AYLIK E-EDEBİYAT DERGİSİ-SAYI 6
İÇİNDEKİLER Serapa Hüzünlü Bir Gece- Muhammet Öztürk Bir Toprağa Kök Salmak- Hatice Gülas Gevende- Ozan R. Kartal Rahel Tanrı ile Hesaplaşıyor(inceleme)- Buse Güzel Döngü- Fatma Kadı -Mış Gibi Yapmak- Dilruba Yılmaz Modern Sofralara Yemek Duası- Utkucan Yazıcı Çarpışma- Yasemin Üşümüş Açık Yara- Demet Genç Gül Yanığı- Furkan Dölek Sen ve Ellerin-Kalanlar- Zeynep Hopa
Sosyal Medya: Yunus Hamurcu Buse Güzel Zeynep Peker Mihriban Kurt
Genel Yayın Yönetmeni Demet Genç* Editörler Furkan Dölek Demet Genç Can Yalçın Büşra Madenci Kapak Resmi: Fatma Erkuş Fotoğraflar: Fatma Nur Yıldırım
BİZİ TAKİP EDİN: İnstagram:@eksi21dergi Twitter: @eksi21dergi iletişim: eksi21dergi@gmail.com *Genel yayın yönetmenimiz Uğur Ergün, evlendi! Bu sayılık yerini Demet’e bıraktı. Sizi seviyoruz, mutluluklar!
SERAPA HÜZÜNLÜ BİR GECE
kara batmış beyaz eller... onlar, meçhul acıyı içermektedir kargışlarıyla ve kaşı çatmış kömür gözlerle malum fayton yollarını gözetmektedir susuz gemlerinde şehrin ayvalar ve çürük lahanalar barındırır paslı beyninde arkasında bir tomruk, her gece bir eğlence ve bazen kanı bozulur kaldırımlara karşı çünkü göğsü onu korkak kılmaktadır, geçtiği bazı tabelalardan dolayı faturalar, hiçlikler ve benzer şekillerle ruhlarını dolduranlara kalırsa kendini berkitmez, ajur içinde kalan yani Budist olsan ömrün dirilmenle beraber altı bin yıl inemez bu teraziden eğer tepki veren yoksa yoksa gece serinliği altında isyan malum görünen de meçhul sayılacaktır ve iki midilli kendini atarak çatlamış kayaların kuytu etrafına bazı duyguları unutup unutup tekrar hatırlatacaktır.
MUHAMMET ÖZTÜRK
BİR TOPRAĞA KÖK SALMAK Bir tohumken ufak ufak yeşile bulandım. Bir saksıdaydım ve sapasağlamdım. Büyümek kolaydı benim için, eğlenceliydi de. Ama işte en nihayetinde saksı o kadar rahattı ki rehavete kapılmıştım. Hele benimle aynı saksıdaki diğer iki bitki o kadar güçlüydü ki beni her şeyden korurlardı. Öyle söylüyorlardı. Ben de tüm zamanımı onları sevmeye ayırmıştım. Güneşin iyice etkisini göstermeye başladığı vakitlerde saksımıza bir kadın yaklaşmıştı. Saçları dümdüzdü ve de sever gibi bakardı bize. Her gün su vermeye yanımıza gelirdi ama bizim bahçenin hanımı farklıydı. Düz saçlı kadın suyu haddinden fazla döker; neredeyse boğardı bizi ama pes etmez, kendimizi bırakmazdık. Boğulmayalım diye nefesimizi tutardık belki. Bir şeyler sürerdi suratına, ne de güzel olurdu! Dudaklarına sürdüğü rengi karşı saksıdaki çiçek bile kıskanırdı o renge ulaşamadığı için. Her gün geldi o kadın. Hep farklı farklı kıyafetlerle gelir, suyumuzu verirdi. Ah ah, şu suyun ayarını da bir tuttursa hanımımızı aramazdık hiç. Üstelik benimle aynı saksıdaki güçlü bitki bile ona hayrandı. Bana yaklaşan