EnginDergi Y覺l: 2011 - Say覺: 14
Fotoğraf: Bora Eke
“Çoğu insan zihninde olduğu kadar mutludur.”
Abraham Lincoln
İçerik; Sy.04) Kıl – Engin Enginer Sy.05) 2012'de Moda Bize Ne Gibi Yenilikler Sunacak? Nilgün Hepyalçın Sy.08) Go ile Yaşamak - Tasliyol Sy.09) İde Dağı '2011/02 - Simsiyah Sy.10) Sarıyer'de Kariyer - Yunus Baran Sy.14) Haydi Buyurun Tecavüze - Dilşah Kalkan Sy.15) Metropolden Kaçış - Pelin Gül Sy.17) Rize'de Sıradan Bir Yaz Günü - Vildan Tandoğan Sy.18) Denizkızı - Derya Derin Sy.21) Sadece Şükretmek - Tuğçe Büyükabacı Sy.23) Yolculuk Vakti Çoktan Geldi - Melike Meral Sy.24) Pardon! Tanışabilir miyiz? - Ece Çekiç Sy.24) Pişti - Buket Konur Sy.25) Havalar Soğuk İnsanlar Daha Soğuk - Serenay Öztürk Sy.26) Akışı Değişmez mi Aşkın? - Şeyma Karadağ Sy.26) Sınanma - Evren Kır Sy.28) Gözlerine Bakmak - Engin Deniz Sy.29) Belki de Aşk Gelmiştir - Kezban Şahin Sy.30) A Dream House - Bora Eke
Kıl Vücudumuzda kıl çıkmayan tek deri yüzeyinin el ve ayak ayaları olduğunu biliyor muydunuz? Kıl, "Bitkilerin kökleri ile yapraklarında bulunan ince-uzun yapılara ve hayvanların, özellikle de memelilerin bedenlerini kaplayan, 'kıl kesecikleri' adı verilen hücrelerden çıkan tüylere verilen ortak ad.” olarak tanımlanıyor. Saç ise insanın baş üzerinde bulunan kıl kümesine verilen isim. Diğer kıl kümelerine göre daha hızlı uzayan saçın büyüme hızı günde ort. 0,3-0,4 mm imiş. Bu konu hep ilgimi çekmiştir. Kıllar insan psikolojisinin yansımasına dair o kadar çok öğe içeriyor ki. Olması ayrı olmaması ayrı dert. Kişileri sınıflandırmak için de sık kullanılan bir betimleme aracı: Kel, kıvırcık, kızıl, köse, uzun saçlı, sarışın vb. Erkeklerdeki temel sorun kellik. Androjen hormonu ile ilgili olduğu için de erkeklerde kadınlara oranla çok daha fazla görülüyor. Gerçi bu sebeple de yadırganmıyor. Kel bir kadın gördüğünüzde eminim daha çok ilginizi çekecektir. Başka bir sorun da aşırı kıllanma, bu da yine hormonlardan kaynaklanan bir durum. Ki erkeklerde meydana geldiğinde övünç kaynağı olarak bile gündeme getirilebilecek olsa da bayanlar için yine büyük bir sorun teşkil ediyor. Kadınların derdi bu kadarla da bitmiyor; saçları kıvırcık olan düz olsun istiyor, düz olan keşke hafif dalgalı olsaydı diyor. Psikolojik dalgalanmalarda da ilk başvuru merkezi psikiyatrist değil kuaförler oluyor. Eminim kuaförlük mesleği bu kadar gelişmeseydi psikiyatristler daha çok para kazanırlardı. Kuaföre giderek saç rengi değiştirmek ya da daha canlı görünüm için boyatmak artık mevsime göre rutin olarak yapılan bir eylem haline geldi bile. Boya, fön, röfle vb. işlemlerle yıpranan saçların kısalma yolculuğu kırık aldırmakla başlıyor. Saç giderek kısalınca, kat verme vb. geçiş sürecinin ardından küt ve erkek kesim ile gelinen noktadan pişman olan kadın bu sefer uzatma sürecinde postiş, kaynak vb. yöntemlere başvuruyor. Erkekler içinse sakal bir karizma unsuru olarak kullanılmasının yanı sıra siyasi (bkz. ülkücü bıyığı) ve dini sembol haline de gelebiliyor. Dini sembol demişken, başörtüsü konusunda pek çok tartışma yaşanıyor,
örtünme konusunun dini açıdan yoruma açık olduğu aşikar; bununla birlikte şahsi kanaatim demokrasiyi savunuyorsak -siyasi bir anlamı olsa bile- başörtüsünün serbest olması gerektiği yönünde. Ömrünü tamamlamış saç kendiliğinden veya dış etkilerle dökülür ve yerine yeni saç çıkar. Günde ort. 100 adet saç teli dökülmektedir. Stres vb. sağlık sorunları bunu etkileyebilmekte. Yani saçımızın görünümü genel sağlık durumumuzla da yakından ilgili. Saç sağlığınıza dikkat etmek moralinizi de doğrudan etkileyeceği için boya, fön, şekillendirici vb kullanmak yerine doğal yolları tercih edebilirsiniz. Sabahları bir yumurta yemenizin faydası bile hissedilir olacaktır. Bunun yanında yapay şekillendiriciler yerine nemlendirici kremler sürerek, zeytinyağlı banyo ürünleri kullanarak ve saçınızın hava almasını sağlayarak (özellikle saç dökülmesi olan erkeklerin şapka kullanımı saç derisine hava aldırmayarak dökülmeyi hızlandırmaktadır) saç kayıplarınızı en aza indirgeyebilirsiniz.
Engin Enginer
2012'de Moda Bize Ne Gibi Yenilikler Sunacak? Spring/Summer 2012 karşımıza üç farklı aşamada çıkacak. Bunların isimleri şu şekilde yer almakta 'PRIMAL FUTURE, JPEG GEN ve CINEMATIC'. Bu üç aşamayı sadece bayan giyiminde değil çocuk, erkek ve ayak giyiminde de göreceğiz. Aslında bu aşamalar 2011'de temelleri modaya atılmış aşamalar. Şuanda aslında bu aşamaları içeren koleksiyonlara rastlamaktayız. Bunu da modanın yaşadığı sirkülasyon olarak açıklamak daha doğru olabilir çünkü günümüzde çoğu materyalin bulunup modaya uygulandığını düşünecek olur isek moda bir anda çok büyük değişimler yaşamamaktadır. Değişimin öncesinde alıştırma turları başlamaktadır da diyebiliriz. Bu üç başlığa kısacası göz atacak olursak onların da içinde birçok alt başlık barındırdığını görebiliriz. Modayı oluşturan elementlerin hiçbiri sadece kıyafeti oluşturan parçalarla ilişkili değildir. Moda döneminin olaylarından, yeniliklerinden, politikasından, insanların alışkanlıklarından, günün sanatsal yeni yaklaşımlarından, mimariden ve daha birçok şeyden etkilenmektedir.
