İÇİMDEKİLER Bir Aralık Gecesi ya da
|
Can Sırkıntı
Biraz Daha Karanlık
|
Ömer Taha
Sintine
|
Ozan Re. Kartal
Evvel Zaman Kışları
|
Şevval Şirin
Muğlak*
|
Furkan Dölek
Stefan Zweig – Bir Çöküşün Öyküsü |
Buse Güzel
Şeftali ve Yarım Kalan Her Şey
|
Ahmet Murat Alper
Kar Fidanı
|
Dilara Ceyda Akyüz
Mor Dikenler Bahçem
|
Yunus Hamurcu
Kızım, Yaz Gördüklerini!
|
Hamuş Melike
Odak
|
Mustafa Yusuf Özmen
Kilit
|
Gamze Kısa
Kuru Gül
|
Mihriban Kurt
Buz Mavisi
|
Uğur Ergün
Genel Yayın Yönetmeni: Uğur Ergün Editörler:
Büşra Madenci Can Yalçın Furkan Dölek Müntekim Gıcırhanım Kapak Resmi: Fatma Erkuş İç Çizimler: Berna Horasan Sosyal Medya: Yunus Hamurcu Buse Güzel Zeynep Peker Mihriban Kurt
Özkan Öztürk’e özel teşekkürler!
BİZİ TAKİP EDİN! iletişim: eksi21dergi@gmail.com
instagram: @eksi21dergi
twitter: @eksi21dergi
bir aralık gecesi ya da kirli bir pencere kenarında ne zaman bir arının kanat çırpışını duyacak olsam paltomu alıp sokağa çıkarım mathilda yakınlardadır bir daha bahsetmeyecektir acılarından bana
sözlerimi ağzıma tıkamayacaktır bir yalan daha borçlanmayacaktır bana -ah elimi kaldırdığım hiçbir araba isteyerek durmuyor böylece giderlerinde koşturarak şehrin sarı bir izmarit parçası gibi yalpalayarak mathildamı arıyorum dikenli bir taç değil dostluğun tanrının çocuğu olmak çarmıha gerilmeyi gerektiriyorsa uzay boşluğunda usumun sesini duymak için maddeler peyda edeceğim edepsiz atomlar koşturacak dudaklarına zamanı durdurabilirdim tedirgin bir uykunun kıyısında seni asla gitmediğin koylarda arayabilirdim lafını bile etme değil pıhtılaşmak kışkırtılmış bir alev gibi gürlüyor hâlâ hâlâ lakabımdan memnun değilim güneşi görünce duygulanmıyorum da ama
zaten söyledim bu cevaplanmamış bir mesaj değil kurşunî bir akşam değil güneş lekelerinde seksek oynayan bir kız çocuğu değil la la la biraz hıçkırık biraz alkışla bu perdeyi kapatabilirdik birçoğunun hoşuna giderdi hatta fakat mathilda sana bir söz verdim belki duymadın bile belki alnını karışlayan çiçekler seni çoktan sarhoş etmişti demir bilenmişti kanında çalkalanan bir şarap kadehi olmuştu gözlerin seni bilmiyorum ama dirseğin hâlâ bacaklarımda sırtımda at biniyor memelerin bir aralık gecesi bir ankara ayazında kulağımın dibinde kargışlanan mahmuzla yeleleri saçlarından ayrılmayan bir kısrağı sana doğru ışıktan daha hızlı sürebilirdim mathilda.
Can Sırkıntı
Biraz Daha Karanlık Gel. Dışarı çıkalım. Biraz hava alırız. Burada durmaktan sıkıldım. Bu oda bana hep kötü anılarımı hatırlatıyor. En kötü zamanlarımı bu odada geçirdim çünkü. Duvarların her yanında çözüme ulaşmayan sorunlarım duruyor ve kendimi baskı altında hissediyorum. Galiba yeni bir ev bakmanın zamanı geldi. Hatta başka bir şehre yerleşmeliyim. Kaçmalıyım. O duvarları bir daha görmemeliyim. Duvarlara değil, gökyüzüne bakmalıyım (ne varsa bu gökyüzünde o kadar), başımı sokacak bir yerim olmamalı... Hazırlanmışsın bile. Ben pek hazır değilim galiba. Biraz daha düşünsem iyi olacak. Dur, bırak kolumu, zorla mı götüreceksin! (Kendimi zorlayamıyorsam başkaları beni zorlamalı, evet, yoksa ömrüm boyunca bu odadan çıkmayacağım.) Dur, biraz daha konuşalım. Daha doğrusu ben konuşayım, sen dinle. Neden sadece emir veriyorsun? Hakkımda