İÇİMDEKİLER Orası Bir Şarkı Değildir Can Sırkıntı Hafızam Lanetimdir Hatice Gülas Dün Rüyamda Bir Kadın Gördüm Yoksa Önceki Gün Müydü? Utkucan Yazıcı Diana’nın Düşüşü Furkan Koca Söz Birliği Demet Genç Memleketimin Kırlangıçları Şevval Şirin Rekünans Bağıntısı Yunus Hamurcu Şiir Okur Süpermen Hamuş Melike Süpürge Saçlı Adamın Kızı Can Yalçın Toprağından Koparılmış Bir Çınarın Öyküsü: Cemal Süreya Zeynep Çalıcı
Genel Yayın Yönetmeni Uğur Ergün Editörler Büşra Madenci Can Yalçın Furkan Dölek Müntekim Gıcırhanım Redaktör Yasemin Üşümüş Kapak Resmi Fatma Erkuş Fotoğraflar Şevval Şirin İç Çizimler Asya Çabuk Ayşegül Aydemir Beril Doğulu Sosyal Medya Buse Güzel Yunus Hamurcu ISRARLA TAKİP EDİN! instagram @eksi21dergi twitter @eksi21dergi iletişim eksi21dergi@gmail.com
orası bir şarkı değildir gökyüzü kozmik bir tabut gibi kapanmıştır üzerimize uykumu bir kerpeten sakinliğiyle söküp alan yağmur kulak memelerine saklanmıştır -buna inanman gerekmezgüneşi kurumuş bir gezegenim yalınayak yalpalıyorum ne zamandır karanlıkta bana artık yaz geceleri nasıl sakindir sorma is tüküren trenleri ve bacaklarının sabahı beklerken nasıl titrediğini çoktan unuttum sıtma nöbetlerini ve seğiren florasanları da bu, adını bilmediğim sokak bana, sabaha karşı bir ezan sesi ürpertisinden başka ne getirdi ama şimdi biliyorum ki beni çırılçıplak bir sahil uykusundan başka hiçbir şey ayıltamaz bu kadar yorulduktan sonra adımın kazındığı kirli korsan kamarasından denizi son kez koklamaya bir yemin gibi uzanıyorum av beni yormuş olsa da ayak izlerim, tabelalanmış bir nehri bir daha dönülecek son yer yaptı edepsiz planlarına çiçek kopartan insanların sabah düşleri kadar varım artık kelimeleri el yordamıyla seçiyor olsam da çalakalem bir rapor değildir yazdıklarım bu yüzden bolca tütün ve bir de şarap şişesi saklıyorum paltomda -pencereni bir dahaki sefere bu kadar sıkı kapatma-
son falsoma kalkışırken elim hâlâ ceplerimde bundan yakayı sıyırırsam yabani çiçeklere ve boş metrolara borçlu kalacağım gittiğimi unuttuğun şehirleri saymazsak buraya uğrayışım beni alelade bir yanak kızarmasından ateşten yataklara düşmeye kadar yani bıçaklanmış bir ağacın dallarını son kez savurması yahut batmakta olan bir geminin yelkenine hâlâ rüzgâr doluyor olması kadar tanımsız bırakmıştır kulak kabarttığım konuşmalarda patlak veren ölü haberleri -çocukluk arkadaşlarım kadar ölüarkama dönüp baktığımda uyuyakaldığımız hurda arabanın küle ve ilk öpüşmelere bulanmış koltukları güneşin, ağır yaralı bir asker gibi kanayarak sürünüşü ufkun ardına… şimdi başımı nereye çevirsem orası bir şarkı değildir.
