EnginDergi s55

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2015 - Say覺: 55


Fotoğraf: Güvenç Aydoğan



İçerik; Sy.05) Mesuliyet Hissetmek – Ece Çekiç Sy.08) Tut ki – Caner Aktaş Sy.08) Bir Hikaye Kadınından aşk ön sözü – Sonnur Turaman Sy.09) Sevda – Semih Çetin Sy.10) Ne Olur Bunlar Bir Rüya Olsun! – Ece Çekiç Sy.11) İnsan Halleri... – Ece Çekiç Sy.13) Bazı Şeyler '2 – Ece Çekiç Sy.16) Akıllı Baston – Engin Enginer Sy.19) Dünyayı Sadece Parmak Uçlarınızla Hissedebilir misiniz? – Ece Çekiç Sy.22) Farkındalık ile Yabancılaşmak – Serpil Kaya Sy.23) Nafile – Mehmet Kaya Sy.23) Boşluk – Tunay Özer Sy.24) Köpek Öldüren – Özkan Özgürtürk Sy.25) Bereketin İnci Planı – Özkan Özgürtürk Sy.26) Düşler Perdesi – Pelin Sabcıoğlu Sy.27) İki Gönüllük Bu Dünyada – Pelin Sabcıoğlu Sy.28) Hotel California – Nilgün Hepyalçın Sy.30) Amir Mümtaz ve Onun Absürt Macerası '2 ve 3 – Tuncay Ünaydın


Mesuliyet Hissetmek! Şöyle bir şey var ki herkeste olmayan mesuliyet hissi! Bir insan ırkçıysa, faşistse kendi çıkarları uğruna yalandan konuşmalarla her gün ağız değiştirebiliyorsa “ben” diyip kendi gibi olmayanı ötekileştiriyorsa, baş olmuş değil hiç olmuş kişidir. Hiç olmuş kişiye alkış tutan eller varsa görüleni göremeyecek kadar akıl yoksunu olarak bırakılmış bu kişiler sorgusuz sualsiz “benim baş(ım)” diyorsa böylelerine geçmiş olsun denir! Bir baş ya da baş(lar) liberal ekonomiyi sömürdükçe servetleri yığınlaşıyorsa, o yığın içinde işçinin emekçinin hakkı yok sayılıp açlık sınırında yaşamaya çalışıyorsa, tekmeyi tokadı küfrü yiyorsa bunu yapan kişilere sizce ne denir? Bir baş insanların acılarını sömürüyorsa; bir anne, bir baba her gün ağlıyorsa bir ağabey çıkıp yiğitçe “kardeşim” diyorsa bu hislerden yoksun kalmış birinin çıkarları, her gün biraz daha insan olmuşların canını acıtıyorsa ve hala bir şey yapılamıyorsa, taraf olmuş herkes bu acının paydaşı olmuş demektir! Yalandan ifadelerle -miş gibi yapan insanlar her gün biraz daha bayağılaşmak için yarışıyorsa insana ve topluma karşı sorumluluk duygusundan yoksun bu insanlar bencilliği ve çıkarcılığı kendilerine göre allayıp pullayıp yandaş ama “erdemlikten(!)” sayıyorsa hala kendini tanıyamamış olan bu insancıklar, kendi manşetlerini yazamayacak kadar “akılları” yalana batmış demektir! Gelişmekte olandan çok gelişmemiş olanın ölçüsüyle; beton yağınların içinde yükselen zenginler çoğalıyorsa, toprak anadan kopartılan ağaçlarla gelişmişlik düzeyi gururdan sayılıyorsa, sanatta alınan çok demokratik kararlarla sanatçılar engellenip yandaş olanlar yüceltiliyorsa, her ölümün bir fıtratı olması kaderden deniliyorsa, çıkarlar uğruna gurur duyulacak ölümlerin keşkeleri varsa ve daha niceleri her gün yaşanıyorsa sizce de “yaşanmayacak” kadar acının içinde çöreklenmedik mi? Kandırmaca sansürlerle her şeyin doğrusu yalan olmuşken bana ne diyecek kadar duyarsızlaşmış olan herkese karşı “bana ne değil” demenin cesareti, ben değil “sen” demenin erdemiyle kandırılmış olmaktan çok “uyanmanın” zamanı sizce de gelmedi mi?


Bazı şeyler… Çiçekçi Mehmet kitabını hala okuyor… Henüz katili yakalanmadı! Katili hukuk öğrencisi! Zengin! Çiçekçi Mehmet o mis kokulu çiçeklerinı satarken sadece kitabını okuyor… Katili teslim olmuyor! * Bir adam su almak için dolabın kapağını açıyor ve sular devriliyor özür dilemek isterken dayağın ortasında kalıyor hem kendi yaralanıyor hem de kavgaya dahil olan esnaflardan yaralananlar oluyor. İnsanlar hazır bekliyor sopalarla şiddet içinde bir kaos yaşanıyor işte bu gerçeklik toplumsal sorunların bir yansıması. İnsanların bu kadar saygısız ve hoşgörüden bu kadar yoksun kalışı, insanı her zaman ki gibi güldürmekten çok düşündürüyor! * Bir çocuk oyun oynarken mi kıyıya vurur? Yoksa balıkları izlerken mi ölür; Cidden bir çocuk niye ölür? Bir çocuk aç, bir çocuk ayakkabısız, bir çocuk korkuyor, bir çocuk üşüyor “ayaz oluyor” diğeri kıyıya vuruyor can gidiyor, canlar acıyor… Bir çocuk ne ister? Oyun oynamak ister özgür olmak ister, ayakkabısı olsun ister, top oynamak terlemek ister, koşmak ister, bisiklete binmek ister, şeker yiyebilmek ister, annesini babasını yanında ister. Bir çocuk çok şey istemez ki, mutlu olmak ister. Dünya çocuklarla güzelken hangi ölüm bir çocuk için son olabilir? Kimse görmez mi görenler ırk mı cinsiyet mi, renk mi der? Cidden bir çocuk sadece “çocuk” olamaz mı? Bir çocuğun bakan gözleri, görenleri umutlandıramaz mı? Umut “galip” gelemez mi? Herkes mi öldürür çocukları biri savaşta bırakır biri açlıkta bırakır, diğerleri görmez hissetmez tok karınlarıyla yönet der! Daha iyi yönet der, şöyle yönet der! “Ben görmem” der! Acı paylaşılır acı hissedilir ama bir şey yapmak yapabilmek en önemli mesuliyettir!


Bir çift mutluluk… “Bir çift mutluluk” projesi Anadolu’daki köy okullarında okuyan ve gelir durumu düşük olduğundan ayakkabı alamayan öğrencilere ayakkabı sağlamak üzere oluşturulmuş olan güzel bir proje Rakamsal olarak 33 ilde toplam 10.000 çift ayakkabının ihtiyaç sahibi öğrencilere ulaştırılması hedeflenmiş sizde 10 tl ile onları mutlu edebilirsiniz diyorlar. Okulların açılmasına soğuk kışın gelmesine az kaldı böyle güzel bir projeyi desteklemeniz eminim sizi de mutlu edecektir. Keşke… Keşke diyorum, keşke şimdiki zaman da eski şarkılar, eski filmler tadında olsa, hem mücadele hem de samimi duygularla yaşanacak olanlar yaşansa olmaz da keşke bir kaç iyi insan daha da olduğu gibi kalsa ve çoğalsa güven hoşgörü, saygı olsa saflık salaklıkla taçlandırılmasa, dürüst olmak yalaka olmaktan çok daha önemli bir meziyet sayılsa, utanabilmenin bir anlamı olsa pişkinlik ayıplansa, güzel duygular dürüst insanlarda kalsa yalandan değil de içtenlikle hissedilebilse merhamet herkeste olsa, olmaz da değil olur da… Sanırım şimdiki zamanın alelade yaşanması beni mutlu etmiyor. Ama tanıdığım insanların merhameti gönlümde göz dolduruyor ve böyle olabilmek böyle insanların olduğunu bilmek, görmek, hissetmek iyi hissettiriyor. Böyle insanlar güzel seviliyor ve böyle insanlar kendilerine iyi ki var dedirtiyor.

Ece Çekiç Eylül 2015


Tut ki Tut ki ben her sabah Çayının dumanında tütüyorum Sonra yaktığın sigarayla ciğerine doluyorum Su vermeyi unuttuğun çiçek benim, soluyorum Belki kirpiğinden düştüm İzmarit gibi gölgeme basıyorsun Habersizsin ağrımızdan Susarak geçiyor zaman Uzaklara doğru bir şarkı fısıldıyor dudakların Yine de sana sadık yaraların Görünmüyor kimselere Tut ki ben her gece Ayın yüzüne saklanıp gülümsüyorum hasretine Sonra yastığın oluyorum Sarıyorum kışlarını baharlar gibi Belki rüyana düştüm Acılarını uyutuyorum. …

Caner Aktaş Ocak 2015

Bir Hikaye Kadınından aşk ön sözü… Bir varmış bin kere yok olmuş gurur, haset, kin, nefret, ne kadar kirletilmiş duygu varsa ardın sıra götürmüş; çamur özünden ayrılmış, berrak su ve toprak kalmış geriye. Biz ne çok önemsiyoruz kendimizi, aşktan kaçılırmıymış hiç, sonsuza kadar kirli kalabilirmiymiş ruh. Biz; aciz insanoğlu, betonda yürüyen toprak hasretiyle yaşayan, toprağa varmak mücadelesinden kaçan, bir damla yağmurda ıslanmaktan korkan, bizi biz yapanı ret eden ama dünya yıkılsa burnundan kıl aldırmayan; biz kendimizi ne sanıyoruz böyle, korkulurmuymuş aşktan öyle, kapılıvermişiz dünya haline.


