EnginDergi s59

Page 1

Yıl: 2017 - Sayı: 59


Almanya – 2017 Fotoğraf: Güvenç Aydoğan


İçerik; Sy.002) Sy.005) Sy.006) Sy.007) Sy.007) Sy.008) Sy.009) Sy.014) Sy.017) Sy.018) Sy.019) Sy.019) Sy.020) Sy.021) Sy.025) Sy.027) Sy.028) Sy.029) Sy.029) Sy.031) Sy.032) Sy.033) Sy.035) Sy.041) Sy.042) Sy.044) Sy.045) Sy.045) Sy.055) Sy.056) Sy.057) Sy.057) Sy.058)

Fotoğraf: Güvenç Aydoğan Sinema Sevdası – Engin Enginer Kitap Tavsiye / Hayalci Çocuk – Halime Erdoğan Seni İstiyorum – Abdulkadir Çelik Sevdam – Burcu Örlü Kahire Zindanları – Elif Firdevsoğlu Antikacı Dükkanı – Ümit Evran Kimi Zaman Silerler Görüntümüzü – Gizem Ünsel Göresim Geldi – Hasan Yüksel Bu Kırmızı, Ne Kırmızısı? - Selin Sabcıoğlu Derinden Bir İz – Ercan Doğaç Yok Oluş – Abdulkadir Çelik Özgürlüğüm Adına – Burcu Örlü Futbol Topu – Ümit Evran Gece Gece – Ercan Doğaç Ben Bu Vatan İçin Şehit Oldum Ana – Hasan Yüksel Başlangıç – Gizem Ünsel Bana Biraz Zaman Ver – Selin Sabcıoğlu Esaret, Özgürlüğü Bağlar mı? – Abdulkadir Çelik İnsanoğlu'na... – Burcu Örlü Bekliyoruz – Ercan Doğaç Delirmenin 'Hoşgeldiniz' Aşaması – Gizem Ünsel Garip Bir Soygun Hikayesi – Ümit Evran Sevdiğim – Hasan Yüksel Konu 'Yazmak' Olunca – Selin Sabcıoğlu İnsanın Kelebek Olası Geliyor – Gizem Ünsel Bağışla Sevgilim – Burcu Örlü Öbür Dünyadan Gelen Mektup – Ümit Evran Adam Gibi Adam – Hasan Yüksel Bütün O Boşluklar Ne İçin? – Gizem Ünsel İhanete Adım Adım – Burcu Örlü Konuş Benden Sonra da – Sena Sabcıoğlu Prosopagnosia – Ümit Evran


Sy.066) Sy.066) Sy.067) Sy.068) Sy.069) Sy.075) Sy.076) Sy.077) Sy.078) Sy.078) Sy.079) Sy.091) Sy.092) Sy.092) Sy.093) Sy.103) Sy.112) Sy.114) Sy.114) Sy.115) Sy.121) Sy.123) Sy.124) Sy.124) Sy.129) Sy.130) Sy.130) Sy.138) Sy.140) Sy.140) Sy.141) Sy.142)

Bu Şehir Dilsiz – Hasan Yüksel İsabetli Parantezler – Gizem Ünsel Bir Gece – Burcu Örlü Gizlerin İçinden Geçerken – Sena Sabcıoğlu Çakıl Taşı – Ümit Evran Türkülerle Sevdim Seni – Hasan Yüksel Meyan Kökü Şerbeti – Gizem Ünsel Biz İnsanız – Burcu Örlü Anlat Bana – Serpil Kaya Aşkın Mevsimi Hüzündür – Sena Sabcıoğlu Hacı Cellit'in Hazinesi – Ümit Evran Bak Ağaç – Gizem Ünsel İçimdeki Yangın – Burcu Örlü Adı Çaresizliğim – Sena Sabcıoğlu Afrodisias – Şükran Engin Atmaca Psikolog Süreyya Bey – Ümit Evran Patlamış Mısırlar – Gizem Ünsel Anımsıyorum – Burcu Örlü Ben Siyahım – Sena Sabcıoğlu Stratonikeia – Şükran Engin Atmaca Kaybolan Saat – Ümit Evran Denizler Gezer mi? – Burcu Örlü İçimdeki Karanlık Orman – Sena Sabcıoğlu Metamorfoz – Ümit Evran Memleketim – Burcu Örlü Rüya Bitti – Sena Sabcıoğlu Aşıklar Çeşmesi – Ümit Evran Sınırsız Adımlar – Gizem Ünsel Seni Unuttum Sanma – Oraz Yağmur Bir Kez Daha Susuyorum – Burcu Örlü Bazı Anlar Gelir ki – Sena Sabcıoğlu Ambülans Nöbeti – Ümit Evran

“İki şey var; ancak ölümle unutulur, anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü.” Nâzım Hikmet


Sinema Sevdası Sinema sevdamın başlaması çocukluk yıllarıma dayanır. Ortaokul ve lise yıllarımın geçtiği Balıkesir'de, o yıllarda ve yaşlarda fazla bir sosyal etkinlik imkanı olmadığından her haftasonu en az bir sinema filmine gitme alışkanlığım vardı. Okulda sabahçı olduğum senelerde cuma günü okuldan çıkınca eve gelip üzerimi değiştirir ve soluğu sinemada alırdım. Böylece cumartesi günü de başka bir filme gitme fırsatım olurdu. (Pazar günleri aile ile zaman geçirilen pikniklere gidilen özel bir gün olduğu için sinemaya gitmeye zaman olmazdı.) Eğer öğlenciysem ve cumaları sinemaya gidemiyorsam gösterimde kaçırılmaması gereken güzel filmler varsa, cumartesi günü aynı gün içerisinde üç filme birden girdiğimi bile hatırlarım. Hatta gittiğim filmlerle ilgili bir defter tutar, filmlerin yönetmen, oyuncu ve konularını not alır, kendimce kendi IMDb listemi oluşturur; sinema dergileri takip ederdim. En çok dinlediğim müzikler, aldığım soundtrack albümleri yani film müziği kasetleriyle Walkman'imden dinlediğim müziklerdi. 1990'lı yıllarda Türkiye'deki sinema salonlarına filmler hep gecikmeli gösterime girerdi. Bu konuda şanslı olan İstanbul, Ankara, İzmir gibi bir filmi yayımlanmasından çok zaman geçmeden seyredebileceğiniz sayılı illerden biri de Balıkesir idi. Sinema salonunda ilk izlediğim film 1990 yılında Diyarbakır'da bir sinema salonunda (uzak kuzenim Yalçın Singör ile birlikte) Rambo serisinin ikinci filmi olan "Rambo: First Blood 2" (Rambo: İlk Kan 2) [1985]'dir. Memleketim Balıkesir'de ilk izlediğim film 1993 yılında eski Cep Sineması'nda (aile dostu olan Nezih Yavuz ile birlikte) "Teenage Mutant Ninja Turtles III" (Ninja Kamplumbağalar 3) [1993] oldu. İlk açık hava sineması deneyimim ise 1995 yılında İzmir'de (kuzenim Çağdaş Çayırcı ile birlikte) Oscarlı bir film olan "Forest Gump" [1994] ile gerçekleşti. En sevdiğim film türü aksiyon ve bilim-kurgu içerikli filmler olduğu için favori filmim Matrix serisidir. Wachowski kardeşler pek çok açıdan irdelenmesi gereken muhteşem bir kurgu ve yapım oluşturmuşlar. Seriyi kaç kez izlediğimi ben bile bilmiyorum.


Yayımlanmış herhangi bir favori film listem olmamakla birlikte izlediğim filmlere dair görüşlerimi sıklıkla Twitter hesabımdan (@enginenginer) paylaşmaktayım. EnginDergi'nin ilk yayımlanmaya başladığı 2009 yılında her sayıda dörder film tavsiyesi sunmak üzere çeşitli derlemeler yapmaya başlamıştım. Bundan sonra da başka paylaşımlar aracılığı ile çeşitli özelliklerine göre tavsiye filmler yazıları yazsam hiç fena olmayacak aslında. Sinema tarihinin ilk filmi "L'Arrivée d'un train à La Ciotat" (Bir Trenin Gara Girişi) 1895 yılında Fransız Lumiere kardeşlerin çektiği bir dakikalık bir kısa filmdir. Louis ve Auguste Lumière tarihteki ilk halka açık film gösterimini gerçekleştirmişlerdir. Elbette o günden bu güne geride kalan yıllarda sinema sektörü büyük yol kat etti; artık filmleri cep telefonumuzdan bile yer ve zaman gözetmeksizin izleyebiliyor oluşumuz büyük lütuf olmakla birlikte, sinema salonunun ruhunun yerini tutması mümkün değil. Kendinize bir iyilik yapın ve hadi bu haftasonu sinemaya gidip bir film izleyin...

Engin Enginer ***

Kitap Tavsiye Hayalci Çocuk / Halime Erdoğan Hepimiz hayal kurar, gerçek olmasını isteriz.

kurduğumuz

hayallerin

Hayalci çocuk da tıpkı bizim gibi hayal kuruyor, kurduğu hayaller gerçekleşmeyince mutsuz oluyordu. Mutsuzluk onu yalnız bir çocuk haline getirmişti. Bir gün Kutup Yılduzu ile tanıştı. Kutup Yıldızı onu zaman yolculuğuna çıkarttı ve Einstein’in yanına götürdü. Üstelik gittiği zamanda, Einstein da kendisi ile aynı yaştaydı. İşte tüm macera burada başladı.

***


Seni İstiyorum Susuz çağlayanda çağlar gibi, Lavsız yanardağda yanar gibi, Seni istiyorum. Çöl alevinde susamış güller gibi, Buz alevinde donmuş ateş gibi, Seni istiyorum. Elbisesiz çıplaklığımda tenin gibi, Bensiz seni giymiş sen gibi, Seni istiyorum. Yataksız yatağımda arzun gibi, Ruhsuz ruhuma sen gibi, Seni istiyorum...

Dr. Abdulkadir Çelik

Sevdam Hayal kırıklıklarıyla dolu bir dünyada, kırılan kalbimizle gülümsemek; yüreğimizin yüceliğini gösterir. Ve güçlü kalmanın öncülüğüdür. O yüzden biriktirdim yüzüme yansıtmadan.

o

yüreğe

Kahkahalarım sınırsızken gözyaşlarımın intikamını alır. Öyledir ki yüreğime biriktirdiğim ihanetleri kahkahalarımın çığlığıyla yansıtırım. Öyle ki sevmişim ben. Öyle biri ki tövbem, günahım. Ama umudum. Yüreğime sevdayı tanıtan umudum. İnsanları, hayatı yaşata yaşata öğreten işgalim. Sonsuzluğum. Ve vazgeçilmeye mahkum olduğunu bile bile direndiğim davam. Ah be sevdam. Kuşun kanadından düştüğünde selam yolla savrulduğun baharlara. Sağlıcakla.

Burcu Örlü


Kâhire Zindanları Esaretin iliğinde kısır kalmış o mavi damarlarda O yıldız yellerinin estiği evliya sabahlarında İhtilal tortularında, abluka alarmlarında İran gecelerinin münzevi mağaralarında O nefesi arşa değen hissi güzelliğin talibi bendim Göç eylerdi serapsız çöllere Arkasından giden kervan kölesi bendim Nazenin tufanlarının ecnebi cinleri olurdu Zemberekten fırlayan gözlerinde kerameti Ve kıyamda hürmet isterdi ızdırabının nimetleri Bendim o uhrevi berraklığın bekleyeni Yelkensiz denizinin fener bekçisi Bendim Kâhinlerin muhafaza ettiği kıvılcımın erittiği mum O mihrap şulesi zindanlarda ruhum Tenlerin gölgesi ateşin avucunda kavrulur Bir harp halidir, kılıç keser et ve kemik savrulur Bütün köleler berâtını takas eder gözlerinde Tefsir edilir dilsizlerin miracı kimliğinde Tezgâhında ayet ayet dokunan dua bendim Bendim büyücü kazanlarındaki beddualara karşı zırh olan Kavimler savaşında onu koruyan Şahid olun! Katrenin yüreğine eğilince mavi damarları Tan ışığının değdiği evliya sabahları İran gecelerinin ihtilal tortuları Ve beni ondan mahrum bırakan Kâhire zindanları Şahid olun! O hissi güzelliğin o uhrevi berraklığın talibiydim Ben o gözlerin Kâhire zifirisiydim

Elif Firdevsoğlu


Antikacı Dükkanı "Görüyorum hepiniz gardıroba koşmaya hazırlanıyorsunuz. Birazdan tiyatro bomboş kalacak. Ama tiyatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik'in bir şarkısı şu perdelere takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuş'la Virginia'nın bir diyaloğu eski kostümlerden birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler. Artık kendimiz yokuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır… Perde!" Yukarıdaki ünlü tirat Tomas Fasulyacıyan'a ait. Bir antikacı dükkanı da aynen böyledir. Ne var ki tiyatro sahnesinde, vodvil de oynanır, operet de, komedi de. Oysa ki bir antikacı dükkanında hep aynı oyun sahnededir: Hüzün. Dükkanın o tozlu raflarında neler yoktur ki.. O canım gülaptanlar, Yıldız porselenleri, Beykoz camları, karpuz lambalar, divitler, hokkalar, ibrikler, aşurelikler, kavukluklar, sedef kakmalı rahleler, boy boy çeşit çeşit Çanakkale ve Kütahya seramikleri, Bosna işi bakır kaplar.. daha da neler. Ne var ki günümüzün modern yaşamında onlardan artık kimse bir şey beklemiyor. Günümüzde ibrik kullanan mı kaldı? Kavuk kaldı mı ki kavukluğu kullanan olsun? Ama ruhları çoktan ölmüş bu objelerin bedenleri hala ayaktaydı. Hani kimi hayvanların içlerini doldururlar ya, kuşların, köpeklerin, yırtıcı hayvanların falan.. Uzaktan bakınca canlı gibidirler fakat bilirsiniz ki onlar çoktan ölmüşlerdir, artık canları, ruhları yoktur, sadece aslı gibi görünürler. İşte bu antikacı dükkanındakiler de öyleydiler. Oysa ki onların kimilerinde zamanın izleri, ufak tefek çizikler, çatlaklar, renklerde solukluklar olarak fark edilse de, hala kullanılabilir durumdaydılar. Her biri soylu geçmişlerini, geçmişteki şaşaalı günlerini hatırladıkça kederleniyor, şimdi bu antikacı dükkanında, onları satın alacak yeni sahiplerini endişe ile bekliyorlardı. Antikacı dükkanlarının müdavimleri de ayrı alemdir hani. Bunlardan birinci grup antika koleksiyonerleridir. Dükkan sahibi onları gözünden tanır. Dükkana giren koleksiyoncu, şöyle üstünkörü bir selam verdikten sonra etrafı önce bir kolaçan eder, sonra da aradığı objeye kilitlenir. O malı eline alır, evirir, çevirir, altına üstüne bakar.. Eğer eşyanın üzerinde bir marka ya da imza gibi bir işaret, yazı görürse, cebinden lupunu çıkarır, uzun uzun inceler. Bazen dükkanın ışığını beğenmez, kapı önüne


çıkıp, doğal ışıkta inceler. Sonra güneşe tutar, mesela orijinal opalin ise güneşe tutunca bal rengi görünmesi gerekir. Mesela toprak bir kapın eskiliğini anlamak için dilinin ucuyla kapı kontrol eder, eski ise kurudur. Bu sırada dükkan sahibi ile hiç konuşmaz. Dükkan sahibi durumu bildiği için, onu uzaktan takip eder. Bu müşteri tipi ne aradığını bilir ve çoğu o konuda bayağı bilgilidir ama bazıları da çok ukaladır. Genelde çok pazarlıkçı olurlar. Eğer dükkan sahibinin canı o gün sohbet çekmişse bu toplayıcı tayfasıyla antika muhabbeti bitmek bilmez. İkinci grup müşteri dekorasyon meraklılarıdır. Bunların antika üstüne öyle uzun uzun bilgileri falan yoktur. Onların aklı evdeki falanca köşeye ya da şöminenin üstüne yakışacak güzel bir parça almaktır. O noktada alacağı antikanın Art Deko ya da Art Nouveau olmasının hiçbir farkı yoktur. Onun için önemli olan bu eşyanın rengi, büyüklüğü ve evde yerleştireceği köşeye uyumudur. Dükkan sahibi bu tür müşterileri pek sever. Çünkü bunlar fazla yormaz, ince eleyip, sık dokumazlar, pazarlık falan yapmaz, iyi de para bırakırlar. Sayıları çok olmamakla birlikte en ilginç olanı ise "asalet avcıları" dır. Bunların gözü para pul görmez, ne antikadan anlarlar, ne de tarih bilgileri vardır, onların aklı başka yerdedir. Tamamı sonradan görme zengin olup, dertleri birileriyle sidik yarıştırmaktır. Hepsinin yatları, katları, lüks arabaları, kadınların kürkleri, pahalı takıları olsa da, bütün bu sahip oldukları onlara yetmez. Karşıdan bakınca dost görünseler de aralarında hep gizliden gizliye bir rekabet vardır. Hepsi birbirine benzer; zaten bütün sorun da budur. O zaman? Evet, o zaman öyle bir şeye sahip olmalıdırlar ki, bu onu diğerlerinden hem bir adım öne geçirsin, hem de ona özel bir konum kazandırsın. İşte bu noktada antikacıdan medet umulur. Sonuçta antikacıdan satın alacakları "sözde büyük büyük büyükannesi Safiye Sultan'a ait" sapı gümüş savatlı ve mercan kakmalı, saraydan çıkma bir çift şimşir kaşık ya da sedef işlemeli, bağa kabuğu ile süslenmiş bir çift takunya sayesinde, adeta sınıf atlayıp asalet kazanacaklardır. Bunlar dükkan sahibinin gözdesi olan, bayağı eğlenceli tiplerdir. Bir gün daha tükenmiş, gün akşam olmuştu. Dükkan sahibi önce elektrikleri söndürdü, sonra kepenkleri indirdi ve dükkanı kilitledi. Şimdi sahne içerideki birbirinden farklı bin bir objeye kalmıştı. İlk sözü gümüş bir ibrik aldı: - Bugün de kuşlu ayna ayrıldı aramızdan. Bakır bir bakraç ilave etti: "Bir Rum ustanın elinden çıkmaydı, altın varakları vardı.. Şimdi nerede o eski ustalar?" Sonra devam etti: Ayna yine de şanslı sayılır, alan onu yine ayna olarak kullanacak, peki ben? Sorusunu yine kendisi cevapladı: - İçinde onca yoğurtlar çalınmış, tereyağlar yapılmış ben, kim bilir kimin evinde bir çiçek saksısı olacağım.


Bir gaz lambası laf attı: "Belli olur mu hiç belki de kaymak çalarlar." İri kıyım opalin bir karpuz lamba onu tersledi: "Ufaklık sen bu işlere karışma. Senin yeni sahibin, fitilini yakmayı bile beceremez, elektrik kesilse bile mum yakacak." Kahve soğutanlığı daha fazla dayanamadı: - Dostlarım, birbirimizi incitmenin anlamı yok. Çünkü biz geçmişi geçmişte yaşadık, varlıklarımız bugüne ulaşmış olsa bile biz geçmişe aitiz. Şimdi bize düşen artık geçmişimizin o güzel anılarıyla avunmak olmalı. Kahve soğutanlığının bütün ömrü gerçekten geçen yüzyılın başlarında yapılmış Reşit Paşa konağında geçmişti ve her fırsatta, o şaşaalı konak günlerini ballandıra ballandıra anlatmaya bayılırdı. Bu kahve soğutanlığı, tek parça olarak, abanoz ağacından oyularak hazırlanmış, yuvarlak çukur, ahşap bir kaptı. Gövdenin bir tarafında kalınca bir sapı, karşı tarafta da soğuyan kahveleri dökmek için bir oluğu vardı. Bu parçanın en önemli özelliği, gerçekten çok mahir bir ustanın elinden çıktığı belli olan iç süslemeleriydi. Kabın kahve çekirdekleri konan, zamanla rengi biraz koyulaşmış tabanında, mercan ve firuze taşların mıhlanması ile inci gibi işlenmiş, son derecede zarif, bir gül motifi bulunmaktaydı. Bunca yıldır, yaşı neredeyse konağın yaşına yakın olan bu soğutanlığın taşlarından hiçbiri dökülmemişti. Soğutanlığın gerek soylu geçmişiyle, gerekse bu sıra dışı süslemeleriyle gurur duyduğu her halinden anlaşılırdı. Yine eskilere dalmıştı: Reşit Paşa kahveyi hep taze severdi. Onun için her perşembe konakta bir kahve telaşı başlardı. Zira her cuma paşanın ziyaretçileri olurdu. Paşa gençlere çocuklara ufak tefek hediyeler verir, komşu konaklardan gelenlerle kahve sohbetleri yapardı. Kahveyi kavurmak maharet ister. Konakta bu, Hamide Kadın'ın işiydi. Gelen taze kahve çekirdeklerini çoğu zaman uzun saplı tavada, bazan da toprak güveçte kavururdu. İşte çekirdeklerin rengi yeşilden kahverengiye dönene kadar, ne kadar harlı ateşte kavrulacak, ne kadar süre ateşte tutulacak ondan iyi bilen olmazdı. Kahveyi soğutmak benim işimdi. Daha sonra bu kavrulmuş kahve, Hurşit Ağa'ya teslim edilirdi. O da ağaç dibekte, uzun pirinçten havanıyla kahveyi döver ha döverdi, ta ki kahve un gibi olana kadar. Bu sırada arkalardaki pirinç kahve değirmeni sitemkar laf attı: - Demek ki sizin o koca konakta bir kahve değirmeni yoktu. Beriki mahcup yanıtladı: "Olmasına vardı elbet ama cuma kahvesi dibekte hazırlanırdı." Sonra devam etti:


Cuma namazından sonra paşaya ve konuklarına kahve yapmak Dilruba kalfanın göreviydi. Mutfakta birçok cezve vardı ama Dikran ustanın cezveleri bir başkaydı. Dipleri kalın ve geniş olan bu bakır cezvelerden birinde Dikran usta hem bütün hünerini, hem de muzipliğini sergilemişti. Cezvenin emziği tabanda, gövdeden çıkıp, bir kuğu boynu gibi kıvrılıyordu. Dikran usta bu emziğin içine iki, çok ince, küçük borucuğu üst üste ve çapraz olarak öyle ustalıkla yerleştirmişti ki, dışarıdan bakan biri, cezveden fincana dökülen kahvenin, o dört tane deliğe rağmen nasıl olup da dışarıya akmadığına akıl sır erdiremezdi. Dikran ustanın cezvelerinin bir yerinde mutlaka kişisel mühürü sayılan ve adının ilk harfi olan zarif bir "dal" figürü bulunurdu. Dilruba kalfanın pirinç mangalda pişirdiği kahve, paşaya gümüş tuğralı zarfların içine yerleştirilmiş, sapsız, çok ince Rus porseleni fincanlarla ikram edilirdi. Paşa iri taneli ateş kehribarı tespihini çekerken, kahvesini höpürdetirdi.. Hey gidi günler.. Bir borulu gramofon ve 93 harbinden kalma çakar almaz tüfek onu saygıyla dinleyip, onayladılar. Gün ışıyordu, sabahın ilk ışıkları guguklu saatin camından karşı duvara yansıyordu. Bir süre sonra dükkan sahibi geldi. Sabah çayını ısmarladı ve gazetesine gömüldü. O arada bir iki müşteri vitrindeki eşyaları seyretti, içeri bile girmediler. Nihayet öğleye doğru ilginç bir genç çift dükkana girdi. Oğlan otuzunda var yoktu, kız biraz daha gençti. Oğlanın bir kulağında küpesi vardı, saçları at kuyruğu şeklinde arkadan bağlanmıştı. Kız incecik bir şeydi, boyalı saçları erkek gibi kısacıktı. Ayağında vücuduna yapışan daracık bir pantolon vardı. Üzerindeki bol giysinin yakası bir tarafa kaymıştı ve bu yüzden ortaya çıkan omuz başında bir korsan başı dövmesi görünüyordu. Kızın sol kulak kepçesinde yukarıdan aşağıya doğru beş altı tane halka vardı, bir de burnunda. Burnundaki o tek halka, sanki kulağında yer kalmamış da, zorunluluktan burnuna takılmış gibi duruyordu. Cezve duvardaki camlı çerçeveye seslendi: - Şimdiki gençler de bir alem oluyor.. Erkekler kızlara, kızlar da oğlanlara özeniyor. Duvardaki ahşap çerçeve, harika bir tezhip içine yerleştirilmiş nefis bir kufi hat eseri idi: "Edep yahu." Cezveye dönüp, sadece "Ve minel garaip" dedi. Delikanlı dükkan sahibine: - Biz aslında modern takılıyoruz ama evdeki ambiyansa opozit, şöyle avangard bir şey bakıyoruz. Farklı bir dinamizm olsun istiyoruz, dedi. Sonra kız bir taraftan sakız çiğnerken, başını cep telefonundan kaldırmadan ilave etti:


- Yani ekzepşınıl bir şey arıyoruz. Cezve pek meraklandı: - Ne dedi, ne dedi? Arkalardan çeşmi bülbül cevapladı: - Yani iyi bir şey arıyormuş. Ben bunların dilinden az çok anlarım, dedi ve ilave etti: "Ne de olsa Avrupalı sayılırım, atalarım İtalya’dan gelmiş." Delikanlı etrafa bakınmaya başladı, dükkandaki eserleri tek tek süzüyordu. Kimilerinin ne işe yaradığını anlamaya çalışıyordu. Sonra parmağı ile bir rafı göstererek sordu: "Bu şişe nedir?" Dükkan sahibi yanıtladı: - Bu bir Beykoz işi gülaptandır efendim. Oğlan pek anlamadı, "Gül.. Gül nesi?" Dükkan sahibi devam etti: - Efendim ab Farsça su demektir. Gülabdan da gülsuyu şişesi demek oluyor. Kolonya olmadığı dönemlerde kullanılırdı, hala mevlitlerde falan kullananlar vardır. Oğlan "Aa öyle mi" dercesine hayretle baktı, omuz silkti. Delikanlı dükkanın içinde dolaşmaya başladı. Her bir parçaya dikkatle bakıp, ne işe yaradıklarını çözmeye çalışıyordu. Kızın gözü, daha doğrusu elleri hep telefonundaydı. Parmakları, bir piyano virtüözünün tuşlarda gezinmesi gibi telefonun tuşlarında geziniyordu. Devamlı bir şeyler yazıyor, telefonla oyalanıyordu. Oğlan birkaç eşya ile ilgili soru sordu ama antikacının anlattıklarının yarısını anlamadı. Tam o sırada kahve soğutanlığının karşısına gelmişti. Dükkan sahibine "Bu da ne ola ki"`dercesine baktı. Adam anlamıştı, anlatmaya başladı: - Efendim bu çok zarif bir kahve soğutanlığıdır. Oğlan sordu: - Kafe nesi.. Kafe nesi? Dükkan sahibi kibarlığı bıraktı: - Kafe değil efendim, kahve.. Cezve yine muzırlık ediyordu, çeşmi bülbüle seslendi: "Coffee demek istedi." Oğlan sordu: - Peki ne işe yarar ki? Antikacı sabırla anlatmaya başladı: - Efendim zamanı evvelde tavada kavrulan taze kahve çekirdekleri, kavruldukça nemini kaybeder, hacmi küçülür ve rengi kahverengiye


dönerken, o bildiğimiz nefis kahve aroması meydana çıkardı. İşte o kavrulan kahvenin birden soğumaması ve o aromanın kaybolmaması için özel bir kapta soğutulması gerekirdi. O sırada kız da başını kaldırmış, dükkan sahibinin anlattıklarını ilgi ile dinliyordu. Antikacı cümlesini tamamladı: - İşte geleneksel kahve kültürümüzde bu soğutanlıkların yeri çok özeldir, ayrıca elinizde tuttuğunuz bu parça, zarif süslemeleri ile gerçek bir sanat eseridir. Kız o ana dek ilk kez konuştu: - Tamam aşkım, bunu alıyoruz. Harika bir kül tablamız oldu! Antikacı dükkanına bir sessizlik çöktü. Reşit Paşa konağının bu asırlık kahve soğutanlığı şimdi bir kül tablası oluyordu. Genç kız omuzundaki büyük çantasının fermuarını açtı, bu ilginç "kül tablasına" yer açıyordu. Oğlana seslendi: - Aşkım bunu aldık, hadi öde de çıkalım artık. Oğlan cüzdanına davrandı. Dükkan sahibi bir an duraladı, sonra yutkundu ve delikanlıya döndü: - O bir teşhir parçasıdır, onu satmıyoruz efendim.

Ümit Evran * Bornova Belediyesi 2014 Homeros Kısa Hikaye Yarışması mansiyon ödülü.

Kimi Zaman Silerler Görüntümüzü Akşam karanlığı henüz çökmüştü. Her zaman olduğu gibi yine gözlerine emanet etti kendini. Karşısında duran adama baktı. Ne ara bu kadar yaşlanmıştı? Anımsayamadı, birlikte bolca kahkahalar atmışlardı evvel


zaman içindeyken... Şans mıdır bilinmez deniz çok sakindi o gece. İçinde oturdukları küçük kayık sanki ilahi bir güç tarafından nazikçe sallanıyor gibiydi. Adam bir süredir kürek çekmeyi bırakmıştı, öylece oturuyordu. Yorulmuş olmalı diye düşündü kadın, dillendirmeden sessizce yankılandı düşüncesi içinde. Vakit biraz daha geçince, bulutların ardında saklanan ay yüzünü göstermeye başladı. Adamın keskin hatları sanki bir mermer ustasının ona bahşettiği lütuf gibi ayın ışığında parlıyordu. Boynuna dolanan bir yılan gördüğüne yemin edebilirdi. Sanki nefesini kesiyordu adamın, belki de o yüzden bu kadar çok yutkunuyor diye düşündü. Tabi ya kesin öyle olmalıydı yoksa ona asla kötü sözler söylemezdi değil mi? Bir adam sevdiği kadına asla hakaret etmezdi değil mi? Kesinlikle boğazına bir yılan oturmuş olmalıydı, zehrini yayıp başını döndürmüştü. Bu yüzden onu sessizce affetmişti, hep yaptığı gibi... Yeniden yol almaya başladılar. Ay bir göründü bir kayboldu. Kendini Alice, Ay'ı da beyaz tavşan gibi düşündü. Ne acelesi vardı biraz daha kalsaydı. Bu çatal dilli adamın yüzüne biraz daha ışık vursaydı keşke. Gülümsedi, ama içinden. Sanki katran karası düşünceler üzerine ışık düşünce aydınlanacakmış gibi... Kayık iskeleye sakince yanaştı. Etraf yine zifiri. Zaten pek kalabalık bir yer değildi. Mevsim sonbahar olduğu için bir düzine insan varla yok arasında gidip geliyordu. Elbisesini topladı kadın ıslanmaması için. İskeleye çıktığında biraz duraksadı çünkü birkaç adımla sanki yıkılacakmış gibiydi etrafı. Yavaşça yürüdü. Adam hemen arkasındaydı biliyordu. Hep olduğu gibi önce kayığı bağladı, biraz doğruldu saçlarını geriye attı, tekrar eğilip malzemeleri kucakladı ve kadının arkasından yürümeye başladı. Kesinlikle ve kesinlikle kalçalarına bakıyordu. Hala ne kadar diri diye düşünüp erekte olmamak için direniyordu kesin... Yıllar bu evi de yıpratmış diye düşündü kadın topladığı elbisesini özgürlüğüne kavuştururken. Çantasının en derinlerine emanet ettiği anahtarını bulup kavuşmak için özlemini çektiği deliğe yanaştırdı. O uyumun çıkardığı tozlu sesin ardından kapı gıcırdayarak açıldı. Biraz nem ve rutubet kokusu genzini yaktı, yutkundu ama geçmedi. Zaten bazı şeylerin genzine oturmak gibi bir hevesi olurdu hep. Bir türlü geçmek bilmezlerdi... Adam yanından geçip içeriye yöneldi, elleri doluydu ne de olsa. Aldırmadı, derin bir nefes alıp içeriye girdi kadın da. Ürpermiş olabilir miydi? Belki evet belki de hayır. Zaten her şey çok uzun zaman önce yaşanıp bitmişti. Bu sadece silinmiş bir görüntünün yansımasaydı... Etrafı biraz elden geçirip arka bahçeye güzel bir masa hazırladılar. Neyin nerede olduğunu sormak dışında pek bir münasebette bulunmadılar.


Vakit gece yarısına gelmişti. Ayın pürüzsüzlüğü yeterdi belki ama sofrayı da görebilmek için bir kaç suni ışık kullandılar. Kadehini bilmem kaçıncı kez tazelettirdi adama. Parmak uçlarının uyuştuğunu hissedebiliyordu. Ela gözlerini yavaşça kapadı kadın. Başını geriye doğru atıp, sol elinin avuç içini boynunda gezdirdi. Oldukça kasıtlı bir şekilde yapmıştı bunu. Her zaman bilirdi çünkü onun hoşuna gittiğini. Elini boynundan çekip köprücük kemiklerinde gezdirdi. Uyuşmuş olan parmak uçlarıyla dokunuyordu kendi tenine. Üzerindeki koyu mavi elbisenin derin bir göğüs dekoltesi vardı. İşaret parmağını o dekoltenin başlangıcına doğru getirip aşağı doğru yavaşça indirdi. Bir savaşın başlangıcını yapan o ilk nara gibi derin bir nefes aldı kadın. Sandalyesini biraz geriye doğru itti, iyice yerleşti. Ellerini yavaşça göğüs kafesinin altına doğru indirirken adam yerinden kalktı. Sol elinde tuttuğu kadehin içindekini olduğu gibi kadının suratına fırlattı. Az önceki şehvet dolu görüntüyü silmişti. Geçmişe ait bir andı artık. Sert adımlarla içeriye doğru gitti. Kadın şaşırmamıştı elbette. Onu tanıyordu. Her şey tam da planladığı gibi gidiyordu. O da kalktı oturduğu yerden, ardına düştü adamın. Koltuğun üzerindeki çantasından bir kutu çıkartıp içindeki tüm şekeri avuç avuç yuttu ve ilerledi. Yavaşça merdivenleri çıktı, basamaklar gıcırdıyordu. Odaya girdiğinde keten çarşaflara gözü takıldı, sararmış olduklarını fark etti. Önceden nasıl da bembeyazdılar, yatmaya kıyamazdı üstüne... Sanki saçları ağardıkça çarşaflar da sararmaya başlamış... Adam yatağın hemen kenarındaki sallanan koltuğunun üzerinde oturuyordu. Dumanını üflediği sigara ile konuşuyor gibiydi, kadının gelişine aldırmadı. Koltuktan çıkan gıcırdama sesi vardı bir tek odanın içerisinde. Bunun ne hoş bir ritim olduğunu düşünüp yatağın kenarına oturdu kadın. Ellerini iç içe koyup önünde birleştirdi. Saçlarından bir kaç damla su düştü avucunun içine. Birkaç nefes... Ağladı ama içinden, yine. Tek hamlede elbisesini çıkarıp yatağın içine girdi. Gün ağarmaya başlamıştı, birkaç kuş sesi duydu. Gözleri ağırlaşmaya başladı, karşı koyamadı yavaşça yumdu ela gözlerini. Uyku gibi tanıdık değildi bu his, içi gıdıklandı. Galiba yuttuğu şekerler etkisini göstermeye başlamıştı. Son bir kez gözlerini açıp adamın suratına bakmak istedi, sadece son bir kez. Yapamadı. Sadece koltuğun gıcırdama sesini duyuyordu. Yutkundu. Teşekkür etti her şeye, en çok da şekerlere... Ama sessizce.

Gizem Ünsel


Göresim Geldi Şarıl şarıl akan, dertli pınarı Kana kana içip, göresim geldi Yanındaki koca, yaşlı çınarı Kollarımı açıp sarasım geldi. Mavi göklerine başımı dikip O kekik kokulu kırlarda sekip Davulla zurnayla, halaylar çekip Köyümün sefasın süresim geldi. Çıksam yaylaların en sultanına İmrenip özgürce her hayvanına Kurumuş söğüdün hemen yanına Yatakla yorganı seresim geldi. Boz bulanık olmuş, soğuk bulağın Yosunu bağlamış, kara sulağın Çayırda yetişen, kuzukulağın Tadına bakıp da deresim geldi. Her yemeği bilir, köyüm oymağı Pişirip tavada, peynir kuymağı Yayıkta yayılmış, yağı kaymağı Tandır ekmeğine süresim geldi. Hasret kaldım köyde yaban yazıya Tavşanın peşinde, koşan tazıya Anasını emen, körpe kuzuya Yüksel der; ömrümü, veresim geldi. Kuzukulağı: Karabuğdaygillerden, nemli yerlerde yetişen, yaprakları salata olarak kullanılan, çiçekleri iki evcikli ve kırmızımtırak bir bitki. Tazı: Uzun bacaklı, çekik karınlı, av köpeği. Peynir Kuymağı: Süt yüzü yerine, peynir kullanılarak unla tavada pişirilen bir çeşit yemek. Yazı: Düz yer, ova, kır. Bulak: Kaynak, pınar, yerden bulana bulana çıkan su. Sulak: Suyu olan, suyu bol (yer)

Hasan Yüksel


Bu Kırmızı, Ne Kırmızısı? Şimdi önümde uzun ince bir yol var Baştan aşağıya kırmızı. Yol kırmızı, gök kırmızı, güller kırmızı... Bu kırmızı, ne kırmızısı? Aşk mı, kahır mı? Kimler, kimler geçti bu yoldan? Kim sona ulaştı, kim yarı yolda kaldı? Kimin yanında kimler vardı? Yoksa hepsi yalnız mıydı? Bir gün herkes geçecek mi bu yoldan? Yoksa sadece yolu düşenler mi? Şimdi ben de duruyorum o yolun önünde Kırmızı bir karanfil elimde, Önümde ayak izleri... Yürüyeceğim kimine basarak, Kiminin yanından geçerek. Yürüyeceğim, bitkin düşeceğim Ya yılmayıp yolun sonunu göreceğim, Ya da yolun yarısında kalıp, Kırmızı karanfili koyacağım baş ucuma. Güllerin kokusu burnumda Bu koku aşktan mıdır, kandan mı? Bir yol var önümde, Gök kırmızı, yer kırmızı, gül kırmızı, Elde bir karanfil var, o da kırmızı. Bu kırmızı, ne kırmızısı? Bu yol ne yolu, nerenin yolu? Bilinmez...

Selin Sabcıoğlu


Derinden Bir İz Keder; gözü yaşlı, gamzesiz ihtarın yorgun, yaşlı gözlerinde. Dokunsan da ağlıyor, dokunmasan da ağlıyor. Tuzlu sular göz kapaklarında birikmiş, yüzünde tebessümün derin izleri yok. Kırışmış bir yüzden göz kapaklarının altından geçen sonsuz bir nehir gibi; derin ve bulanık. Yıkanmayan tozlu, siyah saçlar, tuzlu ve acımsı sulara yakışmayan yeşil gözler, elma yanaklar, içki yüzünden kuruyan dudaklar, sigaradan sararmış inci dişler, neydi ihtiyari bu hale getiren şey; aşk mı? Yoksa yoksulluk muydu? Aşk bu kadar zalim olamazdı. Aşk; kalbi, dudağı ve dişleri yok ederdi. Umutları, tebessümleri, gamzeleri, hayalleri, keşkeleri yok edemezdi. Bunun adı olsa olsa yoksulluktu...

Ercan Doğaç

Yok Oluş Yollar, son kez yaşama, ölümle meydan okur Vakit için zorluk çeker bedenler, ruhun kafesine Ne fayda ki, Ölüm bir sarp çukur gibi, çeker ömrü Kalbinden tutsan, yıkılış gibi, siyah güllere solar Sözlerinden çağırsan, vurgun gibi, ak güllere yakar Kırgındır dikenler, kim bilir toprağına, esir kalır hücrede Bedelsiz bırakır yar, yüreğini ebede, yok oluş gibi Serilir arşa özgür ruhlar, cihana saçak yıldızlar gibi


Candır bu devran, Ey Ölüm! Bak! Esir etme benliğine, zulümdür! Kaç! Ölümüne, ölüm ekersin, Ey Ömrüm! Hayatına, sen de bir gün, son verirsin. O zaman anlarsın, sonunun ölüm olduğunu. Şimdi ölümünde ölürken, Nasıl anlarsın ki yaşamı, Ey Ölüm! Sen anlayamazsın ki yaşamı Hiç yaşamadın çünkü... Yaşayanı hep yok ettin, Yokluğuna çalıştın... Bir gün de kendine öl, Ey Ölüm!...

Dr. Abdulkadir Çelik

Özgürlüğüm Adına Seviyorum. Dağları, denizleri, otları, böcekleri, uçan kuşları, kayaları, gökyüzünü. Seviyorum doğayı, mevsimleri. Kardeşliği bilen, yaşayan, yaşatan güzel insanları seviyorum. Umudu çağrıştıran bakışları, umutla iç içe olan davamı seviyorum. Ben yaşamı seviyorum. Özgürlükle alınan nefese mahbup, muhtacım. Kutsal aşka sevdalıyım. Ben doğruldukça hayat bir tokat atsa da yılmayacağım asla. Direnmek de sevdama dahil. Sonuna kadar ebediyen direneceğim. Gökyüzü hatırına, uçan kuşlar hatırına, umutlarım hatırına, özgürlüğüm adına...

Burcu Örlü


Futbol Topu Pazar günleri geç kalkmak, belki de yaşamımın tek lüksüdür. O gün de öyle olmuştu. Kalktığımda eşim mutfakta kahvaltıyı hazırlıyordu. Her pazar olduğu gibi, kahvaltıya oturmazdan önce köşedeki bayiden gazetelerimi, sonra da yolun üzerindeki fırından, daha yeni çıkmış sıcacık simitleri alıp, eve dönmüştüm. Bir diğer pazar keyfim de kahvaltı masasında gazete okumaktır. Bu nedenle bu pazar kahvaltıları hep uzar da uzar, ben sofradan kalkarken vakit neredeyse öğleyi bulur. O gün de yine öyle olmuştu, kahvaltıyı henüz bitirmiş, elimdeki keyif çayım ve gazetemle biraz önce, mutfaktan salona geçmiştim. Bir süre sonra tam gazetedeki o heyecanlı yazı dizisine dalmıştım ki, müthiş bir patlama ile yerimden fırladım. Sanki bir şey infilak etmişti. Ne olduğunu hiç anlamamış fakat çok korkmuştum. Şaşkınlıktan bir süre yerimden kalkamamıştım. Elimdeki çay bardağı halıya devrilmişti. Paramparça olan, salonun o büyük pencere camının kırıkları her yere dağılmıştı. Bir süre sonra salonun köşesindeki sehpanın altına yuvarlanan siyah beyaz renkli futbol topunu görünce mesele anlaşılmıştı. İçgüdüsel olarak önce topa doğru bir hamle yaptım. Sonra da elimde top, hışımla pencereye yöneldim. Gördüğüm manzara beni hiç şaşırtmadı. 11-12 yaşlarında veletler okulun bizim eve bakan arka bahçesinden, ön bahçesine doğru kaçışıyorlardı. Bir kısmı ise çoktan binanın ön tarafına ulaşmışlardı bile, onların ancak sesleri duyuluyordu. Bizim ev bu semtin ortaokuluna komşudur. Okulun esas bahçesi ön taraftadır ve oldukça geniştir. Bayramlarda, hafta başlarında törenler hep o ön bahçede yapılır. Ne var ki bu büyük ön bahçenin tam ortasındaki Atatürk büstünün geniş kaidesi, biraz ötedeki zeytin ağacı ve kenarlardaki taflanlar bu bahçeyi futbol oynamak için uygun olmayan bir alan haline getiriyordu. Bu yüzden mahallenin çocukları futbol oynamak için bu bize yakın olan arka bahçeyi ve doğal olarak da öğretmenlerin okulda olmadığı pazar günlerini tercih ederlerdi. İşte bu çocuklar, o çocuklardı. Yani benim salonun o büyük camını indiren ve hepsi sırra kadem basan. Ama o da ne? Aşağıda 8-9 yaşlarında kısa pantolonlu, kumral, bacakları çırpı gibi, çelimsiz bir velet, o kocaman korku dolu çocuk gözleri ile bana bakıyordu. Hiçbir şey söylemeden, hiç hareket etmeden, hatta hiç kıpırdamadan. Başını omuzlarının içine çekmiş öylece bakıyordu. Konu anlaşılmıştı. O bakışlar bana bir yerlerden tanıdık geliyordu; bu çocuk o topun sahibi idi! Bu oğlan çocuğu bir an beni aldı ve ta çocukluk yıllarıma götürdü.


