuzu paylaştıktan sonra neler hissettiniz? Çok mutlu oldum. Hiç kimse bilmeden önce iki farklı hayat yaşıyordum bir LGBT’deki A.A vardı, bir de heteroseksüel ortamdaki A.A vardı. LGBT’deki A.A daha mutluydu çünkü yalan söylemiyordu, özgürdü, olmak istediği kişiydi. Hayatımdaki bu ikiliğe son vermek istedim bu da açılmama sebep oldu. Ben çok şanslıydım, paylaştıktan sonra olumsuz tepkiler almadım bu da beni daha güçlü kıldı.

Şu an daha önceki hayatınızdan mutlu olduğunuzu düşünüyor musunuz? Evet, mesela daha önce arkadaşlarım bana sevgililerini anlatırdı ben dinlerdim ya da Ahmet’i Ayşe olarak anlatırdım ama şimdi rahatlıkla anlatabiliyorum, daha gerçek bir hayat yaşıyorum bu da beni mutlu ediyor. Kendinize karşı birçok yanlış stereotip ve ön yargı geliştirildiğini düşünüyor musunuz? Kesinlikle var. Mesela lezbiyeni erkeksi olarak görmek gayi kadınsı olarak görmek bunun en başlıca örneklerinden biridir.İnsanlar ön yargıyla yaklaşıyor, kimisi dini açıdan günah sayıyor kimi ise hastalık olarak görüyor. Kimisi de onu taciz edeceğiz sanıyor. Bu ön yargı ve ayrımcılığa karşı nasıl mücadele verilebilir, neler yapılabilir? LAMBDA üzerinden söyleyeyim; biz burada bir LGBT derneğiyiz, aynı zamanda bir kültür merkeziyiz. Toplantılarımız oluyor, faaliyetler yürütüyoruz; söyleşiler, film gösterileri gibi… Ayrıca biz sadece eşcinsellere açık bir yer değiliz, heteroseksüel olan ve gelmek isteyen herkese açık bir yer LAMBDA. Kapıdan giren kişinin kimliği bizim için önemli değil. Onun lezbiyen, gay, heteroseksüel olması bizim için bir anlam ifade etmiyor. Biz kapımızı heteroseksüellere kapatmış olsak zaten toplumda mücadele etmiş olduğumuz kesime (ataerkil kafaya sahip olan heteroseksüelliği tek gören) ulaşamazdık. O yüzden LGBT örgütleri çok önemli. Bir birey olarak sadece çevrendekileri etkilersin ancak bir kurum olarak çok fazla şey yapılabilir, meclisle görüşebilirsin, toplantı düzenlersin, etkinlik düzenlersin, üniversitelere gidersin. Türkiye’de yapılabilecek şeyler: Eğitim sistemi değişmeli, sağlık alanında değişim olmalı. Her şeyden önce aileler bilinçlendirilmeli çünkü çocuk temelleri aileden alır.

26


Fikri Can KOÇAKOĞLU 27


PSİNOSSA

Fikri Can KOÇAKOĞLU 28


Otizm Nedir? Semra Güngör Otizm, sosyal ve iletişim becerilerinin oluşmasını etkileyen bir gelişim bozukluğudur. Otizm genellikle yaşamın ilk 2 yılında ortaya çıkar. Otistik çocuklar genelde öğrenme zorluğu çekerler. Otistik çocukların büyük bir kısmında farklı seviyelerde zeka geriliği görülse de, zeka seviyeleri normal otistik çocuklar da vardır. Ancak genel zeka seviyeleri ne olursa olsun, Otistik çocuklar çevrelerindeki dünyayı algılamakta ortak bir zorluk çekerler Bir annenin doğum sonrası çocuğunun (tüm özür grupları dahil olmak üzere) özürlü olma oranı %2dir; Otistik olması oranı ise %0.5′tir (eskiden bu oran 4/10.000 olarak değerlendirilirdi). Bir otistik

29

çocuktan sonra, ikinci çocukta otizmin ortaya çıkması riski %3 dür. Otizm erkek çocuklarda kız çocuklarından 4 kat daha fazla görünmektedir Her çocuktaki otistik belirtiler ve bunların seviyesi farklılık gösterebilir, bu nedenle otizmin seviyelerini kategorize etmek güçtür. Ayrıca, Asperger Sendromu ve Rett Sendromu olarak bilinen otizm formları da bulunmaktadır. İzmir Otizmli Çocukları Koruma ve Yönlendirme Derneği bu yıl Aralık ayının 28 ‘ inde 1.yılını dolduruyor. Bu 15 yıl içerisinde çeşitli eğitimler düzenlendi. Ailelere otizm hakkında ve otizmli çocuğa nasıl bakıldığı konusunda eğitimler verildi. Türkiye ‘de ilk kaynaştırma projesi MEB ile ortak yapıldı. İki tane uluslararası sempozyum verildi. Ailelere yönelik seminerler yapıldı. Çocuklar için sosyal aktiviteler ile ilgili projeler düzenlendi. Ahşap boyama çalışmaları, abla kardeş projesi yapıldı. Bu proje geçen yıl Ege Üniversitesi ile beraber yapıldı. Bu yıl ikincisi yapılacak.


PSİNOSSA

TPÖÇG KIBRIS YEREL YAPILANMASI

TPÖÇG KIBRIS YEREL YAPILANMASI 30


etkileşiminin değiştiği, görüşme sıklıklarının azaldığı gözlemlenmiştir.

Ömür Selimoğlu Derleyen: Pelin Yiri

Çocuk sahibi olmak, aileye yeni bir bireyin katılması genelde olumlu bir süreçtir. Aile yavaş yavaş kendi yaşadığı rutin hayatı çocuğa göre şekillendirmeye başlar. Mesela uyku, sosyal etkinlikler, mesleki gelişim, iş fırsatları… Bununla beraber çift olmaktan çıkıp aile olacakları için rollerin düzenlenmesi ve yenilenmesi gibi birçok değişim yaşanır. Tam bu sırada aile bir değişim süreci geçirirken normal gelişim göstermeyen bir çocuğa sahip olacaklarını öğrenmeleri bir duygu karmaşasına yol açar. Çocukları olacağını öğrendikleri sırada yaşadıkları sevinç büyük bir kedere dönüşebilir. Bir de bu hastalık otizmse, işler daha da karışmaya başlar. Çocuklarının iletişimde güçlük yaşaması, sosyal ve duygusal açıdan içine kapanık olması ve daha birçok sebep ailenin aşırı bir hüzün ve yoğun depresyon yaşamasına sebep olabilir. Bu hastalıkta yaşanabilecek bir diğer zorluk ise kabullenme sürecidir. Bazı aileler kolay adapte olurken bazıları güçlük çeker. Ailenin bu duruma uyum sağlama süreci, yaşadığı stresin azaltılmasında büyük rol oynayan sosyal destek faktörüne bağlıdır. Peki otizmli bir çocuğa sahip olmak yaşantıyı nasıl etkiler ve de sosyal çevre tarafından nasıl karşılanır? Bu konuda yapılan araştırmalara bakıldığında ebeveynlerin sosyal yaşantısında büyük bir değişim olduğu gözlenmiştir. Bu araştırmaların bir tanesinde otizmli çocuğa sahip ebeveynlerin doğum günü vb. gibi organizasyonlara davet edilmediği görülürken, bazı ailelerin de sosyal çevresiyle ve yakın derecedeki akrabalarıyla

31

Bunun yanı sıra, ebeveynlerin sosyal ortamlarda bulunmak istemediği, aile ve akraba ziyaretlerine gitmediği, çocuklarını bakıcıya ya da herhangi birine bırakmakta zorlandıkları görülmüştür. Çocuklarının zamansız gülme ve kıkırdanmaları ile ani tepkileri yüzünden yargılanacağını düşündükleri gözlemlenmiştir. Bu sebeple otizmli çocuğa sahip ebeveynlerle daha çok iletişim kurdukları görülmüştür. Otizmli çocuğa sahip ebeveynlerinin hayatlarının bazı evrelerinde çeşitli sorunlar yaşadıkları görülmüştür. Psikolojik, sosyal ve ekonomik sorunlar olarak sınıflandırılan bu sorunların sebebinin ebeveynlerin çoğunun çocukları için gelecek kaygısı taşımaları olduğu görülmüştür. Kendileri olmadığında ya da bakamayacak duruma geldiklerinde çocuklarının tek başına hayatını idame ettiremeyeceğini düşünüyorlar. Ayriyeten, otizmli çocuğa sahip olmanın normal çocuğa sahip olmaya kıyasla daha fazla emek harcanması gerektiğini bu nedenle de eşine ya da diğer çocuklarına daha az zaman harcadığı görülmüştür. Birçok ailenin çocuğuyla daha çok ilgilenmek için daha esnek çalışma koşulları olan işlere girdiği görülmüştür. Kurumlar ve ebeveynler arasında yapılan çalışmalar sonucunda sosyal desteğin stresi büyük ölçüde azalttığı ve yaşam doyumunu arttırdığı gözlemlenmiştir.

