FSMVÜ Bilim Tarihi Bölümü Öğrencileri Tarafından Yayınlanmaktadır. Dipnot Genel Yayın Yönetmeni Emine Yazıcı Yayın Kurulu Ayşegül Kutluca Mihriban Ataş Sümeyye Baybara Zehranur Terzi Redaksiyon Merve Aytar Fotoğraf Elif Canaltay Mevlana Sırtlı Kapak ve İç Tasarım Turgut Karaca İletişim dipnotdergi@googlegroups.com
1 / dipnot
‘‘
‘‘ 50
İslam Bilim Ve Teknoloji Tarihi Müzesi Nilay Karatop, Ayşegül Kutluca
IV Kitap - IV Film Mahmut Cevher Küçük, Elif Sena Soydan
Bülten
‘‘
‘‘
dipnot / 2
Gökyüzü Makinesi Meldanur Paksu
‘‘ 46
Bir Ömürlük İlim Denizi Merve Gözüm
‘‘
‘‘ 26
Yüzeyden Çekirdeğe Bekir Hakan Sunguroğlu
‘‘ 44
Fatih’in Hazinesi Turan Hancı
‘‘
‘‘ 24
‘‘ 40
‘‘
Papatya Falları Da Yalan Söyler Mi? Rukiye Özdemir
‘‘
‘‘ 20
‘‘ 36
Geodezi Fatma Nisa Sadıkoğlu
‘‘
EL Aşşab: Ebu Hanife Dineveri Sait Fuat Demir
‘‘
‘‘ 14
İbn Sina Tıbbı Yunus Arslan
‘‘ 34
Geçmişteki Mekanik Mirasımız Tamer Kibrit, Yusuf Ceyhan
‘‘
‘‘ 12
Hekimin Ahlakı Emine Yazıcı
‘‘
‘‘ 10
‘‘ 32
10.yy’da Maceraperest Bir Seyyah: İbn Fadlan Melike Pakyıldız
‘‘
Eski Amerika’da Günümüz Tıbbı Merve Aytar
‘‘
‘‘ 8
‘‘ 30
Kaşgarlı Mahmud Ve Haritası Fatma Bilgili
‘‘
İskenderiyeli Heron Sihirbaz Mı Mekanik Mühendis Mi? Mevlana Sırtlı
‘‘ 28
‘‘
‘‘ 6
‘‘ ‘‘
Bilimi Bulan Adam Sümeyye Baybara
‘‘
‘‘ 4
EDITÖRDEN Merhaba, Elinizde tuttuğunuz bu dergi büyük bir birikimin, tarihsel sürecin küçük bir pencereden bakışını içermektedir. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Bilim Tarihi Bölümü’nde öğrenim görmekte olan öğrencilerin yeni bir dünyaya attığı adıma hepinizin şahit olmasını istedik. Bu çalışmanın maksadı; Bilim Tarihi alanında yapmış olduğumuz araştırmalardan kesitler sunmaktır. Bu yolda yeni yürümeye başlayan bizler, sizlerin de desteğini görme arzusu içerisindeyiz. Bilim Tarihi alanının bir külliyat niteliğinde olduğunu varsayarsak bizler bu alanın ancak dipnotu oluruz. Çıktığımız yolda kendimizin sınırlarını aşıp sizlere bu engin kaynaklarla ilgili yeni bakış açısı kazandırma gayesindeyiz. İlk sayımızda, bilimin başlangıcına temel teşkil eden safhaları arkadaşlarımız yazılarıyla aktarmaya çalıştılar. Yazarlarımız araştırmalarıyla tarihin derinliklerine inerken bir yandan da biz gençlerin bilim tarihine bakış açısını anlatmaya gayret ettiler. Sayımızda farklı dönemlere ait bilgi hazinelerine ulaşabilir, ilim adamlarına bir adım daha yaklaşabilirsiniz. Dipnot Dergisi yılda üç sayı olarak karşınıza çıkacaktır. Her sayımızda bilim tarihinin tozlu sayfalarından sizlere yeni ufuklar açacak örnekler sunacağız. Dergimizin temeline ömrünü bilim tarihini doğru anlatmaya adayan Prof. Dr. Fuat Sezgin hocamızın çalışmaları ışık tutmaktadır. Bizler de onun öğrencileri olarak ve hocalarımızın desteği ile bu ışığı yaymaya devam edeceğiz. İlk sayımızı bilim yolunda fedakarlıkla ilerleyen, araştırmaktan çekinmeyen dinamik zihinlere adıyoruz. Ve son olarak; “sürçü lisan ettiysek affola’’ diyerek dergimizle sizi baş başa bırakıyoruz. Bir sonraki sayıda görüşmek umuduyla... Keyifli okumalar!
3 / dipnot
Sümeyye Baybara
BILIMI BULAN ADAM Bilim Tarihi üzerine araştırma yapmaya başladığınızda mutlaka karşılaşacağınız bir isimdir Hermes. Mısır’da Thoth, İbraniler’e göre Uhnuh, Budizm’de Buda, Zerdüştlük’te Huşeng, Roma’da Mercurius ve nihayet Yunan kültüründeki adıyla Hermes, saymış olduğum tüm kültürlerde üç ortak özellikle anlatılmıştır. İlk olarak Nuh tufanıyla beraber anılması oldukça dikkat çekicidir. Hayatından bahsedilirken tufandan önce veya sonra gibi tarihsel ayrım yapılmaktadır. İkincisi, bu kültürlerde bilgili, seçkin, nebi veya veli bir kişiliğe bürünmüştür. Son olarak tüm kültürlere göre ölmeyip, yüce bir makama yükseldiği kabulü vardır. Efsanevi rivayetlere göre yeryüzünde ilk mabet inşa edip, içerisinde Tanrı'ya ibadet eden, tıp ilmi hakkında ilk konuşan, tufanın geleceğinden haber veren isimdir. Hikmetin kaybolmasından korktuğu için de El-Barba ve Panopolis adlı piramitleri inşa ettirerek kendinden sonra gelenler için bütün ilimlerin formüllerini bu piramitlerin iç duvarlarına kazıdığı rivayet edilir. Bu sebeple Hierograph (duvar yazısı) ve Hermes kelimesi Arapça üçgen anlamına gelen ‘ehram’ ile bağdaştırılır. Yazı tipinin sembolik olmasının sebebi ise hikmetin ehil olmayan insanların eline geçmesine engel olmaktır. Bu özellikler doğal olarak Hermes’i mitolojik veya yarı mitolojik saymak için yeterli olmuştur. Eflatun geometri, aritmetik, yazı ve diğer bazı ilimlerin kurucusu olarak Mısır tanrısı Thot’tan bahsetmiştir. Mısırlılarca üç kere büyük ‘Aa Aa’ şeklinde ifade ettikleri mürşit, öğretmen anlamına gelen bu isim, Grekler’de ‘Hermes Trismegistos’ olarak tercüme edilmiştir. Müslüman düşünürler ise ‘hikmet üçgeni’ adını verdikleri bu oluşumu nübüvvet, hikmet ve hilafet kelimeleriyle bütünleştirip Allah tarafından bu özelliklerin Hermes’e lütfedildiğini ifade etmişlerdir. Bununla beraber bazı İslam alimleri ise tek bir Hermes değil de farklı dönemlerde yaşamış olan üç ayrı Hermes’ten söz etmişlerdir. Müslümanlarca üç Hermes’in her biri, Hz. Adem’den İslam’ın son peygamberine uzanan altın zincir halkasının birer parçasıdır. İlk Hermes tufan öncesi peygamberlerinden Hz. İdris’i simgeler. İkincisine ise Bâbîli denmiştir. Tufandan sonra Mezopotamya'da yaşamış ve ilimleri ihya etmişti. Üçüncüsü ise yine Mısır'da tufandan sonra yaşamış ve insanlara birçok ilim ve sanat öğretmişti. İslam döneminde Hermetik felsefe ve Müslümanların buluşması Şam ve Mısır’ın fethinden sonra olmuştur. İslam alimleri Hermes’i hanif dine tâbi saydıkları için yolundan gitmekte sakınca görmemiş ve Hermetik kültürden oldukça etkilenmişlerdir. İşraki filozoflar Hermes’i ya da İslam kültürüne göre İdris’i hikmetin kaynağı ve filozofların, bilgelerin ilki saymışlardır. Lakabı ise ‘filozofların babası’dır. Aslında Hermetik düşünce sistemi felsefenin İşrakileşmesini sağlamıştır demek yanlış olmaz. Zira bu etkiyi İslam dil okullarından olan Basra ve Kufe’de dahil görmekteyiz. Basra dil okulu Aristocu iken, Kufe Hermes ekolünü takip ediyordu. Müslümanlara göre Hermes (ki burda üç ayrı hermesten söz edilmekte) dipnot / 4
Hermes’in Barcelona’daki Heykeli
Simya, Astroloji, Astronomi, Mimari, Tıp ve son olarak felsefenin de kurucusudur. Peki bizler Hermes hakkında ki bu bilgilere nasıl ulaşıyoruz. Latincede Corpus kelimesi bir nevi bizde ki külliyat kavramıyla açıklanabilir. Biz yazara ait olan ve atfedilen eserlerin tümüne Corpus denir. ‘Corpus Hermeticum’ ise Hermetik külliyatı ifade etmektedir. Ortaçağ’da hatta Ortaçağ sonrasında Batı’nın Hermes hakkında sahip olduğu bilgiler, doğrudan İskenderiye’den ziyade İslam kaynaklarından gelmektedir. Arapça’daki Hermetik Külliyat, Tabula smaragdina (Zümrüt Levha), Tyana’lı Apollonius’un Sırr el-halikası, Kitab el-ıstamatıs ve Kitab el-habib’i ihtiva etmektedir. Ayrıca ebu’Maşer, Sühreverdi, İbn Arabi gibi alimlerin eserlerinde kayda değer bir Müslüman - Hermetik literatür vardır. Batıda ise ilk kilise babaları ve dini
otoriteler bir çok yönden Hermetik Külliyatı eserlerinde kullanıyorlardı. Hristiyanların M.S. IV. yüzyıldaki zaferlerinin ardından insanın ve kainatın mahiyeti hakkındaki görüşleri bastırılmaya başlandı. Ortaçağın başlarında Papalığın gücünün artmasıyla resmî Hristiyanlığın dışında hiçbir şeyin kabul edilmemesiyle Hermesçilik büyük saldırılara maruz kaldı ve yaklaşık dört yüz bin varak elyazması tahrip edildi. Bugün Batı’da Hermetik Külliyat denilince akla simya, sihir ve okült bilimler anlamında avami bir Hermesçilik gelmektedir. Görüldüğü üzere Hermes hemen hemen bütün antik kültürlerde oldukça geniş yer kaplamaktadır. Yazı başlığında olduğu gibi "Bilimi Bulan Adam" ünvanını belki de en çok hakeden isimdir Hermes. Peki ya siz ne dersiniz? Arap Medeniyyeti’ndeki Hermes Tasviri 5 / dipnot
Mevlana Sırtlı
İSKENDERİYELİ HERON SİHİRBAZ MI MEKANİK MÜHENDİSİ Mİ? Makedonyalı Büyük İskender’in fetihlerini bilmeyeniniz yoktur. Peki, günümüze kadar ulaşan etkileri hakkında neler biliyoruz? Büyük İskender’i bu kadar önemli kılan sadece savaş stratejileri ve fethettiği toprakların genişliği değil aynı zamanda aldığı eğitim, ilimlere verdiği önemdir ki bilindiği üzere hocası ilk muallim Aristoteles’tir ve İskender’in yaşamında önemli bir rol oynamıştır. İskender’in her fethettiği bölgede iz bırakması ve bölgenin canlılığını koruması temel ilkelerindendir diyebiliriz. Buna en güzel örneklerden biri Asya’ya fetih yolculuğuna çıkarken donanımlı bir ordunun yanında mühendis, tarihçi, bilim adamı ve mimarlarını da götürmüş olmasıdır. İskender’in daha sonraki medeniyetlere miras niteliğinde bıraktığı ve bizlere bugün Arşimet’i, Öklides’i, Batlamyus’u, Heron’u, Hypethia’yı ve nicelerini kazandıran (Şekil 1) Alexandreya şehrini kurmuştur. İskender sonrası Ptolemaios I. Soter, zamanla Helenistik geleneğin, Yunan düşünce ve bilim dünyasının gelişim noktası haline gelen şehirde saray, tiyatro, müze ve kütüphane inşa ettirmiştir. İskenderiye Kütüphanesi Antikçağın en büyük ilim merkezi olmuş takribi 900.000 esere sahip felsefe, tıp, astronomi, matematik çalışmalarının yapıldığı yerdir. Ortak dil (Koine: Yunanca lehçesi), yazılan tüm eserlerin çoğaltılması ve ilim adamlarının desteklenmesi, çalışmaların bu denli verimli olmasının sebeplerindendir. Mısırın Roma tarafından fethedilmesinden sonra bu bölgenin kültürel etkinliği devam etmiş ve Heron (MS 10-70) ’da bu dönemde yaşamıştır. Yukarıda uzun uzun bahsettiğimiz İskenderiye şehri Heron gibi önemli bir bilim adamıyla meyvelerini vermeye başlamış diyebiliriz. Helenistik bilimin besleyip Antik Roma döneminin yetiştirdiği en büyük deneycilerdendir. Hakkında çok fazla ayrıntılı bilgiye sahip olmasak da kütüphanede hocalık yaptığı, 13 kadar eserinin günümüze ulaştığı ve bir dönem ‘sihirbaz’ olarak nitelendirildiğini biliyoruz. O dönemde insanların otomatik cihazlar üzerine derin bilgiye sahip olmaması, Heron’un icat ve çalışmalarının büyüleyici olması insanları bu şekilde düşünmeye yöneltmiş olabilir. Peki nedir bu icatlar diyecek olursak Pnömatika eserinde betimlediği sihirli sürahi, kendiliğinden açılan kapılar, tiyatro sahnelerinde kullanılan figürler, paralı su otomatı dipnot / 6
bunlardan sadece bir kaçıdır. Eğlence amaçlı yaptığı kendi kendine hareket eden figürlerin çalışma mantığı; ağırlığın zeminindeki kumların boşalmasıyla makarayı çekerek tekerleği döndürmesidir. (Şekil 1). Tiyatronun kapıları da yine Heron’un yaptığı başka bir alet ile kendiliğinden açılıp kapanıyordu. Bu icat ise buhar basıncı ve dengeden oluşmaktadır. Tapınağın yanında yakılan sunak altına kurulan düzenekte ateşin suya yaptığı basınç ile su kap değiştirir. İkinci kap suyun ağırlığıyla kendisine bağlı olan ipi çeker ve kapı açılır.
