İÇİMDEKİLER Haziran Bozgunu Karanfil Efsun Üç Gece Masalları Ruhların Devir Günü Stefan Zweig- Bir Kadının Yaşamından 24 Saat Sekiz – On İki Karanlık Oda Metaforu Diye Okunsun Halsiz Hayal Sınırsız Katletme Gücü Alamet
|| || || || || || || || || || || ||
Mihriban Kurt Ayşe Arslan Müntekim Gıcırhanım Şevval Şirin Elif karakuş Buse Güzel Bahar Bulut Hazal Kebabci Fatma Kadı Zeynep N. Şahin Zeynep Peker Demet Genç
Genel Yayın Yönetmeni || Demet Genç Editörler || Büşra Madenci || Müntekim Gıcırhanım Redaktör || Yasemin Üşümüş Kapak Resmi || Fatma Erkuş İç Çizimler || Ayşegül Aydemir || Berna Horasan Fotoğraflar || Fatma Nur Yıldırım
Sosyal Medya || Buse Güzel || Mihriban Kurt || Zeynep Peker BİZİ TAKİP EDİN! iletişim: eksi21dergi@gmail.com | instagram: @eksi21dergi | twitter: @eksi21dergi
Haziran Bozgunu on üç yıl ağladım rüyasız olmayan upuzun gözlerime yüzüm kırılgan bir haziran bozgununda yüzüm esrik bakılmadı deliliğimden gözleri üzünç olan babamın sesiyle solgun fesleğenler ektiğim ellerine babamın dokunmadım vedalaştığımız çağda üzünç gözlerine bileklerimi kara bir taş böldü durulmadı bakılmadı duyulmadı göğe aldanan badem ağacı gölgeledi beni değmedi yüzüm hiç soğuk toprakların dalına vedalaştığımız bu tek bilinmeyenli çağın ortasında ben badem ağaçları olamadım ben sevemedim ikindileri çok güç anladım ölüm sonsuz bir lütuftur yaşamın ilençli kuytusuna düşenlere çok güç anladım ben tutup da ayaklarımı yürüyemedim yoluna ektiğim dizlerim diken kesiğiydi kana bezenen ayaklarımla yürüyemedim ben sevemedim ölüm ikindilerini vedalar uydurdum içeriğine ben bu çağı kapadım gözlerinle *Çizim: Berna Horasan
Mihriban Kurt
Karanfil Büyük bir burnu, ondan geri kalmak istemeyen dudakları ve dişleri vardı. Bütün bunlar yetmiyor gibi, dudaklarına sürdüğü kırmızı ruj bizi buradan kurtarın der gibi, dudaklarının kenarına kadar inmişti. Elindeki kırmızı karanfillerden ve gözündeki acıya benzer sevgiden beni ziyarete geldiğini anlamak zor değildi. Çiçeklere saygım vardı elbet ama kapıda yaptığı uzun el öpme sınavından sonra, kazanan genç kızı sevmem olanaksızdı. Karanfil de neyin nesiydi? Beni ölmeden mezara koymuş, bir de üstüne çiçek mi getirmişti? Neyse, saygı vardı, susmak gerekliydi. Yavaşça eğildim, çiçeklere parmağımın ucuyla hafifçe birer kere ama hepsine dokundum. Affettiler hemen. Biz insanların çiçeklerden öğreneceği çok şey vardı, özellikle oğlum Kenan’ın. İstemediğim kızla evlendiği gibi bir de beni bu tımarhaneye yani huzurevi denilen yere kapatmıştı. Sevgi huzurevi, anneniz ve babanız artık bizden biri. İlk geldiğim gün buralara, oğlum olacak dediğim Kenan, kafiyeli cümleye mest olmuş, anne bir de buraya bakalım, demişti. Adı batsın, gelinim olacak Derya cadısı da beni bırakmaya dünden razı bir sevinçle girmişti içeri. Bizimkiler müdür beyi benden daha fazla sevdiler ki, o gün yerleştirdiler beni buraya. Bugün burada ikinci bayramım. Tek odada kalmak istiyorum, Kenan bari bunu dinle, huysuz kadınım ben, demiştim de, öyle ikna etmiştim. İlk bayramda geldiler annelerini görmeye. İkinci bayramda Derya çalıştığı yerden tatil kazanmıştı da yurt dışına çıkmışlardı. Dedim ya işte adı batsındı. Ben ise burada elimde karanfil, elin tanımadığım ninesi dedesi ölmüşleri avutuyordum. Onlar da sevap kazanıyorlardı. Bu sefer öyle kolay olmayacaktı. Kızcağız, bana böyle sevimli sevimli bakarken, bütün bunları bir çırpıda düşünmüş yine içimde kin biriktirmiştim. İnsanlar diyorum dedim sonra yüksek sesle, çiçeklerden öğrenecek ne çok şeyi var değil mi Necmi Bey? Anlamsız ifadelerle bana doğru baktı kızcağız, ben ise gözlerimi diktim duvara, üstündeki fotoğrafa odaklandım. Bizim beyle, dedim yüksek sesle, üniversitenin ikinci yılında tanışmış, dördüncü yılında evlenmiştik. Benim oğlan doğunca evdeki tek bankacı o kalmıştı. O ölünce de geriye bir tek bir fotoğraf kaldı. Sevginin bedeli; bir huzurevi odası ve duvarda kalbimin asılı olmasıydı, hepsi bu. Son cümleyi, yüksek sesle dile getirmemiştim, karanfillere eğilmiş gözlerimle anlatmıştım. Bir tek onlar anlamışlardı, biliyorlardı hikâyeyi. Diğer arkadaşlarının mezar üstüne konduklarını bildiklerinden, kendilerini şanslı hissediyorlardı. Benim iki bayramdır huzursuz
hissettiğim yerde hem de. Usulca kalktım ayağa, ellerimdeki karanfilleri su şişemin içine bıraktım. Bizim kızın yüzünde yine aynı ifade belirdi, acınası gözlerle, bana bakmış sonra o gözlere ek olarak; oğlunuz sizi görmeye geliyor mu teyzecim? İşte olmuştu! Acımanın kaynağına inmek istiyordu. Yani bu haklı bir acıma mıydı yoksa, yalnızlıktan dolayı mı buraya gelmiştim? Bunu bilmek onun en doğal hakkıydı tabii! Sevap kazanmak zor işti. İmkânsız olacağını, ona göstermenin tam vaktiydi. İkinci âşığımla beni yatakta basınca deliye döndü, onu içeriye, beni de yalnızlıktan delirip tanımadığım insanlarla sevişmeyeyim diye buraya aldılar, dedim. Bizim sevapçı kız, afallamıştı. Yüzü ilkin donmuş sonra ise ağzını ve öne atılan iki dişini serbest bırakarak şaşkınlığını temsil eden