Kaynakça  Selimoğlu Ö. Otizmli Çocuğa Sahip Ebeveynlerin Sosyal Destek Algılarına Dair Görüşleri. 24 Kasım 2014. http://egitimdergi.omu.edu.tr/Makaleler/141 3046973_18_ufuk_ozbulat


PSİNOSSA

TEMPLE GRANDIN Yapımı: 2010 - ABD Yapımı: 2010 - ABD Tür: Biyografi, Dram Tür: Biyografi, Dram Süre: 107 Dk. Süre: 107 Dk. Yönetmen: Mick Jackson Yönetmen: Mick Jackson Senaryo: Temple Grandin, Margaret Scariano, Christopher Monger Senaryo: Temple Grandin, Margaret Scariano, Christopher Monger Oyuncular: Claire Danes, Julia Ormond, Catherine O'Hara, David Strathairn, Charles Baker Oyuncular: Claire Danes, Julia Ormond, Catherine O'Hara, David Strathairn, Charles Baker Ceren Ayık

Hayvan bilimi uzmanı, Colorado Devlet Üniversitesi profesörü, yazar, otizm aktivisti ve hayvancılık sektöründe hayvan davranışları alanında danışman; aynı zamanda kendisi de bir otizm hastası olan Temple Grandin' in hayat hikayesini anlatan biyografik belgesel niteliğindeki filmdir. ''Benim adım Temple Grandin. Ben başkaları gibi değilim. Resimleri düşünürüm. Onları birleştiririm.'' cümlesi ile başlar film ve yönetmen

film boyunca bize Temple' ın algısı ile anlatır olayları; sık sık onun normal bir insanın iki katı daha gelişkin olan görsel hafızasındaki fotoğraflara bakarız. Aynı anda konuşan insanların onun kafasında yarattığı kargaşayı onun gözleri ile görürüz, kulakları ile duyarız. Normal hayatta fark edemediğimiz detayları onun zihninde iken fark etmeye başlarız. Kapılar, ayakkabılar, avizeler, gölgeler, ışıklar, açılar, sesler… Detaylar konusundaki farkındalığı normal insanların üstünde olan Temple’ ın farklılığını gösterdiği en güzel 32


sahnelerden birisi teyzesinin çiftliğindeki giriş kapısını arabadan inmeden uzaktan açılabilecek ve belli bir süre kalabilecek şekilde tasarlamasıydı. Kapının tasarım aşamalarını daha tasarım süreci başlamadan an an zihninde izleyebiliyoruz tıpkı bir bilgisayardaki üç boyutlu bir tasarım programında olduğu gibi… Temple 4 yaşında iken kendisine otizm tanısı konulur. O yaşa kadar konuşamamıştır ve göz temasını kesinlikle reddetmektedir. Doktorun düşüncesi onun hastaneye yatırılmasının doğru olduğudur. Fakat, Harvard mezunu olan annesi onu kendi gözetiminde tutacak, sevgi ve sabır ile ona elinden gelen desteği verecektir. Üniversiteye başlamadan önceki yaz tatilinde teyzesinin yanına giden Temple orada hayvanlar ile iletişime geçecek ve ileride sahip olacağı mesleğin ilk adımlarını kendisini huzurlu ve mutlu hissettiği bu çiftlikte atılacaktır. Aynı zamanda üniversite zamanında icat edeceği 'Hug Box' adlı sarılma kutusunun esini de ona bu çiftlikte hayvanları sakinleştirmek için kullandıkları bir makineden gelecektir. Daha sonra Hug Box otistik çocukları sakinleştirmek için kullanılacaktır. Peki ineklere aşı yapılırken onları sakinleştirmek için kullanılan bu kutu nasıl sarılma kutusu haline gelmiştir? Eniştesi ineklerden birisini o kutuya kapattığında ne olduğunu anlamaya çalışır Temple. İnek birden sakinleşince eniştesine bunun nasıl olabildiğini sorar. Bunun ona iyi geldiği çünkü onu rahatlattığı yanıtını alır ve eve döner. Bir sonraki sahnede Temple ’ın geldiği gün teyzesinin onun odasının kapısına astığı ‘Temple’ ın Odası’ yazılı kağıt düşer ve bu onda ani bir tedirginliğe yol açar. Odada başka şeylerden de rahatsız olan ve hırçınlaşan Temple koşarak bahçeye çıkar ve direk o kutunun içine girer. Teyzesinden kutuyu kapatmasını ister. Önce bunu yapmak istemeyen teyzesi, Temple’ ın ısrarı üzerine onu makinenin içine kapatır. Bunun sonucunda Temple sakinleşir.

33

Okul hayatı boyunca birçok şey ile savaşmak zorunda kalır Temple Grandin. Farklılığının getirdiği zorluklar iletişimde yaşadığı problemleri onlar da daha fazla farklılığı doğuracaktır. Bağırarak konuşması, insanlarla göz teması kurmayı reddetmesi, fazla detaycı oluşu ve dokunsallıkla ilgili ara sıra şiddetlenen çekingenliği işleri hiç de kolaylaştırmamaktadır. Çevresi empati yapmayan ya da yapamayan bir insan topluluğu tarafından sarılmış iken, kendisi ile alay edilirken tüm bunların içinde Fen Öğretmeni onun zekasının eksik değil farklı olduğunu fark edecek ve onunla özel olarak ilgilenecektir. Öğretmeninin ona söylediği "Temple, bunun bir kapı olduğunu düşün. Senin için tamamen yeni bir dünyaya açılacak kapı..."sözleri hayatında önemli bir yer edinecektir. Öğretmeninin onunla özel olarak ilgilendiği süreç onun hayatında önemli bir değişim-dönüşüm noktası olacaktır; kendi yeteneklerini keşfedeceği, zorlanacağı fakat kendisine açılan kapıları fark edeceği bir süreç… Sonrasında profesörlüğe kadar uzanacak olan bir yolda başarılı ve sağlam adımlarla bir ilerleme başlayacaktır Temple Grandin için. Temple’ ın harika görsel zekasının farkına varan Fen Öğretmeni bu durumu onun diğer öğretmenlerine de anlatır; nasıl resimlerle düşündüğünü, (Temple Grandin hayatının ilerleyen zamanlarında ‘Resimlerle Düşünmek-Otizmin İçerden Anlatımı’ isimli bir kitap yazmıştır.) soyutsomut kavramları arasında kurduğu bağların kendine haslığını, Şey’ leri nasıl farklı algıladığını… Daha sonra, bir ders sırasında görsel ilüzyonları gösterir. Gösterdiği şekillerin neden böyle göründüklerini sorar. Diğer öğrenciler daha anlamaya çalışırken Temple heyecanla ‘’perspektif yüzünden’’ cevabını verir. Öğretmeni de ondan perspektif ile ilgili olan şekli tasarlamasını ister. Temple üzerinde çalışmaya başlar. Kısa sürede çok başarılı bir maket yapar. O an kendisinin ve gelecekte yapabileceği muhteşem şeylerin farkına vardığı, başarıyı tattığı andır.


PSİNOSSA

Üniversiteye başladığında ilk başta fazlasıyla zorlanır. Artık Fen öğretmeni yanında değildir. Ayrıca yönetim ‘Sarılma Makinesi’ nin zaten farklı olan Temple’ ı diğer öğrencilerden daha da farklı gösterdiğini düşündüğü için, onu kullanmasına izin vermez. Teyzesi yönetim ile konuşur ve yeğeninin neden bu makineye gereksinimi olduğunu açıklar. Temple da bununla ilgili öğrenciler arasında sosyal bir deney yapabileceğini söyler ve dediğini yapar. Kendi icat ettiği makineyi diğer öğrenciler üzerinde dener ve onlarla anket yapar, çalışması başarılı bulunur. Daha sonrasında ise sarılma makinesi ile ilgili şunları söyler Temple Grandin: ‘’Anneye sarılmanın nasıl bir his olduğunu bilmiyordum. Sarılma makinesiyle bunun nasıl bir his olduğunu öğrendim.’’ Artık üniversitede de anlayışla karşılanmaya başlanır. Daha sonra yeni bir oda arkadaşı olur; ileride en yakın arkadaşı olacak olan bu genç kızın görme engeli vardır. Tam olarak bu nedenle Temple ‘ı en başından beri anlayan nadir insanlardan birisidir. Temple nasıl her şeyi zihninde resmediyorsa o da sesleri kaydediyordur. Temple, yeni oda arkadaşının hayatına girmesi ile anlaşıldığını hissetmeye başlamıştır.

Filmde birçok kapı görürüz onun için açılan, onun açtığı… Bazıları somut, bazıları ise onun soyut kavramları zihninde somuta çevirebilmek için kullandığı soyut kapılardır. Temple Grandin daha sonra yaptığı bir konuşmada “Soyut kelimelere somut resimler veriyorum. Örneğin; insan ilişkilerini cam kapılar temsil ediyor. Cam kapılar sert itilirse kırılır. Bağlantıyı bu şekilde kuruyorum. Soyut kelimeleri somut düşünce yapabilmek için bazen olayı gerçekleştiriyorum. Cam kapılardan geçiyorum.” demiştir. Kendisinin birinci dilinin resimler olduğunu, insanlarla iletişime geçerken zihnindeki resimleri sözcüklere çevirdiğini de söylemiştir. Yalnızca otizm hakkında bilgi sahibi olmak için değil klasik algıyı kırmak ve daha derin bir algı inşa etmek için izlenebilecek güzel bir film. Kim bilir belki izledikten sonra kendi hayatımızda şimdiye kadar farkına varamadığımız detayları fark etme fırsatı bulabiliriz. İyi Seyirler.