Masal bu ya karanlığın içinden gün çıkagelmiş, gözlerinde denizi barındıran bir şövalye tutuvermiş belinden masumiyeti, bir kadının en masum yerinde can buluvermiş aşk ve atmaya başlamış yeniden dünyanın kalbi. Zaman kendisinden kurtulup iki kalbin ekseninde dönüyormuş yine, akıl cihanı dolaşsa kalbe varıyormuş en nihayetinde; her varış bir ayrılış olsa da, razı olmaktan geri duramaz ruh bu acıya. Üç yanlış bir doğruyu götürse, bir aşk bin yanlışı taşısa peşine; karar yine malumunuzdur işte. Ne kadar sayfa varsa evrende yazılmaya değerdir aşk, hiçbir ağacı katletmeden milyon kağıt çıkarır gövdesinden ruh, ama hikayenin kısası makbuldür naçizane. Masal bitmiş, her masal biter zaten her şaire göre, ne güzel çaresizliktir ki o kaçılmazmış; aşk işte, aşk kalıyormuş geriye…

Sonnur Turaman Şubat 2015

Sevda Sevdalık başkadır oburdur ve akışkandır boğar uzundur olması gerekenden fazlası olmaktır yaptıklarının yapacaklarına karşılığıdır piyano çalmak isteyip bir türlü başlayamamaktır sevdalık sarı bezle silmektir gözlerini sevginin gerektiğinde sarı bez olabilmektir sevdalık Bendeki sevdalık başkadır bizdeki sevdalıklar da başkadır kimi kırpar gönlünü kimi yüce esner semenderlerden bütün bu dünyada zamanlar başkadır sen bekleme sevdayı o sana hep uzaktır.

Semih Çetin Mayıs 2015


Ne Olur Bunlar Bir Rüya Olsun! Yaşamak bu dünyada! Öyle bir yaşamak ki bu, ölerek, can çekişerek hep üzülerek yaşamak. Ne gökyüzü ne de yeryüzü koca bir boşlukta, acının feryadına sığınmak gibi bu yaşamak meselesi… Ağır bir yük ağır bir mücadele yarım sevinçler yarım hayaller, yarım mutluluklar içinde acının eşiğinde tek gerçeğin acı olması haliyle üstelik yarım yamalak değil hep varolan bir acının, daha da şiddetlenmesiyle kahredercesine yaşamak! “Ne olur bu bir rüya olsun…” Rüya olmasını dilerdim. Bir kar tanesinin zarifliğinde bembeyaz bir günün sabahında, feryatlar içinde bir anne çığlığının, çığ gibi üzerimize düşmesinden ziyade “yapmak istediğim çok şey var” cümlesinin noktasını değil virgülünü isterdim… Ölmesini değil de yaşamasını isterdi(k)! “Sütünü ve harçlığını verdim gitti…” diyen bir annenin gözyaşlarını görmemeyi dilerdim. Bir babanın kızının toprağına, gözyaşlarını akıtmamasını isterdim… Ekmek almaya giden bir çocuğun umut dolu yarınlarına tekrardan dönmesini isterdim. Ucundan koparılmış bir ekmekle sokak ortasında vurulmasını değil de yaşamasını isterdim! “Çizmelerimi çıkarayım mı sedye kirlenmesin..?” diyen bir işçinin emeğinin görülmesini ve kendisinin değerli hissetmesini isterdim… Zarif insanlığıyla, yerilmesini değil de gurur duyulmasını isterdim! Ölümün fıtratında olmasını değil de alın terinin “herkesçe” bilinmesini isterdim! Yaşamak bu dünyada! Öyle kolay değil işte yaşamak… Nasıl yaşayacaksın? Adaleti sorgularken insanlığın bitmiş haline üzülürken, her acının toprağına gözyaşlarını akıtırken nasıl yaşayabilir ki insan? Sen yaşamak dersin, dersin de! Buralarda yaşamak zordur bilmezsin. Hakkını ararsan bulamazsın, adalet istersen “şansına” bilemezsin! Sen yaşamak dersin, bense gencecik çocukların ölümünden bahsederim inanamazsın! Buralarda yaşamak böyledir işte, başına ne gelecek bilmezsin, birileri çıkar bir şeyler söyler sonra ortalık toz duman olur, kendini bile bulamazsın. Diyorum ya buralarda yaşamak zordur, üstelik bir de gençsen daha da zordur. Gerçekleri sorgularsan, mücadele edersen tokadı yersin, eşitlik dersen duymazlar bile, şiddet var bir şeyler yapın


dersen şiddet mağduru sen olursun çünkü anlamazlar. Her şey kendilerine göredir, sense “dünyaya göre” ama onlara karşı hep teksindir çok olsan bile teksindir işte! … Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk. Gece trenlerine binme kaybolursun, Sokaklarda mızıka çalma çocuk, vurulursun. Korkusu kalmış içimizde terkedilmiş çocukların, Yitik yüzlü fotoğraflar duruyor siyah-beyaz. Kırık bir vazo masanın ortasında Yıkık dökük odada, susuz ve çiçeksiz.. Tasını tarağını toplayıp gidiyor gökyüzü tepemiz…den, Korkusunu bırakıyor içimize, Karanlığını. Attila İLHAN

Ece Çekiç Şubat 2015

İnsan Halleri... Kimsenin kullanmadığı bir dil kimsenin görmek istemediği bir göz, kimsenin duymak istemediği o söz ve kimsenin hissetmediği bir kalp! Size de garip gelmiyor mu insanların kendileriyle yabancılaşmış halleri? Düşmanca hisleri kaskatı kesilmiş bedenleri! Size de rahatsızlık vermiyor mu “hep ben” diyen bencillikleri? Sizce de insanların yaşamları yaşadıkları an’lara uzak değil mi? Hep bir adım daha önde olmak isterken geride kalmış birincilikleri, yaşanmamış an’ları hangisinin hissi ağır basıyor hangisi daha değerli, insanlar yaşamlarının farkında değiller mi? Yaşadıklarını, göstermeye çalıştıkları hangi duygunun ifadesi? Zor gelmiyor mu her gün her saat bir başkası olmak için uğraş vermek “ben böyleyim” demek bu kadar zor mu ki? İnsanlar yorulmuyor mu


yalandan ifadelerle –mış gibi yapmaktan, gerçekten anlamıyorlar mı bir başkası olmak için kendinden uzaklaşmanın ağır yükünü “öyle düşünsün” demenin çaresizliğinden rahatsızlık duymuyorlar mı? Yaşamları, yaşadıkları her şeye bu kadar uzak bir mesafedeyken, insanların anlayamadıkları nedir hissetikleri mi düşündükleri mi? … Dağınık insan ilişkileri sizce de eğreti durmuyor mu? Daha fazla saygının daha fazla hırsın içinde mutluluk arama(!) derdindeyken farkında oldukları ya da olmadıkları değerli an’ları yok saymıyorlar mı? Hiç bir değerin hiç bir anın önemi yokmuş gibi telaşlı hızlı, tatminsiz yaşamıyorlar mı? Hiç bir insanın anlamı yokmuş gibi ya da o anlam bir süre sonra değersizleşmiş gibi yeni bir anlam arayışına girmiyorlar mı? İnsan halleriyle kalmış duyarsızlıklar, empati yeteneğini yitirmiş anlayışsızlıklar çıkar, ilişkilerine dönüşmüş başarısızlıklar, insanın kendi öz saygısına zarar vermiyor mu? Daha fazla hazzın, daha çok yanlış yapmanın zaaflarına yol açmıyor mu? Bir yaşamda “anlam” bulabilmek için biraz anlayabilmek biraz görebilmek ve hissedebilmek gerekmez mi? … Başka Bir Okul Mümkün Derneği; çocuk haklarını hayata geçiren, çocukların kendilerini gerçekleştirmelerini sağlayan, katılımcı demokrasiyle yönetilen, ekolojik dengeye saygılı ve ticari kar amacı gütmeyen okul öncesi ve ilk okulların kurulması ve bu modelin ülke çapında yaygınlaşması için çalışmalar sürdüren, Başka Bir Okul Mümkün Derneği Bornova Yakaköy’de yeni okulunu açmaya hazırlanıyor. Siz de bu oluşumda gönüllü olabilir ve destekte bulunabilirsiniz. BBOM gönüllüsü olarak gördüm ki; evet başka bir okul mümkün! …


Franz Kafka; Yaşamı boyunca pek tanınmayan ve tüm yazdıklarının imha edilmesini vasiyet eden fakat yakın arkadaşı Max Brod’un bu vasiyeti yerine getirmemesi sayesinde, edebiyatın en önemli isimlerinden biri olmuştur. Bence Franz Kafka okumak yaşadığımız toplumda örselenmiş ve terkedilmiş taraflarımızla yüzleşmek gibi. Fakat Einstein, Franz Kafka’nın bir eserini okuduktan sonra şöyle şikayette bulunmuştur. “Onu okuyamadım. Onu anlamak için insanın ruhu yeteri derecede komplike değildir.” Bence insanın ruhu tam olarak çok komplikedir bu yüzden de Kafka’yı okuyarak ruhumuzun çürütülmüş taraflarını görebilir ve yaşadığımız toplumda anlamlandırabiliriz. Buna en iyi örnek; Kafka’nın Dönüşüm adlı kitabıdır. Dönüşüm çağdaş dünya edebiyatının en çok tartışılan başyapıtlarından biridir. 20. yüzyıl insanının toplumsal kargaşalar içindeki bunalımını anlatır.

Ece Çekiç Haziran 2015

Bazı Şeyler ‘2 Düşünsek mi yoksa düşünmesek mi? İnsanlar anlayabilse! Söylenenlerin gerçekliğine, sorgulama yetilerini kullansalar. Şöyle deseler mesela; “Bu adam doğru mu konuşuyor?” Biraz düşünsek mi? “Ya da boşverin doğrudur doğru!” İnsanlar görebilse! Açlık sınırından öte bir “yaşam” var mıdır diye düşünse? Ya da şöyle mi düşünsek! “Yaşamın fıtratı budur!” Ötesini düşünme mi desek? Peki o zaman vicdan azabı daha mı az olur ya da kömürden daha kara mı? İnsanlar bilebilse!


