Hafta Gazetesi 13

Page 1

NBE

SANAT SAĞLIK SPOR İ Y I YA Ş A M TEKNOLOJI SAYI: 13

THE OLD GUARD EKIBIYLE ÇOK ÖZEL

CHARLIZE THERON CHIWETEL EJIOFOR HARRY MELLING GINA PRINCE-BYTHEWOOD ASLI BARIŞ

ŞEREF OĞUZ

ARTIK DEMIR ALMAK GÜNÜ GELMIŞSE… MAYA PORTAKAL BITARGIL

DAVID HOCKNEY’YE SAYGI DURUŞU

BAŞAK DIZER TATLITUĞ

BU ÜÇLÜYE DIKKAT: BIR İNGILIZ, BIR İTALYAN, BIR İSVIÇRELI…

Güler Sabancı

“Dünyanın Zirvesindeki 50 İş Kadını” gibi listelere üst sıralardan giren başarılı bir isim: Güler Sabancı… İş dünyasının otoritesi, “Bir Üniversiteyi Var Ederken” kitabında eğitim gönüllüsü yönünü de gösterdi. Sabancı’yla hayallerini, tercihlerini ve COVID sonrası dünyayı konuştuk.


Haftanın testi GEÇEN HAFTA DÜNYADA NELER OLDU, NELER BITTI? HAFIZANIZI TESTIMIZLE TAZELEYELIM…

İPEK YEZDANİ

1

Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro, corona virüs testinin pozitif çıktığını açıklarken iyi olduğunu göstermek için ne yaptı? A. Pazularını gösterdi B. Ateşini ölçtü C. Muhabirlerin önünde maskesini çıkardı D. Jimnastik hareketleri yaptı

6

Fransa’nın yeni Başbakanı Jean Castex’in oluşturduğu yeni kabinede İçişleri Bakanı olarak atadığı Gerald Darmanin hakkında halihazırda hangi suçlamayla ön soruşturma yürütülüyor? A. Düşünce suçu B. Hakaret C. Trafik suçu D. Tecavüz

2

Ünlü oyuncu Johnny Depp’in The Sun gazetesine eski eşi model ve oyuncu Amber Heard’ü dövdüğü yönünde yaptığı haberiyle ilgili hakkında asılsız haber yapmak suçlamasıyla açtığı dava salı günü Londra›da görülmeye başladı. The Sun gazetesinin haberine göre Johny Depp, Amber Heard’a neden dolayı tokat attı? A. Alkol alıp kendini kaybettiği için B. Dövmesine güldüğü için C. Psikiyatri tedavisi sırasında ilaçlarını almayı unuttuğu için D. Bayıldığında kendine gelmesi için

3

ABD’nin Bağımsızlık Günü olarak bilinen 4 Temmuz tarihinde ABD Başkanı Donald Trump’ın eşi Melania Trump’ın memleketi olan Slovenya’da nasıl bir etkinlik düzenlendi? A. Havai fişek gösterisi B. Sokak partisi C. Melania Trump’ın heykeli ateşe verildi D. Bağımsızlık yürüyüşü düzenlendi

7 4

ABD Başkanı Donald Trump’ın yeğeni Mary Trump, amcasıyla ilgili çarpıcı iddiaların yer aldığı kitabını 14 Temmuz’da satışa çıkarmayı planlıyor. Trump’ın yeğeni, yazdığı kitapta 1999’da kendisi 29 yaşındayken Florida’da amcasının kendisine ne dediğini iddia ediyor? A. Bu yaşta en büyük hedefin iyi bir iş bulmak olmalı B. 30’lu yaşlara adım atmak çok güzeldir C. Evlenmek için acele etme D. Vay canına Mary, memelerin ne kadar da dolgun

5

İngiltere’de corona virüs önlemlerinin gevşetilmesi kararının ardından geçen hafta açılan Londra’nın ünlü pub’larından üç tanesinde ne oldu? A. Müşteriler corona virüs testinde pozitif çıktıktan sonra yeniden kapandı B. Sosyal mesafe kurallarına uymayanlar dışarı çıkarıldı C. Masaların arasına 2’şer metre mesafe konuldu D. İçeri giren herkesin ateş ölçüldü

İngiliz televizyoncu Piers Morgan, ünlü pop yıldızı Madonna’nın Instagram hesabından paylaştığı üstsüz fotoğrafı için nasıl bir yorum yaptı? A. 61 yaşında da olsa taş gibi B. Yaşına yakışmadı D. Çok çaresiz C. Madonna olmak bunu gerektirir

8

ABD’de başkanlığa adaylığını koyacağını açıklayan Rap şarkıcısı ve TV yıldızı Kim Kardashian’ın kocası Kanye West, partisinin adını ne koyacağını açıkladı? A. Müzik ve dans partisi B. Eşitlik partisi C. Adalet partisi CEVAPLAR 1-C, 2-B, 3-C, 4-D, 5-A, 6-D, 7-C,8-D


Konsere gitmeyi en çok özlediğim yerlerden Babylon’un haftalık Mixtape’inde konuğu hiphop prodüktörü Da Poet oldu. Da Poet’in seçtiği beat’lere Babylon’un Spotify hesabında eşlik ediyoruz.

POSTCAST

“Bellek” teması altında gerçekleşen Felsefe Semineri dizisi kapsamında Akbank Sanat’a konuk olan Orhan Cem Çetin’in ‘’Bellek ve Fotoğraf’’ başlıklı semineri Spotify ve Apple Podcast’te.

AJANDA 3 S E L E N AY YA Ğ C I

Dinle, izle, keşfet HENÜZ TATILE ÇIKMADIYSANIZ KENTTE SOSYAL MESAFELI YENI NESIL SINEMALARA GIDEBILIR YA DA TEK BIR MESAJLA EVINIZDEN ÇIKMADAN TABLO SATIN ALABILIRSINIZ. MÜZAYEDE

WHATSAPP MÜZAYEDESINE KATILMAZ MIYDINIZ? Tek Müzayede, günümüzde giderek artan online sanat eseri sunumuna kendi diliyle katkı sağlamak ve bu alanda bir artı değer yaratmak amacıyla geliştirilmiş bir sanat projesiymiş. Bu projede her pazartesi, Türk plastik sanatlarından dikkatle seçilmiş bir sanat eserini katılımcılara sunuluyor. Bunu yaparken tüm katılımcıların, kararlarını rahat bir değerlendirmeyle verebilmeleri ve bir zaman kısıtlaması yaşamamaları adına adeta bir ‘salon müzayedesi’ formatında ilerleyen ama bir yandan da online iletişimin rahatlığını getiriyor. Evet WhatsApp üzerinden teklif verme yöntemi...

Yalnız, grup sohbeti değil, toplu mesaj yöntemi kullanılıyor. Müzayede katılımcılara WhatsApp’tan gönderilen toplu mesaj ve bu mesajlara verilen cevaplarla ilerliyor. Her pazartesi, gün boyu bir eser açık artırmaya sunuluyor. Sitedeki haftanın eserini beğendiyseniz, katılmak için yapmanız gereken tek şey; kayıt isteğinizi WhatsApp aracılığıyla, katılacağınız cep telefonu üzerinden iletmek. Size bir bayrak numarası iletiliyor ve bu bayrak numarasıyla tüm müzayedelerde, toplu mesajları kayıtlı telefon numaranız üzerinden cevaplayarak teklif verebiliyorsunuz.

13 Temmuz Pazartesi’nin eseri ise sanat yaşamında 60 yılını deviren ressam Muhsin Kut’un 2008’de yaptığı imzalı Sarayburnu adlı kâğıt üzerine suluboya tablosu. Açılış Fiyatı da 2.500 TL.

SİNEMA

Salgın sebebiyle programlarına ara veren İstanbul Modern Sinema, kontrollü sosyal mesafeyle kapılarını yeniden açıyor. Michael Haneke ile başlayan, Krzysztof Kieślowski, Chantal Akerman, François Ozon ve Agnès Varda ile devam eden serinin altıncısı da “Ildikó Enyedi Hakkında Her Şey” retrospektifi kapsamında yönetmenin filmografisinden dördü kısa olmak üzere sekiz film gösteriliyor. Yeni dönemin ilk programında usta yönetmen için Türkiye’de ilk kez hazırlanan retrospektif, Türk Tuborg A.Ş.’nin katkıları ve Macar Kültür Merkezi işbirliğiyle gerçekleştiriliyor.

1997 yapımı Tamas ve Juli (TAMÁS ÉS JULI) filmi 16 Temmuz 16.00’de Modern İstanbul’da olacak. İldikó Enyedi, bu filmini Fransız televizyonu için, on farklı ülkeden yönetmenin katılımıyla gerçekleşen “2000 Vu Par” adlı proje kapsamında çekti. Enyedi, farklı yönetmenlerin gözünden 20. yüzyılın getirdiği değişimleri işlemek isteyen bu seriye, madenci Tamas ile utangaç yuva öğretmeni Juli’nin engellerle dolu aşkını perdeye taşıyarak katıldı.

Yine aynı gün 1989 yapımı “Benim XX. Yüzyılım” (AZ ÉN XX. SZÁZADOM) filmi yayınlanacak. Enyedi’nin, 20. yüzyılın modernitesinin temelini oluşturan Edison, Tesla gibi mucitlerin şekillendirdiği bir dünyada kadınların yerini sorguladığı, rüyayı andıran bir üslupla anlattığı filmi, 1989’da Cannes’da “Altın Kamera” ödülüne layık görülmüştü.

KONSER

TLVSOUND temmuz ayında da Zorlu PSM Instagram ve Facebook hesaplarına tüm enerjisiyle geri dönüyor. Dünya çapında ilgi uyandıran Garden City Movement, Glastonbury dışında Avrupa’nın önemli festivalleri arasında yer alan Primavera Sound, Pukkelpop ve Fusion’da sahne alan elektronik indie pop müzik üçlüsü Garden City Movement, şimdi ise 14 Temmuz’da, 10 yaşında trompet çalmaya başlayan, afro-caz, psychedelic funk ve ruhsal caz soundlarını birleştirerek enstrümental dünyasının önemli isimleri arasına girmeyi başaran funk ve caz trompetçisi Sefi Zisling 16 Temmuz 22:00’da Zorlu PSM Instagram ve Facebook hesaplarında yayında olacak.

Türk Telekom’un Haziran ayı boyunca ilgi gören “Prime ile Arabalı Sinema Gecesi” etkinlikleri Temmuz ayında yeni filmlerle devam ediyor. Boğaz kıyısındaki Ortaköy Açık İSPARK olacak. Etkinlik ücretsiz ancak girmek için şifre gerekebiliyor. Çocuklarla değişik bir cumartesi geçirmek isterseniz, “Rafadan Tayfa 2: Göbeklitepe” filmini izlemek isteyebilirsiniz.


4

MÜZİĞİN İÇİNDEN

Gelenekler bozuluyor… TEKNOLOJININ ILERLEMESI DEMEK, SEÇENEKLERIMIZIN ARTMASI DEMEK. MÜZIK ENDÜSTRISINDE GELENEKLERIN BOZULDUĞU, KURALLARIN YENIDEN YAZILDIĞI BIR DÖNEMDEN GEÇIYORUZ. Instagram’da Cem Yılmaz’ın paylaşımlarından birine denk gelmiştim. Bir çok müzisyenin sadece hayalini kurabildiği donanıma sahip bir prodüksiyon stüdyosu yaratmış evinde. Akustik yalıtımı, stüdyo monitörleri, envai çeşit efsanevi analog synthesizer’larıyla göz dolduruyor oda… Belki de Türkiye’deki en donanımlı prodüksiyon stüdyolarından biri. Dışarıdan bakıldığında Cem Yılmaz’ın böylesine bir yatırım yapması sürpriz gibi algılanabilir… Ama ev stüdyoları genel olarak yükselişte son birkaç yıldır. Hatta sosyal medyada, özellikle de Instagram ve YouTube’ta sırf bu İKI SENE ÖNCE

SIRMA

alanda paylaşımlar yaparak yükselen hesaplar ve kanallar var. Hani ev dekorasyonu için ilham verecek türde paylaşımlar vardır ya… Aynı durum artık ev müzik stüdyoları için de geçerli. Ben Instagram’da sürekli müzik ekipmanlarıyla ve prodüksiyon teknikleriyle ilgili paylaşımları beğendiğim için, bu tür görüntüler daha çok karşıma çıkıyor. E tabii her alanda olduğu gibi bu alanda da marka iş birlikleri yükselişte… Eskiden genç amatör müzisyenlerin hayallerinde hep sahne vardı… Ama artık büyük bir ses sanatçısı ve şarkı yazarı olma hayali kuranlar kadar, iddialı, dünya çapında bir müzik

prodüktörü olarak anılmanın peşinde olanlar da var. Çünkü müzik teknolojisi ilerledikçe, müzik prodüksiyon programları daha kolay ulaşılır, edinilebilir, öğrenilebilir hale geldi. 10 yıl önce de bir çok müzik prodüksiyon programını, ya da İngilizce adıyla Digital Audio Workstation’ı edinebilirdiniz… Ama kullanmayı öğrenmek için başvuracağınız kaynaklar kitaplar, özel ders veren ses mühendisleri, üniversite dersleri ya da kurslar olurdu. Şimdi ise merak ettiğiniz her şeyin cevabı Google’da ve YouTube’ta mevcut. Bir şarkının altyapısını düzenlerken teknik bir konuda takıldığınızda, hemen arama motoruna ya-


MÜZİĞİN 5 İÇİNDEN

HAIM Bir çok sanatçı gibi HAIM da pandemi sebebiyle albümün çıkışını ertelemeyi tercih etti. Albümün ilk single’ı, “Summer Girl” geçtiğimiz sene Temmuz ayında piyasaya sürülmüştü. Tamı tamına 6 tekliden sonra geldi “Women in Music Pt. III” albümü. HAIM, retro tınıları modern bir bakış açısıyla yorumlamak konusunda son yıllarda ortaya çıkmış en başarılı projelerden biri. Akılda kalıcı, ince düşünülerek yazılmış, fakat kolay sindirilebilen şarkılar üretiyor bu ekip. Özellikle ilk albümleri “Days Are Gone”, bence ileride kült olarak anılabilinecek nitelikte. Bir çok eleştirmenin aksine ben ikinci albüm “Something to Tell You”u da severek dinlemiştim. Üçüncü albümde de özgün çizgisini bozmamış HAIM. Ama bu albümde ezber bozan bir durgunluk hakim. Enerji daha düşük, düzenlemeler daha dağınık… Zaman zaman şarkıların demo versiyonlarını dinliyormuşsunuz gibi bir hisse kapılabilirsiniz. Bu dağınıklık ve boş vermişlik hoşuma gitti gitmesine de, daha derli toplu düzenlemelerle bu albümü dinlediğimi hayal etmekten de kendimi alamadım… Bana “işte budur!” dedirten tek bir parça var, o da “Gasoline”.

