İÇİMDEKİLER Kuramadığım Denklemler Demet Genç Meğer Adam Ölmüş Utkucan Yazıcı Müjgan Ozan Re. Kartal Kutup Yıldızı Beyza Sevim Belet Çürük Tolunay Adalıoğlu Hakan Günday’ın Daha Romanına Suç Üzerinden Yaklaşım Büşra Madenci Güle Maya Vurmak* Furkan Dölek Bay Kendini Bilmez Uğur Ergün Merhaba! M. Emin Yüksel Giddar – Erbuğ Kaya Buse Güzel Kendi Mucizesine Sahip Çıkanlara Dilruba Yılmaz Her Dem Bir Mim Muhammet Öztürk
Genel Yayın Yönetmeni Uğur Ergün Editörler Büşra Madenci Can Yalçın Demet Genç Furkan Dölek Redaktör Yasemin Üşümüş Kapak Resmi Fatma Erkuş Fotoğraflar Şevval Şirin İç Çizimler Beril Doğulu Berna Horasan Elif Karakuş Sosyal Medya Buse Güzel Yunus Hamurcu ISRARLA TAKİP EDİN! instagram @eksi21dergi twitter @eksi21dergi iletişim eksi21dergi@gmail.com
KURAMADIĞIM DENKLEMLER Bir bir huyların hâlâ dünkü çocuk Anıların hâlâ senden yana değil, bizden yana hiç değil bir cümle geçer bir kitapta kitap en çok o cümlede duraksar trenler istasyonlara ulaşır istasyonlar bekler huyların hâlâ çocuktur ve ulaşabileceğim kadar yakında değillerdir kuş ölür, uçuşu da mantık her zaman bizi dörde götürmez insanlar gider, zaman gider, his gider kurutulmuş çiçekler bir cam kavanozda durur, üst raflar, cam kavanozlara ayrılır dere kenarlarından toplanmış çakıl taşları artık dere kenarında değillerdir, evlerinde değillerdir, evindedir sen sana ait sandığın her şeyi alıp baş köşene koymayı marifet saymayana kadar da seninledir İnsan büyür, gülüp geçer çünkü geçmek insanı beklemektedir hep bir eşittir sunar hayat ve bazen sonuç sisteminin en sol köşesindedir ördüğün tüm örgülerde ilmek atlarsın bozar baştan yaparsın çünkü örgün kaderindir hata kaderindir, ilmek kaderindir hep birilerinden etkilenirsin, hep birilerini etkilersin hep birilerini kazanıp aynı oranda kaybedersin kaybetmek de seninledir
sükûnet istersin yan odada müzik çalar üst katta kahkahalar ve merdiven sesleri dikkatin dağılır çünkü dağılmak seni beklemektedir zaten yan odalar da her zaman iyi değildir umut, gözlerindeki ışıktan daha güzel değildir ve umudu kesmek de bazen elinde değildir umut seni bekler çünkü ‘çokluk senindir’* parçalarını ceplerine sakladığın yapbozların inanışların ve terk edilişlerin inançtan çok çaresizlikten yaptığın ibadetlerin iskeletin, huyların ebedi çocuktur ve göğüs kafesinde insanın, her zaman bir çocuk bekler öz saygısını hiçe saydığı oysa öz saygın, ölene kadar seninledir Huyların hâlâ dünkü çocuktur, kitaplar yazılır, okunur, unutulur istasyonlar yıkılır trenler devrilir kuşlar yeniden doğabilir mantık sana en iyi olduğun meseleyi değil en iyi olman gereken meseleyi anlatır oysa mantık bunu anlatırken bile en iyisi olamamıştır yasalar senin veya benim için yoktur yasalar ibadetler gibi çaresizlikten var olmuştur yasalar mantıklıdır yasalar bu yüzden en doğrusu değildir inkâr etmeyeceğim senden daha güzel asla değildir.
Bu döngünün içine doğdun bu döngüye yeni yasalar koydun, kırdın, kırıldın, hâlâ kırmaktasın kırılan kırılmayana kadar da kıracaksın bu yüzden yerinde bulamadığın her şeye evinde kaybolmuş kadar yabancısın bir cümle hakikaten bir kitapta geçer; “İnsanoğlunu yarattım, pişmanım” ** zaten artık kitapları da cam kavanozların gibi üst raflara kaldırdın.