Bizim çocukluğumuzda bırakın şimdiki gibi elektronik, uzaktan kumandalı, pilli oyuncaklarla oynamayı, şöyle sıradan herhangi bir oyuncak sahibi olmak bile ayrıcalık sayılırdı. Bu yüzden çoğu özel bir donanım gerektirmeyen saklambaç, birdirbir, çelik çomak gibi sokak oyunlarını tercih ederdik ya da taşlarla oynanan, dama veya benzeri çeşitli oyunlar oynardık. Bu oyunlar için ihtiyacımız olan mekanlar ise alabildiğince sahiplendiğimiz sokaklardı. Tabii büyüklerden biri bizi oradan kovana kadar. İlla ki bir oyuncakla oynamak isteyenler de kendi oyuncağını kendisi üretmek zorundaydı. Mesela bir telin bükülmesi ile elde edilen uzun direksiyonu ile yönlendirilen, iki veya dört tekerlekli arabalar o dönemin gelişmiş teknolojik oyuncakları sayılırdı. Uçurtmalarımızı da unutmamak gerek. Onların da kendimizin yapabildiği ya da büyüklerden yardım istemek zorunda olduğumuz değişik modelleri vardı. Her neyse. İşte o zamanlar bir futbol topuna sahip olmak inanılmaz bir ayrıcalık, anlatılmaz bir keyif demekti. O dönem bütün yaşıtlarım gibi ben de hep bir futbol topuna sahip olmanın hayallerini kurardım. O yıllar bizim kasabada öyle futbol topu, spor malzemeleri satan mağazalar falan yoktu, zaten benim de hiçbir zaman o topu satın almaya yetecek param olmamıştı. Bir gün babam rahmetli annemin rahatsızlandığını, İzmir'e doktora gitmek zorunda olduklarını, belki bir ameliyat gerekebileceğini anlattı. Beni onlar dönene dek bir komşumuza bırakmayı düşündüklerini söyledikten sonra, artık büyüdüğümü ve bana çok güvendiklerini ilave etti. O güne dek hiçbir zaman yabancı bir evde, anne babamdan uzak kalmamıştım. Babamın benden bir cevap beklediğini fark etmiştim. O her ne kadar artık büyüdüğümü, bana güvendiğini söylese bile, aslında o süre içinde bir sorun yaratmadan o komşularda kalıp kalamayacağımı merak ediyordu. Ben de kalabileceğimi söyledim ve fırsatı kaçırmadım: "Ama bir şartla". Bu şart tabii ki bana İzmir'den getirecekleri bir futbol topu idi. Herhalde 7-8 yaşlarında filan olmalıydım. Komşularla bir sorun yaşamadım. Benim aklım annemin rahatsızlığında falan değildi. Annemlerin İzmir'den dönüşü bir türlü gelmek bilmedi. Aklım sadece rüyalarıma giren o futbol topunda idi. Bizimkiler bir süre sonra döndüler. Beni komşudan almaya geldiklerinde ilk sorum tabii ki hemen "Topumu aldınız mı?" olmuştu. Bana topumu getirdiklerini söylediklerinde sevinçten uçuyordum. O dakikadan itibaren bir an önce evimize gitmek ve topuma kavuşmak istiyordum. Oysa ki beni misafir eden komşularımız annemin sağlığını merak ediyorlar ve iki çift laf etmek istiyorlardı. Benim ise buna hiç tahammülüm yoktu, onları konuşturtmuyor, bir an önce topuma kavuşmak istiyordum. Eve dönmek için dakikalar geçmek bilmedi. Bir süre sonra evimize vardığımızda karşılaştığım ise futbol topu değil, o çocuk dünyamın ilk büyük düş kırıklığı idi. Top falan yoktu! Kandırılmıştım. Yıkılmıştım. O yıllar hep o olmayan futbol topunun özlemi ile geçti. Özlem sözünü biraz açmalıyım. Ben yaşıtlarıma göre daha ufak tefek, kısa boylu ve


çelimsiz bir çocuktum. Söz gelişi bizim sokakta futbol oynamaya karar verilmiş olsun ve benimle birlikte toplam yedi kişi olduğumuzu varsayalım. Eğer bizim takım altı kişiden oluşacaksa, orada bana çaresiz yedekliğe razı olmak düşerdi. Benim takıma girip, futbol oynayabilmem için ya birinin oyundan bıkmasını ya da annesinin çağırmasını beklemem gerekirdi. Eğer benimle birlikte toplam altı çocuk isek, o zaman benim de futbol oynama şansım olurdu ama sadece kaleci olarak! Çünkü kural, en çelimsiz olan çocuğu kaleye koymaktı. Oysa benim değişmez rüyam ileride oynamak ve goller atmaktı! İşte hem çelimsiz olup, hem de ileride, daha doğrusu her yerde oynamanın bir tek istisnası vardı: Futbol topunun sahibi olmak! Futbol topunun sahibi olan çocuk, otomatik olarak takımın da kaptanı olurdu. O bırakın istediği yerde oynamayı, canının istediği çocuğu oynatmak ya da istemediğini takımdan çıkartmak gibi üstün yetkilere sahip olurdu. Kim istemezdi ki böyle "Ali kıran başı kesen" olmayı. Ama dedim ya benim için bunun tek şartı bir futbol topuna sahip olmaktı. Biz futbol oynamaya giderken bütün donanımımızla birlikte tam tekmil giderdik. Balmumu, ip, büyük yorgan iğnesi, iç lastiği yapıştırmak için yama, solüsyon ve zımpara kağıdı.. Oyunun en heyecanlı yerinde top mu patladı, ne keder? Topun meşin olan dış kısmını yorgan iğnesi ve balmumlu iple hemen oracıkta diker, sonra oyuna devam ederdik. Ya da iç lastik mi patladı? Sorun değil. Önce delik kısım ve yama güzelce zımparalanır, sonra solüsyon sürülürdü. Biraz bekledikten sonra, lastik yama patlayan yere yapıştırılırdı. Yamanın kuruduğuna emin olduktan sonra iç lastiği tekrar yerine yerleştirir ve onu şişirmeye çalışırdık. Lastik balonun 5-6 santimlik ince lastik borusu ağızdan ağza dolaşır ve o küçücük çocuk ciğerlerimizle, gözlerimizin önünde yıldızlar uçuşana dek, bütün gücümüzle o iç lastiği şişirirdik. Bu lastik balonu yeterince şişirdikten sonra o lastik boruyu ikiye büküp, sağlam bir iple bağlar ve meşin dışlığın içine yerleştirirdik. Daha sonra sıra topun ağzını bağlamaya gelirdi. Bunun için de birimiz dışarıdan topun ağzını iki yandan bastırır, diğerimiz de o boruyu iyice içeriye teptikten sonra topun sırımını sıkı sıkı bağlardı. Böylece işlem tamamlanmış olurdu. Olurdu da olmasına bu, ağızla şişirilmiş bu top, ciğer gibi olurdu. Yerden en fazla 50-60 santim yükseğe zıplardı. Bu et gibi yumuşak topla oynamanın hiç tadı olmazdı. Aslında bu topu şişirmenin doğru adresini hepimiz çok iyi bilirdik: Bisikletçi Hakkı Usta! Bu futbol anıları arasında rahmetli Hakkı Usta'yı hatırlamamak büyük vefasızlık olurdu. Evet doğru adresi bilirdik bilmesine de, işin kötü yanı bunun için tam 5 kuruşa sahip olmak gerekirdi, bu da elbette her zaman mümkün olmazdı. Bu yüzden bizim Hakkı Usta'ya karşı geliştirişmiş usta kaçış planlarımız olurdu. Top şişirilirken içimizden iki kişi topun başında dururdu. Tabii Hakkı Usta da onların başında olurdu. Top şişer şişmez o çocuklardan biri topu 3-4 metre ötede bekleyen öteki çocuğa fırlatırdı, o da 5-6 metre ileride bekleyen bir diğer çocuğa. Burada önemli olan yangında ilk kurtarılacak


eşya misali öncelikle topu kurtarmaktı. Hakkı Usta başına geleceği önceden bildiği için, tedbiri elden bırakmaz ve daha biz kaçamadan hamlesini yapar ve çoğu kez o da topu şişirten ilk çocuğu yakalardı. Yani zaman zaman içimizden birimiz Hakkı Usta'da rehin kalırdık. Ama o kadarcık kayıp vermeye biz çoktan razı idik. Önemli olan topu kurtarmaktı. Hey gidi Hakkı Usta. Bir de yeri gelmişken "potinlerimizden" söz etmek gerek. O yıllar hep lastik-potin ya da lastik-mest giyilirdi. Yaşlılar daha çok keçi derisinden yapılan siyah renkli mestleri tercih ederdi. Bu mestler özellikle kışın namaz için abdest alırken onlara büyük kolaylık sağlardı. Çocuklar ve gençler daha çok lastik-potin giyerdi. Potinlerin rengi gülkurusu olurdu ve ayak bileğine kadar olan bağcıkları ile ayağı tamamen sarardı. Potin bir kere çok sağlıklıydı, ayağı sıcak tutardı. Eve girerken lastiklerimizi kapının önünde bırakır, içeriye potinlerimizle girerdik. Bu lastik-potinlerin tek sakıncası ağır oluşu, bu yüzden futbol oynarken ve koşarken zorluk çıkartmasıydı. Onun da kolayı lastikleri çıkartmaktı. O potinlerle topa vurmak ne de keyifli olurdu! Çamurlu potinlerle eve döndüğümüzde, bunun faturasının annelerimizden bir güzel dayak yemek olduğunu hepimiz çok iyi bilirdik. Ama o canım potinlerle gol atmak onca dayağa değerdi doğrusu. Hey gidi günler. Topun sahibi olmak gibi bir ayrıcalığa erişebilmek için sünnet olmaya kadar beklemem gerekti. Sünnet olduğumda 11 yaşındaydım. Sünnette bana takılan paralar küçük bir servet oluşturmuştu: Tam 52 lira! Daha da güzeli bu servet tamamen benim kontrolüm altındaydı ve onu özgürce kullanabilirdim. Bu para ile ne yapacağımı sormaya bile gerek yoktu tabii. Nihayet rüyalarım gerçek olacak ve artık benim de bir futbol topum olacaktı. O yıllar bizim kasabada spor malzemeleri satılan bir mağaza olmadığından söz etmiştim. Bu nedenle futbol topu satılan bize an yakın kasaba olan Soma'ya gitmemiz gerekirdi. O sıralar siyasal bilgilerde okuyan, sonraları çok genç bir kaymakam iken kaybettiğimiz bir akrabam vardı, Eşref ağabey. Onu beni Soma'ya götürmesi için ikna ettim. Soma'da en güzel futbol topunu seçtik ve gözümü kırpmadan 27.5 lirayı ödedim. Artık takımın hem kaptanı, hem teknik direktörü, hem de malzemecisi bendim! Takımda kimin oynayıp oynamayacağına artık ben karar verecektim. Ve bütün diğer çocuklar benimle hoş geçinmek zorundaydılar. Dünyalar benim olmuştu. Heyyyt be! Yazık ki benim bu en parlak dönemin çok uzun sürmedi. Bir gün eve geldiğimde kapıyı açan olmadı, annem evde yoktu. Büyük ahşap bahçe kapısının aralanmış yarıklarından baktığımda bir de ne göreyim? Benim top orada bahçenin ortasında duruyordu. Ama bu top sanki benim topum değildi, ezik büzüktü, havası sönmüş gibiydi. Bir tuhaflık olduğunu anlamıştım. Hemen komşu eve daldım, yüksek bahçe duvarına tırmandım ve kendimi bizim bahçeye salıverdim. Bir de ne göreyim? Annem futbol topumu bir Diyarbakır karpuzu gibi dilim dilim doğramıştı.


Kim bilir o gün yine ne yaramazlıklar yapmıştım. Artık takımın kaptanı ben değildim! Göz yaşlarım topumu ıslatıyordu. Bir daha hiç sünnet olmadım. Bir daha hiç futbol topum olmadı. Ve rahmetli anamı ölene kadar hiç affetmedim. İşte şimdi elimde tuttuğum bu top, beni aldı ve artık çok ötelerde kalmış çocukluk yıllarıma götürdü. Topum, anam, Eşref Ağabey, Hakkı Usta.. şimdi hepsi bir bir gözlerimin önümdeydi. Oğlan çocuğu hala öylece bakıyordu. Kıpırdamadan, konuşmadan, yalvarmadan ve hiçbir hareket yapmadan. Çocuk bu ikinci kat penceresinden gerçekte olduğundan çok daha küçük görünüyordu. Başı omuzları arasında kaybolmuş gibiydi. Bakışlarındaki endişe o güzel çocuk yüzüne yayılıyordu. Elimdeki topu ona doğru uzattım. Topunu görünce gözleri ışıdı, yüzünde bir sevinç dalgası dolaştı. Önce topa, sonra yine çocuğa baktım: - Topunu sana atarım ama bir şartla. Çelimsiz velet öylece bakıyordu. Şaşkındı. O siyah çocuk gözleri şimdi daha da irileşmişti. Sadece kaşlarını kaldırdı. Yüzüme, şaşkınlıkla, hayretle "Yani nasıl bir şart?" dercesine baktı. Ve o en saf, en çocuksu bakışlarla sorulmuş soruya cevap verdim: - Beni de takımına alırsan!

Ümit Evran

Gece Gece Kar dört yanı uçsuz bucaksız bir kefenle kaplamıştı. Uğursuz bir rüzgar deprem gibi sağa sola saldırıyordu, üstümüzde karanlığı giyinmiş gökyüzü, ardımızda kulak zarımızı zedeleyen rüzgar bizi adeta canımızdan etmişti. Annem ve küçük kardeşim daha çok tedirgindi. Korku onları içine hapsetmişti. İrem anneme sarılmıştı ufacık gövdesiyle. Gözleri şiş, saçları sarı, ufak tefek bir şeydi kardeşim. Korkusu kuşkusuz ondan daha iri yapılıydı. Amansız kış mevsimini bütün günahlarıyla beraber yakmaya hazır sobamız, cehennem gibiydi. Patlamamak için kendini zor tutuyordu.


Odamızın her yanı bir sımsıcak cennet köşesiydi adeta. Güzel lavanta kokusu burun deliklerimi sollayarak göğsüme kadar gelmişti.. İçime çektikçe içimi açıyordu. Çatısı olmayan, damı akan kim bilir adı unutulmuş hangi ustanın nasırlı ellerinin eseri tahta penceremizden kar boran hiç de romantik görünmüyordu. Damdan gelen su sesi; bozuk, notasız enstrüman gibi ne göze hoş ne de kulağa hoştu.. Gaz lambası söndü sönecek, kendisinin gölgesine dönüşmek üzereydi, bize de kendisine de faydası yoktu. Karanlık içimize karanlık saçıyordu... Çeşme var da su yok, köy hali ne olacak.. Şehir ağır gelmişti, egzoz gazı içimizi duman etmişti, kornalar kulak ayarımızı bozmuştu, sahte insanlar da hayatımıza ağır gelmişti... Bizi buraya sürükleyen de onlardı.. Egzoz gazındansa lavanta kokusu daha iyi geliyordu, kornalardansa damdaki su sesi kulaklarımızı açıyordu, sahte insanlardan yalnızlığa çıplak ayaklarla koşuyorduk. İçimiz içimizde kalıyordu hiç değilse, orta şekerli kahve ise tuzlu su tadı veriyordu.. Tahta pencereden içeri giren soğuk, sobayı daha çok aleve tutuyordu. Annemin gözü "elmas" gibi parlıyordu, köy hayatı onu daha çok yıpratmıştı. Soğuk sudan elleri kırışmış, omuzlarına, ayaklarına derin ağrılar girmişti. Derin ağrılar, derin acılar… Derin kuyular kadar dipsiz anılar… İlaç olsam da şifa olsam ağrılarına, sıcak su olsam da ellerindeki kırışıklığa merhem olsam... Olamadım… Kalp ağrılarıma merhemler yazdım, eski çiçekli, kırmızı desenli pinterest koltuğunda.. Gözlerimin perdesi aralanırken ara ara. Yorgun'um hiç olmadığı kadar, dertliyim hiç olmadığı kadar.. Kime yanmalı kime ağlamalı, ufacık gövdesiyle bir "serçe" olan küçük kardeşime mi yoksa benden daha yorgun benden daha dertli olana anama mı yanmalı...? Kesmeyen sigara, kesmeyen içki ve beni asla açmayan kahve.. Dostlarım bilir, varsa yoksa kırmızı şişeli aslan şekilli İran yapımı gri nargilemden dumanlar beynimi açar öteden beri.. Ateşi koydukça, yaban mevsimi portakal karışımı tütünüm dilime tadını bırakıp bırakıp uçardı.. Birden bir acı öksürük boğazımda balgam yapıp dilimin tadını bozardı.. Annemi ise tedirgin yapardı.. Kızamayıp söylenirdi kendi kendine.. Onu konuşurken görmek kaşları çatık, içi umut dolu gamzelerini, elmas gözlerini aynı tabloda görmek; hoşuma giderdi.. Kalabalık bir ailenin ortanca, duygusal, içine kapanık genciydim.. Yazsam yazsam bitiremediklerim vardı. Nazım'ın şiir defterini süslü kitaplıktan çıkarır, okur okur açılırdım.. Bir Nazım değildim belki ama birkaç şairlik kelimeler boğazımda sıraya girerdi.. Tükenmeyen kalemlerim bitmeyen kağıtlarım vardı masada. Yazdıkça gülüyor, yazdıkça ağlıyor, duygusu


kalemi sıkıca tutmama itiyordu... Keşke çok kahve içseydik de dostlarımla kırk yıllık hatırı doldursaydık.. Ne ince belli bardaklarda çay ne de rakı sofrası bir denge kurdu. Yalnızlıkta annemin yaptığı çok şekerli kahveyi yudumluyorum şimdi; keşkelerin keşkesine sığınarak... Düştük, düşeceğiz; kalkmak zor olur, yeniden başlamak güneşi, ayı geri teper; gündüzü geceyi birbirine düşürmek olur... Keşkenin merhametine kaldık! Gece gece yine sövdük sevdiklerimize, bol şekerli kahve de kurtarmaz artık onları.

Ercan Doğaç

Ben Bu Vatan İçin Şehit Oldum Ana Ben bu vatan için şehit oldum ana Basma ne olur yüreğine mezar taşlarını Ağlayıp ta güldürme düşmanlarımı Yolma sakın o ak düşmüş saçlarını Ben bu vatan için şehit oldum ana Yurdumda gezdirmesinler diye kirli ellerini Kirletmesinler benim vatanımı Gerçekleştirmesinler düşmanlarım emellerini Ben bu vatan için şehit oldum ana Bizim için şehit olanlar gibi, Sakarya da Benim gibi, canı pahasına direnenler Destan yazmadı mı Çanakkale de, Kütahya da Ben bu vatan için şehit oldum ana Almadı düşmanımın bin kurşunu bedenimden canımı Yurduma ihanet edenin değerse bir kurşunu Akıtıverir o zaman bu yaramdan kanımı Ben bu vatan için şehit oldum ana Şu yurdumun her karış toprağında Tomurcuk tomurcuk sevgi gülleri açsın diye Kelebekler uçsun konsun diye her bir yaprağında

Hasan Yüksel


Başlangıç Her zaman başlanılması gereken bir nokta vardır. Hepimiz merak ederiz, ne kadar ilerlediğimizi görmek için uğraşır dururuz. Hangi şartlarda ya da hangi yöntemlerle ilerlediğimizin bir önemi olmadığı söylendi bize. Her zaman ileriye doğru gitmeliydik. Hatta yerimizde saymamız bile olumsuz bir durummuş gibi gösterildi. "Eğer yerinizde sayıyorsanız, geriye doğru gidiyorsunuz demektir." Keşke... Keşke bir miktar da olsa geriye doğru gidebilme şanslarımız olsaydı. Evet bu bir paradoks. En ufacık bir değişiklik mevcut tüm düzenin yok olmasına sebep olabilir. Doğru, haklısınız. Yüzyıllar boyu süregelen bu öğütler, bize aktarılanlar, sözde edinilen tecrübeler, hepsi o anın içindeki acıdan kurtulmak için değil mi? Bize hep mutluluğun düşleri kurdurulmadı mı? Acını unut, yaranı kapa. Hatanı boş ver, herkes hata yapar. Düşersen kalkarsın... Dibe batmanın en güzel yanı, gidilecek tek yön yukarısıdır. Hayır! Yalan. Hepsi yalan bunların, aldatmaca! İçimizi kemiren uğursuzlukların uydurduğu safsatalar birikintisi. Yüzyıllar geçti, hiç yüzleşmedik acılarımızla gerçekten. Yaralarımızı sarmak için neyin gerektiğini öğrenemedik bir türlü. Hatalarımızı yüzümüze çarpa çarpa edinmeliydik tecrübe dediğiniz olayı. Acımalıydı canımız, kaçmamalıydık acıdan. Bütün klişeler birer yalan. Yalanlar aldatmaca. Aldatmacalar karabasan ve karabasanlar tüm doğruların asıl yüzleri... Size bir soru. Kırlangıçlar neden uçar? Buna verilebilecek bir sürü cevap var. Hatta birkaç yalanla bu seçenekler çoğaltılabilir bile. Ama hangisi gerçek? Kimin dediğine bakıp gönül vermeli? Bir şeyi aramak için neden bu kadar çok soru sormak gerekir ki? Nihai olan bizi bulur nasıl olsa. Bizi asıl yanıltan aradıklarımızdır durmadan. Yaşadığımız acılar gerçektir. Kalbimize çöken ağırlık, göğüs kafesimizi sıkıştıran nefestir asıl olan. Düşünceler zihne hücum ederken parmak uçların karıncalanır. İşte o an konuşmaktadır bedenin seninle. Boğazına çökenler hatırlatır tüm yaşanmış sahneleri sana. Göz bebeklerin şimdiki zamandan çok daha geriye gider. Bak der, bak neler yaptın! Bu sensin bak! Bil kendini, kabullen... Sonra bir anda bir şey olur. Aklına bir fikir düşer. Benliğin, devreye girer ve tam her şey sonuca bağlanacakken ahmakça bir düşünce eker zihnine. "Herkes hata yapar boş ver"... Ve göz bebeklerin sana ihanetin en büyüğünü yapar acını unutturmak için. Ellerin yeniden gülümser etrafa. Sırf sen o acını unut diye. Sanki bir tek sen mi vardın yeryüzünde sorunlarla boğuşan... Mitolojik bir sesle fısıldar "unut" diye.


Kaçmaya başlarsın sonra. Kaçmak? İnsan kendi ayaklarından kaçabilir mi? Kendimizi savurduğumuz o yollar, biz yürümedikçe eskir mi sanki? Mühimdir başlangıçlar. Ama acısını bilip yaşayanların başlangıçları. Kendi ile yüzleşip o içindeki canavarı tanıyanların başlangıçları. Hakikattir asıl olan. İnsanın genzini yakıp, benliğini kavursa da tek mühim olan odur. Kişinin hakikati... Ruhun hakikati...

Gizem Ünsel

Bana Biraz Zaman Ver Bana biraz zaman ver Gitmem lazım, kendimden bile. Bana biraz zaman ver, Dizleri kanamış çocuk kalbimin Yaralarını sarmam gerek. Bana biraz zaman ver, Yalnızlığın yükü ağır gelir omuzlarıma Silkinip kalkmam gerek. Bana biraz zaman ver, Yıldızsız kalmış gecelerime Yeni yıldızlar serpmem gerek. Ne olur bana biraz zaman ver, Avuçlarımdaki hayal kırıklıklarını Ayıklayabilmem için Ve ellerini daha sıkı tutabilmem için Bana biraz zaman ver...

Selin Sabcıoğlu

Esaret, Özgürlüğü Bağlar mı? Ey Adem oğlu! Sakın ha, biçare bakma hayata Nasıl da çarpar kalbin, cihana volkanlar gibi Bir ateş çemberi sanki dolanır ruhuna elbet Nasıl kanar ki, artık vicdanlar toprağa Vatandır bu, yer gök iner mi ki teke? Atandır Adem, (a.s) yoktur ezelden öte gayrı Depremler yıksa da dünyana ayrı Diner mi ki artık, acılar son ana?


Şimşekler yakar arşa, değmez ruha bedel Esaret, özgürlüğü bağlar mı ki hiç? Bir ömür asla geçemez, eziyete O an olur isyan güneşi, yanar zillete Ey Adem Oğlu! Yüreğine dokun artık Sakın ha! Durgun bakma yaşama Her şeyi yaratan Ya Rab! Bırakır mı ki Ademoğlu'nu salt? Geceler, vatana süvari bekçi Gündüzler, devrana firari elçi Tutsak kalma, bedene hizmetçi Ecel ruha değse, etmez şikayetçi! Aç avucunu yüreğinle, duanla Mevla'ya Asla ve kat'a, mücrime kanma tekrir İkrar eyle, mutlak bedeni, ruh-u söze takdir Aksın yere cehalet, ilme baksın medeniyet Yek vücud-u lisan olmalı, ruhlar cihana ilelebet Değmesin tene korku, aksın kana cesaret Bilsin yer gök, dalgalansın arşa memleket Olmasın tek hürriyetin, şaha esaret! Ömür kalmaz nefese, özgürlük hakikat Olmaz deme cana! kurban olur can, Allah'a Hicranlar alır çeker yadı, kalır vuslatlara şiarı Buhran hakimiyeti sarmaz asla, kır zincirleri! Gözyaşı dökmesin, kalbe hıyanet Almaz ruhunu, harbe kıyamet Sen düşün cihanı, bir daha olmaz alamet Yaradan'a sığın, olsun metanet Çağlar bedenin ummana, dağlar ruhun semaya Ne olursun, vazgeçme, kanar şehit toprağa Bir gün elbet, cihana doğar şafak Ölüm desen toprak, yaşam desen al bayrak! İstikbal akar, dört çehreden, ak kırmızı bayrağına İstikbal sarar, bin asır devletten şeref sancağına Bir hilal, bir ay yıldız dalgalanır, ülkümle devrana Türkiyem'dir, bu aşk, yoktur başka aşk-ı ilana...!

Dr. Abdulkadir Çelik


İnsanoğlu'na... Muhteşem dünya söyle bana. Bu eşsiz güzelliğini bizimle paylaşıyorsun ve öylesine içten yansıtıyorsun. Peki neden bu kadar kötülüğe de kucak açıyorsun? Yoksa biz insanlar kendi dağıttıklarımızı dünya adı altında mı topluyoruz. Sanırım öyle. Sanırım bu sonsuz gökyüzünü, bu yüce dağları, akıp giden nehirleri, savrulan yaprakları ve bu rengarenk yaşamı solduran biz insanlar oluyoruz. Silah seslerinden korkuyor kuşlar. Gökyüzüne renk katmıyor. Cesetlerden yorulmuş toprak, kardeş kavgalarından, o kanlı ölümlerden yorulmuş, sessizlik savuruyor. Dağlar leşlerin yuvası olmaktan tükenmiş, küfürler yemekten, karanlığa itilmekten yıpranmış. Gözü yaşlı anaları, gözü yaşlı sevdalıları gördükçe nehirler akmaktan utanmış. Ey insanoğlu, hepimiz aynı hamurun mayasıyız! Ne olur sevgiyi yaşayalım korkmadan ve sonsuz. Şiir sevdasında tadalım sevgiyi. Bir gülümsemek tüm buzları eritecek. Tüm sevgi duvarlarını aşacağız o tebessümle. Kuşlar özgürce gökyüzünü keşfe çıksınlar. Dağlar tüm insanlığı sarsın, rengarenk çiçekleri barındırsın. Nehirler... Aşklara şahitlik eden nehirler.Aksın tüm coşkusuyla. Bulutlar çocukken benzettiğimiz o esrarengiz varlıklarla güldürsün yüzümüzü. Sevda... Yüreklere gel. Barış... Güzel ülkeme gel. Gel ey kul! İnsanlığa gel.

Burcu Örlü


Bekliyoruz Gece saat 02:10, tansiyonum 15/8, nabzım 80 ya da 90, kalbim eski metal köstekli saat gibi durdu duracak, ruhum dar bir sokak gibi. Dokunsalar da ağlasam kirli, tek yataklı penceresiz, lambasız odamda. Dokunan yok ki gözümdeki teri atsam, tansiyonum düşse... Kalbim, nabzım normal olsa; ağlasam ağlasam bitmez. 56 buçuk gün oldu ölüp ölüp dirilmek. Birine sarılmak, birine ağlamak, 56 buçuk gün oldu, güneşi, ayı görmeden uyumak. Karanlıkta ölüp uyanmak, zor geldi düşüncesi temiz adama. Zor geldi ruhu aydınlık adama... Kalbi, nabzı normal olan adama zor geldi. Güneşi, ayı tatmadan her gün boğularak ölen adama uyanmak da zor geldi. 57. oldu ya, saat durdu ya gece çöktü; içerisi de beni yakar dışarısı da beni yakar dostlarım. Duvarlardaki derin çizgiler takvim yaprakları gibiydi adeta. Bitmek bilmeyen günlerimi paslı çivilerle iz bırakıp bırakıp, günlerimi öyle sayıyordum. Sabah güneşinin habercisi olan saatime bakıp çizgimi peşin peşin delik deşik ediyordum, bir an önce bitse de bir sonraki göremediğim günümün güneşi doğsa; çünkü gecelerin ve benim saatlerle pek aramız yoktur, geçmek bilmezdi. Herhalde düşüncelerim birilerinin canını almıştı. Dile kolay 4 sene 2 ay yemiştim; yasaklı düşüncelerimi dilime doladığım için değilde, kasten adam öldürme suçundan yargılanıyor gibiydim. Hakimin sevgilisiyle güzel bir akşam yemeği geçirmenin heyecanı ve aceleci tavırları vardı. Cezayı ayak üstü kesip gitmişti. Konuşmak için sıra gelmedi ne avukata ne de bana. Gerçi konuştuğum için buradaydım da; orası da ayrı konu... Düşünce özgürlüğünün çatısı altında yaşayıp da özgürce söylemediklerim vardı ya; onlar da bedenimin bir köşesinde saklı duruyordu. Yaşadığım, gördüğüm ne varsa vicdanımın yanına almıştım. Hem yazıyor hem de sövüyordum; boş sebepler yüzünden yüzlerce insanı katleden canilere, ana avrat selam yolluyordum kalemimle. Burada da karışamazlar ya yazdıklarıma, söylediklerime, kalemime, kağıdıma, ... kime, neye, nasıl yazacağıma, söveceğime! Bir ben mani olabilirdim. İnsanın fikri neyse zikri de odur derler ya tam da öyleydim... Vicdanım, kalemim konuştukça kendime yanmayı bırakmıştım. Ne kirli yatağıma ne de penceresiz karanlık odama şikayet etmiyordum. Kirli olan o kadar şey vardı ki yatak tertemiz kalırdı.


Farklı biri olduğumu 16 yaşındayken; günden güne ölen yüzlerce masum insanı yok ettiklerinde sebep olanları vicdanımda asmak için yemin ettiğim gün anladım. Bu, beni ben yapmıştı. Bedenim ruhuma şık gelmişti. Kalbimin, vicdanımın, beynimin göz kapakları daha çok açılmıştı. Bedenime yakışmayan 3 maymun rolünü de beceremezdim... Hep gördüm, hep duydum, hep de bildim. Ve çok da yandım... Bu 5 parmağım kopsa da herkes aynı adalet suyundan içse. Herkes aynı kervanda ilerlese. Ne su ne çeşme ne de kervan yüklü adaletler kaldı. İnsan gibi yaşamak yaşatmak için kimler neler vermezdi ki... Evlat acısını çeken anne evladından başka her şeyi vermeye hazırdı. Kardeşini, ömrünü, canını kaybeden ben; insan gibi yaşamak için hep hazırdım. Anasını, babasını kaybeden evlat neleri vermezdi ki! Hep hazırdık... Ölü bedenlerle mezarları süslemekten zevk alanları, adaletin derin okyanusunda boğulmaları için yana yana BEKLİYORduk...

Ercan Doğaç

Delirmenin "Hoşgeldiniz" Aşaması Bir süredir sadece noktayım. Tekerlek gibi etrafında turladığım düşüncelerim yüksek miktarda güneşe maruz kaldı. Malum güneyde yaşamak terletir. Gökyüzüne her baktığımda turuncu turuncu yuvarlaklar görüyorum. Uzanıp tek tek patlatıyorum hepsini. Amanın nasıl bir patlatma hemde. Ben dokundukça çoğalıyorlar ama sanki, bitmek bilmiyorlar bir türlü. Şuursuzca bunu kendime iş ediniyorum. Hepsini patlatmalıyım! Ben! Sadece ben yapmalıyım bunu. Yerimden kalkıp koşmaya başlıyorum. Korkma hanım ablacım, delirmenin 'hoşgeldiniz' aşamasındayım henüz. Zararım dokunmaz. Bak bak! İleride daha fazla var o yuvarlaklardan. Keşke daha hızlı koşabilsem, ayaklarım bana ihanet ediyor.


Cezalandırmak istiyorum onları. Sağa sola bakınıyorum nefes nefese. O da ne! Hayır hayır, canım acır! Daha da sinirleniyorum. Nereden geldi bu fikir aklıma? Bu sefer aklıma kızmaya başlıyorum. Lanet olasıca lanet! Lüzumsuz düşünceler efendisi mübarek. Nefesim bitiyor en sonunda, durmam lazım. Ah bir elime alsam şu vücudumun kontrolünü. Güya bana bağlı ellerim ve ayaklarım. Tabi tabi! Bu benim içimdeki var ya çok fena haberiniz olsun. O istemeden burnumu bile karıştıramam. Halbuki ne güzeldir burun karıştırmak. Her seferinde parmağımı biraz daha ileri sokmak için uğraşırım. Bilirim oradan beynime bir yol var çünkü. Bir ulaştım mı tamamdır. O sidikli anıların hepsini parmağımın ucuna dolayıp, çıkarıp atacağım burun deliklerimden. Ah bir izin verse şu içimdeki, ben halledeceğim her şeyi. Sanırım aramızda biraz güven problemi var. Neymiş efendim, banyodayken neden küvetin içinde hopluyormuşum? Yahu nasıl bilemez bunu anlamıyorum. Hopladıkça günahların dökülür... Benim de öyle bir suçum var ki, kocaman. Bu yüzden her banyoya girdiğimde hoplamalıyım, kurtulmam lazım. Çok acıtıyor çok. Ama içimdeki diktatör zibidi bunu anlamıyor. Varsa yoksa kurallar! Bir gün göl kenarında oturuyorduk bununla. Yine bana emirler yağdırıyor. Ne sustan anlıyor ne de gitten. Resmen belalım, her adımıma dolanıyor. Dedim ki 'bak şu göle girer ikimizi de özgür bırakarım'. Vay efendim bunu nasıl dermişim, yaşamam lazımmış, daha boy boy sıpalarım olacakmış. Onları kucağıma aldığımda mutluluktan burnumu karıştırmayı bile unutacakmışım. Mışım da mışım. Olacak iş değil! vallahi deli olan o, ben değilim. Hala nasıl ona katlanıyorum, bilemiyorum. Neyse. Soluğum yavaştan yerine geliyor. Şu yuvarlaklar kaybolmadan işimi bitireyim. İşe koyulmadan önce ufacık bir sır vereyim size. Eğer etrafınıza bakınca yuvarlaklar görürseniz peşlerinden gidin, yalnız bırakmayın onları. Özellikle turuncu olanları. Onlar en kırılganları çünkü. Hadi öpüyorum ben, daha patlatılacak bir sürü yuvarlak var!

Gizem Ünsel


Garip Bir Soygun Hikayesi Çoğu orta halli aile gibi Rıdvan Bey de yılbaşını her sene çoluk çocuk ailece kutlardı. Bu yılbaşı da diğerlerinden pek farklı olmamıştı. Farklı olan tek şey bazan onların bir komşuya gitmeleri, bazan da yakınlarının ailecek onlara gelmeleri olurdu. Bu yılbaşı akşamı da bunlardan biriydi işte. Akşama doğru bacanağı Kazım ve karısı ellerinde hazırladıkları yemeklerle çoluk çocuk eve doluşmuşlardı. İki çocukla dört onlar, üç çocukla beş de bizimkiler biraz sıkışık da olsa yuvarlak yemek masası etrafındaki yerlerini almışlardı. Önce çorba sonra hindi, sonra soğuklar, tatlılar.. derken yemek faslı bitmişti. O ara bir küçük rakıyı yalnız başına tüketen Kazım da bir hoş olmuştu doğrusu. Büyükler televizyon izlerken çocuklar tombala diye tutturmuştu. En çok da Aslı. Aslı Rıdvan Bey’in üç numarası oluyordu. Şirin mi şirin bir kızdı. Bir de muzır mı muzır. Hele bir şeyi tutturmaya görsün, elinden kurtulmak imkansızdı. Tombaladan sonra sıra önce çerez, sonra çay faslına gelmişti. Yeni yıla girildiğinde herkes birbirini kutlamış, bir süre sonra küçükler uyuklamaya başlayınca da misafirler vedalaşıp ayrılmışlardı. Telefon çaldığında Rıdvan Bey çok derin bir uyku içindeydi. Odanın perdeleri tamamen kapalı olduğu için günün ağarıp ağarmadığının farkında değildi. Yatağa yattığında herhalde horozlar çoktan ötmeye başlamıştı bile. Telefonun zili çalmaya devam ediyordu. Rıdvan Bey karanlıkta el yordamıyla ahizeyi bulmaya çalıştı. Nihayet telefonun bilmem kaçıncı çalışında, bir gözü kapalı seslendi: "Alo.. Buyrun." Karşısındaki dükkan komşusu saatçi Yaşar'dı. Yaşar'ın dükkanı Rıdvan Bey'in eczanesinden bir sonraki dükkandı. Yaşar hiç hal hatır sormadan lafa girdi: - Komşu çabuk.. Hemen buraya gelmelisin! Senin eczaneyi soymuşlar. Rıdvan Bey hala sersemliği üstünden atamamıştı: - Saat kaç? - Dokuza geliyor. Ama Rıdvan Bey bırak saati filan da bir an önce gel buraya, dükkanını soymuşlar, dükkanını. Rıdvan Bey eczanesinden dükkan diye söz edilmesinden hiç hoşlanmazdı. Öyle ya burası bir eczane idi ve bir eczanenin herhangi bir esnaf dükkanından bir farklı olması gerekirdi. Ama bu sefer o hiç hazzetmediği kelime onda bir şok etkisi yaptı! Yataktan öyle bir fırladı ki ahizeyi elinden düşürdü:


- Dükkanı mı? Ne diyorsun? Yaşar nasıl olmuş bu iş? - Ben çok mu biliyorum Rıdvan Bey? İşte biraz önce benim dükkana bir uğrayayım demiştim. Bir de ne göreyim senin cam kırılmış, kapı aralık. İşte şimdi sana telefon ediyorum. - Tamam anladım. Hemen geliyorum. Rıdvan Bey o hızla fırladı. Yarım yamalak giyinip, telaşla yola koyuldu. Birkaç dakika sonra eczanenin önündeydi. Biraz önce telefon eden saatçi Yaşar, Hacı Amca ile sohbet ediyordu. Hacı Amca'nın esas adı Osman'dı ama nedense ona kimse gerçek adı ile hitap etmezdi, hatta kimileri gerçek adının "Hacı" olduğunu sanırdı. Hacı Amca tam karşıdaki nalbur dükkanının sahibi idi. Herkesin saydığı yaşını başını almış muhterem bir zattı. Rıdvan Bey geldiğinde Yaşar ile Hacı Amca aralarında durumu değerlendiriyorlardı: - Yaşar oğlum, ben sabah namazından dönerken benim dükkana uğramıştım. Çok iyi hatırlıyorum ki ne bu cam kırıktı, ne de bu kapı böyle aralıktı. Hayret. Saatçi Yaşar ellerini iki yana açarak: - Hacı amca bunda hayret edilecek ne var ki? Tam uyanık hırsız işi işte. Biliyorsun dün akşam yılbaşıydı, her yerde kutlamalar vardı. Düşünsene bir kere, zaten millet sabaha karşı yatağa girmiş. O saatte herkes uykunun en derin yerinde. Bugün de her yer tatil. Soygun için bundan uygun zaman mı olur? Vay be. Ne günlere kaldık. Rıdvan Bey bütün bu konuşmalara hiç kulak asmadan hemen kapıya yöneldi. Evet, tam da Yaşar'ın telefonda anlattığı gibi. Önce camı kırmışlar, sonra elini sokup içeriden kilidi kanırtmışlar. Ağzından iki kelime döküldü: "Lanet olsun!" Sonra kapıyı itti ve içeri daldı. İçeride inanılmaz bir görüntü vardı. Bütün raflar neredeyse tamamen boşalmış, ilaç kutuları yerlere yayılmış, en üst raflarda duran serum şişelerinden biri yere düşmüş ve parçalanmıştı. Yerler serumun yapışkan ıslaklığı ile vıcık vıcıktı. Cam kırıkları etrafa saçılmıştı. Rıdvan Bey yineledi: "Allah kahretsin!" Yaşar kapının önünden içeri seslendi: - Rıdvan Bey oyalanma da bir an önce polise telefon et de gelsinler. Rıdvan Bey başını çevirmeden cevapladı: "Haklısın." Karakoldaki polis, telefonda "Arkadaşlar gelene dek hiçbir şeye el sürmeyin" demeyi ihmal etmedi. Polisler geldiğinde telefon edeli henüz 10 dakika olmuştu. Kısa boylu ve tıknaz olanı sordu: - Olayı anlatır mısınız? Rıdvan Bey kaşlarını kaldırdı, boynunu omuzlarının içine çekti: - Vallahi aslında benim de pek anlatacak bir bilgim yok komiser bey. İşte


sağ olsun bizim saatçi Yaşar telefon etti. Ben de biraz önce koşup geldim. Hepsi bu. O sırada esmer, uzun boylu olanı dikkatle etrafı kolaçan ediyordu: - Kapı tutacağına ve cama elle dokunmayın. Bir de izlerin silinmemesi için özellikle cam bankoya ve parlak yüzeylere temas etmeyin.. diye uyarılarını sıraladı ve ilave etti: "Daha sonra uzman ekip gelip parmak izi alacak." - Aynı polis eczanenin arka tarafına yöneldi. Burada, tezgahın arkasında kalan bir bölüm vardı. Bu bölüm esas eczane kısmından küçük bir geçitle ayrılıyordu. O geçitte eskiden berberlerin kapılarına astığına benzer yukarıdan aşağıya sarkan boncuklu bir perde asılıydı. Uzun boylu, esmer polis eliyle o seyyar perdeyi aralamış kafasını içeriye doğru uzatmış, bakınıyor, bir taraftan da dışarıya sesleniyordu: - Galiba bu hırsız pek acemi imiş. Bakın buradaki televizyona bile dokunmamış. Orası Rıdvan Bey'in nöbetlerde kaldığı küçük bir bölümdü. Burada bir tuvaletle lavabo, bir de küçük yatak bulunuyordu. Nöbetlerde Rıdvan Bey o yatağa uzanır televizyon seyrederdi. Komiser ise o sırada bir sandalyeye oturmuş bazı notlar alıyordu. Derken Rıdvan Bey'e sordu: - Hırsızın çaldıkları arasında ilk anda dikkatinizi çeken bir şey var mı? Rıdvan Bey dudaklarını büzdü, yine kaşlarını "Bilmem" anlamında yukarıya kaldırdı. Masasının çekmecesini çekti. Bozuk paralar oradaydı. Zaten orada para bırakmak gibi bir alışkanlığı yoktu. Çekmecede karısının saati dikkatini çekti. Geçenlerde tamir için getirmişti de bir türlü tamir için yan komşusuna vermeye fırsat bulamamıştı. Çekmecede tel zımba, seloband, ıstampa, kaşeler, ataş kutusu.. her şey yerli yerinde görünüyordu. Belli ki buraya hiç dokunulmamıştı. Bir süre sonra komiser ayağa kalktı: - Rıdvan Bey görünüşe göre herhalde ilaçtan başka çalınan bir şey yok. Bu durumda biz şimdilik karakola, işimize dönelim. Siz ilaçlarınızı bir sayın, sayım işlemi bitince bir zahmet karakola kadar gelin de bize çalınanların listesini verin, biz de imzalamanız için bir tutanak hazırlayalım. Rıdvan Bey "sayım" sözcüğünü duyunca iyice hayıflandı: - Daha dün sayım yapmıştık. Bilirsiniz bütün eczaneler yılın son günü sayımlarını yapar ve envanter çıkarırlar. - Daha iyi ya Rıdvan Bey. O zaman ne kadar ilaç çalındığını tespit etmek sizin için daha kolay olacak. Rıdvan Bey "Doğru" dedi ve komiserin son sözlerini yineledi: - Daha kolay olacak. Zaten listeler de şurada.. dedikten sonra bankonun arkasındaki, küçük gömme dolaptan ince şeffaf bir dosya çıkardı. O sırada dizüstü bilgisayarın da orada olduğunu fark etti, içi rahatladı.


Komiser vedalaşırken yineledi: "Tutanak için bekliyorum Rıdvan Bey", esmer olanı da tekrar uyardı "Aman parmak izlerine dikkat. Unutmayın!" Polisler içerideyken Hacı Amca zaten gitmişti, o ana kadar içeriyi gözleyen Yaşar da: - Haydi komşu bana müsaade, dedi. Tekrar geçmiş olsun, üzme canını. Ne demişler cana geleceğine mala gelsin. Rıdvan Bey belli belirsiz "Sağol" dedi Yaşar'ın arkasından. Sonra koltuğuna çöktü. O çok sevdiği eczanesi ne hale gelmişti. Dakikalarca yerinden kalkamadı. Daha dün eliyle yerleştirdiği ilaçlara ve raflara şimdi bir yabancı gibi, öylece bakıyordu. Bir süre sonra doğruldu. "Yapacak başka bir şey yok" diye mırıldandı ve işe koyuldu. Tezgahın arkasına geçtiğinde ilaç yığınından adeta bir tepe oluştuğunu gördü. Sanki bir zelzele olmuşta bütün raflar devrilmiş gibiydi. Önce serum şişesinin kırıklarını topladı. Sonra da ilaçları yerlerine yerleştirmeye başladı. Eczacıların ilaçları raflara istiflemesinde başlıca iki yöntem vardır. Rıdvan Bey eskiden ilaçları raflara harf sırasına göre yerleştirirdi. Bunun faydası, bilhassa kendisi yokken acemi kalfaların bir ilacı bulmakta hiç zorluk çekmemesi idi. Yani reçetede onun hiç tanımadığı bir ilaç bile olsa kalfa bir çırpıda sözlükten yabancı bir kelimeyi arar gibi o ilacı bulurdu. Rıdvan Bey ise artık diğer yöntemi tercih ediyor ve ilaçları raflara işlevlerine göre sıralıyordu. Ona böylesi daha kolay geliyordu. Zaten kalfa da artık acemi sayılmazdı. Şu sağdaki üst rafta öksürük şurupları, yanında vitaminler, altta ağrı kesiciler ve romatizma ilaçları, hemen yanında mide ilaçları ve müshiller. Karşıdaki rafta antibiyotikler, kan yapıcılar. Şu tarafta göz ilaçları, kulak ve burun damlaları. Yıllardır ilaçların yerleri kafasında öyle bir yerleşmişti ki gözünü kapasa bile hangi ilacın hangi rafta olduğunu şıp diye bilirdi. "Başa gelen çekilir" diye söylendi. Ama besbelli ki bütün bu yerlere dağılan ilaçları tekrar yerlerine yerleştirmek onun için hiç de zor olmayacaktı. Eline sayım listesini aldı ve ilaçları tekrar raflara yerlerine yerleştirmeye başladı. Önce ağrı kesicileri ve romatizma ilaçlarını yerleştirdi. Bir taraftan da listeden kontrol ediyordu. Hepsini yerleştirdiğinde bir eksik yoktu. Sevindi. "Bunlar tamam" dedi. Sonra sırada orta raf vardı. Burada da tansiyon ilaçları ve anabolizanlar vardı. Onları da özenle yerlerine yerleştirdi. Sonra tekrar saydı. Eksik yoktu. "Allah Allah" dedi. Sonra sıra mide ilaçlarına geldi aynı rafa önce mide ilaçlarını sonra da müshilleri, kabız ilaçlarını ve hazımsızlıkta kullanılan ilaçları yerleştirdi. Bütün bunları yerleştirirken yine bir taraftan da ilaçları listeden kontrol ediyordu. Hayret edilecek bir durum vardı. Bu raftaki ilaçlar da tastamamdı. Şaşkınlığı giderek artıyordu. Sıra öksürük şuruplarına gelmişti. Bu rafta


öksürük kesenlerle, nefes açıcı ve balgam söktürücüler yan yana diziliydi. Rıdvan Bey yine özenle hepsini eski yerlerine yerleştirdi. Sonra listeye baktı. Galiba eksiği burada yakalamıştı. Bir daha saydı. "Evet, evet işte bir eksik" dedi yüksek sesle. Bir öksürük şurubu eksikti. Aynı rafta okul öncesi çağındaki çocukların kullandığı bu öksürük şurubundan listeye göre dört şişe olması gerekirdi, şimdi ise sadece üç şişe vardı. Rıdvan Bey ilk "açığı" yakalamanın keyfini sürüyordu. Derken sıra karşı raflara geldi orada sıra sıra antibiyotikler sıralanıyordu. Çoğu pahalı olan bu grup ilaçların şurupları, tabletleri, iğneleri.. Onları da bir bir saydı. Yerlerine yerleştirdi. Hepsi tamamdı. Listelere baktı. Tekrar kontrol etti. Yüksek sesle "İnanılacak gibi değil" diye söylendi. Ama bütün antibiyotikler de eksiksizdi işte. Tekrar "Allah Allah" çekti. Sıra vitaminlerin bulunduğu rafa gelmişti. Bu grup ilaçların çoğu halk tarafından da iyi bilinir. Hatta birçok kişi ki bunların arasında spor yapan gençler de vardır, gelirler ve ismiyle bu ilaçları isterler. Rıdvan Bey artık kanıksadığı bir tavırla kısa sürede bunları da yerlerine yerleştirmeye başladı. Sonra yine elindeki listeye bir göz attı. Galiba bir "açığı" daha yakalamıştı. Sonra bir daha saydı. Evet yanılmıyordu. Eksiği bulmuştu: "B Kompleks" diye söylendi. Bu B vitamini içerikli bir ampuldü. Bu ilacın iki değişik dozu vardı. 50 mg olanı büyükler için, 25 mg olanı da çocuklar için üretilmişti. Raftaki toplam oniki kutu ampulün sekizi büyükler, dördü de küçükler içindi. İşte eksik olan da bu küçükler için olan dört kutudan biri idi. Rıdvan Bey iyiden iyiye kuşkulanmıştı artık. Besbelli ki bu işte bir iş vardı. Şairin dediği gibi: "Uzansam dokunacağım.." Ama emin olamıyordu. Sayıma yani ilaçları yerleştirmeye devam etti. Zaten artık yerleştirilecek fazla bir ilaç da kalmamıştı. Sıra o karşı rafa gelmişti. O raf onun hiç sevmediği bir raftı. O rafta çoğu kanser ilaçları bulunurdu. O ilaçlar aslında pahalı ithal ilaçlardı ve doğrusunu söylemek gerekirse iyi de kar bırakırlardı. Ama o ilaçları satmak onda hep gizli bir hüzün yaratırdı. Her neyse. İşte şimdi sıra "o raf"taydı. Rıdvan Bey yerlere eğilip yerde kalan ilaçları önce tezgahın üstüne sıraladı, sonra da bir bir yerlerine yerleştirmeye başladı. Birkaç dakika sonra bütün ilaçlar artık eski yerlerindeydi. Rıdvan Bey tekrar eline listeyi aldı ve bu yerleştirilmiş rafı bir daha kontrol etti. Bir daha, bir daha. Sonuç açıktı. Bu raftaki sekiz Liquerane flakondan üçü eksikti. Liquerane kanamaya meyli olan kişilerde, daha çok lösemililerde ve özellikle de çocuklarda kullanılan bir ilaçtı. Bu raftaki sekiz Liquerane'dan üçü evet sadece üçü eksikti. Rıdvan Bey ilaçları yerleştirmeyi bıraktı. Zaten yerleştirilecek fazla bir ilaç da kalmamıştı. Her zamanki koltuğuna çöktü. Bir an o koltuğun içinde kaybolduğunu hissetti. Galiba o şairin ulaşamadığı yere ulaşmak üzereydi. Kalp atışları hızlandı. Bir şeyler boğazında düğüm düğüm oldu. O koskocaman eczane üstüne yıkılacaktı sanki.