bir surat çizmişti. Bense buraya geldiğimden beri ilk defa bu kadar keyifleniyordum. Bir Ramazan Bayramı’nda hiç tanımadığım bir kıza yalanlar sıralıyordum. Bir hikâyem vardı elbet, herkesin olduğu gibi. Ama bu gerçeği söyleyeceğim anlamına gelmiyordu. Hikâyem bugün farklı bir kadın olmak istiyordu, dilim ise konuşarak onu destekliyordu. Yaşlı huysuz bir kadındım ben, ona uygun davranıyordum. Söylemiştim bizim oğlana, kaç kere en deli sevişmelerimi babanla bir mezara gömdüm, bunlar sadece zaman geçirme olayı diye; yine de anlatamamıştım. Kız, ağzını giderek daha fazla açarak içeriye sinek girme ihtimalini arttırıyor, benim de daha fazla keyiflenmeme neden oluyordu. Bizimkine göz kırptım sonra kafamı kaldırıp alınmasın diye. Eğer konuşabilseydi üzerimdeki sarı çiçekli elbisenin bana ne kadar çok yakıştığını, benim en çok bu deliliklerimi sevdiğini söylerdi eminim. O yoktu. Ben vardım, dişlek kız vardı, sarı çiçekli elbisem ve kırmızı karanfiller. Madem olması gereken olmuyordu, ben de olmaması gereken en uygun tabloyu çizecektim. Hazır, Necmi burada olsaydı beğeneceğinden emin olduğu elbisem üzerimdeyken yatağımın yanındaki iki çekmeceli masama uzandım, ilk çekmecesinden karanfillerin rengini aldığı kırmızı ojemi çıkartıp elimi titreterek kıza doğru uzattım. Oğlum, dedim bir hafta sonra tahliye oluyor, bunu kutlamam lazım, bana oje sürer misin? Yaşlı bir kadının ricasını tabii ki kırmayacaktı, yanıma geldi. Bu sabah hizmetlinin değiştirdiği temiz yatak örtüsüne oturdu. Çarşaflarındaydı artık kalçası. Bana doğru dönüp sürmeye başladı birer birer. Aslında haftada iki gün değiştirilir bizim çarşaflar, benim her gün. Burada ayrıcalıklı olduğum tek konu bu, dedim yüzüme en acınası gülümsememi ekleyerek.
Demek titiz bir kadınsınız ne hoş, dedi gözlerini ellerimden ayırmayarak. Bu sefer en sahici kahkahamı atarak bedenimi de sarsarak gülmeye başladım. Büyük gözleriyle ne yaptığımı anlamaya çalışarak bana doğru baktı. Ben, dedim her gün itinayla idrar kaçırırım, buraya gelmemi de huzurevi yönetimini sarı lekemle kutlarım. Yeniden gülmeye başladım, bu sefer koluna girip onu da katarak. Dehşetle kalktı ayağa, oturduğu yere baktı şaşkın bakışlarıyla. Dedim işte sevap zordu ve nerde kazanılması gerektiği iyi öğrenmeliydi. Kız dedeler katından neneler katına çıkışına bin pişmandı. Gel, dedim otur, iki parmağım kaldı, bak hem çarşaflar da hâlâ temizken. Oturdu daha doğrusu oturur gibi yapıp neredeyse havada iki elimi tamamlamaya çalıştı. Dişlek filan olsa da terbiyeli kızdı, dayanıklıydı. Bizim Kenan olacağına bir kız yapsaydım ya diye bile geçirdim içimden, gün ışığıma baktım sonra duvara; he Necmi Bey? Benim mesane çok zamandır içinde biriktirirmiş aynı insanlar gibi; ama sonra beyne sinyal vereceğine adrese teslimat için her gün benim yatağı seçmiş. Ben alıştım, hizmetliler alıştı, sen de alış. Zorla da olsa gülümsedi, işi bitince gideceğinden emindim neredeyse. Öyle de yaptı, ojeler bitince yanda iki oda daha olduğunu oraya bakmak istediğini söyledi. Ben izin verdim elimi öpmesine, öperken yanağına kurumamış ojemi bulaştırmayı ihmal etmeyerek. Madem yine öpüyordu, bu savaşı kazanamayacağım belliydi, iz bırakmalıydım. Aynı insanların hayatımızdan çıkarken yaptığı gibi, senin gibi Necmi Bey. Fark etmedi bile, çıktı odadan. Belki diğer odanın aynasından fark edecekti veya benim gibi cenazeden dönüp yatak odama ilk kez tek girdiğim an gibi, en son. Kapıyı kapattıktan sonra bizim beyi kucağıma alıp uzandım yatağa. Bir düğünde akraba çekmiş bizi, eli omzumda yakışıklı suratıyla dünyanın en tatlı gülümsemesini kondurmuştu yüzüne. Üzerinde beyaz gömleği, bir elinde rakısı, diğer elinde karısı. Elimdeki ojeye aldırmayıp güzelce sevdim yüzünü her defasında yaptığım gibi. Oje de eşlik etti, bu sefer tek değildim. Aniden bıraktım, beni bırakıp gittiği günü feyz alarak yastığa gömdüm kafamı. Burası bu kadar işte Necmi, burası dünya, dedim boğuk sesimle. Yanda kız diğer karanfilleri verip el öperken, benden bir iz taşırken uykuya daldım. Kucağımda gün ışığımla, beğeneceğinden emin olduğum elbisemle. *Fotoğraf: Fatma Nur Yıldırım
Ayşe Arslan
Efsun “şebnem ne çok melek var yüzünde, gülümsemen için binlercesi çalışıyor olmalı.” Kış gününde çıplak kalmış kavaklarla bir, Dünya maruziyetimin yirmi birindeyim. Bu zemherinin ortasında Yaşımın geçmişliği Ve başıma gelmemişliği aklımın... Tüm acılardan mükellefim Kefilim tüm onulmamış yaralarına. İsyan değil ettiğim, yanlışlık olmasın Sitem bile değil Sesim bile. Sesim bile benim değil Ben gecenin bir yarısı bilmediğim yüzlere dokunup benim olmayan şiirler okuyorum. Söylediklerimin yarısı ucuz tiyatro Diyelim ki aşk, Farz edelim ki köklerimi kurutan sarmaşık Adını vermeyeceğim, adın nasıl verilir aynı gökyüzünün altında ne ayıp Ne ayıp sevi demek, kabullenemiyorum. Anlayıp da ararsan Mor bir menekşenin arkasında tüm sırlarım Âşığın mâşuğuna verebileceği başka da pek bir şey gelmiyor aklıma Aklımda dönen bir tekerlek var Durmuyor Durduramıyorum.