herkese batırmak isterken dikenlerini, dikenlerinin o kadına batma ihtimalinden korkup dökmeye yeltenirdi onları. Seviyorduk onu. Derken artık daha nadir gelmeye başladı yanımıza. Geldiğinde dalgın davranıyor, suyumuzu vermeyi de unutuyordu. Biraz hasret kalmıştık suya, ama ona olan hasretimiz suya olan hasretimizi gölgeliyordu. Uzun bir hasretin sonunda bizim sokağımızda tekrar gördük onu. Olduğumuz yere doğru geliyordu. Yüzüne sürmemişti her zaman sürdüğü şeyleri. Onu öyle görünce meraklanmıştık. Geldi oturdu yanımızda. Elinde bir de su kabı vardı. İkisi de buradaydı yani hasret kaldıklarımızın. Daha ne olsundu? Bizim de bayramımız gelmişti işte. Oturdu hanımımızın minder dediği şeylere. Hepimiz gözlerimizi ona dikmiş su kabını kullanmasını bekliyorduk. Biz su kabını beklerken o elini uzattı bize. Uzun, süslü ve de keskin tırnakları vardı fakat korkmak aklımızdan bile geçmedi. Ona uzanmaya çalıştık hepimiz neşeyle. Parmakları bana doğru uzandı, beni seçmişti demek. Huzurla kapattım gözlerimi, fakat hissettiğim acıyla açmak zorunda kaldım. “Seviyor, sevmiyor...” diye sayıklamaya başladı ve kopardı yapraklarımı. Bu nasıl büyük bir acıydı, bunun yanında susuzluk da neydi? Delirecek gibi olmuştum; fakat o beni hiç umursamıyor, sayıklamaya devam ediyordu. Ufak bir rüzgâr esti ve savruldu tomurcuklarım. Şanslıymışım ki o tomurcuklarda can buldu yanan canım. Az zaman geçmedi ben tekrar toprağa kök salana dek. Hiçbir yer saksım değildi. Yeşeremiyor, yeşermek istemiyordum. Her yer sertti, acıtıyordu canımı. Üstelik su da yoktu. İnsanlar bu altımızda uzanan yere asfalt diyorlardı; peki ya bu asfalt beni neden sevmiyordu? Diyorum ya az zaman geçmedi; ben o kadını ve de dudağına sürdüğü rengi hiç unutamadım. Her meyillendiğimde yeşile hep o geldi aklıma. Onu unutmadan yeşile kavuşamazdım. Sonunda sürekli dönüp duran tekerleklerde ulaştım güzel bir parka. Uzun uzadıya geçen yollar beni yeşile kavuşturmuştu işte. Ben de yeşile kavuşur kavuşmaz bağlandım toprağa ve büyümeye başladım. Etrafımda arkadaşlarım da vardı üstelik, sonunda mutluydum. Her şey yolundaydı. Çevremdeki devasa büyüklükte bitkiler, daha da devasa olmak için büyümeye devam ediyordu.Ağaçtı sanırım isimleri, öyle diyorlardı. Yanımdan bir sürü insan geçiyordu. Bazılarını her gün görüyordum. Fakat hepsi o kadına benziyor, beni ürkütüyordu. Sadece bir bahçıvan vardı ki bize o kadın gibi davranmaz, daima doğru ölçüde su verirdi. Bizimle konuşurdu, halimizi merak eden bir tek o vardı. Bizi hiç ama hiç aksatmazdı. Bir gün büyük bir gürültüyle geldi yanımıza. Elinde garip, daha önce görmediğimiz devasa bir alet vardı. Etrafımdaki yeşillikleri tek tek katlediyordu. Sıra bana gelecek korkusuyla gözlerimi sımsıkı kapatmıştım.