Önce bir yerinden doğrulmayı denedi ama beceremedi, koltuğuna çöktü. Yine kaşlarını kaldırdı bir şeyler söyleyecek gibi. Sonra gözlüğünü çıkardı ve camlarını silecek bir şey aradı. Bulamadı. Gözlüklerini yine gözüne taktı. Aslında camlar tertemizdi.. Bir an Aslı ile göz göze geldi. Aslı masasındaki çerçevesinden fırlayıverecekti sanki. Bu çerçeveli resim Aslı'nın birkaç sene önceki hali idi. İçinden "Çocuklar bu yaşlarda ne kadar da çabuk değişiyorlar" diye geçirdi. Ama o herhangi bir çocuk değildi. O Aslı idi ve bakışları hep aynı bakışlardı. Gülen bakışlar. Muzır bakışlar. Soran bakışlar, gülen bakışlar. Acaba bu çalınan ilaçları kullanacak çocuk Aslı'dan küçük mü idi? Acaba Aslı ile aynı okula mı gidiyordu? Adamın başka çocuğu var mıydı? Telefonun keskin sesi Rıdvan Bey'i adeta bir rüyadan uyandırdı, arayan polis komiseri idi: - Rıdvan Bey, mesai saati bitmeden gelirsiniz değil mi? Rıdvan Bey birden kendini toparlayamadı: - Nasıl yani? - Rıdvan Bey, biliyorsunuz tutanak için sizi bekliyoruz. Rıdvan Bey komiserin sözcüğünü bilinçsizce tekrarladı: "Tutanak.." Sonra duraladı. Tekrar Aslı ile göz göze geldi. Aslı yine hep aynı bakıyordu: Güleç, çocukça ve muzır. Rıdvan Bey’in aklı ise o lösemili çocukta idi. Komiser yineledi: - Tutanak Rıdvan Bey, şikayetinizle ilgili. Rıdvan Bey yutkundu. Yine Aslı ile göz göze geldi. Sonra tekrar yutkundu. Komiser sesini yükseltti: - Şikayetinizle ilgili Rıdvan Bey. Tutanak imzalanacaktı. Rıdvan Bey gözlerini Aslı'dan ayırmadan yanıtladı: - Sağolasın komiser bey.. Sonra bir daha yutkundu ve "Şikayetimi geri alıyorum. Zaten sayım da yaptım. İlaçlarımın hepsini saydım. Hiçbir eksiğim yok.." Komiser "Allah Allah bu ne biçim soygun ben de anlamadım" derken, Rıdvan Bey'le kızı hala göz göze idi ve Aslı'nın o çocuk gülüşü bütün eczaneye yayılıyordu. Ertesi sabah eczaneyi yine kalfa açmıştı. Rıdvan Bey eczaneye geldiğinde her sabah olduğu gibi ve yılların alışkanlığı ile yine koltuğuna oturmuş ve tezgahın arkasında gazetesini okuyordu. Kalfa da yine her zamanki alışkanlık ile Rıdvan Bey'i sokağın başında görür görmez, ona sormadan çayını ısmarlamıştı bile. Rıdvan Bey bir taraftan çayını yudumlarken bir taraftan da gazeteye dalıp gitmişti ki tam o sırada kapıda Hakkı belirdi. Hakkı, üç dükkan aşağıdaki


çerezci idi. Kalfa çerezci Hakkı'yı görünce kapıya seyirtti: "Buyur abi.." Rıdvan Bey de gazeteden başını kaldırıp, gözlüklerinin üstünden öylesine bir baktı. Hakkı kafasını uzatıp, içeriye doğru seslendi: - Rıdvan Bey dün tam benim kapının önünde bir reçete bulmuştum. İhtimal senin müşterilerden biri ilaç aldıktan sonra, poşetten düşürmüş olmalı diye düşündüm. Bilmem bir işe yarar mı? Ama ben yine de sana bir göstereyim istedim. Rıdvan Bey gözünü gazeteden kaldırmadan cevap verdi: - Sağolasın Hakkı. Sonra yine başını kaldırmadan gözlüklerinin üzerinden soran bakışlarla kalfaya baktı. Kalfa reçeteyi okumaya başladı: - Bir öksürük şurubu, bir kutu ampul B kompleks ve üç kutu Liqueran. Rıdvan Bey yerinden kalkmayı denedi. Olmadı. Tekrar yerine oturdu. Buna oturmak denemezdi. Koltuğa göçtü demek daha doğru olurdu. Sonra bir şeyler söylemeyi denedi. Beceremedi. Tekrar yutkundu. Aslı'nın onu seyrettiğini düşündü. Kravatını gevşetti. Kalfanın "Rıdvan Bey iyi misiniz?" dediğini işitmedi bile. Kalfanın arkasındaki çerezci Hakkı yineledi: - Rıdvan Bey senin müşterin miymiş? Rıdvan Bey Hakkı'ya sevgi ile baktı: - Tamam Hayri. Benim müşterimmiş. Sonra kalfanın elindeki katlanmış reçeteyi aldı. Hiç açmadan yırttı, yırttı ve yırttı. Sonra tekrar yırttı. Artık reçetenin en büyük parçası bile tırnağından daha küçüktü. Reçete avuçlarında bir konfeti yığınıydı artık. Reçetedeki ismi okumak istemiyordu. Tarif edemediği tuhaf duygular içindeydi, içini bir ürperti kapladı. Rıdvan Bey şimdi o reçetenin sahibi küçük çocukla karşılaşmaktan korkuyordu.

Ümit Evran

Sevdiğim Akşam olup içime yine hüzün çökünce Arar dururum seni, hayalini görünce Çaresiz mecnun olup, yar aşkına düşünce Yaralı yüreğimi, fazla yorma sevdiğim.


Hasretin acısıyla, salma beni dertlere Aldanıp güzel söze, kanma sakın ellere Göz yaşımı sel edip, sürme beni çöllere Bırakıp gitme sakın, beni vurma sevdiğim. Ayrılık oklarıyla kalpten vurduğun zaman Sönüvermeyen ateş olur yanarım inan Derdini söylersen yar, olurum sana canan Uzak kal diye benden, gönül kırma sevdiğim.

Hasan Yüksel

Konu 'Yazmak' Olunca Ben özlüyorum, özledikçe de yazıyorum. İnsan genelde özleyince yazar. Yani en azından ben öyle yapıyorum. İyi geliyor yazmak. Yalnızlığa iyi geliyor. Biraz da olsun unutturuyor. Olduğun yerden uzaklaşıp olmak istediğin diyarlara ücretsiz yolculuk imkanı tanıyor. Bunun için çok bir şey de gerekmiyor üstelik. Bir kalem, silgi bir de defter yetiyor. Hem yoldaşlık da yapıyor, her sıkıntını dinliyor. Sevincini, mutluluğunu paylaşıyor. Arkadaşın, dostun, sırdaşın oluyor. Konu "yazmak" olunca kağıt derya deniz oluyor. Neyi mi özlüyorum? Çok şeyi… Mesela bir gecede üç şiir yazabildiğim yıldızlı geceleri özlüyorum. "Bir gece de üç şiir yazılır mı?" demeyin, yazılır. En azından ben yazıyordum. Neyse bunu daha sonra anlatırım. Aklımda sadece uyaklı cümlelerin uçuştuğu zamanları özlüyorum. Dertsiz, tasasız kalemlerimi… Çiçek kokan, böceklerin fink attığı mısraları… Tamam, çok da çiçek kokulu, böceklerin fink attığı şiirlerimin olduğu pek söylenemez ama yine de seyrek de olsa yeşillik vardı. Şimdi onlar da yok. Onlardan tek kalan şey “özlem” oldu. Bir de yazmak. İnsan özledikçe yazıyor, yazdıkça özlüyor. İlkokulda kompozisyon sınavlarında öğretmenimiz, "Kompozisyona `insan` diye başlamayın da, nasıl başlarsanız başlayın" derdi. Ama ben hep "insan" ya da "insanlar" diye başlıyorum yazmaya. Eğer öyle başlamazsam diğer kelimeler takılmıyor peşine. Umursamıyorlar özlem çağrımı. Ben de çaresiz onların istediklerini yapıp "insan" diye başlıyorum. Konu "yazmak" olunca insanlık özelliğini hatırlıyor insan ya da hatırlatmak istiyor, belki de ondan


"insan" diye başlıyor yazılar. Kim bilir… Öğretmenimiz, "Kompozisyonun iyi ama keşke bir de konu ile ilgili yazsaydın" derdi. Öğretmenim, ben hala konu ile ilgili yazarken zorlanıyorum. Hala bu konuda yani, "konu ile ilgili" yazma konusunda sınıfta kalıyorum. Hayat notumu kırıyor. "Yazmayayım" diyorum, sonra yine kendimi yazarken buluyorum. Çünkü yazmayı da çok özlüyorum. Yazma ile aram açılınca çok önemli bir şey yapmamış gibi bir burukluk hissediyorum. Avuçlarım kaşınıyor, geceleri uykum kaçıyor ya da bütün gece rüyamda yazdığımı görüyorum. Sayfalarca yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum… Uyanınca da hepsi terk etmiş oluyor aklımı. Defterimin boynu bükük kalıyor. Eskisi gibi olmasa da, hala kör topal bir şeyler yazıyorum. Beğenilir, beğenilmez o ayrı konu. Ya da okunup okunmaması, yazdıklarımın ne tür tepkiler aldığının da pek önemi yok. Önemli olan ben yazmak istiyor muyum? Yazmak bana iyi hissettiriyor mu? "Yazmak, öyle olmaz böyle olur" diyenler de çıkabilir. Olumsuz, ağır hatta aşağılayıcı tepkiler de gelebilir. "Sen yazmayı bırak" diyen de çıkabilir. -Ki çıktı da…- Bunlar gayet normal. Herkes sevecek bir kural yok. Herkes severse ya da hiç kimse sevmezse asıl sorun burada demektir. Ama o sorun onlarda değil, bendedir. Çünkü ya gerçekten kötü bir yazı yazdım "içi boş" da diyebiliriz, ya da mükemmel bir yazı yazdım ve artık üzerine katacak tek bir noktam bile kalmadı ve çıtayı öyle bir yere koydum ki, bir sonraki yazımı da, daha sonraki yazılarımı da aynı mükemmellikte yazmak zorundayım. Eğer yazamazsam kendi topuğuma sıkmış olurum. Kötü yazdıysam, bir sonraki sonraki yazımın üzerine daha çok titreyip durumu toparlayabilirim. Yani konu "yazmak" olunca usta olmaktansa, çırak olmayı tercih ediyorum. Çünkü çırak olunca her daim hata payın daha çok oluyor. Kısacası, iyi de yazılsa, kötü de yazılsa asıl önemli olan samimi olması, derdini iyi anlatmış olması lazım. Bir de severek ve isteyerek yazmak lazım. Sonrası bir şekilde geliyor. Ulaşması gereken yerlere ulaşıyor. Bir de bazı yazılanlar bazılarının gözüne batıyor o ayrı konu. Yani ulaşıyor ama tersten ulaşıyor galiba ki, ceremesini tersten anlayan değil de, yazan çekiyor. "Kısacası" dedim bu tarafa girersek destan gibi yazmak lazım. Ya da başka bir yazının konusu yapmak lazım. Neyse uzun lafın kısası yazmak hem maddi hem de manevi açıdan makul bir uğraştır. Uğraşanlara inat ve uğraşanlarla fazla uğraşmadan yapılması gereken bir uğraştır.

Selin Sabcıoğlu


İnsanın Kelebek Olası Geliyor Kader benim bütün öbür dostlarımı, şu kalbimi yaralamak için karşıma çıkarmadı mı? Evet haklısın. Eğer insanlar sürekli geçmişi düşünmek yerine bugünün tadını çıkarsalardı bu kadar acı çekmezlerdi. Anladım ki anlaşmazlıklar ve gevşeklik bu dünyada belki de hile ve şeytanlıktan daha fazla yanılmaya sebep oluyor... Keşke bu hislerimi anlatabilseydim! İçimde akıp taşan bu canlılığı samimiyetle kağıda dökebilseydim. Ruhun sonsuz, yüce bir varlığı olduğu gibi kağıt da ruhumun aynası olabilseydi. Fakat çırpınmak bir işe yaramıyor. Ben bu içimdeki duyguların ağırlığından ezildiğimi hissediyorum. Herkesin aynı olmadığını biliyorum ve hiçbir zaman da herkes eşit olmayacak. Ama bize önemli olduğumuzu hissettiren bu düşünceler nasıl olur da bizi bu kadar bencil yapabilir? Neticede herkes herkes gibi** Haklısın. Yanlış anlaşılmak herkesin alın yazısı belki de. Bazı kimseler hayatın bir rüyadan başka bir şey olmadığını sanmışlar. Bu duygu benim de peşimde. Şu zavallı varlığımızı sürdürmekten başka hedefi olmayan, oradan oraya savrulan ruhlara dönüştük. Sevgiye kucak açıp doya doya yaşayamıyoruz. Karşımda türlü türlü şeyler dolanıyor... Ben ise gülümseyerek derin ve karanlık düşüncelere dalıyorum. Sen eskiden beri tanırsın beni, "Aşksız yaşamak neye yarar? Sihirli fener hiç ışıksız olur mu" demiş Goethe. Feneri yakar yakmaz beyaz duvarda renk renk resimler görürsün. Bunlar birer düşten başka bir şey olmadığı halde çocuklar gibi mutlu olursun... Sabır! Sabır! Her şey düzelecek. Tekrar ediyorum, haklısın. Şüphesiz her şeyi kendimizle ve kendimizi her şeyle karşılaştıracak yaradılışta olduğumuz için mutluluk ve sıkıntı da bizimle bağlantılı olan konularla ilgilenir. En tehlikelisi de yalnızlıktır bunların içinde. Çoğu zaman bize eksikliklerimizi hatırlatır. Küçük küçük parçalanmaya başlar hücreler. Varlığının sonsuzluğunu dileyen herkes gibi korkular çıkıverir suyun yüzeyine. Yalnızlığın, tadını unuttuğun duygularını getirir önüne. Belki özlemişsindir belki o kadar unutmuşsundur ki sanki ilk kez oluyormuş gibi gelir. Biz insanlar birbirimiz için ne kadar az şey yapabiliyoruz! İçimde sevgi, sevinç, kıskançlık, sıcaklık ve coşkunluk yoksa, bunu bana kimse veremiyor. Karşınızda bu kadar çok güzellikler görüp de onlara dokunamayışınız ne kadar zordur! Oysa dokunmak tabiatın insana verdiği


bir içgüdüdür. Çocuklar her gördüğü şeyi tutmak istemezler mi? Ya ben? İşte bunun için kalbimi hasta bir çocuk gibi nazlandırıyorum ve beni sürüklediği yerlere gidiyorum. Fakat bunu kimselere söyleme! Bu yüzden beni kınayacak insanlar vardır.

Gizem Ünsel

Bağışla Sevgilim Bağışla sevgilim, gülüşlerim gözlerinden ayrı yollarda can bulalı epey zaman olmuş. Soruyorum sevgilim, o bitmek bilmeyen gecelere? Hangi yıldız kayarken dileklerimle birlikte aldı gitti sevdamı? Hangi düşlerde unuttum o içimi kıpırdatan anıları? Hangi sözlerin bedeli bu? Hangi aşkın intikamı? Ve susuyorum... Bağışla sevgilim, uçurum kenarında dans etmekti benim oyunum. Bağışla... Başka gözlere daldığın günden beri bağışlayamadı bu gönlüm seni, sen bağışla.

Burcu Örlü

Öbür Dünyadan Gelen Mektup Yardımcım kapımı tıklattı: - Genç bir hanım sizinle konuşmak istiyor efendim. - İsmi neymiş, sordun mu? - Sordum. Ama "Beni tanımaz" dedi, ismini söylemedi. Yardımcıma ziyaretçiyi içeriye almasını söyledim. Biraz sonra karşımda genç bir hanım duruyordu. Yaşını kestirmek zordu. Makyajsız, temiz ama iddiasız bir giyim tarzı vardı. Yüzündeki ifade oldukça donuktu. Kısık daha doğrusu titrek bir sesle konuşmaya başladı: - Sizi rahatsız ediyorum ama size iletmem gereken bir emanetiniz var, dedi. Sonra cevabımı beklemeden çantasını açtı ve içinden çıkardığı zarfı bana uzattı.


Zarfı aldım ve genç kadına yandaki koltuğu işaret ederek "Buyurun efendim, ayakta kalmayın" dedim. Kadın hiç tepki göstermedi. Aynı donuk ifadeyle yüzüme bakmaya devam etti. Başıyla zarfı işaret ederken, gözlerinde "Okuyun" der gibi belli belirsiz bir ifade oluştu. Zarfın üzerinde oldukça özenli bir kaligrafi ile adım yazılı idi. Zarfı dikkatlice açtım. Mektubun üzerindeki tarih altı ay önce yazıldığını gösteriyordu. Mektubu okumaya başladım: Sevgili doktor, Bu bir teşekkür mektubudur. Sen bu mektubu okurken ben çok uzaklarda olacağım. Hastalığımın ne olduğunu öğrenmek ve bunu kabullenmek benim için önceleri çok zor oldu. Bunu Ünal'dan ilk duyduğumda kendimi inanılmaz bir kaosun içinde hissettim. Kaos sözcüğünün duygularımı anlatması imkansız. Çöküş diyelim, yıkılış diyelim, bitiş, sonu olmayan bir boşluk diyelim. Her neyse. Ünal bana hastalığım konusundaki uzun tartışmalarınızı anlattı. Sonunda Ünal'ın bana naklettiği senin bir sözünden çok etkilendim. Demişsin ki "Madem ki onu kaçınılmaz bir son bekliyor ve bunu değiştirmek imkansız. O zaman doğru olan bu süre içinde elindeki sınırlı zamanı en iyi şekilde değerlendirmesidir". Sevgili doktor, Güneşin batışını kaç kez daha göreceğim belli değil. Ama şurası mutlak ki bu sayı artık çok fazla değil. Oysa ölüm hep başkalarına yakıştırdığım bir şeydi. İnsan o gerçeği hep kendinden uzak görüyor. Bu yüzden hayallerini, özençlerini, beklentilerini hep erteliyor. Sanki bunlara nasıl olsa daha çok zamanı varmış gibi. Belki Ünal anlatmıştır, ben dalmaya çok meraklıyım. İşlerimden boş kalan zamanlarımda, denizlerin derinlerine dalmak, oldum olası bana en büyük keyif veren uğraş olmuştur. Denizin metrelerce altında kendimi hep daha özgür ve mutlu hissetmişimdir. Yazık ki son zamanlarda işlerimin yoğunluğu buna pek fırsat vermiyordu. Burada anlatmak istediğim şu ki senin sayende ömrümün en güzel tatilini yaşadım. Üyesi olduğum dalış kulübünün Kızıldeniz'e bir gezisi vardı. Bu yıllardır hayalini kurduğum bir geziydi. Çünkü dünyadaki bütün dalış meraklılarının en gözde mekanının hep burası olduğunu


okurdum. Evdekilere gezinin sadece kulüp üyelerinin katılımına açık olduğunu söyledim. Oysa dalmak kadar hatta ondan da fazla sevdiğim başka bir şey daha vardı: Sana bu mektubu getiren kadın! İşte en sevdiğim bu iki güzelliği, birlikte, doya doya ama son kez birlikte yaşadım. Bu senin sayende mümkün oldu! Gerçi artık eskisi kadar iyi dalamıyordum. Hele suyun altında kalış sürem eskiye göre çok kısalmıştı. Ama olsun ben mutluyum. Denizin altında hiç tanımadığımız değişik deniz canlıları ve mavinin binbir tonu. Denizin üstünde ise sevdiğimin gözlerinin mavisi. İnanılmaz güzellikte bir on gündü. Bir maviden öteki maviye savruldum. Sağol doktor, hiç yaşanmamış güzellikleri sayende yaşadım. Şimdi mutlu öleceğim. Hoşçakal. Halil Mektup bittiğinde oturduğum koltuğumun içine kaydım. Adeta koltuğun içinde kaybolduğumu hissettim. Gözlerimi kapadım. Sanki bilmediğim bir şeylerden kaçıyor, göz kapaklarımın arkasına sığınmak istiyordum. Çok etkilenmiştim. İçinde bulunduğum çok karışık duyguları tarif etmem imkansızdı. Bu mektup beni yakın geçmişteki Ünal'la olan tartışmalarımıza götürdü. Ünal sevdiğim yakın dostlarımdan biridir. Mesleği kimya mühendisliği ama üniversitede hoca olduğu için ben onu hep "hoca" diye çağırırım. Altı ay kadar önce çalıştığım hastaneye geldiğinde, ameliyat olan arkadaşı Halil'i ziyaret etmeden önce bana uğramıştı. Halil onun çok sevdiği bir çocukluk arkadaşı idi. Halil de mühendisti ve bir balata fabrikasının genel müdürü, aynı zamanda küçük ortaklarından biri idi. Tanıdığım kadarı ile çalışkan, zeki ve dinamik biri idi. Orta yaşta olmasına rağmen saçları ona bir azizlik etmiş, vaktinden çok önce kırlaşmıştı. Benim Halil ile çok bir samimiyetim yoktu ama Ünal vasıtası ile birkaç kez birlikte olmuştuk. Cerrahi kliniği bir üst katta idi, birlikte ziyaret edelim istedim. Halil'in odası çiçeklerle dolu idi. Eşi ve kızı da yanındaydı. Biz oradayken başka ziyaretçiler de geldi. Halil yatakta yatıyor bir taraftan da gelenlere bilgi veriyordu: - Üç dört aydır zaman zaman karın ağrılarım oluyordu. Ama işlerin yoğunluğundan bir türlü doktora gitme fırsatı bulamamıştım. Karısı lafını kesti: - Sana kalsa hiç o fırsatı bulamazdın da ben seni silah zoru ile doktora götürdüm. Bu lafa oradakilerin hepsi gülüştü. Derken Halil'in hanımı gelenlere çikolata, kolonya ikram etti. Bu oda, gülüşen insanlar ve etraftaki çiçekler


sanki ameliyat geçirmiş bir hastanın odasından çok, yeni doğum yapmış, genç bir hanımın odası gibi göründü bana. Zaman zaman oradaki diğer ziyaretçilerin de katılımıyla "Sağlığımız çok önemli ama hep ihmal ediyoruz" tarzında konuşmalar oluyordu. Ona karşı da "Yaa… tabii öyle... ama dünya hali işte..." gibi yine tam da o söze uyan üstünkörü karşılıklar. Ben diğer ziyaretçilerin gitmesini fırsat bilerek sordum: - Halilciğim hayrola, ameliyatta ne yapıldı acaba? - Mide çıkışındaki barsak kısmında ufak bir yara varmış, onu almışlar. Neyse ki şükür hepsini atlattım. Ben Halil'le bunları konuşurken Halil'in hanımı, Ünal'ın karısının hatırını soruyordu. Halil bana cevap verdikten sonra onlara laf yetiştirdi: - Millet, artık bir geziyi hakkettim sayılır değil mi? Buna Ünal cevap verdi: - Tabii ki Halilciğim. Hele bir taburcu ol da hayırlısıyla. Şu nekahat dönemi de bir geçsin. Nereye istersen. Hani geçenlerde Kazdağları'ndaki o çiftlik evi tarzındaki motellerden söz ediyordun. İstersen oraya gideriz. - Harika bir fikir, buna hayır demem imkansız. Ama oraya havalar serinlemeden gitmek lazım. - Tamam da daha havaların soğumasına daha kaç hafta var. O zaman kadar evvelallah. Halil çok gayretliydi, cevabı tek kelimelik oldu: - Evelallah. Benim doktorluğum tutmuştu: "Ameliyatla ilgili hiçbir film, rapor… filan var mı?" diye sordum. Bana ellerinde şu an hiçbir belgenin olmadığını, hepsinin ameliyatı yapan doktorda olduğunu söylediler. Onlar önümüzdeki haftalar nereye seyahat yapacaklarını hararetle tartışırken, kızı bana dönerek: - Biraz önce bizim doktora iletilmek üzere bir zarf getirdiler, diyerek orada masanın üzerinde duran bir zarfı işaret etti. Belli ki bu zarfı henüz kimse açmamıştı. Zarfı aldım. Bu patoloji laboratuvarından gelen bir rapordu. Zarfı açtım. İçindeki teşhis "pankreas carcinomuna bağlı, mültipl periton metastazı" idi. Bir doktor olarak bunun ne anlama geldiğini elbette çok iyi biliyordum. Ama böyle bir teşhisi şu an karşımdaki, gideceği seyahatin planlarını yapan, bu hayat dolu insana bir türlü yakıştıramıyordum. Bu rapordan çıkan anlama göre Halil'in hastalığı pankreas kanseri idi. Doktor karnı açtığında hastalık bir hayli ilerlemişti. O kadar ki periton denilen karın zarı üzerinde birçok yere yayılmıştı. Bu zarın tamamını çıkartmak tıbben mümkün olmadığı için doktor karnı kapatmıştı. Kısacası artık çok geçti ve ameliyatla yapılacak fazla bir şey yoktu.


O sırada hoca bana sordu: - Dostum, sen de gelsene bizimle. "Dostum" ya da "aziz dostum" hocanın tercih ettiği hitap şekliydi. Fakat ben kendimi öylesine patoloji raporuna kaptırmıştım ki, birden toparlanamadım. Hoca yineledi: - Dostum, sen de gelmek istemez misin bizimle? Yarım yamalak cevapladım: - Tabii… Neden olmasın. Çok canım sıkılmıştı, belli etmemeye çalışıyordum. Onlar gezinin yerini ve olası tarihini kararlaştırmaya çalışıyorlardı. O sırada Halil'e bir telefon geldi: - Sağolasın Salihçiğim. Teşekkür ederim. İyiyim. İyiyim. Ufak bir yara imiş. Aldılar işte. Tabii… Tabii... İnşallah... Sanırım birkaç güne taburcu olurum. Bana kalsa yarın işe başlarım da. Telefon konuşması bitti. Bir süre daha oturduk, sonra Halil'e sağlıklar dileyip kalktık. Ünal da vedalaşmak istemişti, ama "Biraz sohbet ederiz" deyip, odama davet ettim. Ona patoloji raporunda yazılanları anlattım. Hoca "Ama bu imkansız" diye bağırdı. Bu bir refleksti. Ona benim de çok üzgün olduğumu, fakat tıbbın imkanlarının yazık ki sınırsız olmadığını, bir noktadan sonra yapılacak fazla bir şey kalmadığını anlatmaya çalıştım. Ünal'a sakin olması gerektiğini ve bu gerçeği kabullenmek zorunda olduğumuzu anlatmaya çalıştım, ne var ki o buna hiç hazır değildi. Adeta isyan ediyordu. O çok sevdiği ele avuca sığmayan, çok enerjik, hayat dolu arkadaşına böyle bir şeyi bir türlü yakıştıramıyordu. Ünal beni soru bombardımanına tutuyordu: - Bu teşhis yanlış olamaz mı? Peki bir ameliyat daha yapılarak geri kalan hastalık temizlenemez mi? Ya da ilaç tedavisi ile kurutulamaz mı? Başka yapılacak bir şey yok mu? Ben ona öncelikle sakin olması gerektiğini telkin ediyordum. Esasen bu konu benim branşım değildi ama ortadaki duruma göre cerrahi olarak yapılabilecek bir şey yoktu. Geriye iki ihtimal kalıyordu, kemoterapi ya da radyoterapi. Bunlar da gerçek tedavi anlamında çok fazla bir anlam taşımıyordu. Ünal isyan ediyordu: - Yani aslan gibi adam göz göre göre ölecek mi demek istiyorsun? Cevap vermedim. Ünal tarifsiz kederlere gömülmüştü. Ünal ertesi gün yine bana geldi. Daha sakin görünüyordu. Konu tabii ki yine Halil idi:


- Aziz dostum, yani şimdi yapılabilecek hiçbir şey kalmadı mı? - Biliyorsun bunu dün de konuşmuştuk. Muhtemelen kemoterapi uygulanır. Ama buna takip eden doktoru karar vermeli. - Ama sen bunun kalıcı bir çözüm olmadığını söylemiştin. - Anlıyorum ama tıbbın elindeki olanaklar yazık ki sınırsız değil. Biliyorum ki bu cevaplar onun beklediği cevaplar değildi. Ama bir doktor olarak öncelikle dürüst olmak zorundaydım. Bir süre daha tartıştıktan sonra Ünal artık gerçeği kabullenmiş görünüyordu. Ama onun aklı başka bir yere takılıydı: - Eğer Halil bütün bunları anlarsa, işte o zaman bu gerçek bir felaket olur! - Ama her şeyi ondan saklamak da doğru değil. - Nasıl yani? - Halil bundan sonraki olası gelişmeler hakkında iyi kötü bir fikir sahibi olmalı. - Dostum sen neler söylüyorsun böyle? Yani en sevdiğim can dostuma sen kansersin mi diyelim? Göz göre göre öleceksin mi diyelim? Nasıl bu kadar gaddar olabiliyorsun? - Tabii ki "Sen öleceksin" diyemeyiz. Ama Halil akıllı ve zeki bir adam. Hastalığın bundan sonraki aşamaları hakkında bir fikri olmalı. Yoksa her şeyi saklarsan, bir gün nasıl olsa anlayacak ve ona yalan söylendiğini sezecek. Bu daha kötü sonuçlar doğurur. - Nasıl bir aşama demek istiyorsun? - Mesela uygulanacak kemoterapiye bağlı olarak bazı yan etkiler ortaya çıkabilir. Bulantı, kusma, saç dökülmesi...vs - Peki bunu ona nasıl anlatırız? - Mesela şöyle bir açıklama yapılabilir: "Halilciğim, biliyorsun senin karnında bir hastalık vardı. Neyse ki doktor o yarayı ameliyatla aldı. Bu çok güzel bir şey. Ne var ki bu tür yaralar bazan tekrar ortaya çıkabilir. İşte bunu önlemek için bir dizi ilaç tedavisi uygulanması daha doğru olur." Hoca "hımm" gibi bir ses çıkardı. Dudaklarını büzdü, kaşlarını kaldırarak başını iki yana salladı. Uzunca bir süre sessizlik oldu. Sonra sessizliği yine Ünal bozdu: - Dedim ya asıl korkum Halil'in hastalığının ne olduğunu anlaması. - Aslında onu da uygun bir dille anlatmalı. İşte bu noktada Ünal patladı: - Yahu siz doktorlar ne kadar acımasız oluyorsunuz, bunu anlamak mümkün değil. Hepinizin yüreği taşlaşmış. Yani sana kalsa gidelim adama "Halilciğim, sen kansersin ve yakında öleceksin diyelim…" bu kadar da olmaz. Pes vallahi! Onu yatıştırmaya çalıştım: - Tabii ki "Sen öleceksin" demeyeceğiz. Ama belki onu da uygun bir dille


anlatabiliriz. - Nasıl yani? - Mesela şöyle diyebiliriz: "Halilciğim, şu dünyada mutlaka hiç kimse hasta olmak istemez. Ne var ki hepimiz zaman zaman hastalanırız. Doktorlar da bizi tedavi etmeye çalışır. Zaten tıp ilminin varlık nedeni de bu değil mi? Bu hastalıklar bazan basit, tedavisi kolay hastalıklar olur, bazan da doktorları uğraştıran daha ciddi hastalıklar. Ama sonuçta hepimiz insanız. Bütün hastalıklar biz insanlar için. Hafif olanları da, ağır olanları da. İşte şu sıralar senin de önemsenmesi gereken bir rahatsızlığın var. Bunun için şüphesiz ki doktorlar elinden geleni yapıyorlar ve umarım onların ve senin gayretinle yakında eski sağlığına kavuşursun." Hoca uzun uzun düşündü. Yani "Bir kansersin demediğin kaldı" dedi. - Aslında bu konu tıp dünyasında da tartışmalı bir konudur. Hastaya neyin ve ne kadarının söylemesi gerektiği konusunda kesin bir fikir birliği oluşmuş değildir. Bu noktada Ünal'a bazı kişisel deneyimlerimi aktardım. Avrupa'daki doktorların hastalara kanser olduklarını daha rahat söyleyebildiklerini hastaların buna daha hazır olduklarını ve çoğu hastanın bunu bilmek istediğini anlattım. Bizde ise insanların daha duygusal olduklarını ve bu konuda doktorların da hastaların da birbirinden farklı davranışları olduğunu anlattım. Ünal beni dinledikten sonra sordu: - Peki aziz dostum, hastanın kanser olduğunu bilmesinin ya da daha açık konuşalım öleceğini bilmesinin ona ne faydası olacak ki? Böyle bir durumu öğrenmiş olmak onu daha çok ölüme yaklaştırmaz mı? Onun ölüme karşı direncini kırmaz mı? - Bütün bu anlattıklarında tabii ki önemli oranda gerçek payı var. Ama yine de bu hasta olan kişinin kendisiyle ilgili bir durum. Onun eğitimi, kişilik yapısı ile ilgili. - O zaman bir an empati yapalım. Sen onun yerinde olsan bilmek ister miydin? Niye yalan söyleyeyim, kendi adıma ben böyle bir soruya hiç hazır değildim. Bunu ilk kez o an düşündüm: - Bu soruya oturduğumuz yerden cevap vermek mümkün değil. Çünkü hiçbirimiz onun yerinde değiliz. Ünal "haklısın" anlamında başını salladı. Sonra yine aynı konuya döndü: - Biraz önceki sorumun tam cevabını hala alamadım. Hastanın bunu bilmesinin ne yararı olacak? Yaşadığım bazı örnekler gözlerimin önünden geçti. Lafı uzatmadan anlatmaya çalıştım:


- Hoca de ki adamın ölümünden sonra organize etmek istediği bazı işler vardır. Belki mirasını gönlünce dağıtmak isteyecektir. De ki işinin kendi yokluğunda nasıl devam etmesi konusunda bir yön belirleyecektir. Tut ki onda anısı ya da minnet borcu olan birine parasal ya da başka türlü bir jest yapacaktır. Şu dünyada hepimiz birçok arzumuzu, üstelik de çok istememize rağmen hep ertelemiyor muyuz? Hep "Tamam… o işi de yapacağım... ama henüz sırası değil." demiyor muyuz? Çok istediğimiz bir sürü işi türlü bahane ile ilerideki bir tarihe ertelemiyor muyuz? Sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi düşünmüyor muyuz? Bu noktada insanın yakında öleceğini bilmesi bir avantaj bile sayılmaz mı? Hocanın yüz ifadesi karmakarışık olmuştu. Bu "öleceğini bilmek avantaj olabilir mi" düşüncesi onu etkilemişti. Devam ettim: - İnsanın hep hayalini kurduğu ama bir türlü yapamadığı şeyler vardır. Kim bilir belki yakında öleceğini bilen bir adam, önündeki sınırlı zaman parçasına o yaşanmamışlıkları sığdırmak isterdi. Tartışma burada noktalanmıştı. Bu görüşmeden sonra hocayla bir daha karşılaşmadık. Kadın karşımda öylece duruyordu. Bir süre hiçbir şey söylemeden yüzüme baktı ve kısık bir sesle: - Benim de size kişisel bir teşekkür borcum var dedi. Elimle "buyurun" anlamında koltuğu işaret ettim. Oturduktan sonra bir süre yine hiç konuşmadı. Sonra kelimelerin her birine tek tek vurgu yaparak: - Halil benim ilk aşkımdı, ilk erkeğimdi. Onu çok sevmiştim, diye başladı. Sonra bir süre sustu. Oturduğu koltuğun tam karşısındaki pencereden bir süre uzun uzun dışarıya baktı. Derken bana döndü: "Ama kısmet değilmiş" dedi. Sabırla ve sözünü hiç kesmeden dinliyordum. Devam etti: - Ben kız enstitüsünü yeni bitirmiştim, 19 yaşındaydım. O ise çiçeği burnunda genç bir mühendis. Birbirimizi çok sevmiştik, evlenecektik. Ama olmadı, babam şiddetle karşı çıktı. Halil'in ailesi de beni istemiyormuş. Sonra yine sustu. Bakışlarını karşısındaki pencerenin pervazına dikti. Hiç kıpırdamadan, bir şey söylemeden dakikalarca pervaza baktı. Sanki nefes bile almıyordu. Neden sonra başını yüzüme çevirdi. Yüzünde anlatmaktan vazgeçmiş gibi bir ifade vardı. Sonra yine devam etti: "Çok sonraları öğrendim ki, iki aile arasında benim de hiç bilmediğim, eski bir husumet varmış". İki kez yutkunduktan sonra ilave etti: - O zamanlar bu durumu belki Halil de bilmiyordu. Yüzünde derin çizgiler oluştu, belli ki bu olay onu çok yaralamıştı. Devam etti:


- Kısa bir süre sonra Halil askere gitti. Burslu okumuştu, daha sonra da doğuya gidecekti. Ondan uzun süre haber alamadım. Halil'in gidişinden bir yıl sonra babam öldü. Üç yıl sonra da annem beyin kanaması geçirdi, yatalak oldu. Annem artık bakıma muhtaçtı ve Avusturalya'daki ağabeyimi saymazsak, annemin ona bakacak benden başka kimsesi yoktu. Bunları anlatırken vücudu farkında olmadan bana doğru eğilmişti, hatta koltuğun tam ucuna gelmişti. Sonra soluklandı ve tekrar koltuğa yerleşti. Bakışları bir süre yine pencereden dışarılarda dolaştı. Derken yine bana döndü: - Ben ömrümü yatalak bir hastaya bakmakla geçirdim doktor. Bu son cümleyi söylerken ses tonu bir hayli yükselmişti. Ama hemen ardından adeta fısıltıyla ilave etti: "Bir de onu bekleyerek. Üstelik de hiç geri gelmeyeceğini bile bile." Sonra başını iki yana sallayarak: - Zaten benim gönlümde de ikinci birine ayıracak yer yoktu. Kadının yüzünde gizemli bir ifade vardı. Adeta acılarla huzur birbirine karışmış gibi görünüyordu. - Yıllar yılları kovaladı. Üç yıl önce annemi kaybettim. Artık kaybedecek fazla bir şeyimin kalmadığını düşünüyordum. Yanılmışım. Bu "Yanılmışımdan" sonra yüzünde anlamsız bir ifade dolaştı. Sonra tek tek devam etti: - Yanılmışım. Kaderde onu bir kez daha kaybetmek de varmış. Bu son cümleyi söylerken yüzünde oluşan çizgiler adeta çektiği acıları anlatıyordu: - Halil 6-7 yıl önce tekrar buralara döndü. Yanında karısı ve iki çocuğuyla. Dudaklarında kırık bir tebessüm oluştu. - Onu hep uzaktan izledim. Mutlu olması için dua ettim. Hep karşılaşmamaya özen gösterdim. Ama tesadüfler bizi yine de birkaç kez karşı karşıya getirdi. Çok uzun konuşmadık. Gözler, o anlamlı bakışlar. Ne bileyim kelimelere sığmayan bir şeyler var. Hissedilen. Fakat anlatılmayan, anlatılamayan. Öyle bir şey. Nasıl söyleyeyim bir lisan düşünün ama o lisanı konuşmak için kelimelere ihtiyaç olmasın. İşte o dille konuştuk biz. Beni hala çok seviyordu. Bunu söyledi bana. Kelimeleri kullanmadan. Yani o söylemedi aslında. Ama ben bunu hep hissettim. Bunları anlatırken başını kuğu gibi bana uzatmıştı, gözleri kocaman olmuştu, dudakları titriyordu. Son cümleyi bir kez daha tekrarladı: - Ben bunu hissettim doktor. İçimde eskiden kalma bir şeyler kıpırdadı. Birkaç kez daha yutkundu. Şimdi ses tonu değişmişti. Daha toktu: - Bundan altı ay önce beni aradı. Kanser olduğunu öğrendiğini söyledi.


İnanmak istememiştim. Ben "Acaba yanlış teşhis olamaz mı, mutlaka bir tedavisi olmalı, yurt dışına gitsen..." tarzında bir şeyler söylerken, o çok kararlı bir tonla devam etti: "Önümdeki zamanım çok sınırlı, bunu iyi biliyorum. Ben henüz elim ayağım tutarken, bu sınırlı zaman içinde seninle hiç yaşayamadıklarımızı yaşamak istiyorum." dedi. Çok ama çok şaşırmıştım. Ben daha durumu kavramaya çalışırken, onun planı hazırdı: Kızıldeniz'e gidecektik. O dalmayı çok severdi. Hatta bir dalış kulübüne üye idi. Anlattığına göre dünyada dalmak için en güzel yerlerin başında Kızıldeniz gelirmiş. Orada deniz dibinde dünyanın hiçbir yerinde rastlanılmayan, harika deniz dibi canlıları yaşarmış. Deniz bir akvaryum gibi pırıl pırılmış. Mercanlar ve başka adını bilmediğimiz çok çeşitli deniz canlıları inanılmaz bir renk cümbüşü yaratır, seyrine doyulmaz bir keyif yaşanırmış. Bunları anlatırken Halil’in gözlerinin içi parlıyordu. Kadın yüzüme baktı: - Buna hayır diyemezdim doktor, dedi. "Bu benim için gecikmiş bir balayı" olacaktı. Devam etti: "Bir hafta sonra üyesi olduğu kulübün düzenlediği ettiği geziyle Kızıldeniz’e gittik.” Bana bu gezinin çok keyifli geçtiğini, Halil’in son arzusunun nasıl gerçekleştiğini uzun uzun anlattı. Gerçi Halil ne eskisi kadar derine dalabiliyormuş ve ne de eskisi kadar uzun süre suyun altında kalabiliyormuş. Ama çok mutlu imiş. Bunları Halil de mektubuna yazmıştı. Kadının yüzünde şimdi inanılmaz bir huzur ve mutluluk ifadesi vardı. Dinginleşmiş yüzü adeta ruhunun haritası gibi idi. Sonra bu ifade birden kayboldu, yüzünü derin bir hüzün teslim aldı: - Geçen hafta gazetede onun ölüm ilanını gördüm. Artık gözlerinden boşalan yaşları kontrol edemiyordu. masamdaki mektubu işaret etti: - Emanetinizi size getirdim. Bu onun vasiyeti idi.

Hıçkırarak,

Kadın kapıya yöneldi.

Ümit Evran * 2015 Hematolojik Onkoloji Derneği (kanser konulu) Hikaye Yarışması birincilik ödülü.


Adam Gibi Adam Kimi üç kuruşa satar vatanı Bal ile börekle besler yatanı Malına mülküne servet katanı Okkayla tartarlar, insan diyerek Adam gibi adam, artık yok şimdi İte kurda değer veren çok şimdi. Kimi çöreklenmiş halkın sırtına Koparır bir kaşık suda fırtına Adalet diyerek her gün yırtına Saygı gösterirler, insan diyerek Adam gibi adam, artık yok şimdi İte kurda değer veren çok şimdi. Kiminin cebinde halkın parası Şerefsizin çıkmaz yüzün karası Hep kendine yontar us fukarası Okkayla tartarlar, adam diyerek Adam gibi adam, artık yok şimdi İte kurda değer veren çok şimdi. Gurura yedirmez dersin almayı Makam sayar halka karşı durmayı Düstur edinir de çalıp çırpmayı Efendi sanırlar, insan diyerek Adam gibi adam, artık yok şimdi İte kurda değer veren çok şimdi. Mürekkep yalamış, mektep bitirmiş Vekilim dedikçe neler götürmüş Milletin başına çorap geçirmiş Hokkayla tartarlar, İnsan diyerek Adam gibi adam, artık yok şimdi İte kurda değer veren çok şimdi. Hırsız bürokratın kalın boyunu Yüksel der yayamaz bir çift koyunu Süremez hödükler adam soyunu Saygı duyarlar insan diyerek Adam gibi adam, artık yok şimdi İte kurda değer veren çok şimdi.

Hasan Yüksel


Bütün O Boşluklar Ne İçin? A şehrinden B şehrine saatte 95 km hız ile giderken sanki umurumuzda mı 72 ışık yılı uzaklıkta olan bir yıldızın patlaması? Bilmediğimiz mevzular bizi rahatsız etmez ve böylece ne de güzel avuturuz kendimizi bir koltuktan kalkıp diğerine otururken. Dışarıda olan her şeyi boş verip, o yosun tutmuş kabuğu kaldırınca acaba neler var olmuştur altında? Ağlaya ağlaya başardın bunları. Bilirsin yosunlar ıslak ve yeşildir. Yeşil. Renklerin en güzeli… Hiç saymayı denedin mi ağladığın zaman kaç adet damla akar gözlerinden? Ya da en azından bir gözünden… Sayı çok olunca mı acı büyük oluyordu yoksa hiç akıtamayanlardan olunca mı? Ama bilinen bir şey var ki ne için olursa olsun tanıdıktır gözyaşları. Hep aynı yolu izlerler ve ne kadar derinden geliyorsa sebep o kadar fazla kaçar tuzu… Şimdi o kaldırdığın kabuğu şöyle bir incelemelisin. Ne zorluklar, neler neler var imiş evvel zaman içinde. Çünkü yaşadığımız güçlükler varoluşumuzu aydınlatır aslında, ama taze ve kaliteli olanlar. Belki de yıldızlar da aynı mantıkla doğmaktadır. Zaman zaman oluyor işte bir şeyler. Ama bir şeylerin zaman zaman olması ile zamansız olması arasında bir fark yoktur… Ne büyük yanılgılar. "Zaman" denildiğinde hep ileri bir akışa odaklanır benliğimiz. Yanlış hesaplar ama geçerli sonuçlar. Bu yanlış hesaplara göre onun var olduğu kesin ama durmadan ilerleyen bir şey. Elbette geldiği bir yer olmalı o halde. Mesela rüzgâr gibi. Ama olmaz ki. Belki de hep var olduğu için duyulmayan bir müzik gibidir. Çok derinlerde hissedilen… Bütün bunlar da bir delinin üfürmeleri neticede. Dikkatli okuyanlar eminim ki bunu anlarlar. "Deli deliyi görünce gözünden tanırmış" der T. Robbins. "Yoksa bütün penguenlerin Güney Kutbu'nda ne işi var?"

Gizem Ünsel


İhanete Adım Adım Sabaha karşı... Güneş doğmaya yakın. Kuşlar, köpekler, tavuklar... Sesleri geliyor penceremden, hafif hafif esen rüzgarla birlikte. Yorganımın içinde hüzünle gözlerimi diktim tavana.

karışık

huzurumla

Huzurum hayata, hüznüm sana...Her şeye rağmen doğup batacak olan güneş, insanlar, hayvanlar, doğa huzur veriyor bana. Sabahın matemi...Hayatın sonsuz direnişi. Her şeye rağmen yılmayan güneş. Kahpe insanlara, kahpe hayatlara, yalanlara şahitlik gülümseyen ay ve yıldızlar.

eden

ve

yılmadan

Huzurum büyük, büyük de sen hüzünsün. Özlüyorum mesela, gözlerini özlüyorum. Sıradan belki ama bu sıradanlık yüreğime pusu kuran bir hüzün işte. Yine sen doğdun içime. Her şeye inat. Güneş gibi. Ama biri huzur biri hüzün...

Burcu Örlü

Konuş Benden Sonra da Sayfaya dökülüyor İçimden mısralar Kaleme rengini veriyor Bazen siyah, bazen kırmızı Kimi zaman mavi. Kederlensem kararıyor Hüzünlerle, Kan ağlandığımı bilir Neye gülsem sonunda Boğazım kurur Sözlerim duyulmaz olur Ellerim, sustuğum yerden Devam eder anlatmaya Kendisi de bitip tükenene kadar...