Can Sırkıntı
Hafızam Lanetimdir “Hafızam lanetimdir.” Bu cümleyi sırtımda taşıyarak kalkıyorum yine yattığım sedirden. Bana göre uzun; insanlığa göre kısa bir zaman önce, sonraki zamanlarda beni en çok üzecek bir tanıdığım söylemişti bunu bana. Bu cümlenin hayat felsefem olacağını hiç düşünmemiştim. Harfleri dile getiriş şeklini incelemiştim dikkatli dikkatli. Keşke sonsuza kadar hep o konuşsaydı, ben de dinleseydim. Bak, hâlâ aynı hatayı yapıyorum; zaten sadece dinlediğim için kaybetmiştim onu. Bir süre sonra dinlenmek yetmemişti ona; çevremizden yükselen seslere önce kafasını çevirmişti, sonra da konuşan değil, o sesleri dinleyen olmayı seçmişti. Nasıl seçtiği, nasıl gittiği kafamda canlanıyor. Saniyesi saniyesine zihnimde kazılı o an: Hafızam lanetimdir. Midem çay dışında hiçbir şeyi kabullenmiyor yine. Bir bardak alıyorum tezgâhtan; yıkamaya gerek duymuyorum. Temizlik, doğru beslenme, düzenli egzersiz ve bunlar gibi ihtiyaçlar uzun zamandır uyguladığım şeyler değil. Haftada bir bana ait olan bu eve uğrarım. Onun dışında nerelerde barındığımı bilmiyorum. Adlarını bilmem daha doğrusu, ama bilmeden gittiğim çoğu yerde bir ruh var. Adları bilinen yerlerin ruhu kayboluyor sanırım. İnsan doğasından kaynaklanan bir şey bu; ne olduğunu bildiğimiz her varlığı yok ediyoruz. Benden bir yıl sonra doğup hemen oracıkta nefrete kurban giden kuzenimin de aynı şeyi düşündüğüne eminim. Bir anne çocuğundan nasıl nefret eder, anlayamıyorum. Bir yengeme, bir de anneme sormak isterdim bunu. Seray Şahiner’in kitaplarından birinde okuduğum bir cümle yankılanıyor kulaklarımda; “Doğurmasaydım daha iyi bir anne olurdum.” Sahi anne, neden bu cümle sana bu kadar aitken ikinci çocuğu yapmaya karar verdin? Bu soruyu defalarca sorduğumu hatırlıyorum, hiç cevap vermeye gerek duymadığını da: Hafızam lanetimdir. Evden sadece anahtarımı ve cüzdanımı alıp çıkıyorum. Evdeki televizyon, geçen hafta kapıyı yine açık bıraktığım için çalınmış. Yeni bir televizyon almam gerek. Ben televizyon izlemeyi sevmiyorum aslında ama Zeytin ısrar etti almam için. Bu insanların eğlenme aracıymış; biraz normal insanlar gibi davranmalıymışım. Bunu bana bir kedinin söylemesi benim de garibime gitti; yine de onu kaybetmemek için televizyon almaya gidiyorum şimdi. Uzun zamandır gitmediğim bir kafenin önünden geçiyorum önce; en yakın arkadaşımla burada tanışmıştık. Sosyal biri olmam gerektiğine karar verip yanına oturmak için izin istemiştim. O da sevdiği
çocuğu beklediği halde kabul etmişti. Beklediği gelmeyince onu teselli etmeye çalışıp durduğumu hatırlıyorum; iki sene sonra da yine aynı masada, aynı çocuğu beklerken nasıl tartıştığımızı.. Onun mutluluğu için birçok şeyi feda edebilecekken onun mutluluğunu kıskandığımı, sevgilisine yamanmaya çalıştığımı ima ettiğini hatırladıkça ağlamadan duramam. Bu yüzden bu kafenin önünden geçerken gözlerim sürekli yaşlıdır: Hafızam lanetimdir. Sokakta poster satan, altmışlı yaşlarda bir ihtiyar görüyorum. En önde çizgi roman kahramanları, bir arkasında sekiz senelik can dostum Nazım var. Nazım bana “Çok yorgunsun.” der gibi bakıyor hep. Ben de “Sen memleketinden sürgün edildin Nazım; benimse sürgün edilecek bir memleketim yok artık.” diyorum. Sadece 365 gün boyunca nefes alabildiğim bir yer, tüm dünyayı gurbet etti bana. Üçyüzaltmışbeş. Büyük sayı, çok büyük; ne kadar derin iç çekersem çekeyim o üç yüz altmış beş gün süren nefeslenmenin bir saniyesini bile tekrarlayamıyorum. O hissi tekrarlayamayacaksam eğer hatırlamak da istemezdim: Hafızam lanetimdir. Nâzım’dan sonra birkaç kişiyle daha karşılaşıyorum. Israrla benimle buluşup görüşmek istediklerini söylüyorlar. Hepsinin bakışlarında aynı soru dönüp duruyor sanki. Bana ne olduğunu merak ediyorlar sürekli. Buluşma isteklerini aynı samimiyetle destekliyorum ve telefon numaralarını alıyorum. Onlar da benden alıyor telefon numaramı. Boşuna zahmet ettiklerinden habersizler. Onların yanından geçip gittikten