bir şeyler söyle. Yine sustu. Kollarından tuttu, zorla dışarı çıkarmaya çalıştı. Konuşsam ne değişecek! Dinlemeyeceksin sözümü. Sadece kendini dinliyorsun, sadece. Aç kulaklarını! Ya da boş ver. Boş ver işte, bir kere de düşünmeden karar ver. Ya da diğer seçenekleri kaldır ortadan, burdan çıkmak zorunda bırak kendini. Hayır, burdan çıkmak zorunda olman için her şeyin daha da kötüye gitmesi gerekmiyor. Ne kadar da aptalsın! Sadece bana uy, bir kerecik olsun, bir kerecik… Hazır mısın? Bir daha geri dönmeyeceğiz. Bırak eşyalarını toplamayı. Ya da topla. Hadi çıkalım. İki kişi, bir valiz, kapı gıcırtısı, geceleyin nerden çıktığı bilinmeyen sesler, kısık sesli konuşmalar, fısıldaşmalar, bakışmalar, banklar, sonra soğuk zeminler, yere boşaltılan bir valiz, bir çakmak, bir kıvılcım: Büyük bir ateş yükseliyor. Dumanlar yükselebildiği kadar yükseliyor, sonra kayboluyor, havaya karışıyor. Kötü bir koku yayılıyor çevreye. Sonra o da geçiyor. Ateş sönüyor. Ateş ve çevresindeki her zerre duruluyor. İki kişi durgunlukta, sessizlikte boğuluyor, konuşmalar bitiyor, gözler kapanıyor, hala o dumanı soluyorlar sanki, nefes almak istemiyorlar. Kurumuş dudaklarını zar zor açıyorlar. Konuşmaya çalışıyorlar, olmuyor. Sözleri gecenin nerden çıktığını bilmedikleri sesine karışıyor. Sözcüklerin anlamını yitirdiğinin farkına varıyorlar. Konuşa konuşa tükettiler, tükendiler, kuyularını kazdılar farkında olmadan, düştüler. Canları acımadı. Kokuşmuş iki cesetten farksızlar artık. Hiçbir şeyin farkında değiller, birbirlerinin bile. Aynı çukurdalar ama birbirlerini görmüyorlar. İhtiyaçları da yok buna. Kurtulamayacaklar. Biliyorlar. Artık ikisi de biliyor. Bilmeliler. İki ceset, belirsiz sesler, konuşamamalar, bakışamamalar, solucanlar, karıncalar, toprak ve karanlık... *Şu an 22 yaşında olan yazar, bu öyküsünü eksi21 iken (21 yaşından küçükken) yazmıştır.
Ömer Taha
Sintine “savunmasızların en savunmasızı” yazdıklarında kimliğime anlamıştım ta o yağmurlu günlerde sene başında iki tekerlekli adamlara yakalanırken tam kalp gözümüzle yediğimiz ayazların arasında çilek seven bir cellat ve onun gişe memuru arkadaşı şahittir bu sıfatlara dokuz neslimden ikisinin dirsek çürüttüğü o okulun menzilinden geçerken anlamalıydım bir nefesi içimize çekmek için, iki ciğerden fazlasına ihtiyacımız olduğunu sinüslerimi tatmin edecek kadar kırılınca ışık, çarşıdan alınmış perakende tabloları seçemezde, farkına varma vaktim gelmiştir artık, sefilliğimin. değilim ki bir derviş, hele hiç! bir molla olmadım. dede veya imam denemez bana dört saatliğine baş psikopos veya hahambaşılıkla alakam yoktur. vahiy almam mümkün değil, cebrail görünmez bana. bir çocuk doğuracak kadar eski değilim hatta buna fıtratım izin vermez mevcut şartlarda. cebraille aram limoni sanırım, mikailden yağmur, azrailden bir emir dilerim sadece. her dokuz dakikada bir zaten genzime üflenir sur iki kere. burçlarımda bir tane bile arbaletli adam yoktur, buna, acizliğim üzerine yemin edebilirim. belki efker-î fakirin, belki esvel-î safilin denir bana hatta bir zil misali, keresteden yapılmış tokmaklarla vurun bana dilediğinizi söylemek yerine yirmi küsur dişimin arasından tek bir söz çıkar: vağfu anna!