*Çizim: Berna Horasan
Müntekim Gıcırhanım
Üç Gece Masalları Balkonlardaki boş saksılara hatta saksısız balkonlara çok zor alıştım. Azar azar kısalırken günler, hünerli elleriyle beni annem baştan ayağa kınaladı. Bir yaprağı yaprak, bulutu bulut, kuzuyu kuzu olarak yaratan Tanrı, elbette beni Leyla olarak yaratarak bir şey kastetmiş olmalıydı. Temmuzun alabildiğine temmuz olduğu kavurucu yaz akşamında koyun koyuna yatan yer ve gök arasından usulca kışa değdi dudaklarım. Tüm kapılar kapandı sonra. Duvarların zangır zangır titrediğini duydum. İşte böyle yazıldı bu kavruk mektup, işte böyle başladı üç gece masalları. İlk gece annem uyuduktan sonra uçmayı öğrendim bir küçük kırlangıçtan, ertesi gece konmayı. Kırmızı kiremitli evler gördüm, el yazması nâmeler, limanı liman eden serseriler ve ilk bahardan beridir sırtüstü uzanıp ölümünü bekleyen martıyı. Annemin üzülmeyeceğini bilseydim, koparıp batan güneşin bir parçasını, onunla memleketimi yakardım. Yapmadım. İpek mendillere kiraz saplarından oyalar işleyen, badem kabuklarını parçalamadan kırıp içlerinde küçük kara balıklar arayan çocukluğum ve ben, bu akşam oturup ölü’mü düşüneceğiz. Ananemin kadife gözlerini, Sait’in son kuşları gibi uçup gidişini yad edeceğiz. Yüzümü yüzüne değdirir gibi hissedeceğim bir varlığı. Canım yanacak biraz. Sahi anane; odun gibi, kömür gibi, yanabilecek bir şey midir can? Son gece, meyvesi kuş olan bir darağacından urganı atacağım. Hiç uyumayacağım bu gece, sabaha İstanbul’dayım. Dünya şimdi çevirse bana yüzünü ancak 9 gün 9 gece sonra varabilir gözlerime. Kaçırdığım her yaprak düşüşüne, akıntıya, kıyıya vuran dalgalara ve hiç değişmeyecekmişçesine sürüklenen insan günlerine rağmen ceketimin iç cebinde taşıdığım bir şiirim var! Tanrım, bir şey söyleyeceksen inan şimdi tam vakti!
*Fotoğraf: Fatma Nur Yıldırım
Şevval Şirin
Ruhların Devir Günü ben gözle göremediğiniz her şeyden sorunlu ve utanmasa varlık kuşkusundan ilk fırsatta kendini bir cami avizesinden sarkıtacak olan acizler krallığının son ihanetçisiyim. babam bukowski ölmeden önce ellerimi öpmüştü ve anlamıştım ki yazdığım son şiir -okuyan ilk kişiye namazını sallanan bedenim altında hiç tatmadığı bir huşu ile kıldıracak olan- vasiyetim olacaktı. cehennemi havaya uçurdum baba. şimdi dünyaya dönecek ve tüm trenleri ta ki tüm vagonlar dirilere el sallayan ölülerle dolup taşana dek kimsesiz şâirler mezarlığında süreceğim. diriler bu nedensiz acıyla girdiklerinde toprağa ve güneş kendini saklamadan yaktığında onları, ölüler zafer çığlıklarıyla yağan yağmurun altında şenlenecekler. işte bizim mahşerimiz böylesine anlamlı ve umut dolu olacak. o zaman dirilecek ölü ozanlar. burada kavranacak zen yolunun sonu. yeni dünyaya bir boğum kaldı.
geliyorum. *Çizim: Berna Horasan
Elif Karakuş
Stefan Zweig - Bir Kadının Yaşamından 24 Saat Stefan Zweig’in öyküleri psikolojik analiz yapmayı seven okuyucular için birer altın değerindedir. Ortalama altmış sayfa içerisinde bir kişi nasıl tanınır, nasıl psikolojisi analiz edilir de o kişi hakkında okuyucu nasıl yakın şeyler hissedebilir diye sakın endişelenmeyin. Bu sizin değil de Stefan Zweig’in endişelenmesi gereken bir konu ve o da yıllar yıllar önce bu sorunu bir güzel çözdü. Bir Kadının Yaşamından 24 Saat öyküsünü bu sayı için özellikle ele almak istedim. Bir kadını ve o kadının 24 saatinin ne derece tutkulu, çılgınca ve cesurca olabileceğini bir de bambaşka bir pencereden inceleyelim istedim. Kadını yargılayarak okumayalım da sadece anlamaya çalışalım. Öyle çok daha kolay! Kitabımız, bir otelin küçük ek binasında kalan herhangi birinin ağzından anlatılıyor. Her şey Madame Henriette’in iki kızı ve kocasını sadece 24 saatten biraz fazla tanıdığı Fransız bir adam için terk etmesiyle başlıyor ama asıl dinleyeceğimiz öykü bu olmuyor. Öykünün içinde öykü var, işte bir taşla iki kuş. Tüm otel sakinleri sevip saydıkları namuslu Madame Henriette’yi hem anlayamıyorlar hem de haksız ve inanılmaz bir şekilde suçlu buluyorlarken anlatıcımız ise bu olaya çok daha farklı yaklaşıyor. Düşüncelerini şöyle açıklıyor kitapta; “Uzun yıllar hayal kırıklığı yaşamış, sıkıcı bir evlilik sürdürmüş bir kadının, hayat dolu ve enerjik birinin çağrısına kapılacağı ihtimalini tüm gücümle savundum.”