*Turgut uyar- çokluk senindir şiirinden ilhamla. **Tevrat, Yaratılış 6:5-8
Demet Genç
Meğer Adam Ölmüş Sabah çok tuhaf bir halde uyandım. Beynimin olması gereken yerde, yani çoğu insanda olduğu gibi kafatasımın içinde, sanki bir uzay vardı. Kocaman bir boşluk. Hiçbir şey hissetmiyor, hiçbir şey düşünmüyordum. Kaygılarım ve ümitlerim bir anda yok olmuştu. Gözlerimin önünde birini vursalar sadece birini vurmuş olurlardı. Modern insanın hissizliğine eriştiğimi söyledim kendi kendime. Fiyakalı bir söylemdi, ama benim için hiçbir anlam ifade etmedi. Kahvaltımı hazırlarken aslında aç değildim. Yine de bir alışkanlığı yerine getirmek için kahvaltımı hazırlayıp masama oturdum. Ama ne kahvaltı? Üç tane zeytin, bir parça peynir (kibrit kutusu büyüklüğünde), bir dilim ekmek ve sallama çay. Çay demlemeyi bilmiyorum. Sanırım ölmeden önce çay demlemeyi öğrenmem gerek. Gazetemi okuyorum. Üçüncü sayfa haberleri. Ölümler, tecavüzler ve akla gelmeyecek bir sürü olay. Mesela şu haber: Eleştirmenini Öldüren Yazar Şunları Söyledi... Ya da şu: Kocasına Tecavüz Eden Kadın “Hoşuna Gider Sanmıştım” Dedi ve… Hiçbir şey hissetmiyorum. Sahte bir duyarlılık bile gösteremiyorum. Şu masadan bir farkım kalmadığına yemin edebilirim. Gerçi benim üstümde yemek yemeniz pek hoş olmaz. Yaşayan bir ölüye dönüştüm sanırım. Ya hep böyle olursa diye endişe ediyorum. Bu beni çok da korkutmuyor. Babamın kardeşimi de alıp evi terk edişi geliyor aklıma. Annemin yalvaran yüzü bir an gözümde belirip kayboluyor. Ben annemin gözyaşlarıyım. Dişlerimi fırçalarken eski sevgilimi hatırlıyorum. Nihal. Benimle gönlünü eğlendiren sonra da çekip giden kadın. Gururumun kırıldığını hissetmiyorum. Ya da sinirlenemiyorum. Aslında ona çok şey borçluyum. Aklıma geldiği zamanlar bunu söyleyerek rahatlatırım kendimi. Ona çok şey borçluyum, evet. Ama şimdi rahatlamak için söylemiyorum bunu. O olmasaydı Eylül ile tanışamazdım. Eylül. Hayatımın anlamı. Seni bütün kalbimle seviyorum. Ama affet bu hissizliğe sen de dahilsin. Aslında söylemem gerekir sen hiçbir zaman bir Nihal olmadın. İnsanoğlu ne kadar nankör değil mi? Sevilmeye ne kadar da alışmamış. Hep olmayana meyilli.
Üstümü değiştirmek için odaya geldim. Artık hiçbir şeye üzülmeyeceğim için sevinmem gerek. Ama mutlu da hissetmiyorum. Aynaya bakıp kendimi gülümsemeye zorluyorum. Bu beni acayip yoruyor. Amcamın sesini duyuyorum. Sen artık gerçek bir erkeksin. O loş odayı hatırlıyorum. O kadını ve korkunç ıslaklığını. Odadan çıktığımda amcamın gururlu bakışları ve iğrenç gülüşü gözümün önüne geliyor. Bunları hatırladığımda karnıma saplanan ağrıyı hissetmiyorum. Gözlerim de dolmuyor. Sadece hatırlıyorum. Kravatımı bağlamak için davrandığımda bundan vazgeçiyorum. Çünkü bir hafta önce çalıştığım şirket iflas etti. Artık boynuma kravat geçirmeme gerek yok. Fakir ve özgürüm. Neydi o söz? Az eşya, az insan, çok huzur. Eşyalarım yeterince az. Madde bir tamam. İnsanlar ise istemediğim kadar fazla. Bazen o kadar yoruluyorum ki konuşmaktan, insanların içinden koşarak uzaklaşmak istiyorum; insanlığımı korumak için. Boş yapıyorsun, diyorum kendime. Sadece sosyal medyada on bin arkadaşım var. Bunu bir ara kutlamalıyım. Sadece elli kadarını tanıyorum. Geçen yazdığım bir şey için hiç tanımadığım onlarca insan bana ağza alınmayacak şeyler söyledi. İnanabiliyor musunuz? İnsanları infaz etmenin kolaylaştırıldığı bir çağ bu. Ben insanoğlunun nefretiyim. Neden bugün dışarı çıktığımı hiç bilmiyorum. Bir haftadır başvurduğum bütün iş yerlerinden ret yedim. Biraz dinlensem iyi olurdu. Ama dişlerimi fırçalarken, içimde Gülhane’ye gitmek için büyük bir istek duydum. Aslında bir istekten ziyade bir dürtü gibiydi. Bir an için hayatımın tek gayesi Gülhane’ye gitmek oldu. Evden çıktım. On dakika uzaklıktaki tramvay durağına geldim. Durak kalabalık değil. Bu ikinci tuhaflık olabilir. Durağı hiç bu kadar tenha görmemiştim. Hava soğuk. Soğuk havalar bana zatürreden ölen arkadaşımı hatırlatıyor. Bir insanın zatürreden nasıl ölebileceğini düşünüyorum. Tramvay geldi. Son beş yılım bu tramvayda geçti. Hocalarım yüksek lisansımı yakmasaydı şimdi Eskişehir’de olabilirdim. Ve beş yılımı oradaki tramvayda geçirirdim. Ne kadar heyecanlı bir hayat? Tramvaydan dışarıyı seyrediyorum. Havada bir tuhaflık var. Gökyüzü her durakta biraz daha kararıyor gibi. Bu üçüncü tuhaflık olabilir. Saçmalama, diyorum kendime, gün daha öğlen olmadı.