bir bardak suya tamah ederken hüseyini hatırlarım, cebimdeki tüm yara bantları senindir ya celle celalühu, gözümdeki tüm çapaklar senindir ey şeyh-ül zaman göğüs kafesimdeki tüm mahkumlar senin hükmündedir, eyleğim sendir, tinim sendendir. tüm küfürlerim sana, kağıdımın musahiplik ettiği tüm tütünler sana tek bir türkü söylerim tevellütümden beri: vağfir lena! uzun bir havvaya kurban etmek için, bak ellerimde dizdim bütün kaburga kemiklerimi, birinin elinde üç patikalı bir tırpan, saçı sakalı karışmış, birinin gereğinden fazla kolu vardır göğe bakan, nasıl tanrılar bunlar, kulları ne biçim adres sormaya yeltendiğim her bakkalın kepenk sesiyle uyandım, dizlerime ağrı verdi büyük millet meclisi -ben dünyayı dolaşacaktım-, tam bir şarkı dinleyecektim ki ardımdan küfür ettiler kulaklarım çınlasın diye, önünde eğilecektim tanrının, necisler fıtlattılar kıbleme içime yirmibirinciyüzyıldan bir romantizm doldu, bu sefer de meydandaki tüm çingenelerin çiçekleri soldu, çakmağımı çakacakken fırtınalar koptu gürledi, bir çocuğun yanaklarını sıkacaktım az kalsın, çocuğun saçları döküldü, ağzını maskelerle kapattılar, ben evreni terkedip bedenimden çıkacaktım tam, cehennem listesine yazılan adımı, kahkalarla cennete attılar. yanağını tıraş etti bir berberin çırağı, usta tokadı daha hakikatli bir mertebeye çıksın diye, birer birer vurdular martıları, karabatakları, yalı çapkınlarını
sevenleri olduğu kadar bu şehrin, sevmeyenleri de vardı yüzleri maskeli bir grup ihtiyar, köprünün ayaklarına beddualar etti, şehrin azgın kedileri tırmaladı, vapurlara değecek olan dev lastikleri, susam ambarlarını ateşe verdiler şehrin ağzı kokanları, bir simit alacak paraları yoktu diye kıç ceplerinde. müezzinleri dövüldü teker teker en güneydeki semtin, sigaralarını çaldılar kuzeydeki patronların, berber çırağı tokadın hakkını sormaya gitti, içlerinde ben de vardım yalın ayakla gezmeyenlerin, dikkat çekmemek için parası olanların yanında, bir basın açıklaması yaptık ufuk çizgini hedef alarak, birden ardım boşaldı büyük bir izdihamla, bütün silah arkadaşlarım yükledi suçlarını bana, karşımda eskiden çöpçülük yapmış bir hakim vardı, avukatsız kaldım tam yetmişüçe çeyrek kala, yetmişüçeçeyrekkala; savunmam ortalama iki cümleden oluşuyordu arasında virgül bulunan: verhamna, ente mevlana
Ozan Re. Kartal
EVVEL ZAMAN KIŞLARI Ne zaman sorulacağını bilmediğimiz ancak elbet sorulacak olan soruların cevaplarını ezberlediğimiz, ömrümüzü ektiğimiz topraklardaki anız yangınları arasında sırtımızı gecenin duvarına yaslayıp bir kirpiğin düşüşüne üç kuş uçuşu vakit ağıt yaktığımız evvel zaman kışlarından bahsederdim. Saçlarımı toplar, güzel kokular sürünür, cemreleri düşürüp dünyayı ateşlere salmak istercesine çiçekli elbiselerle geçerdim Yusuf’un karşısına. Eller günah, gözler mübahtı. Herhangi bir mahlûktan farklı olarak Yusuf, zerrelerinde denizler taşırdı. Bu denizlerde beyaz yelkenli bir geminin yüzdüğüne ve bu beyaz yelkenlinin içerisinde annemin benden kaçmaya çalıştığına inanırdım. Bu demekti ki; Yusuf her zerresiyle benden kaçıyordu. Sobalı evlerin bacalarından çıkan duman göğü bulandırırken yalanlar söyler, kapı eşiğinin bir adım gerisine denk gelmişken varlığımın bu yüzyıla ait olmadığına onu inandırmak ve yanında kalmak için yalvarırdım. Ne söylesem boş! Tanrı bilirdi: O Yusuf’tu, ama ben Züleyha değildim. Yusuf, Tanrı’yı anlıyor olmalıydı. Dünya dönüyordu. Kuşlar uçuyor, birileri bir yerlerde ayaklarını suya sokuyordu. Bu saatlerde İzmir ne yapıyor, merak etmiyorum. Bir şeyler nasıl başlar, nasıl biter ayırt edemiyorum. Bahçemde üzüm salkımları niye çürür, cenaze evinde bir kuş neden güzel öter; anlayamıyorum. Mürekkepler kuruyor, yüzümün rengi ağarıyor. Her ağacın gölgesinde soluklanmış ancak yanıma varamamıştı Yusuf. Varmış olsaydı eğer, bu yüzyıla üç gün katlanamazdı. Lakin bu benim dünyada 20. yılım. Güz bitmeden evvel domatesleri kavanoza koyacak, yaprakları tuza basacağım. Her yüzde, her solukta, her büyüyende, her yaşlananda, her sarılmada, her sabahta bir parça Yusuf bulacağım. Olur da Yusuf bana dokunmaya kalkarsa, onu en çok Yusuf olduğu yerden yaralayacağım.