(Şekil 3)
(Şekil 2)
Ateş söndüğünde ise kova hafifler ve tersine hareket eden düzenek kapıyı kapatır. (Şekil 2). Tüm bu gösteri halkı etkilemeye yetmekteydi. İnsan gücü kullanılmadan sadece mekanik aletlerle tiyatro sergilenmiş, tapınakların kapıları temassız olarak açılıp kapanmıştır. Heron’un bu aletleri fizik dersinde öğrencilerine ayrıntılı anlatım için yaptığı savunulsa da paralı su otomatı icadı tapınakçılar ve müdavimler tarafından mucizevî olarak görülmekteydi. Çalışma prensibi diğerlerine göre daha basit ve kullanımı yaygındır. Otomata para atıldığında su vanasını açan kola çarpıp ağırlığınca aşağı çeker ve terazi gibi iki kolda eşitlenene kadar su akışı sağlanırdı. En ağır parayı/sikkeyi atan en fazla suyu alırdı. (Şekil 3). İskenderiyeli Heron kendi döneminde yaptığı çalışmalarla mühendislik ve mekanik alanlarında karşımıza çıkan günümüz buhar motorunun ve vincin temel prensiplerini aktarmıştır. Materyallerle hem öğrencilerini yetiştirmiş hem de halkı etkilemiştir. İskenderiye şehrinin, kütüphanesinin, bilim kuşağının ortasında yetişmesi bu imkânları ona sağlamış ve binlerce yıl sonra bile adından söz ettirebilmiştir. 7 / dipnot
Merve Aytar
ESKI AMERIKA’DA GÜNÜMÜZ TIBBI Eski Amerika, bazı literatürlerde Kolomb Öncesi Amerika olarak yer bulan, günümüzde ise Amerika Kıtası olarak adlandırılan bölgede, Avrupalı sömürgecilerin arttığı döneme kadarki tarihsel süreci kapsar. Bu söz konusu süreç, yazıda ‘Eski Amerika’ olarak anılacaktır. Eski Amerika uygarlıklarının birçoğu kalıcı konutlar, şehirler kurmuş, tarım ve sosyal hayatta ilerlemiş, önemli mimari yapılar inşa etmiş, karmaşık sınıfsal topluluklar kurmuşlardır. Astronomi, matematik, tıp, eczacılık, fizik, kimya gibi günümüz bilim dallarında şaşırtıcı ilerlemeler kaydetmişlerdir. Bizim şaşırtıcı olarak atfettiğimiz ileri bilgileri nasıl elde ettikleri ise tam bir bilmecedir. Peki, bilmece olarak kalmış birçok konu içerisinde Eski Amerika’daki tıptan nasıl bahsedebiliyoruz? Eski Amerika’ya dair kaynaklar Avrupalılar tarafından dine karşı metinler olarak görülmüş, bu sebeple hristiyan din adamları tarafından imha edilmiştir. Günümüze çok iyi saklanan az sayıda belge ulaşmıştır. Özellikle tıp alanında ulaşabildiğimiz tüm belge ve bilgileri Fransiskan rahibi Fray Bernardino de Sahagun’a borçluyuz. - Sahagun’un yazıları şuan Madrit’te Biblioteca del Palacio ve Academia de la Historia, Floransa’da Biblioteca Laurentiana’da bulunuyor - Sahagun’un metinleri bu yazının temel kaynakçası olmuştur. Eski Amerika Uygarlıkları, hastalıklarla mücadelede antik medeniyetlerde var olan tıbba benzer şekilde din, büyü ve bilimi harmanlamışlarsa da din ve büyü öncelikli olmuştur. Hastalıkların sebep ve tedavileri, büyük çoğunlukla nedensellik kavramına dayalıydı. Örneğin, bir hastalık büyü veya doğaüstü nedenlerden kaynaklanmışsa iyileştirici prosedürler de buna benzer olarak büyü nitelikli olurdu. Eğer humoral nedenlere dayalıysa, çare bitkisel ilaç ve terapilerde aranırdı. Din ve büyü esaslı tedaviyi öncelikli tutan bu uygarlıklarda şaşırtıcı olan halk sağlığı bilinçlerinin gelişmiş olmasıdır. Söz konusu uygarlıklarda, özellikle de Aztekler’de atıkların uygun şekilde bertaraf edilmesini sağlayan bir kanalizasyon sistemi ve her bir caddede kişi mahremiyetini sağlamak için umumi tuvaletler gibi günümüzdekine oldukça yakın bir temizlik sistemi vardı. Tüm bunlara dayanarak rahatlıkla Eski Amerika Uygarlıkları’nda halk sağlığı bilincinin gelişmiş olduğunu söyleyebiliyoruz. Bunun getirisi ise ilkel toplumlarda çok yaygın olarak görülen salgın hastalıkların bu uygarlıklarda rastlanmamasıdır. Eski Amerika halkının ecza dolabını ele aldığımızda, bitkilerden elde edilen ve günümüz tıbbında da aynı işlevle kullanılan ana maddelerin olduğunu görüyoruz. Bu ana maddelere örnek olarak; göz dibinin muayenesi ve göz bebeğinin genişletilmesinde kullanılan Atropin, az miktarda kullanıldığında bronşite iyi gelen ve balgam söktürücü etkili İpeka, Akciğerdeki hava yollarının aşırı genişlemesine bağlı bronş darlıklarında kullanılan Teofilin ve günümüz şizofren araştırmalarında kullanılan Payote Kaktüsü alkoitlerini gösterebiliriz. dipnot / 8
Eski Amerika Uygarlıkları’nın günümüzle olan farmakolojik benzerliğini, tıpta bazı tedavilerde de görebiliyoruz. Günümüzde dikiş+antibiyotik+tetanoz aşısı şeklinde tedavi edilen dudak yarılmaları Eski Amerika‘da saç teliyle dikilir, antibiyotik etkisinde olan tuz karıştırılmış Agave özü sürülürdü. Kemik kırıklarının tedavisi ise günümüz alçı işlemiyle benzerlik gösterir, bölge reçine sargıyla sarılır; daha sonra üzeri kuş tüyleriyle örtülür, tahtalarla desteklenir ve kumaş şeritlerle bağlanarak sabitlenirdi. Eski Amerika medeniyetlerinde gebelik süresince bebeğe zarar vermesi endişesiyle hamilelerin şoktan korunmasına önem verilirdi. Günümüzde doğuştan sakat çocuklar konusunda araştırmalar yapan Viyanalı Dr. A. Rett, korku ile embriyo sakatlıkları arasındaki ilişkinin yadsınamaz olduğuna dikkat çekmişti. Aztekler günümüzde olağandışı durumlarda uygulanabilen Emriyotomi’yi bilir ve uygulardı. Çağımızın, nedeni tam olarak kestirilemeyen cilt hastalıklarından biri olan Liken Planus’a o dönemde de rastlanrdı. Bu tip cilt hastalıklarında yakılmış olgun mısır koçanı kullanılırdı, yanmış koçanın kömürünün ideal bir dezenfektan ve absorban madde olduğu (son zamanlardan beri) bilinmektedir. Günümüz tıbbında rastlanan tedavilerin yanı sıra, kafatası operasyonları da ilkel yöntemlerle de olsa yapılıyordu. Anatomi bilgilerinin gelişmesine geleneksel ritüellerden biri olan insan kurban edilmesi etkili olmuştur. Kalp, karaciğer, safra, mesane, bağırsak, idrar yolları, sinirler, lenf damarları, kalp gibi organlar doğru tespitlerle tasvir edilmişti. Kalbin işlevleri hakkında müthiş gözlemlerine ek olarak aynı zamanda Eski Amerika topluluklarında ruh ve kalp arasındaki mistik ilişkinin benimsenmiş olduğunu söyleyebiliyoruz. Bazı medeniyetlerde görülen hekimliğin babadan oğla geçme durumu ise Eski Amerika’da söz konusu olmamıştır. Hatta Avrupa’nın tıp tarihiyle karşılaştırıldığında, Amerika’nın çok farklı olan yönlerinden birisi de tıbbi tedavilerin, - toprakla ilişkilerinden dolayı - bitkiler hakkında erkeklerden daha fazla bilgiye sahip olan kadınlar tarafından yapılmasıdır. Söz konusu durum, bilim ve bilimin tarihinde kadının yerininin önemini bize gösteriyor olmasıyla özeldir. Cevabını okuyucularımıza bırakarak, Patrıcıa Fara’nın “Bilim: Dört Bin Yıllık Bir Tarih” adlı eserinde yönelttiği bir soru ile yazımı bitirmek istiyorum. ‘’Bilim tarihinde gerçekten kadın sayısı bu kadar az mıdır, yoksa tarihçiler doğanın dişi dünyasını inceleyen erkekler hakkında bir sürü heyecan verici macera anlatarak tabloyu çarpıtmış mıdır? ‘’ 9 / dipnot
Emine Yazıcı
HEKIMIN AHLAKI "Bir hekim aynı zamanda filozof olursa ilahlar seviyesine yükselir." Hippokrates.
Arapça tabbe kelimesinden türeyen ve hiç şüphesiz her beşeri ilgilendiren tıp ilminin başlangıcını, ilk insanın doğuşuyla paralel olarak ele almamız mümkündür. Bilim, felsefe ve tıp ilişkisini belirtmek açısından referans alınacak en doğru bilgi Rene Descartes'in (1596- 1650) şu cümlesi olacaktır: "Felsefe bir ağaç gibidir, kökleri metafizik, gövdesi fiziktir. Gövdeden çıkan dallar da bütün bilimlerdir. Bunlar da üç dalda toplanabilir: Hekimlik, teknik ve ahlak. "Hakîm (filozof) ve hekim (tabib) ilişkisi antik medeniyetlerden beri farklı lafızlarda da olsa her zaman dillendirilmiş bir olgudur. Hakîm olan kişi felsefesini daha iyi bir seviyeye getirmeyi amaçlarken, hekim ise olaylara insan bazında bakmıştır. Tabip-filozof olan kişi sekülerizmi bir rafa kaldırarak kendisinden beslenmeli, felsefesini geliştirmeli ve bunu icra ettiği sanata, hekimliğine yansıtmalıdır. İslam Medeniyeti'nde filozof - hekim kavramı neredeyse tababetle sınırlandırılmıştır. Bir hekim yazmalıdır, okumalıdır, en önemlisi ise düşünmelidir. Bahsettiğimiz ayırıcı nitelikleri bünyesinde toplamış tabiplerden biri ise Ebû Bekr Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî’dir (ö.925). O ilim, akıl ve vahiy arasındaki bağlantıyı kendi dimağında birleştirmiş ve bu saReceuil Des Traites de Medecine Eserinde er-Razi Tasviri yede de zihinlerde yer eden bir dipnot / 10
filozof-hekim olarak günümüze kadar hatırasını taşımıştır. Hekimlik hayatına otuz yaşından sonra başladığı iddia edilen Er-Râzî, kararlı yapısı ve bilgiye olan inancı sebebiyle çağdaşlarının önüne geçmiştir. Bağdat'ta başlayan ilim serüveninin dönüm noktası, Bağdat Hastanesi’nde baştabipliğe yükselmiş olmasıdır. Ona göre hasta sadece tedavi edildiği anda değil iyileşme sürecinde de takip edilmeli, hasta ile iletişimde olunmalı, hastanın hikayesi dinlenmelidir. Er-Râzî'nin hekim-filozof profilinin temelinde ahlak inancı yatmaktadır. Ahlâku’t-tabîb Risâletun li Ebû Bekr Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî ila Badi Telamizihi (Tabibin Ahlakı: Razi'nin Bazı Talebeleri İçin Yazdığı Risale) eserinde talebelerine olan öğütleri kulak ardı edilemeyecek niteliktedir. Günümüzde Merkezefendi Geleneksel Tıp Derneği tarafından Türkçe olarak basılan bu risaleye ulaşabilir; İslam Dönemi'nde yaşamış alimlerin hekimlik, teknik, ve ahlak konularında ne kadar yüksek seviyelere ulaştığına şahitlik edebilirsiniz.
11 / dipnot
Yunus Arslan
İBN SINA TIBBI İbn Sina olarak bilinen ama Batı kaynaklarında daha çok ‘Avicenna’ ismi ile geçen ‘Şeyhül Reis’ yani ünlü İslam tıp hekimi kimdir? Ayrıca bu adamı bu kadar meşhur yapan neydi? İbn Sina'nın dünya tıbbını bu kadar uzun süre etkilemesinin sebebi tabii ki sunduğu yeni fikirler ve tıbbı sistemleştirdiği ünlü ‘El-Kanun-fi’t-Tıbb’ adlı eseridir. Batı’da bilindiği adı ile ‘Canon’ adlı eserinde nelerden mi bahsediyor? Kitabın nelerden bahsettiğini söylemeden önce İbn Sina nasıl ilmi hayatına başladı, ona bakalım. 16 yaşındaki İbn Sina, Buhara padişahı Nuh b. Mansur’u hiç bir hekim tedavi edemezken parlak zekası sayesinde Sultanı tedavi etti ve sonrasında ünlü bir hekim olmanın kapıları genç İbn Sina'ya birer birer açıldı. Sultan birçok hediyenin yanında ona kendi geniş kütüphanesini kullanma izni vermişti. Bu kütüphane onun için bulunmaz nimetti. Neden mi? İbn Sina'nın kibirli ve kendini beğenmiş olduğunu da hatırlatarak kütüphaneden ayrılırken yaptığı iddia edilen şu olaya bakın. Efendim, İbn Sina kütüphanedeki kitapları ezberledikten sonra kimse bu bilgileri öğrenemesin diye kütüphaneyi yakıp da kaçmış.
Galenus - İbn Sina - Hipocrates / Roma 16.yy dipnot / 12
Öğrencisine bir gün söylediği ''On sekiz yaşıma kadar öğrendiğim bilgiler dışında sonraları hiçbir yeni bilgi öğrenmedim, sadece öğrendiğim bilgilerde derinleştim.'' sözleri ile kütüphaneyi yakması göz önüne alınırsa öğrenme aşkının insana neler yaptırdığını görebiliriz. Gerçi İbn Sina’nın bu tarz maceraları bitmiyor. Tartışmaya girdiği kişinin sen bu konuyu bilmiyorsun sözü üzerine bilmediği konuyu üç yıl çalıştıktan sonra kendisini aşağılayan Cübbai, İbn Sina'dan özür dilemek zorunda kalmıştır. İbn Sina’nın tıbbı başlığına da değinelim dedim. İbn Sina’nın en önemli tıp eseri olan ve Türkçe 5 cilt olarak yayımlanan ‘El-Kanun-
İbn Sina
“El- Kanun-fi’t-Tıbb” Eserinden Bir Sayfa
fi’t-Tıbb’ eseri ile tıp alanında asıl ününe kavuştu. Bu kitap bugünkü tıbbın temellerini oluşturmaktadır. Yani bugün kullanılan tıbbın pek çok dalı bu eserde ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Ameliyatların nasıl yapılacağı, hangi ilacın hangi kişilik özelliklerine sahip insanlara uygulanacağı gibi konular bulunmaktadır. Bu kitapla ilgili çok ilginç bir bilgi daha söyleyeyim. Kitabın tüm sistemi dört unsur olarak bilinen su, hava, toprak, ateş üzerinden inşa edilmiştir. Külliyattın ilk cildinde dört unsur teorisi ayrıntıyla anlatılmış ve kendinden sonra gelen tüm hekimleri etkilemiştir. İbn Sina tıbbı sistemleştiren kişi olarak tarihe geçmiştir.