beş on dakika sonra hepsini teker teker engelliyorum. Bu hale gelene kadar olan her zaman yanı başımda duruyorlardı; kimse kimseye dur demedi. Düz bir çizgi üzerinden yürürmüş gibi yaşadığım hayatı hatırlıyorum. O çizgiden çıkmayı ben istemedim, beni ittiler. Ben çizgiden ayrılırken milim kıpırdamadan beni izlediklerini öğrenmedim, gördüm. Gözlerindeki umarsız bakışları çoğu kez tekrar tekrar canlandırır, yaşarım: Hafızam lanetimdir. Sonunda giriyorum bir teknoloji mağazasına. Hemen vitrinde duran televizyonu paketlemelerini istiyorum. Biraz pahalı ama Zeytin için değer. Ne zaman getirebileceklerini soruyorum; bu hafta sonu getirebileceklerini söylüyorlar. Önce adresimi sonra da kartımı veriyorum. Gerekli alışveriş yapıldıktan sonra çıkıyorum oradan. Birkaç korna sesi duyuyorum; hayal ettiğimi düşünüyorum. Geçmişten gelen bir sesten başka bir şey olamaz gibime geliyor. Buraya hiç araba girmez ki:
Hafızam lanetimdir. Gözlerimi açtığımda çevremde onlarca insan görüyorum. Tüm vücudum kaynıyor sanki. Bir kadın çocuğunun gözlerini kapatmış; nereye baksın istemiyor, anlamıyorum. On yedi yaşlarındaki bir kız sevgilisinin elinden tutup çekeleyerek benden uzaklaştırmaya çalışıyor. Başıma derin bir ağrı saplanıyor. Hissetmemek için gözlerimi kapatıyorum. Amcamın sarı saçlarımı okşadığını hatırlıyorum, babaannemin tabutunu, dedemin son nefesini verdiği kanepeyi.. Birazdan diyorum, birazdan bitecek bütün anılar. Birazdan son bulacak bu lanet. Kitaplarda öyle olmuyor muydu; önce hayatın film şeridi gibi gözünün önünden geçer, sonra her şey sona erer. Burnuma uzun zamandır almadığım kokular geliyor. Huzurla doluyorum. Sonumu gülümseyerek bekliyorum: Hafızam lanetimdir. Zeytin, Zeytin ne olacak? Televizyon izlemeden yapamaz ki o. Keşke mağazada söyleseydim de televizyonu kurduktan sonra açsalardı. O beceremez şimdi. Omurgama derin bir acı saplandığında bir şeylerin yanlış gittiğini anlıyorum. Bu kadar acıyı niye çekiyorum? Yetmedi mi hâlâ? “Birazdan bitecek.” cümlesini tekrarlamaya başlıyorum içimden. Derin bir nefes alıyorum. Vücudum sarsılıyor. Artık ellerimi hissedebiliyorum. Bir ses duyuyorum: “Hastanın bilinci açık. Kalp atışları normale dönüyor.” Yine olmuyor.
Hatice Gülas
Dün Rüyamda Bir Kadın Gördüm Yoksa Önceki Gün Müydü?
Imdb 2.36
Dağ 1 kan damlıyor dudağımdan az önce ısırdım dudağımı ve kan damladı yere ve kan dağ oldu tuz bastım dudağıma acım duvar oldu duvarlara kapattım kendimi duvarları dağlara kapattım dağları uzaya fırlattım bu çok komikti sen bana bakıyordun duvardan ben kendime bakıyordum ve senin bakışın duruşumu pekiştiriyor kadın ey kadın sen bakmasan ben böyle duramam ben kendimi çizemem duvara seni çizemem ve denizleri çizemem balıkları çok yalnız hissettirdim balıklar çizdim denizlere ama çok yalnız çizdim gözler çizdim sonra onlara birbirlerine baksınlar diye sen bana bakıyordun onlar bana bakıyordu ve ben kendime çok iyi bakıyordum balıklar kendilerini çizdiler sonra ve duvarlara gözler çizdiler ben onları yine de affettim biliyor musun onlar beni böyle yalnız hissettirdiler evren, dedim, dursun şimdi sen bana bir baktın bütün balıklar evren oldu bütün duvarlar göz.
Dağ 2 nietzsche'yi çizdim sonra duvara hiçbir şeyim kalmadı senden başka senin bakışlarından içime doğru esen rüzgâr rüzgârı çizdim ve kadehler koydum masaya masayı sildim resmini koydum ve mumlar yaktım uludum ulan ben tüm gece dudağımın acısından yine de kalktım hazırlık yaptım bir elimde odam vardı oda aslan oldu ve diğer elimde bir sirk maymunu diğer elimde de yollar boyu yürüyen bir adam sen adama baktın adam göğe baktı tramvay akıyordu yanınızdan ve eskişehir porsuktan geçiyordum ben ve seni gördüm sen adama adam göğe ben size atlayayım e mi
ben ey dağ oldum seni fırlattım uzaya, komikti o kadar hazırlık yaptım şimdi bir aslanın sırtında elimde bir sirk maymunuyla hayır bir sirk maymununa dönüşmüş olarak uzayında seni bekliyorum
o adamla yatma lütfen.