Gülhane durağındayım. Beş durak geldim. Beş yılda ancak beş durak gelebildim. Gülhane’ye gitmeyi hiç sevmem aslında. Eylül sever ama o bile beni ancak bir iki kere getirebilmiştir buraya. Gülhane’nin kapısına geldiğimde saate bakıyorum. 18.07’yi gösteriyor. Aptal saat yine bozulmuş olmalı. İçimdeki dürtü gittikçe daha güçlü bir hal alıyor. Hani bir kelime dilinizin ucuna kadar gelir, ama ne olduğunu bir türlü hatırlayamazsınız. Öyle hissediyorum. Her şey bir anda açığa çıkmayı bekliyor gibi. İçeri giriyorum. Her yer çamur ve inşaat. Gülhane her zaman olduğundan daha estetik gelmiyor gözüme. Aslında şiir yazmayı bıraktığımdan beri hiçbir şey estetik gelmiyor… Gerçi bugün dünyanın en güzel manzarasını bile seyretsem hiçbir şey ifade etmeyecek. Hatta beni güzel bir manzarada bıçaklayabilirsiniz. Eylül. Bankta oturuyor. Yanına gitmem lazım ama bütün yerçekimi ayaklarımda toplanmış gibi. Tek bir adım bile atamıyorum. Bu ağacın arkasına ne zaman geldim? Bir adam Eylül’e doğru geliyor. Hayır adam bana doğru geliyor. Ben Eylül’ün gözleriyim. Bir enerji gibi aktım. Ve şimdi Eylül’ün olduğu yerdeyim. Ağzım istemsizce kımıldıyor ve “Emre yine geç kaldın. Yarım saattir seni bekliyorum” diyorum. Ben Eylül’ü hiç bekletmedim. Emre gözlerimin içine bakıyor. Bir an Eylül’e değil bana baktığını anlayacak sandım. Ama hayır, Eylül’ün gözlerinin içine bakan benim. Ben Emre’nin iğrenç ağzıyım. “Özür dilerim bebeğim”, diyorum, “çok trafik vardı.” Yalan söylüyorum. Yalan söylüyor. Her ne boksa. Ağzını uzatıyor Eylül’e. Dudağından küçük bir öpücük aldığında ben ikisinin de dudakları oluyorum. Zehirlerini benim içime akıtıyorlar. Ben de kendi bedenime dönüyorum. Ağacın arkasındayım. Hiçbir şey hissetmiyorum. Ben Eylül’ün ihanetiyim. Hatırlıyorum. Dün gelen mesaj. Saat 17.45’te Gülhane’de olmam gerektiğini söyleyen mesaj. Ama bütün bunlar dün oldu. Ve ben şimdi hatırlıyorum. Bazı şeyler hâlâ net değil. Duvardaki saate bakıyorum. 18.07. Evdeyim. Bugün evden hiç çıkmadım. Tavandan sarkan cesedimi seyrediyorum. Tanrım, evet şimdi her şey çok daha net. Vücudumu geri vermeni isterdim, çünkü hâlâ çay demlemeyi bilmiyorum. Gülümsüyor-um.
Utkucan Yazıcı
müjgan her kirpiğinin arasındaki boşluğu üfleyerek öpüyorum bundandır kaç kirpiği var soranlara söylüyorum ezberden bundandır boyumu aşan denizler gibi nefes alıyorum beni bir ateşe attılar da ateş güle dönmedi gibi öpüyorum annemi emdiğim pozu tekrardan ısrarla veriyorum emiyorum sonra güngören'de evde güneş tekrar doğuyor kirpiklerini vaşakların yemesine izin vermeden gibi tanrı gibi çizmiş gibi sakallarla öpüyorum muazzezce öğreniyorum öptükçe kirpiklerini ikişerden bildiğim bütün türkçeleri unutuyorumsay sonra kum sonra topuk taşları çiğniyor gibi ekşitmeden yüzümü vanalar açar gibi sen içime vaşaklar dolduruyorum bir karganın yavrusunu öptüğünü görüp gözlerimde beni yavrusunu öpen kargalar gibi siyah tüyle öpüyorsun utandır diyorum beni kızıla kaçayım topladığım vaşaklarla beni kardeşini gömenler gibi sana gömüyorsun sana döndür beni diyorum tırnaklarımı kıracak bir ısrarla sana döndür beni, dünya bana doğru dönüncesay kirpik hiç yok diyorum tırnak nedir uzar, asıl kirpik düşmesin diyorum berberlere sokuyorlar beni birini bile tanımıyorum
Ozan Re. Kartal
Kutup Yıldızı Bugün de diğer günlerde olduğu gibi 09.20 Eminönü-Kadıköy vapuruna turuncu halatlar çözülürken yetişiyorum. Benim için 20 dakikalık vapur yolculuğunun en keyifli tarafı sanırım vapurun yan taraflarında yer bulabilmek. Kulağımda R.E.M’den Losing My Religion...İşte şimdi yine denizin kokusunu içime çekiyorum. Boşluktayım. Gözlerimi kapadığımda sanki var olan her şey matruşka bebekler gibi iç içe geçiyor. İçim çekiliyor. Gezegenler sonra galaksiler... Sonsuz dediğimiz evren bitmek bilmeden küçüldükçe küçülüyor. Aslında evren sonsuz değilmiş. İçlerinden sadece bir tanesinde yaşadığımız iç içe geçmiş evrenler denizi bitmek bilmezmiş. Anlayamıyorum. Beynimin içinden hayatla ilgili onlarca klişe soru geçiyor. Var olan her şey yer değiştiriyor. Kutup yıldızı hariç. Onu kaybedersem yönümü kaybederim biliyorum. Bulunduğum an içinde tek bildiğim bu. Zaman akıp gidiyor, ama neredeyse her gün birbirinin aynısı. Şimdi ise zaman kavramından şüphe ediyorum. Kafam kazan gibi. Bu sonsuzluk içerisinde devamlı bir sonraki nesle hizmet etme düşüncesi beni yoruyor. Kendime bu zincirde bir halka bulamıyorum. Vapurun sesiyle gözlerimi açıyorum. Yine bir karmaşa; insan kalabalığından sıyrılmaya çalışıyorum. Şehrin sesi artık büsbütün uğultuya dönüşüyor. Bu boşlukta debeleniyorum.