Primal Future ya da başka bir ismiyle Primitive Futurism kendi içinde dört alt başlığa ayrılmakta; zaten geçmişten günümüze uyarlanmış bu temanın kısa bir şekilde incelenmesi de beklenemez bir durum. Bu alt başlıklar da şu şekilde yer almakta; 'NEW WORLDS / ELEMENTAL / ELEVATED TOOLS / MODERN MYTHOLOGY'. İnsanoğlunun geçmişten günümüze geçirdiği değişimler ve gelişimin üstüne; geçmişe, doğaya, doğal olana ihtiyaç, yeni doğal yaşamları arayışı olarak tanımlayabiliriz bu temamızı. Tahminde ettiğiniz gibi doğada bulunan doğal renkler, doğal materyaller 'hayvan dokuları, doğal taşlar ve benzeri uygulanabilecek materyaller' bu temanın esaslı malzemeleri olacak. Günümüz teknolojisiyle hazırlanan geçmişin günümüze uyarlanışı güzel bir yaklaşım olacak 2012 için bana kalırsa. Bu temayla ilgili bazı mimarların doğal alan inşaları da çok ilgi çekici, insanı doğadan ayırmayan ama aynı zamanda modern olan yapılar görülmeye değer. Bakir doğanın tam ortasına inşa edilen her duvarı camdan oluşan evler bana 2006 yapımı olan baş rollerini Sandra Bullock ve Keanu Reeves'in paylaştığı The Lake House (Göl Evi) adlı filmi hatırlattı. Eğer bu tema hoşunuza gittiyse şimdiden doğal taşlar, balık pulu dokulu ayakkabı ve çantalar edinin. Cinematic temamıza gelecek olursak onu da birkaç bölümde araştırmış ve sonuca varmışlar. Bu temalar Cinematic adlı temanın içinde şu şekilde karşımıza çıkacak; 'STYLE IS SUNBSTANCE / ICONS OF SUMMER LIGHT / THE MOVING IMAGE / FREEZE FRAME'. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz 'Herkes sinemadaki idolünü seçip ona benzeyecek:)' Belirli ikon arayışları gündeme gelebilecek bir tema. Örnek verecek olursak geçmişten günümüze uzanan hala belli ünlü karakterler mevcut. Yaşam stilleri, sansasyonları, giyim tarzları ile hala gündemde olan Marilyn Monroe, Audrey Hepburn, Elvis Presley gibi ünlülerin hala baskıları giyimde karşımıza her alanda çıkabilmekte; gerçi benim Türkiye'de gördüğüm Bergen baskılı t-shirtler bile oldu. :)
Bu temayı da belirli karakter kodları altında inceleyebiliriz. Modaya damga vuran filmler vardır bunlar modayı fazlasıyla etkilemiştir bu bir elbise, saç tarzı, bir çift topuklu ayakkabı ya da makyaj da olabilir. 2012'de stilinizi etkileyecek filmler olabilir demek ki böle bir temayı da bu sezona eklemişler. Ya da geçmişte uygulanıp modayı sallamış bazı tarzların geri dönmesi mümkün olabilir. Bir dönem Beatles'ın gençleri giyim stilleriyle salladığı gibi. Yani yakasız ceketler diyebiliriz o zaman erkek giyimi için. ;) Zaten kısacası, erkek giyimine de el atmam gerekirse formal giyim kapıda hazır olun derim. Herkes dolabından takım elbiselerini çıkarsın ama mümkünse üzerinde günümüze uyarlanabilecek değişiklikler yapın. Yani bu tema bana uygun diyen herkes kendine uygun gördüğü bir yıldızın giyim tarzını hayat tarzına dönüştürüp bir yıldız gibi gezecek 2012'de. Bu bir kitap karakteri bile olabilir bunu da ek olarak belirteyim temanın içinde buna da yer verilmekte açıkçası, rahat olun isterseniz Red Kid olun. Gelelim son temamız JPEG GEN'e. Bu temamızın alt başlıkları da şu şekilde yer almakta 'A.D.D / SCREENGRAB / LIKE / JPEG ACTS'. Bu temamız çok kapsamlı çok geniş ve bana göre ucu azda olsa açık tema ne yöne çeksen gider türden. İçeriğinde İnternet, mesajlaşma, kolay giyim, rahat hayat, kolay alışveriş yani kısacası hayatımızı kolaylaştıran şeylerin bir karışımı aynı zamanda üzerinde fazla uğraşılıp kafa patlatılan şeylerle ilgili bir alay da içeriyor, yayınlanan görseller bu temamızla ilgili. Modaya uygulanışında ise patchworkler, değişik baskılar, kolay üretilebilen az parçalı kıyafetler görmeniz mümkün. Modada tek açıdan bir bakış yoktur, size birçok seçenekle gelir ve seçip kendinize uyarlamak sizin elinizdedir. Gelecek yazımda da 2012 Autumn/Winter ile karşınızda olacağım.
Nilgün Hepyalçın
Go ile Yaşamak A Beautiful Mind (Akıl Oyunları) filmini hatırlıyor musunuz? Evet ise, bahçede siyah beyaz taşlarla bir oyun oynandığını da hatırlıyor olmalısınız. Bu sahne sayesinde bir çok kişinin aklında yer etmiştir Go oyunu. Akıllarda yer eden fakat oynanması bilinmeyen oyun desek doğru olur mu? Biraz daha ilerletip nasıl oynandığı merak edilmeyen oyun da diyebilir miyiz? Şimdi biraz bildiklerimizi ilerletip oyunu tanıyalım; hatta bu yazıyı okuduğunuzda oyunun nasıl oynandığını öğrenmiş olacağınıza garanti veriyorum. 4000 yıllık geçmişi ile Çin ve Japonya'da doğmuş bilinen en eski tahta oyunudur Go. Yaşamla eşdeğer bir yaratılış, yoğun bir meditasyon, insan kişiliğinin bir aynası, soyut düşünmeyi geliştirmede bir alıştırma, ya da iyi oynandığında, siyah ve beyaz taşların tahta üzerinde zarif bir dengeyle dans ettiği güzel bir sanat eseri. Bir iletişim şeklidir, konuşma geçmeden. Karşınızdakinin karakterinin saldırgan mı ihtiyatlı mı, yoksa umursamaz mı olduğunu onunla Go oynayarak anlayabilirsiniz. Go ile cümleler kurar, hayatınızdaki kararları oyun esnasında gözden geçirirsiniz. 19x19 boyutunda tahta üzerinde oynanır oyun. Yalnızca bir kuralı olduğu için çok basittir öğrenmesi. Öğrenilmesi kısa, ustalaşması bir hayat sürer. Bir klasik müzik eseri gibi sizi bekler. Uzun süre dinlemezsiniz, yıllar sonra dinlediğinizde özlediğinizi hisseder, ona sarılırsınız. Oyun 2 kişi oynanır, amaç karşınızdaki rakipten daha fazla alan elde edebilmektir. Oyuncular taşları tahtaya sırayla birer birer koyarlar, konulan taşlar hareket etmez. Rakibin taşlarını çevrelediğiniz takdirde çevrelediğiniz alan sizin olur ve rakibin taşlarını esir olarak alırsınız. Başlarda bu gayeyi taşır iken ustam beni bir konuda uyarmıştı. Asıl önemli olan şeyin rakibinizi çevreleyip yok etmek değil, tahtayı rakibinizle paylaşma sanatını başarabilmek olduğunu söyledi. Agresif olduğunuzda ise oyun sizi doğasındaki yapısı sebebi ile cezalandırıyor ve iyi bir performans sergileyemediğinizi görüyorsunuz. Benim oyundan hayat ile ilgili olarak öğrendiğim ilk ders bu idi. Nicesi oyun içinde gizli. Keşfedin. Haydi, siz de kendi cümlelerinizi kurun...
Tasliyol
İde Dağı Biz ne zaman içsek, Türkiye’yi kurtarırız. Normalde aklımıza gelmeyenler, nedense bir iki dubleden sonra dilimize dolaşır. Ama bunca kahraman ruhlu olmamıza rağmen, bizim kültürümüzde oluşmuş hiçbir süper kişilik yoktur. Acaba doğdukları yerlerde de insanlar, içip içip ülkelerini kurtarırken kendi süper kahramanlarına rol veriyorlar mıdır? Aslında, bu kahraman yaratma süreci de hayal gücünün zenginliğini gösteriyor. En çok bilinen birkaç tanesine bakmak gerekirse, hepsinin birbirinden farklı olduğunu görebiliriz. Tabi her birinin de kendine göre hayranları ve kitlesi olduğu bir gerçek. Çocukken, hangisini neden en çok sevdiğimizi ve seçtiğimizi tartışırdık. Herkes, kendi sebeplerini o kadar büyük bir ciddiyetle anlatırdı ki; bir süre sonra söz konusu karakterlerin gerçek olduğunu düşünmeye başlar ve birden ortaya çıkıp muhabbete dahil olacaklarını düşünürdüm. Bu şiddetli ve ciddi (!) tartışmaların üç ana karakteri vardı; Superman, Spiderman ve Batman. Hepsinin kendine göre bir meziyeti vardı tabi ama ben en çok Batman’i severdim. Bütün o hayran kitlesi gibi benim de nedenlerim vardı Batman’i seçerken. Superman; bizim dünyamızdan değildi bir kere. İnsancıl tarafları olmasına rağmen, özel güçleri olan bir uzaylıydı o. Uydurulmuş bir gezegenden gelmiş, uydurulmuş bir maddeye bağımlı, bir çeşit uyuşturucu müptelasıydı gözümde. Üstelik, kazara dünyevi işlere bulaşmasına karşın, meselesi de dünyayı kurtarmak değildi. Kendi zaaflarını tamir etmek, Lex Luthor’la mücadele etmek, Lois Lane’in peşinden koşmakla o kadar meşguldü ki, dünyayı kurtaracak zamanı yoktu. Üstelik sahtekardı, delikanlı gibi çıkıp “ben Superman’im arkadaş” demez, Clark Kent adında bir ucubenin arkasına gizlenirdi. Zaten çocuk aklımla düşündüğümde bile bir süper kahramanın donunu neresine giymesi gerektiğini bilirdim. Spiderman’in de durumu pek parlak değildi gözümde. O da kazara kahraman olmuş, psikolojik sorunları olan hasta bir insandı. Bir örümcek
tarafından ısırılıp da kahramanlık hayatına başlaması, duvarlarda kurbağa misali gezinmesi, bir hayvanla aynı soy ağacını paylaşması zaten yeterince iticiydi. Dolayısıyla, kahramanlığı isteyerek, severek değil, zorunluluktan yapıyordu. Üstelik O da Superman gibi kimliğini saklıyordu. Ayrıca bela, her zaman Superman’a de O’na da ayağıyla gelmez, kimse onlardan yardım istemez, her zaman belayı ve sorunu kovalamak zorunda kalırlardı. Ama ya Batman öyle miydi? Hayatı boyunca, süper kahraman olmaktan başka bir iş yapmamıştı. Zengindi, elitti, tam bir bohem hayatı yaşıyordu. Diğer ucubeler gibi, kazara kahraman olmamıştı. Bruce Wayne, kendi malikanesinde yaşar, uşağı tarafından giydirilir, son model özel tasarım arabasına biner ve gayet rahat bir şekilde suçla savaşırdı. Belayı kendisi aramaz, öğleden sonra çayını içerken veya akşam şehrin ışıklarına karşı viskisini yudumlarken, çapsız polisler tarafından evinden çağrılırdı. Batman süper kahramanlığı spor yapar gibi yapar, bunu hobi edindiğinden zevk duyardı. İşte bu sebeplerden, Batman her zaman benim için farklıydı. Çocukken, sadece hangisi, neden daha iyi diye tartışırdık. Şimdi ise, gerçekten var olsalar, içinde bulunduğumuz boktan durumu nasıl çözerlerdi diye düşünüyorum. Batman, tabi ki tercihim olurdu ama, elit ve bohem tarzından dolayı ülkemdeki tuhaf durumlara bulaşmak istemeyeceğini düşündüğümden, taytının üzerine don giyen Superman’a de, böcek dünyasının en büyüğü olan fantastik Spiderman’a de razı olabilir durumdayım. Belki de kendi kahramanlarımızı, içki masasında da olsa yaratma zamanı çoktan gelmiştir.