Ama bu sefer sonum bu alet yüzünden kopartılınca değil, üzerime moloz yığını dökülünce gelmişti. Nereden bilebilirdik onca yeşilin renksiz yapılar için yok edileceğini? Moloz yığınlarının arasından dağılıp sürüklenen tohumlarım benim bu güvensiz deneyimlerimin sürüp gitmesine sebep oldu. Upuzun bir yolculuk yaptım bu defa. İnsanların üzerlerindeki kıyafetlerin şekli değişti. Bir model giyinmeye başladılar artık. Sadece renkler değişiyordu, o da bazen. İnsanların sevdiği şeyler değişti, hatta insanların sevgisi değişti. Şimdi içinde bulunduğum topraklar içerisine kök salma zamanım geldi yeniden. Güvenebilecek miyim bundan sonra kırmızıyı seven insanlara ya da bahçıvanlara, bilmiyorum. Büyük bir güvenden de bahsetmiyorum, bir miktar iyi niyet ya da ufak bir dostluk mesela acıdan bayıltabilir beni; peki ya büyük dostluklar… Sanırım elimde olmadan kendimi sona yaklaştırıyorum. Daha ne kadar ölü olabilirim? Acı eşiğim ne kadar yüksek, tahmin bile edemiyorum. Kaç canımdan oldum, kaç canım kaldı geriye? Kaç moloz daha çarpacak, çizecek bedenimi? Düşecek bir yaprağa daha tahammülüm kalmadı, hanımımın evdeki küçük çocuğu tembihlediği gibi her ihtimale karşı kapatıyorum kapıları ve üstü de altı da ikişer defa kilitliyorum. Pes ediyorum artık, küsüyorum toprağıma. Bu defa kök salmıyorum. HATİCE GÜLAS
GEVENDE veson ve kiğ veson kiğ üş-dört öksürükler kesilsin, cümbüşler girsin her şeyden önce göklere baktığında sağırlar, ritimleri devreye sokun cümbüşleri kesin sonra, ritimler allah'a yaklaşsın vurmalıları ve/veya vurmamalıları devam ettirin susturmayın bir iki ölçü tambur girsin belki bir iki ölçü annem dua etsin sonra sussun sahnedeki ruhlar bile konuşmasın sonra çığlığımdan başka bir şey duyulmasın sahnede çığlığım biter bitmez sağ-sol senkron bir ses girsin ya bacaklarımda kan izleri duran kadınların ya saçlarıma yahudi küfürleri eden amcaların iniltileri gibi bir şey duysun sağırlar ama çok uzatmayın sahnedeki ruhları bunaltmayın birkaç yaprak krizantem, birkaç yaprak kasımpatı senfonisi başlasın rapsodiye kaymasın valse hazır değil bu köydeki müminler bırakın birkaç nefes öksürsünler sonra dişlerimin tıkırtısı kirpiklerimin rüzgarı yahudi bedduaları gibi bir melodi başlasın çekoslovak makamlarından hiçbirini icra etmesinler amiyane bir siftah, sağ divane sol fellah, tam birane kistli silah ya da; la ilahe illalah gibi bir şeyler sıkıştırsınlar ara vermeden hapşursunlar saymadan kaç kere "çok yaşa!" denildi saymadan kaç kere "yuh paşa!" denildi saymadan kaç kere "dost başa!" denildi muhasebeye girmeden, hapşursunlar ve babanemden bir bektaşi fıkrası ardından da otuzbeş dakka mola; sessize aldığınız bütün sevdalarınızı titreşimden çıkarın çünkü; ritimle başlayacak bütün aşklar tekrardan
-tuvaletlerdeki temizlikten imanımız sorumlu değildir! cebinizdeki jetonlardan sosyal demokrasi habersizdir: gösteriyi terk edenler, bilet paralarının haram mı helal mi olduğunu kontrol edip gidebilir. veson ve kiğ veson kiğ üş-dört tuşluların tuşlarına öyle bir basılsın ki ritimlerin gireceği içlerine doğsun sağırların sonra bir alkış, sonra amcamın kızından bir yugoslav aparkatı en sağdakiler ve en soldakiler hariç herkes bunu yanındakine sarılıp kutlasın hangi yönün tercihi: kişisel ve serbest boş kalanların hak arama teşebbüsü: islam hukukuna göre kusurlu sevgi gösterinizi derin bir nefesle bitirip vücudunuzu sahneye döndürebilirsiniz çünkü