Beyza Sevim Belet
Çürük Biraz çürük elma kokusu Etrafta tanıyamadığım vitrin mankenleri ve Damsız girilmez adlı bir pazar expresi İçerisi mahşer günü Sol köşede bir varilde oturuyorum Ruhu açık arttırmada bir maktul Mübaşir: -Var mı arttıran? Katil: -Arttırıyorum. Bir yudum daha Carlsberg’ten sonra Sendeleyen adımlarla gidiyorum Yaklaştıkça fark ediyorum Katiline gülümseyen yüzünü İşte klasik bir Marxist yaklaşım bu Yeşil kâğıt desteleri arasında kaybolan sevişmeler Ve metalaşan bedenler Bir bakıma büyük bir soygun belki de Kaçıncıyı yudumladığımı bilmiyorum Ve içimdeki kapitalizmi büyütüyorum Hepsi çok yalnız Kolonlardan gelen anarşik manifestolar gibi Ve sonunda rastafaryan bir yaklaşımla saçlarından tutup Zion’a yaklaşıyorum Mistik bir duman ve Ganj’a Adil bir yaklaşımla soruyorum -Biraz daha kalsan olmaz mıııı diye? Arzularıma olan aşk bir kez daha tükeniyor ve İhtilal gerçekleşiyor içimde
-Suçlu musun? -Sadece var olmaya çalışıyorum. Ve sanırsam yaşamak gidererek ağırlaşıyor. Var oluşa aykırı bir dizi eylem Belki de bir anafor Ne derseniz deyin 20. yüzyılın ana rahminde başlayan erken doğumun Bedenimde bıraktığı bir mühür Ve ölü taşıyıcısı Sancılarını hâlâ hissettiriyor Ve biliyorum ki bu hayatın kırbaçlarına karşı sunulan bir caliban dansı.
Tolunay Adalıoğlu
Hakan Günday’ın Daha Romanına Suç Üzerinden Yaklaşım Kitap Rimbaud’un; Dayanılmaz tek şey, hiçbir şeyin dayanılmaz olmamasıdır cümlesiyle başlıyor. Bu cümle ilk cümlenin ne kadar etkili olduğunu gösteriyor, gidişat açısından oldukça belirleyici. Kitabın ana kahramanı dokuz yaşındaki Gazâ; aynı zamanda konusu da diyebiliriz. Olayların çözüme girmesi, durulması söz konusu değil, hatta hikâye gerilimi tırmanarak artıyor ve sınırlarını zorluyor. Kitabın ana akışında dört önemli dönem var, bunlar İtalyan resmindeki teknik terimlerle aktarılmış, ilişkilendirilerek verilmiştir. Gazâ’nın hikâyesine dair ön izleme niteliğindedir. İlk kısım olan ‘sfumato’nun anlamı, renk ve tonların karışması. Aydınlıktan karanlığa geçiş tıpkı Gazâ’nın hayatı gibi. Afganistan’dan Avrupa’ya kaçak göçmen yollarının üzerinde babası ile bağlantı noktalarından bir tanesi Gazâ. İsmi de göçmenlerin bildiği tek kelime olan ‘Daha’dan geliyor, aynı zamanda ‘Daha’ Gazâ’nın babasının ismi olan Ahad’ın da tersten okunuşu. 9 yaşındaki bir çocuk; İnsanın kullandığı ilk alet, başka bir insandır cümlesini içselleştirerek söylüyor. Yaşından çok daha olgun sözlere sahip. Bu konuda eleştiri getirilebilir, fakat sağlam bir kurgu içinde olduğundan göze batmıyor. Burada dikkat çekilen güç olgusunun nasıl kullanıldığı, bir insanın diğer insan üzerinde nasıl etkili olduğudur. Tabii eğer ortada bir ölüm korkusu varsa, elbet ölümsüzlük isteği de oluyordu. İşte, otorite olmak da bu isteğin ürünüydü. Burada Gazâ’nın kaçaklar üzerinde yaptığı yönetim deneyi son derece katı, soğukkanlı ve serttir. Demokrasi algısının yönetimini gözler önüne serer. Algıyı yöneterek diktatörlükle olan yakın ilişkisini ve günümüzle benzerliğini göstermektedir. Korkakların intikamı olarak nitelendirilen nefret kitleselleşir ve bunun sonucu olarak faşist, dolayısıyla tehlikeli, yok edici bir canavara dönüşür. Peki, kim kimden sırf var olduğu için nefret ederdi? Tabii ki ırkçılar ve mezhepçiler ve de kendi dinlerinden olmayan her insanı yok etmeye ant içmiş olanlar! Kitapta geçen bu cümle suçlu ilan edilenin asıl suçluyu işaret ettiğini düşündüren ve suçun nasıl şekillendirilip meşrulaştırılabilen bir kavram olduğunu düşündürmek istercesine karşımıza çıkar.