Simsiyah
Sarıyer'de Kariyer Bir kariyer koçu olsaydım şunları söylerdim. Değilim ama yine de söylüyorum. İtirazı olan varsa söylesin. “Sen anlamazsın abi, ne müdahale ediyorsun” desin. “Kelsin başına çare bul” da diyebilir mahsuru yok.
Kariyerin kökü nerelere dayanır bilmiyorum. Araştırma gereği de duymadım. Kariyer yapanların hiçbirinin böyle bir merakının da olduğunu tahmin etmiyorum. Yani ne olduğunu bilmeden nasıl yapılacağı çok iyi bilinen ender şeylerden biri de bu oluyor. Kariyer. Bariyer değil kariyer! Bariyerli yollarda yapılan zorlu ilerleyiş. Yıllarca tırnaklarıyla umduğu yerde olabilmek. İstediğini istediği kadar iyi yapabilmek. Çocuklu da olsa niyetlenmek. Askere de gitse ara vermemek. Okusa da heves etmek. Emekli de olsa farklı yoldan ilerlemek. Gitmek ve gittiği gibi geri gelmek. Gelmek ve geçtiği yoları tarif etmek… Nasıl yapıldığı konusunda herkesin bir yolu var. Benim de öyle! Çok kişiye beleşten akıl verdim. Etkili de oldu. İşsiz kalırsam yapmayı istediğim işlerden biri de bu olurdu. Kariyer koçluğu ve ‘yürü koçum demeci’lik. ‘Kim tutar seni, aslansın kaplansın’cılık. Bir de bakmışsın yol almışsın. Kurumsal şirketlerde yapıldığı zannedilen, oralarda olmazsa vakit öldürüldüğü düşünülen bu güzelim kelime nelere kadir bileniniz yok. Askerliğini yapmayana adam gözüyle bakılmadığı çağlar geride kaldı. Kariyer sahibi olmayana adam olmamış gözüyle bakılıyor artık. - Efendim çocuklar aralarında anlaşmış, bize de… (babanın sözü balla kesilir, kızın annesi devreye girer) - Oğlum nerede çalışıyorsun, ne iş yapıyorsun, kaç para maaş alıyorsun, ikramiyelerin var mı, daha ne kadar çalışacaksın, on yıl sonra nerede olmayı planlıyorsun, kızımın kariyer hedefiyle uyumlu musunuz? - Şey teyzecim, aslında iyi kazanıyorum, biliyorsunuz benim Sarıyer’de bir dükkanım var, beş yıl oldu çalışıyorum, aslında şey… On yıl sonra mı, o zaman ımmm… Şeyyy. Kem küm… - Efendim çocuklar anlaşmış, bize de... (söz yine balla kesilir, anne yine devrede.) - Bize de şey yemek düşer dimi. Tatlı… Buyurun efenim. Uzun oturamayacaksınız zaten yemeden gitmeyin. ...gibi bir diyalog abartı gelebilir ama sormasalar da bu kariyer meraklarını dillendiremeseler de en çok öğrenmek istedikleri şeydir. Çünkü aşık olan onlar değildir. Kızlarını on yıl sonrasını hesap edememiş adama vermek istemezler. Hele de kurumsal olmayan bir dükkan sahibi bir Sarıyer esnafına. Sarıyer’de kariyer. Kızla çocuk arasında annesi bariyer. Herkesin başına böyle kaynanalar gelse aslında ilerlemeye vesile olur diye de düşünmüyor değilim.
Yalnız bir kullanma kılavuzlarının olması gerekir ki o da icadı namümkün bir durum galiba. Ne için yapılır ki bu kariyer. Kişisel tatmin mi, prestij mi, aidiyet duygusu için mi, statüyle gelen saygınlık mı, para mı, pul mu, kız mı, saz mı, caz mı? Nedir tarifi, neyden ne kadar koymak gerek. Göz kararına ne kadar uymak? Deseniz vay ki efendim benim kariyer planım yok ama otuz üç dairem, yirmi iki arabam, kırk iki dükkanım, iki de hanım var. O 'iki de hanım' kelimesini 'han' yerine 'hanım' (eşiniz) anlasa da bile kızı size verebilir. Böylesini mi istersiniz yoksa sorduğunda cevap verebilen biri olmayı mı dilersiniz... Herkes “biri sorduğunda övünerek cevap verebileceğim bir kurumsal kariyer planım olsa keşke” diye içinden geçiriyor da olabilir. İşte sana ‘yapsan iyi olacak yapmazsan fena olmayacak’ birkaç şey. Her zaman bir ileridekini istesen, İstemek için hep kendini aşsan, Aşarken bardaktan taşsan, Taşan sularını dolduracak yeni bardaklar bulsan, Ne iş yapacağına iyi karar versen, İşe girmeden önce bunu etraflıca araştırsan, düşünsen, Stajlar yapsan, biraz denesen yanılsan, Alternatiflerin de olsa, Hani dikiş tutturamayacak olursan kendini boşlukta hissetmesen, Sana ne oldun diye sorduklarında ne iş yaptığını ifade edebilsen, Sektörünü iyi tanısan, Önemli adamları bilsen, Ve bu önemli adamların geçtiği yolları öğrensen, Bir kez öğrendim öylece kalakalmayayım desen, Devamlı icraatın tam içince olsan, Dergileri karıştırsan, Bültenleri okusan, Konferanslara katılsan, Söyleşileri takip etsen, Sosyal da olabilsen, Belki bir enstrüman çalsan, Yüzsen ya da koşsan, Sigara içmesen ve öksürüp tıksırmasan, Odanı paylaştığın adamlarla konuşsan, Asansörde millete kıçını dönmesen, Sabah kalkarken yaşasın işe gidiyorum desen, Sevinçten uçmasan da öyle görünsen, Kendini bilsen, ve ona göre davransan iyi olur. Bunları yaparsan kariyerin olur. Bariyerlerin de. Sarıyer’de yerlerin de. İstemeye gideceğin taliplerin de. Tüm bunların tersini de yapmazsan fena olmaz. Artık bi’ zahmet yapma yani.