Sena Sabcıoğlu


Prosopagnosia Bu sözcükle karşılaştığımda benim yüzümdeki ifade de aynen şu anda sizin yüzünüzdeki gibi idi. Yani bu sözcük benim için hiçbir anlam taşımıyordu. Hatta bu sözcüğü, hecelemeden ve bir defada söylemeyi bile ancak yedinci denememden sonra başarabilmiştim. Bu sözcüğe o gazetenin pazar ilavesinde rastladığımda, bunun benim yaşamımda ne kadar önemli olduğunu düşündüm ve bu konuda yaşadıklarımın hiç değilse bazılarını sizinle paylaşmak istedim. Efendim bu dünyada bir tek bende olduğunu sandığım ve benim düpedüz şaşkınlığım ya da beceriksizliğim diye düşündüğüm şey, meğerse basbayağı bir hastalıkmış. Kitaplarda bile yeri varmış. Nereden bilebilirdim ki? Bu prosopagnosia lafı da işte o hastalığın adıymış. Prospagnosia eski Yunan'da yüz, çehre anlamına gelen prosop sözcüğü ile cahillik anlamına gelen agnosia sözcüklerinin birleşmesinden ortaya çıkmış. Bizim anlayacağımız dille yüz cahilliği demekmiş. Yani yüzleri unutmak. Bilirsiniz doktor milleti ne konuştuklarını kendilerinden başka kimsecikler anlamasın diye aralarında hep latince terimler kullanırlar. İşte bu bizim prosopagnosia da, daha doğrusu yüz cahilliği yani bu benim bütün yüzleri unutmam ya da birbirine karıştırmam, hiç de öyle benim sandığım gibi bir tek bana özgü bir şaşkınlık falan değilmiş. Bunu duyunca içimde gizli bir sevinç bile oluştu diyebilirim. Ben bunu öğrendim ya artık işin peşini bırakır mıyım? Yakın, uzak tanıdığım bütün doktorlara sordum ama onların içinde de bunu pek bilen çıkmadı. Sonradan bir hayli araştırdım, ansiklopediler falan karıştırdım. Öğrendiğime göre bu beynin bilmem hangi lobundaki bir hasardan kaynaklanan, çoğu kez doğumsal ama bazen sonradan da oluşabilen bir hastalıkmış. Bu derde düşen kimi insanlar ağız tadı ile bir film bile seyredemezlermiş. Çünkü her sahnede karşısına çıkan kişileri, her defasında ilk defa gördüklerini düşünürlermiş. O zaman da bir önceki gördüğü kişi ile bir sonra gördüğünün aynı kişi olduğunu ayırt edemezlermiş. Zavallıcıklar sinemaya gitse, filmden hiçbir şey anlayamazmış. Kulak mememi çekip tahtaya vurdum, şükür ki benimki o kadar da kötü değildi.


Hikmetinden sual olunmaz, yüce rabbim bana öyle bir hafıza vermiş ki, tahterevalli gibi. Bir tarafı aşağıda, bir tarafı yukarıda, daha doğrusu bir tarafı dopdolu, bir tarafı bomboş. Önce iyi tarafını anlatayım. Benim öyle bir hafızam vardır ki bazen "Yahu bütün bunları ben nasıl ve nereden hatırlıyorum" diye kendim bile şaşarım. Ortaokul ve lisedeki öğretmenlerimin, bütün sınıf arkadaşlarımın isimleri ve okul numaraları aradan geçen bunca yıla karşı daima beynimde hep bir yerlerde saklıdır. Bir solukta hepsini sayabilirim. Bütün dostlarımın evlilik günleri, yaş günleri, telefon numaraları… Gelmiş geçmiş bütün hükumetlerin tekmil bakanları… Söz gelimi Menderes'in ilk "Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili" kimdi, vs. Daha neler… Fener'in eski Yugoslav kalecisinin ilk takımı hangisiydi? Akrabalık bağları, kim kimin nesi olur? Müvekkillerimin çocuklarının, Hayrünisa Hanım'ın ilk kocasının, mahalle kasabının kedisinin adı neydi. Bu ve buna benzeyen bütün gereksiz ayrıntı kafamın bir yerlerinde kullanıma hazır bir yerlerde bekler durur. Ben bu hafızamı hep rahmetli anamın sandık odasına benzetirim. Orada da atılmaya kıyılamamış her bir şey bulunur, sabırla ve umutla bir gün kullanılmayı beklerdi. Benim bu garip hafızam da aynen böyledir. Onca gereksiz kıvır zıvırı niye unutmadığıma ben de şaşarım. Bunu bilen dostlarım da ne zaman geçmişle ilgili bir anlaşmazlığa düşseler hemen "Bizim Doğan'a soralım" derler. Benim cevabıma göre birisi haklı olduğu için böbürlenir, diğerinin yelkenleri ise oracıkta suya iniverir. Ama benim cevabım hiç bir zaman tartışılmaz, kimse de "Acaba bu Doğan'ın dedikleri de gerçek midir" diye düşünmez bile. İşte beynimdeki tahterevallinin tepedeki tarafı bu. Peki asıl aşağıdaki öbür tarafı nasıl? Onu da anlatayım. Ben oldum olası hiçbir yüzü hafızamda tutamam. Sakın bana "Arada benim de arada karıştırdığım olur" filan demeyin. Benimki evlere şenlik! İnanılacak gibi değil. Bir defasında kapıcının oğlunu bakkala göndermiştim. Oğlan döndüğünde "Buyur birini mi arıyorsun evladım" diye sordum. Çünkü çocuğu tanımamıştım. Aynı gün birkaç kez karşılaştığım kişiyi yine de tanıyamadığım, hatta bana kendisini hatırlattığı halde aynı kişiyi, aynı gün içinde tekrar tekrar karıştırdığım bile olmuştur. Şimdi her yeni tanıştığım insana da "Yahu ben seni yolda görüp de tanımazsam sakın kusura bakma" diyemem ki. Bir de alınan, gücenenler oluyor. Bilmem kaç sefer hanıma şikayet etmişler. "Doğan Bey'i yolda gördük de yüzümüze bile bakmadı. Kıracak bir şey mi yaptık" diyenler... "Bunca yıllık arkadaşız bir selamı bile çok gördü" diye sitem edenler... Daha da neler. Aslında haksız da sayılmazlar tabii. Hanım hangi birine söz anlatsın ki. Hele bir defasında ben yine birini tanımamışım. Tesadüf bu ya o zaman da bu bizim yazlığı borç harç yeni almıştık. İşte o tanımadığım için selam


vermediğim arkadaş, ortak başka bir dostumuza benim için, "Tabii beyim yazlığı alınca birden havalara girdi" demiş. Fesüphanallah. Söz gelimi bir sosyal dernek toplantısı için, grup halinde bir otele gittiğimizi düşünün. Akşam aynı masa etrafında birkaç aile oturmuş sohbet ediyoruz. Yanımda oturan adama da pek kanım ısınmış. Bütün gece konuşma uzadıkça birçok ortak dostumuz olduğunu keşfetmişiz, pek keyiflenmişiz, ona fıkralar anlatmışım... vs. Yani yemişiz, içmişiz bu güzel gece sonunda vedalaşıp, odalarımıza gidip yatmışız. Buraya kadar her şey çok normal ve çok sıradan. Ama düşünün ki akşam saatlerce yanımda oturan ve o koyu sohbete daldığımız adam, sabah kahvaltıda tam karşımdaki masada oturmakta ve bana gülen gözlerle bakmaktadır. Benim yüzümde ise adeta bir maske. Siz olsanız onun yerinde ne düşünürdünüz? Ya da diyelim ki otelin lobisinde aynı aile ile karşılaştık. Bana göre onlar, hiç tanımadığım sıradan yabancı kişiler! Benim hanım bu durumlara pek alışkın olduğu için hemen durumu kurtarmaya çalışır ve üstüne basa basa: - Aman efendim akşamdan beri nasılsınız bakalım? Bu aslında bana gönderilmiş bir mesajdır. "İşte bunlar dün akşam yanımızda oturanlardır, sakın karıştırma" anlamına gelir. İşte o zaman hemen üste çıkarım: - Ne kadar güzel bir akşamdı değil mi Hüdai Beyciğim? Bu halden ben de memnun değilim ama elimde olan bir şey değil ki. Bazen de yeni tanışıp da tekrar karşılaşma olasılığı fazla olanların yüzlerinde, konuşmalarında, fiziki görünümlerinde bir işaret, bir tutturacak nokta ararım. Diyelim ki bu yeni tanıştığım adamla sohbet ediyoruz, ben adamın sağ yanağındaki Halep çıbanını ya da sol kaşının üzerindeki yara izini beynimin bir yerlerine yerleştirmeye çalışırım. Ya da "r'leri söyleyemeyen Abdi Bey" veya "sağ gözünde tik olan Vedat Bey" diye kafama notlar düşerim. Fakat bütün bu önlemler yazık ki çoğu zaman etkisiz kalır. Daha birkaç hafta önce yine büromdaydım ve bir müvekkilimle konuşuyordum. Bir ara bir evraka bakmak için arşive gittim. Dönüşte salonda oturan bir adamla göz göze geldim. Adam kibar bir şekilde beni selamladı. Elbette ben de buna ilgisiz kalacak değildim. Gittim nazikçe elini sıktım. "Siz biraz istirahat edin, içerideki görüşmem bitince sizi alacağız" dedim. Biliyorum "Şimdi bunda ne var ki" diyeceksiniz. Ama öyle değil işte. İçerideki müvekkilimi uğurlarken baktım, biraz önce orada oturan adam yoktu. Nihal, gelen "Arkadaşınız Avukat Fikri Bey'miş" dedi. Giderken sizin görüşmenizin uzayacağa benzediğini söyledi. Cenazeye geldiğini söylemiş. Ölen de yine bizim sınıftan "Borazan Metin" diye not bırakmış. Kaynar sular başımdan aşağı döküldü, hem de iki kez. Birincisi bunca yıllık arkadaşım Fikri'yi tanımadığım için. Besbelli ki adam onu


tanımadığımı anladı ve çok kırıldı. Haklı tabii. İkincisi ise bizim zavallı Metincik. O herkeslerin pek sevdiği, dünyalar iyisi bir arkadaşımızdı. Yazık, çok üzüldüm. Onun borazanlığı da şuradan geliyor; biz üniversitede iken hep beraber bir yurtta kalıyorduk. Metin de o yurttan arkadaşımızdı. Lise yıllarında okulun boru takımında imiş. İşte bu bizim rahmetli demeye dilim varmıyor, Borazan Metin de her sabah bizi boru çalarak yataktan kaldırırdı. O yüzden onun adı borazana çıkmıştı. Hey gidi günler. Cami tam da benim büronun olduğu binanın çaprazına düşüyordu. Hemen fırladım. Hem bizim Fikri'nin gönlünü alır, hem de belki başka arkadaşlarla karşılaşırım diye. Ama yarı yolda kendime geldim. Çünkü orada muhtemelen beni tanıyan birçok eski dostla karşılaşacak ve hiçbirini tanıyamayacaktım yani yine rezil olacaktım. Yarı yoldan geri döndüm. Yine buna çok benzeyen başımdan geçen bir başka olay da aynen şöyle oldu: Bir gün bir müvekkilimle görüşüyordum. Yanında da bir refakatçisi vardı. O hiç lafa karışmadan konuşmaları dinliyordu. Ben bir ara bir evrak aramak için yine arşive geçtim ve orada birkaç dakika oyalandım. Sonunda elimde evrak dışarı çıktığımda salonda oturan bir adamla karşılaştım. Adama hemen "Hoş geldiniz efendim" dedim ve ilave ettim. "Biraz dinlenin, sizi hemen görüşmeye alacağız". İçeriye girdim müvekkilimin yanındaki adam yok. Meğer benim ofiste sigara içme yasağı olduğu için, benim müvekkilin yanındaki o adam benim arkamdan salona sigara içmeye çıkmış. Benim bu insanları tanımak konusundaki sakarlıklarım malum olduğu için, beni bu güç durumlardan kurtarmak için geliştirilmiş çeşitli savunma taktiklerim vardır. Bu konuda bir numaralı yardımcım da bizim Nihal'dir. Nihal otuzlarında çok cici bir kızdır. Hani "O benim sağ kolum" diye bir laf vardır ya, işte bu bizim Nihal de benim hem sağ kolum, hem sol kolum, ayrıca sağ ve sol bacağımdır. Garibim sağ olsun beni her türlü musibetten korumak için çırpınıp durur. Büroda Nihal'in oturduğu yer tam daire giriş kapısının karşısındadır. Yani her gelen önce onunla karşılaşır. Arkasındaki duvarın ceviz lambiri ile kaplı olduğu, önünde geniş yarım ay şeklindeki bankonun bulunduğu bu bölüm, büronun en stratejik noktasıdır. Burası arşiv olarak kullandığımız aydınlığa bakan odanın hemen çıkışında olduğundan onun istenilen dosya veya evraka ulaşması çok kolaydır. Ayrıca o bulunduğu yerden salonda oturanlara da rahatlıkla laf yetiştirebilir. Ben ise koridorun ucunda bulunan ofisimin kapısını açar açmaz Nihal ile göz göze gelirim ama bunu salonda oturanlar görmezler. Doğal olarak her gelene ev sahipliği görevini ilk olarak bizim Nihal yapar. Ben ise katiyen kapıyı açmam. Nihal ne yapar, ne eder gelenin ağzından


benim işime yarayacak iki kelime laf kapar. Sonra bana haber verir. O iki kelime de bana yeter zaten. "Halim Bey geldiler efendim, icra iflas davası" veya "Selma Hanım… Tahliye davası" ya da "Sabri Bey'in eşi geldi veraset davası açılacaktı" demesi yeter. Artık gelenin yüzünü hatırlamam gerekmez, nasıl olsa gelenin adını biliyorum ve zaten konuya da hakimim, sorun olmaz. Bir de eski bir müvekkilim ise, hele hele randevusu varsa Nihal zaten dosyayı ve gerekli evrakları çoktan hazırlamıştır bile. Bazen de okul arkadaşları, askerlik arkadaşları, memleketten hemşehriler… gelir. Ama o her defasında iki kelime ile beni hazırlar: "Lise arkadaşınız Ertan Erdal" ya da "Mahalle arkadaşınız Selçuk Bey" demesi yeter de artar bile. Ama dediğim gibi o beni hiçbir zaman gelenle doğrudan doğruya karşılaştırmaz. Yıllardır bu sistemi olabildiğince en az fire ile sürdürmeyi başardık. Ama her zaman işlerin benim istediğim kadar düzgün gitmediği de olur. Nihal büroya gelen birine önce "Hoş geldiniz" filan dedikten sonra, geleni o da tanımıyorsa taktik icabı "İlk defa mı geliyorsunuz" diye sorar. Bu soru anahtar sorudur ve çok önemlidir. Eğer gelen daha önce gelmişse Nihal, "Konu ne idi" diye sorar ve gelenin ağzından laf almaya çalışır. Gelen de "İşte daha önce şu nedenle gelmiştim, şimdi de şunun için" deyince sorun kalmaz. Eski dosyalar bulunur...cvs. Ama gelen "Hayır efendim ilk defa geliyorum" derse, o zaman da bana dahili telefondan "Salim Bey geldi, ilk kez geliyormuş" der. Bu şu demektir: "Korkma bunu tanımak zorunda değilsin". Ben de tabii gayet rahatlamış olarak Salim Bey'i buyur ederim. Yazık ki bazen bu taktik de işe yaramaz. Söz gelimi bir akşam bir toplantıda birileriyle tanışmışım ve de pek kanım kaynamıştır. Akşamın sonunda evlere giderken karşılıklı davet edip, "Allah aşkına beklerim, gelmezsen ölümü öp" deyip sarılıp öpüşmüş, ayrılmışızdır. Düşünün ki bu adam ertesi günü benim büroya gelir. Kapıyı yine Nihal açar: - Buyurun efendim. - Doğan Bey'le görüşecektim. - Hay hay efendim, daha önce gelmiş miydiniz? - Hayır. İlk kez geliyorum. Nihal içeriye telefon açar: "Doğan Bey, bir bey sizinle konuşmak istiyor, ilk defa geliyormuş." İşte o zaman adamın içeriye girmesi ile tiyatro başlar. Adam kollarını açıp da "Vayyy Doğancığım" diye boynuma sarılırken, ben artık "siz" ile "sen" arasında gidip gelmeye başlarım. Ben kem küm ederken artık beni Nihal bile kurtaramaz. Yukarıda anlattıklarım neyse ne ama geçen gün başıma öyle bir iş geldi ki... Bu hepsinin üstüne tüy dikti. Kapının zili çaldı. İçim cız etti. Çünkü Nihal ortalıklarda yok, bir yere gitmiş. Sonradan öğrendim telefon faturasını ödeyecekmiş. Yani kapıyı açmak mecburen bana düştü. Biraz sonra kapıda 40 yaşlarında bir hanım belirdi ve tereddütsüz "Merhaba Doğan Bey" dedi. Demek ki beni tanıyor. Sonra alışılmış adımlarla benim


ofisime yöneldi ve kendini bir koltuğa attı. Ama atmasıyla kalkması bir oldu, bir taraftan üzerindeki ince mantoyu çıkartıyor, bir taraftan da "Bu mevsimde de havalara hiç güvenilmiyor" diyordu, "Sabah evden mantoyla çıkıyorsun, öğleye terliyorsun, insan nasıl giyineceğine şaşırıyor vallahi". Bunları söylerken bir taraftan da elinde mantosu ile dışarıya yöneldi. Belli ki elindekini vestiyere asacaktı. Ben kadını görünce pek belli etmemeye çalışıyordum ama iyice paniğe kapılmıştım. Kadının bütün hareketleri son derece rahattı ve her halinden de bizim büroya de çok aşina olduğu anlaşılıyordu. Oysa bu yüz bana hiçbir anlam ifade etmiyordu. Ah be Nihal, tam da gidecek zamanı buldun. Kadın hemen döndü ve aynı koltuğa tekrar oturdu. Yüzüme hatta gözlerimin içine baka baka "Nasılsınız Doğan Bey" diye sordu. Bu durumda artık "Efendim ismi alinizi bağışlar mısınız" demek imkansızdı. "Sağolun çok teşekkür ederim" diye geçiştirdim. İhtimal daha önce on kez benim büroya gelmiş, belki de daha dün oturup konuşup çay kahve içtiğim birine şimdi "Sizin sorun ne idi acaba" dersem herhalde aklımdan şüphe eder ya da bunadığımı düşünürdü bu kadın. Bir de böyle bir durumun mesleki kariyerime yapacağı olumsuz etkiyi artık siz düşünün. Söz gelişi kadının bir tanıdığına "Yahu adama vekalet verdik, en hayati konumuzda inanıp, güvenip kendisine teslim olduk ama daha benim kim olduğumu bile bilmiyor, bu mu beni hakim karşısında savunacak" dediğini düşünün. İnsana hafakanlar basıyor. Böyle olaylarla sıklıkla karşılaştığım için, bu durumlara karşı geliştirilmiş savunma daha doğrusu karşımdakinin kimliğini çözme manevralarım vardır. Bu sıkıştığım durumlarda mesela adamsa karısını ya da kadında kocasını sormak işe yarayabilir. "Beyefendi nasıllar"ın arkasından, mesela işlerini sorabilirim. Gelen cevaptan adamın mesleğini çıkarıp, o ipucundan karşımdakinin kim olduğunu anlayabilirim. Ya da çocukların okulunu sorabilirim. Mesela önce çocukların karnesinden başlayıp, sonra hangi okula gittiklerini sorabilirim. Derken "Okul eve yakın mıydı, çocuklar okula nasıl gidiyor"dan oturduğu semti… vs. Yani bana küçücük bir ipucu bile yeter. Dedim ya hafızama çok güvenirim. Kadın karşımda oturuyordu ve benim bir şey söylememi bekliyordu. Gittim Nihal'in defterine baktım acaba randevusu var mıydı. Öyle ise belki adını öğrenebilirdim. Ama nafile, defterde de bu saatte gelecek birinin adı yok. Ah be kızım tam da gidecek zamanı buldun. Yine masama döndüm. Yani suya sabuna dokunmayacak bir şeyler sorup karşımdakinin kim olduğunu çıkartmaya çalışmaktan başka bir yol yoktu. Artık bir şey söylemem gerekiyordu. Sonuçta ben de öyle yaptım: - Son görüşmemizden beri nasılsınız bakalım? - Nasıl olabilirim ki Doğan Bey? İçinde bulunduğum durumu en iyi bilen sizsiniz.


O en masum soru ile başıma dert almıştım. Giderek köşeye sıkıştığımı hissettim. Ama artık bozuntuya vermemem gerekirdi. Ne olur sanki şu an Nihal dönüp gelivermiş olsa. Yapacağım çok basit, hemen dahili telefondan "Bir dakika gelir misin kızım" diyeceğim. Sonra da karşımdaki hanımı göstererek "Hanımefendiye ne ikram ediyoruz" diye soracağım. Kadının cevabı hiç önemli değil. Sonra kadının dosyasına bakmak bahanesi ile dışarı çıkacağım ve Nihal ile göz göze gelince o bana söz gelişi "Yurdagül Hanım, kiracı tahliye davası vardı" dese yetecek. Sonra tutmayın beni. Bu anlattığım için inanın 10 saniye bile bana yeter. Ah be Nihal. Ne demişti kadın "İçinde bulunduğum durumu en iyi bilen sizsiniz". Artık dönüş yoktu, başlamıştık bir kere, devam etmek zorundaydım. Yine yuvarlak bir soru ile idare etmeye çalışmalıydım: - Peki karşı tarafın tavrı nasıl şu sıra? Kadın kızgın bir şekilde: - Nasıl olacak hep aynı! Hala inat ediyorlar. Oysa ben bu işin rıza ile hallolmasını istiyorum. İşte orada hemen beynimde şimşekler çaktı. Aradığım ip ucu işte buydu! Ne dedi? "Bu işin Rıza ile hallolmasını istiyorum". Tamam işte bu Rıza şu son izale-i şuyu davasındaki Rıza. Konu şu; benim müvekkilime ve onun yeğenlerine verasetle miras kalan şehrin göbeğindeki o kıymetli arsanın bir kısmı yeşil alana gidip, bir tarafından da yol geçince arsa hayli küçülmüş. Sonuçta arsa yalnız başına bir apartman yapılamayacak kadar küçülünce, belediye de haklı olarak yandaki arsa ile bunların arsasını şuyulandırmış yani birleştirmiş. İşte o arsa bu Rıza Bey'in arsası. Bu da çok doğal bir şey. Elbette taraflar bu durumda yalnız başına hareket edemezler. Mantıklı olanı anlaşmaları. Yani ya birlikte satıp, parayı bölüşürler ya da ortak olarak bir müteahhide verip payları oranında daire talep ederler. Bu kadar basit bir konu. Sorunu çözmüş olmanın rahatlığı ile cevap verdim: - Tabii ki bu işi Rıza Bey ile konuşup da çözümlemek en doğrusu. Kadının yüzü birdenbire karıştı: - Doğan Bey, pardon hiçbir şey anlayamadım. Hangi Rıza Bey’den söz ediyorsunuz? Ben hala çok rahattım: - Canım Rıza Bey, duyduğuma göre anlaşılması zor olmayan bir adammış. Sizin bey de saygı değer, çok beyefendi bir insandır. Eh artık bir şekilde anlaşırlar aralarında? Öyle değil mi? İnsanlar konuşa konuşa. Kadın zangır zangır titriyordu, hırsla fırladı. Bir taraftan ağzından köpükler saçıyor, bir taraftan da aynı sözleri tekrarlıyordu: "Benim bey ha… beyefendi ha..." Haykırışları duvarlarda yankılandı. Ben daha


şaşkınlığımı yenemeden ve kadına tek kelime söyleyemeden kapıyı hışımla vurdu ve gitti. Ben arkasından öylece şaşkın bakakaldım. Bir iki dakika sonra kapı anahtarla açıldı. Gelen Nihal'di. Bana dönüp "Doğan Bey apartman girişinde Necla Hanım'la karşılaştım. Çıldırmış gibi bir hali vardı. Kendi kendine söylenip duruyordu." deyince koltuğuma yığılıp kalmıştım. Konu anlaşılmıştı ama artık vakit çok geçti. O benim çok güvendiğim harika beynim bu sefer beni fena yanıltmıştı. Konunun Rıza Bey'le filan hiç ilgisi yoktu. Bu Necla Hanım bana bir boşanma davası nedeni ile geliyordu. Kocası ile sevişerek evlenmişlerdi. Evlilikleri ilk yıllarda pekala iyi yürümüştü. Ama Necla Hanım'ın beyi daha sonraları nasıl olmuşsa olmuş kumar illetine yakalanmıştı. Artık elinde avucunda ne varsa kumara yatırır olmuştu. O kadar ki 9 yaşındaki kızının bileziğini uykusunda elinden çıkaracak, oğlunun sünnet düğününde toplanan paralarını ertesi gün kumara yatıracak kadar. Necla Hanım bu adama yıllarca tahammül etmişti. Hatta emekli ikramiyesinin üstüne babasının desteği ile aldığı daire bu adamın kumar borçlarına gittiğinde bile, Necla Hanım çocuklarını düşünüp, hala bu adamdan umudunu kesmemişti. Ama ne zaman ki bütün bunların üstüne kocası bir de pavyon kadını ile yaşamaya başlayınca, Necla Hanım bu işin sonunun geldiğini anlamış ve boşanma davası açmam için bana müracaat etmişti. İşte benim "Saygı değer bir beyefendi" dediğim kişi, bu adam oluyor. Tabii bu "Rıza(!)"nın nereden çıktığı da şimdi anlaşılıyor. Adam ayrılmaya razı imiş ama çocukların velayetinin kendisine bırakılmasını istiyormuş. Ama besbelli ki hakim çocukları Necla Hanım'a verecek. Çünkü onun hiç değilse iyi kötü bir emekli maaşı ve bir de sığınacağı babasının evi var. İşte adam da bu durumu bildiği için aracılarla haber gönderip "Çocuklar bana kalsın, hakim ona verse bile çocukları zorla kaçırırım" diye tehditler savuruyormuş. Necla Hanım'ın da "Bu işler rıza ile hallolmalı" dediği konu bu imiş. Yani çocuklar istemediğine ve adamın bırakın çocukları, kendini bile geçindirecek hali olmadığına göre, üstelik de bir pavyon kadınının evine sığınmışken "Çocukları da isterim, vermezlerse kaçırırım" demesinin ne alemi vardı. Necla Hanım'ın dediği bu boşanma ve çocukların velayeti konusunun tarafların rızası ile çözülmesi idi. Evet mesele anlaşılmıştı. Ama Necla Hanım herhalde şimdi kendine yeni bir avukat arıyordur. Bu son olay kulağıma küpe oldu ve ilk işim ikinci bir sekreter almak oldu. Şimdi ne Nihal, ne de bu yeni gelen sekreter beni hiçbir zaman büroya gelen ziyaretçi ile yüz yüze getirmiyor. Nihal benden önce büroya geliyor, öbürü ise benden sonra çıkıyor. Biri bürodan ayrılsa bile öbürü nöbet yerini hiç terk etmiyor.

Ümit Evran


Bu Şehir Dilsiz Sen gideli bu şehir dilsiz, Kuşlar sessiz ürkek, Bense çaresiz yapa yalnız, Karlar yağıyor şimdi bu sokaklarına sensiz.

şehrin

Kimilerine yar, Kimilerine dar oldu Bu şehrin sokakları, Benimse yüreğimde yas var, Ağlıyorum şimdi sessiz sessiz.. Umutlarım düşlerim vardı, Yok oldu birer birer. Duygularımsa oldu bir tutsak Yürüyorum şimdi ağır aksak Bu şehrin sokaklarında sensiz.

Hasan Yüksel

İsabetli Parantezler Gerçekten keder ve budalalıktan başka yaşamın bir anlamı var mıydı? Bizler içimizdeki en güzel duyguları öldürebilmek için neden bu kadar çok çaba harcamaktayız? Eğer tüm düşüncelerden kendimizi soyutlarsak geriye ne kalır? Eşiğini yükselttiğimiz sancımalar mı? Bilemi-yorum. Evet yorum... Onlar anlattıkça fosur fosur yorumlar oluşuyor. -yorlar, -yormayanlar filan. Ben ise anlatmayı bırakalı bir hayli oluyor. İnkar etsek de bazı şeyleri gizleyemeyiz. Ve kahrolsun bazı şeyler. Ama sadece bazı şeyler. Nazım'a dokunmayın! Şimdi ben öyle şeyler yaptım ki! Çuval dolusu vakitler kaybettim. Ne haddime üstelik. Hamd olsun yaşlanmadık. Eskimedik. Tesiri geçmedi sevişmelerin ondan olsa gerek. Aklım ermesine erer elbet ama işime gelmiyor demek. Oturup gece yarıları konuştum boşluğa mesela. Dinledi mi bilmem. Hoş, dinlese de pek bir şey değişmezdi elbet. En azından ucuz tesellilerde bulunmadı. Sakince yuttu...


Oturup badem yedim mesela. Çiğ bademler. Tıngır mıngır şarkılar eşliğinde. Kıtır kıtır. Nasıl yağlı. Olayların sırasını karıştırdım bademleri yuvarlarken... Bittiği yerden başlayıp, başladığı yere noktalar koydum. Dişlerimin arasında can çekişen zavallı bademlerse usulca kayıp gitti boğazımdan. Oturup sızlandım mesela. Bazen sıkıcı ve kasvetli oldum. Ama sadece kendime. Kendimi bildim. Bir tek kendimi bildim. Akşamları hiç sevmez oldum. Kikirdeyip kikirdeyip ağladım. Ağlayıp ağlayıp kikirdedim. Hayır, hayır! Ben bir şey demedim. İnsanların gözlerini gördüm. Ürktüm! Yağmurlar yağdı üzerime. Çamur oldum. Terledim. Eridim. Hiçtim. Bittim. Ne zamanki ölüm göz kırptı, irkildim! Titredim! Geçen zamana ahlanıp sorulara gömüldüm. Anladım. Pek bir isabetli anladım. Ezberim sağlam artık. Şaşmam diyemem. En azından aldanmam. Eski ve yeni yeniden. Unutmamış saymayı. Zaten pikaptaki de hala aynı şarkı. Parantez aç. Minnet. Parantezi kapa.

Gizem Ünsel

Bir Gece... Gece, sonsuzluğu anlatıyordu sessizliğiyle. Ve müthiş bir hüzün. İçim ürperiyordu. Küçük bir kız çocuğu gibiydim adeta. Gecenin karşısında sessizleşiyordum. Ürkek bir serçe gibi başımı saklayacak yer arıyordum. Belki annemin şefkati, babamın kucağı... Sessizliği bozan seslere karşı öfkeliydim. Doğallığı bozan seslere...


Böceklerin sesleri ve hırçın köpekler... Geceye anlam katıyorlardı. Uzak mahallelerden gelen köpek sesleri ve yakınımdakiler. Ne diyorlardı acaba? Neye isyan ediyorlardı? Böyle hırçın... Ne içindi öfkeleri? Minik yavrular vardı bir de. Ne kadar da iç acısı uğulduyorlardı. Anlıyordum. Korkuyorlardı. Ve kedim gelmişti yanıma. Korkusunu paylaşmıştı benimle. Birlikte seyrettik yıldızları. Korkusunu dindirdim. Hırçın köpeklerden korkuyordu. Yıldızların güzelliğiyle aydınlanmıştık. Sevgiyle doymuştuk geceye. Doğa; yaşamın eşsiz parçası. Kedim ise bir umutla başını yasladı göğsüme. Onun hayattan tek beklentisi yaşamaktı. Sevgim yaşatmıştı onu, şefkatim... Sevgisi umudum olmuştu. Ve gece ay ve yıldızların eşsizliğiyle son bulmuştu.

Burcu Örlü

Gizlerin İçinden Geçerken Ardımda öyle uzun bir mektup bırakmadım. Sadece "elveda" yazdım. Kalemi masada bırakmadım, Pusula olsun diye yanıma aldım. Fenerin ucuna yıldız taktım. Hiç bitmesin diye ışığım, Bilinmezlikte yol alırken Gizlerin içinden geçerken Ayak izlerimi de süpürmüş rüzgar, Bulamazlar artık beni. Zaten, gitmek de böyledir Birden kaybolmak gözden Unutturmak kendini Zamanla, hafızalardan Silinmek istemeseydim eğer Daha güzel bir son yazardım hikayeme.

Sena Sabcıoğlu


Çakıl Taşı Bürodan çıkarken çok farklı duygular içindeydi. Çünkü iş başvurusu kabul edilmişti. Armatör Muzaffer Bey rahmetli babasının hatırına, ona uygun bir iş bulup, bir kuru yük gemisinde kamarot olarak çalışmasını kabul etmişti. Geminin seferi tam da okulun yaz tatiline uygun olacaktı. Bürodaki müdür yardımcısının anlattığına göre, gemi Bodrum Güllük limanından yüklediği feldispat denilen maden cevherini Florida'nın Tampa limanına boşalttıktan sonra, dönüşte Honduras'tan alacağı kurşun konsantresini Rotterdam'a götürecekti. Son olarak oradan yüklenecek kağıt hamuru ile de İstanbul'a dönecekti. Bu sefer için iki buçuk ay öngörülüyordu ki, dönüş tarihi tam da okulun açılmasından bir hafta öncesine denk geliyordu. Çok sevinçliydi. Küçük bir sahil kasabasında doğmuştu. Üniversiteyi kazanana değin, herkesin herkesi tanıdığı, bu kapalı çevrenin pek dışına çıkmamıştı. Çok çalışkan ve gayretli bir öğrenciydi, zaten çalışkan olmaktan başka bir seçeneği de yoktu. Babasını kaybettikten sonra annesinin dul maaşıyla ve dedesinden nadiren gelen ufak tefek desteklerle hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Babasından dişe dokunur bir maddiyat da kalmamıştı, neyse ki bugün babasının adı çok işe yaramıştı. Muzaffer Bey, sağolsun zaman zaman yanında tayfa olarak çalışan babasının hatırına, ona bu geçici işi ayarlamıştı. Yol hazırlıklarını ve bazı yasal işlemleri tamamlamak bir hafta kadar zaman aldı. Çok heyecanlıydı çünkü ilk kez bir gemi ile uzun yol seferine çıkacak, hiç denemediği bir işi yapacaktı. Aynı zamanda bu onun ilk yurtdışı seyahati olacak, yeni ülkelerle tanışacaktı. Fakat bütün bu ilkler dışında asıl önemli bir başka nokta da onun için oldukça hatırı sayılır bir para kazanacak olmasıydı. Çalışkanlığı ve gayreti sonunda ülkenin en ünlü üniversitelerinden birini kazanmıştı. Aldığı yüksek puanla orada burslu okuyan çok az sayıdaki parlak öğrenciden biriydi. Ne var ki İstanbul'daki yaşam oldukça pahalı idi ve aldığı burs İstanbul'daki yaşamı için yeterli olmuyordu. Okuldaki arkadaşlarının çoğu ekonomik durumu iyi olan ve büyük şehirlerden gelen ailelerin çocuklarıydı. O ise yaz tatilinde çalışarak, yaşamını sürdürebilecek bir kazanç elde etmek zorundaydı. Gemi haziran sonunda Güllük'ten denize açıldı. Gemide kaptan, ikinci ve üçüncü kaptandan sonra, çarkçıbaşı denilen bir baş mühendis, ikinci ve üçüncü mühendis, bir yağcı, üç tayfa ve aşçı ile birlikte toplam on bir mürettebat bulunuyordu. Gemideki görevi aşçıya


yardım etmek, yemekleri servis etmek ve bulaşıkları yıkamaktı. Bir diğer görevi de günde iki kez çay servisi yapmaktı. Bütün bunları yapmak onun için hiç de zor olmadı fakat denizdeki yaşamı önceleri çok yadırgadı. İlk günler birkaç kez midesi bulanıp kustuysa da, daha sonra alıştı. Kara ile ilgiyi tamamen kesip, devamlı o uçsuz bucaksız maviye bakmak tanımadığı tuhaf bir duyguydu. Akdeniz'de iken zaman zaman uzaklardan geçen gemileri gördüğü oluyordu fakat dördüncü gün Cebelitarık'tan çıktıktan sonra, okyanusta ufukta günlerce ne bir gemi, ne de başka bir kıpırtı görmeden günlerce yol aldıkları oluyordu. Zaman zaman güverteden Atlantik'e bakıp farklı bir şeyler keşfetmeye çalışıyordu ama o sonsuz maviliğin dışında hiçbir şey görünmüyordu. Tabii burada albatrosların ve yunusların hakkını yememek lazım. Albatroslar açık denizlerin sahibidir. Onlar okyanuslarda yaşar, orada avlanır, hatta suda uyurlar. Beyaz gövdeli bu albatrosların, gri-siyah kanatları bazen dört metreyi bulur. Uzun süre kanat çırpmadan, gemiye paralel süzülebilirler. İşte bu albatroslar denizcilerin en sadık yol arkadaşlarıdır. Yunuslara gelince, bu sevimli hayvanlar da bir diğer eğlence kaynağıdır. Onlar da zaman zaman gemilerle yarışırlar. Geminin baş tarafına çıkıp bu yarışçı yunusları izlemek bayağı keyifli olur. Bir yerlerde, gemilerle yaptığı yarışı kazanamayan yunusların intihar ettiğini, kaptanların yunusların canlarına kıymaması için, hızlarını kesip, bu yarışı kaybetmeye razı olduklarını okumuştu, bilmem aslı var mıydı? Günler akıp geçiyordu. İşine de, gemi yaşamına da alışıyordu. Gemi çalışanlarıyla bir aile gibi olmuşlardı. Devamlı denizde olup da, o hiç değişmeyen yaşama uyum sağlayınca insan zaman kavramını yitiriyordu. Bir önceki günle bir sonraki tıpatıp aynı olunca adeta günler de birbirine karışıyordu. On beşinci günden sonra uzaklarda tek tük yelkenli yatlar görülmeye başlandı, demek ki yeni dünyaya yaklaşılmış olmalıydı. Gerçekten de birkaç gün sonra kara göründü. Tampa'nın gökdelenleri uzaklardan gemiyi selamlıyorlardı. Derken gemi hayli yoğun deniz trafiği içinde limana yanaştı. Yük limana indirilirken, kaptan izin verdi. Ertesi sabah yola çıkacaklardı. Tampa'yı dolaşmak için akşama kadar zamanı vardı. Amerika'daki her şey ona kendi ülkesine göre çok farklı göründü. Yollar çok geniş, araçlar da oldukça büyüktü. Gökdelenler şehir merkezinde öbeklenmişlerdi, merkezden uzaklaştıkça yüksek binalar, yerlerini bakımlı bahçeler içindeki müstakil evlere bırakıyorlardı. Çevrenin yemyeşil oluşu onu en çok etkileyen şey oldu. Nüfusun hemen yarısının ya zenci ya da latin oluşuna bayağı şaşırdı. Ufak tefek bir alış verişten sonra, akşama doğru gemiye döndü. Ertesi sabah gemi tekrar yol aldı. Meksika Körfezi'ndeki iki günlük bir


yolculuktan sonra Honduras'a ulaştılar. Kaptan burada da yükleme süresince yine izin verdi. Burası çok güzel bir doğaya sahip ama çok fakir bir ülke idi. Burada ne Tampa'nın gökdelenlerine, ne de oradaki görkemli otobanlara rastlamak mümkün değildi. Mayaların devamı olan halkı İspanyolca konuşuyordu, zenci çok azdı. Biraz şehir merkezinde dolaştı, papaya, mango, ananas gibi tanımadığı tropikal meyveleri tattı. Akşama gemiye döndü Gemi sabaha karşı yola çıktı. Artık dönüşe geçmişlerdi. Hesap etti, yola çıkalı üç haftadan fazla bir süre geçmişti ama bir epey alışmıştı, hem işine, hem de gemi personeline. Öte yandan evini ve geride bıraktıklarını da özlemeye başladığını farketti. Meksika Körfezi'nde yol alıyorlardı. Çay servisi yaptığında çarkçıbaşı ile ikinci mühendisin bir konuyu hararetle tartıştıklarına tanık oldu, onları hiç alışık olmadığı şekilde biraz panikte ve telaşlı buldu. Kullandıkları teknik tabirleri anlamıyordu. Bir şey de soramadı. Konuşulanlardan sadece iki kelimeyi aklında tutabildi: "Saplama kesildi!" Merakla aşçıya gitti. Aşçı Hüseyin abi yıllardır gemilerde çalışan orta yaşlı bir Karadenizli idi. Onun anlattığına göre, gemide zaman içinde, sarsıntıya bağlı olarak, pervaneyi, geminin gövdesine bağlayan ve "saplama" denilen metal aksam çatlayabiliyormuş. Bu da geminin sağlıklı bir şekilde yol almasına izin vermeyen ciddi bir sorunmuş ve acil tedbir almayı gerektirirmiş, sorun ilerlerse geminin koskoca okyanusun ortasında hareketsiz kalması bile mümkünmüş. Gergin saatler uzun sürmedi. Kaptan kararını açıkladı: "En yakın limana çıkmak zorundayız." Sonra da ilave etti: "Bir tornacıda yeni saplama yaptırtmamız gerekiyor." Karayipler'deydiler ve en yakın ada Cayman adası idi! Neyse ki oraya ulaşmak çok zaman almayacaktı. Gerçekten de birkaç saat sonra George Town'a ulaşmışlardı. Teknik personel tornacı ararken, kaptan diğer çalışanlara yine izin verdi. Bu hesapta olmayan bir kısa tatil anlamına geliyordu. Burası tüm ada nüfusu orta karar bir Anadolu kasabası kadar olan, İngiltere'nin sömürgesi bir devletçikti. Doğa cennet gibi, her taraf yemyeşildi. Daha önce hiçbir yerde görmediği ateş ağaçları, ağacın gövdesini kırmızı bir şemsiye gibi kaplıyordu. Her tarafta Hindistan cevizi ağaçları vardı. İstarliçeler boyunu aşıyor, her tarafta isimlerini bilmediği, geniş yapraklı bitkiler göklere yükseliyordu. Deniz son derece temizdi. Burada mavinin bilmem kaç tonunu görmek mümkündü. Ufuktaki en uzaktaki lacivert şerit, yaklaştıkça koyu mavi, mavi ve kıyıda turkuvaz bir renk alıyordu. Deniz bu haliyle son derece davetkar görünüyordu. Sahilde bembeyaz ve çok ince bir kum, göz alabildiğince uzanıyordu. Tek bir taş bile yoktu. Dayanamadı. Kendini


sulara teslim etti. Deniz uzaklarda çarşaf gibi olmasına rağmen, kendi olduğu yerde hafif hafif kıpırdıyordu, tabanı sanki bir halı gibiydi. Kendini adeta bir akvaryumda yüzer gibi hissediyordu. Uzun süre yüzdü. Sonra kumlara uzanıp dinlendi. Gemiye döndüğünde adada tornacı bulduklarını ama çatlayan saplamanın yapılmasının ancak yarına mümkün olabileceğini öğrendi. Bu zoraki tatilin bir gün daha uzadığı anlamına geliyordu. Bu hiç de kötü bir haber değildi. Ertesi gün adres belliydi; kendisini yine o turkuvaz dünyanın kollarına teslim etti. Yüzdü, yüzdü, dinlendi. Sonra tekrar yüzdü. Derken, o da ne? Ayağına ilk kez bir taş takıldı. Şaşırmıştı, daldı ve taşı çıkarttı. Bu kestaneden biraz daha büyük, yassı bir çakıl taşıydı. Biraz dikkatle bakınca, bunun bildiği sıradan çakıl taşlarından değişik olduğunu farketti. İlk dikkati çeken bu taşın üzerinde çok sayıda gözenek bulunması idi. Rengi bembeyazdı, çok temiz görünüyordu. Dalgaların hareketiyle deniz dibine sürtünmekten bu görünümü aldığını düşündü. Taşın üzeri adeta minyatür bir bal peteği görünümündeydi. Oldukça hafifti. Bir an bu taşın kaç yaşında olabileceğini düşündü. Şimdi sahilde oturup, elinde tuttuğu bu taşı acaba daha önce hiçbir insanoğlu eline almış mıydı? "Sanmam" diye mırıldandı. Sonra rahmetli babasının söylediği eski bir şarkıyı hatırladı: "Maziyi nasıl taşlara çizmişse denizler…" Şarkının diğer mısralarını hatırlamaya çalıştı ama çıkartamadı. İşte bu taş, tam da o şarkının söz ettiği taştı ve doğa aynen o şarkıdaki gibi zamanı bu küçük çakıl taşına işlemişti. Nasıl? Gözenekler, gözenekler ve gözenekler açarak. Bir ara bu küçücük gözenekleri saymayı denedi. Tırnak kadar bir alanda 36 tane gözenek saydı. Sonra kendi kendine güldü: "Deli miyim ben?" Avucunda tuttuğu taşı birkaç kez daha çevirdi, sonra dudaklarından iki kelime döküldü: "Çok özel." Bu çok özel taş artık onun taşıydı. Şüphesiz ki dünyada milyonlarca çakıl taşı vardı ama bu taşın bir eşi yoktu ve bu bir başka eşi olmayan taşa sadece o sahipti. Ne geminin kaptanının, ne bu geminin sahibinin hatta ne de çok daha zengin birinin böyle bir taşı yoktu çünkü o taş tekti ve sadece ona aitti. Buna bayağı sevindi. Sonra bir kez daha yineledi: Çok özel. İşte bu son "çok özel" onu Karayipler'deki bu minicik adadan aldı, çok uzaklara, İstanbul'daki bir başka çok özele götürdü: Tijen'e. Tijen bir okul arkadaşıydı. İstanbul'da doğup, büyümüş, varlıklı bir ailenin kızıydı. Ona karşı çok farklı duyguları vardı. Ne zaman onu görse içinde hep ılık ılık bir şeyler kıpırdamaya başlardı. Tijen'in bakışlarından, kendisine karşı olan davranışlarından sanki onun da benzer duyguları olduğunu düşünürdü ya da öyle olmasını ümit ederdi ama her şey çok flu, çok belirsizdi. Kendinde bu duygularını Tijen'le paylaşacak cesareti hiçbir zaman bulamamıştı. Hep Tijen'e daha yakın olmayı istemişti. Gerçi arkadaş gruplarında, zaman zaman birlikte çeşitli etkinliklere katılıp,


beraber olmuşlardı ama onun istediği bu değildi. Ne var ki Tijen'e daha yakın hatta baş başa olabilmeyi sadece olası rastlantılara bırakmıştı, bunlar da yazık ki çok nadir ortaya çıkıyordu. Zaten o rastlantılarda da ona açılacak gücü hiçbir zaman kendinde bulamamıştı. Gemi ertesi sabah yol aldı. Tabii o çok özel taşla. Şimdiki rota Rotterdam'dı. Bu yine denizde geçecek günler, haftalar demekti ama artık buna alışmış sayılırdı. Yine o sonsuz mavilik, yine albatroslar, yine yunuslar ve o monoton yolculuk. Hayır hayır artık yolculuk hiç de monoton sayılmazdı. Çünkü onun çok özel bir çakıl taşı vardı ve o taş onu çok özel başka birine götürüyordu. Sahi o çok özel taşı, o çok özel Tijen'e verse, onu anlar mıydı? Ona dese ki: "Bak bu çok özel bir taş. Zaman asırları bu taşa oymuş. Bu taşın dünyada bir eşi yok, o çok özel! Senin de bir eşin yok. Ve ben işte bu çok özel taşı, dünyanın öbür ucundan, benim için çok özel birine, sana getirdim" dese, Tijen onu ne kadar sevdiğini anlar mıydı acaba? Bilmem, belki anlardı ama o bunları böyle söyleyemezdi ki. İyisi mi çok kısaca şöyle demeliydi: "Çok özel bir çakıl taşı. Sana getirdim." Bu da çok kısa oldu ama acaba "Sen de çok özelsin" diye ilave edebilir miydi? Bilmem. Böyle süslü laflar etmeyi hiç beceremezdi. Kapalı bir çevrede yetişmişti, şimdiye kadar hiçbir kıza açılmayı denememişti, zaten böyle duyguları hiçbir kıza karşı beslememişti ki. Gemi yol alıyordu. Günler günleri kovaladı. Yine günleri karıştırdı ama onun gündemi hiç değişmedi. Onun gündemi malumdu; bir özelden, bir özele götürdüğü armağan. Belki bu armağan o gizli kilidi açan, sihirli bir anahtar olacaktı. Belki Tijen bu çakıl taşı sayesinde onu ne kadar sevdiğini anlayacaktı. Dönüş yolu kısaldıkça heyecanı artıyordu. Çünkü bu gemi onu Tijen'e götürüyordu. Okulun açılmasına da çok az zaman kalmıştı. Rotterdam'da yükün indirilmesi, sonra da kağıt hamurunun yüklenmesi üç gün sürdü. Dördüncü gün rotayı İstanbul'a çevirdiler. Nihayet bir eylül sabahı İstanbul'a ulaştılar. Gemi personeli ile öpüşüp, helalleşip vedalaştı. İlk otobüsle o küçük sahil kasabasına gitti, annesiyle hasret giderdi. Kazandığı parayı anasının avucuna bıraktı ve ilave etti: "İhtiyaç oldukça senden isterim." Birkaç gün sonra da İstanbul'a döndü. Üniversitenin ilk gününde herkeste bir heyecan ve koşuşturmaca vardı. Yeni sınıflar, değişen ders programları, yeni laboratuvarların yerleri... vs. Ama gençlerin arasındaki gündem doğal olarak tatil anıları idi. Gözü Tijen'i aradı ama göremedi, belki farklı bir sınıfta olduğunu düşündü. Yanılmamıştı, gerçekten de akşamüstü ders çıkışı onu uzaktan görünce bayağı heyecanlandı. Soluk alışları değişti. Eli farkında olmadan cebindeki çakıl taşına gitti. Ana binadan çıkmış, kampüste okulun giriş kapısına doğru yürüyordu. Arkasından seslendi. Tijen döndü, sarılıp öpüştüler. Hal hatır sormadan sonra Tijen'e tatilin nasıl geçtiğini sordu.