13 / dipnot
Sait Fuat Demir
EL AŞŞAB: EBU HANIFE DINEVERI Son birkaç asırdır dünyadaki çeşitli entelektüel çevrelerin sürekli olarak tartıştığı bir konu olan din-bilim ilişkisi ne yazık ki bilim tarihi alanına İslam coğrafyası aydınlarının gerekli ilgiyi göstermemiş olmasından dolayı İslam’ın Altın Çağ'ı göz ardı edilerek ve yalnızca Avrupa’nın karanlık çağında skolastik düşüncenin olumsuz etkisi göz önünde bulundurularak incelendiğinden bu iki olgunun birbirine tamamen zıt olduğu düşüncesi geniş bir çevre tarafından kabul görmüştür. Oysaki İslam’ın Altın Çağı tarafsız bir gözle incelendiğinde görülecektir ki; İslam alimleri çalışmalarını yaparken ulaşacakları sonuçlarda Kur’an ile uyuşmayan herhangi bir veriyle karşılaşmaya ihtimal dahi vermemiş aksine doğadaki her varlığın Allah tarafından yaratılmış olduğuna inandıkları için doğa üzerine yapılacak her incelemenin tevhid akidesini güçlendireceğini düşünmüşlerdir. Birçok İslam alimi çocukluklarından itibaren öncelikle Kur’an üzerine eğitim almış ardından doğa bilimleri üzerine çalışmaya başlamıştır. Kur’an’da bir ayette geçen “Ve Adem’e bütün isimleri öğretti.” lafzını zahiri yönünden ele alan bazı İslam alimleri eşyanın isimleri üzerine yönelmiş ve bu alandaki ilk eserleri vermişlerdir. İlk dönemde leksikografi (sözlükbilim) alanındaki gelişme monografik konuların geniş çaplı olarak ele alınmasıyla kendini ortaya koymuş ve ilerleyen yıllarda alfabetik veya konularına göre düzenlenmiş kapsamlı sözlüklerin telif edilmesine zemin hazırlamıştır. İşte Ebu Hanife Dineveri’nin el-Aşşab (bitki uzmanı) namıyla tanınmasına sebep olan bu türde vermiş olduğu Kitab’ün-Nebat adlı muhteşem eseridir. Bu yönüyle o bir botanikçi olarak kabul görse de aslında kendisi bir filologdur ve ilmi alanda ilk eğitimini de dilbiliminin önde gelen alimlerinden İbn’üs-Sikkit ve onun babasından almıştır. Fakat o dilbilimin yanında dönemin ilim geleneğine uyarak çeşitli alanlarda eğitim almış ve eserler vermiş zülcenaheyn bir alimdir. Tarih, hendese, fıkıh, tefsir, botanik, astronomi alanlarında eserler verdiği bilinmektedir. Prof. Dr. Ahmet Ağırakça hoca “Botanik ile uğraşanların tümü aynı zamanda tabiptirler” iddiasını ortaya atarak Dineveri’yi bir tabip olarak kabul etmiş ve onu İslam tıp tarihi dahilinde ele almıştır. Dineveri ile ilgili olarak İbn’ün-Nedim’in kaydettiğine göre hicri III. yüzyılın başlarında bugünkü İran’ın Kirmanşah bölgesinin Dinever şehrinde doğmuştur. Tam adı Ebu Hanife Ahmed b. Davud b. Venend Dineveri’dir. Eğitim hayatı hakkında da fazla bilgi yoktur fakat Kufe ve Basra eğitim merkezlerinde eğitim aldığı özellikle Kufe’li İbn’üs-Sikkit ve onun babasından ders aldığı ve ciddi olarak etkilendiği anlaşılmaktadır. Ayrıca İsfahan’da matematik ve astronomi alanında devrin önde gelen alimlerinden ders aldığı da bilinmektedir. Temel eğitimini tamamladıktan sonra uzunca bir seyahate çıkarak kesin olmamakla birlikte Arap yarımadası, İran, Filistin, Irak, Afganistan, Suriye, Belucistan, Horasan ve Rum diyarını dolaştığı ve botanik alanında veriler toplayarak kendisini dünya çapında meşhur kılan Kitab’ün-Nebat adlı eserini kaleme aldığı aktarılmaktadır. Uzun süreli dipnot / 14
seyahatinin ardından memleketi Dinever’e dönmüş hayatının büyük bir kısmını burada geçirerek ilmi faaliyetlerini burada devam ettirmiştir. Ayrıca evinin çatısına kurduğu bir düzenekle astronomik gözlemler yapmış ve bu gözlemlerinden yola çıkarak Kitab’ül-Enva adlı eserini kaleme almıştır. Biruni çalışmalarında bu eserden sıklıkla faydalanmış ve ona çok güvendiğini belirterek el-Asar’ul-Bakiye’de bu eserden cetvellere yer vermiştir. Dineveri’nin nesebi hakkında ihtilaf vardır. Birçok İranlı kaynak onun Fars asıllı olduğunu iddia etse de yaşadığı dönemde Dinever’deki Kürt nüfusun yoğunluğu göz önünde bulundurulduğunda ve daha önemlisi kendisine nisbet edilen Ensab’ül
Dinaveri’nin Portresi
Ekrad (Kürtlerin Ataları) adlı bir eserin varlığı onun bir Kürt bilim insanı olduğu kanaatini pekiştirmektedir. Nesebi ne olursa olsun muhakkak bir kanı var ki o da Dineveri’nin çalışmalarının insanlığın ortak malı olduğudur. Tüm bilim insanları gibi Dineveri de çalışmalarıyla tüm insanlığın faydasını amaçlamış ve eserleri yüzyıllar boyu bu amaca hakkıyla hizmet etmiştir. Fars veya Kürt asıllı olduğu tartışıladursun onun çalışmalarının en büyük katkıyı Arap diline vermiş olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Uzun yıllar süren seyahatlerinde özellikle bedevi toplumlarla ilişkiler kurarak fasih bir Arapçaya sahip olan bu insanların katkısıyla Arap dili ve edebiyatının İslam öncesi dönemlerine ait şairlerinden dahi alıntılar yaparak Arap dilindeki yozlaşmanın önüne geçmiştir. Onun ırklar üstü bir insan olduğunun bir diğer kanıtı da özellikle Kitab’ün-Nebat adlı eserinde vermiş olduğu bitki isimlerinde her toplumun kendine has kullanımlarını ayrı ayrı 15 / dipnot
vermesi olmuştur. Başta Kitab’ün-Nebat olmak üzere Dineveri’nin eserleri yüzyıllar boyunca başta dilbilimciler ve tabipler olmak üzere bilim insanları için vazgeçilmez bir başucu kaynağı olmuştur. Ne yazık ki Dineveri’nin eserlerinin ciddi bir kısmı günümüze ulaşmamıştır. Fakat çeşitli kaynaklarda yirmiye yakın eseri olduğu nakledilmektedir. Günümüze kadar bir bütün halinde ulaşan tek kitabı Ahbar’üt-Tıval adlı eseridir. Eser İran’ın ön planda tutulduğu genel bir tarih kitabıdır. Dönemin genel tarih anlayışından daha farklı bir bakışla yazıldığından uzun yıllar gözlerden ırakta kütüphane raflarında kalmış ancak 1877 yılında oryantalist V. Rosen tarafından keşfedilerek yeniden bilim dünyasına sunulabilmiştir. Daha sonra birçok kez yayınlanan eser Nusrettin Bolelli ve İbrahim Tüfekçi tarafından İslam Tarihi adıyla Türkçe’ye de çevrilmiştir. Rus bilim insanı Kratchkovsky tarafından bu eser için yazılan giriş yazısını Muhammed Hamidullah, Dineveri adına yazılmış en güzel yazı olarak niteler. En meşhur eseri olan Kitab’ün-Nebat’ın ise yalnıza bazı ciltleri günümüze ulaşmıştır. Bu eser yazımızın devamında ayrıca ele alınacaktır. Ne yazık ki Dineveri’nin eserlerinin çoğu onun ismi anılmadan yapılan aktarımlarla intihale uğramıştır. Nitekim Muhammed Hamidullah’a göre Kitab’ün Nebat’ın bir bölümü olarak kabul edilen Kitab’ül-A’sel ve’n-Nahl adlı eseri asırlarca Ebu Ömer ez-Zahid adlı bir müellife ait olarak bilinmiştir. Muhammmed Cebbar el-Muaybid tarafından yapılan araştırmalar neticesinde bu eserin Dineveri’ye ait olduğu kanıtlanmıştır. Eser el-Muaybid’in çalışmaları neticesinde Hamidullah’ın derlediği Kitab’ün-Nebat’taki bölümden daha kapsamlı olarak müstakil bir eser olarak neşredilmiştir. Bu eser Ümit Demirhan tarafından Bal ve Bal Arısı Kitabı adıyla Türkçe’ye çevrilerek Türkiye’deki araştırmacıların hizmetine sunulmuştur.
KİTAB’ÜN-NEBAT Fuat Sezgin hocamız tarafından türünün en ilgi çekici örneği olarak nitelendirilen Kitab’ün-Nebat, müellifin yıllarca süren seyahatlerinde büyük bir titizlikle toplamış olduğu verilerden oluşan bir bitkiler kitabıdır. Eseri kendi alanında öncü eser yapan ise bitkileri, dönemine kadar bu alanda yazılmış eserlerden çok daha kapsamlı olarak ele almasıdır. Hatta bu mukayese kendinden sonra yazılan eserler için de söz konusudur. Hüseyin Nassar, Kütübü’n-Nebat adlı yazısında İslam bilim geleneği dahilinde yazılan botanik türündeki eserleri; filolojik yönden ele alınanlar, tıbbi yönden ele alınanlar ve çiftçilik yönünden ele alınanlar olarak üç kısımda incelemiştir.Dineverinin eseri ise bu üç sınıflandırmaya da dahildir. Hizanetü’l-edeb’den öğrenildiğine göre altı ciltten oluşan eserin şu ana kadar sadece iki cildi bulunabilmiştir. Bu ciltlerden III. cilt (nr. 77) Yale Üniversitesi Kütüphanesi’nde, V. cilt (nr.4716,233 varak, istinsah tarih 645) ise İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Ayrıca Medine Arif Hikmet Bey Kütüphanesi’nde de Muhammed Hamidipnot / 16
Kitab’ün-Nebat
dullah tarafından tespit edilen III. cilde ait bir parça bulunmaktadır. Muhammed Hamidullah bu eserin Halep’te bulunan bir yazmasının I. Dünya Savaşı sırasında muhtemelen Hollandalı bir oryantaliste satıldığını aktarmaktadır. Bir botanik ansiklopedisi olan eser iki ana bölümden oluşmaktaydı. Birinci bölüm bablar şeklinde düzenlenmişti, ikinci bölüm ise alfabetik olarak düzenlenmiş bir sözlük biçimindeydi. Eserde ilk önce yağmur, toprak, su, çevre şartları, yıldızlar, ırmaklar, göller, su kaynakları ve toprak çeşitleri gibi bitkilerin oluşum ve gelişiminde etkili faktörler ele alınmış sonrasında ise Tecnis’ün Nebat adıyla bir sınıflandırma yapılmıştır. Bu sınıflandırma yapılırken bitkiler sadece filolojik olarak ele alınmamış, morfolojik özelliklerinden, fizyolojilerine, besin değerlerinden, insan ve hayvan sağlığına etkilerine kadar geniş bir alanda incelenmiştir. Bitki türlerinin tanıtımı yapılırken meyveler ve bazı bitkilerden elde edilen boyalar ve kokular hakkında da önemli bilgiler verilmiştir. Bu bilgilerin yanında neft ve zift hakkında ilginç bilgiler bulunmaktadır. Her bitkinin kök, gövde, yaprak, dal ve çiçek yapısı ayrıntılı olarak incelenmiş ve aktarılmıştır. Sebze, ot, ağaç arasındaki benzerlik ve farklılıkları üzerine karşılaştırmalar yapılmıştır. Bitkilerin diş temizliğinde kullanımından söz etmiş, Bedevi kadınlarının darim adlı bir ağacın dallarını güzellik amacıyla dişlerine sürttüklerini ve daha kırmızı dudaklara sahip olduklarını aktarmıştır. Yine bedevilerin bazı ağaç türlerini ateş yakmak için kullandıklarını, marh ve afar adlı iki ağacın tutuşturucu özelliklerinden dolayı rüzgarın etkisiyle birbirlerine sürterek orman yangınlarına sebep olduğundan söz etmiştir. 17 / dipnot
Eser bitkilerin insanlar ve hayvanlar üzerindeki olumlu ve olumsuz etiklerini ayrıntılı olarak ele alarak uzun yıllar boyunca tabiplerin başucu kitabı olmuştur. Nitekim İbn Semecun, İbnül Baytar gibi müellifler tıp alanındaki eserlerinde Kitab’ün-Nebat’tan sıklıkla alıntı yapmıştır. Eserin en önemli özelliklerinden biri de bitki isimlerini ele alırken bu isimleri binlerce beyit naklederek şiirlerle delillendirmiş olmasıdır. Bu yönüyle eserin geniş bir Arap şiiri antolojisi olduğu da söylenebilir. Muhammed Hamidullah bu eserin botanikle ilgili ilk Yunanca eserlerin henüz Arapça’ya çevrilmeden önce yazıldığını iddia etmiştir. Bazı batılı oryantalistler bu iddiaya karşı çıkmış fakat Hamidullah hocanın kendilerine yönelik itirazlarına cevap vermemişlerdir. Dineveri’nin bu eseri kaleme alırken Yunan botanikçileri TheKitab’ün-Nebat ophrastos (M.Ö. 3. yy.) ve Dioscorides’in (M.S. 1. yy.) eserlerinden bizzat faydalanmadığı ihtimali daha kuvvetli olmakla birlikte kendisinin antik dönem bilginlerinden hiçbir şekilde etkilenmediğini iddia etmek manasızdır. Zira kendisi eserin birçok yerinde antik dönem bilginlerine isim vermeden atıfta bulunmuştur. Zaten İslam bilim geleneğinde yazılmış eserler incelendiğinde müelliflerin antik dönem bilginlerinden övgüyle söz ettiği ve onlardan yapmış oldukları alıntıları açıkça belirttikleri görülmektedir. Bu da Hamidullah hocanın görüşünü desteklemektedir. Bazı batılı oryantalistler tarafından Dineveri’nin faydalandığını iddia ettiği en büyük Yunan botanikçisi olan Dioscarides , Neron zamanında ordu cerrahı idi. Kendisinin tıp hizmetlerinde, özellikle ilaçların hazırlanmasında önemli çalışmaları oldu. Neron’un ordusunda görevli olduğu zamanlarda, Materia Medica adlı eserini kaleme aldı. O, bu eserinde tıpta kullanılan bitkiler hakkında bilgiler vermiş, resimlerini çizerek bugün onlar hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamıştır. Eser Kitab’ül-Haşayiş adıyla Arapça’ya tercüme edilmiştir. Oysaki Dineveri, Dioscarides’den çok daha kapsamlı bir çalışma yaparak eserinde bitkileri sadece tıbbi yönüyle ele almamıştır. Dineveri’nin bu eseri yazarken en büyük kaynağı ise hocası İbn’üs-Sikkit’in Kitab’ün-Nebat eş-Şecer’idir. Ayrıca o, Asmai, Şeybani gibi birçok alimden alıntılar yapmıştır. Eser hakkında ilk ilmi araştırmayı yapan Alman araştırmacı Bruno Silberberg eserin Yunan botanikçilerin eserleriyle karşılaştırmasını yapmış ve Kitab’ün-Nebat’ın bu çalışmalardan daha mükemmel ve daha orijinal olduğunu ortaya koymuştur. O bu tespiti yaptıktan sonra şaşkınlığını şöyle ifade etmiştir: “Bin yıllık araştırmadan sonra Greklerin botaniği Dioscarides ve Theophrastos’un dipnot / 18
eserlerinde özetleniyordu. Fakat bu konuda ilk Müslüman eseri Dineveri’ninki derin bilgi ve genişlik bakımından onları çok gerilerde bırakmaktadır. Dineveri sadece bir bitkinin dış görünüşünü değil, besleyici, tıbbi ve diğer özelliklerini de tarif etmiştir. Onları tasnif ediyor ve yetiştikleri yerlerden de bahsediyor. – İslam halkının, edebi hayatının bu kadar erken bir döneminde, dahiyane bir biçimde Helenlerin seviyesine ulaşabilmesi ve hatta bu konuda onları geçebilmesi nasıl oluyor?” Eserin kayıp parçalarının bulunması ve kendisinden alıntılar yapılan eserler incelenerek yeniden tedvin edilmesi için Silberberg’den, Ahmet İsa Bey’e kadar birçok araştırmacı çalışmalar yapmış fakat başarılı olamamıştır. Bu çalışmalardan sonra eserin Medine’deki nüshasıyla karşılaşan Muhammed Hamidullah bu eserin peşine düşmüş ve insanüstü bir çaba harcayarak eseri yeniden derlemeyi başarmıştır. Yaklaşık 2000 sayfa tutan bu derleme Karaçi’de Hamdard Foundation tarafından yayınlanmıştır. Hamidullah’ın bu eserin tedvini için yaptığı çalışmaları aktardığı yazı muhakkak okunmalıdır. 282/895 yılında vefat eden Dineveri’nin dindar, güvenilir, azimli ve çalışkan bir kişi olduğu, eserlerini uzun yıllar süren seyahatleri sırasındaki ve dönüşünde evinin çatısında kurduğu kendinden sonra Moğollar tarafından yıkılan ufak çaplı rasathanesinde yaptığı gözlemlere dayanarak yazdığı ve bu yönüyle kendini çağdaşlarından farklı kılan daha hoş bir tabirle çağını aşan bir bilim insanı olduğu, hakkında yapılan araştırmalar neticesinde ortaya konmuştur. Biz de bu araştırmalardan istifade ederek geleceğin İslam bilim tarihçilerine faydalı olması ve bu büyük bilim insanının tanınmasına ufak da olsa bir katkı sağlaması umuduyla kaleme aldığımız bu yazıyı Takriz’ül-Cahiz’den nakledilen şu cümleyle noktalamak istiyoruz. “Dünya durdukça insanlık Cahiz, Dineveri ve Ebu Zeyd el-Belhi’nin ahlak ve faziletlerini, ilim ve eserlerini anlatıp övseler yine de bu konuda gerekeni yapmış olmazlar.”