Her kadının çocukla birlikte kariyer yapamadığı gibi her erkek de kurumsal şirketlerde kariyer yapmak zorunda değildir. Sevdiği işte ilerlemek, başarılı olmak zaten bir kariyerdir. Hedeflerini sevdiği ve istediği kadar güzel çizebilmek kariyerdir. Börekçi de olsa, köşedeki kuru fasulyeci de. Ben restoranımda her akşam yüzlerce kişiye keyifle yemek yedirebiliyor olmayı kariyer sayıyorum ve ismimi marka yapmak için çalışıyorum diyen bir adam söyleyecek tek lafımız bile olamaz. Ama genel kabul görmüş dört başı mahur kalıplardan arınmak için her ne işi yapıyorsak iyi yapmamız gerek. İki güzel söz, üç beş beste, iki de tıngırtı al sana bir albüm diyen adamların sanat kariyerlerine çokça şahit olduk. Ya da sabah top peşinde akşam da at peşinde koşarım diyen topçuların... Kurumsal bir takımda top koşturmak çok kazandırır ama amatör bir takımda top koşturan adam daha çok keyif alabilir. Sevdiği işin farkında olmadan o işi yapan adamlar kral olsa ülkeyi batırır. Lakin yeryüzünde örnekleri çokça mevcut. Ve tarih tekerrürden ibaret. Kendini tanımamış, ama onu tanıdığını sanan vezirlerin yetiştirdiği veletler gün gelip “beni neden kral yaptınız ulen” diyip kelleleri koltuklara bir bir vermedi mi? Tiz zamanda kişi kendini tanıya, ardından kariyeriyle de cihana namı salına. Fermanını buyurmaz mısınız kendinize! Bence buyurun. Sevmeden şoför olma kaza yaparsın, sevmeden bankacı olma parandan nefret edersin, sevmeden öğretmen olma çocuk döversin, sevmeden kasap olma eline kıyarsın, sevmeden manav olma, olursan hıyarsın. Sevmeden evlenme boşanırsın. Sevmeden iş seçme sonra bir daha zor seçersin. Sevmeden yapacağın bir iş için hesapladığın kariyer planı dolap beygirinin önüne asılan havuç misali seni dolandırır durur. Yıllar boyu birine yalanmaktan kurtulmak için önce kendini bil, sonra da sorulan soruyu. - Oğlum kariyer var mı kariyer? - Evet, teyzecim var. Hem de Sarıyer. 10.02.2009
Yunus Baran
Haydi Buyurun Tecavüze “Evlilikte tecavüz olmaz(!)” Ben demiyorum tabi bunu, İngiltere’deki İslami Şeriat Konseyi Başkanı Şeyh Malana Ebu Sayid’in bu cümle. O kadar da doğal bir olaymış ki, durumun gerçek olup olmadığının sağlamasını bile yapabiliyorlar. Peki, kim bu adamlar? Kendilerine şeyh diyen dini konularla karı-koca arasındaki anlaşmazlıklara yön verecek bu adamlar kim? Öncelikle kabullenilmesi gereken ilk şey şudur ki, kadının bireysel olarak gözlerinde “hiç”ten ibaret olduğu. İkincisi ise bu adamların dini kimliklerini kullanarak, insanları çağ dışı bir faciaya sürükledikleridir. Oldu o zaman, zorbalıkla halledilsin her şey. Bugün tecavüz olmaz, yarın da eşi istemeyince başka kadına gitmek zina’lıktan çıkar. Peki, basit bir soru sorayım o halde; sizce bu adamların kaç tane karısı vardır? Yahu dini kitabı bırakmışız yobaz ve zihniyeti pis insanların eline, istedikleri gibi fetvalar verip, istedikleri gibi yorumluyorlar. Zaten cahil cühela dolu bir memlekette yaşıyoruz üzerine bir de böyle adamlar çıkıp yersiz ve aptalca yorumlamalar yapınca bütün cahiller toplanıp ayaklanma çıkarıyor. Haberin altında bir vatandaş yorum yazmış, sizlerle paylaşmak istiyorum: “Ben karımla istediğim zaman birlikte olamazsam bu nasıl evlilik. O zaman da gayrimeşru ilişkiler yaygınlaşır. Zinalar artar.” Hemen cevaplayayım nasıl evlilik o: Ulan uçkurunun peşine düşmüş, evliliği cinsel münasebetin tek yolu olarak gören çük beyinli; senin fikirlerin kadar karının fikirleri de önemlidir. Nasıl da biliyorsun zinanın artacağını? -Bkz: Kişi kendinden bilir işi.- Çünkü evliliği aslında araç haline getiren yobaz erkek kısmındansın. Sana göre kadın bir cinsel obje Ve sabah aksam *üzülmek için yaratılmış. Bu hoca mıdır hacı mıdır ondan da aldın gazı tabi çıkar içindeki hayvanı. Sabahtan akşama kadar çalışıp evine ekmek getirdin diye, evde seni bekleyen kadına zorla tecavüz etmeye hak kazanmıyorsun… Allah kadını da cennete cehenneme sokacak, erkeği de. Kimin kimden ne fazlası var? Ne eksiği? Kimsiniz siz yahu? Kim? Ne sıfatla Müslümanlık için, Allah’ın kitabı, peygamberi, hadisleri adına yorumlar yapabiliyorsunuz? Her şey bir kenara, Müslümanlıkta zorbalık yoktur. Çünkü hak ve rıza kavramları dinimiz içinde gerçekten önemli kavramlardır. Bir kadının
rızasını da geçelim, yaşayan herhangi canlının rızası olmadan bir eylemde bulunmak insanlık ayıbıdır. Bu adamların yorumlarını, söylemlerini destekleyen insanlara(!) gelince, daha beyin denen o mucizevî organın onlarda olduğuna bırakın inanmayı, düşünemiyorum bile kaldı ki din ve ahlak şurada eksik kalsın. Yarın bunlar zinanın da ayıbını örterler, belki gün gelir 3–5 tane kadına resmi nikâhta kıyacak yolu bulurlar… - hoş gerek de yok, zaten imam nikâhı ile elde tuttukları seks makineleri vardır. Bir Müslüman olarak, bu adamların dini daha fazla hurafelere ve yobazlığa itmelerine tahammül edemiyorum… Artık ileri derecede mide bulandırıcı olmaya başladılar! İnsan haklarının böylesine katledilmesine tepkim çok büyük! Müslümanlığın adını kötüye çıkaran, dinimizi karalayan adamlardır bunlar… Şimdi işin kadını ilgilendiren kısmına da parmak basalım. Tecavüz ki, başta Türkiye'nin kanayan yaralarından birisidir, 7'den 70'ine. Bırakın bir kenara evli olmayı, insanlık dışı bir eylemdir; çoluğa çocuğa kötü bakan uçkuruna sahip çıkamayan pislikler vardır. Evliliğe gelince, eşini memnun etmek dinimizce kadına sünnet olarak emredilmiş elbette ki. Lakin kadında bir insandır. Eş olmuşlarsa eğer karşılıklı anlaşma ve uzlaşma var demektir. Zorla beni memnun edeceksin deyip bir kadına saldırmak ise bu gerici zihniyetin işidir ayıptır! 2010 yılında konuşulan şu konuya bakın hele yahu! İnsanlık evrim geçireceğine şeriat için devrim geçiriyor. Kınadım arkadaş… Bir kadın olarak, dinimi ve birey olma hakkımı sabote etmeye çalışmalarını kınadım! Ucu bana dokunmaz elbet lakin düşünce sistemini değiştirme çabalarını kınadım! İzin verilmemeli, her zaman söylerim okumalı, didinmeli, araştırmalı, bilinçlenip, bilinçlendirmeli! Kimsenin kimseye din öğretmeye, fetvalar verip aptalca şeylerle kafaları karıştırmaya hakkı yok. Özellikle kendisine şeyh deyip de, saçını sakalını uzatıp din adamı kılığına bürünmüş magandaların! Sağlıcakla kalın.
Dilşah Kalkan
Metropolden Kaçış İş hayatının vermiş olduğu sıkıntı, siz fark etmeseniz de insanların üzerinizde oluşturduğu baskı, şehrin kalabalığından, curcunasından bir an olsun uzaklaşmak artık çok da uzak değildi.
Metropolün vermiş olduğu bunaltıcı hava, insanlar üzerinde bitkinliğe, bezginliğe sebep oluyor, yüzlerde Bezgin Bekir halini görüyorsunuz. Dikkat ederseniz, etrafınızdakileri gözlemler iseniz, siz de farkında olacaksınız; toplu ulaşım aracında yanınızda oturan ya da ayakta uyuklayan emekçi-işçi, size servis yapan somurtkan bir garson, çocukları eğlendirmeye çalışan hayata küsmüş bir palyaço, sürekli saatine bakıp zamanla yarışanlar, hızlı adımlarla yaşamını sürdüren insanlar ve niceleri… Büyük şehrin vermiş olduğu olanaklar, konserler, kültürel etkinlikler onu hiçbir şekilde cezp etmiyordu artık, tadını çıkaramaz, keyfini süremez bir hal almıştı. O ihtişamlı büyüleyici kendine resmen aşık ettiği şehrin tutsaklığına daha fazla katlanamazdı. Bir an önce kaçamak yapmak, uzaklaşmak gerekirdi. Koca şehre, koca şehrin küçük insanlarına restini çekip uzaklaşacaktı ardına bakmadan, ardında gözü yaşlı bırakmadan… O çok sevdiği, birlikte vakit geçirmekten hoşnut kaldığı, anın tadını çıkardığı arkadaşlarına veda edecekti bir süreliğine… Ve bir süreliğine o tutkulu olduğu şehri kadrajına almayacaktı. İstiklal'de yürümeyecekti, cebinde… Amaçsızca!
kendi
halinde,
kendi
yalnızlığında,
elleri
Boğazın ihtişamından uzak kalacaktı bir müddet. Sürgün yaşayacaktı başka şehirlerde, bambaşka şehrin sabahında uyanıp, o şehrin insanlarıyla başlayacaktı güne… Yeni yerler keşfetmenin heyecanını yaşıyordu içinde, hafiften bir kıpırtı vardı. Masumca çığlık atarcasına… Başka insanlarla tanışacak, onları tanıyacaktı. O şehrin yaşamına tanık olacak ve yaşayacaktı da… 18 Haziran 2010 sabahı, bağlı olduğu, tutsaklığını yaşadığı, sömürüldüğünü hissettiği işinden ayrılıp serüvenine başladı. Bu metropolde yaşayıp da birçok insanın yapmak isteyip de cesaret edemediği şeyi yapmanın haklı gururunu yaşamaktaydı. Pişman mıydı? Asla! "Tatil bir ihtiyaçtır!" düşüncesi ile sizlere sevgilerimle. Rutinden kaçınız, kaçınınız.