Kadınlar dahil hiç kimse Madame Henriette neden bunu yapmak zorunda kaldı hiç düşünmüyor ve hatta açık açık ‘doğasında orospuluk yatan kadın’ olarak niteliyorlar. Madame üzerinden kendilerini göstermeye ve ne kadar şerefli olduklarını bilinçsizce ve hatta belki de bilinçli olarak göstermeye çalışıyorlar. Açıkçası sadece birkaç cümle ile kitapta var olan bu karakterler o kısacık anda bile kendi çirkinliklerini açıkça gösteriyorlar. En azından Stefan Zweig bize bunu bu şekilde gösteriyor. Sonra asıl hikâye başlıyor. Mrs. C. anlatıcımızın bu açık ve farklı fikirlerinden anlaşılan hoşlanıyor ya da bundan cesaret alıyor ve yıllar yıllar evvel geçirdiği ilginç 24 saatini daha fazla içinde tutamıyor ve bir gün gizlice anlatıcımıza anlatıyor. Bir kitapta iki farklı, tutkulu, cesaret dolu ve hatta belki de yaşadıkları zamana göre delice kadının yaşamına tanıklık ediyoruz. Açıkçası Mrs. C’nin hikâyesi o denli tutkulu ve çılgınca ki kitabın anlatıcısıyla beraber onu dinlerken hayrete düşüyorsunuz. Ben yapabilir miydim, böyle her şeyi silmeye cesaret edebilir miydim diye kendinizi sorgulamadan edemiyorsunuz. Stefan Zweig’e kitabı bitirince derin bir hayranlık duymamak elde değil. Bir kadın, bir tutku, bir delilik ancak bu kadar zarif ve olduğu gibi telaşsız anlatılabilirdi. Aydın ve anlayışlı olmak, çok kısa bir kitabın içinde bunların hepsini böylece akıtmak kolay iş değil. Kitaptan küçük bir alıntıyla ve güzel bir insanlık eleştirisi ile bitirelim o zaman bu yazımızı da: “İnsanların çoğunun muhakeme gücü körleşmiştir. Kendilerine doğrudan dokunmayan, sivri ucu ısrarla sert bir şekilde duyularına kadar nüfuz etmeyen şey, onları neredeyse hiç harekete geçirmez; ancak gözlerinin önünde cereyan eden, duygularına dokunacak en ufak şey bile içlerinde ölçüsüz bir tutkuyu ateşler.”
Buse Güzel
SEKİZ – ON İKİ Sevdiği bir kitap kahramanı da bu tramvayda inmişti. Fakat o sevdiği kadını yıllar sonra gördüğü için, elleri tutamaklardan kayacak kadar ter içinde kalarak yapmıştı bunu. Onun sebebi ile aynı değildi yani. Kahramanı kaçıyordu ve bunu kurtuluşu sayıyordu, o ise hiç gelmeyeni bulmaya gidiyordu. Dışarıya bıraktığı derin bir solukla baktı etrafına; içine açılan kapının herkese açık olduğu ancak kapının eşiğinde bile olmayan insanlarla mı çevrelenmişti etrafı? Ezilirken ayağının altında çocuk sesleri, duruşunu dikleştirdi, onu bekleyen biri varmış gibi yürüdü kalabalığın arasından. Bir banka oturdu sonrasında, uzun bacaklarını bir yere sığdırma hissi duymadan ileriye uzattı. Kimse yoktu şimdi burada, kendisiyle kalmıştı. Anlatmak için kendimizi yok ettiğimizde, anlamak için var olmuyorlar. Belki herkes öyle belki kimse öyle değil ama ben kesinlikle şu yıkılan, kaybolan kısımdayım. Burada, evet tam da bir üst basamakta uzanıyorum ve gel, yanıma uzan diye kıvranıyorum. Böyle demişti birkaç yıl önce işte! Değişemiyor olmak onu korkutuyor, hayatına giren her insan onun bu davranışlarından şikâyet edip onu haksız buluyorlardı. Yaşamından çaldığı zamanlarda aradığı kişi böyle olmayacaktı; yere düştüğü zaman onu kaldırmayacak, o da koşulsuz onunla düşecekti o zemine. Birbirlerinin yaralarını öğrenmeyecek ve ellerini kenetleyerek yeni darbeler almaya koyulacaklardı çünkü her ikisi de bilecekti ki, kim tam olursa biriyle ya da bir şeyler işte o zaman en ağır ve sahici darbeler gelirdi. "Hadi canım! Olmaz öyle bir insan" diyerek kendini haklı yere azarlıyordu bazen fakat olmasa öyle insan, kendisi olur muydu? Yoksa yaşar mıydı bu iç karışıklığını? Cevap aramak için sormuyordu, sadece daima içinde büyüttüğü, yaşadığı çıkmazlardı bunlar. Şimdi yanındaki adama uzattı bakışlarını, gömdüğü acıların derinine inecek biri mi dokunuyordu bakışlarıyla gerçekten? Onu nasıl kaybetmeyecekti? Bilmiyordu. Bu yüzden ona sadece bakışlarını uzatıyor, cümlelerini saklıyordu; çünkü bazen bazı zamanlarda karşısındakini zehirleyecek cümleler kaşındırıyordu dilini ama her seferinde kenara çekilip o zehrin kendisine akmasına izin veriyor ve kendisini aşındırıyordu. Bundan şikâyetçi olamıyordu çünkü böyle ayakta duruyordu, sanki onu koruyan ve kendisi yapan şey, sunmaktan kaçındığı tüm o cümlelerdi. Yine de yanına oturduğu için, birkaç hoş ve gerçek cümleler kurduğu için teşekkür etti. Bu öyle bir teşekkür gibi çıkmıştı ki, sanki ondan ufacık bir cesaret alsa her şeyi anlatacak, bunca zaman ne kadar sustuysa şimdi o kadar konuşacaktı. "Neden teşekkür ediyorsun ki?" Haklıydı, sürekli olarak teşekkür etmek ve özür dilemek… bazen her ikisini de aynı anda yapmak, buydu işte!
Nerede, ne hissedeceğini bilememekten kaynaklanıyordu. Bunu herkes gibi görememiş, sadece basit bir neden aramıştı hatta aramamıştı bile! Bu öylesine, boş kalmasın diye sorulmuş diğer sorulardandı. Ayaklandılar, bir kitapçının yanına geldikleri zaman son bir kez şansını denemek istedi ona karşı. Masaya uzattı uzun, ince parmaklarını ve avuçladığı ilk kitaba uzun uzun baktı. "Her kitap içinde bir ölüm yaşatır." Çünkü buradaki kitaplar, onları bırakanların artık kendi hikâyelerinden vazgeçtikleri kitaplardandı. Ayrıca, bir kitaba başladığı zamanla ve bitirdiği zamanla aynı olmazdı insan, o tüm bunları düşünerek söylemişti bunu. Ancak karşılığında aldığı yakıcı gülümseme bunun doğruluğuna inanmıyor, hatta alay ediyordu. Kahvaltı sofrasında boğazına dizilen şey, iki gün önceden kalan ve annesinin ısıtmayı boş verdiği o bayat ekmek değildi, o küçük parçanın ve kendisinin boş veriliyor olmasıydı ve üstelik günlerden pazardı. İki şeker attığı çayını aceleci bir şekilde yudumladı, kaçmak istiyordu her zamanki gibi.. düşünemiyordu bile; acaba kaçtığım için mi böyleyiz, diye. Bunun cevabından korkardı çünkü -hep böyle birilerinin cevaplarından korkarak yaşardı, onlar sussun isterdi. Sahiden dinleyen yoktu, biliyordu ve hep konuşurlardı ama bir şekilde sürekli bunu umut ederdi. Kalkarken masadan hırkasının kollarını çekti, masada kendisine ait olan düşünceleri ve bardağı aldı. Gitmek için ayaklandığını anladığında masadakiler, onlara bakmamaya çalıştı çünkü üstüne yapışanlardan bir türlü sıyrılamıyor ve aslında bahsettikleri kişinin kendisi olmadığını söyleyemiyordu. İçine attıkları tekrar orada kırılıyor ve yenilerine filizleniyordu. İstediği gibi ne dinleniyordu ne de anlaşılıyordu. Biliyordu, bir gün eğer hayatında bu ikisi gerçekleşirse o zaman huzurlu olacaktı. “Gidiyorsun da hiç soruyor musun?” Zorlanıyordu işte herkes gibi olmaya, neden anlamıyorlardı? Sahici bir soru neden onları cezp etmiyordu da, kısacık sohbetler ve hiçbir etki yaratmayacak sorular onlara yetiyordu? “Tamam.” Dedi nefesini dışarıya hafifçe bırakırken.