19 / dipnot
Rukiye Özdemir
PAPATYA FALLARI DA YALAN SÖYLER Mİ ? - Seviyor, dedi papatya boynunu bükerek. Henüz kozasından yeni çıkan kelebek etrafına bakınırken bir papatya görür ve yanına gider. Sanki birbirlerini yıllardır tanıyorlarmış gibi bütün gün muhabbet ederler. Akşama doğru kelebek ayrılık vaktinin verdiği hüzünden dolayı, minik kanatlarında tonlarca yük varmış gibi hisseder. Gecenin sonunda bir günlük ömrünün bittiğini söyleyerek papatyaya veda eden kelebek, ölmeden önce son sözlerinde papatyayı ne kadar çok sevdiğini söyler. Papatya kendisinin de kelebeği sevdiğini söyleyemediği için pişmanlıktan sararıp solmaya başlar. Birkaç gün sonra üzüntüden dökülen son yaprağıyla birlikte son sözü işitilir papatyanın; ’Seviyor’. Hikaye bu ya, ne kelebeklerin ömrü bir gündü ne de papatyanın yapraklarında saklıydı aşkın sözcükleri. İşte o gün bu gündür, herkes papatya fallarında aradı aşkın çaresi(zliği)ni. WolfJohn William Godward'ın Tablosu gang von Goethe’in Faust adlı şiirsel oyu"He Loves Me, He Loves Me Not" (1896) nunda kendisi fakir olduğu için soylu birisi tarafından sevilmeyeceğini düşünen Margaret karakteri sevildiğinden emin olmak ister ve bir papatya falı bakar. Sevinçle son yaprağı koparır ve ‘’seviyor‘’ çıkar. Margarit’in ne yaptığını anlamaya çalışan Faust ise Margaret’e çiçeğin bu sözünü tanrısal bir özdeyiş saymasını söylerek onu sevdiğini belirtir. Falında ‘’sevmiyor’’ çıkanlar da, Can Yücel’in dediği gibi ”Sana da kırgınım papatya, bir seviyoru sığdıramadın onca yaprağına.’’ diyorsalar eğer, yapabilecekleri en mükemmel şey papatyanın bir yaprağının eksik olduğunu düşünüp kendilerini rahatlatmaktır. Falında ‘’seviyor’’ çıktı deyip sevinenler için ise üzücü bir haberim var, papatyanın yaprak sayısından dolayı %90 ihtimalle zaten seviyor çıkması en doğal olanıdır. Yani her türlü ’’seviyor’’ işte. Asıl mesele sevdiği kadar seviliyor mu? Roma mitolojisine göre çayır perisi Belides ve meyve ağaçları ile tarımın tanrısı Vertumnus birbirlerine aşıklarmış. Bir zaman sonra sevgisi saplantı haline gelmeye başlayan Vertumnus Bellides’i incitmeye başlamış. Buna daha fazla dayanamayan Belides ise dipnot / 20
Vertumnus’un duygularını incitmek yerine kendisini papatyaya çevirmiş. Böylece Bellis perennis isimli papatya türü ortaya çıkmış. Romalılar papatyayı tanrılarına adamışlar ve herbal medicine alanında da kullanmışlardır. Çiçekler hakkında hem tarihsel hem de mitolojik bilgiler veren Legenda&Lore of Texas isimli kitapta papatyanın çok meşhur olduğunu, aşk ve şans getireceğine inanıldığı yazıyor. Aşktan muzdarip olanlar için ise kitapta bir tarif var. Yapmanız gereken şey, küvetinizin suyuna papatyalar koyup duş almaktır. Zira bu tarife göre papatyalar size aradığınız aşkın şansını sunacaktır. Eğer herhangi bir ‘’Beyefendi’’ size papatya verirse bu, sizin zarif olduğunuzu düşündüğü ve ‘’Er’’ kişinin bir ilişki kurmaya ilgi duyduğunu gösterir. Norveç mitolojisinde ise sevgi tanrıçası için kutsal bir sembol olan papatya, sevginin, duygusallığın ve doğurganlığın sembolüdür. Papatyalar, kusursuz gençlik temasını sürdüren Freya ile birlikte annelik ve doğum yönünü simgelemektedir. Freya, bereket ve aşk tanrıçasıdır. Eski Mısırlılar da papatyayı kutsal görüp onun güneşe benzemesinden dolayı papatyayı güneş tanrısı Ra’ya adıyorlardı. Papatyanın iyileştirici gücünü tanrı Ra’dan aldığına inanıyorlardı. Ayrıca agues’e (sıtma nöbeti)iyi geldiğini düşünmüşlerdir. Papatya Anglo-Sakson tıp metinlerinde listelenen dokuz kutsal ottan biridir. II. Ramesses’in cesedinde yapılan incelemelere göre (Paris’te sergilenmiştir.) kralın gövdesinin ve karın boşluğunun papatya yağı ile yağlandığı tespit edilmiş. (Papatyanın böcekleri itici özelliğinden dolayı kullanılmış olabileceği söyleniyor.) Papatya Ayur-vedik metinlerde de kullanılmıştır. Vikingler de şampuanlarına papatya ekleyip saçlarının renginin açılıp daha sarı tonu olmasını sağlıyorlardı. Latince isimi ‘’Chamomilla’’ olan Daisy, Asteraceae familyasından gelir ve 1620 cinsi ve 23 bin türü ile çok geniş bir familyadır Sözcüğün kaynağı, yeryüzündeki anlamına gelen Yunanca "χάμω" (chamo) ve elma anlamına gelen "μήλο" (milo) kelimesinden gelmektedir; Chamomilla isminin Dioscoridesten gelebileceğini söyleyenler de var. Türkçe’de “mayıs papatyası’’, Arapça kaynaklarda “ جنوبابbabunç, babuneç” isimleriyle bilinir. Mayıs ayında çiçeklenmeye başladığı için “mayıs papatyası” adı verilmiştir. En önemlileri Matricaria recutita ve Anthemis nobilis olup, sarı diskli, beyaz taç yapraklıdır. Matricaria recutita’nın (Mayıs papatyası), diğerlerinden farkı çiçeğinden dikine kesit aldığınızda içinin boş olması ve hoş kokusudur. Vatanının Anadolu ve Balkanlar olduğu tahmin edilmektedir. Anthemis nobilis (Rumi papatya), mayıs papatyasına paralel özellikler göstermekle birlikte etkinliğinin daha az olması gerekçesiyle özellikle sabun, şampuan ve parfüm yapımında tercih edilmektedir. Hipokrat, 5. Yüzyılda papatya ile yapılan bir ilacın tarifini verir. Asclepios ise bir miktar papatya uygulamasını tanımlar. Saladin von Asculum, 1488'de papatyanın mavi uçucu yağından bahsetmiştir ve 1400-lerde yaşamış olan kimya ve botnikle ilgilenen Alman cerrah Hieronymus Brunschwig papatyanın destilasyonundan bahsetmiştir. Dioscorides, baş ağrısı, böbrek ve idrar yolları hastalıklarında; Galen, birçok hastalığa karşı etkili bir iksir olarak; Hildegard, kadın hastalıklarında; Matthioles, kadınların periyot düzensizliği, sarılık, astım, bağırsak kolikleri, göz 21 / dipnot
hastalıkları ve hemoroit rahatsızlıklarında; Paracelsus, karın ağrısı, sarılık, çıban, yüksek ateş, baş ağrısı ve yara tedavisinde papatyayı tavsiye etmiştir. Eski Mısırda sıtma ateşine karşı kullanılan papatyayı İbn-i Sina, astım, zehirlenmeler, taş düşürmek ve beyni kuvvetlendirmek için; 15. yy Osmanlı göz hekimlerinden Eşref bin Muhammet, bir eserinde çocuklarda göz şişmesine tedavi için önermiş; Şerafeddin Mağmumi, Kamus-u Tıbbi (1910) adlı eserinde mayıs papatyasını içerden infüzyon şeklinde kuvvet verici, midevi, spazm çözücü etkileri olduğunu belirtmiştir. Tibet tıbbında gençleştirici olarak keşişler tarafından kullanılmaktadır. Cezeri kitabında diş çürüğünü temizleyip daha sonra içini papatya ve bazı bitkiler ile dolduruyor ve Fransız aromaterapist Jean Valnet, depresyon için yaptığı bir çalışmada özellikle papatyadan bahsediyor. Nicholas Culpeper, ’’Compleat Herbal’’ kitabında çocukların bile iyi bildiği papatyanın ne olduğunu açıklamanın gereksiz olduğunu, bu yüzden onun erdeminin takip edilmesi gerektiğini söylüyor. Meşhur bir Slovak sözünde ise "Papatya çayının tedavi gücü karşısında bir gün herkes boyun eğecektir." diyor. Beatrix Potter’in yazdığı ‘’Tavşan Peter Masalı’’’na bile konu olmuştur papatya çayı. Masalda, bir akşam Peter kendisini iyi hissetmez ve annesi ona papatya çayı içirir. Mitolojiden tutun, edebiyata kadar her alanda yer alan papatya bazen de çiğ tanesi ile birlikte ilişkilendirilmiş ve aşık sevdiğinin naifliğini bu yolla tanımlanmıştır. Mecnun ‘’Leyla’nın saç buklesi, çiğle yıkanmış papatya çiçeği gibi hafif yana düşmüş müdür’’ derken, Abdullah b. El-Mu’taz şöyle diyor ‘’O dün geceki çiğle yıkanmış bahçe papatyası gibi güler’’. dipnot / 22
Herkes sevdiği için papatyayı araç olarak görürken Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da papatyanın kendisine şöyle seslenir ‘’Yaşasın papatyalar! Canım papatyalar, seviyorum sizleri. Sizler ki bütün kış, toprağın altında, yalnız bizi düşünürsünüz ve ilkbaharda hemen serili verirsiniz ayaklarımızın altına.’’ Papatya aynı zamanda şarkılarda da yer almıştır. Bunlardan en iyi bilineni ‘’Daisy Bell’ şarkısıdır. Demet Sağıroğlu ise seslendirdiği ‘’Papatya Falları’’ isimli şarkıda, ‘’Ah şu papatya falları, Çaresiz yüreğim buna mı kaldı’’ diyerek sitem ederken, eserin sahibi Nino Varon sözlerini şöyle bitirmektedir; - ‘’Zaten yalan söylüyor papatya falları’’
23 / dipnot
Bekir Hakan Sunguroğlu
YÜZEYDEN ÇEKİRDEĞE
“The Alchemist”, Joseph Wright of Derby (1771)
Simya için değersiz metallerin değerli metallere dönüştürülmesi ve ölümsüzlüğü bulma çabasından ibaret olduğu gibi basit ve yanlış bir tanım mevcuttur. Aynı zamanda kimya biliminin temelini oluşturan simya için zırvadan oluşan bir yapı anlamı yüklemek, hatta kimya biliminden ayırıp farklı bir isimle anılmasının doğru olmadığı kanaatindeyim. Simya alimleri toplumsal ve bireysel beklentiler sonucunda, kendilerini dönem koşullarına göre gerçekleştirilmesi mümkün olmayan beklentiler içinde buldular. Bu da onların sihirbazlık, sahtekarlık ve dolandırıcılıkla suçlanmasına sebep oldu ki neticede alimlerin bir kısmı işkence ve idam cezalarına çarptırıldı. Oysa simyacılar ilk bakışta anlaşıldığı gibi hokkabazlık peşinde değildi. Diğer bilimlerin çıkış noktası gibi simyacılar da evrenin anlamlandırılma çabası ile düşünce ve ilim ihtiyaçlarını karşılamak amaçlı çalışmalar yürütüyorlardı. Simyacının esas yolu maddenin yaratılış kurallarını bilip, bunları ele geçirip kullanma ve doğanın detaylarını irdeleyerek kötü ruhların iyi ruhlara dönüştürülme çabasıdır. Doğal olarak bu çabanın yoğunlaştığı iki nokta bulunur: Birincisi insanoğlunun bitmez tükenmez arzusu ölümsüzlük... Bir diğeri de insan oğlunun en az ölümsüzlük kadar önemsediği mal mülk sevdasıdır, ki bunun şiarı da değersiz metalleri değerli metallere dönüştürmekten geçmektedir. Simya alimleri içlerinde taşıdıkları ülkünün filozof taşı sayesinde gerçekliğe kavuşabileceğine inanıyorlardı. Avrupalı simyacılardan bazıları filozof taşının güçlü bir ilaç olacağına, bu taşın metallerdeki kusurları giderip altına dönüştürebileceği gibi, vücuttaki tüm kusurları ve dengesizlikleri de sağlığa erişebileceğini savunuyorlardı. Altının sözde transmutasyonunu gerçekleştirmeleri yaptıkları işte başarılı olduklarının göstergesiydi. Bu hem doğayı dönüştürmek hem de ruhları dönüştürmek demekti. Bahsettiğimiz filozof taşı alâlade bir taş değildir. Yaygın olan tanıma göre alışılmadık derecede kıvamlı, kırmızı bir toz olduğudur. Ayrıca görünüşünün sarı balmumuna benzer bir madde yahut amber gibi taşlaşmış bir reçineye yakın olabileceğinden bahsedilmiştir. Bazılarına göre bu taş hayvanda, bazılarına göre bitkilerde, bazılarına göre madenlerde, diğerlerine göre ise her şeyde mevcuttur. Çünkü tabiatlar ve unsurlar her nevi şeyde bulunur. dipnot / 24
Simyanın transmutasyon kısmını ele aldığımızda bununla birçok İslam aliminin yakından ilgilendiğini görüyoruz. Alimlerin transmutasyon hakkında görüşlerine bakarsak, İbn-i Sina transmutasyon teorisini araştırmış ve reddetmiştir. Her maddenin kendine ait nitelikleri vardır. Bazı kimyacılar maddenin iç ve dış kalitelerinin ayrıştırılıp tek tek kalitelerinin elde edilmesi akabinde de bu kalitelerin istendiği şekilde ayarlanması ile arzu edilen maddenin oluşturulacağını kabul etmişlerdir. Bu konuda araştırmalar yapmış olan İbn-i Sina konuyu su üzerinde incelemiş ve pek çok kere suyu distile ederek onu nem kalitesinden kurtarmak suretiyle tek başına soğuk kalitesini elde etmeye çalışmıştır. Ancak sonuç olarak beyaz bir boya elde ettiği belirtilir, ki bu da bugünkü bilgimize göre suyun içinde bulunması olası olan tuzdur. Böylece İbn-i Sina transmutasyon kalitesinin doğru olmadığını deneysel olarak göstermiştir. İbn-i Sina’ya göre gümüş ve altın, ay ve güneşin yeryüzüne etkisiyle doğa tarafından oluşturuluyordu. İbn-i Sinanın kimya konusundaki Risalet el-İksir adını taşıyan yapıtında bakır, kurşun ya da kalay gibi metallerin eritilmesinden sonra çeşitli işlemlerle sarı ya da beyaz renk kazandırılmasıyla elde edildiği sanılan altın ya da gümüş benzeri taklitlerin gerçekten altın ya da gümüş olamayacaklarını, bu muamelenin sadece renk değişimini sağladığını, maddenin özünü değiştirmediğini belirtmektedir. İbn-i Sina’ya katılarak transmutasyonun gerçekleşmeyeceğini düşünen birçok alim olduğu gibi transmutasyona ömrünün sonuna kadar inanan alimlerde vardır. Bu da bilimde yorumun varlığını ispatlayan bir durumdur. Zira yorum olmasaydı değişmez bir tek görüş olurdu. Görüyoruz ki gerçeklik değişmediğine göre yorum değişiyor. Burada İbn-i Sinanın yorumunu incelemiş olduk. Peki İbn-i Sina'nın transmutasyonu kabul etmemesinin sebebi yaptığı deneylerin sonuçsuz kalması mıydı? Neden Cabir b. Hayyan gibi ömrünün sonuna kadar transmutasyonla uğraşmamıştı? Bunu, yalnızca yaptığı deneylere bağlamak sığ bir görüş olur. En nihayetinde binlerce farklı deney binlerce farklı sonuç demekti ve bunların hepsini denemesine imkân yoktu. Unutulmamalıdır ki İbn-i Sina Kur’an’ı ezbere bilmesinin yanında din, edebiyat, fıkıh ve akait eğitimi almıştı, tıp tahsiline başlamadan evvel felsefenin bütün donanımına sahipti. İbn-i Sina büyük ihtimalle deneysel çalışmalarında belli bir noktaya geldikten sonra elindeki mevcuttan bir icat çıkmayacağını fark etmişti. Sonuçta rasyonel bir işlem olan deneyselliği bıraktı ve sahip olduğu tabiat felsefesinde her şeyi sistematize ettiği gibi bu rasyonel düşünceyi de sistematize edip entegre bir hale getirdikten sonra felsefesine yerleştirmiş oldu. İbn-i Sina’ya göre tam ve doğru bilgi, gözlem ve deneyle ede edilen veriler üzerinde düşünmekle ve bu çabanın sonucunda faal aklın ön plana çıkmasıyla işrak etmekteydi. İbn-i Sina’da Aristo’dan beri süregelen bir anlayışla rasyonel bilginin kaynağını irrasyonel bir güç olan faal akla bağlanmakla sezgiciliğe (işrak) kapı açmaktadır. Fakat bunun mistik değil rasyonel sezgi olduğu unutulmamalıdır. Burada yer verdiğimiz İbn-i Sina’nın fikirlerine bakıldığında onun transmutasyonu reddetme kararı almasındaki sebebin, laboratuvarındaki kantarlar değil, zihnindeki kantarlar olduğu açıktır.