Bir tiyatro oyununa gitsek mesela ve oyunun 10 dakikası saçma sapan gerekçelerle çıkarılmış olsa! “Bu kadarını düşünün fazlasını değil!” deseler… Peki ya anlatılmak istenilen gerçek o son 10 dakikasında veriliyorsa? Neyse boşverin bu kadarını düşünün işte(!) Bizden istedikleri belki de şöyle bir şeydir. “Ya da bize yaptıkları!” Alsak kumandayı açsak bir kanalı baksak baksak, saçmalığın dibine vursak beynimiz uyuşsa; sevginin sahteliğinden yemeğin çiğliğinden, aile kavramının hiçliğe vurulmuş halinden, paranın kutsallaştırılmış değerinden ölsek… Nasıl olur acaba? Bitkisel hayat gibi mesela! Sonra da hayatımızın sansürlenmiş gerçeğini görmeye çalışsak! Manşetlerin sıradanlığından, gündemin değiştirilmiş özgürlüğünse kısırlaştırılmış halinden konuşsak! Ya da konuşmayıp “Bize ne?” mi desek? İstedikleri gibi olmasak ve böyle yapsak mesela… Okusak, araştırsak, bilsek, daha çok öğrenmek ve öğretmek istesek… Birilerin lafıyla değil de kendi kelimelerimizin akıl hocası olsak; “Evet doğru konuşmuyor çünkü…” desek! Belgesellerin “Şu şu nedenlerden dolayı almış olduğu yayın cezasından…” Alın size belgesel! denmesinden öte cezasızca açıp izlesek mesela! Sanki cezaymış gibi bir algı yaratılmasa nasıl olurdu acaba? Sonra da kalıplaşmış eğitim ya da değiştirilmiş eğ-ri-tim! sisteminden bahsetsek! Açıp baksak bir coğrafya kitabına “hala mı gelişmekte olan ülke sıfatında!” Çokta şaşırmamalı aslında! Sonra gerçeği görsek uçsuz bucaksız tarlaların güzelliklerini çiftçinin emeğini, alın terinin değerini ve gururla şöyle desek: “Köylü milletin efendisi’dir.” Peki ya bu emeğin, sömürleştirilmesine mülksüzleştirilmesine şahitlik ediyorsak?

ve

köylünün

zorla

Zeytin hasatı şenliğinde; şöyle güzel bir zeytin ağacının dibinde otursak, binbir çeşit türüne ve doğanın mucizesine hayranlık duysak mesela… Ya da boşverin böyle şeyleri! Ağaçların kesilmesine şahitlik edelim sonra da beton yığınları içerisinde “gelişmişlik” düzeyinin gururundan söz ederiz!


Görebilsek gösterebilsek… Soğuk bir kış günü dışarıya çıksak, sokakta yaşayan hayvanları görsek ve yapılan işkenceleri… Sonra da düşünsek “hayvan” kavramının anlamını! Şöyle sorsak mesela, hayvan kime denir, kendinde hak görüp işkenceyi yapana mı yoksa işkenceyi görene mi? Düşünsek, empati meselesini ama hepsinden önce kanun gerçeğini sorgulasak! Hissedebilsek ve anlayabilsek mesela; Engelinden dolayı sokakları kendine hak göremeyenleri düşünsek! “Eşitlik” kavramını sorgulasak! Ya da hiç düşünmeyip şöyle mi desek. “Hadi kardeşim işe geç kalıyorum.” “Hadi sana söylüyorum çabuk geç!” Yaptığını da kornayla deseklese mesela… Bu tür laflara her gün maruz kalanları ve bunları yapan insanların merhametsizliğinden mi yoksa düşüncesiz kalışlarından mı diye sorgulasak? Ya da bunları yapmasak ve kendi hayatımıza mı baksak? Görmesek duymasak ve bilmesek yerine… Görsek duysak ve bilsek! Görmeyenlere duymayanlara, bilmeyenlere anlatsak nasıl olurdu acaba? *** Bir Engelsiz Pedal Derneği projesi olan “Engelsiz Çorba” projesi sosyal medyada farkındalık yaratmayı başarmış durumda. Engelli, engelsiz, çorbaKadın, çorbaAdam olarak yollara düşüyorlar. Geceleri bisikletleriyle yolla çıkıp evsizlere ve mültecilere çorba dağıtımı yapıyorlar; sabahın ilk ışıklarına dek süren bu yolculuğun sonunda yorgun ama mutlu dönüyorlar. Engelsiz Pedal Derneği gönüllüleri farkındalık yaratmakta kararlılar. Kurumlar, bu sorunları dikkate alıp harekete geçene kadar çorba dağıtımına devam edeceklerini de belirtiyorlar. Bu projeyi diğer şehirlerde de yapmak için hazırlık yaptıklarını sadece İstanbul ile sınırlı kalmayacağını söylüyorlar. Böyle güzel bir projenin destekcisi olmak isterseniz eğer engelsizcorba.org ziyaret edebilirsiniz.

Ece Çekiç Ocak 2015


Akıllı Baston Türkiye’de engelli bireylerin sıkıntılarına yönelik farkındalık oluşturma çalışmalarına rağmen uygulamada yaşanan absürdlüklere dair her yeni gün yeni bir haber ile karşı karşıya kalıyoruz. Engelli park yerlerine, dahası engelli rampalarına park eden araçlar, engelliler haricinde herkes tarafından kullanılan engelli asansörleri ve en akıl almaz olanların başında da görme engelli vatandaşlarımız için yapılan mühendislik ve planlama harikası hissedilebilir yüzey yürüyüş hatlarının durumu. Ülkemizde engelli vatandaşlara dair istatistikler farklı kaynaklarda farklı değerlerle yer almakta. Bu değerler için nüfusa oranla %8-12 bandında rakamlar ifade edilmekte olduğundan ülkemizde yaklaşık 8 milyon engelli bireyin yaşadığını varsayabiliriz. Bu rakamın yaklaşık 250 bin’ini de görme engelliler oluşturmaktadır.

Görme engelli vatandaşlarımıza yönelik hissedilebilir yüzeyli engelli yürüyüş yolları, kaldırımlara ihale usulü döşenmektedir. Çoğunlukla ana


güzergahlar üzerinde yer alan parkurlar için küçük bir hesap ile bugüne kadar milyonlarca lira harcandığını göz önüne aldığımızda, projenin vahameti daha da içler acısı bir hale bürünüyor.

Üstelik sistemsel sorunlar ve döşenen hatların sağlıksızlığı yüzünden hiçbir görme engelli tek başına yolları amacı doğrultusunda kullanamamaktadır. Şöyle bir durup düşünün, 250 bin görme engelli vatandaşımızın yaşadığı bir ülkede, şimdiye kadar hiçbir görme engellinin tek başına dışarıda dolaştığına tanık oldunuz mu? Açıkçası ben hafızamı çok zorladığım halde zihnimde tek bir görüntü dahi canlanmadı. Engellilere yönelik destek projeleri üretilmesinin yetersizliği bir yana, engelli bireyler bahane edilerek milyonlarca liralık devlet kaynağının boşa harcandığını bilmek beni daha da üzüyor. Peki, sizce çözüm nedir; hissedilebilir yüzey projesine daha sağlıklı ve verimli bir alternatif geliştirebilir miyiz dersiniz? Bilgisayar çağında yaşadığımız ve elektronik cihazların adeta bir uzvumuz haline geldiği şu günlerde “elektronik baston” projesini hayata geçirmenin maliyeti ne kadar fazla olabilir ki! RFID vb. bir sisteme sahip navigasyon özellikli baston teknolojisi halihazırda kullanılabilecek durumda. Tüm ülkeyi hissedilebilir yüzeyli yürüyüş yollarıyla kaplamanın maliyetini ve gereksizliğini düşünecek olursak -ki bu yollar soğuklarda üzerilerinde oluşan ince buz tabakası yüzünden kayganlaşarak normal insanların bile kayıp kendilerini sakatlayabilecekleri sıkıntılar yaratmakta, yağmurda su kanalına dönüşmekte, yıpranma özellikleri vb. durumları dile bile getirmiyorum- elektronik baston sisteminin verimliliği daha net


kavranabilmektedir. Akıllı baston projesini düşündükten sonra daha önce kimler düşünüp ne gibi adımlar atmış diye küçük bir araştırma yaptım, bazı başlıklar şu şekilde; •

2011 – Süleyman Demirel Üniversitesi, Teknik Bilimler Meslek Yüksek Okulu Müdürü M. Zafer Çağlar, görme engelli vatandaşların hayatını kolaylaştırmak amacıyla elektronik baston projesi ürettiklerini belirtti.

2011 – Hindistan Teknoloji Enstitüsünde geliştirilen “Smartcane” (Akıllı Baston) Projesi Prof. Meenakshi Balakrishnan tarafından duyuruldu. Proje Güney Kore, Tayvan ve Birleşik Krallık’ta Ultracane adıyla uygulamaya geçirildi.

2013 – Japon Fujitsu firması görme engelliler ve yaşlılar için “Smart Stick” (Akıllı Baston) Projesini tanıttı. Bastonda GPS ve navigasyon sisteminin yanı sıra kullanıcının vücut sıcaklığı ve kalp atışlarını takip eden bir sistem de bulunuyor.