- Nasıl olacak her zamanki rutin işte. Yine Bodrum'da yazlıktaydık, deniz, tekne falan… Sonra da yazlık komşularını, akşam eğlencelerini, beachleri, diskoları falan anlattı. Kampüste yürürken yavaş yavaş otoparka yaklaşıyorlardı. Tijen sordu: "Peki senin yazın nasıl geçti bakalım?" - Ben Florida'ya Tampa'ya gittim, sonra da Karayipler'de küçük bir adaya… Devam edemedi. Tijen alaylı bir bakışla sözünü kesti: - Vayy beyim! Demek artık Amerika'larda, Karayipler’de geziyoruz, vay vay vay. - Yok be Tijen, bizimkisi gezmek falan değil ki, ekmek parası. Bir yük gemisinde kamarotluk yaptım. O sırada otoparka ulaşmışlardı. Elini cebine attı. Çakıl taşını çıkardı. - Bu bir çakıl taşı. Tijen avucundaki taşa kayıtsız bir bakış fırlattı. Yutkundu. "Karayipler..." dedi. Sesi titremeye başladı, "Yani çok özel…" dedi. Sonra "Sen de çok özelsin" diyecekti. "Senin için getirdim" diyecekti. Belki cesaret bulup… Diyemedi. Otoparkta arabasını çalıştıran Oytun, camı indirip sesleniyordu: - Tijen seni de bırakmamı ister misin? Tijen "Tamam" deyip, Oytun'a seyirtti. Arabaya binerken geriye dönüp, "İstersen sen de gel" dedi. Başını sallayıp, "Benim yolum o tarafa değil" dedi. Uzaklaştılar. Avucundaki taşı sımsıkı tutuyordu. Taşı o kadar sıkmıştı ki, parmağının zedelendiğini farketmedi bile. Kampüsün girişine kadar yürüdü. Karşıya geçmek için kendini caddeye attı. Trafik keşmekeşinde bir araba neredeyse çarpıyordu, şoför sunturlu bir küfür patlattı. Duymadı bile. Aradaki çitlerin üzerinden zıplayıp, deniz kenarına ulaştı. Deniz kenarında kağıt helvacıların, süt mısır satıcıların arasından sıyrılıp sakin bir bank buldu. Elindeki çakıl taşını hala sımsıkı tutuyordu. Gözü ufuklara kilitlendi. Dakikalarca baktı, orada bir yük gemisi aradı; umutlarıyla yüklü. Görünen hiçbir gemi yoktu. Dayanamadı. Ayağa kalktı, elindeki çakıl taşını gücünün yettiği, denizin en uzak yerine fırlattı.

Ümit Evran


Türkülerle Sevdim Seni Anadolu’m güzel yurdum Türkü türkü sevdim seni Senle güzel düşler kurdum Türkülerle sevdim seni Ninni olmuş ağıtlarla Yanık yanık bozlaklarla Söylediğim hoyratlarla Hece hece sevdim seni Erciyes’in ince karı Erzurum’un vardır barı Artvin’imin Atabarı Yana yana sevdim seni Erzincan’ın yollarında Dut kaynıyor dallarında Bar tutuşmuş kollarında Döne döne sevdim seni Edirne’de er meydanı Bu şehirde gör Sinan’ı Dile destan her bir yanı Kana kana sevdim seni Diyar diyar elleriyle Isparta’nın gülleriyle Şu Burdur’un gölleriyle Güle güle sevdim seni Adın sorsan Sarıkamış Ne güzeldir bak Karkamış Göllerinde biter kamış Burcu burcu sevdim seni Davul çalar her havayı Çevirirler oklavayı Antep’de ye baklavayı Diye diye sevdim seni Yüksel sever her ilini Karadeniz yeşilini İnsanının hoş dilini Türkü Türkü sevdim seni

Hasan Yüksel


Meyan Kökü Şerbeti Her şeyi hatırlıyorum. Her kokuyu... Elimin temas ettiği her yüzeyi. Duyamadığım frekans aralıklarında konuşanların neden bu kadar öfkeli olduklarını şimdi anlıyorum. Bütün güzellikleri barındıran o "fikrin" ne anlama geldiğini, neden suyun yüz santigrat derecede kaynadığını, neden her kar tanesinin farklı olduğunu, niçin rüya gördüğümüzü, neden kalbimin bu kadar kana ihtiyacı olduğunu, hepsini ve daha birçok şeyi gerçekten anlıyorum, idrak edebiliyorum. Nefes aldım. Nefes verdim. Muazzam... Bu kadar ışığın olması. Ne de mükemmel tüm bunları görebilmek. Mağara duvarlarındaki yansımaların kaynaklarına ulaşabilmek. Benim tüm bunları kavrayabilmem ne birinin çıkarına ne de zararına... Ne de olsa her şey birer yanılsama? "Daha iyi bir organizasyona ulaşmak insanın varoluşunun amacıdır" der Lord Henry. Her deneyimin bir amacı vardır çünkü. Değişim... Her zaman mutlak olan tek gerçek! Evet bu yaşamın en büyük gizlerindendir. Bir kimse hayatın rengini emdiği sürece var olabilir ancak. Ama asla ayrıntıları hatırlamamalıdır. Ayrıntılar her zaman kabadır. Anlayabiliyorum. Geçmiş her zaman yok edilebilirdi. Pişmanlık, yanılsama ya da unutkanlık bunu başarabilirdi. Ama gelecekten kaçılamaz, der Bay Wild. Bunları kağıda aktarırken ellerinin girdiği şekilleri görebiliyorum. Korkunç derecede güzel bir ahenk bu olanlar. Kendimi kendimde gördüğümden beri. Bu uyuma ulaşmak ve dans etmek kendimle. Çünkü iyi bir insan olmak demek kişinin kendi kendiyle uyum içerisinde olması demektir. Uyumsuzluk da kişinin başkalarıyla uyum içinde olmaya zorlanmasıdır. Ve ben artık daha da fazlasını anlamlandırabiliyorum. Sıcacıktı annemin rahmi hatırlıyorum. Babamın damarları öyle kuvvetliydi ki büyülenmiştim yolculuğum sırasında. Peki ya o sahip olduğum şey neydi? Neydi beni doğru yollara yönlendiren? Nasıl aktım anamın sıcacık rahmine? Nasıl tutundum oralarda? Belki de ihanetin en büyüğünü hücrelerim yapmıştı bana, her şeyi unutturarak. Nasıl bir alemden gelmiştim ki, neydi aradığım? Işık mıydı beni sonuçlara götüren? Artık anlayabiliyorum. Hepsini hatırlıyorum, içimi dışımdan görmeyi bıraktığımdan beri...


Hiç ilerlememiş oysaki zaman! Geçmişi yok etmek de boşunaymış. Dönüp durmuşum ışığın etrafında... Yanılmışım yansımalarla. Görebilmek şimdi hepsini ve kendimi, dışımın gölgeleri ile. Hepsine sonsuz saygılar ve sevgiler. Size de saygılar sunarım, yaradılışı derin ama ruhu sığ insanlar. Ben düşüncelerimi ön yargılarımın renklerinden arındırdım. Artık düşüncelerim ile onları ifade eden benliğim arasında hiçbir bağ yoktur. Sevgiler..

Gizem Ünsel

Biz İnsanız Türkülerde bulurum kendimi. Yaşanmışlıkları görürüm. Yaşarım tekrardan. En deli hislerimle yaşarım. Solumda alev alır DEVRİM. O tebessümlerde yaşarım o aşkı. O türkülerde... Sonsuz bir direniş. Alev alev yanan ruhların sonsuz savunması. Zalimlerle mazlumların kavgası. İnsanları bölenlere, direnenlerin kavgası. Sonuç olarak idama gidenlerin kavgası. Sonuç olarak daha 17'sinde ölenlerin kavgası. Oysa dostça yaşamak varken kavga neden? Umudumuz var. Elbet bir gün... Elbet bir gün sonuç el ele türküler söylemek olacak, el ele kahkahalar olacak. Biz TÜRKÜZ. Vatanımıza, evladımıza kıyanların, çocuklarımızı babasız bırakanların eli değmesin ellerimize. Biz KÜRDÜZ. Bizi dışlayanların eli değmesin ellerimize. Biz ALEVİYİZ. Biz bu dünyada yandık. Biz insanız. Biz dostuz. Düşman, vatani ve insani değerlere önem vermeyenlerdir. Devrim demek barış demek. Ama vatansızlık demek değil, vatana ihanet değil. Devrim, Atamızın yolundan tek yolumuz! Devrim birlik. Devrim beraberlik. Devrim insanlık.

Burcu Örlü


Anlat Bana Anlat bana, Kırık bir aynada yazılıydı adın Anlat bana koyu hüzünlerden nasıl çıktın? Bir avuç mavi gökyüzü tutsan ellerinde Aşk kırmızısı rujunu sürsen yine Adın çiçek, adın bahar Ah, kalbinde sır yüklü anılar var. Amazonlar diyarında Kılıcını kuşanıp tek başına Meydan okursun asi, cesur Kalbindeki sonsuz aşkla.

Serpil Kaya

Aşkın Mevsimi Hüzündür Aşkın mevsimi hüzündür, güzdür Sarı yapraklara yazılmış şiirdir. Ne şair ne de sevdiği okuyabilir Yağmur yağınca dağılır gider mısralar. Ayakaltı olur düşler Kaldırımlardaki kuru dallar gibi kırılır Yürek ağlayamaz, Bulutlara bağışladım gözyaşlarımı. Yaşanmamış saymak isterdim Bu ayrılık akşamını Tarihe geçmesin. Bilmesin hiçkimse Aşkımın yarım kaldığını...

Sena Sabcıoğlu


Hacı Cellit'in Hazinesi Şimdiki gençler pek bilmezler ama eskiden ciltçilik diye bir meslek vardı. Bu işi yapanlara da mücellit denilirdi. Zamanla ciltçilik de keçecilik, semercilik, saraçlık...vs. gibi kaybolan meslekler arasına girdi. İşte Cellit Efendi de gençliğinde kasabada bir ciltçinin yanında çalışmış. Zamanla ev bark sahibi olup da, ciltçilik ev geçindiremez hale gelince köyüne "Mücellit Mehmet Efendi" olarak geri dönmüş. Mücellit Mehmet Efendi çocukları çok sevdiği için cebinden şekeri, gofreti ve onların seveceği şeyleri hiç eksik etmezmiş. İşte bu yüzden çocuklar hep yanında yöresinde dolanır, mücellit demek onlara pek uzun geldiğinden, "Cellit Amca… Cellit Amca" diye peşini bırakmazlarmış. Gel zaman git zaman bütün köy bu kelimeyi benimsemiş, Mücellit Mehmet Efendi'nin adı kısalmış ve "Cellit Efendi" kalmış. Hacca gidip geldikten sonra da, haliyle "Hacı Cellit" olmuş. Köyde onu tanımayan, sevmeyen yoktur desem yeridir. Bu köy irilerine şimdilerde belde diyorlar. Artık bizim Orhanlı da bir belde. Ama benim dilim bu belde lafına pek alışamadı, ben hala köy deyip geçiyorum işte. Hacı Cellit'in iki oğlu meslek sahibi olunca bir daha köye dönmedi. Tek kızı da yakın köylerden birine gelin gitti. Atadan kalan arazileri onu rahat rahat geçindirmeye yetmekteydi. Yani pek geçim derdi yok denilebilirdi. İşte bu bizim Hacı Cellit bir gün Nihat'ın kahvesinde otururken, iki yabancı gelir. Kahveciyle bir şeyler konuşurlar, Nihat'ın parmağıyla Cellit Efendi'yi göstermesi üzerine "Selamünaleyküm"ü çekip, yanındaki sandalyeye ilişirler. Selam kelam faslı bitince "Hacı amca biz traktör ticareti yapıyoruz, senin satılık bir Fiat motor varmış da..." diye lafa girerler. Yabancıların bu lafına karşı Cellit Efendi öyle bir "Hadi yahu" çeker ki yan masadaki Avcı Recep bile başını okuduğu gazeteden kaldırıp kulak kesilir. O sırada gelen garson Recep'i perdeleyince adamlardan kısa boylu ve çakır gözlü olanı alçak sesle "Asıl dava bu değil ama biraz sakin bir yerde konuşsak" der. Konu anlaşılmıştı. Belli ki bu iki yabancının başka bir derdi vardır. Çaylar içildikten sonra kalkarlar. Kahvenin önüne çıkınca Cellit Efendi adamlara "Hayrola" der gibi bakar. Kısa boylusu kısık bir sesle yineler: - Biraz sakin bir yerde oturup konuşsak. Cellit Efendi: - Gelin Saim'in kahvesine gidelim, orası her zaman daha tenhadır. Biraz sonra Saim'in kahvesindeydiler. Çaylar geldikten sonra, uzun boylu, bıyıklı olan pat diye:


- Hacı amca gözün aydın, başına talih kuşu kondu. Cellit Efendi gülerek: - Etme evlat. Bu yaştan sonra bizim başımıza devlet kuşu konsa ne fark eder ki. Uzun boylusu bastırdı: - Müsaade buyur da anlatalım nasıl bir kuş olduğunu ve cevabı beklemeden kısa boylu olana dönüp: "Anlat Adem." Adem kısa bir iç geçirmeden sonra gözlerini Cellit Efendi'ye dikerek ve alçak bir sesle anlatmaya başladı: - Babam rahmetli birkaç kez dedemden kalan bir haritadan söz etmişti. Hatta ben de o haritayı bir iki kez görmüştüm. Babamın anlattığına göre haritanın hikayesi şöyle imiş, Yunan kaçarken, dedemin çok yakın arkadaşı olan Niko ona gelip: "Bak Nazif Efendi biz şimdi kaçıyoruz ama inşallah bir gün tekrar geleceğiz", demiş. Sonra da ona yanlarında taşımaya çekindikleri bir altın heykeli bu yakınlarda bir araziye gömdüğünü söylemiş. Sonra cebinden çıkardığı bir kağıdı göstererek, o yeri gösteren bir harita çizdiğini de ilave etmiş. Dedemin o haritayı incelemesine fırsat vermeden, haritayı verevine bir köşesinden öbür köşesine yırtmış. O iki üçgen parçanın bir parçasını cebine yerleştirmiş, öbürünü de dedeme uzatarak "Döndüğümde bu hazineyi birlikte çıkarıp paylaşacağız" demiş. Adem bütün bunları anlatırken çok heyecanlanmış görünüyordu. Devam etti: - Ama ne gelen olmuş, ne giden. Dedim ya ben bu hikayeyi rahmetli babamdan dinlemiştim. Adem bir an durdu ve dinleyen başka birileri var mı diye etrafa kaçamak bir göz attıktan sonra yine kısık sesle devam etti: - İşte geçenlerde bir gavur çıkageldi. Önce bizim oraya gitmiş. Fırıncı Nazif'i daha doğrusu çocuklarını aramaya. Fırıncı Nazif dediği dedem oluyor. Ona Nazif'in oğlunun bile öldüğünü söylemişler. "Onun çocuğu yok mu" diye sorunca da benim adresimi vermişler. Adı Aleksi imiş. Dedemin arkadaşı Niko'nun torunu oluyormuş. Anlattığına göre babası ömrü boyu hep doğduğu toprakların özlemi ile yaşamış ve hep bir gün buralara dönmekten söz etmiş. Ama ömrü vefa etmemiş. İşte ölümüne yakın bu Aleksi'yi çağırıp, bizim buralara babasının gömdüğü altın heykeli anlatmış ve ona Niko'nun dedesinin çizdiği o yarım haritayı vermiş. Oğluna "Benim ömrüm yetmedi, git heykeli sen çıkart" demiş. Hacı Cellit derin bir "Allah Allah" çekti. Sonra kendi kendine söylendi: - Demek bu Aleksi o altın heykelin peşinde. Adem hızını almıştı bir kere: - Aslında ben haritanın bizdeki parçasını kayıp sanıyordum. Zaten çocukluğumda bir ya da iki kez görmüştüm. Meğer anam sandığının en


dibine saklamış bunu. Yani ben de Aleksi geldikten sonra sordum anama. Hacı Cellit sakalını sıvazlarken "Hımm... anladım" dedi ve ilave etti: "İki harita birbirini tamamlıyordu." Adem "Elbette hacı amca" deyip, heyecanla cebindeki haritayı çıkarır. Bu gerçekten de iki üçgen parçadan oluşan ve arkasından bantla yapıştırılmış bir harita, daha doğrusu bir kroki idi. Üzerinde işaretler, oklar... vs. vardı. Birkaç yerinde Arap harfleriyle bazı yazılar ve başka bir kalemle de Yunan harfleri ile yazılmış başka yazılar vardı. Hacı Cellit haritayı şöyle bir süzdükten sonra: - Evlat tamam da bütün bunların benimle ne alakası olabilir ki, dedi. Bu sefer lafa uzun boylu, bıyıklı olanı karıştı: - Tam da seninle alakası var hacı amca. Devlet kuşu dediğimiz bu işte, hazine senin arazide! Hacı Cellit adama alaylı bir şekilde baktı: - Yahu bunu da nereden çıkarttınız? Sözü tekrar Adem aldı: - Aslında biz de sana gelmezden önce emin olmak için çok araştırdık. Sonuçta bu hazinenin senin arazide olduğuna kanaat getirdik. Hacı Cellit cevap vermedi ama adamın yüzüne hala kuşku ile bakıyordu. Beriki parmağı ile krokideki bir yeri işaret ederek devam etti: - Burada derenin alt yanında, tepenin üzerinde başka çitlembik ağacı yok. Hacı Cellit başını salladı: - Doğrudur. Zaten bu yüzden o küçük tepeye Çitlembik Tepe derler. Adam kendinden pek emindi: - Biliyorum, öyleymiş. Buraları çok taradık ama dediğim gibi derenin alt tarafında, hele bir tepe üzerinde başka ulu çitlembik yok. Yalnız aklım bir şeye takıldı. Hacı Cellit "O da ne" der gibi baktı. - Bu haritada bir de köprü görünüyor. Ama bu derede öyle köprü filan bulamadık. Cellit Efendi sigarasından derin bir nefes çekti "Olmaz ya" dedi ve devam etti: - İkinci cihan harbi zamanıydı. Ben celbimi bekliyordum. Hazır askerdim. Bir kış oldu ki sorma. Ben bu yaşıma kadar öyle kış görmedim. Her yer kar, buz. İşte o bahar dağlardaki, tepelerdeki karlar eriyince bütün buraları sular basmıştı. Bu dere üzerindeki o eski köprü, o yıl bu sellere dayanamamıştı. Adam uzun bir "Haaa..." çekti. Konu anlaşılmıştı.


Bunun üzerine Adem uzun boylu, bıyıklı olana dönüp, parmağıyla krokide bir yeri işaretleyerek: - Bak Hamza dayı, demek ki çitlembikten şu tarafa 20 adım yürüyüp, sonra gündoğuya… Bu sefer meraklanmak sırası Hacı Cellit'te idi. Adama "Nasıl" dedi. Adam bu sefer hacıya tekrarladı: - Şu çitlembik ağacından o yıkılan köprüye yürüyeceğiz. Sonra da gündoğuya doğru on adım.

doğru

yirmi

adım

Uzun boylu olanı cümleyi tamamladı: - Sonra da altın heykeli elimizle koymuş gibi bulacağız. Adem hemen Cellit Efendi'ye dönüp "Tabii ki yarı yarıya paylaşacağız" dedi. Sonra da ilave etti: - Biz kendi payımızın yarısını Aleksi'ye vereceğiz. Hamza sağ elini göğsüne götürdü: - Biz helal süt emmiş, ehli namus insanlarız. Hacı Cellit kendi kendine: "Allah Allah… Demek çitlembikten yirmi adım…" İkisi birden: - Bu işi bir an önce bitirmeliyiz. Hacı Cellit bütün bu konuşmalardan bayağı etkilenmişti. Aslında öyle parada pulda gözü olan, hırslı biri değildi. Ama işte kısmet ayağına kadar gelmişti. Üstelik onun bu işte hiçbir riski de yoktu. Aslında buna benzer hikayeleri zaman zaman o da duymuştu. Yani öyle gömü, define bulup da bir anda zengin oluverenleri. Hele bunlardan biri uzaktan akrabası olurdu. Sarı Seyfullah eskiden temizlik işçisi idi. Koca dayının kızını istediğinde, aile "Çöpçü Seyfullah" lafına pek alınmıştı. Kızlarının çöpçüye varması onları pek rahatsız etmişti. İşte bu Seyfullah sonra birden bire zengin oluverdi. Anlattıklarına göre böyle bir gömü bulmuştu. Sonra kasabada evler, dükkanlar almıştı da, o dönem herkes bunu konuşur olmuştu. Yani hacı aklından "neden olmasın" diye geçirdi. Uzun boylusu kararlı bir şekilde: - Hacı amca bu işi bugün sabaha karşı bitirmeliyiz, dedi. Cellit efendi dudaklarını büzüştürdü: - Nasıl olacak o iş? - Nasıl olacak ki, sabah gün ışımadan, millet ortalıklara düşmeden, senin tarlaya gidip… Hacı sakalını sıvazladı. Kendi kendine söylendi: "İnşallah ele güne rezil olmayız bu yaştan sonra." Buna Adem cevap verdi:


- Ne rezilliği hacı amca vezir oluyorsun, vezir. Hazine tarlana kadar gelmiş, kuzu gidip yatıyor. Senin çıkarmanı bekliyor. Hacı: - Haydi hayırlısı. Hamza: - Hayır, hayır. Ertesi sabah iki adam hazırlıklarını tamamlamışlardı ve gün doğmadan hacıyı evinden aldılar. Bir süre sonra da Hacı Cellit'in tarlasındaydılar. Adem cebinden haritayı çıkardı. Hamza hacıya sordu: - Hacı amca şu köprünün tam yerini bir daha göstersene. Hacı Cellit cevap verdi: - Şu karşıda dere kenarında gördüğün söğüt var ya tam onun berisindeydi. Hamza Adem'e seslendi: - Say bakalım yirmi adım. Adem adımlarını yüksek sesle saydı: "Bir... iki... üç... ve yirmi. Aha burası." Hamza elindeki cep feneriyle bir daha haritaya göz attı. Adem'e dönerek: - Şimdi şu sopayı oraya çak. Adem denileni yaptı. - Şimdi de gündoğuya doğru on adım yürü. Adem komuta uydu. Hamza ona kazmayı uzattı. Adem on, on beş dakika kadar toprağı kazdı. Bayağı bir çukur açılmıştı. Ama görünen hiçbir şey yoktu. Doğruldu, birkaç dakika dinlendi. Sonra biraz daha kazdı. Nafile. Hamza'ya umutsuzca baktı. Bıyıklarını çekiştirdi, yüzünü buruşturdu. "Allah Allah..." diye söylendi. Hacı Cellit bütün bu olanları sessizce izliyordu. Sabahın ayazında üşüyordu. Paltosunun yakalarını kaldırdı. Ötelerden çakal ulumaları duyuluyordu. Hamza cebinden tekrar haritayı çıkardı. Hacıya - İşte çitlembikten köprüye doğru, diye o sopayı gösterdi.

doğru:

Cellit Efendi şöyle bir baktı, sonra parmağıyla ileriyi işaret edip: - Ama köprü şuradaydı, diye düzeltti. Hamza tekrar adımladı ve sopayı iki adım kadar sola çekti. Sonra tekrar on adım saydı. Şimdi bulunduğu nokta Adem'in kazdığı çukurun 1.5-2 metre ötesindeydi. Elini Adem'e uzattı: - Ver bakalım şu kazmayı, biraz da ben çalışayım.


Adem bir sigara yaktı. Hamza kazmaya başladı. 50 santim kadar kazmıştı. Doğrulup soluklandı. Sonra tekrar kazmaya başladı. Birkaç kazma darbesinden sonra Hamza'nın "Allah" diye bağırmasıyla Adem ve Hacı Cellit kulak kesildi. Hamza devam etti: - Kazmanın ucu bir boşluğa girdi. Berikiler çukura yaklaştı. Dikkatle Hamza'yı izlemeye başladı. Adem uyardı "Aman dayı heykeli zedeleme". Hamza'nın kazdığı toprağı, Adem kürekle atıyordu. Bir süre sonra toprağı elleriyle eşelemeye başladılar. O sırada Hamza'nın avuçları arasında bir yuvarlak cisim göründü. Bu heykelin başı olmalıydı. Sonra her ikisi birden heykele zarar vermemeye çalışarak on beş, yirmi dakika daha uğraştılar. Sonunda heykel ellerindeydi. Hamza cebinden mendilini çıkarttı. Heykelin üzerindeki toprak artıklarını sildi. Bu sağ eliyle kucağındaki çocuğu olan bir kadın heykeli idi. Kadının öbür elinde üzerinde yapraklar bulunan bir dal vardı, sırtındaki pelerin topuklarına kadar uzanıyordu. Heykel aşağı yukarı 60-70 santim kadardı. Üzerindeki son toprak kırıntıları da iyice temizlenince heykel bütün güzelliğiyle ortaya çıkmıştı. Yeni günün ışıkları şimdi bu heykeli aydınlatıyordu. Hacı Cellit'in adeta konuşamıyordu.

nutku

tutulmuştu.

Hiç

konuşmuyordu

ya

da

Hamza telaşlı bir şekilde: - Haydi burada daha fazla oyalanmayalım, bir gören falan olmasın, dedi. Sonra aceleyle etraftaki toprakları aceleyle kazdıkları çukurlara doldurup, dikkat çekmemesi için üzerini çalı çırpı ile kapattılar. Heykeli arabanın bagajına yerleştirirken Hamza "En az yirmi beş kilo" dedi. Hacı Cellit neden sonra ilk kez konuştu: - Şimdi ne olacak? Soruya Hamza cevap verdi: - Esas mesele de bu. Ama kimse kusura kalmasın ben biraz evhamlı adamımdır. Hacı Cellit, Hamza'nın yüzüne "Yani nasıl" der gibi baktı. Hamza devam etti: - Hacı amca senin şöyle güvendiğin, ağzı sıkı bir kuyumcu tanıdığın var mı? Hacı Cellit cevap verdi: - Var ne olacak? Kasabada sarraf Hayri var. Hem mahallemizin çocuğu, hem de asker arkadaşım. Hamza heykeli sol elindeki daldaki yapraklardan en alttakini kopardı ve hacıya uzattı:


- Şimdi sen bunu alıp doğru o sarraf Hayri'ye gidiyorsun. Bakalım hakikaten altın mı? Altınsa kaç ayar? Ne demişler parayı yolda bile bulsan sayacaksın. Adem "Doğru" diye lafa karıştı. Hamza devam etti: - Ben işimi kış tutayım da, yaz çıkarsa bahtıma. Hacı da Hamza'nın heykelden kopardığı parçayı cebine yerleştirirken "Doğru" diye söylendi. Arabayla köye doğru ilerlerken Adem hacıya dönüp: - Hacı amca önce şu emaneti senin eve götürelim. Sen evde emniyetli bir yerde gizle. Sonra hiç vakit kaybetmeden kasabaya git ve sarraf Hayri'ye cebindeki parçayı göster. Hele hakiki mi ve kaç ayarmış önce bunu bir öğrenelim. Biz seni köyde bekleyelim. Hacı Cellit "Tamam evlat" dedi. Bir çuvala sarılı heykeli evde merdiven altındaki ayakkabı, ufak tefek ev aletleri konan dolaba koydu. Önüne de bir un çuvalı yerleştirdi. Üzerlerini bir örtü ile kapattı. Sonra köy minibüsü ile kasabaya gitti. Öğle olmadan Hayri'nin dükkanındaydı. Durumu Hayri'ye anlattı. Hayri şaşırmıştı, bunca yıllık tanıdığı Cellit Efendi'den hiç böyle bir şey beklemiyordu. "Ama bu dünyada olmayacak şey yok" diye düşündü. - Hele ver bakalım şu parçayı. Cellit Efendi heykelden kopan parçayı cebinden çıkarttı. Hayri önce elindeki parçaya şöyle bir baktı, sonra daha iyi ışıkta görebilmek için dükkanın kapısına doğru bir iki adım attı. Parçayı tekrar evirip çevirdi. Sonra "Bir dakika" deyip, paravanla ayrılmış iç tarafa geçti. Bir iki dakika sonra geldi: - Azizim bu yirmidört ayar altın. Hacı Cellit'in gözleri parladı. Arkadaşına aceleyle teşekkür edip dükkandan ayrıldı. Yine minibüsle Orhanlı'ya döndü. Adem'le Hamza, Saim'in kahvesinde onu bekliyorlardı. Hacıyı kapıda görünce ikisi birden ona seyirtti: - Hayrola? Hacı Cellit'in yüzünü koskoca bir tebessüm kaplamıştı: - Her şey yolunda evlat, mesele yok, dedi. Hem de yirmi dört ayarmış. Hamza keskin bir ıslık çaldı, Adem de "Eeehhh" diye acayip bir ses çıkarttı. Bir süre sessizlik oldu. Sonra çaylar yenilendi. Sessizliği Hamza bozdu: - Hacı amca şimdi nasıl yapalım dersin? - Valla evlat bilmem ki… Her şey tamam da bundan sonrasını hiç düşünmedim daha. Her şey öyle çabuk oldu bitti ki. Lafa Adem karıştı:


- Hacı amca doğru söylersin de, mesele bizim için o kadar yeni değil tabii. Biz uzun zamandır bu işi araştırıp, iz sürdük. Bir sürü planlar yaptık. Tabii bu ara Aleksi de bizden haber bekliyor. Hamza düzeltti: - Yani payını alıp, memleketine dönmeyi bekliyor. Hacı ikisine birden sordu: - Peki sizin düşünceniz nedir? Hamza ağır ağır biraz da kısık sesle konuşmaya başladı: - Hacı amca şimdi bu heykel aşağı yukarı yirmibeş kilo olduğuna göre... Adem lafını kesti: - Bence yirmi beş yoktur ama yirminin üstündedir. Hamza devam etti: - Evet yirmi ya da yirmi beş kilo üstelik de yirmi dört ayar olduğuna göre bunun parasıyla bütün köyün arazisi satın alınır. Hacı Cellit'in gözleri ışıldadı: - Öyle mi dersin? Adem lafa karıştı: - Belki fazla bile eder, sonra devam etti: - Şimdi ben diyorum ki her ne kadar bunun yarısı bize aitse de, neticede bu senin arazinde çıktı. Yani bizden çok sana ait diye düşünüyorum. Benim aklıma gelen şu oluyor: "Şimdi sen bize hakkımız kadarını ver, mal sende kalsın". Hamza tamamladı: - Tabii biz de onun yarısını Aleksi'ye vereceğiz. Hacı gülümsedi: - Evlat iyi söylersin, hoş söylersin de ben de nerede o kadar para? Lafı tekrar Adem aldı: - Hacı amca sen iyi bir insansın. Bak bize hiç zorluk çıkartmadın. Biz de seni üzmek istemeyiz. Hem bu malda senin hakkın bizden daha fazla. O zaman sen bize bulabildiğin kadar para bul. Biz paramızı bir an önce alıp, hellalleşelim. Sonra sen kendi hakkınla nasıl istersen öyle yap. - Evlat tamam da dediğim gibi ben bunun yarısı kadar parayı nasıl bulurum? Bu sefer Hamza bir elini hacının omuzuna koyup: - Biz de o kadar tamahkar insanlar değiliz be hacı amca. Bulabildiğin kadar işte. Hacı yine sus pus oldu. Sessizliği Adem bozdu: - Hacı amca senden istediğim, gözünü seveyim bu işten kimseye bahsetme, bu iş dallanıp budaklanmasın. Biz iki gün sonra geleceğiz toplayabildiğin kadar parayı topla, sonra da helalleşiriz. Hacı Cellit bir an düşündü ve "Tamam" dedi. Öyle ya burada kendi adına hiçbir riziko yoktu. Sonuçta heykel onun elindeydi. Bu insanlara da bulabildiği kadar parayı bulup verecekti. Ama nasıl? Şimdi işte bu soru onun beynini kemiriyordu. Bu kadar parayı nasıl bulacaktı? Bir an aklına "Dutönü tarla" geldi. Bu köye çok yakın on beş


dönümlük bir arazi, yamaçtaki karadutun altındaki tarla idi. Ata yadigarı bu tarla üst taraftan Hacı Kasımlar'a komşudur. Uzun zamandır Hacı Kasımlar'ın Seyit bu tarlanın peşinde idi. Ama Seyit ne kadar ısrar etse de Hacı Cellit bugüne kadar Nuh demiş, peygamber dememişti. Hatta Seyit'in bitmek tükenmez ısrarlarına karşı pazarlığa bile yanaşmamıştı. Oysa besbelli ki Seyit ne istese verecekti. Sözün kısası para temin etmek konusunda aklına gelen ilk yol bu tarlayı elden çıkarmaktı. Aslında bu tarlayı satmak hiç istemediği bir şeydi. Ama ne demişler "Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez." Bir an o ulu dut ağacı gözünün önüne geldi. Çocukluğunda onun altında yemek yemeleri. Anasının kurduğu salıncak. Hey gidi günler. Ağustos sonlarında, çilek iriliğinde ve biraz mayhoş olan bu karadutun yemesine doyum olmazdı. Gerçi o dönem sinekler de azardı ama olsun, onun dutu gibisi yoktu oralarda. Bir de karısı karaduttan şurup yapar, yedi derde deva bu şifalı şurup, bütün köye yeterdi. Özellikle çocukların ağızlarında çıkan pamukçukların tedavisinde bu şurup gibisi yoktur. Peki bu dutönü tarla tamam da başka nasıl para bulabilirdi. Bir de aşağı tarlayı elden çıkarabilirdi. Ama bu tarla öbürü kadar para etmezdi. İçinden kıs kıs güldü. Sonra "Etmez ama" diye söylendi, "İçinden hazine çıkar... heh he." Bir de traktörü sattı mı tamam işte. Biraz da hanımın ziynetleri, takıları… Son yıllarda onları zaten hiç kullanmıyordu. Paraya çevrilebilecek mal varlıklarını tekrar aklından geçirdi: Dutönü tarla, aşağı tarla, traktör ve ziynetler. Sonra "Biliyorum bütün bunlar o heykelin yarısını karşılamaz. Ama ne yapayım benim gücüm de bu kadar işte" diye söylendi. O akşam bütün bunları tekrar tekrar aklından geçirdi, ölçtü, biçti, bir daha düşündü. Yapacak başka bir şey yoktu. Böyle bir fırsat insanın karşısına hayatında bir kez gelirdi. Bütün hesap ortadaydı: İki tarla, bir traktör ve biraz da mücevhere karşı bir altın heykel. Hem de yirmi dört ayar. Artık burada tereddüt edecek bir şey yoktu. Yatakta gözüne uyku girmiyordu. Kalktı, merdiven altına gitti. Işığı yakmadan, örtünün üzerinden heykelini yokladı. İşte oradaydı, masum ve sessiz. Ertesi gün planını uygulamaya koydu. Tahmin ettiği gibi Seyit onu hiç uğraştırmadı. Gerçi ondaki bu ani fikir değişikliğini bir türlü anlayamadı ama istediği parayı verip dutönü tarlayı aldı. Traktörü satmak da zor olmadı. Çünkü arabalarda olduğu gibi bunların da belli bir piyasası ve üç aşağı, beş yukarı belli bir fiyatı vardı. Öbür tarlayı ha deyince satmak aslında çok kolay değildi ama fiyatı biraz kırınca onu elden çıkartmak o kadar da zor olmadı. Takılar için "Öylece veririm, kendileri paraya çevirsin" diye aklından geçirdi. Aslında ata mirası toprakları elden çıkartmak içinden bir şeyleri kopartmıştı kopartmasına ama kendini huzurlu hissediyordu. Çünkü yapılması gerekeni yapmıştı. "Her nimetin bir külfeti vardır" diye geçirdi.


İşte her şey tamamdı. Yarın o iki adam gelecek, paralarını alacaklar ve gideceklerdi. Evet, evet gideceklerdi. İşte o zaman o yetmiş santimlik, yirmi dört ayar altın heykel de ona kalacaktı! O gece uyuması mümkün değildi. Bunu o da biliyordu. Ama yine de uyumayı denedi. Ama nafile, gözünü bile kırpmadı. Gün ışıyana dek en az beş kez merdiven altına gitti. Ve heykelciğini okşadı. Ne kadar munis bir heykeldi bu. Bir ara aklı "kucağında çocuk tutan, öbür elinde bir dal bulunan" bu kadının kimliğine takıldı. Düşündü, düşündü. "Olsa olsa Meryem Ana'dır" dedi. Sonra "Aman yahu kim olursa olsun" dedi. Şimdi sorun heykelin kimliği değildi. Sorun bunca parayı nasıl değerlendireceğiydi. Aklından şöyle geçirdi: "Şimdi şu iki adam yarın gelsin ve toparlayabildiğim parayı alıp, bir an önce buralardan gitsin. Sonra da ben işime bakayım." Sonra yine kendi kendine sordu: - Peki gerçekten bu adamlar gidince bunca parayla ne yapacağım? Sonra yine kendi kendini yanıtladı: - Canım hele bir gitsinler de elbette o parayla yapacak bir şey buluruz. Sonra yine hayallere daldı. "İlk iş tabii ki şu Recep'e yardımcı olmak. Recep harita teknikeri oldu ve bir devlet dairesinde çalışıyor. İyi çocuktur, hoş çocuktur ama yıllardır ne uzuyor, ne kısalıyor. İlk iş ona başını sokacak bir ev almak. Hatta belki bir de araba. Okan'ı unutmak mümkün değil. Veletin aklı fikri yeni bir bilgisayarda, eskisi yetmiyormuş. Ee, herhalde dedesi bir bilgisayarı ondan esirgeyecek değil artık. Gelini de pek severim, çok halim selim bir kızdır. Artık ona da bir tek taş pırlanta mı desem, yoksa bir çift küpe mi? Münasip bir şeyler düşüneceğiz tabii." Kemal aslında üniversite mezunudur, edebiyat fakültesini bitirdi. Ama öğretmenliği bir türlü benimseyemedi. Hiç ilgisi olmayan bir iş yapıyor: Kuru temizleyici. O da hep işlerden ve piyasanın durumundan yakınır. Söylediğine göre biraz sermayesi olsa da yeni cihazlar alabilse, işleri çok açılacakmış. Tamam, şimdi işte tam zamanı! Kaç paraysa alırız o cihazları. Onun ikizleri çok şekerdir. Onları da unutmayacağız tabii. Geline gelince. Bu küçük gelin hep hınzır ve içinden pazarlıklıdır. Biraz da huysuzdur. Oğlumun mutluluğu deyip, bugüne kadar hiç karışmamışımdır ama ne yalan söyleyeyim bu kıza hiç içim ısınmadı. Ama ne fark eder, ayırt etmek olmaz, ona da münasip bir şeyler alacağız elbet. Kızı için de "Cemile el kapısında, iyisi mi gider anlatırım durum böyleyken böyle. Git danış kocana, ne ihtiyacınız varsa söyle derim" dedi. Hacı Cellit bu hayallerle biraz uykuya dalar gibi olduğunda neredeyse horozlar ötmeye başlayacaktı. Ertesi gün öğleye doğru, planlandığı gibi Saim'in kahvesinde buluştular. Selam sabah faslından sonra Hamza:


- Her şey yolunda mı hacı amca? Hacı Cellit: - Evet yolunda, Allah sonunu hayır etsin. Gözüyle ayaklarının yanındaki poşeti işaret etti. Hamza "anladım" anlamında bir işaret yaptı. Çaylar içildikten sonra biraz ilerideki arabaya doğru yürüdüler. Direksiyona Hamza geçti birkaç yüz metre kadar sürdükten sonra tenha bir yerde arabayı durdurdu. Hacı Cellit ayaklarının arasındaki poşetten önce ince bir kumaşa sarılı bir çıkını çıkardı, sonra poşeti uzattı: - İşte hepsi burada. Sonra çıkını uzattı: "Bunlar da hanımı ziynetleri. Altın, bilezik, kolye, küpe ... filan." Hamza aceleci bir tavırla içinde para olan poşeti açtı. Banknot tomarlarını arka koltuğa şöyle bir yan yana sıraladı. Sonra mücevherlerin olduğu torbayı bile açmadan: - Tamamdır hacı amca. Az veren candan... deyip arabayı çalıştırdı. O sırada Adem yarım ağızla helalleşip, hacının elini öpmeye çalışıyordu. Yaşlı adam olanlara bir anlam vermeye çalışırken, iki adam gözden kaybolmuşlardı bile. Hacı Cellit yalnız başına köye döndü. Eve gitti. Ayakları onu doğru merdiven altına götürdü. Örtüyü kaldırdı, un çuvalını çekti. Heykeli işte oradaydı. Bir elinde çocuk, öteki elinde bir dal ile ve bütün masumiyetiyle ona bakıyordu. İçini bir serinlik kapladı. Artık işin sonuna gelmişti. Yapılacak iş son derece basitti, heykeli alıp Hayri'ye gitmek. Gerçi saat hayli ilerlemişti ve ertesi günü gitmek daha mantıklıydı. Fakat onun yarını beklemeye sabrı yoktu. Hava kararmadan Hayri'ye ulaşmalıydı. Tabii yirmi beş kiloluk altın bir heykelle köy minibüsüne binmek olacak şey değildi. İyisi mi bir taksiyle gitmeliydi, hem böylece zaman kazanmış olurdu. Hava kararmadan kasabadaydı ve şansı varmış ki Hayri dükkanı henüz kapatmamıştı. Heykelin bulunduğu çuvalı taksinin bagajından dükkana taşımak için şoförün yardım teklifini kabul etmedi. Ne olur, ne olmaz. Bu devirde… Alelacele şoförün parasını verip onu bir an önce uzaklaştırdı. Sonra Hayri'ye dönüp, muzaffer bir eda ile: - İşte getirdim, dedi. Hayri gülümsedi: "Hayırlı olsun." Sonra heykelin bulunduğu çuvalı Hayri'nin de yardımı ile dükkanın iç tarafına taşıdılar. Hacı Cellit heykeli özenle, okşar gibi çuvaldan çıkarttı: Hayri heykeli görür görmez: "Ama bu…" diye haykırdı.


Hacı Cellit şaşkın bir ifadeyle yüzüne bakınca, önce bir yutkundu, sonra: - Yani bu hakiki mi acaba, diyebildi. Hacı Cellit otoriter bir ses tonuyla: - Hayri biliyorsun ki sana geçen gün heykelin bir parçasını getirdim ve sen yirmi dört ayar altın demiştin! Hayri bir şeyler demeye daha doğrusu gevelemeye çalışıyordu: - Şey… Tabii... Evet...Yani dedim demesine de... Hacı Cellit, Hayri'nin bu haline bir anlam veremiyordu, daha sert bir tonla bir daha üsteledi: - Hayri senin yirmidört ayar dediğin altın heykel işte bu! Hayri kendini savunmak zorunda kaldı: - Hacı evet senin getirdiğin parça yirmidört ayardı. Tamam da... Bu… Hayri lafı tam burada kesmişti. Ama hacı lafın peşini bırakmadı: - Peki bu? - Vallahi kusura bakma ama bu hiç de öyle görünmüyor. Hacı adeta gürledi: - Bak Hayri! Sana getirdiğim parça, dalın şu en alttaki yaprağıydı, görüyor musun? Hacı o sırada parmağıyla o parçanın koparıldığı yeri gösteriyordu. Hayri oraya bir daha ve dikkatle baktı. Sonra bir de pertavsızla baktı. Sonra yavaş yavaş, adeta özür diler gibi: - Sevgili dostum. Evet bana getirdiğin parça buradan kopartılmış, buna şüphe yok. Ayrıca o parça gerçekten de yirmi dört ayar altındı, dedi. Hacı Cellit kaşlarını kaldırarak, Hayri'nin yüzüne "Ee… O zaman geriye ne kaldı" dercesine baktı. Hayri devam etti: - Bana getirdiğin parça işte tam da buradan kopartılmış. Sonra elindeki tornavida ile o yaprağın kopartıldığı yeri kazımaya başladı. Daha tornavidayi ikinci sürtüşünde alttaki metalin kırmızı rengi ortaya çıktı. Hayri kısık bir sesle ve adeta bir suçlu gibi: - Ama bu bakır. Hacı Cellit oradaki iskemleye yığıldı. Gözlerinin önünde yıldızlar uçuşuyordu. Kulakları uğulduyordu. Elini cebindeki ilaç kutusuna attı. Dilaltı hapları etrafa saçıldı.

Ümit Evran


Bak Ağaç Hey! Bak ağaç. Dalları var sonsuz. Yeşili var doyumsuz. Bak ağaç. Ağacın yeşilinin altında kefenliler var. Bak taş. Üstünde isimler yazılı. Kefenlilerin isimleri. Ötesi de şehir bak. Bazen de şehrin tam da içi mezarlık. Şimdi şehirler büyük, kefenliler de büyük. Ya da çok mu demeliydim? Mezarlıkların az geldiği şehirlerde ise kavgalar yalanlara biraz ara verince, duygusuz ihtiyarlar daha çok dinlenilir. Buruş buruş fikirliler. İhtiyarlık sadece tende olmaz bilirsin. Bilir misin? Kırışık fikirlidir bazıları. Su içerken, çiş ederken gördüklerini yaşamak sanmaktan gelen ihtiyarlık... Gülümsüyorum. Bu kelimenin tüm anlamlarını unutarak hem de. Kaybolmaktan korkuyorum. Anladın mı? Kaybolmaktan, böyle değişe değişe, kırışa kırışa kaybolmaktan... Hayır! Eller o eski eller değil. Değil tenimde nefes alan ben eski ben. Kaybolursam eğer, kırışırsam ben de, gittiğim yere geldiğim yeri de götüremezsem nice hallere düşerim? Bir ekin elması ağacı düştü gözümün önüne. Sapsarı ekinlerin hemen yanına dikilirdi. Oraklar ekinlerin toprakla bağlarını koparırken al al dururdu o elmalar dallarda. Emektendi hepsi. Yürektendi. Çünkü topraktandı... Yazın o deli gibi sıcağında ne yapıp yapıp su bulurdum o elma ağacına. Ekinlerin sarısına pek yakışırdı al kırmızı elma. Şimdi ben nasıl götürmeyeyim gittiğim yere geldiğim yeri? Ekşi. Fikirlerimi kamaştıran kelime. Fikrimi fikrime düşüren hissiyat... Sonrası gün doğumları işte. Epekşi gün doğuşları, yanmış çıra kokulu gün batışları. Bu döngünün arasında, ihtiyarlayıp öleceğim ben de! O da ne? Yanlış söylüyorum ama. Bir gün ölemem ki. Bir anda öleceğim... Ölüm bir günü dolduracak kadar büyük değildir, der Asaf abimiz. Yaşamaya bakmalı belki de. Elbette elbette. Kesinlikle yaşamaya bakmalı. Ekin elmalarını düşünüp yaşamaya bakmalı. Ekşi olur ekin elması. Üzerine de tuzu attın mı oh, mis! Yaşamaya bakmalı. Ağız dolusu ısırmalı ekin elmalarını ve ciğerlere tepeleme doldurmalı ekinlerin kokusunu. Yaşamaya bakmalı. Fikirleri kırıştırmadan, çiş ederken gördüklerini yaşamak sanmadan bakmalı yaşamaya. Ve en önemlisi, sulayamayacağın çiçeği sevmemeli çünkü sevemeyeceğin sulamaları çiçekleyemezsin... Önümde ekin tarlası, tepemde elma ağacı. Hey! Bak ağaç işte. Dalları var sonsuz. Yeşili var doyumsuz.