25 / dipnot
Meldanur Paksu
GÖKYÜZÜ MAKINESI
“Gioardono Bruno ve Evren” Tablosu - Anonim
Gece gökyüzünü ne kadar sıklıkla izlersiniz? En son ne zaman muhteşem bir yıldız manzarasıyla karşılaştınız? Yıldızlar ne zamandır gökyüzündeler? diye düşündüğünüz de bir serüvene başlamış oluyorsunuz. Binlerce yıl önce insanlar gökyüzüne aynı bizim gibi hayran kalıyor, inceleyip anlamak istiyorlardı. Bunun için yüzyıllarca insanlar farklı görevleri olan aletler yaptı ama ben bu aletlerden dönemine göre en işlevsel ve gelişmiş olanını tanıtmaya çalışacağım: Usturlap. Yıl MÖ 200’ler. Aynı bizim gibi gökyüzüne bakan ve o güne kadar Mezopotamyalılardan öğrendikleri gökyüzünün sırlarını araştıran insanların olduğu bir zaman. Yer şu anki yaşadığımız topraklar. Her şey Antalya’da Apollonios isimli Grek matematikçinin usturlabın en önemli özelliği olan Stereografik izdüşümünü keşfetmesiyle başlıyor. Yıl MÖ 150 dipnot / 26
oldğunda İznik’te Hipparchos isimli Yunan bir matematikçi bu izdüşüm yöntemini kullanarak ilk usturlabı hazırlıyor. Bir tanım yapmak gerekirse usturlap, yıldızların konumlarını belirlemek için yapılan, aynı zamanda farklı astronomik hesaplamalar için de kullanılan bir alet. İki Grekçe kelimenin birleşiminden oluşuyor: Astro (yıldız), lambanein (ölçmek). Astrolabos’dan İslam dünyasına usturlap olarak taşınıyor. İslam dünyasında büyük bir öneme sahip usturlabın yıldız ve güneşin uzaklıklarının hesaplanmasında, zaman tayini yapmakta, güneşin doğuşu ve batışını hesaplamakta dolayısıyla namaz vakitlerinin belirlenmesinde ve İslam dünyası için önemi olan kıble yönünün belirlenmesinde, gölge boylarının ölçülmesinde kullanılıyor. Eğer sizde bir gün usturlap kullanmak isterseniz temel astronomiyi bilmeniz gerekmekte, maalesef usturlap bir bilgisayar gibi tek başına tüm hesaplamaları işlemleri yapamıyor. Gelin usturlabın tarihi serüvenine devam edelim. 8. yüzyıldayız. Müslüman bir âlim olan Dımaşklı Fezârî ilk defa usturlap yapıyor, lakin ne yaptığı usturlap ne de onu anlattığı kitap günümüze ulaşabiliyor. Günümüze ulaşan ilk kitap ise ünlü matematik ve astronomi âlimi, cebrin babası Harizmi'ye ait. Günümüze ulaşmış en eski usturlap ise Bağdat usturlabı. Fakat Irak’taki savaştan sonra kaybolmuş. Umarım hala güvenle bir yerlerde korunuyordur. Üzerinde tarih bulunan en eski usturlap ise aşağıda fotoğrafını görmüş olduğunuz Nastulus’a ait bu usturlap. 928 senesinde yapılmıştır. 1000 senesinden önce yapılmış en güzel usturlap ise Biruni’nin de dostu olan el-Hucendî’ye ait. Üzerinde kalp, at, gülücük, kuş ve aslan figürleri bulunmakta. En son olarak usturlap deyince 10. yüzyılda yaşamış bir usturlap ustası olan el-İcliyye’yi anlatayım. Nam-ı diğer el-İcliyye, usturlap yapımını babasından öğrenmiş ve babasının sanatını geliştirerek ismi günümüze ulaşan nadir bilim kadınlarından olmuştur. Araştırmaya değer bir hayat değil mi?
Bağdat Usturlabı
Nastulus’a Ait Bir Usturlap
El-Hucendî’ye Ait Bir Usturlap
27 / dipnot
Fatma Bilgili
KAŞGARLI MAHMUD VE HARITASI Türk tarihinin ilk sözlük bilimcisi, ilk dil bilgini, ilk derlemecisi, ilk Türkoloğu Kaşgarlı Mahmud XI. yy da yaşamış Karahanlı Hanedanı’nın şehzadesidir.1008 yılında Kaşgar şehrinin Opal köyünde dünyaya gelmiştir. Karahanlı soyundan Hüseyin Çağrı Tigin'in oğludur. Babasının tahta geçmesi esnasında verilen ziyafet yemeğinde kendi oğlu İbrahim'in başa geçmesini isteyen üvey babaannesi Hanısı'nın yaptırdığı darbeyle Kaşgarlı Mahmud'un babası, amcası, ileri gelen devlet adamları bu ziyafette zehirlenerek öldürülmüştür. Bu saray darbesinden sonra İbrahim 1057 yılında Karahanlılar’ın hükümdarı olmuş, Kaşgarlı Mahmud ise bu tuzaktan kurtularak kendini gezgin ve bilgin gibi sıfatlarla tanıtıp sık sık yer değiştirmek zorunda kalmıştır. Orta Asya'yı boydan boya kat ederek Anadolu'ya oradan da Bağdat'a gitmiştir. 15 yıl boyunca Türklerin yaşadığı bütün illeri, şehirleri, obaları, dağları ve çölleri dolaşmış, karşılaştığı her Türk topluluğunun konuşması ilgisini çekmiş, duyduğu sözcükleri kaydetmiş, sözlü edebiyat ürünlerini derlemiştir. Türk topluluklarının dili, edebiyatı, yaşayışı ve adetleri üzerine yirmi yıla yakın malzeme topladıktan sonra 1072 yılında Bağdat'a gelmiş, daha önce yazmaya başladığı eserini burada 1074 yılında tamamlamıştır. Eserini Halife Muktadi bi-Emrillah’a armağan etmiştir. dipnot / 28
Kaşgarlı Mahmud hazırladığı sözlük ile Türkçe’nin söz varlığının gücünü ortaya koymuş, Arapça kadar zengin bir dil olduğunu kanıtlamıştır. Ayrıca Türk kültürünün ve uygarlığının zenginliğini de ortaya koymuştur. Divanü Lügati't-Türk'ün pek çok önemli özelliğinden birisi de eserin ilk sayfalarında yer alan dünya haritasıdır. Bugünkü bilgilerimize göre bu harita bir Türk'ün çizdiği ilk dünya haritasıdır. Kaşgarlı Mahmud, dönemindeki Türk topluluklarının hangi bölgelerde yaşadığını göstermek amacıyla çizdiği bu haritaya bazı ulusların yaşadığı kısımları da ekleyerek yeryüzündeki belirli bölgeleri gösteren bir dünya haritası oluşturmuştur. Bugünkü haritacılık tekniğine göre ilkel sayılabilecek bu harita, on birinci yüzyıl koşullarındaki coğrafyacılık bilgilerine ve tekniklerine göre çok ileri düzeydedir. Divanü Lügati't-Türk'ün yirmi ikinci ve yirmi üçüncü sayfalarında yer alan haritanın çevresinde doğu, batı, kuzey, güney yönleri bildirildikten sonra sayfaların kenarlarında haritada kullandığı renklerin açıklaması yapılmıştır. Denizler yeşil, ırmaklar mavi, şehirler de sarı ile işaretlenmiştir. Harita Türk hükümdarlarının oturduğu Balasagun'u merkeze almıştır. Kaşgarlı Mahmud’un haritası (Cabarka) Japonya'yı bir dünya haritasında gösteren ilk haritadır. Bugün binlerce turisti kendine çeken
“Divanü Lugati't-Türk” Eserindeki Dünya Haritası
Sri Lanka'daki Hz. Adem’in ayak izini de haritasında göstermiştir. Zülkarneyn Seddi (Çin Seddi)ni haritasında göstermiştir. Kaşgarlı haritasında mitolojik ögelere de yer vermiş yarı insansı canavarlar olan Nesnaslar'ın ülkesini haritasında göstermiştir. Günümüzde Çin'in Yunnan eyaletinin Lijiang Naxi milliyeti özerk bölgesinde yaşayan anaerkil toplum yapısına sahip şehri göstermiştir. Türklük biliminin kurucusu olan Kaşgarlı Mahmud, Türk kültürüne ait bilgileri derlediği ilk Türk ansiklopedisi Divanü Lügati't-Türk ile gelecek nesillere paha biçilemez bir miras bırakmıştır. Eserine eklediği dünya haritası ile de XI. yy’da Türklerin coğrafya bilgisindeki seviyeyi gözler önüne sermiştir.
29 / dipnot
Melike Pakyıldız
10.YY’DA MACERAPEREST BIR SEYYAH: İBN FADLAN Çağdaşlarının var olduğundan bile haberleri olmadığı topraklara giden, Dünyası sadece evinin, köyünün sınırları olan insanların arasından çok çok uzaklardaki yaşamları keşfetme arzusuyla dolu dönemin Müslüman bir bilim insanı... Ahmed bin Fadlanın maceraperest dünyasında bir yolculuğa çıkıyoruz. 10. yüzyılda yaşamış bir din âlimi ve seyyah olan İbn Fadlan aynı zamanda da Abbasi halifesi Muktedir Billâh'ın takdirini kazanmış başarılı bir diplomattı. Halife Muktedir Billâh'ın halkına İslâmiyet’i öğretmesi icin kurduğu heyetin en bilgili ve yetenekli üyesi ve aynı zamanda kâtibiydi. Bağdat'tan İdil Bulgar Hanlığı’na doğru yola
İbn Fadlan'ın Haritası dipnot / 30
Slav Geleneğine Göre Cenaze Merasimi
çıkan heyet; Rey, Nişabur, Merv, Harizm gibi önemli ilim merkezlerinden geçmiş ve yaklaşık bir yıl sonra Bulgar Hanlığına ulaşmışlardı. 1 yıl süren bu yolculukta İbn Fadlan; Bulgarlar, Oğuzlar, Peçenekler, Ruslar, Hazarlar hatta çok küçük kabileler hakkında bile ayrıntılı bilgiler ihtiva eden bir seyahatnâme yazdı. Söz konusu olan milletlerin siyasi düzenlerinden dini inanışlarına, evlenme geleneklerinden ekonomik durumlarına hatta ölü gömme merasimlerine kadar pek çok konu hakkinda bilgi sahibi olabileceğimiz o eserin adı: Kitâb ilâ Mâlik el-Sakâliba. Bilgilerin çoğu müellifin şahsi görüş ve rivayetlerine dayanır. Örneklendirmek gerekirse; göçebe Oğuzlar’ı dinsizlik pislik ve kabalıkla suçlayıp Allaha itaat etmediklerini, ibadet etmediklerini söylemiştir. Ancak bunun yanında Oğuzların zenginliğinden söz etmeyi de ihmal etmemiştir. Bulgar Türklerine ait kısımda zina eden kadın ve
erkeklerin öldürüldüğünü, hırsızların da aynı zina edenler gibi cezalandırıldığını kaydetmiştir. İbn Fadlan Ruslar için temizlikten yoksun, kötü yaşantı süren topluluklar olduğunu söylerken bunlara bizzat şahit olduğu için derin bir tiksinti ve üzüntü yaşadığını da okuyuculara hissettirmiştir. Ahmed bin Fadlanı üzen başka bir durum ise bazı İslamiyeti seçmiş toplumlarda bile kimsenin Kur’an-ı Kerim okumayı bilmiyor olmasıdır. Bu onu çok etkilemiş ve ilk iş olarak başta İhlas Sûresi olmak üzere Kur’an-ı Kerimden parçalar öğretmiştir. Nihayetinde Ahmed bin Fadlan ciddi bir hizmet icra etmiş olarak vazifesini tamamlamıştır. Doğu Avrupanın tarih kültür ve coğrafyasının araştırılmasında çok önemli bir yere sahip olan bu seyahatnâme bugüne kadar çeşitli açılardan ele alınmış ve hakkında pek çok yayın yapılmıştır. Bunlardan biri birçoğumuzun bildiği Antonio Banderas’ın baş rolünü üstlendiği 13. Savaşcı filmidir. Kuzey ülkesine elçi olarak gönderilen Ahmed bin Fadlan karşılaştığı barbar ve eğitimden uzak bir kavim olan Norslar’ın bir savaşçısı olmuştur. Norsların lideri kendisinden yazı yazmasını istemesi üzerine, eline bir taş alarak kuma Kelime-i Tevhid’i yazmıştır. İşte bu basit alıntılar bile yükselmekte olan İslâm Medeniyeti ile karşılaşan toplumların genel ahlaka ve toplumsal adaba yaklaşımlarının İslâm ile nasıl değiştiğini bize gösterir.