“Şunun dediğine bak!” Annesinin bu bezginliğine hak veriyordu çünkü biliyordu ki, insan ailesini seçemiyordu ve bu, var oluşumuzun ilk yarasıydı. Fakat bunun yanı sıra dinlemeyecekti onu, odadan çıkınca ayakkabılarını almak için sağa döndü, gözü duvara asılı olan çerçeveye takıldı ve oradaki fotoğrafta bir şey fark etti: herkesin bir duruşu ve gülümsemesi vardı. Birileriyle şekilleniyordu bu ikisi de; kim ne paylaşırsa biriyle, o kadar tam oluyordu belki de ve şimdi çerçevenin içindeki kendisine bakınca gülünçlüğünü fark etti. Paylaşamadığı için mi bu kadar eksikti gülümsemesi? İşte o gün, yanındaki o adamla kırmak istemişti bunu. Dünyada katlanacak tek şeyin sevgi olduğunu söyleyen hüzünlü bir sevgi ustası tanımıştı, o yüzden böyleydi.. O yüzden tutunacağı tek şeyin artık bir sevgi olduğuna inanıyordu. “Her kitap içinde bir ölüm yaşatır.” Böyle söylemişti ya, cümlenin kaderi bu değildi. Doğru olmadığını, düzeltilmesi gerektiğini şimdi anlıyordu çünkü aslında her insan içinde bir ölüm yaşatırdı. Biz iz açmasına izin verdiği için, onu o yaşatacaktı.
*Çizim: Ayşegül Aydemir
Bahar Bulut
KARANLIK ODA METAFORU Sabahın ilk ışıkları perdenin aralık kalmış köşesinden odaya sızıyordu. Beyaz dantelden oluşan perdeler, geceleri karanlığı gündüzleri ise güneşi belki de yüzleşmekten korkulan şeyleri örtmek içindi. Yatak pencereye çok yakın olduğundan sabahın ilk ışıkları insanın tenine bir anne şefkatiyle usulca uyanma vaktinin geldiğini söyler gibi dokunuyordu. Saatin kaç olduğunu tahmin etmesi zor olan, bu görünüşte aydınlık ama üzerinden bir metaforla insanın iç dünyasını anlatabileceğimiz bu karanlık odada, saate bakmadan sabah olduğunu anlamak neredeyse imkansızdı. Küçük bir pencere ve havalandırmadan başka dış dünyayla bir bağlantısı olmayan bu küçük hücre, bitmek bilmeyen kâbuslara ve uykusuz gecelere en yakından şahit olan şeydi yeryüzünde. Siyah duvarları ve her harekette gıcırdayan eşyalarıyla küçük bir hapishane, insanın hem kendini bulmak için köşeye çekilebileceği hem de kendini kaybetmek için saklanabileceği yegâne yerdi. Kaplumbağalar gibi taşıyamıyorduk zırhımızı sırtımızda belki ama karanlık bir odanın duvarları kadar soğuk, görünmez zırhlar vardı içimizde. Anatomik olarak karmaşık olduğumuz yetmiyormuş gibi bir de kendi kendimizi karıştırdık. Biz insanlar, hiçbir parçası birbirine benzemeyen bir puzzle gibiyiz. Her şeye gereğinden fazla ve sancılı anlamlar yükleyen, evin en ücra köşelerinden başlayıp zamanla büyüyen rutubet gibi. Üzerine en güçlü sıvayı bulmak için ürkek adımlar attığımız, lakin üzerini kapatsak dahi varlığını değiştiremeyeceğimiz rutubet. Hatta belki de tam geçti derken tekrar nüksedecek olan rutubet. Metafor olsun ya da olmasın, sınırları duvarlarla çizilmiş tüm şeyler-şehrin beton yığınları da dahil olmakla birlikte-içimizde bir gün ansızın nüksedecek şeyler bırakıyor. Ansızın bir şiir dizesinin ortasında kalıyoruz, akıp giden trafiğin parıldayan ışıklarında kendi karanlığımızda kayboluyoruz. Tüm olay gece ardına kadar kapanmış perdeleri açmakta. Aksi takdirde her şey bir şehre küsmekle başlıyor burada, şehrin tüm duvarları dahil olmak üzere.