HAFTANIN ALBÜMÜ

Cem Yılmaz, bir çok müzisyenin sadece hayalini kurabildiği donanıma sahip bir prodüksiyon stüdyosu yaratmış evinde…

zıp çözüme anında ulaşabiliyorsunuz. Hele de İngilizce’niz iyiyse sizi kimse tutamaz! Bu alanda İngilizce kaynaklar gerçekten sınırsız artık… Paylaşımlarını kendi hesapları aracılığıyla yapan pek çok müzik prodüktörünün yanısıra, düzenli olarak kaliteli içerik sunan müzik teknoloji firmaları da mevcut. Örneğin benim en severek takip ettiğim YouTube kanallarının başında LANDR, Splice, Andrew Huang, Waves Audio ve fabfilter geliyor. Son zamanlarda Ableton’ın YouTube kanalı da son derece aktif hale geldi. İngilizce kaynaklar bu kadar sınırsızken her müzik prodüktörünün ve ses mühendisinin İngilizce’ye hakim olması bence şart. Fakat müziğiniz üzerinde çalışmak için İngilizce’nizin iyi bir seviyeye geleceği günü beklemeniz şart değil, çünkü artık Türkçe kaynaklar da zenginleşmeye başladı. YouTube’ta en başarılı yeni kanallardan biri, Can Turan’ın oluşturduğu RFRNCE. Özellikle Ableton kullanıcılarının mutlaka incelemesi gereken bir kanal. Twitch’te ise severek takip

ettiğim Mustafa Başal var. O da kendisine hem Twitch hem de Discord üzerinden sadık bir kitle edinmiş… Sadece müzik prodüksiyon teknikleriyle ilgili canlı yayınlar yapmakla kalmıyor, aynı zamanda takipçilerinin çalışmalarına da yapıcı ve detaylı yorumlarda bulunuyor. Artık kullanıcı dostu programlar sayesinde teknik birikiminiz olmadan da şarkılarınızın alt yapısını inşa etmeniz mümkün. Son yılda iyi bir çıkış yakalayan Nova Norda, şarkılarının demo düzenlemelerini iPad’de hali hazırda bulunan GarageBand programıyla yaptığını sık sık dile getiriyor mesela… Tam donanımlı kayıt stüdyolarının tamamen yok olacağını düşünenlerden değilim… En nihayetinde söz konusu canlı orkestra kayıtları olduğunda, akustik çalışmaları adam akıllı yapılmış bir stüdyonun yaratacağı farkı kimse inkar edemez. Ama teknolojinin ilerlemesi demek, seçeneklerimizin artması demek. Müzik endüstrisinde geleneklerin bozulduğu, kuralların yeniden yazıldığı bir dönemden geçiyoruz.


6

ÖZEL SÖYLEŞİ

BUNUN TANIDIK, BILDIK AKSIYON FILMLERINDEN OLDUĞUNU DÜŞÜNEBILIRSINIZ. KADRODA DEV ISIMLER, BOL ADRENALIN, YÜKSEK TEMPO… AMA BIR FARKLA: BU ÖLÜMSÜZLERIN DRAMI. MITOLOJIK ÖGELERDEN BESLENEN BIR GRAFIK ROMAN UYARLAMASI OLAN “THE OLD GUARD”, BU YAZA DAMGASINI VURACAK FILMLERINDEN. NETFLIX’TE 10 TEMMUZ’DA YAYINA GIREN YAPIMIN BAŞROL OYUNCULARI CHIWETEL EJIOFOR, HARRY MELLING VE YÖNETMENI GINA PRINCEBYTHEWOOD ILE ZOOM RÖPORTAJLARI GERÇEKLEŞTIRDIK.

ASLI BARIŞ

Ölümsüzle


ÖZEL 7 SÖYLEŞİ

Trailer’ı izlemek için dokunun

CHARLIZE THERON

The Old Guard grafik romanını ilk okuduğumda, Andy’nin içinde bir şeylerin sıkışıp kaldığını hissettim. Bu beni heyecanlandıran şey oldu. Konseptin tam tersine, karakter gerçekmiş gibi hissettirdi, hayal ürünü değildi. Ona bir tükenmişlik hissi verdim ve binlerce yıl yaşamış olduğu fikrine takılı kalmadım. Her şeyi gördü ve askeri açıdan bilebileceği her şeyi biliyor. Keanu’nun John Wick’inin orijinal dövüş ekibinden David Hernandez ve takımıyla çok fazla çalıştık. Artık kendimi sonsuza kadar aksiyon filmi dünyasına aitmiş gibi hissediyorum. Çünkü dürüst olmam gerekirse bu ekip sektörün en iyisi.

THE OLD GUARD’IN KONUSU NE?

Trailer’ı izlemek için dokunun

Birbirine sıkı sıkıya bağlı ve gizemli bir şekilde ölümsüzlük gücüne sahip bir grup paralı asker, Andy (Charlize Theron) adlı bir savaşçı önderliğinde yüzyıllardır ölümlülerin dünyasını koruma mücadelesi vermektedir. Ancak bu gizli ekip acil bir görev için çağrıldığında olağan dışı yetenekleri bir anda ifşa olur. Grup, güçlerini kopyalayarak para kazanmayı amaçlayanların tehdidiyle karşı karşıya kalır. Andy ve gruba yeni katılan Nile (Kiki Layne) adlı asker, her yolu kullanarak grubun bu tehdidi ortadan kaldırmasına yardım etmek zorundadır.

er arasında


8

ÖZEL SÖYLEŞİ

Şimdi Cihangir’de olmak vardı! FILMDE ESKI CIA AJANI ‘COPLEY’YI CANLANDIRAN İNGILIZ OYUNCU CHIWETEL EJIOFOR, İSTANBUL SEYAHATINI UNUTAMIYOR…

Chiwete


ÖZEL 9 SÖYLEŞİ

“12 Years a Slave/12 Yıllık Esaret’ filmiyle uluslararası anlamda şöhrete kavuşan Chiwetel Ejiofor 2013 yılında İstanbul’a gelerek Amerikan Vogue dergisi için top model Kate Moss ile bir çekim yaptı. Oyuncu, Mısır Çarşısı ve Kapalıçarşı’yı tanıttı.

el Ejiofor


10 ÖZEL SÖYLEŞİ

Bu projeye katılmaya nasıl karar verdiniz?

Birincisi karakter ilginç geldi. Beni bu rolü oynamaya iten, onun içinde yaşadığı yolculuk… Özellikle ahlaki anlamda yaşadığı gelgitler hoşuma gitti. Gina’yı da yönetmen olarak çok beğeniyorum; “Beyond The Light/Işıkların Ötesinde” filminden özellikle çok etkilenmiştim. O yüzden onunla da çalışmaya can atıyordum. Charlize ile çalışmak da istiyordum. Aksiyon filminde yer alma fikrini de sevdim. Çizgi romandan uyarlanan yapımlara alışıksınız gerçi…

Doğru, daha önce Marvel uyarlaması olan Dr. Strange’da yer aldım ama ikisi çok farklı dediğim gibi… Yanlış anlaşma olmasın, ikisi de çok zevkliydi. Ama “The Old Guard”da canlandırdığım “Copley” karakterinin daha fazla derinliği olduğunu düşünüyorum. Nasıl yani, biraz bunu açar mısınız?

Sadece iş aksiyondan, vurdu-kırdıdan ibaret değil yani… Tabii onlar da zevkli ama Copley’nin çok boyutlu olduğunu hissettirmeye uğraştım, benim için en zor kısmı buydu… Sonuçta eski bir CIA ajanı, aksiyona yabancı değil. Ama içinde kopan farklı fırtınalar var. Bütün bu olaylar olmadan önce karısını kaybetmiş, onun acısı ve

siniri var hayata karşı… Bazı şeyleri yok sayıyor, görmezden geliyor. Ama yer aldığı ekip bir şekilde kabullenmesini sağlıyor. Bir nevi yüzleşme, hesaplaşma içinde yani… Ölümsüz bir insanın dertlerinin daha farklı olabileceğini düşünmüştüm ama…Ya, hiçbir şey göründüğü gibi değil! Ölümsüz olmak ister miydiniz?

İstemem. Fikir kulağa iyi gelse de,

aslında çok fazla derdi var. Yaşamayan anlamaz yani. Gerçi bu konuda “yaşama” sözcüğü de pek anlamlı gelmiyor. (Gülüyor) Dışarıdan çok havalı bir araba düşünün ama kaputu açtığınızda türlü türlü derdi var. Biraz da bu hesap… Normal şartlar altında bu röportajı şık bir otelde yapardık, akşama da galada kırmızı halıda poz verirdiniz. Ev ortamında yapmak

nasıl bir his, rahat mı yoksa garip mi?

Çok garip gerçekten…Bu şekilde röportaj yapmanın daha kolay olacağını düşünmüştüm açıkçası ama hiç de öyle değilmiş. Zaten teknoloji alanında oldukça kötüyümdür. Ama kendimce özen gösterdim: Röportajlar başlamadan, beni daha iyi göstereceğini düşündüğüm bir kaç şey aldım ama yine de beceremedim diye düşünüyorum. Keşke her şey

Hollywood’da artık hiç FILMIN YÖNETMENI GINA PRINCE-BYTHEWOOD, BU YAPIMLA ILK KEZ BIR SIYAHI KADINI KAHRAMAN OLARAK GÖRDÜĞÜMÜZÜN ALTINI ÇIZIYOR: “2020 YILINDA HALA ‘ILK’LERI YAŞIYOR OLMAMIZ DÜŞÜNDÜRÜCÜ…” İlk defa bir aksiyon filmini yönetiyorsunuz… Bu tecrübe diğer filmlerinize kıyasla nasıldı?

Aksiyon filmlerini çok seviyorum ama biliyorsunuz Hollywood’da bu tip filmleri yönetme şansı kadınlara verilmez. Yani çok uzun süredir böyle bir filmi yönetmek istiyordum ama asla bana şans verilebileceğini düşünmezdim. Peki Hollywood’da ne değişti de bu dileğiniz gerçek oldu?

Anlayış değişti. Wonder Woman’ın gişe başarısı bunu değiştirdi. Yönet-

meni Patty Jenkins, tüm kadınlar için yolu açmış oldu. Bu projeyi üstlenen Skydance Media da kadın bir yönetmenle çalışmaya çok istekliydi. Şanslıyım; seçtikleri kişi ben oldum. Hikayeye aşık oldum zaten… En çok hangi yönünü sevdiniz?

Kahramanların ikisinin iki kadın olması… Hatta birinin genç bir siyahi kadın olması… Böyle bir şeyi bugüne kadar hiç görmedik. Bence hem yaşadığımız ülke için hem de küresel anlamda çok önemli bir iş bu. Düşünsenize artık siyahi bir kadını


ÖZEL 11 SÖYLEŞİ

ESKIDEN ÖLÜMSÜZ OLMAK ISTERDIM, ŞIMDI ISE ASLA! HARRY POTTER SERISINDEN TANIDIĞIMIZ İNGILIZ OYUNCU HARRY MELLING, FILMDE “MERRICK” KARAKTERINI CANLANDIRIYOR. Charlize Theron ile çalışmak nasıldı?

eskisi gibi olsa, yüz yüze röportaj yapsak… Türkiye’deki hayranlarınıza bir mesaj var mı son olarak?

Umarım filmi beğenirsiniz. İstanbul’a yeniden gelmeyi çok istiyorum. Birkaç yıl önce gelmiştim, 2013’te Cihangir yakınında bir yerde kalmıştım. Çok keyifli orada zaman geçirmek… Hatta keşke şu an orada olsaydım.