34


Dilvini

Thula Kimdir? Thula, neredeyse 1 yaşında Maine Coon cinsi bir kedi. Bu cins, kedi aleminin zeki ve uysal devi olarak biliniyor ve çok genç olmasına rağmen Thula kendisinden beklenenleri boşa çıkarmıyor. Onun yumuşak ve sevgi dolu yapısı özellikle Iris gibi otizmle büyümeye çalışan küçük bir kız için çok büyük önem taşıyor. Iris'in annesi Arabella CarterJohnson, "Thula, Iris'in hayatla ilgili endişelerini azaltıyor ve onu sakinleştiriyor." diyor ve ekliyor: "aynı zamanda onu sosyalleştiriyor. Thula'yla daha fazla konuşuyor ve 'Otur kedi' gibi cümleler kuruyor." Carter-Johnson, kızı için terapötik bir evcil hayvan arkadaş aramaktan neredeyse vazgeçmek üzereyken, ailesi Noel'de bir Sibirya kedisini bakmaları için onlara bırakmış. Iris'in onunla iletişim kurduğunu gören Carter-Johnson "doğru hayvanı henüz bulamadığını" düşünmüş ve sonrasında Thula'yı bulmuşlar. Arabella CarterJohnson'ın ağzından Thula'yı bulmalarının ve kızının Thula ile olan arkadaşlığının hikayesini okumak için devam edin… "Hangi aktivite ile uğraşırsak uğraşalım, Thula hep yanımızda ve bize katılmak istiyor." diyor Arabella Carter-Johnson. "Su oyunları, oyun hamuru, resim, bisiklet, iPad, yapbozlar, misket kaydırağı... Iris'e yoldaşlık ve arkadaşlık ediyor ve Iris'i iletişim kurmak konusunda cesaretlendirmemde bana yardımcı oluyor.Iris, geçen yıldan bu yana, banyo yapmaya ve saçının yıkanmasına karşı duyduğu hoşnutsuzluğu aştı. Thula, Iris ile birlikte küvete giriyor ve Iris'e yardımcı olmak için kendisini şampuanlamama bile izin veriyor."

35

"Iris her şeyden önce sabahları artık daha aktif. Thula gelmeden önce, güne başlaması bile zordu. Artık aktivitelere katılmak konusunda daha rahat ve bisiklet sürüşlerimiz sırasında da farklılıklar gösteriyor." "Bir terapi hayvanı almak mutlaka tavsiye edilen bir şey değil, ancak otizm konusunu araştırdığınızda ara ara hayvanların otizmi olan çocukların üzerinde yaratabileceği muazzam etkilerle ilgili hikayelere rastlıyorsunuz." "Iris'i hippoterapiye (atlarla yapılan bir tür terapi) götürdük, fakat o zaman atlarla pek de ilgilenmiş gibi görünmüyordu. Daha sonra bir terapi köpeği almayı düşünmeye başladım." "Köpek ve Iris iyi geçinemediler - Iris yalanmaktan ve köpeğin kuyruk sallamasından hoşlanmadı ve köpeğin hiperaktifliği onu sinirlendiriyordu. Böylelikle bu fikirden de bir süreliğine vazgeçtim." "Ardından otizmli çocuklara nasıl yardım ettikleriyle ilgili daha fazla hikaye okuduktan sonra bir terapi kedisi almaya karar verdim... ancak, Iris yine ilgilenmedi ve kedi de ondan pek hoşlanmışa benzemiyordu." "O aşamada, bu fikirden sıkılmaya başladım. Farklı hayvanları denemeye devam edemezdim, çünkü bu kimse için adil sayılmazdı ve Iris'e de bir faydası dokunmuyordu." "Sonra, erkek kardeşimin kız arkadaşı, kedilerini Noel tatillerinde bırakmak için bir yere ihtiyaçları olduğunu söyledi ve ben de onlar yurtdışındayken kediye bakabileceğimi söyledim. Güzel bir Sibirya kedisiydi ve Iris onunla hemen iletişim kurdu." "İşte o zaman henüz doğru hayvanı bulmamış olduğumu farkettim. Farklı seçenekleri değerlendirmek uzun bir zamana maloldu, ancak pek çok deneme ve hatadan sonra istediğimize ulaştık."


PSİNOSSA

36


Ece Tunçbacak

Ecem Uzun İlk Oyuncaklar; Bebekler ilk doğduklarında öğrenme ve oynama kapasitesine sahiptirler. İlk andan itibaren çevrelerinden büyük ölçüde haberdardırlar ve parlak nesnelere ve hareket eden objelere, seslere ve insan yüzüne ve seslerine tepki verirler. Bebekler yeni doğdukları zaman, günün çoğunu uyuya rak ya da yemek yiyerek geçirirler. Zamanla birlikte daha fazla uyanık zaman geçirmeye başlarlar. Bu zamanlar çocuğun dünyayı tanıması, çevresindeki nesnelerle ve anneyle zaman geçirmesi 37

için en uygun zamanlardır. Bu zamanlarda bebeğe bakabileceği parlak, hareketli oyuncaklar verilmesi, hissedip kavrayabileceği nesneler verilmesi gereklidir.

3-12 Ay; Bu yaşta bebekler artık basit seviyedeki yapı-inşa oyuncaklarıyla tanışabilirler, verimli zaman geçirebilirler. Örneğin kolayca birleşip ayrılabilen küpler, Legolar gibi. Bununla birlikte en çok hoşlandıkları iş kutudan nesneleri boşaltıp tekrar kutulara koymaktır. Bu nedenle yutamayacağı küçüklükte olmadığı takdirde doldurupboşaltmasına kolaylık sağlayacak oyuncaklar seçilebilir.


PSİNOSSA

1-2 Yaş; Üzerine binilebilen bir oyuncak çocuğun hareketliliğine yeni bir boyut katar. Zaman zaman hız yaparak büyük bir heyecana kısa zamanda kendini itmeyi öğrenir. Bu tip oyuncaklar güven kazanmasına ve dengesini geliştirmesine yardımcı olur. Bu yaştaki çocuklar her türlü şeyi çekip itmekten hoşlanırlar. Karton bir kutu bile bir oyuncak ayıyı gezdirebilecek bir arabaya dönüşebilir. (Jones,2007) 2-3 Yaş; Fazla zahmet çekmeden sökülüp takılabilen büyük bloklar, bu yaştaki çocuğun kolaylıkla anlayıp zevk alabileceği oyuncaklardır. Üst üste koyulabilen bu yapılar köprü, apartman gibi daha anlamlı yapılara dönüşebilirler. Bu yaşta amaçlı yapılandırma, parçaları birbiri içine monte edilebilen oyuncaklar hayal dünyasıyla birleştiğinde inşa etme becerileri işlerlik kazanır. Bu yaşlarda bir çocuk iç dünyasında birtakım düzenlemeler ve tasnifler yapmayı öğrenir. Bunu ebeveynin taklitlerini oyunlaştırarak oyuncaklarına yeni roller verir. 3-5 Yaş; Bu dönemde yalancıktan oynanan oyunlar başlar. Oyuncak bir stetoskop, bir şırınga ve bandajlar küçük doktorlar ve hemşireleri uzun bir süre meşgul eder. Kostümler ve birkaç aksesuar hayali oyunlara renk katar. Eski oyuncaklar yeniden keşfedilip yeni ve değişik biçimlerde kullanabilirler. Çocuklar bu yaşlarda mutfakta yemek yemeye bayılırlar. Yemek pişirmek aslında hamur, plastilin veya kil ile oynama becerisi gerektirir. Ayakkabı kutuları, yoğurt kapları, yumurta kartonları ,paketler ve benzer şeyler kalıp yapmak üzere yapıştırılıp boyanabilir. Ayrıca bu yaşlarda makas tutmayı öğrendiği takdirde kesme yapıştırma faaliyetlerinde bulunabilirler.

Kaynak Jones,M. (2007). Çocuk ve Oyun (2.Baskı).(çev.), İstanbul; Kaknüs Yayınları

Sevgi ve Çocuk Melike Kora Sıcacık bir ses tonu bir bakış gülümseme ya da küçük bir dokunuş çocuklara sevildiğini hissettirir. Zaten çocuklar doğduğu andan itibaren sevgiyi ilgiyi almak için her an aktiflerdir ve sevgi çocukların gelişiminin temelini oluşturmaktadır. sevgi çocuk için olumlu pekiştireçtir. Eğer çocuk sevildiğini hissederse ebeveyni mutlu etmek için olumlu davranışa yaklaşacaktır. Bu durumun tam tersi olarak yapılan yanlışlıklardan biri çocuğa sevgiyi koşullu verilmektir. ''Eğer odanı toplarsan sana sarılım, seninle oyun oynarım vb.'' Sevginin koşulsuz olduğu ve ebeveynde çocuğa karşı var olan sevginin daim olduğunun hissedilmesi çocuğa sevgiyi almasını ve sevgiyi vermesini öğretecektir.

Sevgi, ilgi ve oyuncaklar… Çocukların gelişimi üzerinde rol ve oynayan daha kaçÇocukların etken vardır? Mesela Sevgi, ilgi oyuncaklar… gelişimi keşfetmeye yüksek ölçüde bir bilişsel üzerinde rol oynayan dahamüsait kaç etken vardır?yapı veMesela istekli keşfetmeye akıllar ile bedenler. Ama sınırlandırılmış yüksek ölçüde müsait bir birbilişsel alanları, hapsedilmiş bir yürekleri var. Sizce yapı ve istekli akıllar ile bedenler. Ama cezaevlerinde tutsak olarak hayatına devam sınırlandırılmış bir alanları, hapsedilmiş bireden çocukların şartları nasıldır? Hep birlikte bir yürekleri yaşam var. Sizce cezaevlerinde tutsak olarak göz atalım.devam eden çocukların yaşam şartları hayatına nasıldır? Hep birlikte bir göz atalım. Var.