*Çizim: Berna Horasan
Şevval Şirin
muğlak* muğlak kapılar çaldım muğlak kadınlar kapımı çaldı oturdum ben de şiir yazdım ve aynı gecede tanrı'nın bütün kadınlarını öldürüp tanrı'nın bütün kadınlarını doğurdum kalkıp dans ettim salonda her sabah yatağından uyanan bir bürokrat gibi sanatlar ve sanatçılar gördüm güller ve güzel günler tanrılar ve onların kadınları. hepsini gördüm ve nihayetinde yine muğlak bir sokağa döndüm ellerimle tuttum ellerimi annemi çok özledim. anlamaktan yana yorgunluğumdan bahsetmek istedim sadece dillerimle, dinlerimle ve dizlerimle değil gidip bir kadını ağzının içinden öperek yaptım bunu bir diğer kadının bileklerine gözlerimi yumarak başka bir kadının yüzüne asarak beyaz gömleğimi gördüm, anlamak denilen meselenin beni her gün öldürdüğünü. kır belini dedim, kır kırdım tutkusunu ve şehvetini evrenin zamanlar ve çağlar geçti kasıklarımdan boyutlar ve çeşitli soyut durumlar iki benimin arasına sıkışıp kalan gözlerimle gördüm yalnızlığın belimde dikili olan birkaç ağaçtan ibaret olduğunu, yaşam derdinin kuralsızca ensemde olduğunu ve yine yüzümü muğlak bir sokağa döndüm, göğsümdeki gülleri gömerek yaptım bunu annemi çok özledim.
Furkan Dölek
Stefan Zweig – Bir Çöküşün Öyküsü Stefan Zweig denildiğinde akla birçok şey gelir. Nazi Almanya’sından tutun da şöhretli intiharına, dillerden düşmeyen Satranç kitabına kadar birçok şey…
(*Zweig’ın eşiyle beraber intiharı)
Ancak benim aklımda onunla eşleşen önemli bir ayrıntı daha var; okunması kolay, karakterleri güçlü, açık ve anlaşılır öyküleri… Bu yazımda da o açık, ama basit olmayan hikâyelerinden birinden söz edeceğiz.
Hızlıca kitaba gelecek olursak, Bir Çöküşün Öyküsü adından da anlayabileceğiniz üzere tam manasıyla bir çöküşü anlatıyor. Kitap, Madam De Prie adlı başkarakterimizin görkemli, pahalı ve ün dolu günlerinin sona erip dönemin kralının gözünden düştüğü ve Normandiya isimli bir taşra kasabasına sürüldüğü –kibarca gönderildiği- andan itibaren başlıyor. Madam De Prie bunu kabullenemiyor. O aslında çoğumuzun içinde yanan hırsın konuşabilen ve vücut bulmuş bir temsilcisi gibi. Eski güzel günlerini özlüyor ancak sadece bu da değil. Hatırlanmak istiyor, tekrar herkes onu konuşsun, tekrar çok güçlü olsun istiyor. Tüm kitap boyunca o içinde tuttuğu ateşi hissedebiliyorsunuz. Sıradan olmayı da denemiyor değil ancak bir günden fazla dayanamıyor. O şöhreti ve gücü tatmış birisi ve bu yüzden yok olmayı kabul edemiyor. Eğer yok olacaksa bile bunun sessiz olmasına izin vermeyeceği çok açık. Kitapta bir süre Madam De Prie’nin çaresizliğini okuyorsunuz ve sonra kendi içinde yeniden doğuşunu görüyorsunuz. Tıpkı bir Anka Kuşu gibi ancak hırsı gözlerini kör etmiş. Aklı çok başka çalışıyor. Ölmek ya da yaşamak umurunda değil. Tek derdi, nasıl olursa olsun ama insanlar beni hatırlasın. Dillerden dillere anlatılayım. Bir şekilde bu hayatın içerisinde olayım. Kitabı okurken, Madam De Prie başta benim için sıradan bir karakterdi. Onun çok derin olduğunu hiç düşünmedim hatta yer yer onu ahmak bile buldum ama ilerledikçe siz de fark edeceksiniz ki durum öyle değil. Madam, diğer birçok kitapta dediğim gibi kendinizi onun yerine koyun diyebileceğim biri değil. Hatta o, çoğu zaman bir metafor. Kitabı zaten tam manasıyla Madam De Prie olarak okumak pek mümkün değil ama fark edeceksiniz ki o zaten sizin içinizden bir parça. Kaybolmak, hiç olmamışçasına yok olmak istemeyen ve hatta hep anılmak isteyen bir yanınız sizin. Madam’ın bizden tek farkı biz bu arzuyu içimizde bir parça gibi tutuyorken onun bu parçanın ta kendisi olması. Kitap, sizi sakince olağanüstü bir sona hazırlıyor. Sanırım bu kitabı başka biri yazsaydı sonu beni şok eder, hatta belki rahatsız ederdi ancak Zweig bu işi gerçekten iyi biliyor. Sizi sona hazırlıyor. Karakteri güzelce size aktarıyor ve Madam’ı öyle iyi tanıyorsunuz ki bu 60 sayfalık kitapta sonda yaptığı hiçbir şey sizi şaşırtmıyor. Sizi şaşırtan, bir karakterin beklenmedik bir şekilde davranması gibi bir kitap için okuyucu rahatsız edebilecek bir şey değil de kıvrak zekâlı yazarın olayları bağlama şekli oluyor. Kitabın kapağını kapattığınızda şöyle diyebiliyorsunuz: “Şükürler olsun, iyi bir şey okudum.”