ritimleri son kez duyduğunuzu bilmiyorken siz darağaçlarının türküsü başlayacak başlayan şeylerin bittiğini öğretecek kadar didaktik ve "dubito!" kadar endişeli bitecek bitecekse de ki bitecek de başladığı kadarki inançla ve endişeyle kızıl ordunun tam sırası aynı şeyi otuzbeş kişi aynı anda söylediğinde inandırıcılığı artmıyor çünkü sahnedeki ruhların fısıltısından sıktığı anlaşılıyor bu uluslararası konçertonun şef elindeki çubuğun ismini öğrensin ve son numarası oynansın bu garip doğu-batı kantosunun ayrı gayrı olmasın yaylı maylı ne varsa neye üflenebiliyor, neyden ses çıkıyorsa kim anıyorsa allah'ı dua veya küfür ile sahnedeki ruhları ezip sahnedeki yerini alsın susmasınlar, komşularım goranî küfürleri etmeyi bir saniye aksatmasın sağırların yüzlerini kızartırsak nihayet bravo erkekefendi ve kadınefendiler! allah'ın karşısına çıkmaya hazırız! -happy intiha-
OZAN R. KARTAL
RAHEL TANRI İLE HESAPLAŞIYOR Zweig okumak her zaman oldukça keyifli ve kolaydır. Öykülerini yazarken kendi içinde bazı standartları vardır. Akıcılığı, heyecanı ve anlattığı durumlarıyla onu tanıyan bir okuyucuysanız eğer korkmadan özgürce okursunuz ancak Rahel Tanrı ile hesaplaşırken durum artık bildiğiniz güvenli alanının içerisinden çıkıyor, okurken sık sık ‘Bunu Stefan Zweig mı yazdı?’ diye kendinize soruyorsunuz. Rahel Tanrı ile hesaplaşmaya başlayınca açıkçası başta onu destekledim. Tüm öykü boyunca Rahel ananın peygamberlere bile taş çıkartabilecek cesareti, dillendirdiği hikayesi ve saf inancı dillere destandı. Basit bir insan olarak Tanrı’nın karşısına geçip heyecanla ve bitmeyen bir arzuyla kana kana su içer gibi kendi hikayesini anlatışı okuyucu olarak sizi bambaşka bir tutkunun içerisine çekiyor ancak sonlara doğru bir dert anlatıştan çıkıp da bilinçli olarak bir öfke nöbeti ve hayal kırıklığına döndüğü noktada okurken gerginlikten sayfaları tutuşunuz bile değişiyor. Ne olursa olsun bu kadının Tanrı ile konuştuğu bir an için bile aklınızdan çıkmıyor ve böyle bir güce karşı böylesine açık bir şekilde öfke ve şaşkınlığı yaşamak da okuyucu olarak sizi inanılmaz etkiliyor. Hikâye içerisinde Rahel’in hayatını anlattığı ve içindeki Tanrı sevgisini en saf haliyle sunduğu kısım Tevrat’tan alıntıdır. Rahel’in bu hikayesini Tevrat’tan alıp kendi şeklinde kurguluyor, Stefan Zweig. Kitabı daha detaylı inceleyecek olursak sayfayı çevirdiğiniz anda sizi üç tane öykü bekliyor. İlki detayını da verdiğim Rahel ve Tanrı’nın hikayesi, ikincisi Üçüncü Güvercinin Hikayesi ve sonuncu da Ölümsüz Kardeşin Gözleri. Anlamış olduğunuz gibi kitap menkıbelerden oluşuyor yani dini üç hikâyeden... Bu tarz hikayeleri Stefan Zweig’dan beklemiyorsanız eğer okurken şaşıracaksınız ama her işte olduğu gibi kendisi bu işi de çok güzel yapıyor ve bana kalırsa birçok önemli noktaya değiniyor bu kısa hikayelerinde. Üçüncü Güvercinin Hikayesi’nde ise Zweig Nuh Tufanı’ndan esinleniyor. Kısaca öykü şöyle başlıyor. Tufandan sonra Nuh suların çekilip çekilmediğini öğrenmek için bir güvercin yolluyor. Güvercin geri geliyor. İkinci gün bir güvercin daha yolluyor ve bu güvercin ise bir zeytin dalı ile geri geliyor, bu da artık suların yavaş yavaş çekilmeye başladığının işareti. Üçüncü gün ise bir başka güvercin yolluyor. Ancak o güvercin geri gelmiyor. O güvercine ne oluyor? Son hikâye ise benim en çok sevdiğim hikaye idi. Ölümsüz Kardeşin Gözleri. Yaşamı irdeleyen muhteşem bir öykü okuyacaksınız. Özgürlük anlayışınızı, var oluşunuzu, saf adalet duygunuzu ve tüm inandığını şeyleri sarsacak bir öykü. O kadar güzel ki çok fazla müdahale etmek istemiyorum, okuyun görün. Okuduktan sonra şunu düşündüm, belki de onlarca öyküsünü okudum bu yazarın ama galiba en iyisi işte buydu. Bu okuduğum en iyi şeydi. İki Güzel Alıntı Eylemsizlik de bir eylemdir. Bir insanın kaderine müdahale ettiysen günaha girmişsin demektir. BUSE GÜZEL