38


Fatih Güvenç

Aylin Ülkümen Ebru Ergün

Son zamanlarda Pozantı, Şakran, Kürkçüler ve Sincan Çocuk Ceza İnfaz Kurumları'nda yaşanan cinsel istismar ve şiddet vakalarıyla birlikte çocuk cezaevleri kamuoyunda yer bulmaya başladı. Adalet Bakanlığı'nın verdiği bilgilere göre, 1 Temmuz 2014 tarihi itibariyle cezaevinde 12-17 yaş Aralığında 1591 çocuk bulunduğunu, 12-20 yaş aralığında ise 8 bin 444 kişi bulunduğu biliniyor (1). Bu çocukların sadece %40'ı çocuklar için hazırlanmış çocuk cezaevleri ve çocuk eğitimevlerinde bulunuyor, geri kalan %60'ı ise yetişkin cezaevlerinin belirli kısımlarında tutuluyor. Adalet Bakanlığı 2016 yılı sonuna dek toplam 5 olan çocuk cezaevi ve eğitimevi sayısını 39

15'e çıkarmayı hedeflediğini belirtti (2). Bu yeni 'eğitimevleri'nde, koğuş yerine daha az sayıda çocuğun birlikte kalacağı üniteler olacağı, çocukların rehabilitasyonuna ağırlık verileceği tarif edildi. Her ne kadar eğitimevi cezaevinden daha az çarpıcı bir tabir olsa da çocukların maruz kaldığı türlü yoksunluk ve şiddetin önüne geçmemektedir. Cezaevleri yapıları gereği yoksun bırakma, engelleme, kontrol etme ve gözetleme üzerine kuruludur. Gelişim sürecindeki çocuklar cezaevlerinde başta özgürlükleri olmak üzere sağlıklı besin, hijyen, yaşamaya elverişli fiziki koşullar, sağlık hizmetleri, bedensel aktivite, kişisel güvenlik hissi, zihinsel ve ruhsal olarak gelişimlerini besleyecek her türlü kaynak, iletişim ve sosyalleşme alanından yoksun bırakılarak, kısacası en temel ihtiyaçları karşılanmadan ya da en iyi ihtimalle eksik karşılanarak kapalı tutulmaktadır. Bir çocuğun gelişimi için en büyük ihtiyacı, temel fiziki koşulların yanı sıra bakım verenleriyle de diğer yakın kişilerle kurduğu/kuracağı sabit, tutarlı, güvenli ilişkidir. Cezaevleri, ailede istismar


PSİNOSSA olmadığı durumlarda dahi, çocuğu yakınlarından kopararak en temel ihtiyaçlarını elinden alır. Oysa temel ihtiyaçlardan yoksun bırakma, hiçbir çocuk için bir tedavi veya dönüştürme yöntemi olamaz, ancak yetişkin hayatı boyunca izlerini taşıyacağı derin yaralar açmakla sonuçlanabilir. Çocuk gelişimine dair bazı kuramlar, pozitif ceza diye tabir edilen ve çocuğu ceza niteliği taşıyan olumsuz koşullara maruz bırakmayı içeren yöntemleri, hem faydalı olmadığı, hem de çocuk için son derece olumsuz sonuçlar doğurduğu gerekçesiyle terk etmiştir. Bu tür yöntemlerin çocukların güvenini ve bağlanma kapasitesini olumsuz etkilemesi dolayısıyla kullanılmaması gerektiği ileri sürülmeye başlanmıştır. Araştırmalar göstermektedir ki cezaevi koşullarında bulunmanın algı ve duyu bozuklukları, depresyon, uyku bozuklukları, intihar riskinde artış, bağışıklık sisteminin zayıflaması, iletişim problemleri gibi çok ciddi fiziksel ve ruhsal sonuçları vardır. Bu sonuçlar yetişkinler üzerinde bile gözlenirken, henüz gelişim çağında olan çocuklar üzerindeki etkisi çok daha yıkıcı ve kalıcı olmaktadır. Çocuklar, yetişkinlerden farklı olarak bazı temel ihtiyaçları daha yoğun yaşamakla kalmaz, aynı zamanda kendilerini fiziksel ve psikolojik olarak korumakta da daha çok zorlanırlar. Cezaevlerinin içerdiği tecrit koşulları, bakım verenlerden ve diğer yakın kişilerden uzaklık, yetersiz fiziksel ve sosyal kaynaklar, ayrımcılık ve şiddet içeren koşullar gibi özelliklerin henüz yetişkinler kadar gelişkin savunma ve kendini koruma mekanizmalarını oluşturamamış olan çocuklar için karşılığı çok daha çarpıcı olmaktadır. Çocukların kendini kesme gibi kendilerine yönelik zarar verme davranışları bunun çarpıcı bir örneğidir (3). Tüm bunların yanı sıra, çocuklar cezaevlerinde personel tarafından ya da onların göz yummasıyla psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddete de maruz bırakılıyor ve bu yoksunlukların ve şiddetin izlerini yaşamları boyunca taşıyorlar. Özellikle Kürt çocukların gündelik hayatta deneyimledikleri ayrımcılık, cezaevinde de cezaevi personeli

suretindeki devlet eliyle ya da gözetiminde diğer mahkûmlar tarafından tecavüz, dayak, psikolojik şiddet olarak kendini göstermektedir. Yakın zamanda basına da yansıyan Pozantı, Şakran, Sincan cezaevlerinde yaşananlar, bunun en somut örnekleridir. Yani çocukların cezaevlerinde bulunmasının kendi başına zararlı olduğu gerçeğine ek olarak, toplumda ötekileştirilen kesimlerden olan çocukların cezaevi sürecinde yaşadığı özgün sorunlar üzerine düşünmek önemli gözükmektedir. Cezaevi geçmişinin çocukların ileriki hayatında da son derece belirleyici olduğu görülmektedir. “Özgür” bırakıldıktan sonra da çocuklar, eğitim sisteminin dışına düşme, “sabıkalarından” dolayı güvenceli bir iş bulamama ve toplum tarafından etiketlenmelerinin yarattığı dışlanma ve yalnızlaşmadan dolayı toplumca kabul görmüş yaşama biçimlerinin dışına itilmekte, cezaevindeyken bir çeşit savunma mekanizması olarak geliştirmek zorunda bırakıldıkları şiddet davranışlarının sarmalına girmekte ve yeniden “suç” işlemeye yönelmektedirler. Şiddetin şiddeti doğurduğu, psikoloji literatüründe yaygın kabul gören bir görüştür: şiddet uygulamaya meyilli kişilerin çocukluğunda sıklıkla ihmal ve şiddete maruz kalma veya tanık olma deneyimlerinin olduğu görülmüştür. Şiddet deneyiminden gelen çocukların şiddete meyli, cezaevinin şiddet ve baskı içeren ortamında daha da artırılmaktadır. Nitekim yurt dışı örneklemlerinde de cezaevinde tutulan çocukların bırakılmalarının ardından büyük oranda yeniden suç işlemeleri ve cezaevine girmeleri de bu savı destekler niteliktedir (4). Hem yaşadıkları hem de uyguladıkları şiddetin önüne geçebilecek yeni olumlu deneyimler ve olumlu figürlerle bağ kurma ihtimalleri de cezaevinin tecrit koşullarında ellerinden alınmaktadır; oysa ki yine bir yurt dışı örnekleminde yapılan çalışmaya göre (Türkiye koşullarında yapılan araştırma sayısı oldukça azdır) çocuğa bulunduğu ortamın içerisinde müdahale etmenin tek başına yapılan müdahaleye kıyasla çok daha etkili olduğu bulunmuştur.

40


Psikolojiden yola çıkan bir perspektif, bize semptomun olduğu yerde altta yatan bir sorun olduğunu söyler ve bu sorunun üzerine eğilmeden semptomların şekil değiştirerek de olsa süreceğini hatırlatır. Çok çeşitli suçlardan dolayı cezaevine gelen çocuklar, hayatlarında hiçbir şey değiştirilmeden aynı koşulların içerisine geri gönderilmekte, üstelik de bu sefer aynı koşullara ağır bir mahrum bırakılma yaşantısının ardından dönmektedir. Çocukların işlediği 'suç'lara baktığımızda, adli suçların çoğunluğunu hırsızlık, yaralama, gasp, cinayet, uyuşturucu ve cinsel suçların oluşturduğunu görürüz (2). Adli suçlardan daha düşük oranlarda bir de siyasi suçlar vardır; 2006 yılından bu yana çok tartışılan TMK kapsamında yargılanan çocukların sayısı 6 bin civarındadır (5). Bunun yanı sıra, çocukların 'suç' işlemesine sebep olan faktörlerin başında yoksulluk geldiği görülür (6), Maltepe Çocuk Ceza İnfaz Kurumu yetkililerine göre, kurumdaki çocukların yaklaşık %80'i yoksul ailelerin çocuklarıdır. Yapacağımız şey, oluşmasına dâhil dahi olmadıkları yapısal eşitsizlikler, şiddet, baskı ve başka etkenler sonucunda yasalara aykırı davranan çocukları bunun için cezalandırmak değil, onların sesine kulak vermektir. “Suç” olgusunun ortaya çıkmasına neden olan ekonomik, sosyal, politik eşitsizlikler; ifade özgürlüğünün kısıtlılığı; evde, sokakta, okulda, medyada, devlet kurumlarında maruz kalınan şiddet gibi çok kilit faktörler ortadan kaldırılmadıkça hapishaneler cennete de dönüştürülse, cehenneme de; suç engellenemez. Çocuklar 'yasalara aykırı' davranırken, bir yandan da bizlere içinde yaşadıkları hayat ve bu hayatı düzenleyen yasalar arasındaki bir boşluğa işaret ederler; birçok çocuk için bu yasalar dâhilinde hayatını sürdürebilmek mümkün değildir. Fiziki ve maddi ihtiyaçlar, savaş ortamı, şiddet koşulları, çocukların gündelik hayatını yasalar altında yaşamalarını imkânsız kılar.