Buse Güzel
şeftali ve yarım kalan her şey fındık kokan bir kahvenin bıraktığı izde tur atıyorduk cumartesi bu her şeyin ertelendiği gün senle aramıza bir şiir koyuyorlar adı ihtimal öznur abla elinde çekiciyle beni okşamayı bekliyor ama önce birkaç soruyu saçlarıma bağlıyor dağıtacak rüzgarın bile yok diyor “düğüm atacak umudun bile yok.” ama öznur abla bir insan bir insana ne zaman hatır sorar ki? ipek bir gömlekle geliyorsun şimdi bu kadar nesne arasında ince detaylarına dalıyoruz ne yaptığının ifşasını bilmemizden kaynaklanıyor bu sanırım artık merakımız tenine değmiş kumaşlara kayıyor sanki çürür gibi bir meyve aşkım belki şeftali o her şeyin ertelendiği gün soframızı da bırakıyorsun oysa yarısını unutsan tabağın olmazdın kısmetini bırakmış ve olmasaydı rengim bırakmazdım kendimi sana yakmazdım çırasını kaderimin
sen kaçak bir işçi olarak lime lime ederken beni behçet abi hepimizi vardiyaya tutuyor ben bıçaklarını öpüyorum gizli gizli sanırım şantiyeye bir kelime bile uğramıyor senden o her tuğlaya bir anı işlemiştir diyorum bırakın yıkmayı başımıza düşecekler sonra her gece üşüşecek rüyalarımıza böyle çirkin kafiyeler gibi yüzümüzü buruşturacaklar siz en iyisi bölüşün onu hiçbir payı kalmasın bana çok diretirse, bağlayın elmayı koyun kafasına deyin “ya elma yapışacak şimdi ağaca ya da tüm oklar kalbine.” //ama bugün cumartesi seni de erteliyoruz.//
Ahmet Murat Alper
KAR FİDANI Ben dünyadayım yıllardır! Ben dünyayım kim karışır? Düşünüyorum uzun zamandır, bu galaksiye bir geliş sebebim olmalı diye. Hatta gelmekle kalmayıp dünyaya inivermişim. Ben neyim peki bu evrende? Işıl ışıl bir yıldız olabilirim ya da en basitinden toz zerreciği hatta bir yün yumağı dertlerine dolanmış olabilirim. Kar tanesi olmak geliyor içimden şimdi. İnsanların aklına hücum eden bembeyaz hayaller gibi ben de yağıyorum betona, tarlalara. En çok da insanların yüzüne, gözyaşlarını kapatmak istercesine... Eriyorum, su olup hayat veriyorum toprağa. Canlanıyor canlar içimde, kımıltıları belirgin. Bir fidana dönüşmek istiyorum o an. Dallanıp budaklanıp meyvelerimi göğe yetiştirmek istiyorum. Sonsuz bilginin yaşadığı bir sema bahsettiğim. Aniden dallarım çıtırdıyor, düşündüğüm yerden kırılıyorum. Eridiğim yerden tekrar donuverip bir kar taneciği oluyorum. Ne olmak istesem, olamayıp benliğime dönüyorum. Oysaki çıkmak istemiyorum topraktan, dönmek istemiyorum beyazlığın olmadığı bir yaşama. Ben dünyadayım yıllardır! Ben dünya mıyım? Hayır! Ben dünya falan değilim, olamam da. Şayet dünya olsaydım kapatırdım gözlerimi, karanlığa gömerdim her yeri. Olur ya kötülükler karanlıkta boğulup görünmez olurlar ve saflıklarını kaybetmezdi kimi iyiler. Ben dünya kadar güçlü değilim efendim, olamam da. Ben anca insan olurum işte. Gücüm ancak ona yeter çünkü. Kar tanelerinin aynı gözüküp hepsinin birbirinden farklı olması gibi tüm insanlardan farklı olurum. Fidana da benzerim yeri gelir, büyüyüp düşüncelerimi saçmak isterim bir tohum misali. Kimi zaman bir kâğıt için feda edebilirim bedenimi, yaşasın tüm düşüncelerim, ulaşsınlar diye başka fikirlere. Ben her şey olurum da dünya olamam. Bu kadar kötülüğü görüp içimde milyon insan barındıramam. Dedim ya ben insanım ya da olmaya çalışırım. Belki onu da olamam ama dünya olmaktan kolay. Çabalarım… İşte bu yüzden sen kapama gözlerini ey dünya! Bırak kötülük, ışığında boğulsun. Her şeye rağmen gökyüzü aydınlık kalsın, insan olmaktan vazgeçenlere inat!