Süperdi. Zaten yıllardır hayranım, oyuncu olarak ne kadar etkileyici olduğundan bahsetmeye gerek yok. Ama aynı zamanda filmin prodüktörü, onu farklı bir alanda görmek de heyecan vericiydi. Herkesi çok iyi hissettiriyor, orası kesin. Yani onun kadar büyük bir yıldız: sete gelir, rolünü oynar, çeker gider, kimse de bir şey demez. Ama Charlize, bütün ekiple tek tek ilgilendi. Herkesin rolüne tam anlamıyla adapte olmasını sağladı. Charlize Theron ile çalışmak nasıldı?

İşin içine renk katmaya çalıştım. “İşte karşınızda kötü adam” mesajı vermek istemedim. Günün sonunda hiçbir insan saf kötü ya da iyi değildir. Ya da yaptığı hareketlerin daha

farklı sonuçları olabileceğini düşünür, sonra olaylar değişik bir yöne gider. Merrick’de de biraz öyle oluyor, çok fazla “spoiler” vermek istemesem de böyle açıklayabilirim. Ama rolüme farklı boyut katmaya çalıştım diyelim.

Peki siz ölümsüz olmak ister miydiniz?

Bu filmi çekmeden önce evet, isterdim. Ama şimdi “Teşekkürler kalsın” diyebilirim ancak. Film ölümsüzlüğün de haddinden fazla derdi olduğunu gösterdi bana…

çbir şey aynı olmayacak 51 yaşındaki yönetmen aralarında ‘Aşk ve Basketbol’ ve ‘Arıların Gizli Yaşamı’ olan 7 filme imza attı.

“kahraman” rolünde izleyebileceğiz. Bunlar “neyi sevdin” sorusuna ilk verebileceğim cevaplar. Ama sabaha kadar da farklı yönlerini sayabilirim. İki yıldır bu film üzerinden çalışıyorum, haliyle ne yaptığımızı anlatmak zevkli oluyor. Daha önce çektiğiniz filmlerin bazılarında “Amerika’da siyahi olma” konusu işleniyordu. “Black Lives Matter” hareketini yaşadığımız bugünlerde, bunun Hollywood’u da etkileyebileceğini ya da olumlu yönde değiştirebileceğini düşünüyor musunuz?

Olmak zorunda. Artık geri dönemeyiz. Düşünün yüzyıllardır bu durumun içerisindeyiz ve anca şimdi konuşabiliyoruz. Evet, geçmişte de siyahi insanlar öldürüldü. Ama bu sefer yaşadığımız bu trajedinin sonucunun

farklı olacağını düşünüyorum. Tüm bu karanlık bir şekilde aydınlık doğuracak. En azından Hollywood için, sanki bazı şeyler değişecek gibi. Öyle hissediyorum. Sanki Hollywood bir uyanış, bir bilinçlenme içinde. İnsanlar bu düzeni sorgulamaya başladı. Bu düzende Hollywood’un katkısı sorgulanmaya başlandı ya da… Eskiden böyle şeyler konuşulduğunda yapımcılar ya da film şirketleri savunmacı bir tavır takınırdı. Ya da konu hızlıca kapatılırdı. Şimdi öyle değil. Bazı şeyleri gerçekten konuşmaya başladık. Bunun olumlu sonuçları olacağını düşünüyorum, umutluyum. Siz siyahi bir kadın yönetmen olarak, ayrımcılığa maruz kaldığınızı hissettiniz mi hiç?

Evet. Hem de çok. Kariyerimde 25 yılı geride bıraktım, ilk kez bir aksi-

yon filmini yönetebildim. Ya da buna imza atan iki kişiden biri olabildim. Yıl olmuş 2020, hala neden ilklerden bahsediyoruz? 25 yıldır bir mücadele halindeyim. Hem kendi kariyerim, anlatmak istediğim hikayeler hem de diğer kadınlar için. Bir siyahi kadını beyaz perdede “kahraman” olarak gösterebilmek için… Ama sorun değil. Zaten sporcuyum, kickbox yaparım. Yani bir mücadele yaşanacaksa, ben kaçmam sahadan. Charlize Theron ile çalışmak nasıldı?

Zaten harika bir oyuncu; aksiyon dalında da çok başarılı. Biliyorsunuz bu dalda başarılı olan tek tük kadın oyuncu var. Mesele sadece koreografiyi öğrenmek değil, bir savaşçı olduğunuza inanmanız gerek. Charlize’de bir savaşçı…


12 STİL

Kalite eskimez: Sean Connery'nin 1964'teki stili bugün de güncel ve şık.

B A Ş A K Dİ Z E R TAT L I T U Ğ

Yatırım araçları LÜKS TÜKETIMLE ILGILI ALIŞKANLIKLARIMIZI SORGULUYOR OLABILIRIZ. AMA BAZI PARÇALAR VAR KI, KOŞULLAR NE OLURSA OLSUN BIR ERKEĞIN DOLABINA PRESTIJ KATAR… PEKI ÜÇ HAMLEDE BU KALITEYI YAKALAYABILECEĞINIZI SÖYLESEM? BIR İNGILIZ, BIR İTALYAN VE BIR İSVIÇRELI’DEN OLUŞAN FORMÜLÜ AÇIKLIYORUM.

beyler bu konuda bir iki dakika düşünür. Çünkü biz kadınlar kadar alışverişe, özellikle de kıyafete kolay kolay para harcamak istemezler. Genlerinde yoktur. Hele hele ki lükse kaçan alışverişten, bizzat kaçınırlar. Fakat size lüks alışverişin doğru yerlere doğru zamanda yapıldığında, evladiyelik birer yatırım parçalarına dönüşeceğine söylersem farklı bir gözle bakar mısınız? Genel olarak az üretilen ya da tek olan, kaliteyi ve sofistike yaşantıyı temsil eden bazı parçalar vardır. Gardrobunuzda olsa harika olur dediğimiz özellikte olan bu değerini hiç kaybetmeyecek hatta maddi değerini LÜKS ALIŞVERIŞ DEYINCE,

arttıracak parçalardan “yatırım” diye bahsedebiliriz. Bu parçalar minimum 5 seneden -10 seneye kadar modası değişmeyecek şekilde giyebileceğiniz klasik parçalardır aslında. Her giydiğinizde sizi hep kaliteli, özenli ve şık gösterme garantisi olan bu özel parçalar, “ye kürküm ye” misali genel bakışı be algıyı da değiştirecek ürünlerdir. Tüm gardrobunuzu bu şekilde yapın demiyorum. Fakat bazı ana parçalar için paranıza kıyıp biraz daha özel üretilmiş, kaliteli kumaşlardan dikilmiş, tuşesi ve kesimleriyle sizi iyi hissettirecek kıyafetleri ve özel üretim saat ve aksesuarları lüks alışveriş olarak ayrı tutun.


STİL 13

Peki doğru lüks alışverişi nedir? S I Z E B I R İ TA LYA N , B I R İSVIÇRELI VE BIR İNGILIZ T AV S I Y E E D I Y O R U M … İlki, kumaşı 200s bükümlü iplikli koton, ipek, kaşmir ve yün karşımı siyah ya da lacivert renk, yelekli şık bir takım elbise. 140s’den 200s’e değişen iplik kalitesiyle incecik bükümlü dokunmuş hafif parlatılmış %1OO yün kumaşlara dokunduğunuzda farkı hemen anlayacaksınız. Kumaş özellikleri çoğu markada takım elbise üzerine iliştirilmiş köklü İtalyan kumaş firma etiketi ile birlikte cekete dikilir. Ceketinizin orta kalınlıkta kırlangıç yakası ve iki düğmesi olsun. Arkada tek yırtmaçlı olan dar kesim takım elbiseye uygun olarak bu yaka, daha dinamik duracaktır. İki yırtmaç da garanti bir seçim olur. İtalyan markalar, takım elbise ve kumaşta yüzyıldır bir numaradır. Brioni, Zegna, Corneliani, Pal Zileri, belli başlı markalardır. Ama daha trendy parçalar arıyorsanız Kenzo, Hugo Boss, Tom Ford, Gucci, Dior, Emprio Armani ve Etro Markalarına da bakabilirsiniz. İkincisi, İsviçre yapımı markalardan bir kol saati… Erkeğin saati onun en havalı tek aksesuarıdır. İsviçre yapımı markaların saatlerini aksesuardan bile saymamalıyız aslında. Yatırım alışverişi gibi düşünüyorsanız veya evladiyelik bir hediye ise, modeli ilginizi çekmiş olsa bile diğer sıradan markalardan ziyade klasik olan pahalı, bilindik ve zamansız marka özel yapım bir saatiniz olmalı. Rolex her zaman garanti bir seçim olacaktır. Fakat çok para verip de sonsuza kadar ona mahkum olma riski var. Yine de “ileride çocuklarıma bırakmak ya da sattığımda yine değerlensin istiyorum” diyorsanız bu zamansız markalardan devam edin. Rolex’in altın kordonlu “Dayjust” ya da “Pepsi” modeli, Patek Philippe’in “Golden Ellipse” ve “Nautilus” modeli, Audomers Piguet, IWC, Richard Mille, James Bond’un seçimi Omega yada “Omega de Ville”. Biraz daha hesaplı ama hala evladiyelik Cartier Santos,

Humphrey Bogart’ın 1940’lı yıllarda giydiği trençkot, gelmiş geçmiş en ikonik parçalardan biri...

Zenith, TAG Heuer Monaco modeli gibi saatler gün geçtikçe değerlenir ve bütün dünyada sertifikalarıyla geçerliliği vardır. Ve son parça, bej renkte, kaliteli bir trençkot… Humprey Bogart giydiğinden beri klasiklerin arasına giren ve hala modası geçmeyen bu parça aslında bir İngiliz keşfidir. Şık bir trençkota para verip, sezonlarca yıllarca giyebilirsiniz. Harika bir hediye olur. Trençkot deyince ilk akla gelen Burberry’nin, içi ekose astarlı trençkotlarıdır. Saint Laurent, Louis Vuitton, Aquascutum, Hugo Boss, Ralph Lauren, Lanvin ve Zegna gibi klasik koleksiyon hazırlayan erkek markalarına mutlaka bakın.


14 MÜCEVHER

Küllerinden doğan ışıltı YANSITTIĞI ŞEFFAFLIK VE AKIŞKANLIK HISSIYATIYLA YEŞIM TAŞI, YENI FORM VE TASARIMLARLA KLASIK FORMLARDAN ARINIP HER RENGIYLE ÇAĞDAŞ MÜCEVHER TASARIMLARINDA HAYAT BULUYOR. DOĞU KÜLTÜRÜNÜN PARÇASI SAYILARAK MODERNITENIN KEŞFETMESI IÇIN SABIRLA UZUN YILLAR BEKLEYEN YEŞIM TAŞI, MODERN MÜCEVHER TASARIMCILARININ ELINDE IŞILDIYOR.

BEGÜM SARUHAN

DAVID WEBB D R A M A T I K A L T I N K O LY E L E R I , renkli zincir tasarımları, hayvan figürlü bilezikleri, inci ve pırlantaları hareketli kullanım şekilleriyle tanıdığımız David Webb, yeşim taşını pırlantalar ve diğer değerli taşlarla en iyi kullanan isimler arasında yer alıyor. Altın işçiliğinin Houdini’si olan, kültürleri derinden inceleyerek tasarımlarına aktaran ve Çin antikalarının daimi koleksiyoneri olan Webb, bu kültürler içinde yer alan taşları da marka tarihinde daimi kıldı.


MÜCEVHER 15

EDWARD CHIU Tasarımcı Edward Chiu, geleneksel taşları inovatif tasarımlarla buluşturarak yarattığı sofistike parçalarla genç jenerasyonun dikkatini üzerine çekti. Siyah ve beyaz akyeşim ve yeşim taşlarını tasarımlarında kullanan ilk mücevher tasarımcıları arasında yer alan Chiu’nun imza tasarımları arasında, çiçekler, kuşlar ve kelebeklerden esinlendiği art deko dönemi tasarımlar yer alıyor.

FERNANDO JORGE Fonksiyonel ve zamansız tasarımları seven, ilhamını mücevher tarihinden; klasik mücevherin teknik ve proporsiyonlarından alan Fernando Jorge, mücevherin insan vücudunda duruş şekli ve etkileşiminin de tasarım sürecine katkısı olduğunu belirtiyor. Jorge’nin duyuları uyandıran enerji ve hareket yüklü tasarımlarının estetiği Brezilya kökenli.


16 MÜCEVHER

YEWN Çin kültürünün sofistike ve özel işçiliğini tasarımlarıyla yansıtan Yewn, tasarladığı parçaların Çin filozofisi ve kültürünün merkezindeki konseptleri irdelerken aynı zamanda Çin dekoratif sanat eserlerinde mevcut olan bir çok eşsiz estetiği dillendirdiğini belirtiyor.

CHOO YILIN Politik kariyerini mücevher tasarımcısı olmak için arkada bırakan Choo Yilin, feminen tasarımlarının yanı sıra kültürel ve sürdürülebilirlik alanlarındaki aktiviteleriyle de uluslararası bilinirlik sağladı. Altının değerli, yeşimin ise paha biçilmez olduğunu söyleyen Yilin’in koleksiyonları sürdürülebilir ve sertifikalı değerli maden ve taşlar nedeniyle de özelliğini koruyor.