DÖNGÜ Bir sabah, önce gece ve kuyuya Bütün o şiirlere yeniden gül Annene, çocukluğuna ve zeytine Amaçsız bir yolculukla yüzleş önce Gidip gelip aynı yere dön Tutup tutuş kalbini bıraktığın yerden Bir kırılmayla akşam çökmez kalbe bilirsin Tanrı yeniden yazar sen yeniden yüzleşirsin Dalından düşen sonbahar kekre bir yara olsun ağzında Aldırma Kalbim sızı bildin, yeniden başla Zemberekten geçir kendini Kederinin cepleri lekelensin Tanrı yeniden yazar sen yeniden yüzleşirsin Uzayıp kısalan engebeli saçların gibi yeniden bağışla ömrünü ve yeniden çürüt bedenini Şimdi aynı şeyi iki kere bil Yüzünün çizgilerinde yürümek bir o kadar güçken Her biriyle yüzleş işte Kuyuda kendini unutan Yusuf’sun belki Karanlığın soluğunda ıslık çalan Yere ters bir kuyudan dünyaya eğil Ağlama Başın bir dert olsun dünyaya Kavganın göbeğinde acınla yüzleş işte Sonra de ki: Tanrı yeniden yazar sen yeniden yüzleşirsin Ve kırılma.
FATMA KADI
-MIŞ GİBİ YAPMAK Yolumuzu, yönümüzü, kendimizi ne kadar iyi biliyoruz. Ne kadar farkındayız ruhumuzun. Ruhumuz duygularımızın ne kadar farkında. Onu ne kadar yaşamımızla harmanlayabiliyoruz? yaşam dediğimiz şey bizi ne kadar önemsiyor? Bir önemimiz var mı onun için? olmasaydık mesela olur muydu yine her şey şu an ki gibi. Mesela evdeki düzen, şehirdeki hava, çevremizdeki insanlar tıpkı şu an ki gibi olurlar mıydı? Yani biz bir şeyler oluşturuyoruz, üretiyoruz zannederken belki de hiçbir şey ortaya koyamıyor olabilir miyiz? Bir sabah artık var olmasak telefonumuz yine de çalar mı? Mesela iyi ki vardı derler mi arkamızdan? Birçok soruyla kendi içimizde yol almaya çalışıyoruz. Yolda öylesine çok etken oluyor ki bazen durmak zorunda kalıyoruz, bazense onları gözlemek için düşmeyi göze alıyoruz. Peki ayağa kalkmak? eski direncimizi yeniden kazanmak ve hatta belki eskisinden de iyi olabilmek. Bir şair şiirinde bunu şöyle dile getiriyor: ‘kendi içimizde yol alırken kaybolmak’. İnsan kendi içinde yolunu kaybeder mi? Veya kaybettikten sonra geri bulabilir mi? yeniden kendi yüreğinin elini tutabilir mi? Arıyoruz. Kendimizi, ruhumuzu. Bulduğumuzu sanıyoruz aslında çok uzakta kaldığımızı fark ediyoruz. Çünkü biz ne kadar ilerlersek ruhumuz o kadar koşuyor. Gidiyoruz arkasından fakat biz gittikçe o kaçıyor. Kaçtığımız şeyler, kaçan şeyler bir süre sonra bize dönüyor, bizi biz yapıyor. Geri dönen her şey iklimimize katılıyor. Gittikçe çoğalan bir yapımız oluyor. Gittikçe anlaşılıyoruz. Anlamadıklarını sandığımızda bile aslında anlaşılıyoruz biz bir şekilde. Bir şekilde bir köşesinden kendini ele veriyor ruhumuz. Ele verdiğimiz yer genelde en güçlü yanımız oluyor. Her şeyin bir şeye sahip olduğu dünyada kendimize sebepler sonuçlar arıyoruz. Aradıkça ondan da uzaklaşıyoruz. Uzaklaştıkça kendi çemberimizin etkisinden de çıkıyoruz. Kendi çemberimiz mi var? Evet kendi çemberimiz var. Hayatımızda ki güzel çirkin tüm ayrıntıların uç uca eklenmesiyle oluşan bir çemberimiz var. Bizi ayakta tutan