Dilara Ceyda Akyüz
MOR DİKENLER BAHÇEM Son rükuda mor paçavram yırtıldı Niye eğilemediğimi bir tek sol omzumdaki Melekle ben bilirdim Sadece tırnak izlerimle oluşan desenlere tapmak isterdim Artık basamıyorum da Acıyor topuklarımdaki dikenler Mor dikenler bahçesinde saklambaç oynardım Ben hep ebeydim ve oyun henüz bitmedi Ne oldu sanki Ben sadece uyumak istiyorum Avuçlarım dizlerime uzanınca esnemeler silsilesi içinde bulduğumda kendimi Mor dikenler bahçesinde daha da çok balçıkla sıvanıyorum Artık yorulamıyorum da
Tahtadan sümbüller oydum Kıvrımlara cıvalar serpiştirdim Kokusu genizlerime ulaşınca Birkaç kadeh devirdim Sinek vızıltısıyla uyandı son uykusundan masaldaki morlu kız Oysa dokunsam geçerdi
Artık uyanamıyorum da Bu yağmurlar şıngırtısı, üstü tahtadan çatı gecekondumda Mor gelinciklerle rüyalarıma hapsoldular Her çınlamada o acıdan diş gıcırdaması Onlar yokken yuvarlanabilirim, Mor dikenler bahçemde, Hatta onlar olsun olsunlar da görsünler Ben nasıl yuvarlanırım çınlamadan, acımadan, dişlerimi gıcırdatmadan Mor dikenler bahçemde Artık konuşamıyorum da
N'olurdu sanki kan küfü kokmasa artık hayatım Ben çoktan seçildim Artık ebe değilim de
Yunus Hamurcu
Kızım, Yaz Gördüklerini! -Güneşe çok bakmaktan oldu bu dünyaya olan karanlığın, korkma sen ışıkları sakladın içine. Ara onları, bulduğunda doğacak dünya.Ellerin… Yağmurun elleri gibi saatlerce ellerini izleyebilirim. O kadar narin ve güzelsin ki, bu yüzden daha fazla tutamadım içimde, almak istedim kollarıma. Sarılmak istedim doyasıya, hoş geldin bebek sefalar getirdin. Herkes ilk adımında düşer, korkma ben varım. Onlar 200 kere düşüyorsa yürümek için sen 1000 kere düşüyor olabilirsin ama senin adımların daha sağlam olacak. Hep beni düşün, her adımda Anne… İlk kelimesi anne ya da baba olur bebeklerin ama sen ilk Annem dedin. Bir insan cenneti ayakları altında bu kadar mı hisseder? Beni, aileni, oyuncaklarını ve tüm sevdiklerini hissediyorsun sen, bu sana verilmiş bir lütuf. Çocuklar en sevdikleri yemeklerin kokusunu bile zor seçerken sen beni, babanı, arkadaşlarını metrelerce öteden hissedip koşabiliyorsun. Kendimi senin yanında her geçen gün daha özel hissediyorum. Seni giydirmekten, sana her lokmanda eşlik etmekten zevk alıyorum. İyi ki benimlesin! Yüreğimin atışından, nefes alışımdan ruhumu okuman beni senin yanında çıplak duygular içinde bırakıyor olsa da sen beni en iyi anlayan ve hisseden varlıksın. Senin bir insan olabileceğine inanmıyorum meleğim. Sarılman ve gülüşün nasıl olur da bütün dertlere şifa olabilir? Okulun ilk günü herkes ağlarken senin yüzünden gülücükler hiç eksilmedi. Hikâyeleri benden dinlemekten sıkılmadın biliyorum ama evrene anlatacağın hikâyelerini yazman gerektiğine inanmıştın. Okul seni hayallerine taşıyacak bir merdiven olacaktı. Sen onurlu ve gururluydun, sen benim kızımdın! Büyüdün. İstemedim kollarımdan aşağı inmeni ama sen büyüdün, fikirlerin ve hayallerin de büyüdü. İncindin, bana anlatmadın. Tek başına her şeyin üstesinden gelmekte kararlıydın. Sen başarırken bir de baktım beyaz değneğin yukarıda duruyor. Değneğin şekil alıyor. Değneğin kanat oluyor. Benim kızım uçuyor!
Her şeyin farkında, güçlü ve cesur bir genç kız oldun. Dünyayı öyle bir görüyordun ki… Gördüklerimi anlatabilecek kelimeler bulamıyorum dediğinde daha bir anladım yüreğinin de evreni içine alacak kadar genişlediğini… Seninle her zaman gurur duydum, özel ve bir o kadar da güzelsin. Sen içimdeyken sana her zaman göz kulak olmam gerektiğine inandırmıştım kendimi. Ama sen dünyanın en cesur insanı oldun, kendine her zaman göz kulak oldun. Yüreğinin ışığıyla hep gördün, körsün diyenlere inat.
Konferanslarında konuşurken sahnede ışık istemiyorsun, dinleyenleri kendi ışığınla aydınlatacağının farkındasın. Seninle gurur duyan milyonlarca insan var ben de onlardan sana biraz daha yakın olanıyım sadece. İyi ki sen bizim dünyamızı değil kendi dünyanı görüyorsun. İçindeki güneşi, gördüklerini anlat bize. Kızım, yaz gördüklerini! *Şu an 24 yaşında olan yazar, bu yazıyı eksi21 iken (21 yaşından küçükken) yazmıştır.