İkinci bölümün terimi ise Cangiante, yani aynı rengin farklı bir tonuna geçilemediği ya da tercih edilmediği durumdaki ani renk değişimi. Kaçak göçmenleri diğer bir aktarma noktasına taşıdıkları yolculuk sırasında yaşadıkları, babasına tam o sırada annesini sorduğu için aslında bir intihar olan, kaza ile birdenbire Gazâ’nın hayatında bir değişim oluyor. Kazadan sonra sıkıştığı çukurda etrafı ölülerle sarılıdır. Kaza sonrası dönemde Gazâ okulda başarı yakalayıp yükselişe geçer. En uçların insanı olduğundan sınırlarını zorlar. Bu zorlama onu deliliğe götürür. Üçüncü bölüm olan Chiaroscuro – aydınlık ve karanlığın vurgulanarak birbirinden ayrılması, ışık ve gölge arasındaki zıtlık kısmına geçtiğimizde, Gazâ akıl hastanesinde tedavi sürecinde ve sonrasında akıl hastanesinden çıktığında insanlarla teması kalmamıştır. Teklik ve kalabalık kavramını sorgulamaya başlar. Ona göre teklik bir buluş, bir mucize. Sonunda, herkesin herkesle savaşma ihtimalini, herkesin tek kişiye karşı savaşması gerektiğini savunarak sonsuza kadar ortadan kaldırabilirdik fikrindedir. Ama; Kalabalık öylesine büyülü bir şeydi ki, içine girildiğinde ne ad ne de kütle kalıyordu, der. İnsanlara dokunma korkusunu linç ile yeneceğini düşünüyor. Evet, linç, bir tür savaştı. Çoğunluğun azınlığa karşı açtığı bir savaş. Tek olana karşı verilen bir savaş. Her şeyin olduğu gibi, elbette bunun da bir Latincesi vardı: Bellum omnium contra unum – yani herkesin herkese karşı savaşı; fikri doğrultusunda, Gazâ, dünya haritası üzerindeki potansiyel linç noktalarına seyahat ediyor. En son kısım olan Unione’da da tıpkı Sfumato’da olduğu gibi renk ve tonlar birbirine karışıyor. Renkler daima canlı ve rengârenk hâle geliyor. Burada kendini gerçekleştirmeyi görüyoruz. Hikâye çocuk olamadan göçmen taciri olan Gazâ’nın Afganistan’a yaptığı yolculuk ile son buluyor. Aklını kaçırmış bir insan olan Gazâ geçmişte yaptığı tüm kötülüklerin, tüm karanlık düşüncelerin hâlihazırda sorumluluğunu taşıyor. Ölümüne sebep verdiği Cuma’nın sesini duyuyor, sohbet ediyor. Elinde kalaşkinofuyla ona doğru küçük bir çocuk yaklaşıyor ve Gazâ ona teslim oluyor.
Büşra Madenci
güle maya vurmak* bir zamanı aştıktan sonra zihnini kurcalayan her ne varsa tek tek çözülmeye başlıyor. aldığın yol değil de yaptığın yol kadar yürüyorsun içeride. insanoğlu kaç günde bir çağ atlıyor, yetişemiyorsun. bu dünyada ne için yorgunluk çekiyorum, ne için ıstırap duyuyorum, ne için geç kalıyorum, ne için şiire oturuyorum diye düşünür oluyorsun. kaç gündür sık sık zöhre yıldızını görüyorum. bu durum fikirlerimi daha da omuruma batırıyor. bir sandalyede dik oturmayı özlüyorum. madden bütün nesneleri soyutlamayı göze almaya kalkışsa birileri, nereye kadar gidebilir ki. mesela şimdi o plajda tek düz duran kahvehane taburesini kim oraya koymuştur, koymuşsa madem ne için koymuştur, bunu da bileceksek, o tabure bu yalnızlığını ne ile oyalıyordur? yani ağzıma kadar ne inmiyorsa çoğu yukarıda meşgul tutuluyordur. uzun vakittir meşgule düşen bir mesele var. olmuşlara ve olmamışlara bir dağ evinin penceresinden baktığımda, ışığı geniz etime çarpıp kafatasımda kırılan, kırılan parçalarını sabaha doğru süpüren bir mesele. ne zamandır gün içinde, ay içinde yahut yıl içinde, kaç defa dönüp; ne yaptığımı, yaptığım şeyleri ne için yapar olduğumu düşünüp, bu eylemlerime bir anlam kazandırmaya çalışıyorum, pek tahmin edemiyorum ama bana denk düşen şu anki durumu izah etmekte zorlanıyorum. zihnimi güle yormaktan geliyorum. yıllar götürürken birer birer mayalı fukara ekmeğimi, gülü dert etmekten geliyorum. daha avuçlarımda şekil vermeden bir hamura, bir küreği fırına bırakmadan, çiçeklenmiş ekmeğin farkına varamamaktan geliyorum. ben ki otuz yıllık fırıncı ibrahim’in oğlu, sevda derdindeyim. güle maya vuruyorum. aslen babamın yarım bıraktığı işi sürdürüyorum. ekmek pişiriyorum ekmek. mayasını almayan hamur çiçeklenir, beklemen lazım, taze hamur çiçeklenir, aç kalacaksın, sevda derdin artacak. bırak şu şiiri ekmeğin çiçeklenecek diyor babam, sağ olsun. babacığım ben de böyle karın doyuruyorum. vicdanlı vicdansız güller büyütüyorum. zalım susturuyorum. ha ben bunu kazanda güllerimle yapmışım, ha sen unla yapmışssın. onu da denedim, denemedim mi zannediyorsun? hamuru yoğuruyorum, hamur ekşiye çalıyor, hamuru kesiyorum, hamur elime yapışıyor, hamuru ekmeğe deviriyorum, pişsin diyorum, ekmek çiçekleniyor, pişmiyor. bir gün o ekmek pişerse sofradan kalkacağımı da biliyorum. hem hüseyin avni dede diyor ki “şairler ekmek yiyor da fırıncılar niye şiir okumuyor?” çok haklı, aynı işi yapıyoruz. şimdi sevgi derdine, güzellik derdine düşüp, düştüğüm yerleri büyütüyorsam güle maya vurmaktan başka ne yapmış oluyorum ki.