Dağ 3
kuşku insanın en korkunç hali en korkunç insanın kuşkulu hali insan yoktur ve duvarlara sığmaz tanrı nietzsche'yi çizdiğim duvar yıkıldı, çok ağladım seni çok bekledim, ben artık duramıyorum hiçbir şey pekiştirmiyorsa beni kan niye bak ben bol etli ve kanlı uzayına sırıttım kan niye cahildim dünyanın rengini kırmızı sandım sazlarla türkülerle seni istiyorum yat benimle bre kadın dağlar çağırır bizi atlar icat ettiğinden beri rüya görür insan ben seni metroda gördüm ve çok tatlı gördüm ve sana çok âşık ve çok saçma ama 40 uçakla geldim yanına sen dudağımı dudağınla sardığında dudağımın kanı seni yaratacak seni yaratacak ela gözlü ve benli biraz da dilber
Dağ 4
Patika 1 Patika 2
=> =>
içimde balıklar kıpır kıpır içimde evrenler var boy boy
Patika 3
=>
seni suçladığım için pişman değilim
Patika 4
=>
dışarıdaki çığlık hoşuma gitti
Patika 5
=>
rüyâmda gördüğüm kadın sanırım gerçek değil
Patika 6
=>
nietzsche öldü
Patika 7 Patika 8
=> =>
onu ben öldürdüm keçi yolu
dudağımı ısırdım ve akan kanı sildim yoksa oturup şiir yazacaktım bu hiç hoş olmazdı.
Utkucan Yazıcı
Diana’nın Düşüşü Saat tam 2:30. İçimde durduramadığım bir yazma isteği var. Ama gece yolculuğundayım ve şehir değiştiriyorum. Bu kadar sık şehir değiştirirken nasıl bir şehre ait hissederim kendimi. “Fakir Jet Lag’ı yaşıyorum her gün.” Bak! yine oldu. Hangi ara geldim buraya, hangi ara döndüm memleketime. Daha demin arabadaydım. Şimdi ise iki yatağın arasında yere gömülmüş bir vaziyette parmaklarımın tuşlara olan kibarlığını inceliyorum. Bu parmaklar hangi elleri tutmayı özledi bu kadar; niye bu kadar kibarlaştılar. Ben biliyorum kimi özlediğini. Geçen gün rüyamda gördüğüm mavi gözlüyü özlediler. Gerçi gözlerini bile unutmuşum; yeşil de olabilir. Bunların önemi yok. Rüya çok etkileyiciydi. Olay tam olarak ışığın az vurduğu bir sokakta başlıyor. Mavi gözlü ve ben varız. Bir de önümüzde boş bir bebek arabası var. Yukarıda Ay tanrıçası Diana duruyor. Ben bu kadını hiç görmedim. Nasıl oluyor da rüyama giriyor. Meğer turuncuya çalan bir rengi varmış. Belki de bilinçaltım renk körüdür. Artık turuncu da olsa, kızıl da olsa fark etmez. Benim mavi gözlü sevgilimin yerini alabileceğini mi düşünüyor? “Sevgili Diana,” diye sesleniyorum ona. “Sen orada kal, bize ışık yansıt. Yansıt ki; mavinin her tonunu birbirinden ayırabileyim.” Tabii rüyada daha sıradan bir şey söylemişimdir. Bu az önce düşünerek kurduğum bir cümle. Rüyaya dönelim; Diana durduğu yükseklikten kendini boşluğa doğru bırakıyor. Nasıl görkemli bir düşüş ama. Tam o sırada mavi gözlü elimi tutuyor. Tam tamına FIGHT CLUB sahnesi değil mi? Hani o son sahnede, bütün şehir yıkılırken Marla da Tyler’ın elini tutuyor ya… Uyanıyorum sonra. Bir yanım mavi gözlüyü hatırlıyor diğer yanım Diana’ya ne olduğunu soruyor. Fedakâr bir tanrıçaymış. O boşluktan kendini bırakmasa ne ellerimin kibarlığı geçecek ne de yazmaya vakit ayırabileceğim.