Pelin Gül
Rize'de Sıradan Bir Yaz Günü Sabah beş, evde bir hışırtı sesi, belli ki babam ava gitmek için hazırlanıyor. Saat altı civarı annem kuzineyi yakmış; odun sesleri, çay için koyduğu suyun çıkardığı ses, kuş sesleri hepsi bir melodi şeklinde günün başladığını haber veriyor. Yavaş yavaş ev halkı kalkmaya başlıyor. Benim ilk yaptığım odamdan balkona çıkıp, gökyüzüne bakıp, temiz havayı koklamak ve havanın durumuna göre günümü planlamak oluyor. Güneş varsa elbette ki plan deniz oluyor. Annem kahvaltıyı hazırlarken bir yandan da gün içinde yapacağı yemek için malzemeleri hazırlar. Bana seslenip bahçeden nane, maydanoz, domates ve biber koparmamı ister. Ben toplarken de mutfak camından seslenip yönlendirmelerde bulunur. Bu sıralarda babam cebinde taze meyveleri doldurmuş eve varmış oluyor ve annemin sesi "herkes sofraya". Genelde geç kalkan kardeşim bile Rize'de erken kalkıyor. Kahvaltı sırasında camın önünden erkenden işlerin yolunu tutmuş gelip geçenlere selam verilir. Bu sıcak havaya, bu rahatlığa bayılıyorum. Kimse de rahatsızlık veririm düşüncesi pek yoktur. Zaten kimse de rahatsız olmaz. Kahvaltı sonrası babam istisnasız her gün keyif çayını alıp peteklerinin yanına gidip arıların güneşte çalışmalarını izler. Arada buna biz de eşlik ederiz. Annem hepimize ufak görev dağılımları yapar. Biran önce deniz yolunu tutmak için tüm işleri hemen bitiririz. Yan evde ki yengenin sesi gelir uykucu kuzen kalkmış mıdır diye balkondan bakarız. Eğer kalktıysa karşılıklı gerekli gereksiz espriler yaparız. Laz olmaya bayılıyorum. Herkesin yüzü güleçtir. Evlerin kapıları her daim açıktır. Herkes kendi evi rahatlığıyla girer çıkar. Bir süre sonra sırt çantalarına hazırlanan yiyecekler ve boş bir şişe konarak toplanılır ve denize doğru yürüyüşümüz başlar. Bazı günler önce dereye; çaylar satıldıktan sonra denize gidilir. Yolda şarkı söyleyenler, muhabbet edenler. Önden gidenler, arkada kalanlar; yaklaşık yarım saatlik yürüyüşün bile keyfi bir başkadır. Denize en yakın yerdeki doğal
sudan soğuk sularımızı alıp sahile vardığımızda yerleşmemiz sadece birkaç dakikadır. Lazların her işi konuşmaları gibi hızlı olur. Yaşı büyük olanlar gölgede elişi örüp, çekirdek çitlerken biz de denizin tadını türlü türlü oyunlarla çıkarırız. Güneş batmaya yüz tutarken eve doğru yürüyüş başlar. Banyo sırası hazırlık derken bir süre sonra herkes kararlaştırılan buluşma noktasına gider. Eksiksiz her gün birinin evinde toplanılır. Duyma problemi olanlar olduğundan yüksek sesle konuşurlar. Sanki dağdan dağa sesleniyorlar. En çok da gülme sesi gelir. Okey oynayanlar, balkonda oturanlar, muzip şakalarla birbirlerini korkutanlar, her şeyden uzak bir köşede dedikodu yapanlarla çeşitli gruplaşmalar olur. Haliyle çay servisi günün en yorucu işidir. Çoktan yarının iş planını yaptıklarından sohbet tadında kesilip evlere dağılınır. İşte Rize'de geçmişte yaşadığım sıradan bir yaz gününün özeti. Asıl en güzel dönem av sezonudur. O maraton detaylı anlatılırsa mizahi bir roman olurdu sanırım.
Vildan Tandoğan [Fotoğraflar: Vildan Tandoğan]
Denizkızı Bir nisan gecesi.... Yıldızların caddelere, evlerin çatılarına, pencerelere, bahçelere, balkonlara konduğu bir gece. Dağların arkasından, tepelerin gerisinden, parlak çoban yıldızı ile sarmaş dolaş sapsarı ay... Karşı karşıya... Hayır, yan yana... Hayır, hayır... Koyun koyuna... Ne de güzel!... İşte bir yıldız düşüyor... Kayıp gidiyor karanlığında gecenin. Yıldız, karanlığa doğru akıyor, akıp eriyor... Kimler dilek tutuyor? Kimlerin yüreği hopluyor? Kimler dans ediyor çıldırmışçasına? Kimlerin en büyük kutlaması, oluyor bu yıldız cümbüşü?
Hiç kuşkusuz, hiç tartışmasız orada olanlar. Herkes... Hepsi birden. Bu büyük şölene katılıyor. Ah... Çok kalabalık hayal etmeyiniz. Orada olanlar... Onlar... İnanın bir meydanı dolduramayacak kadar az. Dünyanın nüfusuna vurulduğunda, belki bir damla... Ama onların ayaklarına saçılıyor yıldızlar. Evet, evet doğru duydunuz, ayaklarına... Hatta ayaklarının altına... Onlar görüyorlar Denizkızını... Ve anlatıyorlar dilden dile. Denizkızının destansı güzelliğini tüm çıplaklığıyla seriyorlar gözler önüne. Onun billur tenini, sapsarı saçlarını, mavi bakışlarını... Tüm gerçekliklerden daha üstün geliyor denizkızı. Tüm kızların en güzeli. En erişilmezi. Ne de olsa sayısı az, Denizkızını görenlerin. Bu onu bir efsaneye dönüştürüyor. Kimi genç kızlar imreniyor Denizkızına. Şöyle belime değse saçlarım, sarı olsa, sapsarı, bir de... Billur ten... Ve de büyüleyici mavi gözler... Ben de denizkızı olamaz mıyım, diye soruyorlar. Denizkızını görmemiş olan delikanlılar hemen cevaplıyor, tabi, tabi... Sen ondan da daha güzelsin. Denize sevdalı... Denizkızına sevdalı... Hayata sevdalı... Dünyanın değiştiğini en çok o biliyor. Geceleyin, geceyarısını vurunca saat, uğruyor evlerin balkonuna. İlla ki o saatte ayakta duran, kendisi gibi birilerini bulacağını umut ederek gidiyor. Ve buluyor da... Bakkalın oğlu Levent... Geç vakitlere kadar otururdu. Gece bekçisi diyordu arkadaşları ona. Onu yalnız bırakmayanları da ekleyince, etti mi beş, altı kişi... Ekrem... Saçlarını ıslatmış, üstündeki bohem havayı silerek yürüyordu balkona doğru. Sanırsın ki, en moda, en kral giysiler içinde. Oysa, eski püsküydü, yamalar vardı pantolonun dizlerinde. Ama ondaki o duruş, o caka... Hepsini silip süpürüyordu. Geriye o sonsuzluktan çalıp getirdiği gülümseme kalıyordu. Her şeyi kucaklamaya hazır bir gülümseyiş. Tazecik... Yepyeni... Yine başında koca bir dünya. Uzaktan fark eder etmez kalabalığı gülümsemesi şiddetleniyordu. Kalabalık güzeldi... Hele de anlatacak bir hikayesi varsa. Daha merhaba der demez başlıyordu Ekrem.