bir gül büyütüyorum içinde mayası var, bir gül büyütüyorum ki derdime dönüyor. bülbül değilim ki gülü alnından vurayım, bülbül değilim ki gidip dalına konayım. bir gül büyütüyorum, yaşamak derdini diri tutarak. bunu böyle adlandırıyorum. benim tanrım bana hem gül derdi vermiş, hem maya derdi. nohutum acıya çalıyor yüzümü. arpam fazla gelmemiş hicazdan. otur da düşün babam ne diyor bu diye, düşün düşün de gülü içeride göresin. bir gün senden uzak yollarda düşünmeye koyulduğum vakit gördüm ben bu işin astarını. kaldırdım baktım, küf tutmuş ne kadar yaramız varsa. belki bin yıl geçmiş kimse açıp bakmamış, güle maya vuranların yüzüne. nietzche’yi ağlatan bizi niye öldürmemiş, pir sultan hangi gönüle sığabilmiş, veysel hangi gün görmemiş kendi yüzünü, oscar wilde kime anlatabilmiş anasının sanatta gördüğünü, freud sosyopat değil de neymiş, kant kimin karargahında esir düşmüş de bu kadar kinlenmiş, adem havva’ya niye kanmış lilith’yi unutup, meryem isa’yı niye sahiplenmiş, dostoyevski ne zaman yerin altından bir tabak kuru fasulyeyle çıkabilmiş, konfüçyus gerçekten tembel miymiş, muhammed muhabbet aşkına kaç savaşa ne için girmiş, mahsuni şerif olmuş da ne olamadığından boşu boşuna diye diye içini kurutmuş, karl marx bizi bu kadar çok mu seviyormuş, yaşarım kemalim çukurovayı hangi tanrı’nın ellerinde öğütüp gelmiş, nazım mahpusu nasıl dağıtmış da ahmed arif’in eline mevlana’yı vermiş, ilhami’nin de bizim gibi ekmeği çiçeklenmiş de mi küsmüş bize, erkan oğur’u bülbül eden bize niye gül derdi vermiş, marquez neye hizmet bir duruşla deliler gibi muhtaç olduğu kadınlara o yaşta güllü hakaretler etmiş? ne için? düşün babam düşün. düşün de mayamız bol olsun. düşün de gülümüz diri dursun. şimdi benim akranlarım ve senin akranların çağa tutunmak adına ellerindeki mayayı, unu ve gülü sokaklara düşürürken, onlarla kozmetik, butik eşyalar üretirken, insanın insana duyduğu şu koca sevginin adını daha nereye kadar taşırız bilemiyorum. ama ben yeni bir güle bir maya daha vurdum şimdi, öpüyorum.
Furkan Dölek
BAY KENDİNİ BİLMEZ Sen bayan çok dudaklı Ben bay seni öpmekle meşgul Saçlarını okşuyorum bayan turuncu saçlının Yatakta öpüşüyoruz vahşi ve istekli Ne tesadüf kısa etek giymişsin bacakların çok güzel Ellerimi yaşam noktanda gezdiriyorum Çok geçmeden usul usul okşuyorum Karanlığı seviyorum bedenlerimizin ıssızlığında Afrika geliyor yaşadıklarımızın ardından Günbatımları ıslaklığında şiirler yazıyorum bacaklarına Birkaç bulut deviriyorum gözlerinden irili ufaklı Sen bayan güzel bacaklı Ben bay senin bacaklarınla meşgul Uçağa biniyorsun, tüm biletler tek kişilik Gözlerin ardında kalmaklı bakmıyor musun bir de Bir yıldırımı alıp kalbime saplıyorsun Delik deşik kalbime bir şeyler saplamasan olmazdı zaten Sen bayan çok uzaklarda şimdi Ben bay seni özlemekle meşgul Dudaklarını dudaklarımda bırakıyorsun İyi de yapıyorsun, senden de bu beklenirdi zaten Sen bayan göğsü vanilya kokusu bulanıklığında bir terk ediş Ben bay senin kokuna hasret Sen bayan uzaklardaki güzel bacaklı sevgili Ben bay kendini bilmez
Uğur Ergün
merhaba! merhaba ! siz .. ben sonra büyüdüm. tuhaf şeyler oldu. galiba herkesin hayatında olduğu gibi tuhaf şeyler. başka şehirlere gittim başka kişiler tanıdım başka sokak başlarından sonlarına doğru yürüdüm. başka marka sigaraya başladım. sonra başka şeyler öğrendim; başka hayatlar bildim. başka . şimdi yeniden aynı şehirde, aynı başladığım yerde: neye niçin ne zaman başladığım yerdeyim ve sizin. -isminizin- bütün harflerinden kendime ülkeler kuruyorum ben. siz, hoşça kalın.