Furkan Koca
SÖZ BİRLİĞİ Bir barışma, bırakışma şiiridir* Anne karnından aldın ve büyüttün beni doğumum, elindendi 20 gün nerden baksan yetmez bir ömre 20. yaşına girerken sen 20. kez doğdum 20. kez de öldüm yeniden Evet hiç gelmedim, hatta hiç de sevmedim seni yeni bir bedenle yola tekrardan çıkma ihtimalini ne gözle görülür bir şeyler katabildim sana üstelik ne de büyütebildim kalbini Tuttun beni sonsuz bir döngünün içine soktun, kendinle yarıştırdın, kendinle savaştırdın meydanlara sürdün, kendinle barıştırdın Ben beni eksik bıraktıkları yerden veda ederken cihana, sen seni eksik bıraktığım yerden yirminci kez ayak bastın dünyaya Ellerim, gözlerim, benliğim gerçek olsaydı şahsiyetim bir kaya gibi bağlanabilseydi ayaklarına dünyanın son şairi ben olurdum ve yeni bir peygamber inmezdi kitaplara Sesimin geldiği yöne kulak ver, bize güç ver, bizimle barış, bizimle yeniden doğ her sabah dünyadaki tüm toprakları bize bırak, tüm ölümleri al bizden bir eskiciye sat Anne karnından aldın ve büyüttün beni Doğumum, bundan böyle değdiğin her hayata çift iz bırakman içindi Ellerin sırf bu yüzden çok ulusluydu Merhemin ise tam kalbinin çukurundan çıkma bir zeytin dalı Ellerin bu yüzden iki güvercin kanadı Tam bittiğin yerden kurtaracağım ben seni Ekim bizim döngümüzün yeni yeri, yeni andı Şimdi bu satır satır işlediğim andımı al ve yeniden doğur beni anne karnı
Demet Genç
MEMLEKETİMİN KIRLANGIÇLARI Bir devri kül eden bu yangın; saçlarımın tutuşmasıyla başlar hangi ismimle seslenseler bana dönüp bakmam artık. Yalnızca geçmişedir benim yolculuğum. İnsanların aksi yönünde yürüyüp köyler, kentler, tarlalar, dağlar geçmiş olsam bile bu merdivenin gıcırdayan basamağına hep ben basarım. Bir yaz gecesi mehtabının hasretini yüreğimde taşırım ve bilirim ki ecel bana hiç uzak değildir. Aynı yatakta her gün biraz daha doğuda uyanmaya başladığımı fark ettiğimde anladım olmak istediğim bir yer olduğunda başka yerlerde yaşayamıyor olduğunu. Bir ikindi vakti Âdem’in çocuklarından olmanın yükünü kaldıramayacağımı anladım omuzlarımın. En büyük günahımı sıkıştırıp çocukluğumun cebine denizler üzerinden yürüyerek buralardan kaçmak istedim. Radyo cızırtılarının arasından işittim ki memleketimin kırlangıçlarını avlamışlar. Uzaklara dalıyor gözlerim. Sigaramın dumanı tütüyor incecik. Hiçbir şeyden haz alamıyorum. Sabaha karşı ala bulanıyor gözlerimin beyazı. Hatıralarımın hepsi birer kurşun, öldürmeyi değil yaralamayı bekliyorlar ananemden kalma sandıkta bir beylik tabancasının içinde. Simasını hatırladığım eski bir tanıdığın ismini hatırlamaya çalışır gibi yokluyorum ceplerimi. Aradığımı bulamıyorum evimin çatısı altında. Gitmem gerek denizlerden öteye. Aradığım orada biliyorum. Biliyorum, çok küçük dünya. Biliyorum, çok büyük dünya. Salça mevsimi bittiğinden beridir durmak bilmeden ağlıyor Leyla. Ölmemek için uzaktan bakıyorum hayata. Uyumaklar, uyanmaklar kurtarmıyor artık beni. Bir yüreğe sığabilmek için ikiye bölünüyor ruhum. Ellerim ne işe yarar bilmiyorum. Doğup büyüdüğüm evin yolunu bulamıyorum. Dünyaya bir daha gelmem bu ilk ve son olsun. Bu çağ sırtımda bir paslı bıçaktır. Geceleri yapayalnız ve yalınayak kirpiklerimi dökerek yürüdüğüm bu yol benim gençliğimdir. Gök diye bildiğim benim sancısını çekip doğuramadığım çocuğumdur.
Şevval Şirin
rekünans bağıntısı ben bir begonvil sularken her gün ama her gün sen tatarlarla kapımın kolunu kestin artık şiirlerimi incir dallarım yazarken saçlarımı da Neriman Tarıyor. bir kaza minvalindeki dökülmekte olan yaprakları sen çalı süpürgenden söküp çilli bir piyaniste hibe ediyorsun. üstelik, saçların omzuna her çarpışında kızgınlığı bir kat daha örseleniyor bir kat daha kıvrılıyordu. sen ne yunan tanrıçası ne de orta doğuda bir kitabesin yalnızca varlığınla oyalanmak irislerindeki zehri boşalırken kör atmacanın, sen ne tatar boyu, ne de afrikadaki kabilenin suyusun. sen bir begonvilsen ben her gün ama her gün damladan akan üç başlı su damlası sen bir çınar köküysen ben tomurcuklanan iki kollu bira mayası
ve şimdi tekrardan hükmü sorulursa kim aldı o elçinin kellesini(?) bizim ellerimiz mahşeri kanlı sense bir darbe daha attın namınla şanlı, gerdanından özenmiş gamlı ve kıvrımı bir tuvale.