Geniş omuzlarını gererek, bakışlarındaki yalnızlığın gölgesine sığınıp anlatıyordu: “Ne palavracı oldu şu insanlar!.. Ne namussuz!.. Bugün adamın tekini öldürüyordum. Zor aldılar elimden.” “Gebertseydin....” “Seni kızdırdıysa hak etmiştir köftehor... Bir temiz meydan dayağı atsaydın.” “Durun hele... Anlat bakalım ne oldu Ekrem?” “İstasyondan inmişim, eve doğru yürüyeceğim. Bir de ne göreyim, adamın teki kadının çantasına yaklaşmış, çantayı kapacak. Hemen yetiştim, kolundan tuttum, yer misin yemez misin, bir temiz dövdüm. Adam, kadının kocası çıkmasın mı?” “Eee...” “Eee si... Karakolluk olduk. Adam şikayetçi oldu benden. Yapma etme kardeşim dediysem de anlatamadım. Bir yığın da palavra anlattı polislere. Yok, eşkiyaymışım, kapkaççıymışım, ırz düşmanı bile yaptı beni!” “Vay vay vay...” “Aynen öyle. En sonunda durdum komiserin karşısına. Dedim ki, ben denizden emekli balıkçıyım. Şaşırdı tabi adam. Daha önce hiç emekli balıkçı görmemiş. Hele hele denizden emekli balıkçıya hiç rastlamamışmış... Sağ bacağıma baktı, tahtayı görünce anladı.” Ekrem tahta bacağını yere vurdu. Geceyi gümbürdeten bir sesle dövdü sokağı. “Ben denizlerde ağırttım bu saçları. Ne öğrendimse, denizden öğrendim. Anam oldu, babam oldu, kardeşim oldu, sevgilim oldu... Kanlı bıçaklım oldu. Ama hiç sırtımı dönmedim denize. Bir an olsun, yüz çevirmedim. Bacağımı aldığında bile... Helali hoş olsun, dedim. Denizde gördüm ben her şeyin en güzelini. Denizkızını bile gördüm. Adam inanmadı. Sahi mi, diye sordu. Sahi tabii dedim. Hem de en hakikisinden. Başladı sorular sormaya, yok Denizkızının kolları var mı, saçları var mı, göğüsleri var mı, çıplak mı... Polisler de merak ederlermiş Denizkızını. Hiç ummazdım. Unuttular adamı ve karısını. Başladılar beni soru yağmuruna tutmaya. Denizkızını nerede, saat kaçta, nasıl gördüğümü... Sandım ki bir sorgudayım. Incığını cıncığını anlattım. Pek ilgilerini çekti Denizkızı. Anlayacağınız denizlerin hatırına serbet bıraktılar beni.” “Adres falan almadılar mı?” “Almazlar mı, bir tanesiyle ahbap olduk. Çok sevdim ben seni hemşerim dedi. Ziyaretime geleceğini söyledi. Sırf Denizkızı hatırına... Başımın üstüne dedim. Gel... Gel... Gel... Denizlerin dostu bizim de dostumuzdur.” “Senin olay böylece tatlıya bağlandı desene Ekrem.” “Denizkızının hatırına...”
Karanlık bir gölge belirdi Ekrem`in yanında. Eli yüzü umutsuzluktan kararmış, çirkin mi çirkin bir kadın. “Hadi Ekrem... Yeter bu kadar hikaye. Tüm mahalleye rezil olduk” diyerek adamın kolundan çekiştirdi. Ekrem, diklendi, dayılandı. “Ne rezaleti be... Senden büyük rezalet mi olur? Böyle güzel bir gecede. Denizkızından, aydan, yıldızlardan bahsetmek mi rezalet?.. Ben gördüm diyorum Denizkızını... Polisler bile inandı bana. Tutanak tuttular. Yarından tezi yok, Denizkızını aramaya çıkarlar. Bak görürsün, bulacaklar Denizkızını. Bulacaklar!.. Şuraya yazıyorum ki bulacaklar!..” Kadın, sinirle çekiştirdi kolundan Ekrem`i. “Bulurlar... Bulurlar...” Ekrem, ilerlerken hâlâ söyleniyordu. “Ne anlarsın... Sen ne anlarsın denizden, Denizkızından... Anlamayana görünmez Denizkızı... Bir tek anlayana görünür. Bak bulacaklar, Denizkızını bulacaklar.” Gecenin karanlığına karışıp gözden kayboldular. Gece yine eski sessizliğine büründü. Kimseden çıt çıkmıyordu. Üzülüyordu belki Ekrem`in haline. Üzülüyorlardı. Garibanın tekiydi. Kimseye bir zararı yoktu. Elden ne gelir!.. O sırada bir yıldız kaydı. Gökyüzünün derinliklerine doğru akıp, eridi yıldız. Kim bilir, kimler dilek tuttu... [Desen Çalışması: Oktay Çakır – oktaycakirart.blogspot.com]
Derya Derin
Sadece Şükretmek Hastane odasındayız. İki tane pamuk gibi nine yan yana yatıyor. Başlarında ötüp duran makineler, serum şişeleri, bağlantı kabloları… Hepsi, arka fona çözülmesi zor gibi duran, bir karışıklık veriyor. Teyzelerden biri tanıdık; eski komşularımızdan. Hastaneye geliş amacımızda, onu ziyaret etmek zaten. Diğer yatakta ki teyzenin adı ise; Huriye. Huriye Teyze ile nasıl tanıştığıma gelince; çok da zor olmadı aslında. Odaya girdiğimde, ‘‘Geçmiş olsun teyzecim’’ dememle; kendimi Huriye Teyze’nin yamacında buldum. O kadar çok sıkılmıştı ki, konuşacak birilerini arıyordu. İlk başta, okuyup okumadığımı sordu. Üniversiteye gittiğimi söyleyince, pek memnun oldu. ‘‘Sakın okulunu bırakma kızım.’’ diye de sıkı sıkı tembihledi. Sohbet ilerledikçe teyze, çiftçilik yaptığından
bahsetti. ‘‘Benim de meslek bu; ben de kaç yaşıma geldim hiç bırakmadım işimi.’’ dediğinde, bakakaldım. Çünkü teyzenin yaşı, baya ilerlemiş gözüküyordu. Merak etmeme rağmen, yaşını sormadım. ‘‘Söylemek isterse zaten, kendiliğinden söyler.’’ diye düşündüm. Sonra, köyünü anlatmaya başladı. Köyü, Antalya’nın bir ilçesi olan Demre yakınlarındaydı. Demre’nin yeşilinin de denizinin de rengi hiçbir yerde olmaz. Teyze de bu doğal güzelliklerden doya doya bahsetti. Bir süre suskunluk olduktan sonra, hastaneye geliş nedenini anlatmaya başladı. Bir süredir karnı ağrıyormuş. Uzunca zaman önemsememiş. Fakat ağrı dayanılmaz hale gelince, hastaneye yatmak zorunda kalmış. Rahatsızlığından bahsederken bile, hala o önemsemez tavrı devam ediyordu. Hatta o kadar sakindi ki, hiç ağrısı var gibi gözükmüyordu. Ben kafamda bunları düşünürken, teyze birdenbire söze atıldı. ‘‘Aslında ben burada pek rahatım. Bana bu hastane, tatil köyü gibi geldi.’’ dedi. İçimden ‘‘Yok artık.’’ dedim. Sonuçta; hastane, hastanedir. Nasıl bir tatil köyü ile mukayese edilir ki? Teyze anlatmaya devam etti. Evinde çamaşır, bulaşık makinesinin olmadığını, suların çok soğuk olduğunu ve her gün tarlaya gitmesi gerektiğini… Üzüldüm, şaşırdım. Bir anda tüm duygularım birbirine karıştı sanki. O kadar kalender, o kadar sakin anlatıyordu ki; bu cümleler de ne bir sitem, ne de bir isyan vardı. Sadece, hastanedeki koşullarının daha iyi olduğuna şükrederek anlatıyordu. Teyzenin anlattıkları, beni derin düşüncelere sevk etti. Belki de anlattıklarının içeriğinden çok, anlatış biçimi düşündürdü. Çünkü anlatış biçimi, yaşadıklarını nasıl göğüslediğinin birer kanıtıydı. Kalenderdi; metanetliydi ve hep şükrediyordu. Sonra, kendimi ve çevremi düşündüm. Küçük sorunları ne kadar gözümüzde büyüttüğümüzü hatırladım. Önemsiz olaylara gereğinden fazla takılıp kaldığımızı… En önemlisi ise, elimizde olanların değerini bilmediğimizi... Bir sürü elektronik eşyaya, sıcak suya ve şu anda sayamayacağım kadar çok şeye sahibiz. Her gün bunları kullanırken, o kadar rutine bindiriyoruz ki; yokluğunda nasıl yaşayabileceğimiz bile aklımıza gelmiyor. İnsanoğlu rahata kolay alışıp, kolay unutuyor öncesini. Sağlıkta dahil, kaybetmeden bir türlü anlayamıyor değerini. Elinin altındayken, unutuyor şükretmeyi. Huriye Teyze’yi bir daha görebileceğimi sanmıyorum. Sadece şunu biliyorum ki; onun sayesinde daha fazla şükretmeye çalışacağım. Belki, o da bu amaçla hayatımın bir noktasından gelip geçmiştir. Vermesi gereken dersi vermek için.