MÜCEVHER 17

ZHAOYI Kurulduğu 2003 yılından beri çağdaş yeşim taşı tasarımlarıyla gündemde olan Zhaoyi’nin kurucusu Huang Yunhe, yeşim taşının sesi olarak da biliniyor. Ulusal Kıymetli Taş Test Merkezi ve Çin Toprak ve Kaynaklar Bakanlığı’yla birlikte ‘Şeffaf Yeşim Taşı Derecelendirme’ projesini hayata geçirerek bu eşşsiz taşa pırlantalarla aynı statünün sağlanması için renksiz yeşim taşlarının derecelendirilmesinin standardize edilmesini sağladı. Yeşim taşı dışında renksiz akyeşimle nadir bulunan siyah ve lavanta rengi akyeşimle de çalışan Zhaoyi, Avrupa lansmanını 2015 Baselworld’de Imperial Classics koleksiyonu ile yaptı.


18 SANAT M AYA P O R TA K A L B İ TA R G İ L

Hayat ve sanat arasında bir yerde 9 TEMMUZ’DA 82 YAŞINA BASAN İNGILIZ RESSAM DAVID HOCKNEY, 20. YÜZYILIN EN ETKIN SANATÇILARINDAN BIRI… DOĞUM GÜNÜ ŞEREFINE ONUN BÜYÜLEYICI DÜNYASINA DALIP, KALIFORNIYA DÜŞLERINI YAŞAMAYA VAR MISINIZ? “Bir sanatçının birden çok kıymetli dönemi olmalı… İmzası sayılabilecek birden çok stili de… Ve dahası var... Bu dönemler ve stiller kimi zaman tek bir eserde var olabilmeli…” Bu idealler genç David Hockney’nin henüz Royal College of Art (RCA) birinci sınıf öğrencisiyken, Londra Tate Gallery’de hayat boyu en çok kıymet vereceği meslektaşı Picasso’nun dev sergisini gezerken aldığı ilham sayesinde benimsediği ilkeler olur... Yıl henüz 1960’tır. Görsel algının doğasıyla ilgilenmeye başlayan sanatçı, zaman içinde zaman ve boşluk ikilisinin iki boyutlu dünyada nasıl var olabileceğinin yanıtını aramaya başlayacaktır. Bu arayış yol haritası olacak; onu kısa sürede yaratacağı olağanüstü eserlere götürecektir. Sanat dünyasında Picasso’ya duyulan hayranlığının biraz ötesindedir Hockney’nin ünlü sanatçıya olan düşkünlüğü... Ne de olsa Picasso Kubism’in yaratıcılarındır ve resmin üç boyutlu algılanmasını keşfetmiş dehalardandır. Gerçek ve gerçek olmayanı sorgulayan Hockney algının tasvirini yeniden yazmak ister... ‘Oyun içinde oyun’, ‘görüntünün görüntüsü’, çok katmanlı görseller Hockney’nin sanat dünyasını oluşturur... ‘Oyun içinde Oyun’ isimli eserini 1963 yılında yaratmış izleyiciyi bir eserde birden çok ilüzyonla baş başa bırakmıştır… Hatta kendi değişiyle “Hayat ve sanat arasında bir yerde bırakmıştır…” 1966’ dan 1970’lerin sonlarına kadar yarattığı ikonik Güney Kaliforniya resimlerini yapmadan evvel, hatta

“Portrait of an Artist (Pool with Two Figures) 1972


SANAT 19

“Christopher Isherwood and Don Bachardy” 1968 İtalya'nın Floransa kentinde Rönesansın hamileri Medici'ler döneminde geliştirilmiş bir futbol türü olan 'Calcio Storico'...

“My Parents” 1977

Los Angeles’a hiç ayak basmadan evvel Hockney zihninde bir Los Angeles yaratmıştır. Jhon Rechy’nin “City of Night” romanının üzerinde etkisinin olduğunu söyler. Ancak daha gitmeden şehrin büyüsüne kapılmasının esas sebebi Los Angeles’ta eşcinselliğin özgürce yaşanabileceğini hayal edebilmesi olmuştur. Sadece düşüncesi bile onu heyecanlandırmıştır. 1964’de Ocak ayında Los Angeles’da geçirdiği 48 saatten sonra ilk posta kartını galericisi Kasmin’e gönderir; evlerdeki havuzlar Hockney için kışkırtıcıdır; hatta erotiktir.

Gerçek ve gerçek olmayanı sorgulayan Hockney algının tasvirini yeniden yazmak ister... ‘Oyun içinde oyun’, ‘görüntünün görüntüsü’, çok katmanlı görseller Hockney’nin sanat dünyasını oluşturur...

Sessizliklerin içinde büyük sesler yaratır Hockney… 1967’de yarattığı “Bigger Splash” gibi... Durağanlığın içinde hareket.... Hockney Kaliforniya hayatını, havuzlu ve büyük camlı evleri resmederken transparanlığı fiziken ve ruhen görünen ve görünmeyeni sorgulamaya devam eder. Elbette hakiki hayattan sadece bir andır resmettiği... Betty Freeman, Fred & Marcia Weisman (1968) gibi koleksiyonerlerini evlerinde resmederken evdeki eşyalara, tuvalinde sahnesinde yer

verir. Yine o hayatlardan sadece bir andır resmettiği ... Bugünkü hayatlarımızın sosyal medyaya yansıyan, yansıttığımız anlar gibi… 1982’de her zaman ilgilendiği fotoğrafta yeni bir teknik denemek ister. Birbiri ardına çektiği Polaroid fotoğrafları kolaj tekniğiyle birleştirir. Yeniden görür ki anlar arasında hareketler ve hisler yok olup gidiyor... Bugün dünyanın gözü üzerinde, efsaneleşmiş David Hockney’nin eserleri bilinen bilinmeyen neredeyse tüm özel ve devlet müze koleksiyonlarında özel koleksiyonlarda yer alı-

yor... Victoria & Albert Müzesi’nden, Metropolitan’a, Tate’den, Boston Güzel Sanatlar Müzesi’ne, Tokyo Çağdaş Müzesi’ne... Bu arada yengeç burcu: 9 temmuz doğum günüydü. 82 yaşına bastı… Ama yaşta bir illüzyon; hele ki böylesi bir efsane için! Sen ve eserlerin çok yaşa Hockney!1960’lardaki ideallerini yeniden hatırlayalım: “Bir sanatçının birden çok kıymetli dönemi olmalı… İmzası sayılabilecek stili olmalı...” Bu hedeflere çoktan ulaştın bile... Ama eminim yeni ideallerin ve yeni hedeflerin var...


20 KAPAK SÖYLEŞİSİ

YA S E M İ N S A L İ H

Hayalim Nobel!

SADECE TÜRKIYE’NIN DEĞIL, DÜNYANIN EN BAŞARILI IŞ KADINLARINDAN BIRI O… HERKES ONUN IŞ HAYATINDA GETIRDIĞI YENILIKLER KADAR EĞITIM VE SIVIL TOPLUM ALANINDA YAPTIKLARINI DA TAKIP EDIYOR. GÜLER SABANCI, HAYALLERINI, FIKIRLERINI VE COVID SONRASI YAŞANACAKLARI SADECE HAFTA OKUYUCULARIYLA PAYLAŞTI… S A B A N C I H O L D I N G ’ I N kurucularından Hacı Ömer Sabancı’nın gözbebeğiydi. “Kızım büyüyecek, okuyacak, araba kullanacak, pantolon giyecek, fabrikaya gidecek” diye seviyordu dedesi onu. Hacı Ömer Sabancı’nın en büyük oğlu İhsan Sabancı ile Yüksel Hanım’ın kızı olan Güler Sabancı, tam da dedesinin hayal ettiği gibi bir iş insanı oldu. Mayıs 2004’ten bu yana Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini başarıyla yürüten Güler Sabancı, sadece Türkiye’de değil, dünya çapında da iş hayatına damga vuran isimler arasında yer alıyor bugün. Financial Times onu 2004’te “Avrupa’nın En Güçlü 30 Kadını” listesine sekizinci, 2009’da ise “Dünyanın Zirvesindeki 50 Kadın” listesine beşinci sıradan koyduğunda başarılarıyla daha da dikkat çekti. İş hayatındaki başarı odaklı duruşu, Güler Sabancı’nın öne çıkan özelliği olarak görülürken o, Sabancı Üniversitesi’nin kuruluş yolculuğunu anlattığı “Bir Üniversiteyi Var Ederken” isimli kitabında bambaşka bir yüzünü de gösterdi aynı zamanda. “Sabancı Üniversitesi’nin hikayesi aynı zamanda

benim tekamül hikayem. Üniversitenin bana kattıklarını, öğrettiklerini, beni nasıl değiştirdiğini ve geliştirdiğini de anlattım” diyor kitabına başlarken. Üniversitenin hayatını nasıl değiştirdiğini ise şöyle dile getiriyor: “… 80’ler kendimi kanıtlama, beğendirme, proje yapma ve başarılı olma dönemiydi benim için. Durup da başka yönlere bakacak zamanım yoktu… 1994, ‘Hayatta yapacağım iş bu mu’ diye sorguladığım zaman dilimiydi… Sakıp Amcam çok parlak bir liderdi. Bende uzaklaşma emarelerini gördü. O sırada Sabancı Vakfı’nın mütevelli heyetindeydim. Bana üniversitenin kuruluşuna dair işler vermeye başladı… Sonra bu işler hayatımı o kadar doldurdu ki başka türlü bir hayat düşünemedim…” “Bir Üniversite Var Ederken”, görünenin ötesinde bir Güler Sabancı’yı gözler önüne seriyor. Daha naif, eğitim gönüllüsü, flantropist yanını sıcak hikayelerle anlatıyor kitabında Sabancı… Kitapta olmayan detayları, hayallerini ve COVID-19 döneminin getirdiklerini ise HAFTA okuyucuları için bu röportajda anlattı…


Sabancı Topluluğu Yönetim Kurulu Başkanı ve Sabancı Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı


22 KAPAK SÖYLEŞİSİ

“Bir Üniversite Var Ederken” kitabınızda aynı zamanda Türkiye’nin özel üniversite yolculuğunu da özetliyorsunuz. Bu kitabı yazma fikri nasıl doğdu?

Aslında ben not tutmak, kitap yazmak hevesinde olan biri değildim. Öyle bir hedefim olmamıştı. Kurucu rektörümüz Tosun Bey’in (Prof. Dr. Tosun Terzioğlu) cenazesinden döndüğümüzde, Sabancı Üniversitesi’ni kurarken yaşadıklarımız, o yılların anıları canlandı gözümde. Üniversitemizin kurucu genel sekreteri olan Hüsnü Paçacıoğlu ile dertleşirken, “Çok şeyler yaşadık, mutlaka bu üniversitenin kitabını yazalım” dedim. “Ben yazamam” dedi. Ben de “Sen değil ben yazarım” dedim. Çünkü o anıları unutmadan aktarmak istedim. Elbette yalnız başıma değil, üç kişilik bir ekiple kitabı yayına hazırladık. Tabi ki o dönemde beraber çalıştığım birçok kişiden de katkı aldım. Bu biraz da sizin, ailenizin, Sakıp Bey’in bolca yer aldığı bir kitap. Nasıl tepkiler aldınız?

Evet, kitapta benim kendi kişisel tarihime de girmek gerekti. Çünkü anıları anlatıyorsunuz, Hacı Bey, Sakıp Bey, Tosun Bey’i anıyorsunuz. Bu süreçte neler değişti, ne olaylar yaşandı… Bütün bunları anlattım. İstemeden bu süreçte sanki çok mücadele vermişiz, çok zorluklar yaşamışız gibi bir hikaye çıktı ortaya. Aslında benim mizacım öyle değildir. İşin içinde çalışırken “Ne zorluklar yaşadık” demiyorsunuz. Ama çok emek verilen bir iş “üniversite kurmak”. Çok ciddiye aldık, hatta fazla ciddiye aldığımızı düşünenler oldu. Türkiye’nin üçüncü vakıf üniversitesiydik. Yapılanları

Sabancı Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı, babaannesi ve dedesinin ilk torunu, gözbebeği olarak büyüdüğünü belirtiyor.

tekrarlamayalım, özgünlüğü olsun istedik. İyi bir örnek olsun, fark getirsin istedik. Bu benim kadar Hacı Bey’in, Sakıp Bey’in, Tosun Bey’in de çok arzu ettiği bir temenniydi. Dört yıl süren arama konferanslarından sonra 80’den fazla akademisyenin, tasarım komitelerinin çalıştığı bir süreç yaşadık. Sonuçta ortaya gerçekten fark yaratan bir üniversite çıktı. Bizde bölüm yoktur örneğin, programlar vardır.

Bunun nedeni neydi? Neden klasik bir üniversite yapılanmasına gitmediniz?