41

Bu nedenle bizlerin amacı, çocukları içinde yaşadıkları toplumsal koşullar ve bu koşullarda hayatta kalma ve kendini ifade etme çabalarından dolayı cezalandırmak, en temel ihtiyaçlarından yoksun bırakmak ve onları bir şiddet-ceza sarmalına hapsetmek değil, seslerini duymak, onları bu 'suç'lara iten koşulları anlamak ve bu koşulların değişmesi için çaba harcamaktır. Birer birer çocukları hapsetmek veya rehabilite etmek, var olan toplumsal koşullarda, sadece cezaevine giren çocukların (en iyi ihtimalle 2/3'ünün) isimlerini değiştirmek demektir, çocukların fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılayan, onların kendilerini ifade etmelerine olanak tanıyan, hakkaniyetli bir toplumsal düzen kurulana dek, 'suç' da olacaktır. Ancak bu suç, çocukların değildir, biliyoruz. Bu nedenle psikologlar olarak tavrımız, çocukları değil, onları yoksunluk ve şiddet sarmalına hapseden cezaevlerinin kapatılması, çocuklar için ise ihtiyaçlarının tespit edilip değerlendirilebileceği ve onları her açıdan destekleyecek farklı bir sosyal hizmetin aktifleştirilmesinden yana olmalıdır.

Referanslar (1) http://www.ozgurgundem.com/?haberID=122052&haberBaslik=Cezaevler i%20%C3%A7ocuk%20dolu!&action=haber_detay&mo dule=nuce (2)http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/435324/C ocuklara_F_tipi_mujdesi_.html (3) http://bianet.org/bianet/insan-haklari/143534-tutuklucocuklarin-psikolojileri-bozuldu (4) http://www.childtrends.org/?indicators=youngadults-in-jail-or-prison#sthash.0MSd99ZL.dpuf (18-29) (5) http://www.evrensel.net/haber/76835/cocuklar-icin10-yeni-f-tipi-cezaevi-projesi (6) http://www.ntvmsnbc.com/id/25291163


PSİNOSSA

Cüneyt Bulut

Merhabalar ben İstanbul Ticaret Üniversitesi’nden geçen sene mezun oldum. Psikolojiyi seçmemde ki amaç psikologların toplum içinde saygınlığı olması ve lise döneminde psikoloji hocasına olan hayranlığım etkili olmuştur. Psikoloji lisansındaki ilk senemde okula adaptasyon sorunu yaşadım. Bu sorunun giderilmesi 2. Sınıfın ortasına kadar sürdü. 2. Sınıfın ortasında psikoloji kulübüne girmemle beraber okula tam anlamıyla adapte oldum. Kişiliğim dışadönük olduğu için kulüp ile dersleri bir araya getirerek hem akademik anlamda hem de sosyal anlamda kendimi gerçekleştirebileceğim bir ortam yaratmış oldum.

Okulda 3. Sınıfta psikoloji kulüp başkanlığını alarak sosyal ve akademik anlamda toplam 11 etkinlikle başarılı bir şekilde 2 dönemi kapattık. Başkanlığım döneminde okulda ilk defa 2 gün boyunca psikoloji günlerini başlattım. Farklı akademisyenlerle tanıştım ve burada tanıştığım Bengi Semerci ve Gökhan Malkoç hocamızın hayranı olduğumu söylemek isterim.

Ben not ortalamasının hayatımızı kesinlikle yüksek bir şekilde etkileyemeyeceğine inananlardanım. Bunu gözlerimle gördüm. Okul birincilerinin burs bile alamadığı özel okullarda yüksek lisans yaptığını söyleyebilirim. Sadece ezber yaparak derslerden yüksek alındığını, sınavlardan sonra bu bilgilerin unutulduğunu sadece yüksek lisansa girebilmek için yarışıldığını söyleyebilirim. 42


Klinik psikolog olmak için çok çalışan bir arkadaşım son sınıfta pedagojik formasyon aldı ve bunun nedeni işsiz kalma korkusudur. 800-900 tl civarında çalışan psikolog arkadaşımın olduğunu hatta abartmıyorum aylık 180 tl'ye çalışan psikolog arkadaşım olduğunu bunu sadece kendini geliştirmek için yaptığını söyleyebilirim. Okul bitiminde iş ilanlarına baktım ve hemen hemen hepsi 3-5 sene arası deneyim istiyor. Bu deneyimi olmayan kişileri, işe almayan kurumlar genç nesilleri kaybediyor. Şoförlüğü olan psikolog aranıyor diye bir iş ilanı görmüştüm. Bu durum beni epeyce tedirgin etti. Okul dönemindeki hayallerimizi kamçılar bir dönem oldu. Okulun bitmesini en çok isteyenlerden biriydim ama mezun olduğumda bize en çok değeri hocalarımızın verdiğini gördüm.

Yeni mezun bir psikolog etik değerleri yüzde 90 çiğnediğini gelecek kaygısını çok şiddetli gördüğünü belirtmek isterim. Bu zorluklara sadece bizim üstesinden gelebilecek olduğumuzu sesimizin gür çıkarak yeni bir yasa çıkmasını umut ediyorum.

Geçen sene ilk defa gerçekleştirilen psifest'te çalışarak sahne etkinliklerini düzenledim. Psifest psikologlar gününün festivalidir. En önemlisi de sesidir daha önce olmamış bir şeyi yaptık ve iyiki de yaptık 10 sene sonra 10. Psifest olacağı zaman bu festivali biz başlattık diye arkadaşlarımızla gururlanacağız. Kim bilir hep beraber olan bu güçlü ses sayesinde yasamız çıkabilir. Daha etik daha güvenli bir şekilde hakkımızın verildiği günleri göreceğiz ben inanıyorum.

Beni 4 sene boyunca cezbeden 2 ders vardı. Gelişim psikolojisi ve kişilik kuramlarıdır. Gelişim psikolojisini Prof. Dr. Haluk Yavuzer'den almamın

da etkisinin büyük olduğunu söyleyebilirim. 2. Sınıfın yaz döneminde yaptığım anaokulu stajı ile beraber gelişim psikolojisi alanına yönelmek istiyorum. Hatta ilerde psikolog olarak bir anaokulu açmak istiyorum. Bu hedefe ulaşmak için şuanda ne yapıyorum derseniz. Komik gözükebilir ama aralıkta vatani görevimi yapmak üzere askere gideceğim. Psikoloji mezunu erkeklerin lisans bitiminde hem bir soluk almak hem de her kurumun olmazsa olmaz dediği 'askerlik yapıldı' ibaresini kolayca söylemek için gidilmesi taraftarıyım. Askerden geldikten sonra uzmanlığımı almak adına yüksek lisans yapmak ve anaokulu hedefimi yüksek lisans bitiminde gerçekleştirmek istiyorum.

Bana lisans döneminde psikoloji kulübü ve TPÖÇG'ün çok şey kattığını söyleyebilirim. Ben birçok meslektaşımı TPÖÇG sayesinde tanıdım ve bunun için çok mutluyum Türkiye’nin her yerinde psikolog arkadaşlarım var. Bu benim için avantajdır. Kendim için zor bulduğum stajları şu an TPÖÇG’ deki bazı arkadaşlara tavsiye ediyorum ve aracı oluyorum. Psikodrama alan bir arkadaşımın açacağım okulda drama dersine girmek istediğini, açma esnasında birçok psikolog arkadaşımın bana yardımcı olacağını biliyorum. Avantajlarını hayatımın birçok yerinde yaşıyorum ve yaşayacağıma eminim.

Biz birbirimizle iletişim halinde olduğumuz zaman güçlüyüz. İnşallah bu yazımı okuyan bazı kişilerle ilerde ortak projelerde beraber oluruz. Ben yeni mezun bir psikolog olarak psikoloji öğrencilerine lisans dönemi boyunca akademik anlamda, kulüp ve TPÖÇG çalışmalarında başarılar dilerim. Psikologlara ise etik kuralları aşmadan meslek yaşamlarına başarılar dilerim.

Sağlıcakla kalın.

43


PSİNOSSA

44


Aksallı Bebe

Küfür nedir? Neyi küfür olarak tanımlıyoruz? Küfürlerin nitelikleri ortama ve kişiye farklılık gösterir mi? Küfür bir hakaret biçimi midir yoksa bambaşka bir yapıya mı sahiptir? Övgü olarak küfür nedir? Bazen karşımıza mizah öğesi olarak kullanımıyla çıkan küfürle cinayetlere sebep olan küfür arasındaki fark nedir? Aynı küfre karşı farklı insanlar neden farklı tepkiler verir? Farklı toplumlardaki küfür kalıpları ve bunların içerikleri, yapıları ve anlamları arasındaki farklar neden kaynaklanmaktadır? Bu yazıyı yazmaktaki amacım toplumlarda dil içinde farklı bir dil olarak kendini gösteren küfür imgesinin ifade ettikleri ve kurgulanışlarının geleneksel ve inşacı yaklaşımları açısından karşılaştırılmasını merak etmemdir. 45

Küfrün ne ifade ettiğini anlamak ve küfrü çalışabilmek için önce tanımlanma biçimlerine bakmak faydalı olacaktır. Türk Dil Kurumu sözlüğünde küfür “sövme, sövmek için kullanılan söz” olarak tanımlanmış; sövmek ise “onur kırıcı, çoğu basmakalıp kaba sözler söylemek” olarak ifade edilmiştir. Küfre dair pek çok farklı tanım yapılabilecektir. Küfür genel olarak neredeyse her toplumda ilk olarak “terbiyesizce” olarak nitelenmektedir. Dini öğretilerle paralel olarak kullanılması ayıplanmış ve ötelere itilmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Belirttiğimiz gibi genelde olumsuz bir ifade olarak karşımıza çıkan küfür olgusunun içine girdikçe farklı yapılanmalara sahip olduğunun farkına varmamız çok da zor olmayacaktır.