Hazal Kebabci
DİYE OKUNSUN “Bana bir şans daha verselerdi: Yumuşak bir eylül, tedirgin akşamlar, telaşlı bir sokak, köşe taşları başımın aklımda sis ve ruj. Başım yedi tur döner sınırda bekleyen putlara çarpardım Aman Tanrım! Buna bir sızı düşünmüş olmalısın” diye yazdım. “Gelip geçmesiydi güneşin dünya Dünyaya suya bakmaya, aynaya küsmeye, Bir çiçeğin peşindeki ellerime üzülmeye geldim. Güllerin, şiirin, dikenlerin ve küfrün ağzımda gömülen gençliğini gördüm Geceyi bilmeyen bir inançla doğdum Mecalsiz bir hüzünle büyüdüm soluğunda duyduğum bütün asılsız dalgalar parçalandı Kimin elinde? Eller hep manasızdı Heceler hep kesik kesik Bir sabah kendini yakan bir telaşla Yıkıldı divanım. Benim günahkâr yanım Benim günahkâr yarınım” diye yazdım. Öyle okunsun. *Fotoğraf: Fatma Nur Yıldırım
Fatma Kadı
Halsiz Hayal Ne hayaller. Ne hayaller. Ne hayaller... Ne? Hayaller. Hangimiz yaşıyoruz bu hayatı? Evimizin her köşesinde ayrı hüzünler. Soramayız. Biliyoruz da cevabı. Baba, zorla gülmeye çalıştığını fark ediyorum. Yine de sakla. Hislerin atom bombası etkisi yaratır kalpte. Oluşturduğu mutasyondan engelli hisler doğururum sonra. Atlatamaz onlar hem ölürler tazecikken. Kusmak istiyorum boğazıma yerleşmiş yumruyu, henüz ağlamadan. Sabah yine kördü uyandığında. Kalktı, saate baktı. Yine çok uyuduğu bir gün. Ya çok uyur ve rahatsız olur, ya az uyur ve rahatsız olur. Rahatsız olur sabahları. Hiç mutlu uyanmaz. Ardından heyecanlandı. Her sabah yaşadığı umut bu. “Verimli ve güzel bir gün olacak." dedi kendine. Farklı bir gün yaşamalı. Hazırlanırken oyalandı. Bazen düşünür böyle uzun uzun. Bazen sesli düşünür. İnsanlar dehşete düşer "Sen..." derler "sen kendi kendine mi konuşuyorsun?" Şaşırır o da, ne var bunda edasıyla, "Evet." der. "Aa," derler insanlar, "deli bu galiba" Yahu düşünmek kötü mü? Hayaller kurmak. İnsan düşünmeden, hayal kurmadan nasıl yaşar? Siz önünüze çıkanlara bakarsınız, sonra hislerinizden birine karar verirsiniz ve onu yaşarsınız. Buna düşünmek denmez ki. İnsan düşünmek için zaman ayırmalı. Sonra onlara döner, "Neyse." der. Kapıya çıktı, babasına baktı. Onu mutlu bıraktığını bilmek istedi. Abartılı hareketler yaptı el salladı, gülümsedi, ses tonu neşeliydi. Ne yaparsa yapsın babası sabahları böyle buruktur. Öyle bıraktı. Dışarı çıktı. Buz kesiyor. Babasını Atatürk'e benzetirdi küçükken. Bunu hatırladı. Güzel hatıra. Bazı fikirler dışarı vurulmadığında güzel oluyor. Bıraktı bu fikri yerinde, hiç işlemedi onu. Metroya bindi. Ne boktan bir yolculuk. Her sabah saatlerce. Ne boktan bir hayat. Ne kadar da değişmesini umut edip değiştiremediği türden bir hayat. Eskiden, küçük bir çocukken, küçük hayaller kurardı. Sonra onlar gerçek olurdu. Gerçekleşmeyen hayallerini de unuturdu. Sonra etrafa özgüvenle derdi ki, “Benim istediğim her şey olur.” Arkadaşları “Hadi ordan!” derdi. Ne doğru hakikaten. Hadi be oradan! Sen metroda uyukla şimdi.
Kadının sesini duydu: “Yenikapı.”. “Kadın ne garip söylüyor bunu” diye düşündü “Sevmedim onu, umarım tanışmam.” Sonra başka bir kadın şöyle söyledi “Lütfen, inenlere öncelik veriniz.” Ardından bekleyen herkes üzerine çullandı. “Ulan!” diye bağırdı. “İnenlere öncelik vereceksin. Kim iniyor? Biz. Değil mi? Anlamıyor musunuz?” Kimse homurdanmadı bile. Küçük danalar gibi acele ediyorlardı. Küçük salak insancıklar. Varmak istediği yere varmayı başarmıştı. Soğuktu hem de ne soğuktu. Elleri morarıyordu. Hani her şey yoluna girecekti? Hani her şey değişecekti? Hani bu hayat önceki hayatına hiç de benzemezdi ha? Hani bunları söyleyenler ah keşke bu yıllara geri dönseydi falandı filandı ve bunun gibi zırvalardı? Hani? Bu verimli günde dersine girdi ve uyumaya karar verdi. Dersten çıktı. “Bir de bugün verimli olmasaydı ne yapacaktım yahu?” dedi kendine. Onu sevmeyenlerin yanından sıyrıldı. Fakültenin arnavut kaldırımları su dolmuştu. Ayakları ıslanıyordu. Hasta olmak için güzel bir gündü. Midesindeki yanmayı bir sebebe bağlayamadı ama hayal etti mukoza tabakasının asitle yok oluşunu. Bu görüntüleri son derece soğuk karşıladı. “Acaba,” dedi “Sevdiğim herkesi ihmal mi ediyorum ben? Çok mu bencilim?” İnsan bazen içinden neler geçiriyor. Özellikle midesi yanarken. Bazen düşünür böyle uzun uzun. Bazen sesli düşünür. Tecavüzleri, terörü, televizyon morfinini, yanılmaları, yalanları, fakirliği, cehaleti. Adaleti. Keşke der, bunları düşünmesem. Keşke der, tek kelime söylesem, çok istesem, kuvvetlice istesem ve bitse. Hiçbir şey yapamıyordu düşünmekten başka. Elinden hiçbir şey gelmiyordu. Yetkili bir abiyle görüşmek istese ölmesi gerekir. Neyse ki buralarda kolaydır bu. Anlatmak istemiyordu kimseye. Unutmak istiyordu her şeyi. Çirkin dizilerde olduğu gibi, bir sabah kalkacak ve hepsinin bir rüya olduğunu öğrenecekti. Kâbuslardan kâbus beğendiği gecelerden biri bu hayat. Aslında o, yaşadığı hayatta iflah olmaz bir günahkardı. Sonra öldü ve onu cehenneme gönderdiler. Şimdi öldüğünü hatırlamıyor ama burası onun cehennemi. Ve cehennemdeki biri için hayatta olduğunu ve böyle kötü kalmaya devam ederse cehenneme gideceğini düşündürmek güzel bir cezadır. Kork seni kötülük abidesi. Yanmaktan kork!
Elbette bunu uydurdum. Bu şahsın derin düşünceleri beni çok sıkıyor. O böyle düşündü, düşündü ve evine yürüdü. Bazen nefret ettiği, bazen sevdiği evine. Ayaklarını sürüklüyordu. Metronun arkası kara camlarından yorgun yüzüne baktı. Kafası düşer bazen uyuyakalır Vezneciler’de. Ağzı yüzü garip şekillere girer, rezil uyku dedikleri var ya aynen öyle uyur. Eminim birileri gülüyordur haline. Bugün uyumadı. Uyumak için fazla hüzünlüymüş öyle dedi kendine. Tamam dedim, ama bu gece erken uyu. Uyumayacak biliyorum. Gitti evine. İçerdekilere gülümsedi, espriler yaptı. Herkes gece ilerlediğinde köşesine çekilip kişisel acılarını yaşayana kadar onları götürebilirdi bu. Ofansifti onları mutlu edişi. “Bana bakın bir an iyi olmazsanız köpüreceğim.” Ne hayaller... Bu çirkin kareli pijamayla aynı odada oturup aynı hayatı yaşıyor olduğunu kendine söylerse kötü olacak. Duvarlara baktı. Sıkışıp kalmıştı burada. Bu odada, bu şehirde, bu ülkede. Hayal kurmalı. Yaşamaya devam etmek için. Bazen düşünür böyle uzun uzun. Bazen sesli düşünür.