Çünkü 21’inci yüzyılın üniversitesi olmak istedik. Bakın, 1995’te bunları düşünüyorsunuz. Birçok alternatifi inceledik bu süreçte. Eğitimden ne bekliyoruz, eğitime nasıl etki etmek istiyoruz sorularının yanıtlarını aradık. Bu, otomatikman bizi, olağanüstü bir dijital altyapı kurmaya sürükledi. Olağanüstü esnek bir üniversite kurduk. Çağdaş ve dünya üniversitesi olsun istedik. Çok akıldan alıp, ortak aklı bulmayı hedefledik. İşte bugün içinde bulunduğumuz yüzyıl, bunun ne kadar gerekli olduğunu gösteriyor bize. Çok güçlü taraflarımızdan biri yaptığımız araştırmalardı. Her konuyu araştırdık, çeşitli senaryolar çıkardık. Bunlardan bazıları tuttu, bazıları tutmadı. Türkiye’de merkezi sınav sistemi var. Her şeye rağmen iyi bir sınav sistemi. Ancak araştırmalar gösterdi ki gençlerin yüzde 50’si girdikleri bölümü değiştirmek istiyor. Bu bize en yüksek yatırımı yaptıran tarafımızdı. Öğrencilerimize, bir buçuk yıl içinde bölümünü seçme şansı veriyoruz. Bu sistem çok tuttu. Peki tutmayan senaryo neydi?

Biz bir kampüs üniversitesi yaptık. O zamanki araştırmalarımız bize şunu göstermişti: Öğrenciler bir ve ikinci yıllarında kampüsteki yurtta kalır, üç ve dörtte ise kendi evlerinde yaşamayı tercih eder. Kampüsteki konaklama düzenini buna göre planladık. Ama tutmadı. Öğrencilerin yüzde 80’den fazlası kampüste kalmak istiyor. Çünkü kampüs hayatını, paylaşmayı, sosyalleşmeyi, imkanları çok sevdiler. Bu ne-


KAPAK 23 SÖYLEŞİSİ

denle de sürekli yurt inşaatı yapıyoruz. Bu eylülde bile yeni, ilave bir yurt açıyoruz.

Pandemi döneminde eğitim online hale geldi. Siz bu dönemi öngörmüş müydünüz?

Sabancı Üniversitesi’ni kurarken ortaya çıkan senaryolar içinde en uç olanı, “Gelecekte üniversitelerde her şey online olacak, kampüse gerek kalmayacak” şeklindeydi. “Bu olmaz” dedik. Kampüs üniversitesi olsun istedik ama bu senaryoyu da bir kenara atmadık. İşte bu bize, Sabancı Üniversitesi’nin bugün alanında ilk online eğitime geçen kuruluş olmasını sağlayacak yatırımları yaptırdı. COVID-19 başladığında, akademisyenlerimizin video yayınlar yapacağı stüdyolarımız hazırdı. Öğrencilerimiz de akademisyenlerimiz de üç aylık online eğitim sürecinden çok memnun kaldı. Sadece akademisyenlerimiz, “Bizim bu konuda kendimizi geliştirmemiz gerekiyor” dediler. Yaz boyunca BAGEM’de (Bireysel ve Akademik Gelişim Merkezi) bu amaçla çalışacaklar.

Sizce yeni normalde üniversite eğitimi nasıl olacak?

COVID birçok şeyi değiştirecek. Eğitimi de değiştirecek. Biz hibrit eğitime hazırız. YÖK de bize yüzde 40’a kadar online eğitim izni veriyor. Türkiye koronavirüs-

ÜST TE SOLDA

"Sakıp amcam, adını taşıyan bir müze olmak üzere Atlı Köşk'ü Sabancı Üniversitesi'ne bağışlarken, bana sembolik bir anahtar vermişti." ÜST TE

Sabancı Ailesi, Süleyman Demirel, Yıldırım Akbulut ve Ali Müfit Gürtuna’ya kampüsü gezdiriyor.

le mücadelenin birinci aşamasından başarıyla çıktı. Şimdi ikinci aşamasındayız. Biz de bu süreci dünya ile birlikte götürüyoruz. Columbia Üniversitesi ile bağlarımız var. Amerika’daki büyük üniversitelerin bu dönemde neler yaptıklarını takip ediyoruz. Haftalık toplantılar düzenliyoruz. Türkiye’nin ilk online mezuniyet törenini

yaptık. Gençler yarı yarıya memnun oldu bu durumdan ama bizim onlara diploma verme sorumluluğumuzu yerine getirmemiz gerekiyordu. Rektörümüzün sözü var onlara, şartlar normale döndüğünde kampüste bir araya geleceğiz. Gelecekte dijital eğitim, önemini daha da artıracak. Biz de bunun için haziranda tamamladığımız Al-


COVID ka Sizin bir de filantropist yanınız, bu alandaki çalışmalarınız var. Yeni normalde sizce sivil toplum hareketi nasıl etkilenecek?

ÜST TE

Sabancı Üniversitesi’nin ilk mütevelli heyeti toplantıda. Oturanlar (soldan) Ömer Saatçioğlu, Can Paker, Hacı Sabancı, Ahmet Aykaç, Halis Komili. Ayaktakiler (soldan) Erbay Fiş, Işık İnselbağ, Tosun Terzioğlu, Güler Sabancı ve Bülent Eczacıbaşı. SAĞDA

Bebek olan görsel: Sabancı Üniversitesi'nin ilk lisansüstü mezuniyet törenini büyük bir heyecanla anlatıyor Güler Sabancı. Kucağında bebeğiyle törene gelen bir mezunla olan kareyi kitabında paylaşıyor.

tunizade yerleşkemizi tamamen dijital eğitim merkezi haline getirdik. Koronavirüsle birlikte mekanları kullanma şeklimiz değişti. Herkes deneme yanılma yöntemiyle ilerliyor aslında. Bu, Amerika’da da böyle. Herkes bir arayış içinde. Bence dünyada hiçbir zaman, tamamen online üniversite ile kampüs üniversitesi mukayese edilemez. Öğrenme sadece dijital olamaz. Bunun için birlikte olunabilecek, etkileşimde bulunulabilecek mekanlara ihtiyaç var. Üniversitenin bugün geldiği noktadan memnun musunuz?

Sakıp Bey’in bir sözü vardı. “Ayşe’ler, Fatma’lar, Ahmetl’er, Mehmet’ler dünya vatandaşı olacak, dünyanın her yerinde işe girebilecek” demişti. Bugün 13 bin mezunumuz var. Bunların yüzde 20’den fazlası dünya vatandaşı olmuş durumda. Dünyanın en iyi kuruluşlarında profesyonel olarak çalışıyor, akademisyen olarak ders veriyorlar. Dünya sıralamasına girmeye başladık. Öğrencilerimiz yurtdışında doktora yapıp, bize akademisyen olarak geri geliyor. Şimdiye kadar 25 mezunumuz Sabancı Üniversitesi’ne geri döndü. Mezunlarımızın yüzde 97’si ilk yılında işe giriyor. Şu anda 222 araştırma projesi yürütülüyor. Nanoteknoloji Merkezimiz’de önemli işler yapılıyor. Prof. Dr. Yusuf Menceloğlu’nun geliştirdiği Covid-19’u üç ay boyunca engelleyebilen dezenfektan “Anti-

mic” bunlardan biri örneğin. Öncü olmak, örnek olmak önemli. Üniversite kuracaklar, kurmak isteyenler de bunlardan feyz alırlar diye düşünüyorum. Peki hayaliniz nedir?

Hayaller olmadan gerçekler olmaz. Bütün bu anlattıklarım çok güzel, dünya sıralamalarına girmek güzel. Ama yurtdışından daha çok öğrenci, daha çok araştırmacı getirebilmek lazım. “Uluslararasılaşma” diyoruz buna. Harvard, MIT, Stanford neden öğrencilerin gitmek istedikleri okullar. Bunu mezunlarımıza sordum. Ne fark var? Eğitimde bir fark olmadığını söylediler. “Çünkü oralarda kapsayıcılık, çeşitlilik daha fazla” dediler. Bir de araştırma tarafı var. Daha fazla etken sonuç içeren araştırmalara imza atmamız gerekiyor. Çok isterim ki bir Nobel Ödülü çıksın bu üniversiteden. Bu olabilir diye düşünüyorum. Madem hayal kuruyoruz. Gençlere çok güveniyorum. Çok parlak gençlerimiz var. Bakın Türkiye olarak bir unicorn çıkardık. O şirkette çalışan mezunlarımız da var. Sabancı Üniversitesi’nde çok güçlü bir girişimcilik ruhu var. Birçok mezunumuz ve mevcut öğrencilerimiz içinde de şirket kuranlar, girişimci olanlar var. Inovent ile biz de onlara destek oluyoruz. Bu da Türkiye’de bir ilktir. Sabancı Üniversitesi’nden de unicornlar, Nobel ödüllü bilim insanları çıksın istiyorum. Buna inanıyorum.

Bu konuda sürekli görüşmelerimiz oluyor, koronavirüsün etkilerini çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla toplantılar yaparak sürekli görüşüyoruz. Bu toplantılarda üzülerek gördük ki, COVID-19 kadınlara iyi gelmiyor. Kadına şiddet son derece arttı. Fransa’da bile bu artış yüzde 30. Bunun yanında istenmeyen gebelikler arttı bu dönemde. Öte yandan engelliler çok olumsuz etkilendiler. Otizm, demans gibi problemlerin bu dönemde arttığı belirtiliyor. Bu da gösteriyor ki, koronavirüse karşı evlere kapanmak çare değil. Uzmanlar “cognitive disabilities-bilişsel engellilik” vakalarının, bireyler kapalı kaldıklarında 5-10 kat arttığını belirtiyorlar. Bu nedenle COVID-19’a, kapanmadan çare bulmamız lazım. Çünkü olayın psikolojik ve sosyolojik boyutu çok tehlikeli. Sabancı Vakfı da online çalışmalarına bu süreçte devam ediyor. Biz özellikle kız çocuklar, engelliler ve gençlere yönelik çalışmalar yürütüyoruz.

Cinsiyet eşitliği konusunda sizce önümüzdeki dönemde nelere dikkat etmek gerekiyor?

Birkaç mesele var. Kız çocukların eğitiminde riskler görülüyor. Bence hepimiz eylülde, kız çocukları yeniden okula dönmüş mü diye takip etmeliyiz. Çünkü koronavirüsün ekonomik etkileri olacak. Belki aileler çocuklarını okula gönderirken erkek çocuktan yana tercih yapacak. Oysa daha yeni yeni bu konuda yol almıştık. Bunu kaybetmememiz lazım. Cinsiyet eşitliğinde Türkiye’nin anlaşmalar, kanunlar, kurallar konusunda hiçbir eksiği yok. Ama uygulamada var. Bu dönemde şiddet gören kadın nereyi arayacak, yaşadığı sorunla nasıl başa çıkacak? Bana göre 18 yaşın altındaki herkes çocuktur, evlenmemesi gerekir. Bu konuda Türkiye’de bir algı değişimi oldu, evet; yine de yeterli değil. Bu konuda daha yapacak çok işimiz, gidecek çok yolumuz var. Sizce bu konuyu toplum yeterince sahipleniyor mu?

Sosyal değişim lazım. Biz Sabancı Vakfı olarak 10 yıl süren bir proje yaptık. Birleşmiş Milletler, İçişleri Bakanlığı ve vakıf olarak biz ortak çalıştık. “Kadın Dos-


KAPAK 25 SÖYLEŞİSİ

adınlara iyi gelmiyor!

tu Kentler” projesinde, altı kent seçtik. Bu kentlerin valileri, belediye başkanları, sivil toplum kuruluşları kısacası özel ve kamudan herkes projeye sahip çıktı. Başarılı olduk ama 10 yıl sürdü. Sosyal değişim, birçok paydaşın bir araya gelip aynı hedefe yürüyebilmesiyle gerçekleşiyor. Her şey dönüyor, dolaşıyor eğitime geliyor. Yeni modellere ihtiyaç var. Her meselede görüyoruz ki kamu, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları birlikte çalışırsa başarı geliyor. Bu bir başarı üçgeni. Bugün üniversite sınavına giren bir Güler Sabancı, nasıl bir eğitim almak isterdi?

Mutlaka multi-disipliner bir eğitim almak isterdim. Psikoloji, “data- analytics” (veri analizi), “conflict resolution” (çatışma çözümü), biraz da nanoteknolojiyi içinde ba-

rındıran bir eğitim isterdim mesela. Bu esneklik önemli. Çünkü bugünün dünyasında sorunlar çok kompleks. Tek bir disiplinle çözülecek sorunlar değil. Bakın COVID-19 örneğinde gördük. Sorun tıbbi gibi görünüyor ama olayın ekonomik boyutu da var, eğitim ve sosyal tarafı da var. “Bir Üniversite Var Ederken” kitabında Sabancı Üniversitesi kurulurken TÜSİAD Başkanlığı şansını kullanmadığınızı anlatmışsınız. Bu bir pişmanlık mı?

Hayır, kesinlikle değil. Bizim çevremizde bana en çok sorulan soru olduğu için kitapta bunu yazdım. Önemli tercihler yapması gerekir insanın kariyerinde. Ben de sahiplendiğim işi çok ciddiye alan biriyim. Başarılı olmak isterim. Büyüklerim de bunu bilirler. O dönemde tercihimi üniversiteden

yana yaptım. İyi ki öyle yapmışım. Son derece başarılı, tatmin duygusu yüksek bir sonuç çıktı ortaya. Ayrıca bugüne kadarki TÜSİAD başkanları da görevlerini son derece başarıyla yerine getirdiler. Cunda da bu tercihlerden biri miydi?