Sonuç olarak; Ultracane akıllı baston şuan yurtiçi piyasada bin euro’ya satılmakta. Gerek kamu kurum-kuruluşlarına, gerekse girişimcilerimize çağrıda bulunuyor; devlet kaynaklarını, kaldırım zeminine son derece kullanışsız sarı şeritler döşemek yerine ar-ge çalışmalarına ağırlık verilip akıllı baston projesi gibi engellilerin hayatlarını gerçekten kolaylaştıracak projelere imza atılmasını rica ve temenni ediyorum. Farkındalıklarımızın ve farklılıklara saygının arttığı, barış dolu bir dünya umuduyla…

Engin Enginer Aralık 2015


Dünyayı Sadece Parmak Uçlarınızla Hissedebilir misiniz? Gören herkes için renklerin bir anlamı, bir hissettirdiği vardır; fakat görmeyen biri için renklerin anlamı, sadece duydukları ama bilmedikleri tanımlamalardan ibaret olacaktır. Mesela mavi deseniz; o mavi, bir gökyüzü olmayacaktır ya da bir deniz değildir. Mavi, görmeyen biri için belki gökyüzünün sonsuzluğu, belki de bir denizin dalgası olacaktır. Kim bilebilir bir mavinin neler hissettirdiğini ve bir tuvale kim resmedebilir? İşte şimdi size Eşref Armağan‘dan söz etmek istiyorum. Renkleri, nesneleri parmak uçlarıyla hisseden sonra da zihninde canlandırıp muhteşem eserler yaratan sanatçı, 1953 doğumlu doğuştan görme engelli bir ressamdır. Hiç görmediği nesnelerin sadece maket modellerine, parmak uçlarıyla dokunarak onları en güzel şekilde resmedebilme yeteneğine sahiptir. İşte bu sebeple Eşref Armağan’ın eserlerindeki olağandışılık, herkese göre karanlık sayılan bir dünyada renklerin zihninde yarattığı cümbüşü en güzel haliyle resmedebilmenin, ayrıcalığını kendisine kazandırmıştır. ‘The Colors of Darkness’ (Karanlığın Renkleri) adlı belgesele konu olmuş olan Eşref Armağan’a göre; “Bir insan bir şeyi öğrenmek istiyorsa, azimliyse sabırlıysa, inatçıysa her şeyi yapabilir.” sözleriyle gerçekten de yapabilmenin, yaratmanın, yani sanatın gücünü göstermiştir. Ayrıca Eşref Armağan’ın muhteşem yeteneği Discovery Channel’da yayınlanan “Real Super Humans” (Gerçekten Süper İnsanlar) programına da konu olmuştu. Yapmış olduğu resim ve çizimlerle de kendisini dünyaya hayran bırakmıştır. Bilim dünyası, bu ustalık karşısında hayrete düşmüş ve Harvard Üniversitesi nöroloji bilim dalındaki profesörler kendisinin beyin fonksiyonlarını incelemişlerdir. Hiç görmediği nesneleri sadece dokunarak hissetmesi sonrasında resmedebilmesi, beynindeki görülen cisimlerin algılanması ile ilgili bölümün harekete geçmesi sayesinde mümkün olduğunu saptamışlardır. Bu büyük ustalık karşısında herkesi hayrete düşüren şeyse resimlerdeki renk, gölge kompozisyon ve en önemlisiyse perspektif kullanımı olmuştur. Perspektif çizimde; nesnenin gözlemciye göre olan pozisyonunun ve uzaklığının etkileri esas alınarak çizim yapılır. Bu çizim tekniği durağan varlıklarda ya da tek göz kapatılarak göz bir noktaya sabitlendiğinde uygulanır. Çizgi perspektifini ilk olarak 15.yy’da Floransalı mimar Fillippo Brunneleschi bulmuştur. Eşref Armağan’ın özelliği ise bu teknikleri, görmeyen gözleriyle ama hisseden elleriyle yapmış olmasıdır.


Bilim insanlarını şaşırtan da eserlerinde kullandığı bu perspektif açıdır.

Bunun üzerine Dr. Kennedy, Eşref Armağan ile bir deney yapmak ister. Bu deney sonucunda perspektifi gerçekten de anlayıp anlamadığı çözümlenmiş olacaktır. Bu deneyde Dr. Kennedy’in isteği, İtalya’nın Floransa kentinde bulunan sekizgen şekilde yapılmış olan karmaşık geometrisiyle oldukça zor bir mimari yapı olan günümüzde hala tam olarak çizilemeyen “Battistero di San Giovanni” binasını çizmesi istenmiştir. Bunun üzerine Eşref Armağan önce maketine sonra da Battistero di San Giovannin duvarlarına dokunmuş sonrasındaysa resmetmeye çalışmış ve bunu en iyi şekilde de başarmıştır. Perspektif açıdan çizilmesi çok güç olan bir binanın çizimiyle görme engelli Eşref Armağan tarihe geçmiştir. Böyle değerli bir sanatçının yaptıklarını ve yapacaklarını heyecanla gururla görmek ve bilmek bizler içinde ayrıcalıktır. “Ben dünyayı parmak uçlarıyla görebilen bir insan olarak anılmak isterim…” Eşref ARMAĞAN * Battistero di San Giovanni (Aziz Giovanni Baptisteri, İng: Florence Baptistery), Floransa’da Andrea Pisano ve Lorenzo Ghiberti tarafından yapılan bronz kapıları ile ünlü vaftizhanedir. Ayrıca iç dizaynında kullanılan 13. yüzyıl mozaikleri şehirdeki tek Orta Çağ mozaikleridir. Del Duomo Meydanı’nda, Santa Maria del Fiore Katedrali’nin önünde bulunan vaftizhane Floransa’daki en önemli yapılardan biridir. 1059–1128 yılları arasında inşa edilen vaftizhane şehirdeki en eski binalardan biridir.


Floransa’daki Battistero di San Giovanni dendiğinde Dante’nin “İlahi Komedya”sında yer alan “benim güzel San Giovannim” tanımı gelir akla. İnşa tarihi kesin olarak bilinmese de Mars için M.Ö. 4–5. yüzyılda yapılan Roma tapınağının kalıntıları üzerine yapıldığına inanılmaktadır. İlk olarak 9. yüzyılda küçük bir bazilika olarak kendisinden bahsettiren yapı 1128 yılında Floransa Vaftizhanesi haline getirilmiştir ve 19. yüzyıl sonlarına kadar Floransa’daki bütün Katolikler burada vaftiz edilmiştir. Battistero di San Giovanni sekizgen şekilde yapılmıştır ve dış kısmında tipik Floransa Roma mimarisinin özelliklerinden olan renkli mermerler görülebilir. Bu mimari dönemi “ön Rönesans” olarak da adlandırılır fakat antik mimari geleneğini de korur. Vaftizhanenin inşasında klasik mimari takip edilmeye çalışılmış ve İtalyan orta çağ klasik mimarisi eserlerinden biri olmuştur.

Ece Çekiç Nisan 2015


Farkındalık ile Yabancılaşmak Yabancılaşmak… Bir nevi kendi ruhunun girdaplarında kaybolmak ve bir kaosa sürüklenme hali. Dış dünya ile bağlarının kimi zaman bileisteye kimi zaman da çevresel faktörlerin etkisi ile yavaş yavaş ya da ani bir ivmeyle kopması. Empati ve sempati sisteminin günlük hayatta gitgide daha da azaldığı günümüz şartlarında, kişi; kendisi ile empati kur(a)mayan insanlar topluluğundan uzaklaşarak, hem kendisine ve yaşadıklarına, hem de dış dünyaya karşı bir görünmez duvar örer. Yalnızlığıyla ve iç dünyasının girdaplarıyla baş başa kalmayı seçer. Ve bu dış dünyaya yabancılaşma süreci, kendisine yepyeni ufuklar açar; eğer kendi farkındalığı yüksekse tabii. İçsel yolculuğa çıkar ve yolculuk sırasında kendi özünü çok daha iyi keşfeder ve sever. Tozlu kirpiklerin arasından puslu bir dünyaya bakmak yabancılaşmak; kendi kabuğuna çekilmek ve orada yaşamak…

gibidir

İlk başlarda neredeyse tüm insanlardan, insanlıktan nefret etme eğiliminde olan kişi, içsel yolculuğunu başarı ile bitirebilirse, karşılaştığı gerçek kendisini öyle çok sever ki, yabancılaşmak ya da ötekileşmek onun için bir dezavantaja değil, avantaja dönüşür. Biz insanlar, kendi başımıza gelmedikçe hiçbir olayın sonucunu tam olarak anlayamıyoruz, özümseyemiyoruz maalesef. Hani, “Damdan düşenin halini damdan düşen anlar” misali. Anlaşılamadıkça ve anlayamadıkça kendi içimize yöneliriz. Bu yönelim bize yepyeni ufuklar da açabilir, bizi çok daha gerilere de götürebilir. Bunun sonuçları bizim olaylara ve sürece verdiğimiz tepkilere göre değişir ve şekillenir elbette. Tek başımıza olduğumuz bu hayat yolculuğunda, farkında olabilmek ve empati yeteneğimizi kaybetmemek dileği ile…

Serpil Kaya Mart 2015


Nafile Hüzünlü bir koğuş, içinde ben, yıllarım ardımda Her kapı kilitli ve engeller var yolun başında, Dört duvar tek arkadaş, kitaplarım tozlu rafta, Yazdığım her satır, benimle sırdaş olmakta. Sözlerimle yaşıyorum ben, var aklımda onca sır, Karaladığım her satıra, nice duygularım yansır, Yaşlanır gözlerim, en yakın dost bile yalan taşır, Umutlar biter ve uykuya dalarsın, biter tüm kahır. Ben varlığımla yoksulum, yokluğunda yok olurum, Gün ışığı vurmaz yüzüme, elbet bir yol bulurum, Varacağım yer hayli uzak, ben yine dert ile doldum, Yağmur yağsa da, güneş açsa da nafile, ben çoktan soldum.