Tuğçe Büyükabacı
Yolculuk Vakti Çoktan Geldi hadi ellerimden tut hesapsız, kitapsız, bir saniyesi bile plansız... hadi birlikte bağıralım ıssızlığımızı, sustuklarımızı, kustuklarımızı... hadi çocuk olalım yine heyecanlı, bilmez, masum... hadi seni bilmek istiyorum bana rağmen hadi sana rağmen beni bul.. maddenin bir adım ötesinde; ruha bir adım mesafesinde... hadi seyyah olalım biz de meraklı, salaş.. hadi coşalım müzikle sınırsız.. hadi huzur bulalım doğayı dinlemekten sessiz sedasız.. hadi arınalım egolardan, hırstan. telaşsız, kaygısız.. hadi bırakalım nesneyi doğduğunda ve öldüğünde ellerin böyle miydi?.. hadi biriktirelim bilgiyi, sevgiyi doldukça doyalım; doydukça acıkalım.. hadi saklambaç oynayalım; yumsun sevgisizler; cahiller; benciller.. yumsun insan olmayı bilemeyenler!! ve sonsuza dek saysınlar. Bulamasınlar... hadi birlikte savaşalım; insanlığı bulmak için, bilmek için. zırhımız sevgi olsun; kılıcımız ilim.. hadi sonsuz olalım; son gibi.. hadi tek yetemiyorum!! hadi ver elini yolculuk vakti çoktan geldi... 30.12.2009
Melike Meral
Pardon! Tanışabilir miyiz? Tanışabilir miydik? Yeniden… Kelimeleri sonsuzluğa uğurlarcasına suskunken… Umursamaz gözüküp de umursarken… Adlarımızı! Tanışabilir miydik? Öylesine, belki de… Kalabalık konuşmalar arasında "sıkışıp kalmışcasına" sessizce, tanışabilir miydik? Yalnızlığımızı unutup kalabalıklaşmış gibi hissetmek sadece… Kaldırımlara benzetmek üstümüzde gezinen binlerce yabancıyı hissetmek, bir yükmüş gibi sanki adlarımıza. Artık adlarımız da geçmiş zamanda kaldı… Zamanımız da bitti üstelik… Kaç "yüzümüz" vardı? Böylesine kaç "yüzümüzü" kullandık? Ne kadarı kendimizdi? Ne kadarımız "o", "şu", "bu" muydu? Yoksa! "Kaç" senle tanışmış oldum "kaç" kendimle… Bir yere varabiliyor muyduk? Böylesine yokken. Ne kadarımız var gözüküyordu? Yok, var arası "biz" olmaya çalışmak sadece bir noktayken. Ve şimdi! Tanışabilir miydik? Birbirimizden bu kadar fazlayken! Ben senin için böyledir derken sen! Tanıyabilir miydin? Kendine bu kadar yabancıyken… Tanıyorum demek! Ne kadar tanıyabilmek ne kadarıyla tanışabilmek her duyguyla tanışabilir misin? "Seni hiç tanıyamamışım!" denir ya hep bu yüzden… Tanıyamıyoruz! Tanışmıyoruz! Üstelik sadece tanıyormuş gibi yapıyoruz. İşte bu sebeple… Tanışıyor muyuz?
Ece Çekiç
Pişti Gördüklerim canımı çoğu kez acıtmış olsa da; görmezden gelmeyi öğrenemedim henüz. Her şeye tanıklık nasıl yabancı bir acıdır bilir misiniz? Daha önce duyumsamadığınız ve kimsenin de duymadığını düşündüğünüz ismi olmayan bir acı. Kaynağının belli olması değiştirmiyor adı konulmamışlığını. Gördüklerim diyorum; yaşayıp tükettiğim an’lar değil, anımsadığım hatıra’lar değil, uzağından gördüğüm kareler; hayatlar; inatlar; başa sardıranlar; unutulmayışlar…
Görmeme direnciyle geçen zamanın bir anlamı kalmıyor tek bir “an” yüzünden. Bir “jenga” oyununda düşüren son hamleyi yapan sizseniz değeri kalıyor mu “çok katlıydı”lı cümlelerin; kaybedensiniz! Gördüklerim işte, içimdeki diğer adı belli acıların yanı sıra artık acısız bir zamandayım derken gördüklerimin hissettirdiği o tarifsiz, isimsiz acı. Görmek için çaba sarf ederken ki rastlantılar gibi değil, görmeyi aklından geçirmediğin bitiş an’larının acısı… O seni acıtan, başkasını “palyaço gülüşü” diye adlandırdığın yapay bir ağız büyüklüğünde karşılayan an işte. Son dakikaya kadar fark etmediğin koca bir dalganın sana değmeden geri gitmesine ramak kala başını çevirip tanıklığın ve değebilme arzun. Seni öldürmesine izin vereceğine eminken, “keşke başımı son dakikada çevirmeseydim” cümlesi için geç kaldığın hayat. Garson boş’luk’ları kaldırabilirsin, ben üzerinde ‘ziyafet’te olunan masanın altındaki kedi kadar şansım olsun diye, mezarlıkta “pişti” oynayarak ömür tüketeceğim.
Buket Konur
Havalar Soğuk İnsanlar Daha Soğuk Yaşamın günden güne zorlaştığını düşünmeye başladığım bir dönemdeyim. Ya siz? Size de öyle gelmiyor mu? Bu ay her yer aşk, aşk, ve aşk dolu gibi… Gibi diyorum çünkü bana göre sadece görüntü var, his yok!!! Dürüstlüğün azaldığı, çeşidin bol olduğu bir dönemdeyiz. Bu duruma bağlı olarak güven de kalmadı. Bana mı öyle geliyor acaba? Aşk özveri ister, sevgiyi barındırır, saf olmayı gerektirir. Bunlar benim için olması gerekenler sadece. Sizlerin istekleri farklılık gösterebilir tabiki. Fakat hepimiz sıcak bir bağ kurabileceğimiz, en azından saygı duyabileceğimiz birini düşünmez miyiz? Az zaman da olsa düşünürüz. Mevsimin soğuk rüzgarlarının etkisinde avare avare caddede yürüyorum. İnsanlar birbirine hediye alma peşinde… Ben boş boş bakıyorum. Anlam veremiyorum. Çünkü anlamı yok bana göre. Samimiyet göremiyorum insanların gözlerinde. Piyasa, satışların artmasıyla hareketlenmiş. Satan memnun alan memnun halleri… Etraf biraz canlı, insanlar mutlu gibi görünüyor bana. Belki birkaç şanslı insan var. Onlara daimi mutluluklar diliyorum. Beni bugünlere getirenlere sonsuz şükranlarımı sunarım, diğerlerine de lafım yoktur. Hava soğuk insanlar daha soğuk… Aşk da anlam bulamıyorum, yaşamın bir kısmının da olsa buz tuttuğu günler geldi… Bu günlerde dışarıda olmak istemiyorum… Üşüyorum… 06.02.2011
Serenay ÖZTÜRK
Akışı Değişmez mi Aşkın? Çıktığımız yolculuklarda, ulaştığımız şehirlerde, taşındığımız evlerde, toplantılarımızda, girdiğimiz bankamatik sıralarında hep iç içeyiz insanlarla, hayatla... Günlük yaşantımızda sıradan olarak nitelediğimiz bir günde tanışıveririz, hayatımızın bir döneminde en azından ağzından çıkan her kelimeye göre haraket ettiğimiz o insanla. Bizi sıradanlıktan alır yeni saydığımız, yavaş yavaş keşfettiğimiz, anlamaya çalıştıımız hayatına götürüverir... Severiz... Sevmekle başlarız yola, ismiyle bağdaştırırız bir çok şeyi, izlediğimiz dizilerdeki karakterlerde, tanıdık yüzlerde farkında olmadan onu ararız... Aşk kendini yavaş yavaş alışkanlığın eşiğine bırakana kadar geçer belirli bir zaman... Yaşanan sevinçler, tarihini aklımızdan silmeyip fotoğraflarını saklayacağımız mutlu anlar biriktiririz, yeri geldiğinde hayal kırıklıklarına bıraktığında yerini içimizdeki ses yetişir imdadımıza ki vicdanımızdır bu ve; ''durma, yola devam et der''... Yarışıyormuşçasına birbiri ardına geçiverir birinin diğerinden pek de farkı olmayan günler, sabrımızın yarıdan fazlasını sömüren yanlış anlamalar, sessiz bakışlar, imalı sözler, cümlelerimizi sonlandırırırken daha fazla kullandığımız ünlem işareti bile dahil bizi yorgun bırakmaya yeter.. İçimizdeki ses bazen yetmez bizi devam ettirmeye, kalbimiz yorulmuştur artık.. Bundan sonrasını dizileri izlerken bir süre sonra bakışlarınız oturma odalarınızın boş duvarlarına takıldığında, iş yerinizde yerdeki parkelerin çizgilerinde, mutfakta soluk florasan ışığında arardurusunuz, o bir yerlerdedir, ama o dakikada bulduğunuz doğru karar değil, cesaretinizdir sadece size kendi yolunuzu çizerken eşlik edecek olan... Şimdi şaire katılmamak elde değildir; "Sevgi emekmiş, emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş..." (Can Yücel)
Şeyma Karadağ
Sınanma İnsanlar bazen sınanır gibi yaşar hayatını ya da hayatının bir dönemini... Gücü, sabrı, olaylar karşısındaki dayanma derecesi ölçülür sanki... İnsanı her yol ayırımında kıskıvrak yakalayıverir bazen... Ne gücü yeter insanın geçmeye, ne de her şeye rağmen umudu...