Yunus Hamurcu
Şiir Okur Süpermen Yaşanmışlıklarını toplamış bir bavula, nereye gittiğini de bilmeden yürüyordu. Bazen serin rüzgârla mutlu olmasını bildiği gibi bazen de bir su birikintisine lanetler okuyarak gün boyu mutsuz dolanabiliyordu. Bezgin ama bir o kadar da umutlu bu garip ruh hali, onu insanlara deli tanımını anlatmak için çerçevelerle sunuyordu. Bavulunu alıp, yüreğini anlayan birini bulmak ümidiyle sürüklenip durdu. Ta ki o güne kadar… O büyük gün çok yağmur vardı. Gözyaşları yağmura karıştı. Sokakta kimsecikler yok üstü başı perişan. Bırak kendini bedeninden kayıp gitsin ruhun diye geçiriyordu içinden. Sonra bir şimşek çaktı. Çömeldi, dizlerine sakladı yüzünü korkuyla. Işıkların içinde onu gördü; kırmızı pelerini ve göğsündeki kocaman ‘S’ harfiyle, herkesin kahramanını… Süpermen! Süpermen ayakta ve pelerini rüzgârda savrulurken dudakları hareket etmeye başladı. Sonra sesi yaklaştı ve önünde durdu. Süpermen şiir okuyordu. Elini tutup ayağa kaldırdı ve şiirin son dizesini okudu. Sonra uçtular. Uçtular… Gittiklerinde yeryüzünde hiçbir iz bırakmadılar. Bavul da yoktu, kaybolup gitmişti sonunda. Rüzgâra, suya ve bulutlara renk geldi o gün. Şiir bu. Bu yüzden var olmadı mı zaten? Yürekleri göklere çıkarmak ve gökyüzünü sevdirmek için… Şiir mi, kimse bilmezdi ki hangisiydi.
Hamuş Melike
SÜPÜRGE SAÇLI ADAMIN KIZI Üç katlı yalının ikinci katındaki denize bakan odanın penceresinin önünde, sallanan bir sandalye vardı. Her sallanışta tıkırdayan o sandalyenin üstünde oturan Narin Hanım, kapı dibindeki süpürgeye baktı ve geriye doğru yaslandı. Tıkır tıkır… Ağabeyimin kaşına hayatı boyunca taşıyacağı bir iz bıraktım az önce. Oysa babam o cevizleri ona değil bana verseydi hiçbir şey yapmayacaktım. Kibarlık yaptığı için cevizleri ağabeyime veren babam nefretle bana bakıyor şaşkınlık içindeki annem de içindeki sesle benim hâlimi konuşuyordu. Başından kan sızan ağabeyime baktım ve keşke beni sen itseydin de benim kaşım yarılsaydı diye geçirdim içimden. Tıkır tıkır… Öne doğru gelen sandalyesini durdurdu ve kapı eşiğinde duran süpürgeye bakarak: “Ben bilerek yapmadım hep o süpürge saçlı babamın yüzünden oldu, hep onun yüzünden!” Şimdi mağrur bir yüz ifadesiyle; “Onun yüzünden tabii…’’ diye tekrarlaya tekrarlaya yaslandı geriye. Tıkır tıkır… “Gel kaçalım Narin Bursa’daki amcamların yanına gideriz. Orada çalışır sana bakarım ben.” Abdullah bana bu sözleri söylerken ben sürekli düşünüyordum. Saygın bir ailenin kızıydım ben. Bir balıkçıyla kaçıp gidersem, komşular arkamdan neler derdi neler... Hele Nihal Hanımlar, hele Mümtaz Beyler… O süpürge saçlının kızı gitmiş balıkçıya mı varmış desinler! Tıkır tıkır… Tam öne doğru gelirken hiddetle kalktı sandalyeden. Süpürgeye doğru eğildi tam konuşacakken süpürge atıldı: -Ne diye gitmedin ki bak yapayalnızsın 60 yaşında… -Onun yüzünden gitmedim, o süpürge saçlı babam yüzünden! Kaçsaydım kahrından önce o ölürdü sonra da onun kahrından anam ölürdü. Hep onun yüzünden… Sinirden yeşil gözleri alev almış bir vaziyette dolabından feracesini aldı ve karşı komşusunun vefat eden kızının cenazesine gitmek için odasından çıktı. Şimdi cenazeye gidecek iki-üç ağlayacak ve unutacaktı süpürgeyle yaptığı konuşmayı. Oysa ne karşı komşularının kızı vardı ne de yeşil yalılarında süpürge. Zaten babası da doğuştan kel bir adamdı.