PSİNOSSA Küfür olarak kullanılan sözlere dönecek olursak genelde eril dilin kullanıldığına şahit oluruz. Ancak öyle kelimeler de vardır ki ne anlam ifade ettiğini bilmesek de yaygın kullanımları sebebiyle onların küfür tanımı içinde olduklarını varsayarız. Diller arası geçiş yapmış kelimelerde bu durum daha çok anlaşılır örnekler sunabilmektedir. “pezevenk” kelimesini ele alalım. Çok da uzak olmadığımız Ermeni toplumunda bu kelime “erkek” olarak karşılık bulmasına rağmen bizim toplumumuzda çok farklı anlamlara gelmektedir. Türk Dil Kurumu çevirisine göre pezevenk kelimesi “gizli ve yasal olmayan cinsel ilişki öncesinde aracılık eden kimse” gibi bir karşılık bulmaktadır. Geleneksel psikolojinin çalışma prensibi çalışılacak şeyi olgulara indirgemektir. Bu indirgemecilik sırasında kaybolacak örüntüler göz ardı edilmektedir. İndirgemeciliği yapmanın temelinde çalışılacak konuyu kesin ifadelerle açıklanabilecek kavramlar şekilde ifade edebilmektir. Dediğimiz gibi olgusallıştırma diyebileceğimiz indirgeme sistemi basitleştirirsek ne oldukları üzerinde durmaktadır. Nasıllık diyebileceğimiz süreç kısmı göz ardı edilmeye çalışılmıştır. Yukarıdaki paragrafta olduğu gibi geleneksel psikoloji küfür çalışmaları yapmak isterse küfrü bir olgu olarak ele alacaktır. Küfrün ne ifade ettiği gibi basit bir indirgeme üzerinden çalışmalar yürütülecektir. Küfrün belli kabul görmüş bir tanımı yoktur ama birçok tanım aynı çerçevede şekillenmiştir. Geleneksel psikolojik yaklaşım bu tanımlar üzerindeki benzerlikler noktasına odaklanırken eleştirel yaklaşım diyebileceğimiz inşacı görüş bu farklılıkların göz ardı edilmemesini gerektiğine dikkat çekmeye çalışır.

gerçekliğin sadece bir kurgudan ibaret olduğuna dikkat çeker. Doğu toplumlarında küfre yaklaşım ile batı toplumları arasında fark vardır. Doğu toplumlarının aileye bağlılık oranları batıdakilere göre daha yüksek olduğu için aileye yönelik küfürler söz konusu olduğunda daha büyük tepkiler hatta cinayetlere kadar uzanabilecek şiddet tepkileri doğurabilmektedir. Ancak bir zıtlık yönüne dikkat çekmek istiyorum. Bizim toplumumuzda sevgi sözcüğü olarak kullanılan birçok küfür vardır. Mesela Mehmet Ali BİRAND sunduğu bir haber videosunda afacanlık yapan bir çocuğa videonun sunumundan sonra “gördünüz mü piç kurusu neler yapıyor” tepkisi vermiştir. Bu tepkiyi verdiğinde pek az kişi çocuğa olumsuz anlamda bir küfür yönelttiğini düşünmüştür. Peki bu farklılıklar neden oluşmaktadır? Her toplumda, her mekanda, her zamanda değişen bu anlam yapısını oluşturan fark nedir? Bu farklılıklar neye hizmet etmektedir? Arkalarında yatan nedenler nedir? Bir arkadaşımızla şakalaşırken kullandığımız bir kelime bize küfrü çağrıştırmayan kelime ne oluyor da tanımadığımız ya da samimiyetimizin az olduğu bir kişi tarafından sarf edilince tepki veriyoruz? Geleneksel psikolojik yaklaşıma bir bilgi vardır ve bu bilgi topluma, mekana ve zamana göre değişmez görece kalıcı ve süreklidir. Ancak eleştirel yaklaşıma göre bilgi sosyal süreçlerle üretilen ve sürekli üretilmeye devam eden aktif bir yapıdır. Bu yapı adeta canlıdır. Hemen her saniye bulunulan ortama, zamana ve diğer bütün değişkenlere bağlı olarak değişkenlik gösterip yeniden yapılanacaktır. İşte bu yüzden arkadaşımızın kullandığı kelime ile diğerlerinin kullandığı kelime aynı olmasına rağmen tepkilerimiz farklılaşmaktadır. Küfürler de verdiğimiz tepkiler gibi tarih içinde farklılaşmış yenilenmiş ve kendilerini üretmeye devam etmiştir.

Gelenekselciler benzerlikleri bir gerçeklik olarak ele alırken eleştirelciler ortada bir farklılık varsa

46


Oluşturduğumuz inşalar beraberlerinde bir eylem de getirmektedir. Mesela “piç” kelimesine bakalım. Türk Dil Kurumu’na göre “anası ile babası arasında evlilik bağı olmadan dünyaya gelen çocuk, veledizina” tanımlanmış bu kelime bu anlamıyla bir küfür olarak tanımlanmakta ve hakaret anlamı içermektedir. Kişiler kendilerine bu kelime yöneltildiğinde sert tepkiler verecektir çünkü o an inşa edilmiş anlamı bunu gerektirmiş olacaktır. Ancak daha sonraları piç kelimesi “dikkat çeken, afacan kişi” gibi tanımlayabileceğimiz bir anlam da kazanmıştır. Kelime bu anlamı kazandıktan sonra bu kelimeyi kuranın kim olduğuna göre verilen tepkiler değişim göstermiştir. Bu da bize inşa edilen kelimenin aynı zamanda bir sosyal eylem de inşa ettiğini de göstermektedir. Sosyal eylem içinde inşa olan bir şeyin yeniden kurgulanmaması gibi bir şeyi düşünmek zaten biraz abes olacaktır. Bize anlamı veren şey nedir peki? Kelimenin kendisi mi yoksa onun inşası mı? Eleştirel yaklaşım inşanın anlam verdiği görüşünü savunmaktadır. Bir kelimenin söz öbeksel varlığı 47

tek bir anlam ifade ediyor olsaydı herkese vereceğimiz tepki aynı olurdu. Ancak dediğimiz gibi arkadaşımız ve tanış olmadığımız kimse aynı kelimeyi kullandığında birinden küfür anlamı çıkartıp diğerinden samimi bir anlam çıkarıyorsak burada kelimenin içinde bulunduğu ortama göre farklı anlamlar kazanmasından bahsetmek durumunda kalırız. Kelimenin kendisi değil inşası küfür olarak tanımlanmaktadır. Başka bir ortamda öyle sözler duyarız ki keşke bin küfür duysaydım da bu sözleri duymasaydım şeklinde düşünebiliriz. İşte burada küfrün anlamlandırılması konusu açıklık kazanabilmektedir. Gelenekselci yaklaşımın bir yönü de özcülüğe dayanmasıdır. Bu anlayışa göre her şeyin bir doğası vardır. Ancak inşacılar bunu reddeder. Çünkü insanlar dahil her şey sosyal süreçlerle inşa edilir. Yapılandırılan ve inşa edilen, sürekli değişimlenen şeyin doğası olduğu reddedilir. Küfür örneğimizde olduğu gibi küfrün bir doğası yoktur.


PSİNOSSA Mesela illaki küfür kelimesi olabilecek bir kelime geçen bir cümle duyduğumuzda ya da okuduğumuzda aklımızda hemen küfür anlamı belirmez. Önce ortam yapısı canlanır daha sonra o kelime orada yapılandırılır; inşa edilir. Küfre bir diğer bakış açısı ise mizah içi kullanım bakımından ele alınabilir. Hepimizin bildiği gibi bir dönemin efsanesi olan Recep İvedik serisinin özellikle ilk filmleri küfür içermektedir. Bir grup bu küfürleri hayatın içinden bulduğu için film içerisinde geçmesine olumlu bakmaktayken diğer bir grup ise sanat kavramı içinde ele aldığımız sinema sektöründe bu kadar küfre ve argoya gerek olmadığını hatta bunun kesinlikle olmaması gerektiğini vurgulamıştır. Küfrün sinemada olmaması gerektiğini söyleyenler gelenekçilere örnek olarak gösterilebilirler. Çünkü sanat ve sinemanın bir yapısı vardır; bu yapının içinde de küfre yer yoktur. Bu bir doğrudur. Ancak eleştireller inşa kavramına değindikleri için sinemanın içinde küfrü yeniden inşa etmenin bir sakıncası olmayacağını belirtmiştir. Küfür bir mizah nesnesi olarak inşa edilmiş ve yanında gülme tepkisini de taşımıştır. Tabi ki dil vurgusu içinden yaklaşmadan bu denemeyi tam olarak bitirmiş olamayız. Çünkü eleştirel psikoloji neredeyse dil üzerine temellenmiştir. İnsanın diğer organizmalardan farklı olarak bir kendini ifade ediş biçimi vardır ve bu yapı karmaşık bir yapıdır. Dil bir organdan çok yaşayan ve hatta yaşatan bir kavram olarak kurgulanmıştır. Çünkü birey bir dilin içine doğar ve bu dil yapısı düşünce kalıplarını içerir. Birey de algısal kapasitesi geliştikçe bu baskılanmış düşünce kalıplarını edinir ve bu kalıpları o dönemin ve mekanın kurallarına göre yapılandırır. Bir dilin içinde küfür kültürü olabileceği başka bir kültür içinde bulunan bir dilde değil küfür kültürü hakaret sözcüklerine yer bile verilmez.