Gizem Ünsel


İçimdeki Yangın İçimde anlam veremediğim bir çocukluk... Ruhum hüzünle kavrulmuş. Zaman geçmek bilmiyor. Dört duvar arasında duygularımı dizginleyememenin verdiği çocuklukla yanıyorum. Nedeni yok, yanıyorum... Yazdıklarımı armağan edeceğim kimsem yok, duygularımı dile getirebileceğim hiç kimsem... Bir kağıdım ve kalemimin buluştuğu o mahzunlu geceler, tek dostum belki de. Darmadağın olmuş saçlarım, kirpiklerimden damla damla akan yaşlar, yüreğimin derinliğindeki acı ve sonsuz dalgınlığım. Neden? Nedir bu yangının adı? Kalabalıklar arasında yaşanan yalnızlık, yüreğime biriktirdiğim ihanetler olmalı. Kahkahalarım ardına gizlenen gözyaşlarım ise bedeli. Kabullenemediğim kaybedişlerim bedelimin en ağır sonucu. Ve sessiz geceye armağan edişim ruhumu. Hepsi bu yangının közü...

Burcu Örlü

Adı Çaresizliğim Yazamıyorum nicedir O yorgun düşen kalem benim Kum tanesi gibi dağılmış cümleleri Toplayamayan benim. Kafiyeler denizinden, Çıkmamış nasibim Şiirsiz kalan benim. Ellerimden uçup gitti, Tutmaya gücüm yetmedi. Mutluluktan bihaber Gülmeyi unutan benim. Hep bir umutla başlayıp da Ama sonunda Bir yere varamayan Aynı çıkmazsa düğümlenen Yollar benim Adı çaresizliğim...

Sena Sabcıoğlu


Afrodisias 16 Temmuz 2017 Sabah yedide yola koyuluyor, hızla Yatağan yoluna sapıp köy kahvaltısı yeri aramaya başlıyoruz. Çok geçmeden aradığımızı buluyor şirin bir köy evi biçiminde düzenlenmiş kahvaltı mekanında Afroodisias'ın bizi beklediğini bilmemize rağmen bir saatimizi burada harcıyoruz. Kahvaltıdan sonra Yatağan'dan sola, sonra sağa dönüyor; Kavaklıdere yoluna sapıyoruz. Kavaklıdere'den sonra Haydere yoluna saptığımızda bizi muhteşem manzara eşliğinde dağ yolu karşılıyor. Zor bir yolculuk; ama değer bu manzara için. Afrodisias'ı gördükten sonra bile bu yolun güzelliğinin sohbetini yapmaktan kendimizi alamıyoruz. Uzun, yorucu ama bir o kadar da keyifli dağ yolundan sonra anayola çıkıyor, Geyre'yi geçtikten sonra bizi bekleyen Afrosias'a ulaşmanın mutluluğunu yaşarken ören yerinin kapısında arabayı belediye'nin parkına koymamızı söylüyorlar. Denileni yapıyor, belediyenin sunmuş olduğu golf arabası tarzındaki araçla Afrodisias'a ayak basıyoruz. Afrodisias, adanmış kent anlamında ve Babadağ'ın mermerinden doğmuş. Roma imparatorlarının özel koruması altında olan bir kent. Bunun nedeni de kendilerinin Afrodith soyundan geldiğine inanmaları. Öykü şöyle: Vergilius'a ait destanın başkahramanı Aeneas, Troia kraliyet ailesinden Ankhises ve Tanrıça Afrodith'in oğludur. Ve Troya Savaşı'nın kahramanıdır. Aeneas'ın görevi Troia soyunu bu topraklarda devam ettirmektir. Annesi Afrodith'in yardımı ve korumasıyla Troia yangınından kurtulur. Babasını omzuna alır yollara düşer. Elinden tuttuğu oğlu Askanius onun soyunu devam ettirecek kişidir. Bu üç kişi ve Troialılar Antandros'a gelir, oradan Thrakia'ya ulaşırlar. Çok geçmeden yaşadıkları şeyler nedeniyle bu toprakların uğursuz olduğunu anlar ve buraya şehir kurmasına ve şehre kendi adını vermiş olmasına rağmen ayrılır ve kutsal Delos Adası'na gelirler. Buranın da kendilerine yurt olamayacağını kehanetlerle anlayan Aeneas, buradan da Girit'e göç eder. Girit'te yeni evler yaparlar, yerleşirler. Kurulan bu yeni kentin adını Pergama koyarlar. Ancak kuraklık bellerini bükünce İtalya'ya göç etmeye karar verirler. (Troia soyu iki kişiye dayanmaktadır: İtalya'dan gelen Dardonos ve Girit'ten gelmiş Teucer.) İtalya'ya vardıklarında karşılarına kuş gövdeli, genç kız yüzlü ve pis kokan Harpyler çıkar. Onları öldürmeye çalışırlar; ama başarılı olamazlar. Buradan Kartaca'ya geçerler. Orada Kraliçe Dido aşkı devreye girer ancak Zeus, onun Roma'ya gitmesini istemektedir. Ve Roma'ya varış, Roma İmparatorluğunun kuruluşu.


Roma İmparatorlarından Augustus ve Caesear soylarının Tanrılara uzandığını umut etmiş ve kendilerine ata olarak Afrodith'in oğlunu seçmişlerdir. İşte bu nedenle Afrodith Tapınağına Romalılar büyük önem vermiştir. Ama ilk ilgi Sulla ile başlıyor. Roma İmparatorluğu 375 yılında bölününce Afrodisias, Piskoposluk merkezi haline getirilir. Afrodisias'ın tarih boyunca aldığı adlar şöyle: Lelegenpolis: Bizanslı tarihçi Stephanus, burayı anayanlı bir toplum olan Leleglerin kurduğunu ve bu nedenle bu kentin bu adla anıldığını yazar. (Buradaki Afrodith Tapınağı Leleglerin Ana Tanrıça'sıdır ve Anadoludaki Kibele'nin benzeridir.) Megalopolis: Kentin Lelelgenpolis isminden sonra aldığı addır. Ninoe: Assurların başkenti Ninova'nın yıkılmasından sonra buraya gelirler ve kentin adını Ninoe olarak değiştirirler. Sümerlerdeki bereket ve aşk Tanrıçası İnanna Assurlarda İştar olmuş. İştar Yunan kültürüne Afrodith olarak geçmiş. Afrodisias: Pagan ve Yunan kültürlerinde aldığı ad. Stavropolis (Haç kenti): Hıristiyanlık yaygınlaştıkça kentteki pagan kültürü izleri silinmeye ve Afrodith Tapınağı kiliseye dönüştürülmeye çalışılmıştır ve bunda da başarılı olmuşlardır. Geyre Köyü: Geyre köylüleri yıllarca Afrodisias antik kentinin kalıntıları üzerinde yaşamış. Ta ki bir gün Ara Güler yolunu kaybedip bu köye gelinceye kadar. Burada çektiği fotoğraflarla dünyanın ilgisini çekmeyi başarmış. Afrodisias, Karya'nın en uç kentidir. Bundan olsa gerek ki "Geyre"nin Karya'dan geldiği düşünülüyor. Antik kentin bulunmasından sonra Geyre köyü iki km. daha batıya taşınıyor. Afrodith'in herkesi koruduğu düşünüldüğünden şehrin etrafı surlarla çevrilmeye gerek duyulmamış. Bugün Afrodisias olarak bilinen antik kente girdiğinizde sağda ve solda ve ayrıca müzenin bahçesinde nekropol buluntuları karşılayacak sizi. Önce müzeye girmek isterseniz müze hemen sağda. Biz gezdikten sonra mı yoksa şimdi mi girme konusunda tereddüt yaşıyoruz. Yorgunluğun üzerine müzeden alacağımız randımanın düşük olacağını düşünüyor ve şimdi girmeye karar veriyoruz. Nekropol kalıntıları arasından geçiyor, 21 Temmuz 1979'da açılan müzeye giriyoruz. (Müze 2009'da yeniden düzenlenmiş.) Müzenin salonlarında ve vitrinlerinde; toprak kaplar, figürinler, dini simgeler, süs eşyaları, cam kaplar aletler, sikkeler ve günlük yaşamda kullanılan tüm eşyalar sergileniyor. Dali müzesinde olduğu gibi çantalarımız dolaplara konuluyor. Flaşsız fotoğraf çekmemizi istiyorlar kibarca. Ben buraya gelmeden önce


Afrodisiasla ilgili pek çok video izlemiştim. Bu videoların birinde izlediğim arkeolog arkadaşı görüyoruz. Güzel bir sohbet yapıyoruz. O da diğerleri de çok kibar. Arkeolog arkadaş bize flaşsız fotoğraf çekimi konusunda önerilerde bulunuyor. Ben de onun dediğini yapıyorum. Her çekimden sonra fotoğraf makinesini kapatıyor yeniden açıyorum. Sevgi Gönül Salonu'nun övgüsünü gelmeden işitmiştim. Haklıymışlar. İnanılmaz doğrusu. Kendimden geçiyorum. Bildiğim bütün efsane kahramanları ve tarihte okuduğum Roma İmparatorları karşımda. Çok heyecanlanıyorum. Kabartmaları böyleyse heykellerini düşünün. En çok "İhtiyar Balıkçı"yı merak ediyordum -belki de basına konu oldu diye-; ama o sergilenmiyormuş. Biraz da "İhtiyar Balıkçı" heykelini anlatmak isterim. 1989'da Roma İmparatoru Tiberius'a adanmış spor alanının girişinde bir mermer heykel başı bulunur. Prof. Erim başın gövdesinin Doğu Berlin'deki “İhtiyar Balıkçı” heykeli olduğunu söyler ve iddiasını kanıtlar. 1990'da Berlin Müzesi'nden gövdenin kalıbını ister. Kalıp gelir; ancak uymaz. Sonradan kalıbın tersten alınması gerektiği anlaşılır. Bu da yapılır. Evet, iki parça birbirine tıpatıp uyar. Ama bu arada Erim'i kaybederiz, çalışmaları Prof. Dr. Jale İnan tamamlar. Heykelin aslı istenir. Ancak bu konuda başarılı olunamaz. Müzede iki parçayı arıyor gözlerim: Biri, Sağlık Tanrısı'na sunulan kulak (hasta olan organlarının resimlerini Sağlık Tanrısı'na sunarlarmış), diğeri iki renkli Zeus Europa heykeli. Zeus siyah damarla, Europa beyaz damarla yapılmış. (Aynı mermemerin farklı damarlarını kullanarak; ancak ben sözünü ettiğim iki buluntunun da fotoğrafını çekmeme rağmen ZeusEuropa ışık içinde yok olmuş. Buna çok üzüldüm tabii.) (Europa, Fenikeli bir kız. Zeus, onu görür görmez aşık olur. Boğa kılığına girip onu kaçırır. Bu birliktelikten üç çocuk olur. Bugün bu aşkı anlatan resimlere baktığımızda bol deniz motifleri kullanılmış. Europa'nın Fenikeli olmasıdır bunun nedeni.) Sebasteion rölyeflerinin sergilendiği Sevgi Gönül Salonu'na giriyoruz. Mimar Cengiz Bektaş'ın çizimiyle yapılan bu salonda 600 yıllık yontu sanatının örnekleri var. Üç Güzeller, Apollon, Troya Savaşı, Dionysos, Herakles... Aeneas'ın omzunda babası ile Troya'dan ayrılışını anlatan kabartma muhteşem doğrusu. Ayrıca Ankhises ve Afrodith kabartması karşısında nutkum tutuluyor. Aklıma gelenleri hemen size anlatmak istiyorum: Troyalı Ankhises İda Dağı'nda sığırları otlatırken, Tanrıça Afrodith onu görür ve aşık olur. Kırmızı kaftan içinde Phyrigyalı kız kılığında karşısına çıkar. Kral soyundan Ankhises de ona vurulur. Birlikte


olurlar. Afrodith ona soyunu devam ettirecek bir oğlu olacağını müjdeler. Ama bu, sır olarak kalmalıdır. Ankhises, bu sırrı tutamaz ve diller Zeus'a gider. Zeus o kadar kızar ki ona yıldırımlar gönderir. Afrodith önüne geçerek önlemeye çalışır; ancak Ankhises bir daha ayağa kalkamaz, topal kalır. Bilindiği gibi Afrodith'in doğurduğu çocuk Aeneas'tır. Aeneas'ın babasını omzunda taşıması bundandır. S. Gönül Salonu'nun tam ortasında sivil bazilika'da bulunan ve daha yeni sergilenmeye başlanan Afrodit atı duruyor. At, altın varaklı bronz bir eyer örtüsü taşıyor. Akhilleus'in ve Troilos'u öldürmesini anlatıyor. Ama bugün gencin bacağından başka bir şey yok. Üçüncü biri daha olduğu biliniyormuş. Ama ondan da iz yok bugün ne yazık ki. Müzeden çıkıyoruz. Anıtsal Kapı'ya gitmek için bilgi levhalarını takip ederken sol tarafta Atrium Evi'ni görüyoruz. Atrium Evi: Roma konut mimarisinin örneklerinden olan bu evlerin ya ortasında ya da girişinde üstü açık ışığın gireceği yerler tasarlanmıştır. Burada bulunan portreler müzede sergileniyor. Bu portreler öylesine ustalıkla yapılmış ki yeniden yorum katılması nedeniyle buranın, heykel kurs evi ya da bir filozof'a ait bir ev olduğu da düşünülmüş.

Yolumuza devam edip Tetrapylon'a (Anıtsal Kapı) geliyoruz. Anıtsal Kapı M.S. 2. yy'da yapılmış. Birçok tarz kullanılmış bu anıtsal kapıda. Batı alınlıkta akantus yaprakları eşliğinde av sahnesi betimlenmiş. (Kimilerine göre Afrodith'in oğlu kimilerine göre evrensel yumurtadan doğmuş olan Eros ve zafer Tanrıçası Nike ve atlar.) Doğu alınlıkta ise Afrodith'in yarım


daire içince yıldızı Venüs parlamakta. Biraz ilerleyince hemen sağda buraya ömrünü vermiş Prof. Dr. Kenan T. Erim'in yine Babadağ'dan getirilen mermerle yapılmış mezarı yer alıyor. Buradan dümdüz giderseniz tiyatroya uzanan bir cadde ile karşılaşacaksınız. Ama siz, hemen sağa dönün ve Afrodith Tapınağı'na giriş yapın.

Afrodite Tapınağı: Afrodithe Tapınağı'na gelmek için Anıtsal Kapı'da toplandıkları düşünülüyor. Tapınağın yapımı M.Ö. 6. yy'lara dayanıyor. M.S. 500 yılında Hıristiyan bazilikasına dönüştürülen tapınakta, Ana Tanrıça kültünün izleri tamamen silinmeye çalışılmış. Tapınağı anlatmadan önce ben Afrodith üzerinde durmak istiyorum. Dalgaların köpüğünden çırılçıplak ortaya çıktıktan sonra deniztarağı kabuğunun üzerinde Kythera Adası'na gelen ve burayı küçük bulduktan sonra Peloponnesos giden Afrodith'in son durağı Kıbrıs'taki Paphos'tur. Kıbrıstaki Paphos'a ayak basar basmaz adanın her yeri çiçek bahçesine döner. Onu burada Themis'in kızları Horalar karşılar. (Eunomia (disiplin); Dike (adalet); Eirene (barış); bunlar, zamanların ve mevsimlerin tanrıçalarıdır.) Hora; saat anlamındadır ve Horalar zamanı düzenler. Afrodith Paphostaki denizde yıkanır ve güzelleşirdi. Onu temsil eden rahibeye de aynı özellikler atfedildi. Rahibe de, Paphos'taki denizde yıkandıktan sonra gençleşir ve güzelleşirdi. Afrodith'e ait tüm bu özellikler Girit'ten (Minos uygarlığından) Yunanistan'a girmiştir. Bunun en belirgin göstergesi, Tanrıça'ya ait Minos sarayının döşemesi deniz kabuklarıyla süslü olmasıdır. Yine Afrodith'e, topal kocası Hephastios'u Ares ile aldatınca bunu Helios, Hephastios'a anlatır. Demirci Hephastios örümcek ağı inceliğinde ama ondan sağlam gümüş ağ yapar. Lemnos'a gidiyormuş gibi yapar. Geri döner ve onları yakalar, onları gümüş


örümcek ağı ile bağlar. Ve tüm Tanrı ve Tanrıçaları çağırarak onları sergiler. (Kadına yaptıklarıyla ilgili ceza anlayışı o zamandan gelme sanırım.) Afrodith ile ilgili anlatılar bitmez. Ancak Afrodisias'taki Afrodith tapınağı Assur'dan gelme bir külttür. Afrodith, Assur'daki İştar'ın burada aldığı addır. Hatta bir kabartmada Assur Kralı Ninus ve karısı Semiramis'in betimlemesi bulunmuştur. (Semiramis'in kumrudan geldiği söylenir. Yarı balık yarı kadın Atargatis'in kızıdır. Semiramis'i kutsal kumrular büyütmüştür. Ben bunu Şamiram -Semiramis- adlı romanımda anlattım. Afrodith tapınağındaki kumrular da bu bağlamda ilgi çekicidir.) Afrodisias bir Ana Tanrıça tapınım yeridir. Zaten buranın ilk adı da Lelegenpolis'tir. Yani anayanlı bir toplum olan lelegler kurmuştur. Afrodith ya da Kibele onların Ana Tanrıçasıdır. Sekize on dört sütunlu Tapınağın içinde sadece rahiplerin girebildiği Sella denilen yerde Afrodith'in heykeli varmış. Afrodith'in üzerindeki elbisede balık kuyruklu bir keçi göze çarpmakta olduğunu ifade ediyorlar. Balık kuyruğu Assur'daki Semiramis'in anası Atargatis'i hatırlatıyor. M.S. 500 yılında kiliseye dönüştürülen tapınağın onarımını Zoilos yaptırmış. (M.Ö. 1.yy) Zoilos bir köle idi ve Augustus (kimine göre de Oktaviaus) zamanında özgürlüğüne kavuştu ve hızla zengin oldu. Afrodisias'a gelince tiyatro ve tapınağı elden geçirtmiştir. M.S. da tam bir kilise görüntüsü verilmiştir. Son şekli Hadrianus zamanında verilmiş ve artık Ana Tanrıça kültünden iz bırakılmamıştır. Tapınağın kısa tarafındaki sütunları, uzun yanlara eklenerek ve sella kısmı ortadan kaldırılarak üç nefli bir plan yaratılmış. Ve kiliseye dönüşen bu yapının etrafı duvarlarla çevrilmiş. Narteks denilen giriş ve apsis (mihrap) kısmı yapılmış. Buradaki resimler de Hıristiyanlıkla ilgili imiş. Cebrail, Mikail ve İsa-Meryem merkezdedir. Oysa burasının Anadolu'daki Kibele tarzı bir Ana Tanrıça'ya ait olduğunu söylemiştik. Yunan Afrodit'i ile ilgisi yoktur. Bu şehre sığınanlar koruma altına alınır ve iade edilmezmiş. Erim başkanlığındaki kazılarda bu kült merkezinin arakik döneme ait bir kült merkezi olduğu anlaşılmış. Burada bulunan bütün kabartmalar müzede sergileniyor. Afrodith

Tapınağı'ndan

çıktıktan

sonra,

Bouleuterion'a

ulaşıyoruz.

Bouleuterion: M.S. 2.yy tarihlenen bina iki katlı imiş ve 1750 kişiyi alabilecek konumda. Üstü kapalı olan bu binanın sadece meclis toplantıları için değil, bale gösterileri ve müzik dinletileri için de kullanılmış. Binanın bazı bölümlerine ulaşılamamış, 4. yy depreminde çökmüş olduğunu düşünüyor uzmanlar. Duvarlarında kenti sembolize eden ünlü kişilerin heykelleri yer alırmış. (Bugün bunları yine de müzede görmek mümkün.)


Heykeltıraşlık Okulu: Aphrodisieus (Afrodisli) ismi bir marka idi Helenistik ve Roma döneminde. Bu nedenle burada yaratılan yontularda, heykellerde, kabartmalarda bu isme sık rastlanır. Babadağ'ın mermeri onlar için bulunmaz bir kaynaktı ve bu kaynak onların marka olmasını beraberinde getirmişti. Altın çağını Roma döneminde yaşayan kent heykelde Afrodisias stilini geliştirdi. Vücut ayrıntılarını olduğu gibi aktaran heykeltıraşlar, yontucular manüalist üslup (tam gerçekçi) 600 yıllık mermer sanatının en güzel örneklerini burada görmek mümkün. Helenistik dönem okulunun açılış Bergama heykel okulunun kapanışına rastlamakta. Bergama okulundan gelen yontucular Afrodisias'a gelip yerleşmiş ve ders vermeye başlamış. Afrodisias'ta her sanatçı kendi stilini oluşturmuş; ancak yine de genel olarak dramatik unsurların öne çıktığı görülmektedir. Gölge ışık oyunlarının yanısıra yüz ifadeleri de gerçeğe uygun verilmeye çalışılmış. Vücut yapılarına bakıldığında hem bir bilgelik hem de anatomi bilgisi ortaya çıkar. İki renkli heykeller buranın ustalığını ortaya koymaktadır. Bugün bu okulun mirası Karacasu seramik ustalarında yaşamaktadır. Piskoposluk Sarayı: M.S. 400 yılına tarihlenen binanın sütunları ortaya çıkarılmıştır. Bina 1965 kazılarında ayağa kaldırılmış. Büyük ihtimal dönemin valisi yaşıyordu burada. Hadrianus Hamamları: Roma İmparatoru Hadrianus'a adanmış hamamın diğer hamamlar gibi sıcak soğuk ve ılık bölümleri mevcut. Ortasında yuvarlak bir havuz olan bölüm terleme odası olarak işlev görüyormuş. Akantus (akantus çiçeğini Milas Gümüşkesen'de anlatmıştık.) yaprakları içinde Eros, kuş ve çeşitli hayvan figürlerinin yanısıra Minetauros, Medusa, Herakles ve Perseus mitolojik heykelleri İstanbul Arkeoloji Müzeleri ve Afrodisias'ta sergileniyor. (Helenistik ve Roma dönemi hamam kültürünü Miletos bölümünde bahsetmiştik.) Agora: Güney Agora kentin ikinci büyük meydanıdır. 170x25 havuz Agora'nın gözalıcı bölümü. Etrafı ion tarzı sütunlarla çevrilmişti. Duvarları birbirine çelenklerle bağlanmış insan başlarıyla süslenmiş. Bugün bunlar ören yerin içindeki Deveci Han'ın duvar bitişiğinde sergileniyor. Yaşlı adamların, fahişelerin, aktörlerin ve mitolojik kahramanlardan da Selene, Zeus, Pan, Athena ve Dyonisos göze çarpar. Agora'da hummalı bir çalışma vardı.(Zaten Afrodisias'ta temmuz ve ağustos aylarında çalışma yapılırmış.) Güney Agora'da portikolar (revak tarzı sütunlarla taşınan avluyu çevreleyen kolonad) ayağa kaldırılmış. Kuzey portikoda İmparator Tiberius'a adanmış bir yazı bulunmuş. Kuzey ve güney portikonun birleştiği yerde iki adet tonozlu tünel bulunmuş. 5. yy'da bunlar anıtsal çeşmeye dönüştürülmüş ve önüne havuz yapılmış. (Sel baskınlarını önlemek için.) Burada mitolojik öyküleri anlatan kabartmalar bulunmuştur. Kuzey Agora: Güney Agora'nın kuzeyindeki bu alan 202x72 m.


genişliğindeki agora kentin ticari merkeziydi. Buranın da portikoları ayaktadır. Özgürlük rahibine ithafen yazılmış bir yazıt ele geçmiştir. Bu yazıttan buranın yapılış tarihini çıkarıyor uzmanlar. Üstelik tahminler bizi buranın rahibi Zoilos'a götürüyor. (Yapım: M.Ö. 1.yy) Kuzey Agora M.S. 7.yy'a kadar kullanılmış. Sıcağa aldırmadan tiyatroyu görmek için yürümeye devam ediyoruz. Çalışmalar hızla sürüyor. Yerler toz duman içinde. Tepeyi tırmanmak yerine tiyatroya dolaşarak gitmeyi tercih ediyoruz. Tiyatroya ulaşmaya çalışırken yeni yeni çıkarılmaya çalışılan yerleri inceliyoruz. Tiyatro: Tiyatro, akropolün doğu yamacında yer alıyor. Geyre köyü tam bu tiyatronun üzerinde yaşıyormuş. Akropol sözcüğü hemen bir tepeyi çağrıştırıyor; oysa buradaki tepenin bir akropol olabileceğine inanamıyor insan. O kadar küçük ki. Dümdüz bir ovaya cesurca yayılan ve koruma surları bile olmayan Afrodisias'ın akropolü de böyle olur diye düşünmeden edemiyorum. M.Ö. 1.yy'da yapımına başlanıp M.S. 2.yy'da tamamen bitirilen tiyatronun önsıraları kaldırılarak Roma döneminde gladyatör dövüşlerine hazırlanmış. Tiyatro bulunduğunda pek çok heykel de ortaya çıkmış. Ama en önemlileri Apollon ve Musa (esin perileri) heykelleridir. Bugün bunlar da müzede sergileniyor. Sahne binası üç katlı ve 7250 kişilik. Sahnede Zolios'a ithaf yazısı var. Çünkü üç katlı sahneyi Zolios yaptırmış. M.S. 4. yy'daki depremde hasar görmüş, 7.yy'daki depremde ise tamamen yıkılmış. Ön sıralardaki koltukların arkalıkları olduğu görülüyor. Büyük ihtimal buralar protokol için yapılmış. Yönetici koltuğu bezemeli protokol koltukları ise aslan ayaklı. Sahne duvarında şu yazı var: "Asya'daki bütün şehirlerden bu kenti kendim için seçtim."


Tiyatroya bizim gittiğimizin ters yönünden yani Sebastion'dan gidecek olursanız maskların önünden geçeceksiniz. O dönem tiyatro kahramanları resmi geçit halinde sizi selamlayacak. Bu sessiz masklara ses katmak istiyorsanız Euripides'i, Aiskhylos'u, Sophokles'i, Aristofanes'i okuyun. Gülen, ağlayan, şaşkın ifadesi olan bu masklara hayat vermiş, pagan döneminin ruhunu biraz olsun anlamış olacaksınız. Afrodith'in diyarında, Afrodith Tiyatrosu'nda, tiyatronun doğuşunda önemli rolü olan Dionysos ile aşkın Tanrıçası Afrodith'in aşkını hatırlayıverdim. Dionysos ile aşk yaşayan Afrodith, Hera'nın gazabına uğrayınca budama bıçağıyla ortada gezinen ve devasa büyüklükte üreme organlarına sahip Priapos'u doğurur. Ama onu çirkinliğinden dolayı Olimpos'a kabul etmez. Priapos bereket simgesi olarak Lapseki'yi (Çanakkale) temsil eder. Antik Yunan'da oyun sırasında Priapos idogramı sahnenin tam ortasından geçirilir ve halkın ilgisi kazanılırmış. Tiyatrodan çıkıp Akropol'e yöneliyoruz. 1956 depreminden sonra taşınan Geyre'nin altından Akropol ve tiyatro çıkmış. Akropolden günlük yaşama ait bulunan bulgular müzede sergileniyor. Akropolde yine küplerin yanısıra megaroid tarzı yapılar da ortaya çıkarılmış. Buradan Sebastion'a yöneliyoruz. Roma döneminde Afrodith adına yapılmış bir başka tapınak. M.S. 50'li yıllarda Tiberius zamanında başlanıp Nero zamanında tamamlanan tapınak, adını Augustus'tan almış. Onunla eş anlamlı ve ulu anlamında Sebastion denilmiş buraya. 90 m. uzunluğundaki caddeye bakıyoruz. Üç bölümden oluşuyor: Giriş binası üç katlı. Kabartmalarla süslü ve ızgara planına uyulmamış Sebastion'un ikinci katı mitolojik karakterle süslenmiş: Eros’un doğumu, Apollo, Meleager, Archiles, Penhesilea, Nyssa ve çocuk Dionysus. Üçüncü katında ise imparatorlarla ilgili görüntüler var: Augustus, Germanicus, Lucius, Gaius Ceasar, Cladius ve Agrippa, Troy'dan kaçan Promethus ile birlikte Aeneas. Depremlerden sonra paganizm sona erince Sebastion, alışveriş merkezi olarak kullanılmış. 90 m. uzunluğundaki yolun sonunda bir zafer tapınağı vardır. İlerliyoruz. Onlarca maska selam verip geçiyoruz. Stadyum: Müzenin önüne geldiğimizde sağa dönmeyip sola devam ettiğimiz ve stadyumu görmediğimiz için gezmediğimiz tek yer olan stadyuma doğru ilerliyoruz. Ne kadar yürüyeceğimizi bilmediğimizden yolun kısa olması için dua ediyoruz. Dualarımız kabul oluyor. Beş yüz metre kadar gittikten sonra girişe geliyoruz. Girişte önümüzdeki grubun yüz ifadelerinden inanılmaz bir şeyin bizi beklediğini anlıyoruz. Evet, görüyoruz, inanılmaz. Aman Tanrım, ne kadar da büyük, ne kadar da ihtişamlı... (Ben önceden fotolarını görmüş ve filmlerini seyretmiş olsam bile gerçeği bir başka.)


Otuz bin kişilik stadyumun ölçüleri 262x59 m. Otuz sıra oturmalı yerlerde oturma hakkı olanların isimleri ve meslek grupları kazınmış. (Dericiler, kuyumcular ve ayrıca miletliler vb.) Buradaki grafitilerde pek çok anlatı bulunmuş. M.S. 1.yy'da yarışmalarda ve gladyatör dövüşlerinde seyircilere zarar gelmemesi için duvar örülmüş. İmparator Theodosius fermanıyla pagan özellik taşıyan yarışmalar yasaklanmış. Pagan yarışmaları içinde kuşkusuz atletizm, şiir edebiyat, cirit-disk atma, at yarışı ve müzik yer alırdı. Bu güzel yarışların yerine boğa güreşleri ve gladyatör çekişmeleri almıştır. (Erken Hıristiyanlık dönemi) Atlet sözcüğü, "athlos"tan gelir. Athlos; mücadeleden acı çeken anlamında kullanılırmış o dönemde. Atletin ödülü maddi değil, onur yükseltici olurmuş. Stadyumun duvarları şehrin surları içinde kabul edilirmiş ve buraya sur yapılmamış. Stadyuma güney cepheden seyirciler, sporcular ve protokol doğu ve batı tünelden girerlermiş. Beş anıtsal girişi olan stadyumun çıkışları kentin caddelerine açılıyormuş. Aslan ayaklı kabartmaların olduğu yerde protokolün oturduğu düşünülüyormuş. Batı tünelinin kilit taşında Hermes (sporu icat eden ve onları koruyan Tanrı), doğu kilit taşında da Herakles (fizik ve moral gücün simgesi olan Tanrı) kabartmaları varmış. Tonozlu tünelleri inceliyorum. Hermesli, Heraklesli yarışları gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Tüylerim ürperiyor. Haklarında çok şey bildiğimiz ama ne hissettiklerini asla bilemediğimiz insanları düşünmek beni etkiliyor. Böylesine güzel yarışları sadece kendilerinden öncekilerin inançları farklı diye yok saymak, onun yerine daha vahşi yarışları getirmek, burnumun direğini sızlatıp insanlıkla ilgili umutlarımın


eksilmesine neden oluyor. Bu muhteşem yeri bir de daha yukarıdan görmek istiyorum. Stadyumun etrafından dolaşıp tırmanıyorum. İşte stadyum ayaklarımın altında. Binlerce yıl öncesine gidiyorum. Toprağa egemenlik arttıkça kadına atfedilen özelliklerin daraltıldığı ve neredeyse yok sayılan günümüz insanlarından biri olarak Afrodith onuruna yapılan yarışları izlemeye başlıyorum. Atletler, şairler, müzisyenler... Sahnede resmi geçitte. Birden Ana Tanrıça'yı önemsiz ve itici anlatan Romalı Catullus geliyor aklıma. Ardından Heseidos, Homeros... Hep birlikte, el ele bitirmişler Ana Tanrıça'yı ve Ana Tanrıça kültünü. Antik dünyanın en iyi korunmuş stadyumunu terk ederken biraz kızdığım, Afrodith'e sıcağım artık. Biliyorum ki o Ana Tanrıça. Göksel Babalık her ne kadar onu cinselliğiyle öne çıkarsa da o, herkese meydan okuyor. Ben, Matar'ın bir parçasıyım, aşağılasanız da yok saysanız da, diyor. Müze'nin önünden geçip çıkışa yöneliyoruz. Ben nekropol buluntularını tekrar inceliyorum. Kharon adlı kayıkçıya para vererek Hades'in diyarına geçmek isteyen ölüler, aynı zamanda bu nehirde hafızalarını sıfırlayıp bir çeşit katharsis yaşayan ruhlar dünyaya bir daha gelecekleri günü beklemeye başlarlar. Lahitlerin içine bakıp onları görmeye çalışmak nafile. Ama onların ardından gözyaşı dökmüş ağlayan kadınları görebilirsiniz. Afrodisias'ı terk ettiğimizde ben daha farklı biriydim artık. Ömrüme Afrodisias'ı görmeyi de eklemiştim.

Şükran Engin Atmaca

Psikolog Süreyya Bey O sabah yine Zübeyde Hanım'ın getirdiği çayımı yudumlarken günlük gazetelere şöyle bir göz atıyordum. Yan tarafta ise yazı işlerinden Canan ile saymanlık memuru Suna hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlardı. Önceleri hiç ilgilenmedim. Ama o kadar ateşli bir şekilde ve yüksek sesle konuşuyorlardı ki ilgilenmemek imkansızdı. Suna çok dertliydi. Bunca yıldır saçını süpürge ettiği hayırsız kocası, bugüne kadar yaptıkları yetmiyormuş gibi, şimdi de kumasını eve getirmek istiyormuş. Yana yakıla "Haydi içkisine, kumarına alıştım, hep öbür kadın yokmuş gibi davranıyorum" diyordu. Sonra da ağlamaklı "Ama bir de kumayı eve almak… Hayır işte buna razı olamam." Ama bunca yıldan sonra, üç


çocukla kendisini bile zor geçindiren babasının yanına dönmesi de imkansızdı. Bu çaresizlik de haliyle ruh sağlığını bozuyordu ve bizim zavallı Suna büyük bir bunalım içindeydi. Zübeyde Hanım aralarına burnunu uzatmış öylece dinliyordu. Zübeyde Hanım bizim dairenin "olmazsa olmazı"dır. Asli görevi olan çaycılığın dışında dairenin akan tavanından, arşivdeki farelere, kaybolan evraktan, değişen vergi iade oranlarına kadar her şey onun ilgi ve bilgi alanına girer. Özellikle kimin emekliliğine ne kadar kaldığı hep bu sıkma başlı, kısa boylu, şişman ve yürüyor mu yoksa yuvarlanıyor mu pek anlaşılamayan Zübeyde Hanım'ın özel uzmanlık alanıdır. Suna yine "Ne talihsiz başım, ne bitmez çilem varmış" diye başlıyordu ki Zübeyde Hanım kendini daha fazla tutamadı: - Adama büyü yaptırtmışlardır mutlaka. Eşek dili yedirmişlerdir. Belki de papaz büyüsü. Bizim orada bir Pasaklı Gülsen var ona gidelim. Onun çözemeyeceği büyü yoktur! Zübeyde Hanım'ın fikri pek itibar görmeyince, o yine çay ocağına yöneldi. Canan'ı severim mantıklı kızdır. Bir taraftan Suna'yı teselli etmeye çalışıyor, öte yandan da çözüm arıyordu: - Bu böyle devam edemez Sunacığım. Bak gençsin, nur topu gibi çocukların var. Gerçekler ne kadar acı olursa olsun sen güçlü olmalısın. Senin günden güne daha kötüye gittiğini görüyorum. Ruh sağlığın giderek bozuluyor. Bir desteğe, yardıma ihtiyacın olduğu ortada. Bir uzman sana yardımcı olmalı. Bana sorarsan mutlaka bir psikologa gitmelisin. Suna bunları hiçbir şey söylemeden dinliyordu, belki de dinler gibi yapıyordu. Canan kararlı bir şekilde devam etti: - Gerçekten buna çok ihtiyacın var. Bak, Süreyya Bey diye bir psikolog varmış, onu pek methediyorlar. Anlata anlata bitiremiyorlar. Ona giden her kimse oradan kuş gibi hafiflemiş olarak çıkıyormuş. Tam o sırada Suna'ya telefon bağladılar. Canan da önündeki evrakları imzalamaya başladı. Son zamanlarda bir psikolog modasıdır aldı yürüdü. Şimdi herkes bir psikologa gidiyormuş. Bu iş bize Amerika'dan bulaşmış. Orada herkesin devamlı gittiği bir psikologu olurmuş. Hatta psikologların bile kendi psikologları varmış. Hani Karaköy-Üsküdar vapurlarında vapur hareket ettikten hemen sonra ortaya çıkıveren seyyar satıcılar vardır ya, hep "Abilerim, ablalarım..." diye söze başlar. Sonra çantalarından bir deterjan çıkarırlar. "Bunu alana şunlar da bedava" dedikten sonra, bir tarak, bir düzine çengelli iğne, iki kalıp sabun… vs.'yi de "Deterjanı alana bunlar da bizim hediyemiz" diye satarlar. Ve işte bunların her birini tanıtırken "Her eve lazım. Her eve lazım." diye yırtınırlar ya, işte bu psikologlar da orada öyleymiş. Her eve lazım! Tıpkı bizdeki berber, kasap… falan gibi oralarda


kimse psikoloğunu kolay kolay değiştirmezmiş. Bizim memlekette millet, eskiden öyle ufak tefek şeyler için hemencecik bir ruh doktoruna falan gitmezdi. Niye? Çünkü adı deliye çıkardı da ondan. Bu yüzden doktorlar da şimdi millet çekinmesin, gelsin diye "Deli değil, ruh hastası" diye bir laf uydurmuşlar. Bir de bu psikiyatrların, psikologların muayenehaneleri öyle ramazanda pide kuyruğu gibi olmazmış. Çünkü hiç kimse onların bekleme odasında bir tanıdığıyla karşılaşmak istemezmiş. Doktorlar bunu iyi bildikleri için iki hastanın birbiriyle karşılaşmamasına özen gösterirlermiş. Bunun için iki randevu arasına mutlaka belli bir zaman koyar, böylece hastaların birbirleriyle karşılaşmalarını önlemiş olurlarmış. Aslına bakarsan psikologlar da doktor değilmiş zaten. Bunları nereden mi öğrendim? Tabii ki bizim lokalden. Arada bir bizim lokale uğrar, daireden arkadaşlarla, daha çok eskiden bizde çalışıp da sonradan başka yere tayini çıkmış ya da emekli olmuş dostlarla karşılaşır, hasret gideririm. İşte geçenlerde uğradığımda bizim lokalde de gündem aynı idi: Stres, bunalım, sıkıntılar...vs. Bu hayat pahalılığında ve geçim sıkıntısında herkes psikiyatrlık olur elbette. Evet o akşam bizim "Kalem Tahir" ince ince anlatıyordu. Biz yazı işlerinde çalışan Tahir'e kendi aramızda "Kalem Tahir" deriz. Onun hikayesi de şöyle; yıllar önce yaşlı başlı, görmüş geçirmiş bir emekli, bir işi için daireye geldiğinde, bizim Tahir'e "Evladım tahrirat kalemi sen misin?" diye sormuş. O gün, bugündür, bizim Tahir'in adı "Kalem Tahir" kaldı. Evet bizim Kalem bu işleri iyi bellemiş; psikiyatr demek ruh doktoru demek oluyormuş. Yani o reçete yazan delilere bakan… filan işte. Psikolog ise doktor filan değilmiş. O reçete yazmayı bilmezmiş. O başka bir şey oluyormuş. Ama şimdilerde rağbet ona imiş. Çünkü o deli doktoru sayılmadığı için millet ona daha rahat gidiyormuş. Yani bizim Kalem Tahir'in anlattığına göre bu iş böyleymiş. İşte o Canan'ın Suna'ya sözünü ettiği o Süreyya Bey de bunlardan biri imiş. Tahir onu anlata anlata bitiremedi. Her derde deva bir doktor, yani doktor olmayan doktormuş. Hatta lokalde bulunan başka biri de "Haa… Süreyya Bey mi... Onun gibisi yoktur" diye lafa karıştı. Sonra da Süreyya Bey'in, yakın çevresindeki kaç kişiyi nasıl iyileştirdiğini ballandıra ballandıra anlattı. Allah'a şükür benim bugüne kadar hiç öyle psikologa, ruh doktoruna filan ihtiyacım olmadı. Kendi halimizde yuvarlanıp gidiyoruz işte. Zengin değilim ama hamdolsun çok da fakir sayılmam. Babadan kalma başımızı sokacak bir evimiz var. Ata yadigarı zeytinlik maddi olarak yaşamımıza bir katkıda bulunmuyor ama hiç değilse bize yetecek kadar zeytinyağımız geliyor. Tek maaşla geçinmek kolay değil biliyorum, fakat biz de öyle çok kalabalık bir aile değiliz. Fazla paraya ihtiyacımız olmaz. Handan'la baldıza anasından miras kalan, Ankara'daki evin kirası da iyi kötü geçimimize bir katkı sağlıyor. Sözün kısası öyle bunalıma girecek bir para sorunumuz yok sayılır. Ülserle, hemoroidi saymazsak ciddi bir sağlık


sorunum da yok. Şükürler olsun huzurlu bir aileyiz. Allah ağzımızın tadını bozmasın. Yani ben psikolog ihtiyacı olan biri filan değilim. Ama bu Süreyya Bey'i öyle bir methettiler ki, vallahi ben bile merak ettim. Ama yine de bizim Ercan olmasa bu Süreyya Bey'e gideceğim hiç yoktu. Ercan çocukluk arkadaşım. Çok şeker bir kızı vardır. Herhalde 13-14 yaşlarında filan olsa gerek. Pek de bir güzel kız. Ercan'ın hanım tarafı çerkezdir. Bunlar böyle hep güzel olurlar. İşte bu güzel kız kekeme idi. İnsan o kızla konuşurken içi bir kötü oluyordu. Çünkü o güzelim kız bir kelimeyi söyleyeceğim diye öyle bir gayret sarfederdi ki, onu seyrederken siz kötü olurdunuz. O söyleyemediği kelimeyi söyleyeceğim diye parçalanıp da boynunu glu glu diye bağıran hindiler gibi öne uzatırken, ben de sanki bir faydam olacakmış gibi başımı aşağı yukarı sallardım. Ama o tatlı kız yine de o kelimeyi bir türlü çıkartamazdı ve içime fenalıklar gelirdi. İşte bizim Ercan'ın bu kekeme kızının bizim bilmediğimiz bir illeti daha varmış. Nereden bilelim? Kız uyurken altına kaçırırmış. Ama öyle böyle kaçırmak değil? Anası her gün çarşaftan geçtim, yorgan döşeği bile yıkarmış. İşte bizim Ercan anlattı, o kızı bu Süreyya Bey'e götürmüşler. İki aya kalmamış gece işemeleri düzelmiş. Şimdi tedavinin altıncı ayında imişler. Ercan'ın anlattığına göre kızın kekemeliği de neredeyse tamamen düzelmiş. Vallahi ben kızı epeydir görmedim ama Ercan'a inanırım, o yalan söyleyecek bir adam değildir. Aslında Süreyya Bey ile ilgili başkalarından da çok hikaye dinlemiştim, o adeta bir mitoloji kahramanı idi. Fakat bizim Ercan'dan da bunları duyduktan sonra merakım iyice depreşti ve kendi kendime "Süreyya Bey'e gitmek farz oldu" dedim. Gitmesine gidecektim de, ona ne şikayetim var diyecektim? Neyse, onu da planladım iyi kötü. İşte geçim derdi, hayat pahalılığı, trafik terörü, hava kirliliği… Allah aşkına memlekette derdin kıtlığına kıran mı girdi? Biz de bir şeylerden yakınacağız elbette. Telefon açıp randevu aldım. Süreyya Bey'in bürosu üçüncü kattaydı. Asansörden indiğimde karşılaştığım kapı diğerlerinden farklıydı. Kapı maun kaplama ve hayli gösterişli idi. Kapının üzerinde oldukça kocaman bir taktak vardı. Bu geçmişin izlerini taşıyan, rengi yeşile çalmış, üzerinde bir mitolojik tanrı figürü bulunan bronz bir kapı tokmağı idi. Kapı insanda daha içeri girmeden tuhaf bir saygı duygusu oluşturuyordu. Daha sonra turistik eşyalar satan bir dükkanda bunların benzerlerini görünce, ilgilenip sordum. Bunların gerçekten zaman aşımı ile yeşile çalmadığını, böyle aslında yeni olup da eskitilmiş görünümlü metal eşyaların kullanılmasının bir moda olduğunu orada öğrendim. Süreyya Bey'in işte bu sözünü ettiğim kapısını gençten sarışın bir hanım açtı. Sekreteri olmalıydı. Şemsiyemi girişteki portmantoya astım. Salon oldukça geniş ve görkemli idi. Duvarlar şarap rengi boyalı idi. Bu şarap rengi duvarların tam ortasından 20 cm. kalınlığında bir şerit geçiyordu.