Can Yalçın
TOPRAĞINDAN KOPARILMIŞ BİR ÇINARIN ÖYKÜSÜ: CEMAL SÜREYA Çoğumuzun ‘Hayat kısa, kuşlar uçuyor’ felsefesi ile tanıdığı, sonrasında kimi zaman bir hayli yoklukta kimi zaman özlemin bir o kadar derinlerinde yazmış olduğu şiirlerini okuyarak bildiği, öğrendiği bir şair: Cemal Süreya. Sadece bu kadar mı? Çocuk yaşta bir Dersim sürgünü, yemeğine ufak cam kırıkları koyma planı yapan Esma’nın üvey evladı, İkinci Yeni akımının sembol ismi, bakana çarptığı için işinden olan Darphane Başmüdürü… Konu Süreya ise birçok şey söylenebilir inanın. Acıyı, özlemi, yokluğu, aşkı ve buna benzer birçok konuyu harmanlayıp bize kusursuz dizelerle sunan şairimizin asıl adı Cemalettin Seber’dir. 1931 yılında Pülümür’de doğan, Hüseyin Bey ve Gülbeyaz Hanımın oğlu olan Süreya birçok(13) takma ada sahiptir: Ali Hakir, Hüseyin Karayazı, Adil Fırat, Charles Suares, Cemasef… Dersim Harekâtı nedeniyle, ailesinin olaylarla bir alakası olmamasına rağmen sürülürler hep birlikte. Bu sürgün Bilecik’te son bulur. Bir röportajında çocukluğunu burada geçirdiğini söylese de bu çocuk neşesine 6 yaşında veda etmek zorunda kalır: Gülbeyaz Hanım ölmüştür. Annesinden ona kalan tek şey ondan sürekli dinlemiş olduğu Kerem ile Aslı hikayesi olmuştur ve söyle söylemiştir: ‘Yüzünü bile anımsayamıyorum annemin. Ama bazı tavırlarını önemsiyorum bende çok kalmış. Beni edebiyata sürükleyen çok neden olabilir ama keskin bir neden ararsam bunu annemde bulduğumu söyleyebilirim.’ Küçücük yaşta memleketinden ayrılmış olmanın verdiği acı onu derinden yaralarken annesinin ölümüyle yıkılmıştır. Bu iki derin acı hayatı boyunca onun şiirlerine sık sık konu olacaktır: Kan görüyorum taş görüyorum bütün heykeller arasında karabasan ılık acemi – uykusuzluğun sütlü inciri – kovanlara sızmıyor. Annem çok küçükken öldü beni öp, sonra doğur beni.
Annesi öldükten sonra İstanbul’a gönderilen Cemalettin’i babasından uzak, yalnız bir yaşam bekliyordur. Daha ilkokul yıllarında edebiyata oldukça ilgili bir çocuktur, hatta 13 yaşındayken Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler adlı romanını okur ve şöyle der şairimiz: ‘1944 yılında Dostoyevski’yi okudum, o gün bu gündür huzurum yoktur.’ İşte o zaman karar verir içindekileri dışa vurmaya, yani yazmaya. Bu yıllarda bir dergi çıkarmayı kafasına koymuştur bile. Ne yapar eder en yakın arkadaşı Altan Günalp ile bir dergi çıkarır. Çok fazla destek görürler çevrelerinden: en çok da Cemalettin’e aşık olan kadınlardan.. 1942’de babasının evlenmesi üzerine Bilecik’e geri dönen Cemalettin, burada üvey annesinden sürekli dayak yer. Üvey annesi onu o kadar sevmiyordur ki yemeğine cam kırıkları attığı söylenir. Ortaokula burada devam eder. Burada Seniha Nemli ile tanışır. Bu kadın ileride Cemal Süreya’nın eşi olacaktır. Bu yıllarda katıldığı bir koşu yarışıyla dolma kalem kazanan Süreya için bu hediye oldukça anlamlıdır. Yazacak, durmadan üretecektir. Tüm bunların hayalini kurarken genellikle ünlü şairlerin ve yazarların 3 isime sahip olduğunu fark eder. Neden Süreya’nın da 3 ismi olmasın ki? Hemen kararını verir ve ismi artık ‘Cemal Süreyya Seber’ olur. Ortaokul bitince babasından gizli sınavlara girer ve Haydarpaşa Lisesi’ni kazanır. Haydarpaşa Lisesi’nde ‘dahi’ olarak adlandırılan öğrencilerden olur. Yazmaya olan yeteneği onu her yerde ön plana çıkarır.