Tekrar başa dönecek olursak geleneksel psikoloji akımı olgusal bir bakış açısına sahipken eleştirel akım süreçsel bir yapıdadır. Ne anlattığından çok şeylerin neye hizmet ettiği ve bu kurgulanış biçimleri ile bunların altında yatan sebeplere odaklanmaktadır. Bu iki görüş hakkında bilgiler vermeye çalıştığım yukarıdaki paragrafların her birinde aslında görüşleri birbiriyle kıyasladım. Ama tekrar bir özet geçmekte fayda görüyorum. Geleneksel psikolojik yaklaşımın aslında çok net bir işlevselliğe sahip olması, daha kullanışlı ve kabul edilebilir bir yapı öne sürer. Bu yüzden akademilerde kabul edilmiş görüş olarak geleneksel görüş ön plandadır ki zaten kabul görmüş olmasa geleneksel deme imkânımız olmazdı. Eleştirel yaklaşım ise gelenekselcilerin göz ardı ettiği ya da birer ön kabul olarak geri plana attığı problemlerin üzerine yoğunlaşmıştır. Bu sorular gayet zihin açıcıdır. Ancak eleştirel görüş bize bir gelecek, bir çözüm önerisi sunmaktan çok uzakta kalmaktadır. Zaten böyle bir iddiaları yoktur. Bu da onların ayıbıdır diyebiliriz aslında. Ortaya problemi koymak her ne kadar işin yarısı olarak kabul edilebilecek derecede önemli bir şey ise de sadece eleştirip bırakmak öne attığınız her görüşe “yoooo hiç de bi kere” demekten farklılaşmamaktadır. Psikolojinin bu iki ucu birbirini tamamen reddedememektedir. Anlaşamayan kardeşler gibi didişip durmaktadırlar ki bu da psikoloji bilimine büyük katkı sağlayacak bir didişmedir. Küfür konusunu çalışmak her ne kadar eğlenceli olsa da daha kapsamlı bir çalışma düzeyinde söylem analiziyle küfrü daha özel yönleriyle sınıflandırıp ele almak daha faydalı olacaktır. Ben bu denememde küfrü bir araç olarak kullanıp iki psikolojik görüşü tartışmaya çalıştım. Ortalığı daha fazla karıştırmamak ve deneme yazımı burada noktalandırmak istiyorum. (noktalandırdım)

48


senpatizanlarına verilen isimdir. Gündelik İsmail Mutlu Vandallık veya akım olarak Vandalizm, bilerek ve isteyerek, kişiye ya da kamuya ait bir mala, araca ya da ürüne zarar verme eylemi olarak tanımlanmaktadır. Vandal diye tanımlanan bir kişi; kırma, parçalama, yok etme, kesme, yakıcı madde atma, boya atma yoluyla sonucunu bilerek,

yaşantımızda siyasette partizan anlamında da kullanılır. Futbolda, taraftar her iki takımdan birini destekleyen bireylere verilen isimdir.

Yazıda değineceğim nokta futboldaki taraftarlığın sosyal etkenler, etkiler ve etkileşimler çerçevesinde vandalizme dönüşmesi üzerine olacak.

başkasının ya da kamunun sahiplendiği, önemsediği ve değerli bulduğu bir maddeye zarar verir.

İlk olarak geleneksel anlamda futbol, taraftarlık ve futbolun çıkış noktası ve amacına baktığımız

Taraftarlık ise kelime anlamı olarak bir olayda

zaman modern futbol 1860’lı yıllarda İngiltere’de

veya spor dalında bir taraftan veya takımdan

oynanmaya başladığı gözümüze çarpıyor ve bizim

olmaya denir. Daha çok futbol takımlarının

anlayacağımız bağlamda taraftarlık (fans) da o zamanlara tekabül ediyor.Fakat o zaman ki

49


PSİNOSSA taraftarlık anlayışı daha çok bulunduğu şehrin,

duygusunu yitirmiş bireyler giriyor ve bu bireyler

kentin, bölgenin takımının maçlarını bir eğlence

bulunduğu topluluğun ona getirmiş olduğu

amaçlı olarak tıpkı bir tiyatro oyunu izler gibi

yaptırımlar, içinde bulunduğu topluluğun

izlemek üzerine kuruluydu, futbolcular aktör,

oluşturmuş olduğu bir inşa, rol modeliyle hareket

futbol sahası sahne, taraftarlar ise izleyici gibi

etmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Birkaç

küçük bir tiyatro oyunu futbol maçı benzetmesi de

örnek ile bu tanımları daha net ve anlaşılır olarak

yapabiliriz aslında. Futbolcuların amacına

ortaya koymak gerekirse;

baktığımızda da aynı durumla karşılaşırız; onlar da bir tiyatrocu gibi oyununu oynayıp elinden geldiğince performansı ile hem kendisini hem de taraftarlarını tatmin etme amacıyla sahada bulunuyorlar ve maçın bitişi itibariyle sanki bir tiyatro oyunu bitmiş ya da işlerinden evlerine dönüyorlarmış gibi normal bir şekilde hem futbolcular hem de taraftarlar günlük hayatlarına devam ederlerdi. Peki bundan yaklaşık 150 yıl önce durum böyleyken sosyal etkileşimler, sosyal inşalar futbolu nereden nereye götürmüş bir de ona bakalım.

12 Mayıs 2013, Fenerbahçe – Galatasaray maçı sonrası bıçaklanarak öldürülen Burak Yıldırım isimli taraftar. Olay, basit olarak rakip takım taraftarı tarafından öldürüldü diye tanımlanıyor. Ama işin aslı kesinlikle bu değil evet öldüren,vandallık yapan karşı takım taraftarı fakat o taraftarı bu hale getiren olay(lar) nedir? İçinde bulunduğu topluluğun (Galatasaray’ın, Fenerbahçe’nin vs ) karşı takım taraftarlarını ona bir düşman olarak göstermesi olamaz mı, TV’de sürekli taraftar kardeşliği en önemli unsur gibi gösterilirken arkadaki mekanizmalarda taraftar grubunun

Günümüzde, futbolun amacı yine aynı

başındaki kişilerin örgütlenmeleri olamaz mı?

‘’Kazanmak’’. Fakat taraftarlığın amacı sadece stada gidip takımını desteklemek mi yoksa karşı takım taraftarlarına güç gösterisi yapmak mı? İşte asıl önemli olan nokta burası ‘’Güç gösterisi’’. Peki bu güç gösterisi için yapılanlar? Karşı takımın taraftarını bıçaklamak/dövmek/öldürmek, karşı takımın stadını, ürünlerini, mağazasını yakıp yıkmak... Taraftarlık mı vandallık mı?

Güç gösterisinin neticesinde taraftarlıktan vandallığa dönüşen grup nelerden ya da kimlerden

Bu olaylar çerçevesinde marşlarda edilen küfürlerin bu marşı söyleyen bireyin bilinçdışına yerleşip bir anlık bir öfke patlaması sonucu bilincine çıkarak anlık adrenalin patlamasıyla olayların bu hale gelmesi ne kadar içler acısı ve aslında amaç sadece maç izlemekken olayın Galatasaray’lılık ve Fenerbahçe’lilik haline dönüşmesiyle ve bu takımdaki grupların/kişilerin etkisinde kalınmasıyla böyle bir şey yapılması; körü körüne, pisi pisine...

etkilenmiştir asıl sorulması gereken soru bu aslında. İşte burada işin içine topluluk psikolojisi, sosyal etki ve sosyal etkileşim sonucu oluşan benlik 50


Yurtdışından örnek vermek gerekirse;

takım arasındaki derbinin temeli bir bakıma sınıf

Glasgow şehrinin takımı olan Celtic ile, şehrin

farkından kaynaklanmaktadır. River

doğusundaki Rangers arasında yıllardır süre gelen

Plate taraftarları daha üst düzey ve zengin

ezeli bir rekabet bulunmaktadır. Celtic ile Rangers

insanlardan oluşurken, Boca taraftarları daha çok

arasındaki ezeli rekabetin altında mezhepsel ve

fakir kesimden oluşmaktadır. Ya da Birleşik

siyasi sebepler yatmaktadır. Celtic

Krallık’taki bir diğer örneğine bakacak olursak;

taraftarları Katolik, Rangers taraftarları

West Ham – Millwall ; Londra'daki Tershane

ise Protestan mezheplerine mensuptur. Ayrıca

işçileri tarafından kurulan Millwall’un West Ham

Rangers taraftarları, İskoçya'nın kendi hükümet ve

ile arasındaki kavga Grev zamanına dayanmaktadır.

meclisine sahip olduğu, ancak devlet teşkilatı

Anlatılanlara göre, Millwall Tershanesi'nin işçileri

açısından Birleşik Krallık'a bağlı olduğu mevcut

grev zamanı düşük ücret karşılığı grev yapan

statüsünün devamından yana iken; Celtic

işçilerin yerini alarak grevi kırmıştır.

taraftarları İskoçya’nın tümüyle bağımsız bir cumhuriyete dönüşmesinden yanadırlar. Bu mezhepsel ve siyasi sebeplerden ötürü, iki kulüp taraftarları arasındaki ayrım çok keskindir ve İskoçya'da, aynı ailenin içinde hem Celtic hem de Rangers taraftarına rastlamak imkânsız gibidir. Taşıdığı mezhepsel ve siyasi anlamlar sebebiyle Celtic-Rangers derbileri bir futbol müsabakasının çok ötesinde algılanır; bir siyasi savaş, bir dini karşılaşma ya da iki zıt sosyal topluluğun güç