Evet, Cunda harika bir tercih. Oraya en sevdiğim dostlarım için gittim. Ege’nin bütün özelliklerini barındıran bir yer. Gerçi artık kalabalıklaşıyor. COVID’in getirdiği bir değişiklik de bu sanırım. Vaktiyle bir Alman bana, “Siz Türkler ne kadar çok yazlık ev yapmışsınız” demişti. Evet, bu evler yılın büyük bölümü boş duruyordu. Ama bence koronavirüsle birlikte bu durum değişecek. İnsanlar daha kolay, daha küçük hayatları, bahçesi olan evlerde yaşamayı tercih edecekler.


26 FİKİR

Zamanı geldiğinde gitmeyi bilmek GÜLMEK ÖĞRENILIR, AĞLAMAYI ÖĞRETIRLER… GITMEK, GITMEK ÖĞRENILIR. GÖNDERILMEYI ÖĞRETIRLER… HATALAR ISE EV ÖDEVIDIR BU ÖĞRENME SÜRECINDE… BAŞKALARININ ‘HATA’ DEDIĞINE, BEN ‘MALIYET’ DIYORUM; DAHA AZ ÖDEMEK ISTIYORSAN KENDI HATALARINLA YETINME, BAŞKALARININ HATALARINDAN DA ÖĞREN…

B I Z L E R ; YA Ş AYA R A K Ö L Ü M Ü … Ölerek; hayatı ayakta tutuyoruz. Bu söylediğimi bizim Yunus Emre diline dökersek; “Ko ölmek endîşesin ‘âşık ölmez bâkîdür / Ölmek senün nen ola çün cânun İlâhîdür.” Ölmek, “gitmenin” öteki adı… Doğumun “gelmek” olduğu kadar gerçek… Zamanı geldiğinde gelmek, zamanı geldiğinde gitmek, gidebilmek… “Ve hemen gidemedim / Ve artık gidemedim / Ve sonra hiç gidemedim…” Edip Cansever böyle diyor. Gitmesi gereken ne düşünür bilinmez ama kalmaya heveslileri, şiirin devamında uyarmakta gecikmez şair; “Kurtuluş’ta son durakta bir tramvay ölüsü sanki ben; öylece kalakaldım.” Eğer söz konusu ilişkiler ise, genelde, gidenin kaçak, kalanın korkak olduğu yorumuna dek esneyen bir kavramdır; gitmeyi bilmek. Fakat gidilecek yeri değer üretmek üzerinden tanımlarsanız, sistemin yorgunluğuna (entropi) varırsınız. Hele ki her şeyin hızla değiştiği dünyada… Bazıları gitmeyi bilmemeyi, “geriye gitmenin en hızlı yolu” diye tanımlar. Aslında yönetişim de böyle tanımlıyor. Siyasi parti olsun, STK veya şirket; tepe yönetimine gelip bulunduğu yere kazık çakmayı “kurumsal zaaf” diye tarif ediyoruz. Sisteme yeni düşünce ve taze eylemlerin giriş ve çıkışını tıkamak, ölümcül hata sayılıyor. İlişki de böyle değil midir? Kangren

olmuş özel hayatlar gibi; ilişkiden kovulmuşsundur ama farkında değilsindir. Tıpkı kurşun yediğinde koşan ceylan gibi; öldüğünü idrak edene dek koşmak… Ardından yığılıp kalmak… Tecrübe? Bir yere kadar… Fakat nereye kadar? Geçmişte 30 yılda oluşan tecrübeyi, bilişim çağında 3 yılda devşirebiliyorsun. Üstelik tecrübe, dünden öğrenmektir ve yarına dair repertuarı kıttır. Gençleri eğitme? Öğretmenin iyisi, zamanı gelince kendini gereksiz kılandır. Şayet sistemi tek kişiye bağımlı hale getirmişsen, ortada sürdürülebilirlik sorunu var demektir. Koltuğuna güç verenler, zamanı gelince gitmeyi bilenlerdir. Koltuğundan güç alanların gitmeyi bilmesi güçtür zaten. Bu yüzden hayattan gitmeyi bildiren ölüm var koltuktan gitmeyi bildiren yasa var… Peki, ya hatalar? Hatasız kul olmaz… İyi ki de olmaz… Misal benim CV’m, “hatalarım manzumesi” gibidir. Benim “maliyeti yüksek” okulum, aynı hatayı tekrarlamama gayretim ile alabildiğim yol seyri sülükte… Her hata öğreticidir. Başkaları “hata” der; ben “maliyet” derim. Yapılacak o kadar hata var ki başkalarının hatalarından ilham almak, maliyeti düşürebilir. Tüm hatalı alanlarını geride bırakmış bir insanın portresi var elimde… Dr. Wayne W. Dyer’in

DR. ŞE RE F OĞUZ


FİKİR 27

“Hatalı Alanlarımız” adlı kitabının özeti adeta. Tüm hatalı alanlarını geride bırakma niyetinde olanlar için bence el altında bulundurulması gereken hoş bir reçete gibi. Tüm hatalı alanlarını geride bırakmış insanın portresine kısa bir göz atalım; Bu insanlar, hayatın her yönünü severler, şikâyet etmekle veya olayların daha değişik olmasını istemekle zaman kaybetmezler. Bağımsızlıklarına özenirler. Aileye güçlü bir sevgi ve bağlılık duymalarına rağmen ilişkilerinde bağımsız olmaya özen gösterirler. Sevgi anlayışları, sevdiklerine hiç bir değeri zorla kabul ettirmemeyi gerektirir. Onay arama ihtiyaçları yoktur. Övgü ve ödül talep etmezler. Çok açık ve dürüst konuşurlar, çünkü vermek istedikleri mesajları, başkalarını memnun etmek için daha dikkatli sözcüklerin ardına gizlemezler. Gülmeyi ve başkalarını da güldürmeyi iyi bilirler. Kendilerini söylenmeden, yakınmadan kabullenirler. Fiziksel benliklerini sahtelikle gizlemezler. Doğal hayatı takdir ederler. Başkalarına eğlenceli gelmeyen şeylerden zevk alma yetenekleri vardır. Gün batımını izlemek ya da kırlarda küçük bir gezinti yapmak, doğum yapan bir kediyi izlemek, onlar için mükemmel bir şeydir ve şükrederler. Başka insanları çok iyi anlarlar ve asla şaşırıp şok olmazlar.

Gereksiz kavgalarda asla taraf olmazlar. Hastalık hastası değildirler. Dürüsttürler, asla yalan söylemez ve olayları çarpıtmazlar. İnsanlar hakkında konuşmazlar, insanlarla konuşurlar. Titizlik ya da düzenlilik gibi dertleri yoktur, verimli yaşamaya bakarlar. Organizasyon nevrozundan bağımsız oldukları için yaratıcıdırlar. Bu insanların müthiş bir enerjileri vardır. Enerjileri doğaüstü değildir, yalnızca hayatı ve hayattaki aktiviteleri sevmelerinin bir sonucudur. Şiddetli bir merak duygusuna sahiptirler. Hep araştırır, hayatlarının her anını kavramak isterler. Her insan, her varlık ve her olay, daha çok öğrenmek için bir fırsattır onlar için. Başarısız olmaktan korkmazlar, hatta onu sevinçle kabul ederler. Bu insanlar, kendilerine zarar verecek duyguları yok etme ve kendilerine verdikleri değeri arttıracak olanları doya doya yaşama yeteneğine sahiptirler. Bu mutlu insanlar, asla kendilerini savunma ihtiyacı duymazlar. Basitçe “her şey yolunda biz yalnızca farklıyız. Anlaşmak zorunda değiliz” derler. Bir tartışmayı kazanma ve karşısındakini konumunun yanlışlığına ikna etme ihtiyacı duymadan, burada keserler.

Değer yargıları dar değildir. Kendilerini tüm insan ırkının bir parçası görürler. Daha çok düşman öldürmekten sevinç duymazlar. Kahramanları ya da putlaştırdıkları insanlar yoktur. Herkesi insan olarak görür ve hiç kimseyi, kendilerinden önemli konuma getirmezler. Başkalarının yeteneksizliği sebebiyle kazanmak yerine, zaferi kendi çabaları ile elde etmeyi tercih ederler. Komşularının ne yaptığını fark etmezler, zira o sırada var olmakla meşguldürler. En önemlisi bu insanlar, kendilerini severler. Kendilerine acımak, kendilerini reddetmek kendilerine öfkelenmek için zamanları yoktur. Elbette sorunları vardır ama sorunların onları duygusal felce götürmesine izin vermezler. Tökezleyip düştüklerinde, tekrar ayağa kalkar ve sızlanmadan yaşamaya devam ederler. Hatalı alanlardan bağımsız insanlar, mutluluğu kovalamazlar. Sadece yaşarlar ve mutluluk onları bulur. Gerçekten nadir bulunan insanlardır ve onlar için her gün mükemmeldir, her yıl daha da mükemmel şeyler vaat eder onlara… Edip Cansever ile yazıdan gitmeyi bileyim dedim; “Hepimiz kalakaldık / Elimizde tetiği çekilmeyen / Namlusu yönsüz bir tabanca gibi…/ İsteyen, istediği dozda üzerine alınabilir.


28 YAZAR MASALARI

FA R U K Ş Ü Y Ü N

Daha söyleyecek çok sözün var, yaz Ayşe yaz! AYŞE SARISAYIN ÇOK ÖDÜLLÜ BIR YAZAR VE ÇEVIRMEN. TÜRK ŞIIRININ EN ÖNEMLI ISIMLERINDEN BEHÇET NECATIGIL’IN DE KIZI. ANCAK, KAN BAĞINDAN FAZLA BIR ILIŞKISI VAR ŞIIRLE. ÇOĞU ÖYKÜSÜ DIZELERLE BAŞLIYOR, IÇLERINDE DE ŞIIRLER GEÇIYOR. SARISAYIN’IN BU YAPITLARINI KALEME ALDIĞI YAZI MASASINA KONUK OLUYORUZ BU HAFTA.

Ayşe Sa


YAZAR 29 MASALARI

arısayın


30 YAZAR MASALARI

Sizinle yaptığım bir söyleşide “çocukluğumdan bu yana hep günlük tuttum, arkadaşlarımla yazıştım, aynı evin içinde oğlumla, eşimle yazıştığımız zamanlar oldu. Yani yazıyla kendimi hep daha iyi ifade edebildiğime inandım” demiştiniz. Yazmak için de bir masa lâzım. Gördüğümüz mütevazı görünüşlü antika bir masa. Yaşı halinden okunuyor, hikâyesini öğrenebilir miyiz?

Yazmaya başladığım ilk yıllarda, 2000’lerde çalışma odam yoktu. Salonda bir köşeye çok küçük bir masayı ancak sığdırabilmiştik. Antikacıdan aldığımız eski bir masaydı. Bu gördüğünüzün yarısı kadardı; üzerine dizüstü bilgisayarla bir kahve fincanı güçlükle sığabiliyordu. Birkaç yıl o masada çalıştım. Oğlum evden ayrıldıktan sonra yeni düzenlemeler yaptık, bir çalışma odam oldu. Küçük masamı çok sevmeme rağmen değiştirme zamanı gelmişti artık. Bu masa eşim Hüseyin’in hediyesi, yine bir antikacıdan almış, alışkanlıklarıma çok bağlı olduğumu bildiğinden, eskisine benzer bir masa bulmak için epeyce de uğraşmış. Yazıyla bu kadar iyi ilişkiniz olunca kalemler de önem kazanıyor doğal olarak. Masanız kalem dolu. Nasıl yazıyorsunuz?

Önce not alıyorum. Zaman zaman doğrudan bilgisayarda yazdığım da oluyor, ama genelde not alarak çalışıyorum. O notlar için kullanıyorum bu kalemleri. Kurşun kalemi, ince uçlu olanları tercih ediyorum. Renkli kalemleri de çok seviyorum. Unutmamam gereken yerleri işaretlemekte kullanıyorum onları. Belki biraz da yazının siyah-beyaz atmosferini renklendirme isteği… Öyleyse onları kullandığınız defterlerinizi konuşabiliriz…

Çalıştığım bir kitaba ilişkin tüm notlar, aynı defterde oluyor genellikle. Bir defteri bitirmeden diğerine geçmiyorum. Bu arada telefonda konuşurken aldığım notları, ev için gerekli alışveriş malzemelerini ya da yapılacak işleri de o sıralar kullandığım deftere yazıyorum.

Mavi defter de bunlardan biri. Behçet Necatigil’e ilişkin birkaç çalışma var o defterde. Dost Meclislerinde Kasideler kitabında yer alan metinlerin taslakları, babamın üniversite yıllarına dair notlar, araştırılması gereken konular. Bir de son çocuk romanım Martılarımın Adları Tahir ile Zühre’nin ön çalışmaları orada. Kırmızı olan?