Liseden sonra eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi - Maliye ve İktisat Bölümü’nde tamamlamıştır. Bu dönemlerde Sezai Karakoç, Hasan Basri gibi insanlarla arkadaşlık kurmuştur. Sezai Karakoç demişken bir anıdan bahsetmek isterim: Süreyya neden Süreya olmuştur? Bunun hakkında birkaç iddia olsa da ben size Süreya’nın üvey kızı Gonca Uslu’nun anlattığı anıdan bahsedeceğim: Sezai Karakoç ve Cemal Süreya çok yakın arkadaşlardır ve bir gün bir kadının numarasını almak üzere iddiaya girerler. Cemal kazanırsa Sezai’nin
soyadı Karkoç olacaktır, Sezai kazanırsa Cemal’in soyadı Süreya olacaktır. İddiayı Sezai Karakoç kazanır ve şairimizi Cemal Süreya ismiyle ilk kez ‘Elma’ şiirinde görürüz: İstanbul'da bir duvar duvarda bir kilise Sen çırılçıplak elma yiyorsun Denizin ortasına kadar elma yiyorsun Yüreğimin ortasına kadar elma yiyorsun Bir yanda esaslı kederler içinde gençliğimiz Bir yanda Sirkeci'nin tren dolu kadınları Adettir sadece ağızlarını öptürürler Ayaküstü işlerini görmek yerine Adımın bir harfini atıyorum Mezun olunca memuriyet hayatına atanır. Devlet memuru olarak çalışır çalışmasına da şiir hep ayrı yerdedir Süreya için. “Şiir para getirmediği için her şair ikinci bir uğraş arayacaktır,” demiştir. Sürrealist yaklaşımı tercih eder şiirlerinde. İmge onun şiiri için vazgeçilmezdir. Kimi zaman toplumsal şiirler yazar kimi zaman sosyalist kimi zaman ise hümanist. Baktı ki doymuyor, tatmin olmuyor; hemen lirik şiire döner. Aşkı bazen erotizm ile, ten ile, tutku ile anlatırken kimi zaman da yenilme ile, kaybetme ile, fedakârlık ile ifade eder. ‘Daha nen olayım senin Onursuzunum işte’ Üvercinka adlı eseri İkinci Yeni’nin en güzel şiiri olabilir. Yasak bir aşka, belki de güvercin kadına yazılan bu şiir edebiyatımız için oldukça değerlidir. O dönemde kadın imgesini kullanan ve böylece kadını bir sembol haline dönüştüren Süreya, aşkı ideal bir erotizmle birleştirerek bu eşsiz eseri sunmuştur bizlere. Senin bir havan var beni asıl saran o Onunla daha bir değere biniyor soluk almak Sabahları acıktığı için haklı Gününü kazanıp kurtardı diye güzel Birçok çiçek adları gibi güzel En tanınmış kırmızılarla açan Bütün kara parçalarında Afrika dahil
Aşka âşık olan şairimiz 5 evlilik yapmıştır fakat en sonunda mutluluğu son eşi olan Birsen Sağnak ile yakalar. Sıcak bir aile hayatını onunla yaşar Süreya. Sadece evlendiği kadınlar yoktur hayatında. Sevgili olduğu, sohbet ettiği kadınlar da olmuştur. Tomris Uyar bunlardan biridir. Hem Tomris hem Cemal evlidir fakat birbirleri ile ilişkileri vardır. Mektuplaşmaya başladıkları zamanlarda Tomris, evli olduğu Ülkü Tamer’den ayrılır ve Süreya’nın yanına taşınır, onunla yaşamaya başlar. Bu ilişki 3 sene sonra biter. Cemal Süreya hiçbir eserinde Tomris’ten bahsetmeyeceğine dair yemin etmiştir ve gerçekten de onu hiç yazmamıştır. Ünlü şair 9 Ocak 1990’da, 59 yaşında, akciğer ödemi ve kalp yetmezliğinden aramızdan ayrıldı. Ardında bıraktığı aşkları, sevgileri, kadınları, eserleriyle herkesin zihninde, en önemlisi edebiyatımızın vazgeçilmezleri arasında. Saygı ve özlemle anıyorum. Ölüyorum tanrım Bu da oldu işte. Her ölüm erken ölümdür Biliyorum tanrım. Ama, ayrıca, aldığın şu hayat Fena değildir... Üstü kalsın...
Zeynep Çalıcı
23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!