31 / dipnot
Tamer Kibrit, Yusuf Ceyhan
GEÇMIŞTEKI MEKANIK MIRASIMIZ Elimize bir kol saati alırsak ve onu açıp iç düzeneğine göz atarsak birden çok mekanizmanın aynı anda çalıştığını görürüz. Basit bir mekanik icadı olarak görülse de arkasında yüzlerce hatta binlerce yılın birikimi olduğunu bilmekte fayda var. Şüphesiz günden güne mekaniğin değeri artmıştır ve günümüzde de aynı suretle artmaya devam etmektedir. Hayatımızın vazgeçilmez bir bilimi konumuna gelmiştir, ancak mekanik bilimini doğru anlamak adına bu bilimin temeline inmek gerekir. Etimolojik bağlamda bakarsak “Mekanik” kavramının zaman zaman değiştiğini biliyoruz. Bu kavram Grekçe’de alet anlamına geliyordu, günümüzde ise kuvvetlerin etkisi altındaki cisimlerin haraketli ve duran hallerini inceleyen bilim dalı olarak tanımlanmaktadır. Etimolojideki bu değişikliğin tarihsel süreç sonucu meydana geldiği kabul edilmektedir. İslam öncesinde mekanik ve mekaniğin İslam’a geçiş sürecini ele alırsak; Mezopotamya ve Eski Mısır yönetimindeki mabet ve tapınakların tekniğinin büyük tesiri olduğu, sihirbaz yahut kâhinlerin mekaniğe başvurarak çeşitli hile ve düzenler ile gücü ellerinde bulundurmak istedikleri o dönemin kalıntılardan ulaşılan neticelerdir. İskender’in Mısır’ı fethinin ardından oradaki mekaniğe dair bilgilerin Yunanlılara taşındığını dile getiren bilim tarihçileri, Yunanların mekaniği geliştirmesiyle birçok buluşun çeşitli sahalarda işlevsel olarak kullanılmaya başlandığını vurgulamaktadırlar. Mekaniğin İslam literatüründeki karşılığı 'hiyel'dir ve bu sözcük 'hileler' manasına gelmektedir. Fakat söz konusu anlamda bir küçümsenme aranmamalıdır. Zira antik dönemdeki mekaniğin önemi İslam Medeniyeti’nde de yerini korumuş, hatta daha da canlamış ve önem kazanmıştır. İslam âlimlerinden Harezmi Mefatıh el-Ulum kitabında hileler ilmini sekiz ana ilimden biri olarak ele almıştır. Ayrıca yine aynı dönemde mekaniğin amacı evrilmiş ve insanlara hizmet etmek, hayatı kolaylaştırmak için yeni bir mekanik dipnot / 32
anlayışı oluşmuştur. İslam’daki ilk mekanikçileri olan Ben-i Musa kardeşlerin icatlarına ve eserlerine değinirsek; bu mekanikçiler su mekaniği ile ilgili birçok icada imza atmışlardır. Bu icatlara günlük yaşamda halen kulandığımız mekaniklerden basit bir örnek olarak sifon sistemini gösterebiliriz. Mekanik bilimin bayrağını Ben-i Musa kardeşlerden sonra alan El-Cezeri, mekatroniğin mucidi olarak kabul edilen âlimdir. El-Cezeri’nin mekanik biliminin gelişimine bir hayli katkılarının olduğu, teknolojiye olan bu katkısının günümüzde dahi hissedildiği ve robot yapımının atası olarak görüldüğü inkar edilemez. Mekanikle tanışan Müslüman alimlerin kendilerden sonra gelen farklı din ve milletten pek çok âlimi etkilediği apaçık ortadadır. Bilginin ve ilmin bir birikim olduğunu unutmamalıyız. Bu sebeple pek çok ilim gibi mekanik alanında da anlatıma temelden başlayarak gitmek gerekir. Zira Cezeri’nin mekaniğini bilmemek bugünkü pek çok mekanik prensibinin anlaşılmamasına sebep olabilir. Her ne kadar geçmiş dönem âlimleri şahsılarına münhasır bir terminolojiye sahip olmasalar da yazdıkları eserlere baktığımızda neyi ne için yaptıklarını görebilmekteyiz. Onlar sahip oldukları feraset sayesinde eserler ortaya çıkarttılar; biz de onların eserlerinden öğrendiklerimizle ve öğrendiklerimizin üzerine eklemeler yaparak bugün ulaştığımız gelişmelere sahip olduk. Dolayısıyla her insanın yalnız içinde bulunduğu vakti değil geleceği de düşünerek hareket etmesi gerekmektedir. Bu farkındalıkla gelecek neslin yükselebileceği bir basamak taşı oluşturmak adına çalışkan ve sebatkâr olmalıdır.
El-Cezeri'nin yaptığı, su gücü ile çalışan bir kaldırma makinesi 33 / dipnot
Fatma Nisa Sadıkoğlu
GEODEZİ
Ebü’r-Reyhan el-Biruni’nin Portresi
İnsan ırkının yerleşik hayata geçmesi ve beslenmek için tarım yapması, bilimin temel yapı taşlarını oluşturmuştur. Mısır’da Nil nehrinin taşması, hasat zamanı, kuraklık, iklim ve bunlar gibi birçok sebep insanların yeryüzü ve gökyüzü arasındaki ilişkinin farkına varmasına yol açmıştır. Böylelikle insanoğlu araştırma ve soru sormaya yönelmiştir. Eski medeniyetlerin astronomi, matematik, tıp, kimya ve fizik gibi birçok alanda yapmış oldukları çalışmalar tercüme yoluyla İslam Kültürü’ne taşındı. Artık İslam coğrafyasındaki alimler bu bilgileri özümsemiş, üzerine şerhler ve yeni eserler yazmaya başlamışlardı. Her buluş bir ihtiyaç neticesinde ortaya çıkar. İslamiyet’in geniş coğrafyalara yayılması ile yeni ihtiyaçlar ortaya çıkmıştır. Namaz vakitleri, kıble tayini, iftar ve sahur vakitlerinin coğrafi konumlara göre belirlenmesi gibi ihtiyaçlardan sebep Jeodezi ilmi ortaya çıkmıştır. Jeodezi kelimesi filolojik olarak Batı kökenli gibi görünse de İslam Toprakları’ndan olan Gazne’de keşfedilmiştir . Bu ilim dalının tanımını yapacak olursak Jeodezi; Yeryüzünün büyüklüğü ve biçimiyle ilgili ölçme yollarını ve haritaların yapımındaki temel değerleri veren bilim dalıdır. Kadim çağlardan beri coğrafya ve haritacılık alanlarında çalışmalar olmasına rağmen ciddi ve verimli eserler ancak Ortaçağ İslam Dünyası’nda yazılmıştır. Gazneli Mahmud’un himayesinde bulunan el-Bîrûnî 1018 ile 1025 yılları arasında yazmış olduğu Tahdîdü nihâyâtî’l -emâkin li-tashîhi mesâkin adlı eserinde bu bilim dalını bulduğunu belirtmiştir. Yazmış olduğu eser o dönemin en verimli çalışmalarındandır. Peki, Bîrûnî kimdir? Tam nisbesiyle Ebü’r-Reyhân Muhammed b. Ahmed el-Bîrûnî: coğrafya, astronomi, tıp, eczacılık, tarih, dinler tarihi, mineraloji, matematik, fizik gibi birçok farklı alanda eser dipnot / 34
vermiş en meşhur Türk-İslam alimlerinden biridir. 4 Eylül 973 tarihinde Hârizm’in başkenti Kâs’ ta doğmuştur. Küçük yaşta Harzemşah Sarayı’nda Ebu Nasr İbn Irak himayesi altında yetişmiş ve matematik dersleri almıştır. Bîrûnî sadece O’ndan bahsederken “üstadım” demiştir. İlmi çalışmalarına henüz on yedi yaşındayken başlamış ve çalışmalarını ileri seviyelere taşımıştır. Gazneli Mahmud Harizm’i alınca, Bîrûnî onun himayesi altına girmiştir. Daha sonra oğulları Sultan Mesud ve Sultan Mevdûd’ da Bîrûnî ‘yi desteklemiştir. Nitekim Gazneli Mahmud Hindistan seferlerine giderken Birûni’yi de yanında götürmüş bu sayede Bîrûnî, Tahkîkumâli’l-Hind adlı Hindoloji alanındaki en önemli ve kapsamlı eserini yazmıştır. El-Kânûnü’l – Mes’ ûdî adlı üç ciltlik astronomi ansiklopedisi ise Sultan Mesûd’ a, el-Cemâhirfi’l - cevâhir adlı mineraloji hakkındaki eserini ise Sultan Mevdûd’ a ithaf etmiştir. İçerisinde tıp, eczacılık, botanik ve filoloji konularını içeren Kitab es-Saydelefi’t-tıb adlı eserinde verdiği ilaçların Sanskritçe, Farsça, Arapça, Hintçe ve Türkçeleri’ne de değinmiştir. Buradan yola çıkarak Bîrûnî’nin farklı dillere olan yatkınlığını görebiliriz. Kitab es-Saydelefi’t-tıb’ı yazdığında seksen yaşını geçmişti ve daha fazla eser veremeyecek kadar yaşlanmıştı. Yâkut el- Hamevî’ nin aktardığına göre ölüm döşeğindeyken bile ilimden uzak kalmayan Bîrûnî, onu ziyarete gelen bir arkadaşının daha önceden sormuş olduğu matematik problemini çözmüş ve arkadaşının dinlenmesi yönündeki ısrarlarına rağmen O’nu dinlemeyip çözümü anlatmıştı. Arkadaşı dönüş yolundayken bu büyük alimin ölüm haberini almıştır. Kayıtlarda kesin bir bilgi olmamasına rağmen yapılan hesaplamalarda ölüm tarihinin 1061 olarak belirlendiği bilinmektedir.
El-Biruni’nin Tahdidu Nihayati’l-Emakin Adlı Eserinin Unvan Sayfası
35 / dipnot
Turan Hancı
FATIH’IN HAZINESI Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı Devleti’nin yedinci padişahıdır. 30 Mart 1432 tarihinde Edirne’de doğmuştur. Fatih’in babası II. Murat, annesi de Hüma Hatun’dur. II. Murat’ın dördüncü oğlu olan Fatih hem medrese tahsiline sahip hocalardan hem de Batılı şahsiyetlerden dersler almış, küçük yaşlardan itibaren birçok bilgiye vakıf olmuştur. Amasya ve Manisa gibi yerlerde sancakbeyliği yapmış ve iki kez Osmanlı tahtına geçmiştir. İlk hükümdarlığı 1444 ile 1446 yılları arasında kısa bir dönem sürmesine karşın ikincisi 1451’den ölüm tarihi de olan 1481 yılına kadar sürmüştür. Yaklaşık 32 yıl tahtta kalan Fatih, bu süreye pek çok başarı sığdırmıştır. Bu başarıların şüphesiz en büyüğü de -21 yaşındayken- 1453 yılında gerçekleştirdiği “İstanbul’un Fethi”dir. Fetih hadisesi birçok tarihçi tarafından Orta Çağ’ın sonu, Yeni Çağ’ın başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Türklerin Fatih, Avrupalıların da Grand Turco (Büyük Türk) olarak isimlendirdikleri Fatih Sultan Mehmet sadece komutan ve hükümdar değildi. Belki de toplumun büyük kesimleri tarafından bilinmeyen hasletlere de sahipti. Şehzadeliğinden itibaren ilme, kültüre, sanata, edebiyata hem tahsili hem de merakından ötürü büyük değer vermiştir. Topkapı Sarayı arşivinde bulunan Fatih’e ait karalama defterindeki Latin ve Arap harfleriyle ilgili çalışmalar şahsî ilgisinin ve merakının da bir göstergesidir. Arapça, Farsça, Yunanca, Latince ve Sırpça öğrenmiştir.