Hamuş Melike
odak şimdi-sana-güneşin-ne-hissettiğini-anlatamam göğsüm yetmez göğü parçalamaya aydınlığın nası dağıldığına anlatmaya kırılmış olduğunu içimdeki çukurun ancak-sonrasında-çıkacağım-ortaya-apaçık beni hiç tanımadığım sokaklar üşütecek göğsümbitik, içimsıkkın yürüyeceğim, yürüyeceğim. bir ayna elimde arabalar beni ezmek için heyecanlı sigaram beni yumruklamak için taş ölümümü bekleyeceğim. sokakların ortasında sadece-çırılçıplaklar-görecek-benikendimden kendimi sakındığım şu saatler öç almak için heyecanım sussanız anlarsınız sadece suskunum kendimi bekliyorum rüzgar! kime sorsan parmaklarım kırık! tutamam kendimi! ama-yüzümü-göğsüme-sürsem-dinecek-acım tabii ki diyorum geniş omuzlarımın altına böyle bir tekme de ben atarım. biliyorsun, uçuruma, takığım, parmaklarım iyileşse şimdilik düşebilsem rüzgar, biraz yer görse ayaklarım!
üflesen göğsüme ne kazanırım ama ne! dünyadan sessizlik azalır hem bak çok konuşulurum üfle! çocuğum ben bedenim kafesimdir belki uyandığımda yemek kokusu arıyordur ellerim bir yetişkin gibi belki bir erkek kadar kırgınım bir kadın kadar kırılmış ya da hasta yaşlı içine kapanmış diyorum ki beni dinle sustuğumda ben kelimelerin arkasına saklanmam otlarını yolduğun bahçelerin yere düşmüş tohumuyum rüzgar esse üşürüm anımsarım sana düştüğümü içimden yeşerdiğimi, haykırdığımı korkudan ben kelimeleri kendime hatırlatmam.
*Çizim: Berna Horasan
Mustafa Yusuf Özmen
KİLİT Bir adam, özenle seçtiği ara sokaklardan, hızlı adımlarla evine doğru ilerliyor. Adamın bir elinde indirimden aldığı üç kutu ton balığı ve iki ekmek, diğer elinde de beş litrelik bir su şişesi var. Dışarıdan bakan biri için adamın bir yere yetişmek için mi, yoksa bir şeylerden kaçtığından mı bu denli hızlı adımlarla ilerlediği anlaşılmayabilir. Aslında her ikisi de... Adam, henüz ara sokaklardan geçiyor olmanın verdiği küçücük bir güven duygusu içinde koşar adım ilerlemekte. Ama az sonra bu duygu, yerini korkunç bir korku ve tedirginliğe bırakacak. Çünkü neredeyse sonuna geldiği son ara sokak da bitecek ve evine ulaşmak için büyük caddeden geçmesi gerekecek. Bu caddeye, geniş bir yokuş çıkıldıktan sonra varılıyor. Adam yokuşun başındayken caddedeki bir kahvehaneyi işleten arkadaşı bir anda aklına geliyor. Aşağı yukarı on gün evvel, ortalık bu denli karışık değilken, adam neredeyse hiç çıkmazdı kahveden. Günün yorgunluğunu atmak için kahveye gelir, geç saatlere kadar da oyun oynardı. Ama tam on gündür kahveye hiç uğramadı. Çünkü şimdi kahveye uğrarsa arkadaşı bu kadar zamandır nerede olduğunu sorabilir. Belki de onu içeri davet eder. Laf lafı açar. Laf lafı açınca adam da dükkanı nasıl hâlâ rahatça açabildiğini sorar, kahveci bir şeyler zırvalar, sonra “ekmek parası” der. O öyle deyince de üstüne laf söylenmez. Bir süre susulur. Sonra belki siyaset konuşulur, belki tartışılır ve bütün bunlar olurken yakınlarda bir bomba patlar ve güm! Adam bu düşüncelerle ilerlerken yokuşu var gücüyle çıkmaya başlıyor. Alnından süzülen teri, montunun koluyla ivedi siliyor. Kahvenin önünden geçmeyecek, kararlı. Geçerse delilik olur. Geçerse güm! Geçerse kol, bacak, gövde, kafa... Kafasını önüne eğip hızla geçiyor kahvenin karşısındaki kaldırımdan. Adımları hiç bu kadar hızlı olmamıştı. “Aslında o kadar da abartılacak bir şey yoktu” diye geçiriyor içinden. Selam verip geçebilirdi. Sorarlarsa da bu ara işlerinin biraz yoğun olduğunu, en kısa zamanda uğrayacağını söylerdi. Borcunu da öderdi belki. Vakit kaybetmemek için parayı verip çıkar, “üstü kalsın” derdi. Borcunu öder miydi? Borcunu öderken geçirdiği zaman da bir vakit kaybı değil miydi? Ya borç yüzünden gelmediğini sanırsa kahvedekiler? Bir an bu düşünce ile tedirgin oluyor adam. Arkasına dönüp kahveye bakıyor. “Yok canım” diyor. “Bugüne kadar kimin parası kalmış sanki bende?” Bir an için, belli belirsiz nefis bir koku geliyor burnuna.