Mehmet Kaya Haziran 2015

Boşluk Bir üveyik kalbi sürçer buluta gül uykusunda üşür yoksan eğer duldasında yağmurlar gözlerime üşüşür Cemadat kendine çekilir soyununca renkler ışığından, aynalar yorgunluk tozu biriktirir metal sesiyle yürüyen zamandan Buruşuk mevsimler şeridi akar solgun bahçe duvarından günler birer savruk ikindi oluyor geçince boşluğun rüzgârından.

Tunay Özer Haziran 2015


Köpek Öldüren Şarap olmak istedim Sana ulaşma ümidiyle ezildim Yıllandıkça acı acı güzelleşirim sanıyordum Soğuk mahzenin en kuytusuna itildim Güldüm. Acı çekiyordum şişenin içinde Bir yandan da ciğerlerine varabilirdim Fark etmen gerekiyordu Beni sana, seni bana getirecek bir fark Kuytuları evim belledim Bir acı vardı yıllandıkça içerleyen Senin fark edemeyeceğini anladığım anda Vazgeçmek ölüm gibiydi Acı buram buram kokuyordu yüreğimde Acına alışılamayacağını anladım ACIYA ALIŞILMAZ AŞK İNİNDE… Bir gün farklı ciğerlerde farklı şarap olarak dolaşacaktık Belki de bizim etkimizden bir sevgili peydahlayacaktık Gözler farklı eller, kollar, dudaklar farklı olacaktı ama içlerinde biz gezinecektik Öpüşmeler doğuracaktık Şiir gibi… Bir şişeden anca bu kadar hayal çıkar Belki de yolun sonu UYUZCA demeliyim İnatla… Şarap şişesine girmeden senin için ezildim ben Bunu hiç fark edemedin Benim bildiğim tek şey Gülmen için gitmem gerekiyordu Bir mahzenin en kuytusuna yerleştim desem Kısacası gittim BİTTİM. Bir ayrılık ciğerinde Bugünden…

Özkan Özgürtürk Şubat 2015


Bereketin İnci Planı (Heyecan – Kivi - Gözyaşı) Kaçımız gülebildi istediğince Hayallerinde yolculuk yaparken kahkahalara sarılıp mutluyum haykırışlarını duyurabildi kalabalıkların içindeki yalnızlığının orta yerinde… Sorulan sorunun dişlerimizin arasında ezilirken, kaçımız heyecandan söylemek istediklerini unuttu. Evet, evet toparlıyorum şimdi derken, bir çuval inciri berbat etmek kadar keyif verici bir şey bilmem karşımdaki adına konuşursam eğer. Bir anda, Masum bakışlar arasından heyecan kuleleri sinyal verir kulaklarımdan Bir fincan kahvenin tadına varırken bolca sigara ezmek isterdim dudaklarımda Katran acısına alışmalıydı körpecik ciğerlerim Keşke zamanın çok hızlı geçtiğini hissetmeseydim Ne ara doğdum Ne ara sigarayı bıraktım Aslında hiç başlamamıştım Ne sigaraya Ne de sorulan sorunun cevabına Bir tek ortak yönleri vardı O da beni benden alan Heyecandı… Kimimiz kivi bulamaz. Yoksulluğun kuyusunda kıvranır insanoğlu bir sağa bir sola Bazen de insanlar kiviye mi ölür kiviyi yiyince mi? Bilemezsin. Gülüşü umuduna umut katarken yakaladım Yaşlar bir köşeye atılırken Muhabbet güneşten damlıyordu sanki Ardı arkası kesilmeyen kahkahalarımız Hatta bir bakışımız krizlere neden oldu çehreler arasında Gözlerinin içinin parlaması bizden ona bir hediyeydi aslında… Kültür patlaması yaşanırken masanın orta yerinde Yemekler yarıştı adeta Ege’den tut Uzak Doğu’ya gidip geldik bir anda Keşke gecenin göz kırptığı an’a da o an gidebilseydik Kim bilir kaç yıldızın intiharına şahitlik edecektik. Umutlu bakışların Sıcak muhabbetleri olmalı


Huzurdan kopan parçalar Masamızın orta yerine konmalı Kozasından çıkan kelebek misali… Ağlamaklı göğün ardından neşesi bol çehrelerin inci kalplerini görebilmek Ne kadar hoş değil mi?

Özkan Özgürtürk Mayıs 2015

Düşler Perdesi O kadar hayat sahneledi ki, En sonunda dayanamadı. Olduğu yere yıkılıverdi, Önünden onca insan geçti, Ama göz ucuna bile gözükemedi, Oysa olsaydı da dili, Anlatıverseydi gördüklerini, Bir ömre sığmayacak kadar, Hikaye dökülürdü kelimelerinden. Nesiller boyu kitaplar, şiirler, yazılsa da Filmler, diziler çevrilse de Ne kağıtlar yeter, ne de makaralar. Eskimişti, içinde yamalar içindeydi. Tam takati kalmamıştı ki, Biri geldi ve yerden aldı, bir hamlede. Sevinmişti, yaşlar süzülüyordu, Görünmeyen gözlerinden, Alan kişi sıradan bir nem sanmıştı, oysa… Derken, bir torbaya kondu, Ve karanlık bir yere atıldı. Bütün ümitleri yıkılıverdi, Asıl şimdi çürümüştü, terk edilmişti, çünkü. Onunla birlikte provalar, ilk gösterimler, kapanışlar, Kısacası, yarım asırlık hayal de atılmıştı, Artık karanlık odaya. Yenisi takılmıştı elbet, ama Eskisinin yerini ne tutabilirdi ki? O beyaz perdeden veya tozlu sahnelerden, Aktarabilir mi peki, sonu gelmeyen seyirciye…

Selin Sabcıoğlu Haziran 2015


İki Gönüllük Bu Dünyada Bir masalımız olsun, Müziğinin sözlerini ben yazayım, Beste de senden olsun. Öyle uzak diyarlarda olmasın bizimki, Çok da yakın olmasın, İki gönül arasında bir yerlerde olsun bizimki. Ne Ne Ne Ne

sen kralın mutsuz prensi ol, de ben bir garip köylü kızı. çok sıradan olalım, de çok sıra dışı.

Koşarken ayakkabım düşmesin mesela, Beni bulmak için ayaklara bakma. Zaten beni aramak zorunda da kalma. Saat 24:00 da olsa, Kaçan değil, yanında kalan olmak isterim aslında. Öyle kırk gün, kırk gece Eğlenceye gerek yok bence. Gözler birbirine değince, Kırk basar, kırk eğleneceye. Öyle bir ömür mutlu yaşamak da yok, Bizim masalımızda. Üzüntü ve kederlerde de birlik olmak mesele. Biz iyi gün dostu değil, Tam yol arkadaşı olabilmeliyiz birbirimizle. Gel, bir masalımız olsun, Sonu yıldızlar kadar uzak olsun.

Selin Sabcıoğlu Temmuz 2015


Hotel California Bugünkü yazım hepimizin çok severek dinlediği bir şarkı ‘Hotel California‘. İlk yorumunu Eagles grubundan dinlediğimiz bu şarkı her ne kadar eski bir şarkı da olsa hala çoğumuzun arşivinde bulunan, duyduğumuz anda iki dudağımızı bilinçsizce harekete geçirip söylememize sebep olan bu şarkı 1976’da kaydedilen Don Henley, Glenn Frey imzalı bir Don Felder bestesidir ve Dol Felder 12 telli gitarıyla bu zamana kadar değer kaybetmeyecek gitar solo girişlere sahip bu şarkıyı besteler. Bütün güzelliğini kaybettiren Punk versiyonları ve coverları da bulunmaktadır (Gipsy Kings‘in İspanyolca versiyonu ve Robin Skouteris‘in The Moonlight Hotel coverı çok başarılıdır). Peki bu şarkının hikayesini biliyor muyuz? Bu şarkıyla ilgili iki hikaye var. Biri tabii ki bir aşk hikayesi, diğeri ise şarkının sözleri altına gizlenmiş başka anlamlar çıkarılabilen çok başka bir hikaye. İlk hikayemiz şöyle; 1969 yılında yaşanılan bu hikayede uzun süre çalışmadan sonra seyahate çıkmaya karar veren bir adam iznini alıp arabasına biner ve California’dan geçerken mola verip dinlenmek üzere bir otele gider. Otelin ismi Hotel California’dır. Ufak sevimli bir oteldir ve otelin sıcaklığından çalışanlarından çok etkilenir. Otelde kalmaya karar verir ve oteldeki ikinci gününde hemen yanındaki odadaki güzel kızla tanışır. Arkadaş olurlar ve birlikte gezmeye başlarlar. Çok fazla zaman geçmeden birbirlerine deli gibi aşık olurlar. Hotel California’da tatillerini geçirmeye karar verirler. Birbirlerini çok severler ve bütün yazı beraber geçirirler. Otelin çalışanlarının sıcak kanlılığı ve sadeliğinden çok etkilenmiştir. Adam unutamayacağı mükemmel bir sevgi ve yaz yaşarlar. Yazın bitiminde bir karar vermek zorunda kalırlar ayrılık için ve şöyle bir karar alırlar. Eğer 1 sene sonra birbirimizi unutmaz ve yine bu kadar çok sevecek olursak, gelecek yazın ilk gününde (tanıştıkları günü kastederek) Otel California’da buluşcağız diye sözleşirler.. O zamana kadar birbirlerini hiç aramayacaklardır. Tam 1 sene geçmiştir. Adam sözleştikleri gibi 1 sene sonra otelde buluşmak için yola çıkar. Tanıştıkları ilk gündür o gün. Yol uzundur bitmek bilmez adam için ve sonunda California’ya varır, otelin oraya geldiğinde kapkara bir bina bulur. Otel dün yanmıştır… Sevdiği adamla buluşmak için 1 gün önceden otele gelen güzel kız gece çıkan yangında ölür.