Bu şerit de öbürüyle uyumlu renklerle ve çiçek motifleriyle bezenmişti. Sekreterin buyur ettiği koltuğa çöktüm. Tam sağımda ilginç bir masa vardı. Aslında bu bir masa sayılmazdı. Besbelli ki içindeki hiçbir yerlerde görmediğim deniz ürünlerini sergilemek için özel yapılmıştı. Alt tarafı herhangi bir masa görünümünde olmasına karşı, üst taraf dört bir yandan ve üstten cam bir muhafaza şeklinde tasarlanmış, böylece içindekilerin her bir yandan görülebilmesi sağlanmıştı. Bazılarının deniz kenarında deniz kabukları toplamaya pek meraklı olduğunu bilirim. Ama bu Süreyya Bey'inkiler öyle deniz kenarında hemencecik bulunacak cinsten kabuklara hiç benzemiyorlardı. Kim bilir hangi uzak diyarların canlılarıydılar. Hele bir tanesi içi aynen sedef gibi beyaz ve parlak, dışı ise koyu mavi yeşil hareli idi. Bu geniş salonda İngiliz mobilyalar dikkatimi çekmişti. Yine İngiliz tarzı duvarın önündeki geniş kütüphanenin pencereye benzeyen küçük camlarından görünen ciltli kitaplar bu salona ayrı bir saygınlık kazandırıyordu. Tam karşımdaki sütunun üzerinde ultramodern bir tablo göze çarpıyordu. Bu tabloya uzun uzun bakmama rağmen pek bir anlam veremedim. Bir ara acaba ters mi asılmış diye aklımdan geçti. Olacak şey değil tabii. Ama ben yine de o tabloyu yukarıdan aşağıya değil de yatay bir dikdörtgen olarak canlandırmaya çalıştım. Bunu becerebilmek için de farkında olmadan başımı öyle bir sağ yanıma doğru eğmişim ki sekreter kız "Boynunuz mu ağrıyor efendim?" diye sormak zorunda kaldı. Ben de boş bulunup, şaşkınlıktan "Estağfurullah" diye cevap verdim. Her neyse. Ben daha bu geniş bekleme salonunun diğer ilginçliklerini keşfetmeye fırsat bulamadan sekreter hanım beni Süreyya Bey'in ofisine davet etti. Süreyya Bey beni ayakta karşıladı. Elimi sıktı. "Buyurun" diyerek karşısındaki koltuğu işaret etti. Zaten oturacak başka bir koltuk yoktu. Bu oda salonun aksine oldukça küçüktü. Karşıda Süreyya Bey'in masası, bir de duvara monte edilmiş kitaplık dışında gayet sade bir oda idi. Zaten bu küçük odaya başka bir şey sığdırmak da mümkün değildi. Koltuk aslında yumuşak ve rahat görünümlü idi. Ama yere oldukça yakındı. Oturunca insana klozette oturuyor hissi veriyordu. Oldukça dar olan koltuğun içine kollarımı da sığdırmak nerede ise imkansızdı. Allah'tan ki koltuğun kolçakları oldukça genişti. Bilmem Süreyya Bey bu odayı ve koltuğu bilerek mi böyle tasarlamıştı. Çünkü insan bu konumda kendini adeta karşısındakine yani Süreyya Bey'e teslim olmuş gibi hissediyordu. Süreyya Bey 45 yaşlarında saçları kısmen dökülmüş, şakaklarına kırlar düşmeye başlamış biri idi. Gözündeki yuvarlak, ince tel çerçeveli gözlükleri ona tam da "okumuş adam" havası kazandırıyordu. Spor giyimliydi. Şimdilerde moda olan gömleğin üstüne polo tarzı bol bir tişört giymiş, bu tişörtün eteklerini de alttaki bluejeanin üstüne salıvermişti. Alttaki kalın kauçuk tabanlı deve tüyü renkli ayakkabılar da bu kıyafeti tamamlıyordu. Önce ismimi, mesleğimi, yaşımı, medeni halimi ve adresimi sordu. Sormakla kalmadı, bunları sağ tarafındaki bilgisayara


kaydetti. Bilgisayarın ekranı bu oturduğum yerden görünmüyordu. Sonra bana dönerek oldukça nazik bir tonla "Buyurun efendim, sizi dinliyorum" dedi. Ben de dersini çalışmış çocukların rahatlığıyla, yaptığım hazırlık üzerine anlatmaya başladım. İşte çalışma şartlarının zorluğu, yaşam şartlarının ağırlaşması, günlük yaşamın gerilimleri, sıkıntılar... filan. Süreyya Bey sözümü hiç kesmeden dinledi. Sonra soluklandığım bir anda aniden: "Siz çok disiplini bir insansınız Hicabi Bey" dedi ve ilave etti: - Siz belli kuralları olan, inandığı prensiplerinden taviz vermek istemeyen çok disiplinli bir insansınız. Ne var ki sizin yıllardır titizlikle koruduğunuz bu prensipleriniz, bazen zamanın değişen değer ölçüleriyle çatışıyor. Bu çatışma da doğal olarak sizin ruhsal yaşamınızı olumsuz olarak etkiliyor. Niye yalan söyleyeyim gerçekten çok titiz ve düzenliyimdir. Mesela dairedeki masamın üstü Türkiye haritası gibidir. Her şey hep yerli yerinde. Ortada üzerine hep ellerimi koyduğum sümenim, sağda üzerine notlar düştüğüm masa takvimi, solda önde kalemlerimin bulunduğu kalın porselenden yapılmış bardak, hemen yanında küçük pusulaların bulunduğu kutu, onun arkasında da bir arkadaşımın müdür muavinliğine terfi ettiğimde hediye ettiği fiberglastan yapılmış isimlik: Üstte "Müdür Muavini" altta da "Hicabi Türkoğlu" ibaresi kazılı. Sol üst çekmecede daima zımba, ıstampa, mühürler, tel zımba, ataş kutusu hep aynı yerdedir. Sağ üst çekmecede ise telefon defterim, emme hapım, iki not defteri. Dediğim gibi masamın üzerindekiler hep aynı yerdedir. Çaycı Zübeyde Hanım bazen çay getirdiğinde çay bardağına yer açmak için bunları oynattığında bile sinir olur, hemen onları eski yerlerine koyar, çay tabağına uygun başka boş bir yer ararım. Yani sözüm o ki bu disiplin lafı tam da bana uydu. Mesela bozuk paralar daima pantolonumun sağ cebinde, küçük banknotlar ise sol cebimde bulunur. Büyük banknotlar ise daima ceketimin sol iç cebinde bulunur, tabii henüz ayın sonu yaklaşmamışsa. Bir de onlar mutlaka büyükten küçüğe sıralıdırlar. Paraların üzerilerindeki Atatürk figürleri daima aynı tarafa bakar. Hani pazar yerinde sebze alırken, satıcılar para üstünü uzatırken, paraları, kullanılmış bir kağıt mendili çöpe atar gibi dürüp büküp de uzatırlar ya, işte ben hep iki elim kanda olsa cebime yerleştirmeden o paraları bir bir sıraya koyarım. Bir dolmuşa bindiğinizi düşünün arkayı da üçlemişsiniz ve şoför para topluyor. Soluk almanın bile zor olduğu o ortamda hangi cebinizde kaç para olduğunu şıp diye bileceksiniz. Bir de dolmuş parasını yüzlük banknotların arasından çıkartmak bana çok görgüsüzlük gibi geliyor. Bunun tehlikeli olması da işin cabası tabii. Yanınızda oturanın hırlı mı, hırsız mı olduğunu nereden bileceksiniz. Her neyse. Sözün kısası bu disiplin lafı tam bana göre. Burada size övünmek gibi olmasın diye, sırf bu titizliğimden dolayı, amirlerimden aldığım üç takdirnameden söz etmedim bile.


Süreyya Bey bana fırsat vermeden devam etti: - Efendim giyim tarzınızdaki titizlik, saç ve bıyık modeliniz karakteriniz ve prensip sahibi bir insan olduğunuz hakkında önemli ip uçları veriyor. Süreyya Beyin masası iki metal ayağa monte edilmiş, yarım aya benzer kalın bir camdan ibaretti. Koltuğu ise tekerlekler üzerinde hareket edebilen ve ekseni üzerinde sağa sola dönebilen bir koltuktu. Artık o koltuk mu Süreyya Bey'in hareketlerine uymak için onunla birlikte sağa sola hareket ediyor, yoksa Süreyya Bey karşısındakine verdiği mesajları güçlendirmek için mi bilhassa bu koltuğu ileri geri hareket ettiriyordu pek anlayamadım. Ama onun bu oturduğu koltuktaki hareketliliğine karşı ben, ben oturduğum yerde kıpırdamakta bile zorlanıyordum. Salondaki o ferah ve özgür hava burada kaybolmuştu ve sanki burada insan kendini tamamen Süreyya Bey'in iradesine terk ediyordu. Ama Süreyya Bey'in söyledikleri de Allah için gerçeğe uyuyordu. Fakat ben yine de bu son cümlenin esrarını pek çözemedim. Giyim tarzım da çok sıradandır. Oldu olacak iki takım elbisem var. Bir tanesi her gün daireye giderken giydiğim, diğeri üç yıl önce satın aldığım ve daha özel günlere ayırdığım bu yelekli takım. İçindeki de kaç senelik lacivert kravat. Benim tarzım işte bu! Bıyıklarım da sıradan, kırlaşmış bir sünneti seniye. Saçlara gelince. İşte orada biraz durmak lazım. Efendim malum insan bir yaşa gelince saçlar dökülmeye başlıyor. Bizim tepe de iyiden iyiye açıldı haliyle. Ben de bunun üzerine o kelliği kapatmak üzere sol taraftakileri biraz uzun tutup sağ tarafa doğru tararım hep. Bayağı da işe yarar. Yani o kel kısım bir hayli saklanmış olur. Buraya kadar tamam da ne zaman küçük bir esinti olsa, işte o soldan sağa taranan uzun saçlar görev yerini terk ederler. Ben de evden çıkmadan saçlarımın o kısmına uçuşmasınlar diye biraz briyantin sürdükten sonra tararım. Bu yüzden ne yapsam tarağın diş izleri de tel tel fark edilir haliyle. Süreyya Bey devam etti: - Sizin gibi duyarlı ve disiplinli kişilerde sıklıkla nörovejetatif distoniler, psikosomatik rahatsızlıklar hiç de sürpriz değil bizler için. Mesela uykusuzluk, baş ağrısı, ülser… en sık karşılaştıklarımız. O ilk söylediklerini pek anlamadım. Ama ülser deyince işler değişti. O illetten neler çektiğimi bir ben bilirim, bir de yüce Rabbim. Askerden gelince etrafın da teşvikiyle "Alamanya sevdası"na kapılmıştım. O zamanların modası oydu. Herkes Almanya'ya gidiyor ilk sene bir transistörlü radyo ve elden düşme bir araba ile dönüp etrafa caka satıyordu. Biz de heveslendik ve gittik. Gittik de gitmesine, "Alaman'ın gurbeti"ne bir türlü alışamadım. Dili başka, dini başka, huyu başka. Hiç unutmam ilk dört ayda tam dokuz kilo vermişim. İşte bu ülser illetini orada, Almanya'da kaptım. Bizim Almanya macerası çok uzun sürmedi. Vatan hasreti, aile hasreti derken gurbetin kahrına dayanamadım. "Guten Abend"la "Guten Nacht"ın


farkını bile öğrenemeden geri döndüm. Bu sefer de işsizlik belası başımızda. İşte burada altı ay işsiz kalınca bizim ülser daha fazla dayanamadı ve midem delindi. Beni devlet hastanesine güç yetiştirdiler de, ameliyatla zor kurtuldum. Ama hala da yatak odasında başucumdaki komodinin çekmecesinde, dairedeki masamda ve hanımın çantasında birkaç emme hapı hep hazır bulunur. Hani bıyığıma, saçıma bakıp da midemin röntgenini çeker gibi ülserimi anladı ya, vallahi bu Süreyya Bey dedikleri kadar varmış yani. Ne kadar olsa okumuş adam. Süreyya Bey kendinden emin olarak söze başladı: - Yine eşinizle olan olası frotmanlar… Sözünü kestim: - Frotman? - Yani sürtüşmelerin kaçınılmazdır.

de

psikodinamizminizdeki

destrüktif

etkileri

Lafın sonunu yine anlamamıştım. Ama bu sefer sormaya cesaret edemedim. Ama mutlaka doğru söylüyordur diye düşündüm. Sürtüşmeye gelince, saklayacak değilim. Her evde olduğu kadar bizim evde de ufak tefek sürtüşmeler hiç eksik olmaz. Bizim Handan sağ olsun bana göre pek bir şen şakrak, hayat doludur. Bu yüzden birçok zevkimiz birbirini tutmaz. Mesela ben akşam eve gidince şöyle pijamalarımı giyip, televizyonun karşısına kurulmak isterim. Bir de kestane kebap oldu mu değmeyin keyfime. Handan ise her akşam ya birilerine gidelim ister ya da birilerini bize çağırır. Hafta sonu olunca ben evimde huzurla oturup bir şeyler okumak isterim, o ise beni kırlara çıkmaya hatta dağ bayır gezmeye çağırır. Bir defasında sinemaya gitmeye karar verdik. Onda bile uzlaşamadık. Hani şimdi bu büyük alışveriş merkezlerinde cep sineması dedikleri küçük sinemalar oluyor ya işte onlara gitmeye karar verdik. Gitmesine gittik de işte bu Süreyya Bey'in söylediği sürtüşme orada da peşimizi bırakmadı. Handan tutturdu bir macera filmine gidelim diye, benim aklım öbür tarihi filmde. Neredeyse sinemaya girmeden dönecektik. Sonunda çareyi ayrı filmlere gitmekte bulmuştuk. Yani bu sürtüşme lafına hiçbir itirazım olamazdı. Sonra Süreyya Bey devam etti: - Sizin yapınızdaki insanlar yaşamı paylaştıkları, çevrelerindeki bireylerin özel hayatlarındaki dalgalanmalardan da çok etkilenirler. Bu durumda onların ruhsal yapıları da haliyle az ya da çok yara alır. Bu adam sanki içimi okuyor. Pes vallahi. Aynen doğru. Hadi saçıma, bıyığıma baktı da ülserimi anladı diyelim. Nereden çıkarttıysa bizim hanımla olan sürtüşmeleri de bildi. Tamamen doğru. "Yakınlarınızın özel yaşamı" derken basbayağı bizim hınzır kızdan söz ediyordu işte. Acaba


bunu nasıl anlayıverdi hemencecik? Ama söylediği gerçekten de pek doğru. Şimdi bu bizim haşarı kız önce Hakan'la nişanlanmıştı. Önceleri her şey pek bir yolunda gidiyordu. Hakan'ı severim, mülayim bir delikanlıdır. Ailesini de uzaktan tanırım. Bizim gibi orta halli, kendi halinde insanlar. Bizim kız durup dururken nişan yüzüğünü fırlatıp atmaz mı? Belki bir sebebi vardır ama biz hala bilmiyoruz. Şimdiki gençlere hiçbir şey soruluyor mu? Derken bizim kız Cengiz'le nişanlandı. Hakan da askere gitti. Meğer işin içinde iş varmış. Biz de sonradan öğrendik. Bu Cengiz var ya işte o Hakan'ın mahalle arkadaşıymış. İlkokulu da birlikte okumuşlar ve birbirleriyle hiç geçinemezlermiş. İlkokuldan sonra ayrı okullara gitmişler. Bu sefer de kavga futbol maçlarında devam etmiş. İkisi de okul takımında oynadığı için bunlar karşı karşıya geldikleri her maçta ya birbirlerini sakatlarlar ya da hakem sakatlanmalarına fırsat vermeden, çıkarıp bunlara kırmızı kartını gösterirmiş. Tabii bütün bunları biz o zamanlar hiç bilmiyorduk. Ama Halime bütün bunları biliyormuş. Bir de adını Halime koymuştuk. Hem anamın adı, hem de halim selim bir kız olsun diye. Ama nerede o günler? Ne diyorduk. İşte Halime bu rekabeti bildiği için, meğer Cengiz'i kıskandırıp, çıldırtmak için onun bu amansız rakibi ile nişanlanmış o zaman. Bu nişan da çok uzun sürmedi tabii. Neyse ki bir süre sonra Hakan askerden döndü ve bizimkiler tekrar nişanlandılar. Dört ay geçti şimdilik bir terslik yok gibi ama daha sonra ne olacağı hiç belli olmaz. Ben yine de dilimi ısırayım. Süreyya Bey'in "Yakınlarınızın özel yaşamlarındaki dalgalanmalar" dediği işte bu! Tamam da, hangi babanın yüreği böyle dalgalanmalardan etkilenmez Allah aşkına? Her neyse. Biz orada bu minval üzere Süreyya Bey'le bir epey söyleştik. Hanım, kız, iş yerindeki sıkıntılar...vs. Bayağı rahatlamıştım. Demek ki anlattıkları kadar varmış diye düşündüm. Arada bir böyle psikologa gitmek insanları bayağı bir gevşetiyormuş. Vedalaşıp Süreyya Bey'den ayrıldım. Yolda yürürken bütün konuşmalar tekrar beynimde canlandı. Süreyya Bey'den eni konu etkilenmiştim. Rahatlamasına da rahatlamıştım. Ama kafam hala bir yerlerde takılı kalmıştı. Bu adam bıyığıma bakıp ülserimi, hanımla olan sürtüşmelerimizi bilmişti. Sanki ailenin bir ferdiydi. Hele hele kızımın yediği herzeleri nasıl bilebilirdi? Allah Allah. Otobüs durağına yöneldim. Otobüsle bizim evin arası trafik yoğun değilse 20 dakika tutar. Çok beklemeden otobüs de geldi. Otobüste bir yerlere tutunmaya çalıştım. Malum eskiden otobüslerde büyüklere yer vermek gibi adetler vardı. Şimdi nerede o günler. Onlardan yer vermesini kimse beklemiyor da, beni en illet edeni bacak kadar çocukların oturdukları yerden insanın gözünün içine içine bakmaları. Yani artık ayaktaki büyüklerle göz göze gelmemek için ya elindeki cep telefonu ile oyalananları ya da pencereden anlamsız bir şekilde devamlı dışarıları


seyredenleri artık "Pek bir saygılı çocuk" diye görmeye başladık. Yazık. "Hey Allah'ım ne günlere kaldık" diye içimden geçirirken "Oğlum Hicabi! Sanki senin kızın olsa senin yaşında birine yerini verir miydi?" diye sordum kendi kendime. Şansım varmış o sırada bir çocuklu hanım yerinden kalktı da yerini hemen ben kaptım. Evet bizim Halime'yi düşünürken aklım tekrar Süreyya Bey'e takıldı. Bu adam her bir şeyleri biliyor. "Bu psikolog değil, ermiş olmalı" diye geçirdim. O ara bizim durağa gelmiştik. İndim. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Şemsiyemi arandım, yoktu. Hatırladım. Süreyya Bey'in portmantosunda asılı kalmıştı. Neyse ki eve hayli yaklaşmıştım. Ertesi günü bir ara uğrar, alırım diye düşündüm. O akşam evde bizimkilere hiç bu Süreyya Bey'den söz etmedim. Belki ederdim de fırsat olmadı. Çünkü bizim bacanaklar telefon etmişler, akşama bir çayımızı içmeye geleceklerini söylemişler. Yemek, misafir falan derken, Süreyya Bey'e sıra gelmedi. Ertesi gün hava bulutlu idi. Yağmura yakalanmamak için öğle paydosunda Süreyya Bey'e uğramaya karar verdim. Onun bürosu bizim daireye çok uzak sayılmaz, yürüyerek 10 dakika filan. Her neyse ben öğle paydosunda Süreyya Bey'in kapısındaydım. O yeşile çalan bronz tokmağı tıklattım. Kapıyı yine dünkü sarışın kız açtı ve "Buyurun efendim" dedi. Ben de "Şemsiyem" demeye niyetlenmiştim ki… "Şem.." ağzımda kaldı. Çünkü kızın sol omzunun üstünden bizim hanımla göz göze gelmez miyim? O da boş bulunup "Aaa...Sen..." gibi bir şeyler geveledi. Bir an ne yapacağımı şaşırdım. Ama çabuk toparlandım. Şemsiyemi aldım ve çıktım. Handan'ı da Süreyya Bey'i ile baş başa bıraktım. Kendimi sokakta buldum. Şaşkınlıkla kızgınlık karışımı duygular yerlerini, bu ermiş psikologun kerametini çözmenin keyfine bıraktı. Bir daha da psikologa gitmedim.

Ümit Evran

Patlamış Mısırlar Sevdiğin cümleler dökülüyor içime. Hani oturmuştuk denizin kıyısında ama ruhumun ve ruhunun tam ortasında. Aklımız nasıl da dökülmüştü, kumlar gibi ufacık kalmıştık. Tüm evrenin ışığı içimize akmıştı... Hep bunu düşündüm. Fenerleri düşündüm sonra. O güzel


fenerleri. Tek tek yakmıştık. Sanırım hiç yaşlanmayacağım. Bir keresinde 'yaşlanıp eskimekten korkuyorum' demiştim sana, hatırladın mı? Artık yavaş yavaş yok oluyor bu düşünce içimde. Çürüyen bir karahindiba gibi değil, ellerini birbirine sürttüğünde başkalaşan soğuk gibi... Belki bir gün hiç ummadığım bir anda yaşlanabilirim. Bilemiyorum. Ama henüz değil. En azından bu yüz yılda değil. O kadar kolaymış ki bunu başarabilmek. Erişebilmek kılıksız bir sonsuzluğa... Ve ben bunu her gün yapmışım seninle. Her an. Korkmadan. Utanmadan. Mağaralı adamların taştan fikirlerine aldırmadan. Ayağımıza takılanlara selam vererek yapmışım. Ekmek gibi. Su gibi. İçinden doğduğum başaklar gibi... Boşluğun bir hiçlik olmadığını kabul ettiğim gün anlamışım neden uzayda yer çekimi olmadığını. Anlamışım başlamanın bitmek değil de akıl ve hayal barındırmayan bir mevzu olduğunu, hem de tüm ihmalsizliklere rağmen... Ama artık nerede buluşursak buluşalım sen yoksun. Özellikle de rüyalarda. Çünkü zaman artık ağda kıvamında, damağımı yalıyor her seferinde. Hayır, üzülme sakın. Bir olumsuzluk değildir söylediklerim. Hatırlasana, biz patlamış mısırı severdik onlarsa anlattığımız hikayeleri. Hatırladın mı o adamı? Hastaymış. Yazıktı evet. Çünkü insan hep koşulludur ölüme. Ölüp yitmeye. "Gülmekten öldüm" derler bilirsin. Ne kötü! En ufacık mutluluğa acı sokmaya çalışanlar... Keşke sadece fotosentez yapıp ekosisteme dahil olsalar! Biz de o ekosistemlerde sabahlara kadar mısır patlatsak. Okyanuslara taşıp Everest'in tepesine otursak. Hem yeryüzünden yükseklere doğru çıkıldıkça ağırlık azalır. Everest tam 8848 metre. Ne güzel! Çünkü ağırlık azalırsa küflü düşünceler de azalır. Sancılar hafifler. Kaygılar bulanıklaşır. Bak keşişlere... Biz de o yükseklikte buluşurduk yeniden. Eski ve yeni olarak, yeniden. Herkesten ve her şeyden uzakta yeniden dökülürdün içime. İşte tam o anda keşfederdim kayıp kıtamı. Varabileceğim son noktaya varıp bir nokta olurdum o tepelerde... İnsanların kafalarını kurcalamazdım artık. Önce benden sonra da senden başlardık çözülmeye. Bilirsin, birisi her zaman bir 'tık' daha fazladır çünkü. Çıkacağımız yolculukta belki diğer tüm yolcuları, kokuları ve ışığı keşfederdik. Hiçbir şey bırakmadan geçip gidebilir miydik? Ne fark eder ki? Eksildikçe çoğalırdık. Çünkü kendimizi kendi içimizden izlemeye mahkum değildik... Ne güzeldi. Ve hala ne güzel! Biz kelimelerle düşünce sayardık, bozuk plaktaki şarkılar ile. Çok fazla düşünce birikti... Saymayı hatırlıyor musun hala?

Gizem Ünsel


Anımsıyorum Anımsıyorum çocukluğumu. Yaşadığım sokaklardan adım adım geçerken, mazilerle sevinçlerimi, gözyaşlarımı, köşe başlarında kurduğum hayallerimi... Anımsıyorum öyle kederli, öyle mahzun. Ve bir tebessüm bırakıyorum. Ötede görünen çocukluk evimizin penceresinde görüyorum kendimi. En çok anımsadığım bayram sevinçlerimi yaşıyorum bu görsellik ile. Ve mazideyim yine... Saçlarım savruk üzerimde rengarenk ama kirlenmiş bir elbise. Şarkılar söylüyorum, ağaçlardan meyveler koparıp, taşlarla oynuyorum. Kimi zaman sokak ortasında eteklerimi savura savura dans ediyorum. Kimi zaman köşedeki duvarların arkasında ebelerden saklanıyorum. Daldan dala atlıyorum, dizlerim yaralı. Şimdi ise düz yoldayım, yüreğim yaralı. İnsanları aldırış etmeden gülümsüyorum hayata, öyle masum dostlarımla. Tek korkum annemin oyundan çekip alması beni. Eve çağırıp o büyüyü bozması. Adım adım uzaklaşıyorum sokağımdan tıpkı yılların çocukluğumdan kovalarcasına kaçtığı gibi. Sessiz sessiz başım yerde. İnce bir tebessüm ve içten bir sızı ile... Anımsıyorum.

Burcu Örlü

Ben Siyahım Yarama tuz, denizin tuzunu basardım Göğün mavisine de boyanırdım Ben siyahım Yasım bitene kadar Gözyaşlarım kalbimde tutmuş Güneşten kaçarım, Eriyip gitmeyim diye Kuytu köşelere sakladım.


Ben kışım bu zamanlarda Bahar gelirse söyleyin Daha var kavuşmamıza...

Sena Sabcıoğlu

Stratonikeia Eylül 2013 Bugün Hekate'nin yurdunu ziyaret edeceğiz. Ama önce Stratonikeia'ya uğrayacak ve oradan Ana Tanrıça'yı görmek için Lagina'ya geçeceğiz. Stratonikeia'yı dört kez ziyaret ettim; ama her seferinde yine heyecanlanıyorum. Stratonikea, Muğla'nın Yatağan ilçesinin 6-7 km. batısında, Yatağan-Milas karayolu çıkışında bir km mesafede yer alan Eskihisar Köyü ile iç içe antik bir kent. Hem yamaçlara hem düz alana kurulmuş. Bugün antik kente gittiğinizde içinde hâlâ dört ailenin yaşadığını göreceksiniz. Antik kente adım attığınızda surlarla karşılaşıyorsunuz. Büyük bir nüfusu barındıran kentin büyüklüğünü bu surlardan anlamak mümkün. Biraz daha ilerleyince üç farklı dönemin binasıyla karşılaşıyorsunuz: Elli yıllık bir ev, Selçuk Hamamı ve Şaban Ağa Cami. Şaban Ağa Cami 1875 yılında yeniden inşa edilmiş. Ondan öncekinin adı ise Sulu Cami. Sulak bir yer olan Stratonikeia bugün kuraklığı yaşamakta. Ancak yine de Arkeolog Ramazan Bey'in dediği gibi caminin altında hâlâ su varmış. (Evliya Çelebi bu camiden Tabakhâne Cami olarak bahsediyor.) Osmanlı mimari özellikleri taşıyan caminin restore çalışmaları sürüyor. Selçuk Hamamı'nın duvarları var sadece. Moloz taş ve tuğlalarla yapılmış. Tonozlu geçiş bölümü hariç diğer yerlerin üst örtüsü yok. Uzmanlar Türk üçgenini dikkate alarak 14. yy ortalarından 15. yy ortalarına kadar olan zaman dilimini işaret ediyor. Caminin önünden geçip köy meydanına geliyoruz. Osmanlıda kültür ve eğitim yeri olan kahvehanelerin sayısı on bir. İkisi restore edilmiş. İşte bunlardan biri karşımızda. Köy odası ise Yatağan Belediye'si tarafından restore edilmiş. Aynı zamanda bir aşk kenti olan Stratonikeia'nın içinde geziye çıkmadan önce onun kuruluş öyküsünü aktarmak istiyorum.


Stratonikea bir aşk kentidir, dedik. Bir aşk için kurulmuş ya da yeniden âbâd edilmiş diyelim. Öyküsü çok etkileyici: M.Ö 3. yüzyılda Suriye Kral'ı I. Selevkos güzeller güzeli Stratonike ile evlenir. Bu evlilik sonrası çok sevdiği oğlu Antiokhos hastalanıp yatağa düşer. Hekimler getirir biricik oğlu iyileşsin diye. Sonra gerçek ortaya çıkar. Antiokhos üvey annesine aşık olmuş, çaresiz aşkı onu yatağa düşürmüştür. Hekimler çare bulamayınca Mısırlı Herastrotos çağrılır. O da çare bulamamanın telaşı içinde iken gencin odasına Stratonike girer. Hasta genç, üvey annesi içeri girince heyecanlanır, yüzü kızarır. Hekim hemen anlar ve genci konuşturur. Bunu Kral'a nasıl söyleyeceğini bilemez. Ama gerçek budur. Her şeyi göze alıp Kral'a iletir durumu. Oğlu her şeyden üstün olmalı ki Kral, biricik oğlunun üvey annesi ile evlenmesine izin verir. Antiokhos da eski üvey annesi yeni eşi için bir kent kurar. Kurar demek yanlış, yeniden baştan başa imar eder bu kenti ve sevdiceğinin adını verir. Bu kent öylesine göz kamaştırıcı hale gelmiştir ki Strabon bile burayı anlatmadan geçemez. Yapılan kazılarda ızgara sistemiyle yapıldığı ortaya çıkan kentin adının Hititler Dönemi'nde Atriya, Klasik Dönem'de Khrysaoris ve Idrias olarak kayda geçmiş. M.Ö 281 yılından sonra Antiokhos tarafından, önce üvey annesi ve sonra eşi olan Stratonike adına bu kentin adı değiştirilmiş. Antik şehirde M.Ö. 4. yüzyılda Hekatomnidler Dönemi'nde yoğun bir imar faaliyetinin olduğu anlaşılmakta. Şehrin bu iyi durumu Helenistik Dönem'e kadar devam etmiş. Büyük İskender'in ölümünden sonra yöre halkı Stratonikeia'nın olduğu yerdeki kutsal bir alanda bir araya gelmişler ve kendi aralarında bir birlik kurmuşlar. Khrysaonis Birliği olarak bilinen


bu birlik hakkında detaylı bir bilgiye henüz ulaşılamamış. Şehir, Roma Döneminde yapılan inşasında Roma İmparatorlarından maddi destek almış. Aynı zamanda Stratonikeia, adına çok sayıda festival düzenlenen Lagina Hekate Kutsal alanının bağlı olduğu siyasi bir merkez olmuş. Antik dönem yapılarında; arkaik, klasik, Helenistik, Roma ve Bizans döneminin izleri var. Bu nedenle arkeologlar çok hassas bu konuda. Yeni bir bölüm ortaya çıkarırsanız ve bu çıkardıklarınız iç içe olursa hangisini tercih edersiniz diye sorduğumda hiç tereddüt etmeden: Hiç birinden vazgeçmeyiz, cevabını verdiler. Antik döneme ait bilinen yapılar şunlar: Surlar, anıtsal çeşme, şehir kapısı, gymnasion, bouleuterion, hamam, latrina, tiyatro, tapınak ve su yapısı. Beylikler dönemine ait olanlar ise; hamam, evler, sokak dokusu, dükkanlar ve boya atölyesi bulunuyor. (Boya atölyesini görmenizi öneririm. Çocukluğumda kök boyayla yaptığımız boyama işlemleri geldi aklıma orayı gezerken. Annem kazanlarda boya işlemini yapardı. Burada toprak testileri ve geniş kapları göreceksiniz.) Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinden izler bulduğunuzda çok yadırgamayacak, kendinize çok yakın hissedeceksiniz; çünkü hâlâ günümüzde bizde onların izleri duruyor. Cumhuriyet'in ilk yıllarına ait binaları gözlerken aklım da ruhum da çocukluğumdaki köy evlerine gitti. Yeniden çocukluğumu yaşar gibi oldum. Tamamen mermerden yapılmış, 150-200 bin insanın yaşadığı büyük bir tiyatrosu olan muhteşem bir antik kent. Bir aşk kenti ama aynı zamanda gladyatörlerin yetiştiği bir yer. Burada bir gladyatör okulunun olduğu ispatlanmış durumda. 7 gladyatörün mezar steli bulunmuş. Müzede gladyatör stellerinin sergilendiği salonun duvarlarında, o dönemin savaşlarını gösteren fotoğraflar yer alıyor. 7 gladyatör stelinden 6'sının hangi savaşçılara ait olduğu bile belirlenmiş. Müzede, Roma Dönemi'nde ün yapmış Khrysos, Vitalius, Khrysopteros, Amarios, Eumolos, Droseros ve Akhilleus adlı savaşçıların mezar stellerinin sergilendiği öğrenildi. Kuzey şehir kapısı gezi yolunda ilerliyoruz. Büyük bir grubuz. 1912 yılına ait evlerin önünden geçip yine bu dönemde döşenmiş yolları kat ediyoruz. Batı girişinin güneyindeki yeni restore edilmiş bazilikaların yanından geçiyoruz. (Başyargıç Basile'in adaleti uyguladığı yapı. Basile; Basileos'tan gelirmiş ve "imparator" demekmiş.) Rehberimiz sürekli bilgi veriyor. Bazilikaların M.S 375 yılından önce yapıldığını düşünüyormuş uzmanlar. Çünkü bazilikalardaki güney birliği kararı M.S 375'te alınmış; ama buradaki bazilikalarda güney birliği kararlarına rastlanamamış. Gymnasion'a (Spor Okulu) geliyoruz. 1977 yılında ilk kazılar burada başlamış. Gymnasion çok büyük. (Anadolu'nun en büyük gymnasion'u olduğunu söyledi arkeolog arkadaş. Çok sonraları çocuklarımızı oraya götürdüğümüzde (hiç unutamam) çocuklarımızdan birine dönüp şu örneği verdi: "Sen büyü, arkeolog ol ve bundan daha büyük bir gymnasion bul; işte o zaman buraya en büyük ikinci gymnasion


diyeceğiz." dedi. Sanırım çocuğumuz o an arkeolog olmaya karar vermişti. Pek çok odası var, toplamda uzunluğu 267 m. olan gmynasion'un Epigrafik buluntulara göre M.Ö 2. yy'da yapılmış. Augustus döneminde de yeni düzenlemeler yapılmış ve elden geçirilmiş. Lagina'ya ulaştıran yoldayız. Lagina'ya ulaşan ve anahtar teslim törenlerinin yapıldığı, dokuz km'lik kutsal yola girilecek biraz sonra. Yolda ilerliyoruz, iki yanda anıtsal kemerli girişlerin altından geçiyor, kutsal yolun başlangıcında duruyoruz. Dor düzeninde yapılmış kapıya bakıyorum. Yarım yuvarlak havuzlu çeşme anıtında gezdiriyorum bakışlarımı. (Kapı; 42,5 m. genişliğinde; 14-20 m. yüksekliğinde imiş.) Erken Severuslar döneminde yapılmış. (M.S 139 depreminde yıkıldığı için.) Arkeolog arkadaş, biraz ileride bir mezar olduğunu ve mutlaka görmemiz gerektiğini söylüyor. Dramos tipi mezara yöneliyoruz. Üstü tümülüs gibi örtülmüş. Adı bilinmeyen bir krala ait olduğunu öğreniyoruz. Mezara kadar iniyor ve içinin fotoğraflarını çekiyorum. Yine anıtsal kapıdan geçiş yapıp bouleuteriona gideceğiz. Kutsal yola bakıyorum, hadım erkeklerle yapılan bakir kızların başı çektiği anahtar teslim törenlerini gözümde canlandırmaya çalışıyorum. Adımı seslendiğini duyuyor ve kendimi toplayıp gruba yetişiyorum. Yolda sütun başlıklarını inceliyor, akantus yapraklarını fotoğraflıyorum. Akantusu hemen her yerde görmek mümkün. Akantusun dikenlerinin insanları kötülüklerden koruyacağına inanmışlar. Latince bir sözcük olan akantus eski Yunanca'da "akanthtos" olarak kullanılmış. Ayı pençesi ya da kenger (Bazı uzmanların kengerin başka familyadan olduğunu ve bu akantusun ayı pençesinden başka bir şey olmadığını söylediklerini belirtmeden geçmeyelim) olarak bilinen bu bitkinin bir öyküsü var. Onulmaz bir hastalıktan ölen genç bir kızın mezarına dadısı onun sevdiği eşyaları bırakmış. Bir zaman sonra kızı ziyarete gittiğinde bu akuntus bitkisinin


mezarın her yerini kapladığını görmüş. Bitkinin genç kızı koruduğunu düşünmüş. Mimar Kallmakhos da bu bitkinin yapraklarını sütun başlıklarında kullanmış. Bouleuterion'da (meclis binası) ot temizliği yapılmış ve meclis binası gözler önüne çıkarılmış. Bouleuterion, yedi krepisten (platform) oluşan bir yapıya sahip. Arkeolojik buluntularla anlaşılan şu ki yapı geç Helenistik dönemden günümüze ulaşan bir özellik. Yarım daire biçimindeki bouleuterion'un basamakları ortaya çıkarılmış. Yapının kuzey duvarının iç cephesinde Grekçe, dış cephesinde ise latince (halkın okuyabilmesi için) yazılar var. Bu yazılara arkeolog Ramazan Bey dikkatimizi çekiyor. Ve anlatıyor: Cicero'nun öğrencisi Stratonikeialı Menippos'un yaptığı takvim ile ilgili. Bu takvimde on iki ay ve her kaç çektiği yazıyor. (Bu metnin baş harfleri bir araya getirildiğinde (akrostiş şiirde olduğu gibi); "Bu takvimi Stratonikeialı Menippos icat etti." cümlesi çıkıyormuş. Ayrıca iktisat bilgileri de varmış. Satılan mallar, fiyat bilgileri vb. Ramazan Bey süslemelerin M.S 1. yy başlarında yapıldığını belirtiyor. Kadınların giremediği bouleuteriona girmiş olmanın rahatlığı ve keyfiyle çocukları basamaklara oturtuyor ve meclis başkanı olarak da Hürrem arkadaşımızı seçiyoruz. O, bir konuşma yapıyor. Demokrasi anlayışlarını göstermek için de bir oylama yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Stratonikeia'nın o dönemde çok zengin olmayan Karya'dan ayrılmasını ve daha zengin İyonya'ya bağlanması konusunu, oylamaya sunuyorum. (Hayali bir şey tabii.) Oylamada Stratonikeia'nın İyonya'ya bağlanması kararı alınıyor. Karar alma mekanizmasında yer aldıkları için çocuklar çok mutlu oluyor. Antik kentin içinde ilerliyoruz. İki sütunlu bir yere geliyoruz. Burada bir tapınak olduğu tespit edilmiş. Kime ait olduğu bilinmediği için de "TAPINAK A" demişler. Tapınak A kapısının fotoğraflarını çekiyorum.


Güney caddeyi (bu caddede de çalışmalar yapılmış) geçtikten sonra tiyatroya geliyoruz. Arkeologlar, üst caveaya çıkan bu merdivenlerde çalışma yapıyormuş. Amaçları bu merdivenlerin kullanım nedenini ve biçimini ortaya çıkarmakmış. 30 derece eğimli tiyatro kuzeye bakıyor. Tiyatronun orkestrası at nalı şeklinde. Önde seçkinlerin oturduğu mermer arkalıklı yerin bir kısmı günümüze ulaşmış. Tiyatronun 15000 kişilik olduğu tahmin ediliyormuş. Tiyatronun en tepesinde bir yer dikkatimizi çekiyor. Arkeoloğa soruyorum. İmparator Augustus için yapılmış ve oradan izlermiş tiyatroyu. Ve kentte neler olup bitiyor merakını yine burada giderirmiş. Greko-Romen tipindeki tiyatro Helenistik döneme ait. Sahne tam ortaya çıkmış değil. Çalışmalar sürüyor tabii. Augustus döneminde Helen tipi sahne yıkılmış onun yerine yerine üç katlı scaenea frons yapılmış. Tiyatrodan çıktıktan sonar Ramazan Bey size bir yer daha göstermek istiyorum, diyor. O önde biz peşinde merak içinde onu takip ediyoruz. Umumi tuvaletlere (latrina) geldiğimizi onun anlatımlara başladığında anlıyoruz. M.S 2. yy'da bakımı yapılmış. Salgın hastalıkların çıkmaması için alttaki oluktan sürekli su akar, pislikleri temizlermiş. Önde bir ark daha görüyoruz. Oradan da temizlenmek için su akarmış. Sıra sıra tuvaletleri görünce (hepsi açık) şaşırdık. Meğer burada da sohbet eder, felsefe yaparlarmış. Ortada bir havuz ya da süslemeli bir alan olduğunu düşünüyor arkeoloğumuz. Sonra eliyle ilerideki Roma hamamını gösteriyor. Roma hamamı yıkılınca onu zengin biri restore ettirmiş. Ölünce de mezarı hemen önüne yapılmış. Lahit olduğu gibi duruyor. Boğa başlarının etrafını çepeçevre saran (Girland) çelenk bize tanıdık geldi. Evet, dedi uzmanımız. Bugün cenaze arabalarında kullanılan çelenkin aynısı. Pagan inançlarının binlerce yıl sonra bile yaşadığını görmek etkiledi doğrusu. Artık gitme zamanı. Lagina'ya yolculuk başlayacak. Yolda Ramazan Bey'in bizi bir kuyuya götürdüğünü anlatmayı unutmuşum. Merdivenlerle iniliyor. Çengellere kaplarını dolduran halk evlerine bu şekilde su taşırmış. Bu arada biraz da "devşirme mimari"den söz etmek istiyorum. Eski bir binanın malzemelerinin yeni bir binada kullanılmasına "devşirme mimari" deniyormuş. Bodrum Kalesi'nde Mausolos'un sarayından alınan malzemelerin, kale yapımında kullanıldığı gibi. Gymnasion'u düşünüyorum yine. Anadolu'nun en büyük gymnasion oluşunda yadırganacak bir şey yok. Gladyatörlerin yetiştiği bir yer ve ayrıca antik dönemde spor etkinlikleri çok önemli. Çünkü, erkeğin döl bırakacak uygun yaşa (29-30) gelmesi beklenirdi ve bu süre zarfında erkek bedensel olarak kendini geliştirirdi. (Sporun hem bedeni hem ruhu geliştirdiğine inanırlardı.) Antik Yunan'da kadının cinsel hayatı olması düşünülemezdi. O, sadece erkeğinin daha mutlu olması için elinden


geleni yapardı. Erkek egemen toplum olan Antik Yunan'dan başkası da beklenemezdi. Erkek de güçlü olabilmek için her şeyi (spor, savaş…) yapardı. Kadın da 16-20 yaş arası doğurmalıydı. (Tohumlar yeni iken…) Güney cadde yapan Yunan çıkarılmamış. Roma, Bizans

Bouleuterion'un 135 m. kuzeyinde. Orada yürürken spor erkeğini görür gibi oluyorsunuz. Caddenin tamamı ortaya Ama iyi temizlenmiş. Arkeolojik çalışmalar bu caddenin ve Osmanlı döneminde kullanıldığını gösteriyor.

Çalışmalar sırasında ele geçen tüm eserler tasnif, katalog ve fotoğraf aşamalarından geçip belgelendirilmiş. Stratonikeia mutlaka görülmesi gereken bir antik kent.

Şükran Engin Atmaca

Kaybolan Saat Babam rahmetli 1312 tevellütlüydü. Rüştiyede okumuş, Osmanlı kültürü ile büyümüş muhterem bir zattı. Birinci Dünya Savaşı esnasında, "Küçük Zabit" olarak askerliğini yaparken bir ayağını kaybetmişti. Bu yüzden daha sonraki yaşamını bir "Harp Malulü" olarak sürdürmek zorunda kalmıştı. Sol ayağını bileğinin biraz üstünden kaybetmişti. Bu yüzden yörede "Topal Cemal" adıyla tanınırdı. O zamanlar şimdiki gibi modern protezler olmadığından, günümüzdekilere göre çok ilkel sayılabilecek kaba bir protez taşırdı. Dizden hareketli olan bu protez, biri dize kadar olan, diğeri de dizden kalçaya kadar olan iki parçadan oluşurdu. Ağırlığı 10 kg'a yakın olan bu protez, 10 cm genişliğinde, önden arkaya bir atkı ile sol omuzuna asılıyordu. Babam her gün taşımak zorunda olduğu bu ağır donanıma ilaveten, ayrıca rahat yürüyebilmek için bir bastonun yardımına ihtiyaç duyardı. Özellikle basamaklı bir yere çıkmak babam için adeta ızdırap olurdu. Bu tarif ettiğim ilkel protez, babamın yürümesi ve hareket etmesi esnasında tabiatıyla bir takım sesler çıkartırdı. Doğup büyüdüğüm ve bütün geçmişlerimin, anamın, babamın, atalarımın gömülü olduğu Kırkağaç çok şirin bir Ege kasabasıdır. Ben memleketimi çok severim. İçimdeki Kırkağaç sevdası şüphesiz ben ölene kadar devam edecektir. Ne var ki bizim memleket çok tutucudur. Hele o yıllarda. Evet o yıllarda babam yaşında birinin, onların ölçülerine göre "beynamaz" olması alışılmış, kabul edilebilir bir şey değildi. Ne var ki Kırkağaç'ın


babamı anlaması mümkün değildi. Oysa ki rahmetli babam Kuranı Kerim'i tecvidle tilavet eden, tasavvufu bilen, İslam kültürüne, Arapça'ya, Farsça'ya hakim bir zattı. Ayrıca sülüs, kufi yazı... gibi tekniklerle hat yazabilen biri idi. "Beynamaz" olmasının, daha doğrusu beş vakit namaz kılmak için muntazaman camiye gitmeyişinin ona göre çok makul ve kabul edilebilir gerekçeleri vardı. Bir kere, hareket yeteneği çok sınırlı olduğu için cemaatin ahengini bozmaktan çekinirdi. Bu koskocaman protezle diz çökmesi mümkün olmadığı için o namazda kendine özgü bir şekilde otururdu. Oturduğunda protezli sol ayağını altına alabilme imkanı olmadığı için, ancak o sakat olan ayağını sola doğru ve belli bir açı ile açabilirdi. Bu nedenle namaza durulduğunda babamın sol tarafında bir kişilik yerin boş bırakılması gerekiyordu. Yoksa ne o namazını kılabilir ve ne de yanındaki namazda rahat hareket edebilirdi. Bu yüzden babam namaza gittiği nadir günlerde özellikle sol tarafta ve duvara en yakın yerde saf tutmaya özen gösterirdi yani sol tarafında kimse bulunmamasını tercih ederdi. Ama bu her zaman mümkün olmazdı. Ben bütün bunları iyi bildiğim için bayram namazlarında, cuma namazlarında hep babamın sol tarafında saf tutar ve ona hareket alanı bırakmak için arada biraz boşluk bırakırdım. Babamın bir diğer endişesi de o ilkel protezin çıkarttığı tuhaf seslerin cemaat tarafından bir başka şekilde yorumlanma olasılığı idi. Gerçekten de babam hareket ettikçe protezden çıkan sesler, sanki yellenme sesi gibiydi. Bütün buraya kadar anlattıklarım, rahmetli babamın niçin beş vakit camiye gitmediğini açıklamak içindi. Şimdi gelelim asıl hikayemize. Günlerden bir gün rahmetli babam, nadiren gittiği cuma namazlarından birinde yine imamın arkasında saf tutar. Namaz devam etmektedir. Bir defasında rükuya eğildiklerinde cebindeki saati, tutturulduğu yerden zinciriyle birlikte kurtulup, caminin ahşap zeminine "küt" diye bir ses çıkartarak düşer. Babam bunu fark eder etmesine de, namazı bozup, saati yeleğinin cebine yerleştirecek hali yoktur ebette. Öncelikle namazını tamamlar. Kalktığında ise saatin yerinde yerler esmektedir. Kırkağaç küçük yer. Herkes birbirini tanır. Zaten camide babamın önündeki arkasındaki saflarda namaza duranlar da belli. Ama babam saatin kayboluşunu görmezden gelmiş. O zamanlar kasabada tek bir saat tamircisi vardı. Karaosmanoğlu Camii'nin hemen duvarına bitişik, küçük bir kulübede mesleğini sürdüren bu orta yaşlı, kara sakallı zat, ilçede "Saatçi Hoca" diye tanınırdı. İşte babam bu Saatçi Hoca'ya gider ve olayı anlatır. Sonunda der ki: - Hoca efendi saatimin şimdiki sahibi olan bu din kardeşimi iyi tanırım, beş vakit namazında, çok muhterem bir kardeşimizdir. Ne var ki benim saat günde beş dakika ileri gider. Benim yüzümden bu Müslüman


kardeşimin namaz saatlerinin şaşmasını ve günaha girmesini istemiyorum. Ben masrafını üstleniyorum, ne olursun şu saati bir güzel tamir ediver.

Ümit Evran * Gerçek bir kara mizah olan bu öykü babamın yaşamından aktarılmıştır. Ruhu şad olsun.

Denizler Gezer mi? Bir kitapta okumuştum. Bir anne ve kız oturmuştu. Anne gazete okuyordu, kızı soruyordu anne bu kim. Ve kadın cevap veriyordu. - Deniz GEZMİŞ Çocuk alaycı bir gülümsemeyle anne denizler gezer mi? Diyordu. Anne ise hüzünlü bir vaziyette bu ülkede denizler gezmez, asılır diyordu. Ve bir şarkı çalıyordu kulaklarımda. Olur mu gülleri dalından kırmak diyordu ve bu ülkede düşünceler sağcı, solcu farketmeden asılıyordu. Güller dallarından koparılıyordu. Ve karanlık utanıyordu ve toprak utanıyordu. Şarkılar ve kitaplar... Düşünüyordum, hangi kanunda yazardı düşüncelerin zulme uğramasını. Bu muydu düzen, bu muydu sistem? Kitapta okumuştum yine. Ulucanlar cezaevi diyordu. Sağcı solcu, düşünen ne kadar dava adamları varsa sayıyordu bir bir isimlerini. Hepsi bu cezaevinde yatmıştı. Kimi tecritlerde, kimi coplar altında... Ve yiğide dar ağacı, namerde nar ağacı düşüyordu bu düzende... Ve sorgulayan her zaman suçluydu... Sessizlik arz ediliyordu. Susan arz ediliyordu. Konuşan cezalarla susturuluyordu. İşte düzen buydu. Biz gençlere ise devrimi kitaplarla düşüyordu. Devrimimiz eğitimdi. Adım adım ilerlemek, aydınlanmak ve aydınlatmaktı DEVRİM...

yaşamak

Burcu Örlü


İçimdeki Karanlık Orman İçimdeki karanlık ormanda Sis ve toz bulutları çökmüş Yürümeye çekinirim Sarmaşıklar gibi Dolanır ayaklarıma pişmanlıklarım Bataklık gibi içine çekmeye çalışır Ümitsizliklerim Düşlerimin ışığı sönmüş Feri gitmiş gözlerimin Uzaklardan sesler duyarım Çığlık atar birileri Ama benden başka duyan yok "Sağır mısınız"? diye soracak olsam Kızar hatta küserler bana Bu kadar kabus yeter diyorum Bir kibrit çakıp yaksam, Kurtulur muyum dertlerimden? Bugün yarın ölsem. Kaybolur giderler benimle zaten.