dışarıdan koruyan bir çizgi. Çizgimizi düşünelim. Hayatımız boyunca oluşan bu yapı yeterince bizim mi? Peki elinden tutmak ne anlama geliyor? bilhassa günümüzde ne anlama geliyor? birinin yanında olmak mı yoksa birinin yanındaymış gibi davranmak mı? Yanı –mış gibi anlamına gelen bir kalıp daha ortaya çıkıyor olabilir mi? Elinden tutuyor-muş gibi yapmak. Kocaman bir gerçeksizliğin içine düş-müş gibi. Aslında günümüzde ve gündelik yaşantımızın çoğu yerinde –mış gibi yapıyoruz. Şaşırmış gibi, sevinmiş gibi, çok üzülmüş gibi ve hatta kızmış gibi. Biz –mış gibi yapmalara devam ettikçe hayatta bizi içselleştirmeye çalışmaktan vazgeçiyor. Sahi en son neyi içselleştirerek yaptık? Mesela ne zaman evet ya şu an bunu içselleştirdim, özümsedim, kendime aitleştirdim diye düşündük ? ne zaman tam çok mutlu bir anımızda durup kendimizi uzaktan seyredebildik? Çok mutluyum ve çok mutluyken çok güzelim diyebildik? Bizler aslında unutuyoruz. Duygularımızı, yolumuzu, yönümüzü, içselleştirmeyi, hissetmeyi… ve öğreniyoruz –mış gibi yapmayı kendimizi ve çevremizi kandırmayı. Unutuyoruz bazen nerede ne kadar kendimiz olmamız gerektiğini. Ve hayat bizi unuttuğumuz yerden dansa kaldırıyor yani herkesin bildiği değil de kimsenin bilmediği yerden yakalanıyoruz hayata. Biraz yalpalıyoruz , hayatın ayağına basıyoruz daha ilk ritimde. Yıldızlarımızı kaybediyoruz. Çünkü yıldızlarımızda sönüyor zamanla. Sönen yıldızımızı da bulamıyoruz çoğu zaman kendimizi bulamadığımız gibi. Arayışa giriyoruz. Aradıkça uzaklaşıyoruz. Uzaklaştığımız yerden yakalanıp, yakalandığımız yerden yaralanıyoruz. Yaralarımızı da kapanmış gibi yapıp unutturuyoruz kendimize. İnsanoğlu işte… -mış gibilerde yönünü kaybediyor. Yolunu bulamıyor. Umarım ki hayat bizi en sevdiğimiz yerden dans kaldırır ve –mış gibilerden kurtulup özgürlüğümüze kavuşur, kanat çırpmalarımızın ritminde mutlulukla birleş-MİŞ gibi yapabiliriz.
DİLRUBA YILMAZ
MODERN SOFRALARA YEMEK DUASI penceremin ankarasından sana bakıyor gölge buz gibi içimin odaları saksılar boş, çiçekler çalınmış adam oluyor büyüyen her ağaç ağaç oluyor kolların ve serin oluyor yaz geceleri üç tarafı insanlarla kaplı bir pusulanın en meçhul dördüncüsü insan ve insan evladı ürettiğini tüketme sorunsalı çok kapital gözlerin bir sürü toplumsal gübre gözlerinsiz aşk şiiri gölge düştüğü yerde iz bırakmaz iz bırakmaz bazı dokunuşlar öldürür ve öldürür anne ve öldürür baba öldürür çocuğunu bozuk plak gibi Freud hay aklına Sokrates senin damarlarım ülkesinden elçiye zeval geldi zeval geldi bana sana çok geldi insanlar kaç ermişi yaktı bu dağlar saymadım insan insana başkent bazen, bazen sadece gitmek kalmadı bir damla gurur kanımın tek damlasında kuşlar kondu yollarıma asfalt döktü hep belediye buralar hep fotosentez şimdi kaçak kat çıkmışlar dönme dolaba kustum içimdeki odaları ve kalbimdeki bütün Yahudiler öldü hafta sonları artık sadece tatil benim için ve korsan yayınlar kutsal kitaplardan bahsetmiyor hiç televizyon açık, kumanda kayıp, seni seçtim klozet ve ışık doğudan doğmuyor anadan dogma insan inanma güneş mi elhamdülillah bugün de doyduk tapınaklarım olmuş gitmeler isimli çocuk gitmek koymuyor adama, kalmak koyuyor oğlum şimdi güneş umudu gölgeliyor ve ben senden hiçbir şey beklemiyorum. -boş versene sen, benimkisi az kızarmış olsun. -tuzu uzatır mısınız? -hep birlikte mi... -teşekkürler ben doydum. -ellerinize sağlık çok güzel olmuş.