Denizin dibine çekilir gibi olur insan, hani nefessiz kalıp da çırpınılır ya son bir güçle kurtulmak adına... O an gibi... Beklenmedik bir anda bir darbe alırsın ve daha onun etkilerini atlatamadan, ikincisi, üçüncüsü gelir… Sanki yolunda giden zincirin bir halkasının kopuvermesi ile diğerleri de onu izler... Daha birincisinin şokunu atlatamadan diğerleri ile yüzleşmek zorunda kalırsın... Nedenler, niçinler giderek büyür içinde, isyan edesin gelir... Bulacağın cevapların da hiçbir anlamı kalmaz artık, elinden kayıp gidenleri izlerken... İnsan nasıl da çaresiz hisseder kendisini, hareketsiz kalır sanki tüm duyuların... Ne konuşulanları doğru dürüst algılar beynin, ne yanında olup da destek vermek isteyenleri görür gözlerin... İçinden hiçbir şey evet hiçbir şey yapmak gelmez... Geceleri yastığa başını koyduğunda uyumak ve unutmak istersin içini acıtan her ne varsa... Öyle ki sabah uyandığında her şey yine eskisi gibi olsun, hiçbir şey değişmemiş olsun istersin hayatında... Ama nafile… Sıkıntılar, üzüntüler, gözyaşları hepsi var hayatta... Yaşamak, nefes alırken hayatın zorluklarını fark etmek; elimizdekilerin kıymetini bilmek, bir de aslında ne kadar güçlü olduğumuzun farkına varmak için belki de... En zor anlarda, asla dayanamam dediğimiz olaylarla yüzleştiğimizde o hiç bilmediğimiz iç gücümüz bizi ayakta tutar nasıl oluyorsa... Biz daha hayatın tatlarını alabilmenin yollarını ararken; acılar, sıkıntılar, üzüntüler boy verir... Kendimizi avuttuğumuz o masum cümleler içimizin isyanını bastırır mı bilinmez ama sabırlı olmak, sabırla beklemek gerek elbet... İnsanlara bakarsın; sakin, huzurlu, hayatın tadını çıkaran; bizim yaşadıklarımızdan tamamen habersiz ya da bizim öyle sandığımız... Hayatın getirileri, sundukları öyle değişken ki... Bugün her şeyim var, her şey iyi, tamam diye bir şey yok... Yarına hangimize neler olacağını kim nereden bilebilir ki? İçinde bulunduğun an güzelse kaçırmamalı, tadına varmalı ve minicik detayların keyfini çıkarabilmeli insan... Ama bunu yapabilenimiz var mıdır acaba? Elindekilerin değerini kaybedince anlar ya insan... Her şeyi dert edip, olur olmaz her şeye üzülürsün... Oysa önemli olan sağlıkla aldığın nefestir... Unuturuz... Onu kaybetmediğimiz sürece, düzelmeyecek hiçbir şey yok aslında şu hayatta... Paraymış, pulmuş, malmış, mülkmüş hepsi boş... Hayata bağlılığımızı kaybetmediğin sürece, her şeyin üstesinden gelmek mümkün... Her şey gelir ve geçer… Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı olduğu gibi, kötü günler de gün gelir biter elbet... Acıları, hüzünleri, bizi etkileyen küçük büyük tüm olumsuz düşünceleri beynimizden, düşüncelerimizden silip atmalı... Hayata sımsıkı tutunmalı...
Bazen öyle beklenmedik olaylar, felaketler olur ki hayatımızda ne olduğumuzu şaşırırız... Bazen de felaketlerin gelişini bir şekilde sezeriz iç güdümüzle ve beklemeye başlarız. İşte o bekleme anları insanı felaketle karşı karşıya gelmekten çok daha fazla yorar. Öyle ki en güçlü insanların bile yürekleri bir yaprak misali titrer bu beklemelerde... Bu süreçte insan öylesine üzüntü duyar, öylesine yoğun duygularla boğuşur ki; sonrasında yani felaketle karşılaştığında artık üzülemediğini fark eder. Ya da beklerken yaşadıkları canını öylesine acıtmıştır ki, duyguları uyuşmuştur sanki... Öyle acımıştır ki ruhumuz, öyle didiklenmiştir ki duygularımız bundan sonrası acıtmaz içimizi... Yine de yaşamın değişik yüzleri vardır, tıpkı değişen mevsimler gibi... Yaşadıklarımızın bir sonbahar, sonrasında yaşayacaklarımızın amansız bir kış olacağını gösterir belki de... Ama her kışın sonunda ilkbahar geleceği de bir gerçektir. Her kaybedişin bir sonraki adımda kazanca dönüşeceğine inanırsak eğer; karışıklıkları, çalkantıları ve olacak tüm olumsuzlukları gerek beklerken gerekse yaşarken dimdik ayakta kalabiliriz belki... İrademizi güçlendirmeye, cesaretle davranmaya çalışmak, güçlü olmak gerek... Yeter ki umut bizi hiç terk etmesin yüreğimizde... Belki kaderimizi değiştirmeyiz ama yaşamak için acılara dayanmak, hayata direnmek gerek...
Evren Kır
Gözlerine Bakmak Gözlerine bakmak, Kızarmış ekmek kokan bir sabaha uyanmak. Zaman mefhumunu unutup, Sonsuzluğa ulaşmak. Gözlerine bakmak, Yaradılacak her güzel şeye bir ilham bulmak. Günebakan çiçeği için, Güneş tutulmasının ne demek olduğunu anlamak. Gözlerine bakmak, Bir kabustan uyanmak. İnip zihnin karanlık mahzenlerine, Teker teker atmak yıllanmış acıları. Gözlerine bakmak, Ölümden korkmak.
Engin Deniz
Belki de Aşk Gelmiştir Bazen alıp başını gitmek istersinya bilmediğin diyarlara ... yeniden koşmak istersin, nefes almak, yaşamak ... Bilmediğin diyarlarda, bilmediğin insanlarla, bilmediğin bir hayata başlamak ... kaçıp gitmek çare gibi gelir de, önce aklının bavullarını toplarsın .. sonra yüreğinin kırıklarını ... bir yerlere gitmek değil de kendinden gitmesi kötüdür.. içindekileri terketmek yüreğini öksüz bırakmak yanlızlıkla yoldaş, gözyaşıyla dost olmak sahte kahkahalarla maskelenmiş bir yüz uzaklara bakan sönük bir çift göz .. sızlayan avuçlar ... bir yanlızlığın çaresi nedir bilinmez .. kalabalıklara karışsan kâretmez .. gözün görmez, gönlün işitmez .. hep aynı hayal ezberlenir de yine de ümitler tükenmez .. bir gün biri mutlaka çıkagelir .. bavullarını yerleştirir ve gönlüne yerleşir belki şimdi belki az sonra ya da yarın mutlaka gelir... Belki ... Kim bilir.. kalbinin gözünü açıver belkide Aşk gelmiştir...
Kezban Şahin
A Dream House Me, myself... Bora; a violent, cold, northeasterly wind on the Adriatic sea. and my dreams... The dreams make me the one who suppose to be on that planet. Sometimes worried but always excited Sometimes contained but always wild Sometimes selfish but always lover I know, life is an unique gift given to creatures. But imagine! Imagine a plant that is deathless but never blossom. "No, this is not acceptable. This plant will blossom, coloured the nature, a bee will carry its polllens to others flowers and it will spring to life on new flowers." I feel the same way. Yeah, I sacrifice myself many times nowadays not to reaching my unity. However, I know and believe truely to be. "Ad Astra Per Aspera" (Zorlukları Aşarak Yıldızlara Ulaşmak) Organizer, god, dreamer whatever you define or mention is waiting your movements to help you out. Just drop the other shoe, take the plunge. "I will be with you" (Dreamer) Remember the evalution steps that turned into unforgetable memories and miracles. Now the life is charging for you and the time just flies... Keep in your mind; All the limits, pressure and negativeness are illusions of our minds. Stand strog, rule your mind effectively and follow your heart.
I dream a house that inspires me to write, excercise, mediate, work, eat, love more... I dream a house near blues and close to nature. I dream the chatting and singing with seagulls. I dream to open my house to my true friends and having new memories. And I will go for it and let you know the improvements at my new poet. Peace and love, (2011.02.06, Izmir, Aegean Coastside, Turkey)
Bora EKE
..EnginDergi.. Şubat 2011 sayı-14