Defter kullandığımı bilen yakınlarım sık sık güzel defterler hediye ediyorlar bana. Kırmızı olan, ablamın hayat arkadaşı, yakınlarda kaybettiğimiz S. Hasan Diker’in Haziran 2014’te hediye ettiği defter. İçine bir not yazmış: “Daha söyleyecek çok sözün var, yaz Ayşe yaz!” diye. Geçenlerde odayı toplarken elime geçti; Selim İleri’nin 50. yılı için hazırladığımız kitabın (O Aşk Dinmedi) taslak çalışmaları var burada, ama yarıdan çoğu boş kalmış. Tekrar çıkardım, masamda durduğu sürece Hasan’ın sözlerini hatırlıyorum. Yol nereye götürür, defter ne zaman dolar, ben de bilmiyorum henüz. Defterleri yarım bırakmayı sevmiyorum. Baba evinden gelen bir alışkanlık olsa

gerek. Bizim evde kâğıtlar asla boş bırakılmazdı. Babam, öğrencilerin yazılı yoklama kâğıtlarının arkalarını şiir müsveddeleri için kullanırdı. Okul defterlerimizde ders yılı sonunda boş sayfalar kalmışsa, onları da değerlendirirdi mutlaka. O yıllardan kalma bir alışkanlığın yanı sıra doğayı da koruma çabasıyla kâğıtları mümkün olduğunca ziyan etmemeye çalışıyorum. Kalemliklerin yanında olan yuvarlak, ahşap obje?

Onun ne olduğunu ben de bilmiyorum, dedemin (babamın babasının) evinden yadigâr, çok eski bir obje. Üzerinde minnacık porselen bir kulp var, çevrildiğinde küçük bir kapak açılıyor. Ne amaçla kullanılıyordu, ne işe yarıyordu, hiç bilmiyorum ama içinde kelimelerin tutsak olduğunu, kulbu çevirince


YAZAR 31 MASALARI

Önce not alıyorum. Zaman zaman doğrudan bilgisayarda yazdığım da oluyor, ama genelde not alarak çalışıyorum. —AYŞ E SA R I SAY I N

merdiveni inip çıkmak zorlamaya başladı. Bir çalışmanın son aşamasına gelip tamamen kapanmam gerektiğinde kullanıyorum daha çok. Masa cilalanmamış, yaşanmışlığı hissediliyor. Özellikle mi böyle?

hayata, öğleye kadar da epey filtre kahve içiyorum. Arada da bir Türk kahvesi. Öğlen saatlerinde kahveyi kesiyorum, çünkü 4-5 fincan içmiş oluyorum.

özgürlüklerine kavuştuklarını hayal etmek hoşuma gidiyor. Cam ağırlığın yanındaki hazine sandığı peki?

Hazine sandığının içinde hazine yok ne yazık ki! Silgi, ataşlar, küçük raptiyeler, kıvır zıvır var. Yazıya destek malzemeler. O da eskice bir şey. Post-it’lerin bulunduğu bir cam kap, yanında yine post-it’ler?

Defterde bir yere sonradan dönüp bakmam gerekiyorsa, post-it koyuyorum, yani ayraç gibi kullanıyorum post-it’leri. Not almak için de tabii… Kahve, olmazsa olmazınız mı?

Sabahları kahve ile başlıyorum güne ve

Mavi bardağın içindeki fotoğraf?

O bir kitap ayracı. Üzerinde oğlumla gelinimin resmi var. Sabun, doğal kozmetik malzemeleri üretiyorlar, bir yandan da müzik yapıyorlar. Bir atölye çalışmaları olmuştu, düzenleyenler fotoğraflarını kullanarak bu kitap ayracını yaptırmış, bir tanesine de ben el koydum. Bodrum’da yaşadıkları için pek sık görüşemiyoruz, ayraç önümde durdukça çocuklarımla özlem gideriyorum. Dizüstü bilgisayar mı kullanıyorsunuz?

Neredeyse 20 yıldır. Adadaki ev ile şehir arasında çok sık gidip geldiğim için pratik oluyor. Adada çalışma masanız var mı?

Var, hatta hayli büyükçe bir masa, ama yıllar içinde o masayı daha az kullanır oldum. Çalışma mekânı evden ayrı bir birim, dört kat

O yaşanmışlığı görmek hoşuma gidiyor, iyi geliyor bana. Beşiktaş’tan buraya taşındığımızda evde tadilat işleri yapan ustalar bu masayı da cilalamaya kalkıştılar ama son anda ellerinden kurtarmayı başardım. Yemek masası pırıl pırıl olabilir de çalışma masası eski yüzlü olmalı bence… Çocukluğumuzda ablamla ortak kullandığımız uyduruk bir masamız vardı. Ders çalışırken, muhabbet ederken sürekli üzerine bir şeyler yazardık. Çok eskiyince mecburen atıldı. O zamanlar bugünün imkânları yoktu tabii, cep telefonu şu bu… Keşke elden çıkarmadan önce o masanın bir fotoğrafını çekebilseydik diye düşünürüm bazen, ikimizin de çocukluğu ve gençliği vardı üzerinde. Matematik formüllerinden ilk aşk acılarına kadar… Geçmişi önemsiyorum, bugünü daha doğru değerlendirebilmek için geçmişten bakmamız gerektiğine inanıyorum. Geçmişi yok sayarak yaşayamayız, yaşamamalıyız. Edebiyatta, siyasette, toplumsal yaşamda, insan ilişkilerinde, yani her alanda geçmişi hatırlamak, unutmamak çok önemli. Bilinçli olmasa da bu duygunun eşyalara, masalara da yansımasını istiyorum belki... Masaya, odaya bakıyorum da her şey çok tertipli, düzenli… Geçmişte katı bir Alman disiplini, öncesinde de baba evindeki müthiş düzen! Çalışma odaları sanki yazarların kurtarılmış bölgeleri…

Evet, düzenliyim, çünkü karışıklık beni çok yoruyor. Mutfakta da öyleyim, masamda çalışırken de. Gerektiğinde onlarca dosyanın ya da kitabın aynı anda karmakarışık bir halde ortalığa saçıldığı durumlar da oluyor elbette ama işim biter bitmez hepsini toplayıp yerlerine kaldırıyorum. Ortam dağınık olunca, duygusal olarak ben de dağılıyorum sanırım. Çalışma odam benim özgürlük alanım, o yüzden kendimi iyi hissettiğim düzeni korumaya çalışıyorum.


32 SAĞLIK

Melisa çayı bizi kurtarabilir mi? SON DÖNEMIN SAĞLIK TRENDI: FONKSIYONEL TIP BÖLÜMLERINE ILGI GÜNDEN GÜNE ARTIYOR. TÜRKIYE’DE DE HASTANELER ARKA ARKAYA FONKSIYONEL TIP BÖLÜMLERI AÇIYORLAR. PEKI NE YAPILIYOR BU BÖLÜMLERDE? KIMLER BAŞVURUYOR? NEDEN KORONA DÖNEMINDE BURALARA ILGI ARTTI? AMERIKAN HASTANESI’NIN YENI DEVREYE ALDIĞI FONKSIYONEL TIP MERKEZI’NIN SORUMLUSU DR. İREM ERGÜN YANITLADI. YA S E M İ N S A L İ H

“Koronavirüsün meşhur ettikleri” diye bir liste çıkarsak, moda tabiriyle duble yol olur. Ancak zirvedeki isim tartışmasız “bağışıklık”. Gündemimize koronavirüsle girdi ama aslında tüm dünyada sağlık sistemlerinin uzun süredir gündemindeki bir mesele bağışıklık sistemi. Son dönemde özelikle Amerika’da bağışıklık sistemini güçlendirmeye yönelik hizmet ve ürünlerin pazarı hızla büyüyor. Üstelik kamu yatırımlarında gittikçe yukarılara tırmanan “koruyucu sağlık” kavramının hedefinde de bağışıklık sistemi var. Çünkü sağlık harcamalarında bağışıklığa bağlı hastalıkların maliyeti her yıl artıyor. Bunlara tıp dünyası, “inflomatuar hastalıklar” diyor. Dünya Ekonomik Forumu’nun raporuna göre 2030 yılına kadar kronik inflamatuar hastalıkların dünyaya maliyeti 47 trilyon dolara ulaşacak. Bu müthiş bütçenin aşağı çekilmesi için tüm ülkelerde kamu-özel sektör işbirliklerinin arttığı bir dönemde ortaya çıktı koronavirüs. Ve dünyaya meselenin çözümü için çok daha sıkı hareket edilmesi gerektiğini biraz acı bir şekilde anlattı. Son 10 yıldır adını daha fazla duymaya başladığımız fonksiyonel tıbbın hedefinde de bağışıklık sistemini güçlendirmek var. İşin merkezi, fonksiyonel tıbbı müfredatına

daha erken alan Amerika. Çeşitli üniversiteler ve enstitülerin fonksiyonel tıp bölümlerine başvurup bu alanda uzmanlaşan hekimlerin sayısı giderek artıyor. Türkiye’de de hastaneler arka arkaya fonksiyonel tıp bölümleri açıyorlar. Peki ne yapılıyor bu bölümlerde? Kimler başvuruyor? Neden korona döneminde buralara ilgi arttı? İşte tüm bu soruları, Amerikan Hastanesi’nin yeni devreye aldığı Fonksiyonel Tıp Merkezi’nin sorumlusu Dr. İrem Ergün yanıtladı. Tıp eğitiminin ardından işletme doktorası yaparak uzun süre hastanelerde yöneticilik yapan Ergün’ü fonksiyonel tıbba, aslında yaşadığı sağlık sorunları yönlendirmiş. “Sürekli ağrılarım oluyordu. Yakınlarım, arkadaşlarım benimle buluşacakları zaman yanlarına ağrı kesici başta olmak üzere çeşitli ilaçlar alıyorlardı. Çünkü mutlaka hastalanıyordum” diye anlatıyor yaşadıklarını. Sorunlarına çare ararken 2016’da fonksiyonel tıpla tanışan Ergün, Amerika’daki Fonksiyonel Tıp Enstitüsü’nde eğitimini tamamlayarak dünya çapında bu kurumdan uzmanlık belgesi alan bin 300 doktor arasına girmiş bir isim. Uzman Dr. İrem Ergün, HAFTA okurları için fonksiyonel tıbbın şifrelerini anlattı…


SAĞLIK 33

NE FARKI VAR? Fonksiyonel tıbbın geleneksel tıptan en büyük farkı, bütün hastalıkların kökenindeki nedeni çözmeye çalışması. Tüm süreci kişiye özel verileri dikkate alarak yürütmesi. Genel tıp kurallarına değil, kişinin hikayesine yoğunlaşması. Örneğin bir diyabet hastasında, insülin direncine neden olan ana kökeni bulmak, herkes için farklı olabilir. Bu nedenle tedavi de kişiye özel olmalı.

NEDEN KİŞİYE ÖZEL? Herkesin metabolizma yapısı, biyolojik özellikleri, çevresel etkilere verdiği tepki, genetik yapısı, beslenme modeli, uyku kalitesi, stresten etkilenme şekli farklı. Yaşam şekliniz bile hastalığınızın nedenini oluşturabilir. Fonksiyonel tıbba göre nedenler de size özel, tedavi de…

GENLER Mİ DAHA ETKİLİ YAŞAM ŞEKLİ Mİ?

KAZANILMIŞ BAĞIŞIKLIĞIN ŞİFRELERİ • Doğumdan gelen bağışıklık toleranslı, yapıcıdır, içeriden regüle olur. Biz de öyle olmalıyız. İçimize bakmalı, başta vücudumuz olmak üzere hayatımızdakilere karşı toleranslı yaklaşmalıyız. Tüm bunlar ve yapıcı yaklaşım, stres yönetimini kontrol altına alır. Stres, bağışıklığın düşmanıdır. • Doğanın gücünden yararlanmalıyız. Bunun için klasik D, C ve çinko takviyelerini öneriyorum. Kurkumin (zerdeçal) çok önemli bir zenginlik ve biz Türkiye’de şanslıyız. Yine meyan kökü (yüksek tansiyonu olanlar dikkat etmeli), tahin, kekik

(hem çayı hem de suyu), ısırgan otu, astragalus, kuersetin içerikli ürünleri kişisel tıbbi geçmişinize bakarak kullanmak bağışıklığı güçlendiren etkenler olarak tüm dünyada kabul ediliyor. • Uyku çok önemli. Bağışıklık sistemi, uykuyla yenileniyor ve güçleniyor. Vücudun uykusuzluğu tolere etmesi bir yere kadardır. • Fiziksel aktivite olmadan güçlü bağışıklıktan söz edilemez. Aktif olmak, enerji üretimini de artırır, beyin faaliyetleri dahil olmak üzere vücudumuzda hemen her şeyi güçlendirir.

Kesinlikle yaşam şekli, genlerden gelen etkenleri iyileştirebilir, yönetilir hale getirebilir. Bize, yetersiz genleri nasıl mutasyona uğratabileceğimiz öğretildi. Annenizden aldığınız geni, yaşam şeklinizi düzenleyerek mutasyona uğratabiliyorsunuz. Biz, fonksiyonel tıpla, kalıtsal yollarla gelen riskleri önceden biliyor, hastanın yaşam şeklini buna göre şekillendiriyoruz.

FONKSİYONEL TIP EN ÇOK NEYLE İLGİLENİYOR? Kronik hastalıklarla. Koronavirüs döneminde kronik hastalıkların önemi daha da arttı.