UTKUCAN YAZICI
ÇARPIŞMA Yeniden, yanlış yola saptığını hissediyor. Sadece mecazen değil üstelik, köşeyi döner dönmez karşılaşacağı buz gibi binayı görecek olmak onu huzursuz hissettiriyor. Üstelik daha sonrası hava kararıp akşam çökmeye başladığında bitkin bir hâlde dışarı çıkmalar; yalnız yüründüğünde daha da kötü hâle gelen yokuşumsu yol; bir türlü rahat inilemeyen veya çıkılamayan, uzun aralıklı, rahatsız merdivenler… Belki de böylesine rahatsız edici bir yokuş ve merdivenler olmasa artık kanıksanması, kemikleşmesi gereken bu duyguyla baş ediyor olabileceğini düşünüyor. Fakat geniş yol ağzına yaklaştığını ve çift yönlü yolun üzerinden hızla geçen arabaları fark edince bir nevi olumlu düşünceler barındıran bu duygu yok oluveriyor. Her seferinde arabanın yolda göründüğü ilk yere bakıyor, yolun ortasına geldiğinde sanki orada artık arabalar geçmiyormuş gibi büyük bir gamsızlıkla karşıya geçiyor. Ne olursa olsun içinde bir ölüm hissi taşıdığını biliyor. Uzaktan hızlıca yaklaşan arabayı görüyor, geri çekilmelere ve kendine yapılan uyarılara kulak asmıyor, arabanın ancak dibine geldiğinde zorla durabileceğini bildiği hâlde yolun karşısına geçmekten vazgeçmiyor. Araba ona yaklaştıkça mıknatıssal bir çekime giriyormuş gibi hafif bir büyülenmeden kendini alamıyor. Ama sonrası aynı. Biliyor. Aynı bekçi kulübesi. Aynı beton bina. Aslında aynı beton bina değil. Ona çekici gelen güzel bir özelliği var. Bazen içerideyken görüyor onu, bazen de dışarıda ayakta dikilirken. Ellerinde bir şey var. Ona doğru doğrultuyor. Bir çiçek ateşe benzetilir ya, aynen öyle işte diye düşünüyor. Ellerinden çıkan geri titreşimli şey kendisine isabet ediyor. Geldiği yerde kırmızı renkli bir iz bırakıyor. Tanrı biliyor ya, artık mutlu ama bu düşünceler hayalden öteye geçmiyor. Diyor ya, aynı beton bina. Yine giriyor içeri ve saatler sonra yine aynı şekilde çıkıyor. Bu sefer yalnız değil. Bu sefer gülüyor. Ama dalgın bir gülüş bu. Basit bir ayak uydurma çabası. Gideceği evi düşünüyor. Evin soğukluğunu hatırlıyor, üstelik iki anlamlı bir soğukluk bu; hayatında sıcağı böylesine tutamayan başka bir ev görmedi hiç, belki de kişiliğimizi evimize de yansıtmışızdır diye düşünüyor. Ağzında klişelere uygun olması için değil de gerçekten öyle olduğu için acı bir tat var. Sonra yine onu görüyor, yine aynı yerde beklemeye devam ediyor. Ellerindeki şey olduğu gibi duruyor. Bakışları arkadaşlarından ona doğru kayıyor. Gülümsüyor. Göz göze geliyorlar. Anlaşmış gibi birbirlerine bakıyorlar. Kafasını sallamadan önce alnının üzerinde duran ve gözlüklerine değen bir şey fark ediyor. Doğal bir kaşınma refleksiyle elini alnına doğru götürüyor. Kaküller. Kakülleri var. Çünkü ne zaman kendini hayal etmek istese kaküllü görüyor. Çünkü her zaman