M. Emin Yüksel
Giddar – Erbuğ Kaya Fantastik bir kitap okumak gerçek hayatında ara ara uçmak isteyip de bir türlü başaramayan okuyucular için muhteşem bir süreçtir, öte yandan çoğu zaman kitap sonlara yaklaştıkça acılı da bir hâl alır. Belki de bu, çoğu güzel kitap için böyledir diyebiliriz, yine de ben en çok fantastik kitaplarda sona yaklaşırken bu iç sıkıntısını yaşıyorum. Bitiyor ve uçamadığım dünyama geri dönüyorum. Şimdi de bittiği için hayal kırıklığına uğradığım, ama okurken hem eğlenip hem de bol bol gezdiğim çok güzel bir kitaptan sizlere bahsedeceğim. Giddar! Bu kitabı okurken şunu da epey düşündüm. Çok okuyan mı bilir çok gezen mi? Bence okuduğu kitaptaki karakteri epey gezen insan, işte en çok o bilir. Giddar’da da emin olun kocaman bir dünya gezeceksiniz. Erbuğ Kaya’nın yazdığı ve yaklaşık beş yüz küsür sayfadan oluşan bu kitap sizi yer yüzünden çok uzakta, bir sürü Tanrının hüküm sürdüğü ve hiçbirinin de birbirleriyle geçinemediği bambaşka bir dünyaya götürecek. Epey büyük bir kitap, ama bu sizi korkutmasın. Çünkü sonlara yaklaştıkça hiçbir kitap yeterince uzun olmuyor. Siox Dia Mont başkahramanımızın önderliğinde bir “Neden?” öğrenmek umuduyla başlayan bu macera, diğer birçok karakterin de serüvene katılmasıyla bambaşka bir şey öğrenme arayışına dönüşüyor ve her yeni bilgiyle de bu arayışın amacı, sorusu değişiyor. Siz de onlarla birlikte kendi dünyanızdaki “Neden?”leri aramaya başlıyorsunuz. Karakterlerin her biri gerçekten varlarmışçasına gerçekçi ve olduğu gibi yaratılmış. Zorlama yok ve hepsinin bir hayatı var. Sahneleri gelince ortaya çıkan oyuncular gibi yaratılmamışlar, onların var olduklarına inanıyorsunuz çünkü olmamaları zaten söz konusu olamaz. Kitabın konusuna da kısaca değinmek istiyorum. Siox Dia Mont okul hayatında oldukça başarılı bir gençtir ve mesleğini seçeceği gün gelip de çattığında herkesi şaşırtarak asker olmayı tercih eder. Daha sonrasında ise Özgürlük Duvarı’nda nöbet tutmaya başlar.
Hayatı gayet olağan giden Siox için bir gece işler değişir. Canından çok sevdiği kardeşi kurallara uymayarak o gece duvarı aşıp Güney’e geçer ve yaptığı ihanet bununla da sınırlı kalmaz. (Onu söylemeyeceğim çünkü okurken şoka uğramanızı tercih ediyorum.) Siox’un sonrasında tüm hayatı tepetaklak olur. İhanete uğrar, hapse düşer, tüm dünyayı gezer, bir sürü dost edinir, bir sürü dost kaybeder, ruhunun diğer yarısını bulur, kendini bulur, nedenler aramaya başlar... Siox aslında tam da o ihanete uğradığı gece yaşamaya da başlar. Kitap akıcı bir dille yazılmış ve sizi boğmadan devam ediyor. Yepyeni bir dünyaya giriş yapmış olmanıza ve öğrenecek çok fazla şeyiniz olmasına rağmen kendinizi bir sözlük okur gibi hissetmiyorsunuz. Çünkü o dünyada yaşamasına rağmen Siox’da birçok şeyi sizinle birlikte öğreniyor. Sanırım biz de bir yolculuğa çıkacak olursak bu dünyanın da bize öğreteceği çok şey vardır. Bu tarz kitaplarda okuyucu olarak ister istemez bir haritaya ihtiyaç duyuyorum. Kahramanlar o an neredeler çevrelerinde tam olarak nereler var bilmek istiyorum. Giddar da bir haritaya sahip ancak bu maalesef yeterli olamamış. Çoğu yer haritada gözükmüyor ve siz de bir tahminde bulunmak durumunda kalıyorsunuz, ayrıntıları sadece tahmin edebiliyorsunuz. Keyiflice uzun uzun okuduğum tatlı bir kitaptı benim için. Bambaşka bir dünyada geçmesine rağmen kendi adıma birçok şey buldum. Beni en çok etkileyen kısımlardan birisi, Siox’un çimlere uzanıp yıldızları izlediği ve “Belki de o yıldızlardan birinde bambaşka ama bize de benzeyen bir dünya vardır.” diye düşündüğü sahneydi. Evet, demek istedim. Öyle bir dünya var, ben varım, bir sürü başka insan var ve seni okuyoruz. Arada yıldızları izleyip “Acaba var mıdır?” diye düşünen okuyucular için iç rahatlatıcı türden bir sahneydi. Var olduğuna emin oldum. Tüm ön yargılarınızı bir kenara bırakarak okumanızı tavsiye edebileceğim kitaplardan biri, Giddar. Üslubunun yanında çok güçlü ve merak uyandıran bir hikâyesi de var. Okurken gözlerinizi dört açın, çünkü elinizdeki kitap hiçbir şeyi kaçırmak istemeyeceğiniz bir kitap. Kitap çok uzun olduğu için üzerinde konuşulacak çok fazla şey var aslında, ama merakınızı kaçırmak istemem. Bir sonraki kitapta görüşürüz.