Gerçekten de o tarihlerde Hotel Clifornia’nın 3 blok ötesinde bir havai fişek fabrikası patlamış ve yangına sebep olmuştur ama hikayenin doğruluğu tartışılır. İkinci hikayemiz ise hiç düşündüğünüz şekilde romantizm içeren bir hikaye değildir. Bu sefer de şarkımızın kahramanı yine uzun çöl yollarında seyahat etmektedir ancak uyuşturucu etkisindedir ve bilincini tümüyle kaybetmeden kalabilecek bir yer aramaktadır. Birden büyüleyici ses tonuyla şarkısında ona gel diyen bir kızın sesini duyar. Etrafına bakınırken bir ışık görür ışığa doğru ilerler (bu onun gördüğü halüsinasyonlardan ibaret olabilir malum kafa bir dünya). Oraya yaklaşınca ışıklı tabelayı ve Hotel California yazısının altındaki büyüleyici güzellikteki kızı görür, kız ona ‘Hotel California’ya hoşgeldiniz’ der. Elinden tutup içeri götürür. İçeride inanılmaz şaşaalı her köşenin mumlarla aydınlatıldığı, altınlarla döşenmiş bir salona geçer. Burada çok güzel kızlar dans edip şarkı söylemektedir. Kahramanımız etrafını sarmış güzel kızların elinden pembe şampanyalarını içerken düşünür; ‘Bu gerçek mi? Ben cennette miyim, yoksa cehennemde mi?’. Sabah olmaya başlarken artık kahramanımız yola çıkmak zorunda olduğunu hatırlar ve harekete geçer, ancak kızlar etrafını sarar ve ‘Burası çok güzel bir yer şampanyalarımız taze meyvelerimiz daha bitmedi, buradan gitmene izin veremeyiz’ der. Gözü ziyafet sofrasına kayan kahramanımız sofradaki inanılmaz taze ve lezzetli meyveların aslında çürük ve kurtlu olduğunu görür, ayılmaya başlamıştır ve etrafına bakınca köhne bir yıkıntının içinde iğrenç yaratıklarla dans ettiğini görür. Hemen oradan uzaklaşmaya, kurtulmaya çalışır. Girdiği kapıyı ararken arkasından ‘Buradan asla ayrılamazsın!’ diye bağıran yaratıklardan çıkış kapısını bulunca kurtulur ve bu hikayemizde bu şekilde biter. Hikayesi hangisi olursa olsun çok mükemmel bir şarkı olduğuna inanmaktayım. Müziği düşündürücü, üzerine milyon tane hikaye yazılabilecek sözleri ile benim arşivimin olmazsa olmazlarından, uzun yol parçalarımdandır. O zaman bir de şarkısını paylaşarak bu yazımıza da burada son verelim. Siz bakalım şarkıyı dinlerken hangi hikayeyi kafanızda canlandıracaksınız. Burası ‘Hotel California‘ efenim, dinlemeden bu sayfadan asla ayrılamazsınız. ;)

Nilgün Hepyalçın Şubat 2015


Amir Mümtaz ve Onun Absürt Macerası ‘2 [Editörün Notu: Yazının ilk iki bölümünü 54. sayımızdan okuyablirsiniz. ] Amir Mümtaz Olay Yeri İnceleme ekibine bir şey çıkarsa muhakkak önce kendisine haber verilmesi konusunda emir verdi. Evin kapısından çıkıp, apartmanın merdivenlerinden inerken Mümtaz Komiser, ‘Kamera falan yok mu burada lan?’ diye sordu. ‘Yok amirim ilk aklıma gelen oydu zaten.’ diye cevap verdi çaylak Onur. ‘Mobeselere falanda baktır koçum. Ben eve gidip yengenin gönlünü almaya bakayım.’ dedi amir Mümtaz ‘Hala küs müsünüz amirim?’ diye sordu çaylak. ‘Sorma. Ne sen sor ne ben söyleyeyim.’ diye cevap verdi Mümtaz. ‘Ben bırakayım sizi Amirim.’ ‘Olur koçum.’ dedi Amir Mümtaz. Bizim çaylak, amirini cehennem azabı olan evine bıraktıktan sonra gidip bir yerde iki bira içmeyi düşündü. Mesaisinin bitmesine iki saat kalsa da gidip alkol almasının olayı aydınlatmada ona yardımcı olacağını düşünüyordu. Alkol irade sorunu olanlar için daha sonradan bağımlılık yaratsa da düzenli ve ufak dozda alındığında yararlı olacağını bilen Onur arabasını Alsancak Bornova Sokağı’nda her zaman park ettiği yere koydu. Hemen arabadan çıkmadı. Biraz oturup düşündü. Aklına sürekli izlediği filmler, okuduğu kitaplar geliyordu. Normal şartlarda kimse bir seri katilin, hele hele zeki bir seri katilin Türkiye’de ortaya çıkacağı fikrine sıcak bakmazdı. Bu durum, açıkçası kültürel mirasın bir sonucu olarak doğması imkansız bir şeydi. Çaylak aklına en büyük seri katilin doğa ana olduğunu getirdi ve buradan yola çıkarak müthiş felsefi imgeler oluşturdu. Maktulün sırtında beliren harflerin başka türlü bir açıklaması olamazdı düşüncesiyle arabadan indi. O sırada Amir Mümtaz’ın girdiği cehennem azabı hanede alınmayan pirinçten ötürü dillere destan bağrışmalara sahne olan bir kavga yaşanıyordu. Avize hanım evde kalan iki bardak pirinci de Mümtaz’ın suratına fırlatınca kavga iyice şiddetlenmişti. Neyse ki sizi ana kahramanımız Amir Mümtaz’ın bu hadisesiyle sıkmadan, yakışıklı çaylak kahramanımız Onur’a geri dönüyorum. Yakışıklı Çaylak kahramanımız Onur Bornova Sokağı’ndan geçerken, oğlandan dönme uzun saçlı, dolgun memeli travestilerin tezahürat ve


ıslıkları eşliğinde İzmir’in meşhur Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne vardı. Çok geçmeden bir yalakalık tezahüratı da Onur’un polis olduğunu bilen esnaftan geldi. Barlar sokağına vardığında her zaman oturduğu bir bara girdi. İçeride neredeyse çıplak olan bir kadının tüm duvara yayılmış posterine bakarak iç geçirdi. Neyse ki posterle fazla haşır neşir olmadan hem mekanın barmeni, hem de Onur’un sıkı fıkı arkadaşı olan Arda’nın bir ıslığıyla bara doğru yöneldi. Arda, en yakın arkadaşının ıslığına doğru attığı düşünceli bakışı anlayınca, ‘Birileri olay peşinde anlaşılan!’ diye bağırdı. ‘Aynen öyle kardeşim.’ diye karşılık verdi Onur. ‘Bugün bir Japon’u öldürmüşler diye duydum kardeşim. Doğru mu?’ diye sordu Arda. ‘NERDE OKUDUN?’ diye karşılık verdi Onur. ‘Nerede okuyacağım, Yeni Asır’ın sitesinde okudum.’ derken elindeki votka şişesinden bir kadeh doldurdu. ‘Aynen kardeşim. Yalnız ben bira istiyorum. Votka ağır gelir.’ dedi. ‘Görevde olduğunu biliyorum. Kokmasın.’ ‘İyi bakalım duble olsun o halde.’ dedi Onur. Arda kadehe döktüğü sıvıyı iki katına çıkardı ve, ‘Aydınlatılabileceğin bir vaka mı diyeceğim ama Mümtaz ağabey olduğu sürece o iş zor.’ dedi. ‘Boş ver Mümtazı, olay daha önce işlenen cinayetlere benzemiyor. Lisedeyken şifreler konusunda konuştuklarımızı hatırlıyor musun?’ diye sordu. Arda elindeki tüm işi bıraktı ve kendine bir sandalye çekip Onur’un karşısına oturdu. ‘Ne diyorsun, emin misin, şifre mi var?’ diye sordu. ‘Evet.’ diye karşılık verdi Onur. Arda iyice iştahlanmıştı. **** Avize hanım elindeki su bardağını duvara fırlatarak, ‘Allahın belası kısır herif! Senin yüzünden bir çocuğum bile olmadı.’ dedi. Amir Mümtaz iyice sinirlenmişti. ‘Aman iyi ki de kısırım. Allah korusun sana benzerdi de doğacak veledi ellerimle boğardım.’ diye karşılık verdi. Avize hanım ağlamaya başladı. Mümtaz hiç oralı olmadı. Tamı tamına yirmi yıldır tanıdığı bu fiskosçu kadının timsah gözyaşları dökmesini de biliyordu haliyle. Avize hanım ağlayarak odasına çekildiğinde televizyonun kumandasını alan Mümtaz, baba yadigârı tek kişilik koltuğa oturup yıllardır değişmeyen yayın akışını izlemeye başladı. Birkaç kanaldan sonra haber kanallarına varınca badem bıyıklı bir adamın sürekli olarak duble yollardan bahsettiği konuşmasına daldı. Badem bıyıklı uzun adamın konuşması bitince, iktidara yakınlığıyla bilinen bir TV kanalında, her ne kadar da programın adı ‘Tarafsız’ olsa da altı adamın konuştuklarının sürekli olarak iktidara yöneltilen eleştirileri örtbas etmeye çalıştıklarını duyarken uykuya daldı. Çok geçmeden rüyalar aleminde kendini bulan Mümtaz, elinde bir kokteyl kadehiyle Filipinler’de emekliliğin tadını çıkardığını gördü.