Ardından diğer Tershane işçileri ile araları bozulmuş ve düşmanlığa varan tartışmalar yaşanmıştır. İngiliz kanun güçlerine göre en başedilmez taraftar topluluğu Millwall'in Grubu'dur. Taraftar topluluğunun, uyuşturucu, gasp gibi suçlarla da ilişkisi vardır. Ve bu olaylar konu hakkında film çekilmesine bile vesile olmuştur (Bknz: Green Street Hooligans).

gösterisi ve bu güç gösterisi sonucu oluşan kavgalar, ölümler, vandallıklar vs. Peki asıl amaç

Olaylar, örnekler, taraftarlar, ülkeler birbirinden

ne? Futbol. Fakat futbolun içine karışmış siyasi

farklı fakat amaç ve sonuçlar çoğunlukla aynı;

etki, sosyal etki, topluluk psikolojisi, sosyal inşa ya

meydanda iki tane karşıt futbol takımı ve bu futbol

da artık adına ne derseniz o kavramın taraftarlık

takımlarını desteklerken kendi kişiliklerini unutup,

kavramını yıkıp ortalığı gladyatörlere bırakması...

bulunduğu o taraftar grubunun getirdiği toplu kişilik/toplu ruh halini yansıtan taraftarlar ve

Ama amaç sadece futbol, bir oyun.

bunların sonucu ortaya çıkan vandallıklar, ölümler, zarar vermeler... Futbolun ya da futbol taraftarlığının çıkış amacı bu değildi aslında, asıl

Bu tarz örnekler aslında çokça fazla, Arjantin’de Boca Juniors – River Plate; Arjantin'in ve dünyanın en büyük derbilerinden birisidir. İki

51

amaç seyirciye zevk vermekti tıpkı bir tiyatro oyunu gibi bittikten sonra eve gidilmesi gereken ...


PSİNOSSA

….ama şimdiki mailimin sebebi isminiz hakkında aklıma gelen ilk şeyi söylemek; Nossa Google Translate(1)'e göre "Bizim" demek Psi de de bir ihtimal "psyche"den gelse gerek. O da "ruh/tin" anlamında. Yani derginin ismi "Bizim Ruhumuz" olarak düşünülmüş olabilir Mehmet Yurtçu, Çağ Üniversitesi

Derginin ismini ilk duyduğumda eminim çoğu kişinin düşündüğü gibi nossa mı? nossa da ne abi dedim.Psi malum alışkın olduğumuz bir kelime ama nossa kitaplarda henüz karşımıza çıkmış değil. :D Nossa nın zihnimde yer etmiş tek bilgisi geçmiş yıllarda oldukça popüler olan Michel Telo nun Nossa Nossa şarkısı.Portekizceden çevirisi sanırım olsa olsa yani olsa olsa Psinossa olur canım demek istediğinizi düşünüyorum ve cidden bende merak ediyorum.Editör çok yakın arkadaşım olsa da bana anlamını söylemediği için buradan Nihan'ı tekrar kınıyorum, iyi geceler tpöcğ :) ;) Melis Onglu, İst Üniversitesi

Nossa, Portekizce'de "bizim" anlamına gelmektedir. Kendisinden sonra gelen kelimeye göre nosso (eril tekillerde) nossos (eril çoğullarda) nossa (dişil tekillerde) veya nossas (dişil çoğullarda) olabilir. Psikoloji ile yazıldığında "nossa psicologia" olmaktadır ve "bizim psikolojimiz" anlamındadır. Bunu da sanatsal bir görünüme büründürdüğümüz zaman (ya da kulağa hoş gelecek şekilde düzenlediğimizde) PsiNossa yapaar! Peki neden Portekizce?

psi: ekstrem, alışılmadık olağanüstü durumları anlatan kalıplaşmış bir terimdir.. nossa ise Portekizce (Galiçyaca) olup ingilizce de dahil olmak üzere bu dillerde bizim anlamında kullanılır. sahiplik duygusu belirtir. psinossa ise ayrı ayrı kelimelerde oldugu gibi net belirtilememekle birlikte aykırılıga, var olanlara karşı olan karsıtlığa, kendilerinin toplumdan farklı bir mekan (dünya ) varlığından bahsetmeye ve onun varlığını sahiplenerek kanıtlamaya karşılım gelir. Sevcan Barkış, Gazi Üniversitesi

Mersin Üniversitesinden Yunus Emre ben. 23 yaşımdayım. Yarışmanıza daha doğrusu TPÖÇG bizim olduğu için yarışmamıza Mersin'den katılıyorum. :D Evet heyecanlıyım evde televizyon karşısındaki gibi olmuyormuş mailin atmosferi bir başka. :D Cevabım ise şöyle: Kelimenin kökü Psi ki kendileri muazzam psikoloji kelimesinin kısaltmasıdır. Nossa ise Portekizce'de bizim anlamına gelmektedir. -Adını hatırlayamadığım ama hayatımın bir dönemini yiyip bitiren bir şarkı ve şarkıcı sağolsun bu konuda çok yardımcı oldu:D - Haliyle Neden PsiNossa sorusunun cevabı şu oluyor ki 'Psikoloji Bizim' deme amaçlı olarak bu isim verilmiştir. Umarım doğrudur. Doğru değilse bile önemli olan yarışmaktı. Sizlerle tanışma fırsatı buldum oldukça eğlendim. İyi günler başarılar. Mersin'de görüşürüz. :D Yunus Emre Şahin, Mersin Üniversitesi

Tüm diller içinde kulağa en güzel gelen göze en hoş görünen bu olduğu için seçilmiş olabilir. Seda Merve Şahin, Mersin Üniversitesi 52


ARALIK 1 Aralık 2 - 9 Aralık 3 Aralık

Dünya AIDS Günü Mevlana Haftası Dünya Özürlüler Günü

5 Aralık 3 - 9 Aralık 10 Aralık gününü içine alan hafta

Kadın Hakları Günü Vakıf Haftası İnsan Hakları ve Demokrasi Haftası

4 Aralık

Dünya Madenciler Günü

10 Aralık

Dünya İnsan Hakları Günü

12 - 18 Aralık

Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası

21 Aralık

Dünya Kooperatifcilik Günü

27 Aralık

Atatürk'ün Ankara'ya Gelişi

4Aralık tarihi Roma İmparatorluğu zamanında babasının gazabından kaçarak, madencilerin çalışmakta olduğu bir mağaraya sığınan ve bu madenciler tarafından azize kabul edilen Santa Barbara’nın aynı zamanda İzmit’te yaşamış olması ve efsanenin geçtiği mekanların Anadolu olmasının da ayrı bir önemi vardır. Madencilerin koruyucu azizesi olarak kabul edilen Barbara’nın 4 Aralık tarihinde bu mağaraya yerleşmesi ve mağarada çalışmakta olan madencileri koruyor olması önce Anadolu da sonra Avrupa ve tüm dünyada ‘Dünya Madenciler Günü’ olarak anılmaktadır. 1941 yılından bu yana 3 binden fazla insan maden kazalarında hayatını kaybetmiştir. 100 binden fazla insan ise yaralanmıştır. Madenlerde en çok görülen kaza sebepleri ise grizu patlaması, göçük ve yangınlardır. Türkiye’de geçmişten günümüze kadar birçok kaza yaşanırken, bu kazaların en çok görüldüğü il ise Zonguldak olmuştur. Cumhuriyet tarihinden beri yaşanan en büyük maden kazası, 13 Mayıs 2014 tarihinde Manisa'nın Soma ilçesinde meydana gelmiş ve 301 kişi hayatını kaybetmiştir. Kayıpsız, acısız kutlayacağımız günlerin geleceği umuduyla maden kazalarında yaşamlarını yitiren tüm maden emekçilerini saygıyla anıyoruz.

53

MADENCİLER Kara kuyular derindir Burada kalır madenciler Ücreti bir aferindir Zehir solur madenciler Grizu gelir uykuda Nice canlar yuta yuta Biz cennet'te, o uykuda Toptan ölür madenciler …. Der Mahzuni kuyu dardır Bize kolay o'na zordur Bir onurlu teri vardır Bunu bilir madenciler Aşık Mahzuni Şerif Kaynakça . Anonim. Dünya Madenciler Günü. 25 Kasım 2014. http://www.dersimiz.com/belirligun-218Dunya-Madenciler-Gunu-hakkinda-genelbilgi.html#.VHugzTGsWiq . Anonim. Türkiye’deki Madencilik Kazaları. 25 Kasım 2014. http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye'deki_ madencilik_kazalar%C4%B1#cite_note-1


PSİNOSSA

Yeni yılın Psikolojisi Psikodrama Yoksulluğun çocuk gelişimi üzerine etkisi ODA adlı kitabın eleştirisi İle The Experimer film yorumu Ve Daha nicelerii Sizlerle olacak

Kitabı okumanızı ve filmi izlemenizi tavsiye ediyoruz.

Katılımını isteyebileceğiniz anket sonuçları

ANKET SORUSU : PsiNossa Neden Bu Kadar Talihsiz? A. Herkesin başına gelebilir B. Birinin fena ahını almışsınız C. Nazar var nazar Ve sizin ekleyebileceğiniz şıkların da olduğu Facebook/tpocg sayfasından ulaşabileceğiniz anketimize sizler de katılabilirsiniz 

54


55


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.