Yolun karşısına baktığında nar gibi kızarmış kokoreçi fark ediyor. Karnının gurultusu ve kokoreç kokusundan başka bir şey hissetmez olunca tezgâha doğru ilerliyor. “Sadece beş dakikalık bir bekleme ve sonrasında doymuş bir karın... Günlerdir doğru düzgün hiçbir şey yemiyorum. Sadece beş dakika...” diye düşünüyor ve tam o an çok büyük bir gürültü kopuyor. Adam hemen yere çöküyor. Kafasını ellerinin arasına alıp bir süre bekliyor ve bir düşten uyanır gibi etrafına bakınıyor. Bir trafik kazası... Çabucak toparlanıp yoluna daha hızlı adımlarla devam ediyor. Hiçbir şey düşünmek istemiyor, konuşmak istemiyor, dili olsun istemiyor. Kolu, bacağı, gövdesi fazlalık geliyor ona. Kafası olmasın istiyor. Hiç var olmamış olmayı arzu ediyor adam. İnsan olmaya dair hiçbir şey onda bulunmasın istiyor. Hissizleşmek istiyor. O bunları isterken önünde dar bir sokak beliriyor adamın. Bu sokak, onun sokağı... Derin bir nefes alıyor. Adamın evinin karşısında, bahçede bir çocuk var. Oyuncaklarıyla oynuyor. Adam bir an için tehlikeyi yok sayarak bu sevimli çocuğa doğru yaklaşıyor. Yaklaşınca, çocuğun elindeki oyuncakların küçük askerler ve tank maketlerinden oluştuğunu fark ediyor. Çocuk, elindeki askeri, adamın ne olduğunu anlayamadığı bir şeyin üzerine hızla vuruyor. Defalarca... Adam, dikkatlice baktığında, çocuğun ezdiği şeyin küçük bir kuş olduğunu görüyor. Çocuk, kuşa öyle sert vuruyor ki, kuşun kafası çoktan kopmuş, yer kan gölü... Çocuğun yüzü birden kararıyor adamın gözünde. Arkasını dönüp evine doğru ilerliyor. Elini cebine atıp anahtarını çıkarıyor. Önce birinci ardından ikinci kilidi açıp en nihayetinde adım atıyor evine. Kapıya dönüyor. Kilitliyor kapıyı. Önce bir, sonra iki, sonra yetmez, üç kilit...
*Şu an 24 yaşında olan yazar, bu öyküsünü eksi21 iken (21 yaşından küçükken) yazmıştır.
Gamze Kısa
KURU GÜL evimizi yıktık üstümüzü başımızı verdik üstümüzde enkaz yandık yakıldık yandığımız bilinmedi yangında sardık da gölgelerini kollarımızda kalan bir karartı yalnızca en güzel geceleri getirdik göğsümüze dizildi kurşunları soğuğun vazgeçtik alacasından sevdaların kuru bir güle yitip gitmemek için benzeyip de dudaklarımızdaki karıncayı öldürdük dudaklarımızdaki karıncayı öldürdük
Mihriban Kurt
BUZ MAVİSİ Her şair gibi ortasındayım ömrün. Çünkü her şair biraz ortasındadır ömrün. Her şair ergendir her şeyden önemlisi. Ve hiç bitmez o ergenlik. Hayır, en nefret ettiğim kelime de bu yani. Ergen. Belki de sırf bu yüzden sevemedim kendimi. Ama yok canım ne tür bir zevksiz beni sevebilir ki? Hayat ne kadar garip değil mi? Tırnağım kırıldı. Sevgilim terk etti. Dedem veremmiş. Allah dede ülsermiş. Ay dede gebermiş. Pörtlesin bu dünya. Ain’t No Sunshine dinliyorum. Lenny Kravitz söyleyince bok gibi oluyor açıkçası. Bill Withers’ın kaymak gibi sesinden dinlemek gibisi yok gerçekten. Elimde olsa onu da aldatırdım. Küçük çantasında hiç peçete kalmamış kızlarla aldatırdım. Mumlar söner yanardı. Bunlar hiç umrumda olmazdı. Bir taş kendi kendini boşluğa bırakırdı. O ise kendi kanadını kendi diken bir melekti. Gözyaşlarının kalesinde sessizce ağlıyordu. Elimde olsa gözlerinin içine baka baka yalan atardım. Bir uçurum kendini denize atardı. Sakallarım çok uzadı şu aralar. İşin güzel kısmı kesmeyi planlamıyorum da. Pencerelerden sivil notalar hücum ediyor. Ağlıyorum. İşin kötüsü onun adını fısıldıyorum. Bir tek duvarlar duyuyor. Kendine saygısı kalmayan biriyim ben. Artık ne söyleseler boş. Elimde olsa bir tek onu severdim. Bu saatten sonra hiçbir anlamı yoksa da… Biliyorsun, geceleri ölmek zor. Gündüz olunca kolay mı sanki? Saçları buz mavisi…
*Şu an 27 yaşında olan yazar, bu öyküsünü eksi21 iken (21 yaşından küçükken) yazmıştır.
Uğur Ergün