Fatih Sultan Mehmed’in Karalama Defterinden Bir Bölüm dipnot / 36
Bilime, sanata olan bu düşkünlüğü ve merakı onu aynı zamanda bir kitapsever de yapmıştır. Şehzadeliğinden itibaren kütüphane oluşturmaya başlayan Fatih, bu kütüphanesini Edirne’ye ve ardından da -fetih sonrasında- öncelikle Beyazıt’taki Eski Saray’a sonra da Yeni Saray’a -Topkapı Sarayı- taşımıştır. Molla Lütfi isimli kişi de bu kütüphanede hafız-ı kütüb olarak bir süre çalışmıştır. Bu kütüphanedeki eserlerin sayısı ile ilgili net bir bilgi yoktur; fakat II. Bayezid -Fatih’in oğlu ve halefi- devrinde hazırlanan katalogda 7.200 eserin künyesinin verildiği bilindiğinden Fatih’in kütüphanesinin de zengin olduğu söylenebilir. Fatih’in kütüphanesi miras olarak daha sonraki padişahlara kalmıştır. Prof. Dr. Sühely Ünver’e göre, Fatih bu kütüphanenin yanı sıra İstanbul’da birçok kütüphane açtırmıştır. Bunların sayısının 13’ü bulduğu ifade edilir. Fatih’in şahsi kütüphanesi de olan Saray kütüphanesinde matematik, coğrafya, din, astronomi, felsefe gibi birçok konuda kitap bulunur. Ayrıca bu kitaplar Arapça, Yunanca, Latince gibi muhtelif dillerdedir. Fatih’in kütüphanesinden günümüze ulaşan eserlerden kırk iki tanesi Yunancadır. Bu eserlerle ilgili olarak -Prof. Dr. A. M. Celal Şengör’e göreAlman şarkiyatçı Emil Jacobs küçük bir kitap ve yarım kalmış bir makale hazırlamıştır. Emil Jacobs Yunanca eserleri şu şekilde sıralamıştır: • İncil pasajları içeren dinsel tören kitabı • İncil pasajlarından oluşan dua kitabı • 13 ve 14. yüzyıllara ait Zebur tefsiri (2 adet) • 12. yüzyıla ait Eski Ahit Sekizlemesi • 3 Şair: Homeros, Hesiodos, Pindaros • Yunanca gramer kitabı ve sözlük (8 adet) • Atasözleri kitabı • Pitagor vs. Aristoteles (2 cilt) • Taşların esrarı üzerine yazılmış kitap • Hippokrat, Galen, Mikhael Psellos ve diğer yazarların eserlerini içeren kitap (1 cilt) • Cassianus Bassus’a ait tarım kitabı • Oppianos’a ait balıkların yaşamı ve balıkçılık üzerine kitabı • Arrian’ın meşhur Anabasis (İskender’in Büyük Asya seferinin tarihini konu edinir.) ve Hindistan (Indike) isimli kitapları • Ksenofon’un Kiropedia isimli kitabı (Pers İmparatoru Büyük Kiros’un hayatını konu edinir.) Polibios’un ait tarihin ilk beş kitabı • Kantakuzen’in 1320-1356 tarihleri arasını kapsayan tarih kitabı • Konstatinopolis’in oluşumunu anlatan Patria Konstantinupoleos adlı eser • Roma ve Bizans imparatorlarının yaşamlarını anlatan 1 cilt • Komnenos imparator ailesini anlatan 1 cilt • Kristobulos’un Sultan II. Mehmet tarihinin bilinen tek kopyası • Bir tane Öklid el yazması • İskenderiyeli Heron’un Metrikası • Ptolemaios’un (Batlamyus) coğrafyası 37 / dipnot
• Buondelmonte’nin Isolaria - Ege adaları hakkındadır - adlı eserin dünyadaki tek Yunanca tercümesi • Askeri bilimlere ait üç eser • Diogenes Laertius’un Yunan filozoflarının yaşamlarını anlattığı eseri Bu eserler arasında özellikle Ptolemaious’un (Batlamyus) coğrafyası çok önemlidir. Bu kitap başta Kristof Kolomb olmak üzere birçok coğrafyacı tarafından başucu kitabı olarak kullanılmıştır. Floransalı Francesco Berlingeri tarafından Fatih’e takdim edilen bu eser, Fatih tarafından Georgios Amirutzes ve onun oğluna Arapçaya tercüme ettirilmiş ve bir dünya haritası yaptırılmıştır. Bu olay Fatih devrini anlatan “Kritovulos Tarihi”nde şu şekilde geçmektedir: “Bir gün felsefi ve bilimsel bir şekilde bütün dünyanın coğrafyasını tasvir eden Ptolemaios’un (Batlamyus) haritalarına gözü ilişti. Ancak coğrafi tasvirler bu kitapta dağınık ve anlaşılması zor şekilde verilmiş olduğundan, daha iyi anlaşılmalarını ve daha akılda tutularak hatırlanmalarını sağlamak üzere tek bir haritada gösterilmelerini istedi. Bu bilimsel bilgi ona çok önemli ve yararlı göründü. Bu yüzden, krallara özgü ödüller vaat
Ptolemaios’un Haritasının 15.yy’da Temsili Çizimi dipnot / 38
Ptolemaios’un Portresi
ederek, gerçekleştirilmesi zor olan bu önemli projeyi hayata geçirmek üzere filozof Georgios’u görevlendirdi. O, Sultan’ın bu arzusunu ve emrini yerine getirmek için memnuniyetle görevi üstlendi. Kitabı eline alarak, başka hiçbir işle uğraşmadan bütün yaz boyunca özenle inceledi ve içerdiği bilgelikleri kavrayarak bütün dünyanın yüzeyini, yani ırmakları, gölleri, adaları, dağları ve genel olarak her şeyi mükemmel ve bilimsel bir şekilde tek bir haritada gösterdi. Haritada yönleri, ölçüleri, mesafeleri ve bilinmesi gereken her şeyi de güzel bir şekilde işaretledi. Sonunda; bilimlere, araştırmaya ve estetiğe önem veren insanlar için son derece yararlı olabilecek bir bilimsel eseri Sultan’a sundu. Haritaya ülkelerin, bölgelerin ve şehirlerin Arapça adlarını da ekledi. Bu işte, çevirmen olarak Arapça ile Hellen-
ceyi iyi bilen oğlundan yararlandı. Sultan bu eserden çok memnun kaldı, Ptolemaios’un olduğu kadar haritayı bu kadar güzel çizenin de bilgeliğine ve geniş bilgi dağarcığına hayran kalarak ona çok sayıda çeşitli hediyeler verdi. Sonunda bütün kitabı Arapçaya çevirmelerini emretti ve bu iş yüksek bir ücretle büyük hediyeler vaat etti.” Bu ifadelerden Fatih’in bilime ne kadar büyük ehemmiyet verdiği net bir şekilde görülür. Onun kütüphanesindeki Yunanca eserler bilim tarihi açısından da önemli kaynaklardır. Hippokrat, Galen, Mikhael Psellos gibi bilim kişilerine ait eserler tıp tarihine, Cassianus Bassus’a -Arap dünyasında Kustas er-Rumî olarak bilinir- ait tarım kitabı ziraat tarihine, Oppianos’a ait balıkçılıkla ilgili kitap zooloji tarihine, Öklid’e ait el yazması ve İskenderiyeli Heron’un Metrikası matematik tarihine, Ptolemaious’un (Batlamyus) coğrafyası ve Buondelmonte’nin Isolaria adlı eseri kartografya ve coğrafya tarihine katkı sağlayacak niteliktedir.
Gentile Bellini Tarafından Yapılan Portre
Avni’ye -Fatih Sultan Mehmet’in mahlası-ait bir beyit:
"Melal-i devri gönülden refiki mey giderir Veli diriğ ki yoktur bu devr içinde refik."
39 / dipnot
Merve Gözüm
BIR ÖMÜRLÜK ILIM DENIZI Söze hangi övgülerle başlanmalı bilemiyorum. İlk olarak içinde bulunduğum hali sizinle paylaşayım istedim. Birazdan size bir büyük alimin hayatını anlatacağım. Doğrusu ele alacağım konunun sorumluluğu altında ezilmekten kendimi alamadım. Söze küçük bir soruyla başlayalım: Yaşamında büyük ufuklar çizen bir insan günde kaç saat çalışır? Üç, beş, yedi, on... Tabi efendim tahminler artırılabilir, ihtimaller çoğaltılabilir. Siz tahmin etmeye devam edin ben de size ilme adanmış bir ömrü anlatmaya girişeyim. Hem belki başta saydığımız soruların cevabını da bu yaşam öyküsünde bulabilirsiniz. Anadolunun bağrında, takvimler 25 Ekim 1924’ü gösterdiğinde beş minare şehri Bitlis’te bir ilim adamı doğdu. Doğdu doğmasına ya, kimse bu küçük bebeğin İslam medeniyeti tarihinde apaydın bir iz bırakacağını aklının ucuna bile getirmemişti… İlköğretim çağına erişmiş her çocuk gibi, Anadolu’nun doğu ucunda, Doğu beyazıt’ta, eğitim hayatına başladı. Daha sonra Erzurum’da hem ortaokulu, hem de üniversi-
Prof. Dr. Fuat Sezgin dipnot / 40
te tahsilini tamamladı ve mühendis olma hayali ile İstanbul’a doğru yola koyuldu. Ancak Anadolu’nun bağrından kopup gelen bu delikanlı için kaderin başka bir planı vardı… İstanbul Üniversitesi’nde geçirdiği sıradan bir günde, arkadaşının zoruyla gittiği bir konferansta hayatında idealize ettiği özü bulacaktı. Bu öz aynı konferansta tanıdığı Alman şarkiyatçı Helmut Ritter idi. Ritter, onun düşünce dünyasını alevlendiren bir hoca olacaktı. Bizi bizden daha iyi bilen bu profesör, İslam medeniyetini aydınlatacak ismin yolunu çizmişti bile. Ritter tarafından düşünce hayatının bu denli etkilendiğinin akabidir ki, İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne koşa koşa kayıt yaptırmaya gitmişti. Bu ilim adamı tam öğrenim aşkıyla yanıp tutuştuğu sıralarda Alman ordusu Türkiye’nin üzerine doğru yola çıkmış, dolayısıyla Türkiye’de eğitim-öğretim askıya alınmıştı. Lakin elbette içinden geçilen endişeli dönem onu ve hocası Ritter’i yıldırmayacak, aksine zoraki tutulan bu tatil ona Arapça’sını en üst düzeye taşımak için bir fırsat olacaktı. Hocası ile kütüphaneler arasında mekik dokuyarak el yazması eserleri tek tek inceleyecek, tüm bu süre zarfında tabiri caizse boynuz kulağı geçecek el yazmalarının tarihleri hakkında hocasından daha isabetli tahminler yapmaya başlayacaktı. Üniversiteye geri döndüğünde doktora tezi araştırmalarına başladı ve bu kaynak inceleme sürecinde de aradığını da buldu. 1956 yılında Ankara Üniversitesi’nde ‘Buḫārī'nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar’ adındaki tezini yayımladı. Tarihler 27 mayıs 1960-ı gösterdiğinde 41 / dipnot
Coronelli'nin Gök-Küresi
hem onun hem de Türkiye’nin kaderine büyük bir darbe vuruldu. İleride 147’likler olarak anılacak sözde zararlı profesörler listesine onun adı da çoktan yazılmıştı… Bu kaos ortamında ülkesini terk etmesinin zorunluluğunu idrak etmiş, omuzlarındaki bu yükün ağırlığı ile Frankfurt’taki arkadaşlarına mektup göndermişti. Onun gibi bir ilim deryasının bilincinde olan dostları ise onu kendi üniversitelerinde çalışmak üzere davet etmişler, hatta davetlerinde ısrarcı olmuşlardı. Böylece Frankfurt Üniversitesi’ne giderek Cabir bin Hayyan babındaki ikinci doktora tezini yazmıştı. Vatanına derinden bağlı olan bu profesör duygusal bağlamda yaşanmışlıklarını şu sözlerle anlatacaktı: "Türkiye'yi, İstanbul'u terkedeceğim akşam, Galata köprüsünün Karaköy tarafına gittim. Oradan 15-20 dakika kadar Üsküdar'a baktım. Güzel bir geceydi, artık vakit de gecikiyordu. Döndüğümde, gözlerimin yaşını silmek zorunda kaldım. İşte son hislerim buydu. Kızmadım da, o zaman tabi üzülmüştüm. Bugün bir kızgınlık duymuyorum. Memleketime, yine ne vermek mümkünse onu vermeye çalışıyorum.” Tüm bu olaylar yaşanırken hayatına ansızın giren bir kadın ile tanıştı. Kendisi gibi şarkiyatçılık alanında çalışmalar yapan bu vefakar kadın gelecekte onun çalışmalarının baş destekçisi olacaktı. Evliliğinden iki yıl kadar sonra, 1967 yılında referans kitabı olan Geschichte des arabischen Schrifttums (GAS)’ı kaleme aldı. 1970 yılında profesör olma kimliğinin yanına bir yenisini daha eklemişti; küçük kızı sayesinde baba olmuştu. Ayrıca giriştiği akademik çalışmaları ile 1978 yılında ilk defa bir Türk, Kral Faysal İslami İlimler Ödülü’nü almıştı. Bu ödülün maddi gücü sayesinde Almanya’da İslam Bilim Tarihi Müzedipnot / 42
si’ni açmış, daha sonra 2008 yılında dönemin hükümetinin desteği ile Türkiye’deki İslam Bilim Tarihi Müzesi’ninde kurulmasını sağlamıştı. Günümüzde halen faliyetlerini sürdürmekte olan bu müzede İslam bilim tarihi mirasının müthiş örneklerini bulabilirsiniz. Müzede fil saatlerinden usturlaplara ve burç haritalarına kadar ne ararsanız mevcut; içeri adımınızı attığınız anda kendinizi karanlık olarak addedilen bir çağın aydınlık derinliklerinde buluyorsunuz. Meraklısına ufak not: müze Gülhane Parkı’nın içerisinde Sirkeci tarafında. Bu müzenin tam çaprazında bahsettiğimiz ilim adamı halen öğrencilerini yetiştiriyor, kafanızdaki sorularla bu öğrencileri ziyaret edersiniz eminim size bir çay ısmarlarlar :) Efendim şimdi gelelim tüm yazı boyunca hepimizin ‘ya ben biliyorum biliyorum, ay kimdi bu, kaç saat çalışılmalıydı’ sorularının kafanızda binbir surette esip gürlediğinin farkındayım. Sizi daha fazla sabırsızlandırmadan söylüyorum bu büyük alim, hoca, ilim adamı, Prof. Dr. Fuat Sezginin ta kendisidir. İslamda bilim ve teknik eserinin önsözünde övgüler düzdüğü eşi ise Ursula Sezgin’dir. Hilal Sezgin ise Almanya’nın önemli gazetecisi olmanın dışında Fuat Sezgin hocamızın kızıdır. Cevap aradığımız son soru da ‘bu başarıları yakalamak için günde kaç saat çalışmak gerekir,’ olacaktı. Cevap 17 saat olacak arkadaşlar... "Başarılı olabilmek için her şeyden önce aşağılık duygusundan sıyrılmak gerektiğini, bu duygunun türk milletini bir kanser gibi kemirdiğini düşünüyorum." Prof. Dr. Fuat Sezgin
Prof. Dr. Fuat Sezgin 43 / dipnot
Nilay Karatop, Ayşegül Kutluca
İSLAM BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ MÜZESİ Bu yazımızda sizlere, bizim için çok değerli olan müzemizi tanıtmaya çalışacağız, İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi... Hepimizin bildiğini varsayarak hatırlatmak istiyoruz ki İslam Bilimleri, döneminde diğer medeniyetlere yön verecek kadar gelişmişti. Müslümanların 9. yy'ın başından 16. yy'ın sonlarına kadar devam eden bu kreatif döneminde, kullanmakta oldukları aletlerin bir kısmının diğer kültür çevrelerinden, özellikle Eski Yunanlar'dan alınmış olduğunu ve bunların büyük kısmının geliştirildiğini, pek çoğunun da kendileri tarafindan icat edilmiş olduğunu söyleyelim ve müzenin kuruluş hikayesinden biraz bahsedelim. Almanya'da Goethe Üniversitesi'ne bağlı Arap İslam Bilim Tarihi Enstitüsü'nün açılmasından sonra (1982) Müslümanların geliştirdikleri veya icat ettikleri aletlerin bir modellerini yapma fikri ortaya çıkıyor ve bu da Fuat Sezgin Hocamız'ın öncülüğüyle Frankfurtta İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi'nin açılmasına vesile oluyor. Esas gayesi, İslam Bilimleri'nin medeniyetler tarihi içerisindeki başarılarını gösterebilmek ve olabildiğince anlatmak olan Fuat Sezgin Hocamız'ın öncülüğü, Türkiye'den gelen istekler ve büyük destekler ile birlikte burada da bir müze açılmasına karar veriliyor. Ve 24 Mayıs 2008 tarihinde İstanbul Gülhane Parkı içerisindeki Has Ahırlar binasında İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi hizmete giriyor. Müzenin içeriğine geçmeden önce şunu söyleyelim, bu müzede sergilenmekte olan eserler Frankfurt'taki enstitüde hazırlanmış olan maket veya çizimlerden, bilim adamlarımızın eserlerinde yer verdiği çizim ve tariflerden, ya da bizzat orijinallerinden yararlanılarak yapılmış.