Buse Güzel
Kendi Mucizesine Sahip Çıkanlara Kendimize hep soruyoruz. Eksik bir şey mi var hayatımda? Sonra dinliyoruz kendimizi, fark ediyoruz ki eksik değil fazla şeyler var hayatımızda ve biliyoruz ki hiçbir eksiklik bir fazlalık kadar sıkıntı yaratamaz hayat mücadelemizde. Yönümüzü kendimiz belirliyoruz. Peki yolumuzu? Bu da bir eksiklik belki de. Hayatımız yamalardan oluşuyor. Her yara aslında bir yama oluyor öykümüzde. Yaralarımız olmasaydı mesela, neyi daha iyi yapardık? Ya da biz yamalarımızla yetinebilecek safhada mıyız? Bahsedeceğim şey hayatın da yamaların da yetmemesi… Pessoa bu konuya kendince; Bütün sanatlar gibi edebiyat da hayatın yetmediğinin bir itirafıdır, diyerek açıklık getirmiştir. Oysa düşünecek olursak belki de haksızdır. Belki hayat olması gerektiği gibidir. Belki de yetinememek biz insanların varoluşunun bir basamağıdır. Çünkü bizler azı çok yapmaya çalışan, griyi siyaha çevirmek isteyen, hatta biraz limon suyu olsa onunla yetinmeyerek içine şeker katarak limonata yapmak isteyenleriz. Ne zaman nerede ne kadar ilerleriz bilinmez ama yolun sonu karanlıktır ve maalesef bu açık bir seçilimdir. Abartarak çoğaltan insanlar, farkında olmadan çoğalttıkları şeylere muhtaç kalıyorlar. Yıllar geçiyor yeten şeyler yetmemeye, yetmeyen şeyler çatlaklardan sızmaya başlıyor, hayatımızın çatlaklarından. Zaman geçtikçe gördüklerimiz de yetmemeye başlıyor. Okuduklarımıza, dinlediklerimize ve başkalarına ihtiyaç duyuyoruz; başkalarına, hayatımızı süsleyen başkalarına. Elinden tutmak ve yanından yürümek diye bir kavram var. İnsanı insan yapan, dünyayı katlanılabilir hâle getiren bir mucize. Evet bir mucize, çünkü yaşamın tüm artıları aslında birer mucize. Gülümsemekte, sevmekte, sevilmekte ve hatta diyaloğa girmekte. Birbirimize anlatmaya çalıştıklarımız ve anlatamadıklarımız arasında gidip gelen bir çizgi bizim nefes alışverişimiz. Kendimize sahip çıkışımız, elimizden tutacak insanlara karar verişimiz, yanımızda yürüyecek olanlara yer açışımız gülümsemek istediklerimizle göz teması kuruşumuz ve diyaloğa girmek istediklerimizin karşısına geçişimiz; tüm bunların ardında büyütmeye çalıştığımız biri var. O da kendimiz. Duygusal anlamda eğitmeye, değerlendirmeye çalıştığımız bir ruhumuz var ve biz ruhumuzun dinlenişinden kendine pay çıkaran birer mucizeyiz. Kendi mucizenize sahip çıkın…
Dilruba Yılmaz
her dem bir mim sona doğru atılıyorum, boynumda soluk çarkların neden tavaf ettiğini anlamak için (...) hayat, buna rağmen beni sorguluyor. yoksa bütün sütunlarım hilkatten beri kırılmaya hükümlü müdür (?) iki kanat gökyüzünden inip, ruhu saran sarmaşıkları makas gibi kestiğinde fark ediyorum. paslanarak ihtiyarlaşıyorlar onlar ve bazen benliklerini bile unutuyorlar, utançlıklarından ötürü. o zamanlar boynumu giyotinlere adıyorum ve ellerim, simurgun kansız damarlarına tutulduğu vakitlere yöneliyor balyozlar yoruldukları zaman, belki elle sayabilirim tümsekleri veya koskoca küreyi gölgesinde avutup, kare olduğuna ikna edebilirim. ancak herkes tanıyor aslında karşısında yorumsuz kalınıp yanıltan aynaları haykırışlar hiçliğe ulaştığında uzak yollara uzanıyor ateşler ve taşkın hayaller köpüğünü yitirmiş dalgalara atıyor suretini umutlar ise istenmeyen ayak izleriyle sınırlandırılıyor, her dem bir mimdir diyerek soluk çarkları kırıyorlar kimi zaman
Muhammet Öztürk
19 MAYIS ATATÜRK’Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!