Bizim bu çaylak Onur ikinci duble votkasını yudumladıktan sonra hafif çakır olan zihniyle öyle bir hayal alemine daldı ki, daha önce ne siz ne de ben naçizane yazarınız böyle bir hayal aleminde buldum kendimi. Neredeyse en yakın arkadaşı olan Arda üçüncü duble votkasını bizim çaylak Onur’un önüne koydu. Onur votkayı tek yudumda bitirip parasını ödemeye çalıştıysa da Arda müsaade etmeden Onur’u kapıya kadar geçirdi. ‘Beni haberdar et.’ dedi ve işine döndü. Çaylak yoluna devam ederken, arabasına doğru değil de, Gündoğdu Meydanı yönüne doğru yürüyerek, çakır kafasını açacağı düşüncesiyle ilerledi. Çok geçmeden, Simit Sarayı’nın tam karşısına denk gelen, daha önceden İletişim olan ve daha sonra adı Kitapsan olan mağazanın vitrininin önünde kendini buldu. Hiçbir zaman çok satanlar listesinde iyi edebiyat bulacağına inanmayan bu kahramanımız o gün nedense belki de bin yıldır süren popüler kültürün esiri olacağı düşüncesine kavuştu. Size kahramanımızın gözünden vitrinde çok satan kitapların isimlerini açıklamayacağım lakin, gözüne ilişen ve tam da o konuya nazır olan bir kitabın ismini de paylaşmaktan geri kalmayacağım. ‘Şifreler’ evet kitabın ismi buydu. NTV Yayınları’ndan çıkan bu kitabı gördüğünde, bizim çaylak Onur’un çakır kafası o kitaba yöneldi ve içeriye girdi. Kasada kitabın dillere destan hak etmediği ücretini ödedikten sonra Kitapsan Mağazasından ayrıldı ve Can Yücel Sokağı’ndan içeriye girdi. Biraz ilerledikten sonra Can Yücel Duvarında o güzel, o harika şiiri okuyup iç geçirdikten sonra gönlümüze taht kurmuş Kordon’a doğru ilerledi. Sokağın bitişiğinden sağa döndükten sonra tuvalet ihtiyacını gidermek için kullandığı tekel bayi’de hem tuvalet ihtiyacını giderdi hem de iki bira alıp parasını ödedikten sonra Kordon’un çimlerine kendini attı. Ha bu arada bizim Amir Mümtaz o rezil rüyasından uyandığında o şirret, .rospu karısı elinde terlikle tam karşısında belirmişti. O ne garip, enteresan bir kadındı o! ‘Telefonun susmak bilmiyor senin gibi.’ diye bağırınca Amir Mümtaz yerinden fırladı. Telefonunun yeşil düğmesine basıp da ahizenin karşısında Çaylak Onur’u bulunca biraz içi rahatlamıştı. ‘Amirim, şifreyi çözdüm. Şimdi sizi almaya geliyorum.’ dedi bizim çaylak Onur. ‘Tamam koçum gel al beni.’ diye bağırdı ahizeye biçare Amir Mümtaz. Çok geçmeden, çaylak Onur kapıda belirmişti. Bizim bu Amir Mümtaz kapıdan çıkarken şirret kadın arkadan bağırdı. ‘Mümtaz çay bitti. Gelirken bir litre süt ve çay al. İngilizler öyle yapıyormuş çay ve sütü karıştırıyorlarmış. Onu deneyeceğim.’ Amir Mümtaz içinden ‘hay senin İngiliz’ine de sana da’ diye geçirdi ve kapıya yanaşan çaylak Onur’un muhafaza ettiği araca bindi. Devam Edecek…


Tuncay Ünaydın Ocak 2015

Amir Mümtaz ve Onun Absürt Macerası ‘3 İzmir İl Emniyet Müdürlüğü Cinayet Büro Amirliği Amir Mümtaz projektörün duvara yansıttığı şifreli metinin excel tablosuyla gelişigüzel yapılmış yansımasına şaşkınlıkla bakıyor, Baş komiser Ogün ve Çaylak Onur’un sorularla dolu olan bakışlarından kaçınıyordu. Baş komiser Ogün daha fazla dayanamayarak; ‘Mümtaz, bu ne demek oluyor, açıklama bekliyoruz senden.’ dedi. Çaylak Onur, Amir Mümtaz’ın suskunluğundan yola çıkarak; ‘Amirim, şaşkınlığınızı anlıyorum lakin şu an bir görevimiz var. Bu yüzden soru sormak zorundayım.’ dedi ve gözlerini Mümtaz’a dikerek; ‘Herhangi bir düşmanınız var mı?’ diye sordu. Amir Mümtaz hemen cevap veremedi. Zira beyninin içindeki hatırlama mekanizması bunca yıllık hayatının muhasebesini yapmaya başlamıştı. Lakin bu muhasebe hiçbir sonuca varamadı. Derin bir nefes alarak; ‘Şu an için hatırladığım bir düşmanım yok.’ dedi. Zaten bu cevaptan başka mantıklı bir cevap olmadığını bilmeden söylemişti. Mümtaz tekrar duvara yansıyan şifreye baktı ve; ‘Bu iki gün öncesini gösteriyor.’ dedi ve sonra sinirine hakim olamayarak bağırdı; ‘Benim adımın ne işi var lan orada a.ına koyayım. Kim çözdü lan bu şifreyi! Oyun mu oynuyorsunuz lan bana? Bana bak Onur, eğer bu bir şakaysa s.kerim belanı!’ Amir Mümtaz tekrar duvardaki şifreye baktı, duvara yansıyan şifrenin tamamı şuydu; CÖSOÖYB LVDVLRBSL ÇÜNBSUFŞ ŞBBU ÖOŞFLJA BNJS NVNUA DPA CÜOÜ BORNOVA KÜÇÜKPARK CUMARTESİ SAAT ONSEKİZ AMİR MÜMTZ ÇÖZ BUNU Çaylak Onur Mümtaz’ın küfürlerine alınmış olsa da nazik bir şekilde tebessüm ederek cevap verdi; ‘Amirim, bunu bir kitaptan yardım alarak çözdüm. Lakin elbette hata olasılığını göz önünde bulundurarak Ege Üniversitesi’nden bir şifre uzmanı çağırdık. Birazdan burada olur.’ Baş komiser Ogün daha fazla dayanamayarak;


‘Ulan Mümtaz, kırk yıl düşünsem bir katilin sana dadanacağı aklıma gelmezdi. Ya hu bakıyorum şu an sana, bir de katili düşünüp onunla empati kuruyorum. Yok ya ben katil olsam sana bulaşmazdım. Hayır olayı çözeceğinden değil, çözemeyeceğini bildiğimden bulaşmazdım.’ diyerek gülmeye başladı. Ne Onur ne de Mümtaz bu patavatsız esprisine gülmeyince Baş komiser Ogün tekrar ciddileşti. Mümtaz Onur’a bakarak; ‘Evet koçum seni dinliyorum. Anlat bakalım şu şifre olayını.’ dedi. Tam o sırada telefon çaldı. Baş komiser Ogün ahizeyi kaldırdı. Ahizeden gelen sesi kısa bir süre dinledikten sonra; ‘Tamam. Hemen yukarıya çıkarın adamı.’ dedi ve ahizeyi kapattı. Daha sonra Mümtaz ve Onur’a dönerek; ‘Adamımız geldi. Bir de o baksın bakalım.’ dedi. Çok geçmeden, içeriye memurlar eşliğinde orta yaşlı bir adam girdi. Adam başkomiser Ogün’e dönerek elini uzattı; ‘Efenim merhabalar, bendeniz Tacettin Eryürek, Ege Üniversitesi’nde Şifreleme Bilimi dersleri veriyorum. Öncelikle bu konu hakkında bana danıştığınız için teşekkür ederim. Yani insan günlük hayatın monotonluğundan sıkılıyor. Bunca yıldır kriptoloji üzerine çalışıyorum lakin hiç böyle bir şey için çağırılmamıştım. İnanın kalbim Romeo’nun Juliet’i gördüğü o ilk andaki gibi atıyor. Heyecanımı mazur görün. Sürekli ders vermekten sıkılıyor insan. Tabi bir cinayet işlenmiş, aslında bu kötü bir olay. Heyecanımı lütfen olumlu olarak görün.’ dedi ve bu uzun ve gereksiz tirattan sonra şükürler olsun ki sustu. Tacettin dillere destan tiradını attıktan sonra duvara yansıyan şifreye bakarak gülmeye başladı. Ardından; ‘Sezar şifresi.’ dedi ve devam etti; ‘Roma İmparatorluğu’nda bu şifre savaş zamanlarında yoğun olarak kullanılırdı. Lakin burada bir eksik var. Sezar şifresi genelde dört kaydırmalıdır. Yani alfabede D harfi normalde A harfine denk gelir. Burada şifreyi oluşturan kişi terse doğru tek bir harf kaydırmış. Yani C harfi B harfine denk geliyor.’ dedi ve, ‘Şifreyi kim çözdü?’ diye sordu. Çaylak Onur hemen atılıp; ‘Ben çözdüm.’ dedi. ‘Harika bir çözüm!’ diye bir nidada bulundu Tacettin ve Baş Komiser Ogün’e dönerek; ‘Onur, bu işte size benim dışımda yardımda bulunacak tek kişidir.’ dedi ve Onur’un bürodaki yerini sağlamlaştırdı. Daha sonra yine Ogün’e; ‘Mümtaz kim?’ diye sordu. Mümtaz sorunun kendisine yöneltildiğini anlayınca; ‘Benim.’ dedi sessizce. Tacettin tekrar konuşmaya başladı: ‘Seri katiller hiçbir zaman kimliklerini açıklama zahmetinde bulunmazlar. Gizlilik onlar için belki de dünyanın en önemli şeyidir. Lakin her şeyin bu evrene bir iz bıraktığı gibi onlar da evrene bir iz bırakmak isterler. İster kötü, ister iyi olsunlar her zaman bir iz vardır.’