İslam Bilim VeTeknoloji Tarihi Müzesi dipnot / 44
İslam Bilim VeTeknoloji Tarihi Müzesi
Turumuza başlamadan önce bizleri bahçede Halife el-Me’mun’un 9. yüzyılda yaptırdığı dünya haritasının kopyası olan büyük bir yerküre karşılıyor. Müzeye girişte ilk olarak karşımıza El Cezeri'nin taşınabilir su saatlerinin içinde en çok ilgi çeken 195 cmlik filli su saatini görüyoruz, bu dev eserin hemen yanında ise Cezeri'nin, içerisinde bu saati anlattığı ve resimlediği eserinin bir nüshası bulunuyor. Yaklaşık olarak 580 tane objenin sergilendiği müzemiz iki kattan oluşmakta. Müzenin içerisinde, buradaki eserlerle ilgili çeşitli belgesellerin izlenebildiği Sinevizyon Salonu, bilinen en gelişmiş usturlaptan, en büyüğüne tutun; güneşin yüksekliğini ölçen aletten çeşitli Müslüman bilim adamlarına ait gök kürelere kadar, yaklaşık yüz kadar eseri bulabileceğiniz Astronomi Bölümü. El Cezeri'nin su saatini, Endülüs tarzı on iki kapılı mum saatini ve zaman taksimi için hazırlanmış birçok ilginç ve şaşırtıcı aletlerin bulunduğu Saat Teknolojisi Bölümü; Leonardo da Vinci'nin çizdiği taslaklara dayanarak yapılan mancınıkların canlandırılmasını görebileceğiniz Savaş Teknolojisi Bölümü, günümüze kadar gelmiş bir çok gelişmiş aletin temellerini oluşturan içinde ameliyatlarda kullanılan çeşitli cerrahi aletlerin de olduğu çok sayıda eserin bulunduğu Tıp Bölümü bulunmaktadır - bu bölümde ilgimizi en çok çeken El Cezeri'nin hacamat yoluyla alınan kanın niceliğini ölçen aletinin canlandırması oldu -. Ayrıca bu bölümde çok sayıda bulunan tıbbi aletlerin sistematik bir şekilde sıralanması müzeyi gezecekler için büyük kolaylık sağlayacaktır. Daha pek çok birbirinden değerli objeleri bulabileceğiniz Denizcilik, Madenler, Fizik, Matematik-Geometri, Şehircilik ve Mimari, Optik, Kimya ve son olarak da Coğrafya ile ilgili çeşitli harita ve çizimlerinin sergilendiği bölümler bulunmaktadır. Müzedeki çoğu eserin tanıtımını ve çalışma şekillerini animasyon şeklinde ekranlardan izlemek mümkün ve yine bir çok eser, işlevini görebilmemiz adına bir butonla çalışmak üzere hareketlendirilmiş. Bunlara ek olarak, Gülhane Parkı içerisinde yer alan müzeye bağlı İbn-i Sina Botanik Bahçesi bulunmaktadır.. 22 Haziran 2013 tarihinde açılan bu bahçe İbn-i Sina’nın el-Kanun fi’t-Tıbb kitabının ikinci cildinde bahsedilen yirmi altı tıbbi bitkiyi sergilemektedir. Müzeyle ilgili anlatacaklarımız bitmek bilmez, umarız en yakın zamanda doğu ve batı ilim kültürünü birleştiren bu büyük mirası bir de kendi gözlerinizle görürsünüz. Unutmayalım ki, bu müze geçmişteki İslam Dünyası'nın bilimler tarihindeki sürecini, Fuat Sezgin Hocamız'ın deyimiyle İslam Devri'nin kayıp halkasını eserleri ve belgeleriyle ortaya koyarak, bugünümüze ve geleceğimize ışık tutmaktadır... 45 / dipnot
Mahmut Cevher Küçük, Sena Soydan
IV KITAP Kitap Adı: Semerkant Yazarı: Amin Maalouf Çeviren: Esin Talû-Çelikkan Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları Basım Yeri: İstanbul Konusu: Amin Maalouf, "Afrikalı Leo”dan sonra bu kez Doğu'ya, İran'a bakıyor. Ömer Hayyam'ın Rubaiyat'ının çevresinde dönen içiçe iki öykü... 1072 yılında, Hayyam'ın Semerkant'ında başlayan ve 1912'de Atlantik'te bitmeyen bir serüven... Bir elyazmasının yazılışının ve yüzlerce yıl sonra okunurken onun ve İran'ın tarihinin de okunuşunun öyküsü/tarihi...
Kitap Adı: Derin Yapı Yazarı : İhsan Fazlıoğlu Yayınevi: Papersense Basım Yeri: İstanbul
dipnot / 46
Konusu: Bu topraklarda bizim mensup olduğumuz kültür nasıl bir nazarî düşünce tecrübesi yaşamıştır? Bu kültüre mensup insanlar ne düşünüyorlardı, nasıl düşünüyorlardı, niçin düşünüyorlardı? Başka bir deyişle, ne tür soru ve sorunlara sahiplerdi; dertleri ne idi; bu sorunları, dertleri nasıl kavramsallaştırıyorlardı; hangi yöntemleri kullanıyorlardı ve çözümlerini üretirken ne tür bir kendilik bilincinin içinde hareket ediyorlardı? Muhtelif zamanlarda kaleme alınmış altı makaleden oluşan bu kitap işte bu soruların yanıtı için genel bir çerçeve çizmeye, bir kılavuz oluşturmaya çalışıyor.
Kitap Adı: Kitab-ül Hiyel Yazarı: İhsan Oktay Anar Yayınevi: İletişim Yayınları Basım Yeri: İstanbul Konusu: Puslu Kıtalar Atlası’yla birçok insanı şaşırtan ve sevindiren İhsan Oktay Anar’ın ikinci romanı Kitab-ül Hiyel, eski zaman mucitlerinin inanılmaz hayat öykülerini anlatıyor. Yafes Çelebi, Calüd ve Lalezar Necef Beyden Angilidis Efendiye, Samur ve Yağmur Çelebilerden Uzun İhsan Efendiye bir sürü mucit, hiyelkar, aktarıcı, rivayet edici, mağdur, sarhoş, meyhaneci, kahveci... Okuyanın okumayanlara kolay anlatamayacağı, ama insanın birileriyle paylaşmak isteyeceği romanlardan, Kitab-ül Hiyel.
Kitap Adı: Işık Doğu’dan Yükselir Yazarı: John Freely Çeviren: Gül Çağalı Güven Yayınevi: Doğan Kitap Basım Yeri: İstanbul Konusu: John Freely, Şehrazat’ın büyülü masallarında uçan bir halının üzerinde sonsuza salınan Doğu’yu yeryüzünün ilimleriyle donatıyor. Rönesans’tan çok önce Avrupa’da karanlık çağlar yaşanırken, Yunanistan, Mezopotamya, Hindistan ve Çin’e uzanan Doğu coğrafyasında bilgi, icat ve yaratıcılığın altın çağı yaşanıyordu. Tanınmış tarihçi John Freely dünya tarihinin çok önemli bir parçasını titiz bir çalışmayla gün ışığına çıkararak Batı merkezli tarihyazımına karşı ciddi bir alternatif oluşturuyor. Freely’nin kitabı, kültür ve medeniyet gibi kavramları Batı’ya özgü olmaktan çıkarıp Doğu topraklarını güneşin ve kültürel aydınlanmanın ışıklarıyla aydınlatıyor. Batı’nın göz kamaştıran ihtişamının bizlere unutturduğu bir gerçek, John Freely’nin yalın ama iddialı çalışmasında bir kez daha dile geliyor:”Işık Doğu’dan Yükselir.” 47 / dipnot
Mahmut Cevher Küçük, Sena Soydan
IV FILM Film Adı: The Martian (Marslı) Yönetmen: Ridley Scott Oyuncular: Matt Damon, Jessica Chastain, Kristen Wiig, Jeff Daniels Yapım Yılı: 2015 Konusu: Mars’daki bir görev sırasında çıkan bir fırtınayla ekipten ayrı kalan ve o noktadan sonra da geride kalanlar tarafından bulunamayınca ölmüş olarak kabul edilen bir astronotu anlatıyor. Senaryo da bu astronotun hayatta kalma mücadelesini aktarıyor. Söz konusu olan karakter oldukça şahsına münhasır, kendisiyle dalga geçebilme yeteneğine sahip esprili bir adam. Yani bir yandan çok dramatik, öte yandan da eğlenebileceğiniz bir adam.
Film Adı : Mr. Nobody (Bay Hiçkimse) Yönetmen: Jaco Van Dormael Oyuncular: Jared Leto, Sarah Polley, Diane Kruger, Linh Dam Pham Yapım Yılı: 2009 Konusu: Mr. Nobody, 2092 yılında dünyada kalmış son ölümlü olan 117 yaşındaki Némo adlı bir adam. Ölüm döşeğindeki Némo genç bir çocukken bir peronda durduğunu hatırlar. Tren kalkmak üzeredir. Annesiyle birlikte mi gitmeli, yoksa babasıyla mı kalmalıdır? Bu karar, sonsuz sayıda olasılığı doğuracaktır... Ve pek çok gezegen, iki ölüm ve sevilecek kadınlar... dipnot / 48
Film Adı: İnterstellar (Yıldızlararası) Yönetmen: Christopher Nolan Oyuncular: Matthew McConaughey, Anne Hathaway, Jessica Chastain, Michael Crane Yapım Yılı: 2014 Konusu: Filmin geçtiği yakın gelecekte yeryüzünde yaşam, artan kuraklık ve iklim değişiklikleri nedeniyle tehlikeye girmiştir. İnsan ırkı yok olma tehlikesiyle yüzyüzedir. Derken yeni keşfedilmiş bir solucandeliği, tüm insanlık için umut olur. Buradan geçip boyut değiştirerek daha önce hiçbir insanoğlunun erişemediği yerlere ulaşmak ve insanoğlunun yeni yaşam alanlarını araştırmak ise bir grup astronot-kaşife kalır. Bu kaşifler, geçen 1 saatin dünyadaki 7 yıla bedel olduğu ortamda hem hızlı ve cesur olmak zorunda kalacaklardır.
Film Adı: Children of Men (Son Umut) Yönetmen: Alfonso Cuarón Oyuncular: Clive Owen, Julianne Moore, Clare-Hope Ashitey, Michael Caine Yapım Yılı: 2006 Konusu: Dünya, 2027: Gelecek için umut gittikçe önemini kaybeden bir kaynak oluyor. Son doğan bebeğin üzerinden neredeyse 19 yıl geçmiş ve açıklanamayan evrensel çocuksuzluk her geçen yıl beşeriyet sınırlarını, gelecekteki tüm haklarından vazgeçirmeye yaklaştırmıştır. Çoğu insan kaçınılmazı benimsemeyi seçip, ayrılıkçılığın, kanunsuzluğun ve nihilizmin içine çekilirken, diğerleri birleşik bir gezegen ve yavaş yavaş azalan nüfus için mücadeleye devam eder.
49 / dipnot
BÜLTEN Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi - Bilim Tarihi Kulübü Bilim Tarihi Bölümü’nün kurmuş olduğu ve başkanlığını Meldanur Paksu’nun üstlendiği Bilim Tarihi Kulübü’nün Bahar Dönemi’nde yapacağı İslam Bilimi’nin Kaynakları Seminerleri’ni sizlerle paylaşmak istedik. Bu konferanslara Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde eğitim gören ve eğitim veren herkesin katılmasını dilemekteyiz.
İbrahim Halil Üçer 25 NİSAN 2017 / SALI
Helenistik Dönem Bilim Kaynakları Atilla Bir
02 MAYIS 2017 / SALI
‘‘
İslam Bilimi’nin Kaynakları İhsan Fazlıoğlu 15 MAYIS 2017/ PAZARTESI
‘‘
‘‘
‘‘
İslam Düşüncesi’nin Kaynakları
‘‘
‘‘
Ayrıca Bilim Tarihi Kulübü’nün çalışmalarından daha hızlı haber alabilmek için sosyal medya hesaplarını da takip edebilirsiniz.
@fsmvuBTK dipnot / 50
@fsmvuBTK
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Bilim Tarihi Bölümü Seminerleri Bilim Tarihi Bölümü Öğrenci Temsilcisi olan Bekir Hakan Sunguroğlu’nun düzenlemiş olduğu seminerlerin gelecekte yapılacak olanlarını sizlerle paylaşmak istedik. Bu konferanslara Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde eğitim gören ve eğitim veren herkesin katılmasını dilemekteyiz.
İslam Medeniyeti’nde İktisadi Düşünce
İslam’da Mizaç Teorileri Mehmet Zahit Tiryaki 10 MAYIS 2017/ ÇARŞAMBA
‘‘
Sabri Orman 9 MAYIS 2017/ SALI
‘‘
‘‘
‘‘
BİLİMLER ATLASI Bilim Tarihi Bölümü’nde bir grup arkadaşımızın öğrendiğimiz bilgileri internet ortamında da yaymak amacıyla oluşumlarını sağladıkları bir platformdan söz edeceğiz. Bilimler Atlası kendi himayesinde beş kişilik bir kadro ile yoluna devam etmektedir. Sosyal, kültürel ve bilim tarihi içeriklerine sahip olan bir projedir. Betül Kızılcık, Yunus Arslan, Sümeyye Baybara, Mevlana Sırtlı ve Merve Gözüm’ün çalışmalarının meyvelerini onların hesaplarını takip ederek görebilir, bilim tarihine eğlenceli bir adım atabilirsiniz. @bilimleratlasi @bilimleratlasi biliminoykusu.blogspot.com.tr
51 / dipnot
DERGIDE KULLANILAN FOTOĞRAFLARIN KAYNAKÇASI Kapaktaki Resim: Abdurrahman eş Şükfinin Gök-KüresiAbdurrahman eş Şükfinin Gök-Küresi (http://www.ibtav.org/eserler/?sayfa=1) İlk Sayfadaki Logo: Keplerin Güneş Merkezli Evren Modeli (https://tr.wikipedia.org/wiki/Johannes_Kepler) Hermes’in Barcelona’daki Heykeli (https://www.flickr.com/photos/cleber/8255538323) Er-Razi (https://tr.wikipedia.org/wiki/Râzî) Galenus - İbn Sina - Hipocrates / Roma 16.yy (https://en.wikipedia.org/wiki/Age_of_Enlightenment) Dinaveri’nin Portresi (https://tr.wikipedia.org/wiki/Ebu_Hanife_Dinaveri) John William Godward’ın Tablosu - “He Loves Me, He Loves Me Not” (1896) (https://www.wikiart.org/en/john-william-godward/he-loves-me-he-loves-me-not-1896) “The Alchemist”, Joseph Wright of Derby (1771) (https://www.wikiart.org/en/joseph-wright/the-alchemist-discovering-phosphorusor-the-alchemist-in-search-of-the-philosophers-stone-1771) “Gioardono Bruno ve Evren” (https://tr.wikipedia.org/wiki/Giordano_Bruno) Nastulus’a Ait Bir Usturlap (http://www.ibtav.org/eserler/?sayfa=1) El-Hucendî’ye Ait Bir Usturlap (http://www.ibtav.org/eserler/?sayfa=1) “Divanü Lugati’t-Türk” Eserindeki Dünya Haritası (https://tr.wikipedia.org/wiki/Kâşgarlı_Mahmud) Coronelli’nin Gök-Küresi (http://www.ibtav.org/eserler/?sayfa=1)