*Çizim: Ayşegül Aydemir
Zeynep N. Şahin
Sınırsız Katletme Gücü Bazı düşünceler vardır, insanı çok heyecanlandırır. O gün aklımda olan düşünce de bu türdendi işte. Bir adamla ilgiliydi. Benden çok uzakta olan bir adamla. Kendisiyle bir gün metroda karşılaşmıştık. Sakin bir tavrı vardı. Onu tanımadığımı biliyordum ama bir şekilde tanıdık gibiydi de. Nereye gittiğini sormak istedim ama sorsam çok tuhaf kaçardı tabii. Sonuçta onu tanımıyordum. Ona baktığımı hissetmiş olacak, arada bir o da dönüp bana bakıyordu. Bu anlarda hemen gözlerimi kaçırıyor ve ayakkabılarıma veriyordum tüm dikkatimi. Neyse, hiç konuşmadan birkaç durak aynı vagonda gittik. Neden sonra deri çantasını açtı, bir gazete çıkardı ve okumaya başladı. Varacağım yere kadar ben de gazeteyi okumaya çalıştım fakat ileri derecede miyop olduğumdan ve gözlüğümü sabah aceleden evde unuttuğumdan bir türlü okuyamıyordum. Sonunda ineceğim durağa geldim ve çoğu normal insanın yaptığı gibi, orada indim. Adamsa hâlâ metrodaydı. Benim birkaç işim vardı, birkaç kişiyi görmem falan gerekiyordu. Tıkır tıkır tüm işlerimi hallettim, tüm görüşmelerimi gerçekleştirdim ve tekrar eve dönmek üzere yeniden metroya bindim. Epey yorulmuştum doğrusu. Hafifçe sallana sallana giderken gözlerimi yumdum. İşte bahsettiğim düşünce o anda aklıma geldi. Bir hikâye yazacaktım, bu adamla ilgili bir hikâye. Ondan izin almam gerekir mi acaba diye düşündüm. Sonuçta onu alacak ve dilediğim şekle sokacaktım. Hakkında tahminlerde bulunacak, olayların içine katacaktım onu. Belki de hoşuna gitmeyecekti böyle bir hikâyede bulunmak. Ne var ki sabah ben metrodan inmiştim, o ise yoluna devam etmişti. Bu ayrılıktan sonra imkânı yok onu bulup da iznini alamazdım. Bunca karman çorman bir şehirde hele. Ben de ne mi yaptım? İzni falan boş verip oturdum yazı masama. Çok hoş bir yazı masam vardı, meşeden. Hep işlerimi yaparken kullanırdım bu masayı. Üzerinde öyle harika öyküler yazdığım pek söylenemezdi. Fakat nedense uzun zamandır bir öykü yazasım vardı. Aslına bakarsanız benim için tuhaf bir istekti bu. Zira daha önce edebiyata ilgi duyduğum ne duyulmuş ne de görülmüş şeydi. Hayatım boyunca toplamda (o da zorla) üç kitap kadar okumuştum herhalde. Yazmak ise daha da başarısız olduğum bir konuydu. Okulda öğretmenlerin verdiği kompozisyon ödevlerini bile hep babama yaptırırdım. Büyüyünce de asla kompozisyon yazmamı gerektirmeyen bir meslek seçtim. Yaklaşık yirmi yıldır böyle mutlu mesut yaşayıp gidiyordum işte. Ama neden bilmiyorum, son birkaç aydır canım feci şekilde bir öykü yazmak istiyordu. Eve yorgun argın geliyordum, kalan işleri halledip yatağıma yatıyordum şöyle güzel bir uyku çekmek için mesela.
Tam dalıp gideceğim, durduk yerden bir düşünce pıtırcıklanıyordu zihnimde: “Yahu bir öykü yazsam ne güzel olur…” Bazen de önümdeki dosyaları incelerken iş yerinde, ellerim karıncalanmaya başlıyordu. “Biraz ara verip de bir öykü mü yazsam?” diyordum kendi kendime. Her seferinde ne kadar saçma olduğunu düşünüp vazgeçiyordum tabii bu fikirden. Gel gör ki her gün sahafların vitrinlerinden öykü kitaplarına bakarken yakalıyordum kendimi bir yandan. Her neyse işte, metroyla eve dönerken gözlerimi yumduğumda bu öykü yazma fikriyle adamın zihnimdeki bulanık görüntüsü birleşiverdi. Sanki adam bana bir çeşit ilham vermişti. Ben de oturdum yazı masama, başladım bir öykü yazmaya. Kendimi ifade ediş biçimim epey acemiceydi ama yaptığım işten çılgınca zevk alıyordum. Adamla metroda karşılaşmamızdan başladım önce. Ben indikten sonra olanlarıysa dilediğimce kurguladım. Adamın başına en olmadık olayları getirmekle kalmadım, kişiliğini de özgürce şekillendirdim. Bir alkolikti mesela. Karısından da birkaç gün önce bu sebeple ayrılmıştı ve şu an harap bir haldeydi. Gerçekte bu durumda olduğunu düşündürecek en küçük bir şey yoktu aslında görünüşünde yahut hareketlerinde. Ama bunun hiçbir önemi yoktu, ben canımın istediği her şekle sokabilirdim adamı. Her olayı getirebilirdim başına. Tek bir cümlede öldürebilir veya paragraflar boyunca süründürebilirdim. İnanılmaz bir güçtü bu ama nedense içimde hep ona kötüye kullanma dürtüsü vardı. Onu eziyor, bilinçli bir şekilde acıdan acıya sürüklüyordum. Kendimden geçmiş bir biçimde, en sonunda yorgunluktan bitik düşüp uyuyakalana kadar böyle devam ettim hikâyeye. Sabah uyandığımda işe geç kalıyordum. Apar topar çıktım evden ve alelacele yola koyuldum. İşte her şey her zaman olduğu gibiydi. Herkes önündeki dosyalara gömülmüştü ve aslında görünürde ben de öyleydim. Ama kafam adamın hikâyesiyle öyle meşguldü ki önümdeki işe bir türlü odaklanamıyordum. Yemek molasında yanına oturduğum arkadaşlarım kesinlikle umurumda olmayan şeyler anlatırken ben de adamın başına gelebilecek belaları tasarladım zihnimde. Her beş dakikada bir saati kontrol ederek günün bitmesini bekledim sabırsızlıkla. Paydos saati geldiğinde olabildiğince hızlı bir şekilde eve gittim ve üzerimi dahi değiştirmeden yazı masama oturdum. Bir önceki gecenin heyecanıyla devam ettim öyküme saatlerce. Aradan geçen bir günde kendimi geliştirmiştim. Daha derin, düşünmesi daha zor ama etkisi daha güçlü olan acılar çektiriyordum karakterime bu sefer. Tasvirlerle o acıyı daha yoğun hissettiriyordum. Uykuya yenik düşünceye kadar böyle devam ettim.