Çaylak Onur kendinden emin bir tavırla; ‘Sadece bir cinayet işlendi. Seri katil olduğunu nereden çıkarıyorsunuz?’ diye sordu. ‘Katil açıkça ikinci cinayetin mahallini belirtmiş. Tipik cinayetler gibi değil. Türkiye’de alıştığımız cinsten aşk, töre ve sıradan bir cinayet olsaydı hemen anlaşılırdı. Katil apaçık ben buradayım diyor. Size şifre veriyor. Eğer tahminim doğruysa bu şifreden sonra bir şifreli cinayet daha olacaktır. Bunu çözmekte geç kaldık zira iki gün öncesinin tarihini veriyor. Umarım Bornova’ya ekip yollayıp araştırmalara başlamışsınızdır.’ ‘Elbette lakin sadece mahalle ismi veriyor. Açık adres vermiyor. Mahallede herkese soruyoruz. Her evi didik didik arayamayacağımıza göre bekleyeceğiz.’ dedi. Çaylak Onur; ‘Bir saniye.’ dedi ve Sör Arthur Conan Doyle’un unutulmaz karakteri Sherlock Holmes havasına girerek, ‘Bugün pazartesi. Şifreye gizlenen gün cumartesi olarak gözüküyor. Koskoca dört adam cinayet iki gün önce işlenmiş diyoruz. Ya katil önümüzdeki cumartesinden bahsediyorsa?’ diyerek cümlesini tamamladı. Başkomiser Ogün, Onur’un haklı olabileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak; ‘Küçükpark civarında kuş uçurtmayacağız arkadaşlar. Özellikle şu gençlerin uğrak noktası olan kafelere özen gösterelim.’ dedi. Taceddin Eryürek kendinden emin bir tavırla; ‘Başkomiser Ogün, Komiser Mümtaz, Komiser Onur lütfen bu işe beni de dahil edin. Emin olun size çok yardımım dokunacaktır. Şunun garantisini verebilirim: Üçüncü cinayet işlenmeden bu olayı aydınlatacağım.’ diye bir çıkış yaptı. Mümtaz istifini bozmadan slayta bakıyor, Başkomiser Ogün de Onur’a cevabı sen ver gibi bir bakış atıyordu. Çok geçmeden Onur konuşmaya başladı. ‘Taceddin bey, heyecanınızı anlıyorum lakin siz de bilmelisiniz ki size sadece şifreler konusunda danışabiliriz. Akabinde katilin diğer cinayetlerde bize sunacağı şifreler bir hayli zor olabilir. Bu konuda bize yardımcı olabileceğiniz hususunda kendinize güveniyor musunuz?’ diye sordu. Taceddin Eryürek kibirli bir surat ifadesiyle; ‘Onurcuğum, çözülmeyecek tek şifre hatalı olan şifredir.’ dedi ve tüm gözlerin onayını aldığından konu kapandı. Mümtaz, Emniyet Müdürlüğü’nden nasıl çıktığını, arabasına nasıl bindiğini ve yılların emektarı o arabayla eve nasıl geldiğini bilmiyordu. Bilinçaltına sürekli olarak yaptığı pratiklerle zorla öğrettiği araba sürme eyleminin farkında olmadan ilerlediği yolda, aklı da sürekli olarak şifrede ve cinayetin işleneceği mahaldeydi. Neyse ki; Mümtaz’ın hayatındaki tek sorun bu değildi. Biraz sonra gireceği evde onu bekleyen, Osmanlı İmparatorluğu’nun en karizmatik döneminde, Kanuni’nin biricik aşkı olan


Hürrem Sultan’ın politik kafasının üç katına sahip olan Avize hanım vardı. Mümtaz anahtarını çıkarıp kapıyı açacaktı ki Avize birden kapıyı açtı. Önce Mümtaz’ın suratına daha sonra da ellerine baktı ve; ‘Mümtaz nerede süt, ben sana demedim mi gelirken süt getir diye? Hayır ben anlamıyorum. Canımı dişime takıyorum. Bak şu ellerime klorak kokuyor. Sabahtan beri ev temizliği yapıyorum. Bir yorgunluk çayı içeyim dedim, içine bir süt katayım dedim ama yook, bizim Mümtaz yine nerelerde eğlendiyse unutmuş. Canıma tak etti artık.’ diye bağırdı ve Mümtaz’ın bir şey söylemesine fırsat vermeden kapıyı yüzüne kapattı. Mümtaz, anahtarı olmasına rağmen eve girmek istemedi. Eğer girerse zaten stresli olan haline iki kat stres daha ekleyecekti. Bu yüzden Onur’u aradı. Onur hemen cevap verdi: ‘Efendim amirim.’ ‘Onur müsait misin koçum? Hemen gelip beni al. Seni bir yere götüreceğim.’ dedi. ‘Kokoreç söyledim amirim, yiyip geliyorum hemen.’ diye cevap verdi Onur. Mümtaz sinirlenerek; ‘Ya bırak şimdi kokoreç mokoreç uğraşma. İptal ettir siparişi. Ben arabayı burada bırakacağım. Hemen gel. Bizim evin önündeyim.’ diye bağırdı. Onur çaresizce; ‘Emredersiniz amirim.’ dedi. On beş dakika sonra Onur gelmişti. Mümtaz hızlıca arabaya binip, Onur’a Kordon’a sürmesini söyledi. Arabayı profesyonel hamlelerle kontrol eden Onur, aslında içinde tükenmek bilmeyen bir soru eylemini barındırıyordu. Amirine neler olup bittiğini sormasını söyleyen bu dürtüyü bastırıp, nasıl olsa gittikleri yerde Mümtaz’ın bülbül gibi şakıyacağı olasılığına bağlamıştı. Öyle de oldu. Amir Mümtaz, İzmir Palas Oteli’nin altında yaklaşık otuz yıldır hüküm süren bir işletme olan Deniz Restoran’ın önünde Onur’a durmasını söyledi. Çok geçmeden arabanın yanına yanaşan elemanlar arabayı alıp götürdüler. Restoran çalışanları Amir Mümtaz ve çaylağını kapıda karşıladı ve onlara şöyle deniz manzaralı güzel bir yer ayarladılar. Oturdukları masaya, balık mücveri, deniz börülcesi, haydari, çimçim, ezme, humus ve ballı cevizli bir meyve tabağı getirdiler. Hemen ardından bir otuz beşlik rakı ve iki kadeh getirdiler. Belli ki Onur yola çıkmadan önce Mümtaz işletmeyi arayıp her şeyi ayarlatmıştı. İlk kadehi Mümtaz garsonun hunharca ısrarına rağmen kendi doldurdu. Hiçbir meze takviyesi olmadan bir kerede diyerek önce kadehleri tokuşturup, sonra bir kereliğine kadehin tabanını masaya vurmak suretiyle kafaya diktiler. Onur içinden oh be der gibi boş kadehi masaya bırakıp, diğer kadehlerin sakiliğini kendi yaptı. Mümtaz ikinci kadehten küçük bir yudum aldıktan sonra önce ağzına bir parça çimçim attı ve daha sonra şakımaya başladı. ‘Ulan Onur, dünyanın neresine gidersen git, şu gördüğün manzarayı ve şu


kadehten yudumladığın rakının hazzını hiçbir egzotik yerde bulamazsın. Şuna baksana koçum bee. Akıyor a.ına kodumun.’ ‘Kesinlikle öyle amirim.’ ‘Dünya bok çuvalı gibi lan! Ayağımızı bastığımız yer boka bulanıyor. Baksana şu olaya. Memur hayatım boyunca hiçbir başarıya imza atmamama rağmen itin biri çıkıyor, bir şifreye adımı gizliyor, onu da harf hatasıyla yapıyor. Şaka mı lan bu? Ya hu tüm bunları geçtim, insan öldürüyor lan bu herif. İnsan öldürüyor lan! İnsan öldürmek koçum ya! Kaldıramıyorum a.ına koyayım.’ ‘Kendini suçlama amirim.’ dedi Onur sessizce. ‘Nasıl suçlamayayım lan! Dünya diyorum, Dünya böyle diyorum. Ezelden beri böyle diyorum ama olmuyor. İnsan ölüyor lan, İnsan!’ diye çıkış yaptı Mümtaz. Onur, tüm dünyanın ebedi geçmişini hesaba katarak, ‘Amirim, Habil ile Kabil hikayesini bilirsin. Kardeş kardeşi öldürür. Tüm cinayet fikrinin temelinde aslında bu yatar. Bize en yakın olanımız, bizim en çok korktuğumuz cinayeti işler. Dünya böyle işte. En büyük hasarı en yakınımızdan görürüz nedense. Aşkta bile böyledir. Kaybetmeyeceğimizi sandığımız kadınlar, bize en büyük yarayı vururlar. Bu hep böyle olmuştur. Nedenini bilmiyorum ama hep böyle olmuştur.’ Mümtaz ve Onur üçüncü kadehleri birbirine tokuşturdular, birer yudum alıp, ellerindeki çatalların ucuyla birbirlerine rekabet etmeyen mezelerden birer parça ağızlarına götürürken, Kordon’un meşhur falcı kadınlarından biri onlara yüzünü göstermeden önlerine bir gül atıp gitti. Öyle hızlı olmuştu ki ne Onur ne de Mümtaz bir şey anlamamıştı. Mümtaz dördüncü kadehi doldururken Onur gülün kenarına iliştirilmiş notu fark etti. İkisi göz göze geldiler. Onur yavaşça notu açtı ve hayretini gizleyemedi. Hemen ardından ağzından dökülen şu kelimeler bir cümleyi oluşturdu: ‘Amirim, Küçükpark’ta bir İngiliz evinde ölü bulunmuş’… Devam Edecek…

Tuncay Ünaydın Nisan 2015

..EnginDergi.. 2015 sayı 55 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.