GELENEKSEL TIPÇI KANAT OLAYA NASIL BAKIYOR? Fonksiyonel tıp, halen dünyada da çok az biliniyor. ABD’de bilimsel çalışmaların sonlanması 25-30 yıl sürdü. Aslında geleneksel tıp hekimlerinin yarıdan fazlası, fonksiyonel tıbba temkinli bakıyor. Çünkü suistimal edilme ihtimali var ne yazık ki… Hala bilimsel çalışmalar yeterli bulunmuyor. Oysa geleneksel tıptan ayrı bir fonksiyonel tıp düşünülemez. Yani iki disiplinin ekip olarak çalışması başarıyı getiriyor. Doktorunuzun verdiği ilaçları bırakmıyorsunuz ama fonksiyonel tıpla tozu, süresi azalabiliyor. Benim seanslarım 4 saat sürüyor. Çünkü biz, hastalık oluşmadan önlemeye çalışıyoruz. Son dönemde geleneksel tıp doktorları bize hasta yönlendirmeye başladı. Aslında buna bütüncül sağlık diyenler de var son dönemde...

HASTALIĞI NASIL ÖNLÜYORUZ? Bu çok disiplinli bir yaklaşım. İçinde meditasyon da var beslenme de, genler de var uyku ve yoga da. Bağışıklık sistemi duygularla bire bir ilişkili. Geçtiğimiz haftalarda konuyla ilgili IFM’in konuyla ilgili global online kongresi yapıldı. Koronavirüs damga vurdu elbette. “Güçlü olan ayakta kalıyor” denilerek bağışıklık sistemine dikkat çekildi. Bağışıklık iki türlüdür: Doğumdan gelen ve kazanılmış bağışıklık. Biz ikisine de yoğunlaşıyoruz. Kazanılmış bağışıklığı güçlendirecek yöntemleri, doğumdan gelen özellikleri dikkate alarak belirliyoruz.


İspanya’nın en güzeli YAZA YAKIŞAN BIR TAT: BIR İSPANYOL KLASIĞI, PAELLA! PEKI, TARIHI ORTAÇAĞ’A DAYANAN BU YEMEĞI YAPMAK ZOR MU? AKSINE, ŞEF İSMET SAZ’IN PRATIK TARIFIYLE SON DERECE KOLAY! FA RUK ŞÜYÜN

Şef İsmet Saz

Deniz mahsullü paella

34 AĞIZ TADI


Malzemeler (4 kişilik) • • • • • • • • • • • • • • • •

1 adet kuru soğan 3 diş sarımsak 2 adet orta boy domates 80 gr zeytinyağı 100 gr jumbo karides 150 gr iç midye 150 gr temizlenmiş kalamar 2 adet baby ahtapot 100 gr bezelye 120 gr kırmızı şarap 1 gram safran (ya da aspir) 300 gr baldo pirinç 600 gr sebze suyu (ya da tavuk suyu) 10 gr tuz 4 gr taze çekilmiş tane karabiber 1/4 demet maydanoz

Hazırlanışı Kuru soğanları küçük küpler halinde kesiniz. Sarımsakları incecik kıyınız. Kabukları soyulmuş domatesleri küçük küpler halinde kesin.Tüm deniz ürünlerini dikkatli bir şekilde ayıkladıktan sonra bol suda yıkayın. Sebze ya da tavuk suyunu kısık ateşte tutun. Zeytinyağının yarısını kalın ve geniş tabanlı bir tavada kızdırın. Kuru soğan ve sarımsakları zeytinyağında pişirin. Baldo pirinçleri bol suda yıkayıp suyunu süzdükten sonra tavaya alın. Küp şeklinde doğranmış domatesleri de katıp arada karıştırarak pirinçleri kavurun. Kırmızı şarap ve safranı katıp yüksek ateşte çektirin. Sıcak sebze suyunun yarısını ekleyip kısık ateşte, tuz ve taze çekilmiş tane karabiber ilavesiyle kapağı kapalı tencerede pişmeye bırakın. Ayrı bir tavada kalan zeytinyağını kızdırdıktan sonra tüm deniz ürünlerini sırasıyla katıp kısa bir süre yüksek ateşte soteleyin. Pilav tenceresine aldığınız deniz ürünlerinin üzerine bezelye ve kalan sebze suyunu ekleyin. Tüm malzemeyi kısık ateşte suyunu çekene kadar bir arada pişirin. Suyunu çekip demini alan deniz mahsullü paella’yı incecik kıyılmış maydanozla sıcak olarak servis yapın.


36 SPOR

Herkes oğlunu Messi sanıyor

CE YHUN KUBURLU

EN BABA ISYAN: CENGIZ ÜNDER VE ÇAĞLAR SOYÜNCÜ GIBI ULUSLARARASI FUTBOL YILDIZLARI YETIŞTIREN VE ALTYAPIYA DAYALI BIR FELSEFEYLE TFF 1. LIG’DE MÜCADELE EDEN ALTINORDU KULÜBÜ BAŞKANI SEYIT MEHMET ÖZKAN, TAKIMDAKI FUTBOLCULARIN BABALARINA ISYAN ETTI. “BU ÇOCUKLARA EN BÜYÜK ZARARI BABALARI VERIYOR” DIYEN ÖZKAN, BU IŞTE EN ÖNEMLI KONUNUN SABIR OLDUĞUNUN DA ALTINI ÇIZDI. Seyit Mehmet Özkan

damga vuran bir isim Seyit Mehmet Özkan. “Ben yabancı futbolcu oynatmayacağım. Bu ülkenin çocuklarına güveniyorum” diyerek yola çıktı ve futbol akademisine her yıl 12 milyon lira yatırım yapıyor. Ancak Türkiye’de ne zaman transfer dönemi gelse Altınordu’lu futbolcuların adı birçok kulüple anılmaya başlanıyor. Hem de etik kurallar hiçe sayılarak. Altınordu Başkanı Seyit Mehmet Özkan artık bu duruma isyan ederek, “Ben artık kulüplere ve menajerlere kızmıyoruz. Ben bu çocukların babalarına kızıyorum. Herkes oğlunu Messi sanıyor. Biz bu çocukları 12 yaşında alıp büyük yatırımlar yapıyoruz. Yeme-içmesinden tutun da okul masraflarına kadar yurtdışı gezilerine kadar biz karşılıyoruz. Ama çocuğu 17 yaşına gelen ‘Oğlum A Takım’da oynamayacaksa biz kulüp bakalım’ diyor. Bu sistem böyle yürümez” dedi. TÜRK FUTBOL ENDÜSTRISINE

Cengiz Ünder

Çağlar Söyüncü

ELİMİZDEN GELENİ YAPIYORUZ

Özellikle transfer döneminde Altınordu’daki oyuncuları hedefine alan kulüplerin aileler üzerinden etik davranışlarda bulunmadıklarını anlatan Mehmet Özkan, “Menajerlere kızmıyorum artık. Onlar işini yapıyor. Ama futbolcuların babalarını anlayamıyo-


TFF KARARINI VERDİ, YABANCI KURALI TARTIŞMASI SON BULDU Yeni sezonda kulüpler buna göre 14 yabancı futbolcu alabilecek. Takımlar ilk 11’de ise maksimum 8 yabancı futbolcu oynatabilecek. Bir sonraki sezon ise takımlar 14 yabancının 7’sini ilk 11’de oynatabilecek. Süper Lig kulüpleri 2020-2021 sezonunda en fazla 14 yabancı uyruklu futbolcu ile sözleşme yapabilecek, 14 futbolcu ile sözleşme yapılması halinde bu futbolculardan en az 1 tanesi 01.01.1996 ve daha sonraki tarihlerde doğmuş olabilecek ve bu futbolculardan sadece 8 tanesi müsabakaya devam eden kadroda aynı anda sahada yer alabilecektir.

rum. Artık yeter” diyerek şöyle devam etti: “Çocuk 12 yaşındayken babalar, ‘Mehmet Bey Cennetten yerinizi ayırdınız.’ 15 yaşına gelince babalar, ‘Sizin gibi insanları Allah başımızdan eksik etmesin.’ 17 yaşına gelince babalar, ‘A takımda oynamayacaksa çocuğumu alayım’ diyor. Bu iş böyle sürmez. Bu çocuklara en büyük zararı

2020-2021 sezonunda 21 kişilik müsabaka isim listesinde alt yapıdan yetişmiş 01.01.1998 ve daha sonra doğmuş bir futbolcu bulundurulması zorunlu olacaktır. Süper Lig kulüpleri, 2021-2022 sezonunda en fazla 12 yabancı uyruklu futbolcu ile sözleşme yapabilecek, 12 futbolcu ile sözleşme yapılması halinde bu futbolculardan en az 1 tanesi 01.01.1998 ve daha sonraki tarihlerde doğmuş olabilecek ve bu futbolculardan sadece 7 tanesi müsabakaya devam eden kadroda aynı anda sahada yer alabilecektir. 2021-2022 sezonunda ilk 11’de alt yapıdan yetişmiş 01.01.2000 ve

babalar veriyor. Ben akademiye her yıl 12 milyon lira harcıyorum. Bugün hiçbir büyük kulüp bu yatırımı yapmıyor. Ben çocukların alması gereken besin değerlerini bile hesaplıyorum. Ama günün sonunda kimse bunları görmüyor. Nerede kaldı vefa. Bize ne oldu böyle. Biz böyle bir toplum değiliz. Babalar bu çocuklara zarar verme-

daha sonra doğmuş bir futbolcu bulundurulması zorunlu olacaktır. Süper Lig kulüpleri, 2022-2023 sezonunda en fazla 10 yabancı uyruklu futbolcu ile sözleşme yapabilecek, 10 futbolcu ile sözleşme yapılması halinde bu futbolculardan en az 1 tanesi 01.01.2000 ve daha sonraki tarihlerde doğmuş olabilecek ve bu futbolculardan sadece 6 tanesi müsabakaya devam eden kadroda aynı anda sahada yer alabilecektir. 2022-2023 sezonunda ilk 11’de alt yapıdan yetişmiş 01.01.2002 ve daha sonra doğmuş iki futbolcu bulundurulması zorunlu olacaktı.

yin. Tek hedefim iyi, ahlaklı ve vicdanlı sporcular yetiştirmek. Ülkeme katkı yapmak.” İHRACATA KATKI YAPIYORUZ

Altınordu’daki çocukların yurtdışında birçok kampa ve turnuvaya katıldığını da anlatan Seyit Mehmet Özkan, şöyle devam etti: “Bu çocuklar

çok küçük yaşta iletişim becerilerini geliştiriyor. Burada psikoloğundan tutun da yabancı diline kadar birçok konuda destek veriyoruz. Bu çocukları yurtdışında birçok turnuvaya götürüyoruz. Avrupa’da genç futbolcuların nasıl yetiştiğini yakından görsünler istiyoruz. Profesyonel imza atmalarını sağlıyoruz. Ben bu işe yatırım yaparken bir hedefim vardı. Bunu İspanyol Athletic Bilbao takımı yaptı. Türkiye’de kimse bu iş için elini taşın altına koymadı. Bugün birçok altyapımızdan yetişen çocuk Avrupa’nın dev takımlarında oynuyor. Ülkenin ihracatına katkı yapıyoruz. Tüm örnekler önümüzde duruyor. Ancak aileleri anlamak gerçekten zor.”


NASIL BİR EKONOMİ

YÖNETIM KURULU BAŞKANI HAKAN GÜLDAĞ  GENEL KOORDINATÖR VAHAP MUNYAR  GENEL YAYIN KOORDINATÖRÜ TALIP AKTAŞ GENEL YAYIN YÖNETMENI ÖMER TÜRKDÖNMEZ  KOORDINATÖR DIDEM ERYAR ÜNLÜ  SORUMLU YAZIIŞLERI MÜDÜRÜ HANDAN SEMA CEYLAN

MEDYA HABER BASIN A.Ş

HAFTA YAYIN YÖNETMENI ASLI BARIŞ  GÖRSEL YÖNETMEN MURAT KASPAR YAZI KURULU FARUK ŞÜYÜN, YASEMIN SALIH, DİDEM ERYAR ÜNLÜ, SELENAY YAĞCI KATKIDA BULUNANLAR BAŞAK DİZER TATLITUĞ, MAYA PORTAKAL BİTARGİL, İPEK YEZDANİ, CEYHUN KUBURLU, AHMET CAN, SELIN

BOZKURT, SIRMA

ADRES: Rüzgarlıbahçe Mahallesi, Cumhuriyet Cad. Gülsan Plaza No:22 Kavacık 34805 Beykoz/İstanbul

H A F TA N I N Ü R Ü N Ü

Bir telefonla kapınızda… APPLE VE BMW’DEN HARIKA BIR IŞBIRLIĞI: IOS 14 GÜNCELLEMESI ILE BIRLIKTE IPHONE’LAR DIJITAL OTOMOBIL ANAHTARLARINA DÖNÜŞÜYOR. A H M E T C A N

Y

Y E N I B M W 5 S E R I S I I L E U Y U M L U olan bu özellik kullanıcıların otomobillerini anahtar yerine iPhone’la açmasına imkan tanıyor. CarKey olarak adlandırılan bu özellik NFC teknolojisinden yararlanıyor. Kullanıcılar iPhone’larını yeni BMW Serisi’nin kapısına yaklaştırdığında kapılar otomatik olarak açabiliyor. Yüz tanıma veya parmak izini açtıktan sonra kullanıma hazır hale gelen bu özellik aynı zamanda kullanıcıların biyometrik tarama yapmadan da kapılarını açmaya yardımcı oluyor. CarKey adı verilen özellik aynı zamanda otomobili çalıştırmaya da olanak sağlıyor. Yani efsanevi “Kara Şimşek” dizisinde olduğu gibi, bir nevi arabanızla konuşarak anlaşabiliyorsunuz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.