Bugün adamla metroda karşılaştığımız günün üzerinden tam bir ay geçti. Benim halim giderek ciddileşiyor. Düşünebildiğim tek şey hikâyem (Aslında hikâye demek doğru olmaz belki, birkaç ciltlik bir roman uzunluğuna ulaştı şu anda zira). Artık işe dahi gitmiyorum. Telefonumun bataryasını çıkardım çünkü çalması ve düşüncelerimi bölmesi beni çok rahatsız ediyordu. Merak edip de kapıma gelen birkaç arkadaşım oldu, elbette hiç ses çıkarmadan gitmelerini bekledim odamda. Akrabalarımlaysa çok şükür yıllardır görüşmediğim için onlarla ilgili bir problem yaşamadım. Sadece hayati bir ihtiyaç olursa çıkıyorum dışarıya. Gerekli malzemeleri stoklayıp olanca hızımla eve geri dönüyorum. Neyse ki uzun zaman boyunca elimden geldiğince biriktirmiş olduğum bir miktar param var. Sanırım birkaç ay boyunca bana yeter. Sonrasında ne yapacağımı şu an düşünmek istemiyorum. Ruhumun en karanlık köşelerinde yıllarca beklemiş bir arzu, bir hırs ele geçirdi sanki tüm benliğimi. Onun her dediğini yapıyor ve yaptırıyorum öykümün kahramanına. Bazen düşle gerçeği ayırt edemez oldum. Öyküyü yazmaya devam ettiğimi sanıyorum fakat sonrasında hepsinin bir rüya olduğunu anlıyorum, ama bazen bunu anladığımda hâlâ uyanmamış oluyorum. Giderek sıklaşan titreme nöbetleri geçiriyorum bir de. Bu sabahki tam bir buçuk saat sürdü. Titremekten sandalyemden düşüyor ve yerde başka hiçbir şey yapamadan kıvranıyorum. Kendimi bir zavallı gibi hissediyor ve gerçekten de öyle olduğumu umutsuzca itiraf ediyorum. İnanılmaz bir öfke bürüyor her yanımı bir yandan, öykümden uzak kaldığım için veya kendimi bu duruma düşürdüğüm için. Fakat beni bütün bunlardan daha çok mahveden bir şey var. Bazen uyurken ya da uyanıkken (Hangi halde olduğumu pek ayırt edemiyorum çoğu zaman, söylemiştim) o adamın görüntüsü beliriyor zihnimde. Acı içinde yalvarıyor bana onu salıvermem için. Bu bir ayda ona öyle şeyler yaşattım ki, gerçek bir insanın bunlara katlanması asla mümkün değil. Sadece bir ihtimal… “Ya,” diyorum; “ya tüm bunları gerçekten de yaşıyorsa şimdi o adam…” İşte bu düşünce uykularımdan ediyor beni. İhtimal de değil, bir şekilde eminim yazdıklarımın gerçekleştiğinden. Bunun bilincinde olmak günden güne zayıflatıyor beni. Çöküyorum. Gel gör ki bırakmam mümkün değil böyle yazmayı. Benliğimi ele geçiren o karanlık hırs asla izin vermiyor buna. Vicdanıma baskın geliyor ve ellerime hükmediyor. Böylece sayfalar dolusu zulüm ediyorum adama her gün.
Bu ikilem giderek dayanılmaz bir hal alıyor. Bir yandan müthiş bir hırsla kamçılıyorum onu, bir yandan inanılmaz bir acıma ve utanç duygusuyla kınıyorum kendimi. Kınadıkça daha çok kamçılıyor ve kamçıladıkça daha çok kınıyorum. Bedenim ve ruhum iki taraftan dehşet verici bir kuvvetle çekiliyor ve ben ortadan yırtılmak üzereyim artık. Buna bir son vermem gerek. Ya karakteri öldüreceğim, ya kendimi. Kara kara düşünüyorum hangisini, nasıl yapacağımı… Ve sonunda karar veriyorum. Son bir cümle kuracağım. Öldüreceğim adamı. Öyle bir öldüreceğim ki bir daha hiç canlanmayacak. Bir daha işkence görmeyecek. Öyle de yapıyorum. “ADAM BİR DAHA ASLA CANLANMAMAK ÜZERE ÖLDÜ.” yazıyorum büyük harflerle. Noktayı koyduğum andaysa ölüyorum, bir daha asla canlanmamak üzere.
*Çizim: Ayşegül Aydemir
Zeynep Peker
*Çizim: Ayşegül Aydemir
ALAMET beni geri çağırma bu elime kalem tutturur her yaptığın işi kaybediş şeklin gibi kaybediş alnına sürülmüş kurban kanı gibi damgalandığı zaman ölümün, üzerimden attığım toprağın elinden olacaktır beni bırak o ulaşamadığım yerlerdeki çok ulusluların hiçbirini artık ulaşsam bile tanıyamıyorum bazı gecelerin sabahlarında bir sarraf olarak yeniden doğuyorum dünyaya cini oluyorum içinde bulunduğumuz fanusun ve ovup çıkartıyorum kiri uydurduğunuz ve inandığınız tüm yalanları ve gerçekleri de yaşanmışlıklarınızı da birer birer aynı kirin içine atıp kine dönüştürüyorum sonra satıyorum ara sokağın birinde hiç tanımadığım bir dilenciden defalarca anlam dileniyorum
anla ve hak ver bak benim de yerim burası ben de başka sokak tanımıyorum ve başka ad veremiyorum dileniyorum beni anla Söz bu kez yeniden inşa edemediğim hiçbirinize bıraktıklarınız ve bırakmam dediklerinizle yeni bir alaim ve yeni bir sema biçiyorum çünkü gökteki yerdekini aramaz hiç başım yukarıda biliyorum Burası işte tam bu bulunduğum yer tüm söylemek istediklerimi işittiğim yer Ne senden olabilir ne de henüz bana ait bak işte yeniden inşa edemediğim ne varsa teker teker bana sahip Şimdi al o alametini hiç bulamayacağın bir yere at ve bil ulaşabilmek için artık her şey çok çok uzak beni bırak *Fotoğraf: Fatma Nur Yıldırım
Demet Genç
Tamamen KADIN!
Tamamen eksi21 bir sayÄą.
*Çizim: Ayşegül Aydemir