kendinde gizli kalan bir şeyler oluyor. Ve buna dayanamıyor artık. Kafasını sallıyor, onun elindeki şeyi doğrulttuğunu görüyor. Arkadaşları silah sesini duyduklarında korku dolu bağırışlarla oldukları yerde sıçrıyorlar. Oysa çok sakin. Vücudunda gittikçe yayılan sıcak bir şey hissediyor. Hiçbir acı duygusu yok. Öylesine normal duruyor ve öylesine koyu giyinmiş ki ancak yere çöktüğünde vurulduğunu anlıyorlar. Çığlıklar duyuyor, birbirine girmiş karışık sesler. Halbuki bu, onun için bir ritüelin gerçekleştirilmesi gibi bir duygu. Yapılan telaşı anlayamıyor. Gözlerini kapatıyor. Ve ne mutlu ona ki sesler gittikçe azalıyor. Gerçekten Tanrı biliyor ya, artık mutlu.
YASEMİN ÜŞÜMÜŞ
AÇIK YARA bir avuç hüznü bırakıp kaçtıklarından beri avluda, soruyorum buraları sen mi var ettin yoksa bir avuçtan çıkan çile miydi var eden bizi umudu çıplak ayaklarla çöllerde arayan ve her davasında bir adım geri atan süvariyi ne politika cesur edebilir ne de şiiri soruyorum umudu sen mi var ettin yoksa klişe cümlelerden güçbela kaçan heveslerimiz mi? Bu patikadan ikinci geçişim, sağ elim erik tohumu, sol elim dalları avuçlarımda açan hüzünler ve onları solduran bir takım gündelik yürüyüşler kırmızı çocuklar hala eteklerimde saklanıyorlar sen mi sakladın onları, soruyorum bu avlu benim kılıcımdır ey isyan! bul ve buluştur saklandıkları yerden çıkart ve sev öp, kaderini adım adım öp kader ağlarını örer gibi artık eskisi kadar üzülmüyorum biliyor musunuz görseniz inanmazsınız 46 gün 24 saat 60 dakikadan aldığın öğüt içinden çıkan açık yarayı alıp, hücrelerine bölüp tekrar tutunabiliyormuş hayata bir avuç hüznü bırakıp kaçtıklarından beri avluda Hoşuma gitmiyor, elimde iyi bir kalem ve Hoşuma gitmiyor, rastlantılarımız Sevmiyorum artık, tekrar tekrar tekrar tekrar çabayı sürdürdüğün her seferinde yeniyorum başı bozuk kırmızı bir çocuk olmayı bu patikadan bilmem kaçıncı geçişim, feda ediyorum her seferinde uzattığım dallarımı çıplak ayaklarımla koşuyorum sürekli kendi bahçelerimde ve kanatıyorum kendi kendimi sağ elim erik dikeni sol elim, dalları feda ediyorum onları ve sevmesem de vedaları veda ediyorum her seferinde çeperimden kaydı dünya, denge tutturamıyorum biliyor musunuz görseniz inanmazsınız artık eskisi kadar da üzülemiyorum
DEMET GENÇ
Gül Yanığı-FURKAN DÖLEK
SEN VE ELLERİN -KALANLAR Tılsımlı bir yer altı şehrinin aydınlığını taşıyorum içimde Sönmeye yüz tutmuş benliğimin yakamozu Sana yol gösteriyor, ne saçma Sen zaten kalbimin haritasını tutuyorsun ellerinde Ellerin çıkmazlarımın pusulasıydı Şimdilerde ayazıma kor oluyor Yorgunluğuma dinginlik Kimsesiz gidişlerimin kimseli dönüşleri oluyor O ellerin varya Sensiz günlerimin -sizini alıyor Sen kalıyorsun geriye Sen ve ellerin Ama en çok ellerin kalıyor
ZEYNEP HOPA