Sena Sabcıoğlu

Metamorfoz Ekim de yarılandı işte. Perdenin aralığından dışarıya baktı. Hava oldukça serindi, hayli karanlık görünüyordu. Yüzünü yıkadı, ne giyeceğini düşündü. İzmir'in ekimine de hiç güvenilmezdi. Sabah havaya bakar sıkı sıkı giyinirsin, öğleye varmaz, güneş açar, terlersin. Güneşe güvenir üstüne fazla bir şeyler almazsın, akşamüstü üşürsün. Mutfağa gittiğinde çayı demlenmiş, kahvaltısı hazırdı, fonda da bir Arabesk müzik. Karısına döndü: "Yahu sabah sabah bu acılı Adana'dan ne anlarsın? Güne başlarken insanın tüm yaşam sevincini alıp götürüyor." Selma tersledi: "Sana da hiç yaranılmıyor". Apartman kapısında, köpeği ile, sabah gezintisinden dönen, karşı komşusu Süheyla Hanım'la karşılaştı. Köpek yılıştı, başıyla paçalarına süründü, sonra elini yaladı. İğrendi. Süheyla hanım köpeği azarladı: "Rocky rahatsız etme amcayı!" "Şimdi de bu uyuzun amcası


olduk" diye geçirdi. Doğrusu bu köpekten hiç hoşlanmazdı ama komşuluk hatırına bir tepki göstermezdi, tamam da gecenin bir saatinde, sokak köpekleriyle düet yapması yok mu.. Metro durağı çok uzak sayılmazdı, yürüyerek 15 dakika kadar sürerdi. Ama önce caddenin karşı tarafına geçmesi gerekiyordu, yaya geçidine kadar yürüdü. Araçların hiçbiri ona yol vermedi. Tam geçecekti ki bir minibüs neredeyse çarpacaktı, arkasından küfrü bastı. "Bu yaya geçitlerini de niye yaparlar, hiç anlamam" diye söylendi. Hiç yapmasalar bari herkes başının çaresine bakar, böyle olunca ne oluyor? Şoförün biri yol veriyor, yolun ortasına kadar yürüyorsun, bu sefer karşı yönden gelen aracın altında kalmamak için türlü cambazlıklar yapmak zorunda kalıyorsun. Durak karşıdan görünmüştü. Sabah telaşıyla herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Sırt çantalı öğrenciler, tulumlu işçiler, kravatlı memurlar… her çeşit insan koşuşup duruyor, metroya yetişmeye çalışıyordu. Tabii seyyar satıcılar da metro girişine konuşlanmışlardı. 12 yaşlarında bir oğlan çocuğu "Simiiiit… Gevrekçiiii" diye bağırıyordu. Gözleri çapaklıydı, ihtimal yüzünü bile yıkamamıştı. İçinden "Bari bir eldiven kullansaydın be oğlum" diye geçirdi, sonra "Eldiven olsa ne olacak ki" dedi, kim bilir gelen geçenin çarpmasıyla o simitler kaç kez yerlere savrulmuştu. Peki ya her müşterinin satın almadan bütün simitleri tek tek mıncıklamasına ne demeli? İyi de o adamların tuvaletten çıkınca ellerini yıkadığını kim biliyor ki? İçini bir iğrenti kapladı. Bu 8.15 metrosunda oturacak yer bulmak adeta bir mucizedir, çünkü o durağa kadar bütün yerler çoktan kapışılmış olur. O gün de farklı bir durum yoktu. Bir öğrencinin sırt çantası yüzüne çarptı, neredeyse gözlüğü yere düşecekti, bir oğlan ayağına bastı, neyse olağan şeylerdi bunlar, alışkındı. Sonraki durakta iki tane çocuklu genç kadın bebek arabalarıyla metroya bindiler. Aralarındaki konuşmalardan çocukları önce yuvaya bırakıp, sonra işe gidecekleri anlaşılıyordu. Gençler yer vermeyi önerdiler, kadınlar istemedi, arabalarında uyuyan çocukların rahatını bozmak istemediler. Bir sonraki durakta birkaç kişi indi fakat o kadar çok binen oldu ki, artık nefes almak bile neredeyse imkansızdı. Orta yaşlı şişman kadının gözleri, yeni yetme bir oğlanın üzerindeydi ama oğlan bunun hiç farkında değildi, o adeta cep telefonuna kilitlenmişti. Derken çocuklardan biri ağlamaya başladı, annesi arabada pışpışlamaya çalıştı ama pek işe yaramadı, çocuk yaygarayı bastı. Kadın çocuğu arabasından kucağına aldı, şimdi de öbür çocuk cıyak cıyak. Kucaktaki çocuk iki yaşında var yoktu. Annesi yalancı memeyle oyalamaya çalışıyordu. Kendi yaşıtlarının çoğu çoktan baba olmuştu, hatta bazılarının ikinci çocuğu bile olmuştu. O da istemez miydi hiç baba olmayı? Ama kısmet tabii. Olmayınca olmuyor işte. Selma da tam üç kez tüp bebek denenmişti. Üçü de tutmamıştı. Bilen bilir, çok zorlu bir süreçtir. Çeşit


çeşit tahliller. Sonra bir dizi işlem ve umutla on gün sonra netleşecek sonucu beklemek… Ve hüsran... Üç kere hüsran, bu onların hikayesi. Her zaman böyle olmaz tabii ama onlarda böyle oldu. Selma'ya her ne kadar "Önemli olan bizim mutluluğumuz, yeter ki biz sağlıklı olalım" dese de bu lafların onu ne kadar teselli ettiğini bilmiyordu. Aslında hiç teselli etmediğini biliyordu da, Selma'nın üzülmemesi için pek bu konuya değinmemeye çalışıyordu. Şu sıralar dördüncü denemeyi yapıyorlardı, doktorun söylediğine göre bu son deneme olacakmış. Ne denir ki, kader. Bir sonraki durakta kadınlar indi. Yeni yolcular bindi. Bir yer boşaldı ama o oturmak istemedi, artık ineceği durağa yaklaşıyordu. İşyerine gelmişti. Asansörde muhasebe müdürüyle karşılaştı, soğuk bir tipti, sahte bir "Günaydın" dedi. Masasına geçti, Hanife Hanım çayını getirdi. "İyi güzel de bu kadının çayı hep soğuk olur, alt kattaki mutfaktan bana gelinceye kadar kaç kişiye daha uğruyor. Sanki hepsini birden dağıtmak şartmış gibi" diye söylendi. Sonra müdürü telefon etti, "Bari çayım bitseydi" diye dedi. Dünden kalan yarım işler varmış, öğleden sonra da önemli bir toplantı varmış. "Zaten bu şirketteki önemli olmayan bir toplantı görmedim ki" dedi. Öğleye doğru tamamladığı evraklarla müdür beyin odasına gitti. Bu adamın yüzü de hiç gülmez. Yüzünde yine o hiç değişmeyen ciddi ifade vardı. "Acaba onu hiç gülmediği için mi müdür yapmışlardı? Acaba ben de ileride müdür olursam böyle asık suratlı mı olacağım" diye düşündü, sonra da ilave etti: "Yok hiç sanmam". Zirai ilaçlar satan büyük bir şirkette çalışıyordu. "Bunlar hep böyledir, insanın ağzına tek bir zeytin tanesi koyarlar, poposunun altına da boş bir teneke. O tenekenin yağ ile dolmasını beklerler" diye mırıldandı. Sattıkları ilaçlar, o zararlı canlıları öldürürken, masumları da öldürmüyorlar mıydı? Peki o zaman doğanın dengesi bozulmaz mıydı? Neyse, sonuçta bu onun için bu iş ekmek parasıydı, ne yapabilirdi ki? Öğleden sonraki toplantı da bayağı şenlikli geçti ama o bu işlere alışkındı. Bir gün daha bitmişti. Masasını topladı, bilgisayarı kapattı, kapıya yöneldi. Metro işyerine oldukça yakındı, istasyonda fazla beklemedi. Akşam metrosu sabahkinden daha tenha sayılmazdı, aradaki fark iş çıkışı insanlar eve dönüş yolunda, daha yorgun görünürler. Sabahki dirilik yerini bezginliğe bırakır. Metro çıkışında yolcuları, mevsimine göre bazen mısır satıcısının, bazen kokoreççinin, bazen da kestane kebapçının bağırışmaları karşılar. Caddenin karşı tarafındaki bir kuyruk dikkatini çekti. Bu bir "lokma" kuyruğu idi. İzmir'in lokması pek ünlüdür. Tamam da acaba içinde nasıl bir yağda kızartıldığını bilen var mı? Ya o koyu ağdaya ne demeli? Peki böyle açıkta gıda maddesi üretmek ne kadar hijyenik olabilir, havadaki sinek, türlü börtü, böcek kimin umurunda? Neyse. Eve vardığında eli zile uzandı fakat o daha çalmadan, kapı kendiliğinden açılıverdi. Selma gözleri yaşlı boynuna sarıldı. Bir tuhaflık olduğu belli idi.


Korktu, hiçbir şey anlamamıştı. Karısı kulağına "Hamileymişim, hastaneden telefon ettiler" dedi. İşte o anda hissettikleri anlatılamazdı! Selma "Bu kadar güzel bir haberi telefonda vermek istemedim, çünkü telefonun telleri duygularımı, sevincimi, heyecanımı iletemezdi, sana kendim söylemek istedim; evet ben anne oluyorum" dedi. Bir süre üzerindeki şaşkınlığı atamadı, sonra kendini toparladı ve "Demek ki ben de baba oluyorum" diye haykırdı. Bulutlar ayağının altında kayıyordu. Sonra sarılıp, ağlaştılar. İnanamıyordu ama bu sefer olmuştu işte! Tam da ümitlerini kaybederlerken… Pencereyi açtı, gırtlağının sonuna kadar bağırdı: "Baba oluyoruumm!" Yetmedi. Sokağa çıkıp, her önüne gelene baba olacağını müjdelemek istiyordu. İçi içine sığmıyordu, adeta kendi kendisiyle sarmaş dolaş olmuştu. Sabah erkenden uyandı. Pencereleri açtı, odayı havalandırdı. Sonra çoktandır ihmal ettiği sabah jimnastiğini yaptı. Havayı dolu dolu ciğerlerine çekti. İzmir'in ekimi de bir başka güzel olurdu. Yazın o kavurucu temmuz, ağustosu kendini ılık, güzel bir havaya bırakırdı. Ne kışın soğuğu, ne yağmurun, çamurun eziyeti. Ağaçların yapraklarında sarıdan turuncuya, yeşilden kızıla bin bir renk cümbüşü. Selma kalkmadan kahvaltıyı özenle hazırladı. Müzik setine bir Orhan Gencebay CD'sini koyduktan sonra, eşini öperek uyandırdı. Bu evde hiç bu kadar keyifli bir kahvaltı yapılmamıştı. Tam eşiyle vedalaşıp, kapıdan çıkıyordu ki, geriye dönüp "Aman oğluma dikkat et" dedi. Selma da "Peh! Oğlan mı? Kız olmayacağını nereden biliyorsun?" diye güldü. Bizimkisinin yüzünü kocaman bir tebessüm kapladı; "Erkek adamın erkek oğlu olurmuş" diye yanıtladı. Merdivenlerde Süheyla Hanım'la karşılaştı, yine köpeğiyle sabah yürüyüşünden dönüyordu. Köpeğin başını okşadı: "Ne haber Rocky?" sonra Süheyla hanıma dönüp: "Pek tatlı şey maşallah." Yaya geçidi bomboştu, karşıya geçti. "Sabahları metro durağına kadar yürümek spor oluyor, iyi ki durak kapımızın önünde değil" diye düşündü. Metro girişi yine her zamanki gibi cıvıl cıvıldı. Simitçi çocuk yine aynı köşedeydi. Belli ki yüzünü bile yarım yamalak yıkayabilmişti. Sabahın köründe kendi yaşıtları sıcak yatağında, derin uykuda iken onun ekmek parası peşinde koşması, ne kadar saygın bir özveri. Bu yaştaki bu çalışma azminin ve iş ciddiyetinin, ileriki yıllarda ona çok avantaj sağlayacağını düşündü. Çünkü daha çocuk denecek bir yaştayken böyle bir sorumluluk almış olmak, onu hayata mutlaka kendi yaşıtlarından bir adım önde başlatacak olmalıydı. Bütün bunları düşündükten sonra dayanamadı, çocuktan bir simit aldı. İzmir'de simite "gevrek" denir ama bunun bir sebebi vardır. Simit pişirilirken, hamur üstüne susam serpilip, fırına verilmezden önce pekmezli bir suya batırılır. İşte İzmir'in simitçileri bu pekmezli suyun özellikle sıcak olmasına dikkat ederler ki, bu yüzden simitler hep çıtır çıtır olur, işte bunun için İzmir'de simitin adı gevrektir. Metro tam zamanında


geldi. Sabah, yine her zamanki kalabalık, yeni bir güne başlamanın heyecanı. Metronun ne kadar uygar bir ulaşım aracı olduğunu düşündü. Çok kısa bir süre içinde hop diye şehrin bir ucundan öteki ucuna çabucak ulaşıveriyorsun. Bir kere çok çevre dostu, ne gürültü kirliliği ile insanları rahatsız ediyor, ne de dumanı ile, egzozu ile çevre kirliliği yaratıyor. Batılı ülkeler boşuna mı yıllar önce her yere metro döşemişler. Asansörde muhasebe müdürüne rastladı: "Günaydın, ne kadar güzel bir gün değil mi?" Adam tuhaf tuhaf baktı. Hanife hanım her zamanki gibi sabah çayını getirdi. Gözü elindeki simite takıldı, "Hayrola" dercesine baktı, pek alışkın değil ya. Ellerini iki yana açıp, "Şu gevrek gibisi yok" dedi, "Hele bir de yanında senin çayın olursa Hanife Hanım… Ne New York'un bageli, ne de Paris'in kruvasanı". Hanife Hanım kaşlarını kaldırdı, başını salladı, yüzüne, şaşkın bir ifade ile "Allah Allah" diye mırıldandı. Daha sonra müdürüne telefon açtı: "Müdür bey dünden kalan tamamlanacak bir iş kalmış mıydı?" Müdürün sesi şefkat doluydu: "Sağolun şefim, şimdilik yok, bu sizin iş sorumluluğunuza hayranım." Bayağı keyiflenmişti: "Evet bizim müdürün yüzünün pek gülmediği doğrudur ama önemli olan insanın içi güzel olsun. Bu kadar büyük bir şirketi yönetmek için, otorite şart tabii, iş disiplini çok önemli." İleride müdür olursa, kendisinin de hep ciddi ve disiplinli olacağını hayal etti. Sonrada yaptığı işi düşündü, sattıkları bu zirai mücadele ilaçları olmasa, çiftçi köylü ne yapardı acaba? Tüm zararlı haşere ürün miktarını belki yarıya düşürür, insanların geliri de haliyle yarı yarıya azalır, perişan olurlardı. Yaptığı işle gurur duydu. Gün çok çabuk geçiverdi. Metro çıkışı yürümeye başladı. Bir spor mağazasının önünden geçerken yine bir lokma kuyruğu vardı. Söz etmiştik, İzmir'in lokmaları pek ünlüdür. Burada herkesin lokma döktürmek için bir bahanesi bulunur. Bazen küçük bir notla karşılaşırsınız: Filancanın ruhuna Fatiha. Belli ki lokmayı arkada kalan sevenleri döktürmüştür. Kimi zaman bir esnaf sınıfını geçen kızı için, belki bir başkası tuttuğu takımın galibiyeti için. Lokma aynı zamanda bir sosyalleşme, sevinçleri paylaşma aracıdır. Ne güzel. Yani İzmir'de lokma, garip gurebaya hayırdan öte bir anlam yüklüdür. Zaten kuyruktakiler de pek garibana benzemezler. Kıranta beyler, şık hanımlar, mini etekli kızlar... Hatta bu lokma kuyruklarında bazen turistlere bile rastlanır. Dayanamadı, o da sıraya girdi. Kuyrukta beklerken mağazanın vitrinindeki çocuklar için üretilmiş rengarenk formalar, spor malzemeleri, ayakkabılar… gözüne takıldı. Eve döndüğünde kapıyı her zamanki gibi Selma açtı. Arkasında gizlediği kırmızı bir gül ve minicik bir çift krampon vardı. Selma'ya uzattı: "Gül senin için karıcığım, kramponlar da oğlumun". Selma güldü, o da vestiyere asılı bir pakete uzandı ve içinden sapsarı upuzun saçlı bir Barbie bebek çıkardı: "Bu da kızımın bebeği".


Ümit Evran * Ankara Tabip Odası 2016 Hikaye Yarışması'nda yayınlanmaya değer bulundu.

Memleketim Havasından doygunluk.

huzur,

Gökyüzü özgürlük bucaksız...

suyunda gibi,

uçsuz

Ey Memleketim! Kadınların gözyaşlarıyla sulanmış topraklar, kadınların emeğiyle yeşermiş ağaçlar. O koskocaman mucizevi kalende bayrağımın al rengi ile dalgalandığı bir güz esintisinde izliyorum seni. İnsanların iç çekişlerini duyuyorum. Gözyaşlarını görüyorum evlerin çatısından... Bu memleket öyle bir sevda ki yüreğimde; özgürlük gibi, devrim gibi... Sonsuz... Bu sevda bir mahkumun gökyüzünde gördüğü o kaybolmuşluk hissi gibi. Deniz'in devrime koşan umudu gibi. Yüreği hedef alan bir sonsuzluk... Öyle bir sevda... Ey memleketim! O uçsuz manzaranla gülümse... Yılların yaşanmışlığını anlat. Köşe başlarında, serserilerin memleketim.

mahzunlu

yüreklerine

ortak

olmuş

Düşen yapraklarla umut yolla gökyüzüne, güzü çevir bahara. O eşsiz doğayla tanıt umudu, eriyen insanlara. Gülümse!

Burcu Örlü


Rüya Bitti İki gönül aynı rüyayı görür bazen Ama biri önce uyanır Belki geç kalınmış Belki de tam vaktinde Ne fark eder aşkta bitmişse Dağılır pembe bulutlar Gerçekler baş başa Kalırız hiç istemeden Hatıralar sahipsiz kalır Resimleri, mektupları Yakıp denize savurup Giderim ağlar Yürek sessizce Zaman geçer mazi olur Sanki bu aşk hiç bizim Olmamış gibi....

Sena Sabcıoğlu

Aşıklar Çeşmesi Temmuzun ortalarıydı. Daha önce hiç geçmediğim, tenha köy yollarındaydım. Bir anda arabanın hararet göstergesinin çok yükseldiğini fark ettim. Yapılacak şey belliydi. Arabayı bir kenara çekmek. Bir süre motorun soğumasını beklemek, sonra da eksilen depoya su ilave etmek. Fakat etrafta ne bir çeşme, hatta ne de bir bina görünüyordu. Arabayı yol kenarına çekip, motorun soğuması için biraz bekledim. Bu süre içinde yoldan geçen bile olmadı. Sonra tekrar yola koyuldum. Ne var ki hararetin tekrar yükselmesi uzun sürmedi. Mecburen tekrar sağa çekip bir süre daha bekledim. Canım sıkılmıştı. Ama yapılacak başka bir şey yoktu. Tek çare bir miktar su bulmaktı. Burası oldukça ıssız bir yerdi, görünürlerde hiç yaşam belirtisi yoktu. Bir süre sonra çaresiz yine yola koyuldum. Gözüm elbette hep hararet göstergesindeydi. Biraz daha huzursuzca yol aldım. Ama o da ne! İleride, yolun solunda bir çeşme, daha doğrusu bir emme basma tulumba görmüştüm! Çok sevinmiştim.


Bu tulumbanın başında iki çocuk oynaşıyordu. Daha doğrusu yalaktaki suyla birbirlerini ıslatmaya çalışıyorlardı. Bu çeşme yani tulumba eskiden köy yollarında çok rastladığımız cinstendi. Tulumbanın başındaki salkım söğüt güzel bir gölgelik alan yaratıyordu. Tulumbanın suyu bir yalağa akıyordu, bu yalak aşağı yukarı bir metrekareye yakındı. Bu yalaktaki su sağ taraftaki bir delikten daha aşağı seviyedeki ikinci yalağa daha doğrusu bir oluğa akıyordu. Bu eni yarım metre ve boyu da iki metre kadar olan oluk hayvanların, özellikle atların sulanması içindi. İçimden "Kim yaptırtmışsa Allah razı olsun" dedim. Hem insanları düşünmüş, hem de hayvanları. Aslında bu Anadolu'nun çok yerinde rastlanan ve hiç de sıra dışı olmayan bir manzara idi. Çünkü o dönemler ulaşım araçları şimdiki gibi gelişmemişti. Özellikle toprakla uğraşanların ulaşım aracı ya atlar ya da eşekler olurdu. Yük taşımada kullanılan at arabaları dört, eşek arabaları iki tekerlekli olurdu. Bu hayvanlar doğrudan insan yaşamının içindeydiler. Hayvanı ile tarlasına giden bir çiftçi için elbette ki bu tür bir su kaynağı kaçınılmaz bir ihtiyaçtı. Ben tulumbaya yakın bir yere park etmiştim. İlk işim arabanın kaput kapağını açmak oldu. Malum motor bir an önce soğumalıydı. Kaput kapağını açıp, çubuğunu sabitledim. Artık 15-20 dakika kadar motorun soğumasını beklemem gerekiyordu. Çocuklar beni görünce birbirlerini ıslatma oyunundan vazgeçmişlerdi. Tulumbanın yalağındaki orta boy bir karpuzu fark ettim. Belli ki onun soğumasını bekliyorlardı. Yani onlar da benim gibi bir süre burada oyalanmak zorundaydılar. Çocuklardan uzun boylu olanı 15-16 yaşlarında gösteriyordu. Biraz saf bir görünümü vardı. Öbürü ise 12 yaşında olmalıydı. Bu oldukça çelimsiz ama gözleri fıldır fıldır cin gibi bir veletti. İkisinin de saçları üç numara asker tıraşı idi. Beklemekten başka yapılacak bir iş yoktu. Çocuklara karpuzu göstererek laf attım: "Güzele benziyor." Kısa boylu olan bu soru ile ilgilenmedi bile. Uzun boylusu ise sadece "Bilmem" dercesine bir işaret yaptı. Sonra bir sessizlik oldu. Çocuklarla yarenlik etmek için birinci hamlem boşa gitmişti. Demek ki lafa başka bir yerden başlamalıydım. "Bari beylik bir soru sorayım" diye geçirdim. - Çocuklar bu yörenin adı nedir? Küçük olanı yanıtladı: - Aşıklar Çeşmesi. Büyük olan sırıtarak ona sataştı: - Oğlum çeşmesi değil tulumbası. Beriki kızdı: - Evet bu bir tulumbadır ama buraya herkes "Aşıklar Çeşmesi" der!


Ben "Demek ki aşıklar" dedim. Gerisini getirmedim. Çeşme ya da tulumba deyip yeniden bir tartışmaya yol açmak istemiyordum. Bu sefer uzun boylusu cevap verdi: "Evet aşıklar". Lafı ufaklık tamamladı: "Seher ile Recep". Kendinden çok emin görünüyordu. "Seher ile Recep" derken kırk yıllık bir tanıdığından, yakın bir arkadaşından söz eder gibiydi. Boş bulunup sordum: - Tanır mısın onları? Bana "Ne kadar da cahilsin" der gibi baktı. Sonra sözlerine açıklık getirdi: - Yüzlerini görmedim tabii. Sonra eliyle ileriyi gösterdi "Onları köyde herkes tanır". Oğlan çocuğunun gösterdiği yöne baktım. Birkaç yüz metre ilerisi bir yokuşun başı idi. Biraz ötede yani yokuşun altındaki köyün camisinin kubbesi ve minaresinin üst kısmı, yamaçtaki evler buradan bile görünüyordu. Demek ki bu gençler o köyün çocuklarıydı. "Demek aşıklarmış" dedim. Uzun boylu olanı: - Burada birlikte intihar etmişler, dedi. Sonra da ilave etti: Ağı içmişler! Kısa boylusu bu sefer de ona da aynı "ne kadar da cahil" bakışını fırlattı, sonra da kendinden emin sözünü tamamladı: - Hayır önce Seher, sonra Recep! Uzun boylusu ısrarcı olmadı. Beriki lafını tamamladı: "İçtikleri de ağı değil Folidol". O sırada eli ile salkım söğütün arkasında bir yeri işaret ediyordu. Orada salkım söğütün dallarından iyi seçemediğim kütük gibi bir şeyi fark edebildim. Oğlan çocuğunun bu Folidol lafı beni aldı ta uzaklara götürdü. Çocukluk yıllarımın geçtiği o küçük Ege kasabasına. Çünkü Folidol bizim oralarda bir simgedir, onun yaptırdığı iki çağrışım vardır: Biri tütün, biri de intiharlar. Özellikle de genç intiharlar. Sevdalılar. Kavuşamayanlar. Benim çocukluğumda bizim oralarda ziraat denince akla ilk tütün gelirdi. O zamanlarda sonradan konan kotalar falan olmadığı için isteyen istediği kadar tütün ekebilirdi. Bu yüzden neredeyse bütün kasaba tütüncülük yapardı. Onun için tütün yetiştiriciliğini yakından bilirim. Tütün ziraatı çok meşakkatli ve çok yorucu bir iştir. İşe şubat-mart aylarında tohumların özel olarak hazırlanmış ve toprağı kabartılmış özel yerlere ekilmesiyle başlanır. Bunlara şekli yastığa benzediği için fide yastığı denir. Bu yastıklar bir buçuk metre eninde ve 5-6 metre uzunluğundadır. Buradaki fideler süzgülü tenekelerle her gün düzenli olarak sulanır. Sonra fidelerin boyu 10-15 cm olunca yastıklardan alınıp mayıs ayı içinde tarlaya dikilir. Bir süre de tarlada sulanır. Tütün yapraklarının gövdesinden koparılır hale gelmesi için en az 60-70 cm uzunluğa ulaşması gerekir. Tütün yaprağının toplanması işlemine "tütün kırmak" denir. Tütün


kırma mevsimi genelde haziran ortaklarında başlar. Ama çok çileli bir iştir. Çünkü tütünün güneş doğmadan kırılması gerekir. Yani yaprakların güneşi görüp, pörsümemiş, diri olması gerekir. Önce en alttaki yapraklar toplanır. Buna "birinci el" denir. Her seferinde altlardaki iri yapraklar toplanır, böylece üstteki yaprakların büyümesine zaman tanınmış olur. Sonra ikinci el yani bir üst sıradakiler. Üçüncü ele sıra geldiğinde artık ağustos başı gelir. Sıra dördüncü ele geldiğinde ise ağustos sonu gelmiştir ve sadece tepedeki küçük yapraklar kalmıştır, bu yüzden eylülde tütün fidanları artık cascavlak görünür. Sabaha kadar uykusuz tütün kıran tütüncülerin çilesi güneşin doğması ile de bitmez. Çünkü kırıldıktan sonra köfünlere doldurulan tütünlerin çoğunlukla eşek arabalarıyla bir an önce eve ulaştırılması ve güneş yükselmeden "sergilere" asılması gerekir. Sergi denilen yerler tütünlerin dizili olduğu kargıların kurutulmak üzere sıralandığı ızgaralardır. Tütünlerin kargılara asılması için öncelikle iğnelere dizilmesi gerekir. İşte bu çok oyalayıcı bir iştir. Sabah eve gelen tütün yapraklarının tek tek bu 60 cm'lik iğnelere dizilmesi bayağı bir uğraş gerektirir. Sonra iğnelerden geçirilmiş sicimlerle bu tütünler hanımların kolyesi gibi desteler halinde dizildikten sonra bu kargılara bağlanır. Bir kargıda beş iğnelik tütün destesi bulunur. İşin bu kısmını çok iyi bilirim. Çünkü eğer aile kalabalık değilse kendi tütününü öğleye dek dizemez. Bu durumda ya komşular uykulu gözlerle birbirlerine yardım ederler ya da para ile başkalarına dizdirirler. İşte burada çocuklara da iş düşer. Çocukluğumda ben de kargısı beş kuruştan çok tütün dizmişimdir. Büyüklerden ilk öğrendiğimiz tütünlü ellerimizi ağzımıza götürmememizdir. Bunu özellikle sıkı sıkıya tembih ederlerdi. Çünkü tütüne temas eden o küçücük ellerimizde tütünün zifiri kalırdı. İşte bu zifirde Folidol artığı olabilirdi. Tütünü zararlı böceklerden korumak için kullanılan Folidol son derece zehirli bir tarım ilacı idi. Tütün konusunda ilk öğrendiğimiz şey bu zehirden korunmaktı. Tütün dizmenin de kendine göre incelikleri vardır. İğnenin tek tek bütün yaprakların ortasındaki ana damarının içinden geçmesi gerekir. Yoksa tütünler ipte asılı kalmaz ve dökülür. Tabii ki iğneyi her bir yaprağın damarından tek tek geçirdiğinizde de iş üremez, para kazanılmaz. Bu yüzden kimi uyanıklar işi üretmek için birkaç yaprağı birden alıp, ana damara özen göstermeden dizerlerdi. Bir an önce işini bitirip de parasını almak isteyen bu uyanıkların yakalanması ise hiç de zor olmazdı. Çünkü tütün sahibi ipe dizili yaprakları şöyle aşağı doğru sıvazlandığında iğnenin damarından geçirilmemiş yapraklar sapır sapır yere dökülür ve hileciyi ele verirdi. Neyse tütünün hikayesi uzundur. Anlatmakla bitmez. Kurutulması, denklenmesi...vs. Her biri ayrı bir aşamadır. Sonra sonbaharda tütün eksperleri gelip herkesin ürününün miktarını, kalitesini falan tespit eder. Ve büyük gün şubatta gelir çatar: Piyasanın açılması! Herkes o günü büyük bir heyecanla bekler, hatta çok insan geceyi Tekel


binası önünde geçirirdi. Tütüncünün eline kaç para geçeceğinin hesaplanması, ancak baş fiyatın açıklanması ile anlaşılırdı. Herkesin aklı tütünde idi, hatta tütüncülük yapmayanların bile. Çünkü esnaf da malını "tütünde ödenmek" üzere satmıştır. Kızlar evlenmek için "tütünü" bekler. Yani piyasanın açıklanmasını. Evin bütün ihtiyaçları mümkün mertebe "tütüne" ertelenir. Bu tütün konusu uzar da gider, hiç bitmez. İşte bana bütün bunları hatırlatan ve o güzel çocukluk anılarımın, gözümün önünden bir film şeridi gibi akıp geçmesine neden olan, o veletin Folidol sözü olmuştu. Bu söz her ne kadar öncelikle zehirli bir tarım ilacı anlamına gelse de, bizim oralarda herkesin çok iyi bildiği başka bir anlam daha barındırır. Folidol o dönem intiharlarla özdeşleşmiş bir sözcüktü. Nasıl bir dönem Fransız İhtilali denince ölümle özdeşleşen sözcük giyotinse ve düello yapmak nasıl 17. ve 18. yüzyıllarda birini öldürmenin asil bir biçimi sayılıyorsa ya da savaşta ihanet eden askerler kurşuna dizilirlerse, Folidol de bütün bunlar gibi doğrudan ölümü çağrıştıran bir kavramdı. Bu ilaç benim çocukluğumda intihar etmenin en etkili ya da kestirme bir yolu olarak görülürdü. Bu yüzden bizim oralarda "intihar etmiş" yerine "Folidol içmiş" sözü kullanılırdı. Kimi zaman "Üstüme varmayın Folidol içerim" şeklinde bir tehdit olarak, bazen de mesela kaynanasından bıkan bir yeni gelinin "Folidol içesim geliyor" diye kahretmesi olarak duyulabilirdi. Kısacası işte bu çocuğun o Folidol lafı beni Seher ile Recep'in hazin hikayesinden alıp ta çocukluk yıllarıma ve o küçük Ege kasabasına götürdü. O arada motor soğumuş olmalıydı. Su deposunun kapağını açtım. Tulumbadan çektiğim suyu depoya doldurdum. Sorun çözülmüştü, rahatlamıştım. Çocuklara veda ettim. Yokuşun başına geldiğimde artık köy ayaklarımın altında gibiydi. Uzaktan oldukça sevimli görünüyordu. İçimden burada biraz soluklanmak geçti. Köy kahvesinin önünde durdum. Duvarları kireç boyalı tipik bir köy kahvesiydi, ne eksik ne de fazla. İçeride 7-8 tahta masa vardı. Yaz ve öğle vakti olduğu için de oldukça tenha idi. Belli ki köylü işinde, gücünde olmalıydı. Kahveci "Buyur beyim hoş geldin" dedi. Sonra ne içeceğimi sordu, ayran istedim. Bu sıcakta iyi giderdi. Aklımda hala biraz önceki velet vardı. Seher ile Recep'ten söz ederken ne kadar da kendinden emindi. Gerçekten de onun dediği gibi bütün köy bu hikayeyi bilir miydi acaba? Bu genç aşıklara Folidol'ü içiren sebep ne olabilirdi ki? O sırada kahveci kalaylı, saplı bir bakır tasta ayran getirdi. Ayranın köpükleri tasın ağzını kaplıyordu: - Buyur beyim, afiyet olsun. "Sağolasın, ellerine sağlık" dedim. Kahveci alışılmış bir eda ile sordu:


"Başka bir arzun, isteğin?" - Yok, sağol, diyerek teşekkür ettim. Kahveci tam arkasına dönüyordu ki "Şey… Bir sorum olacak" dedim. Bu sözler ağzımdan o kadar kendiliğinden döküldü ki, adam "Buyur beyim" dediğinde bir an durakladım. Soruyu daha kafamda toparlamamıştım bile. - Seher ile Recep’in hikayesini bilir misin? Kahvecinin yüz hatları birden değişti. Belli ki çok şaşırmıştı ve kahvedeki yabancıdan böyle bir soruyu hiç beklemiyordu. Bir süre hiçbir şey söylemeden yüzüme baka kaldı. Sonra toparlandı, yüzündeki çizgiler değişti. Ama bu seferki ifade şaşkınlıktan çok duygu ya da hüzün yüklüydü: - Beyim bilirim bilmesine de, dedi sonra köşedeki masadaki birini işaret ederek "Şerif Ağa o hikayeyi bizden daha iyi bilir". Zaten kahvede birkaç kişiden başka müşteri yoktu. İşaretlediği masada yaşı 80'e yakın bir köylü oturuyordu. Şerif Ağa kısa ak sakallı, gözlüklü bir ihtiyardı. Kahvecinin onun masasını işaret ettiğini o da fark etmişti. Bana bakıyordu. Masasına gittim: - Selamün aleyküm ağam, iznin olur mu? Şerif Ağa saygıyla doğruldu, elini göğsüne götürüp de "Estağfurullah bey" derken, bir taraftan da karşısındaki boş iskemleyi gösteriyordu. Ben gösterdiği sandalyeye otururken, kahveci sözü bana bırakmadan "Bey, Seher'le Recep'in hikayesini soruyor" dedi. Bu sefer Şerif Ağa'nın yüz hatları derinleşti sonra yüzüme dikkatle baktı: - Sen nereden duydun ki evlat? Ben de arabamın bozulduğunu, salkım söğütün oradaki tulumbanın başında yarenlik ettiğim çocuklardan işittiğimi ve meraklandığımı anlattım. "Oldu, anlatalım" dedi. Belli ki bu hikayeyi anlatmaya çok alışkındı. Önce elini cebine attı ve sigara, tabakasını çıkardı. Alışkın hareketlerle sol elinin işaret ve orta parmağı üzerine ince sigara kağıdını yerleştirdi. Sonra bir tutam tütünü özenle bu kağıt üzerine yaydı ve sardı. Daha sonra dudaklarına götürdü ve dili ile kağıdı yapıştırdı. Bütün bu işlem belki bir dakika bile sürmedi. Çakmağı uzattım. Derin bir soluk çekti ve anlatmaya başladı: - Aslında bizim köyde bu hikayeyi bilmeyen yoktur. Ama o olanların şahitleri bir bir azaldıkça sonradan gelenler bizim ağzımızdan dinler oldular. Devam etti: "Arap Hüseyin uzaktan akrabamız olurdu". O bunu söylerken, yüzümdeki "O da kim ola ki?" sorusunu yakalamıştı. Kendiliğinden yanıtladı: "Recep'in babası." Sonra devam etti: Üst sokakta otururdu. Köylük yer, herkes birbirini tanırdı. Sonra durdu, kısa bir sessizlik oldu, derken elindeki sigaradan çok derin bir soluk çekti. O kadar derin bir soluk ki uzun süre duman geri çıkmadı.


Hiç çıkmayacak sandım. Derken bir solukta anlattı. Efendim Şerif Ağa'nın anlattığına göre Arap Hüseyin köyün orta halli çiftçilerinden biri imiş. Herkes gibi o da tütüncülük yapıyormuş. Recep 67 yaşlarında iken eve bu Seher kızı getirmiş. Anlattıklarına göre Seher kimi kimsesi olmayan küçücük bir yetimmiş. O zaman bütün köy bu hareketinden dolayı Arap Hüseyin'i çok takdir etmiş. Seher'le Recep aynı evin içinde kardeş gibi büyümüşler. Gel zaman git zaman Recep aslan gibi yiğit bir delikanlı olmuş, Seher de fidan gibi güzel mi güzel bir genç kız. Recep askerden döndüğünde nasıl olmuşsa olmuş bu gençlerin yüreğine aşk ateşi düşmüş. Hem de ne ateş. Kor gibi yakar mı yakar. Tütün kırarken Seher'in söylediği yanık türküler köyde herkesin dilinde imiş. Bu kara sevdayı duymayan kalmamış. Tam bu sırada deminden beri Şerif Ağa'nın anlattıklarına kulak kabartan arka masadaki kasketli adam dayanamadı ve "Selamün aleyküm" deyip bizim masaya ilişti. Şerif Ağa "Aleyküm selam" anlamında başını salladı ama ona hiç bakmadan hikayeye devam etti. Recep'in yüreği bu sevdaya dayanamaz olmuş ve bir gün babasına gidip Seher'i ne kadar sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini anlatmış. O sırada masamıza gelen kasketli adam da başını sallayarak Şerif Ağa'nın anlattıklarını onaylıyordu. Recep yana yakıla sevdasını anlatıp, babasından evlenmek için izin isteye dursun babası buna şiddetle karşı çıkmış. Önce nedenini pek söylemek istememiş. Sonra da Recep'in dayanılmaz ısrarı sonucu ona o güne kadar sakladığı müthiş sırrını açıklamak zorunda kalmış. Bu Seher kız aslında Arap Hüseyin'in bir gençlik hatası imiş. Nasıl olmuşsa olmuş işte. Tabii köylük yer, kimselere söyleyememiş. Seher'in o yakın köydeki gencecik anası da kısa bir süre sonra veremden ölmüş. Ne var ki Seher'in babasının kim olduğunu kimselere söylememiş. El kadar bebek yaşlı ve hasta olan anneanneye kalmış. Başka kimseleri de yokmuş. O da kısa süre sonra ruhunu teslim edince Seher kız iyice kimsesiz kala kalmış. Arap Hüseyin de sevaptır deyip, garibi evlatlık almış. O güne kadar da Seher'in Arap Hüseyin'in gerçek kızı olduğunu hiç kimse bilmemiş. Aslında Recep'in bu dayanılmaz ısrarı olmasa yine de kimseciklerin haberi olmayacakmış. Sonuçta Arap Hüseyin kendini bunca çaresiz hissedip, o güne değin özenle gizlediği bu büyük sırrı oğluna açmak zorunda kalmış ve ilave etmiş: "Evlat işte bu yüzden Seher'le evlenemezsin. Çünkü o senin öz kardeşin." Recep öyle bir yıkılmış ki anlatılır gibi değil. Dünyası zindan olmuş. Seher'e gelince. O babasıyla konuşmasından sonra, Recep'inden güzel haberi bekleyip, düğün hesapları yaparken, bu inanılmaz haberi alır. Seher'in kederi tariflere sığmaz, yıkılır. Şerif Ağa cıgarasından derin bir soluk daha çekti ve devam etti: "Seher'i Recep'ten bu haberi aldığının ertesi sabahı o ardıç ağacının altında buldular.Yanında da yarısı içilmiş Folidol şişesi."


O zamana dek sözünü kesmemiştim. Bu sefer dayanamadım: - Hangi ardıç ağacı? Sol elinin parmaklarını "dur acele etme" anlamında açtı, sonra hikayesine devam etti. Seher'i beyaz gelinliği ile gömdüler. Recep de cenazedeydi. Ertesi gün de Recep'i aynı ardıçın altında buldular. Yanında da yarısını Seher'in tükettiği Folidol şişesi. O zaman kadar lafa hiç karışmayan kasketli ilave etti: - Bir rivayete göre de aslında Seher'in Recep'in kardeşi falan değilmiş, bu onların evliliklerini hiç istemeyen Arap Hüseyin'in uydurduğu bir yalanmış. Oğlanı bu evlilikten caydırmak için. Seher intihar edince Arap Hüseyin dayanamamış ve oğluna bu yalanı evliliklerini engellemek için kendisinin uydurduğunu söylemiş. Recep de işte asıl o zaman yıkılmış. Seher'inin yok yere canını kıydığını öğrenince, "Onsuz yaşayamam" deyip, o da canına kıymış. Şerif dayı, kasketliyi doğruladı: "Evet öyle diyenler de oldu. Bilmem hangisi doğrudur." dedi. Sonra anlatmaya devam etti: "Onları köy mezarlığına yan yana gömdük." Kasketli de başıyla tasdikledi. - O ardıç var ya… Tekrar sözünü kestim: "Hangi ardıç?" - İşte köy çıkışındaki ardıç. Önce Seher'in, sonra Recep'in altında Folidol içtiği… Bir haftada kurudu. O ulu ağacın bütün yaprakları bir haftada tek tek döküldü. Derken bir süre sonra dalları kurudu. Aslında köylüye kalsa o ağacı hiç kesmeyeceklerdi. Seher'le Recep'in hatırasına. Ama dalları iyice kurumuştu, birinin başına düşüp yaralayabilirdi. Köylü istemeye istemeye kesti ardıçı. Ama yine de kökünden kesmeye kıyamadı. Gövdesini bir adam boyu kadar orada bıraktı. Seher'le Recep'in hatırası unutulmasın diye. Kasketli olan ilave etti. Sonradan o kuyuyu Arap Hüseyin açtırdı. Gençlerin adını yaşatmak için. Hayrat olsun diye. Bu yüzden oraya "Aşıklar Çeşmesi" denir. Meseleyi şimdi anlayabilmiştim. Demek ki salkım söğütün dalları arasından hayal meyal seçebildiğim ve bir kütüğe benzettiğim şey, o ardıçın gövdesiymiş. O ulu Ardıç bir haftada kuruyunca genç aşıklar köylü nazarında adeta ermiş mertebesine yükselmiş. Hatta zaman zaman aşıklar çeşmesinde mum yakanlar bile olurmuş. Daha sonra orası sevdalıların gizli gizli buluşma yeri olmuş. Şerif Ağa'nın gözleri buğulandı. Dudaklarında kırık bir tebessüm şekillendi: - Sonradan aşıkların başlarına bir ardıç diktik. Şimdi altında yan yana yatıyorlar. Bu hazin öyküden çok etkilenmiştim. Folidol… Çocukluğum… Şimdi aileden biri gibi gördüğüm Seher'le Recep. Boğazımda bir şeyler


düğümlendi. Artık daha fazla ne sormak istiyordum, ne de dinlemek. Zaten hikayede de başka anlatacak bir şey de kalmamış olsa gerek. Ayağa kalktım. "Bana müsaade ağalar" deyip kapıya yöneldim. Kasketli ile kahveci beni arabama kadar uğurladılar. Arabamın dikiz aynasından ikisinin de kahveye geri dönmelerini gözledim. İçeri girdiklerine emin olduktan sonra ilk sokaktan sağa döndüm. Ara sokakları geçip, kahvenin arkasından dolandıktan sonra patikaya benzer bir toprak yoldan ana yola ulaştım. 500 metre sonra Aşıklar Çeşmesi'ndeydim. Çocuklar gitmişlerdi. Arabamdan indim. Salkım söğüdün arka tarafına yöneldim. Burada çapı bir metreye yakın bir ağaç gövdesi bulunuyordu. Boyu da aşağı yukarı bir insan boyundaydı. Bu acılı ardıçın gövdesi yazılarla doluydu. Belli ki zaman içinde kabukları döküldüğü için üzerine kolaylıkla yazı yazılabiliyordu. Yazılar birbirine geçmişti. Kalpler… Oklar... Sermin ile Oktay, Şebnem ile Mustafa... seçebildiklerim. Ve gövdenin tam üstünde bıçakla kazınmış iki iri harf: R ve S. Bu kuru ardıç gövdesi bana sanki kutsal bir anıt gibi görünüyordu. Seher'le Recep'in hüzünlü öyküsü beni içine çekiyordu. Oracıkta gözüme ilişen iki yabani papatyayı ağacın üstüne bıraktım. Biraz sonra tekrar köyün içinden geçtim. Bu sefer hiç kahveye doğru bakmadım bile. Köy çıkışında bir tabela gözüme ilişti: Köy Mezarlığı. Sonra da selvilerin arasında kolaylıkla ayırt edilebilen bir ardıç ağacı. Ardıcın dalları hafif hafif kıpırdıyordu. Penceremi açtım ve Seher'le Recep'e el salladım.

Ümit Evran

Sınırsız Adımlar Hayatının son dakikalarını yaşayan bir adam. Otobüse biner. Az önce bir kadının üzerine benliğinin son kırıntılarını bırakmıştır. Bir şarkı çalmaya başlar. Daha önce hiç bestelenmemiş ve kimsenin sözlerini yazmadığı bir şarkı. Adam başını cama yaslar. Dünya'nın ekseni hafifçe sola doğru eğilir. O yüzden ki her şey utanmaz bir şekilde yavaşlamaya başlar. İki atom yan yana gelir ve birbirlerine dokunmadan geçerler. Aralarındaki mesafe de yavaşlamıştır. Kavuşamayacak kadar yavaş hem de... Sonra adam ölür. Başı cama yaslı bir şekilde ölür. Şoför hiç durmaz ve yol asla bitmez. Kimse durakta beklemez o seferin otobüsünü ve kimse de


inemez artık. Ölümsüzlüğü keşfetmiştir başı camda yaslı olan adam. Herkesle arasındaki mesafe kıyamet kadar olan bir ölümsüzlük. Kim bilir şimdi ötesini? Geniştir ölçülmez hayalin çölü Tutuşup parlayıp sönenler bilir. Hakikat çıkmazı... Nedir sırrı ışığın? Adamın benliği miydi ruhunun kanıtı yoksa kulağında duyduğu bestelenmemiş şarkı mı? Duymaz kulakları onların.. Görmez gözleri. Toprağın üstünden altına inenler bilir... Bedenlerini ateşten sakınanlar... Erimeden bir olmaya çalışanlar. Ezoterik bir serzeniş bu halleriniz. Aldanıp aldanıp yuvarlandılar çağlar boyu. Feleğe attılar suçları. Kahpelik yapan feleğe. Baktıkça kör oldular. Apaydınlıktı onların körlükleri, tüm perdeler ardına kadar açıkken gelen körlük. Nefeslerini tutup, gözlerini yuvalarındayken yemişlerdi çünkü. Yalanlar bugünü yazdı dünü yuttu, hakikate kekeme kaldılar. Adam cama başını yasladı. Dünya vicdanına bir kapı daha kapattı. Aşk sebeplere boğuldu. Nedenler ve hatalar dolu bir tarlayı biçti insanlar oraklarıyla. Topladıklarını aşk sandılar. Emek verdik dediler aldandılar. Yapamamlar ve kurallar çıktı gün yüzüne. Zaten gün dedikleri de geceden de kara bir vakitti. Körpeydi belki başlarda gözlerindeki sevgi. Körpeydeki belki şehvetleri. Zaman değişti. Kimse beklemez oldu o seferin otobüsünü. Tutuşup parlayıp sönenler de yitti gitti.. Belki de ölmemek lazımdı tek seferde. Desdemona gibi yavaş yavaş ölmeli ve onun dediği gibi sevmeli. "Aşk, eğer varsa, affetmeye dahi ihtiyaç duymamak olmalıdır." Sonra da çekip gitmeli zaten... Gölgenin de gölgesi vardır. Misal ben de düşmemiş bir kar tanesiyim. Erimeden yittim.

Gizem Ünsel


Seni Unuttum Sanma Halinden haber almıyorsam, Seni unuttum sanma. Gözlerini görürsem, O gamlar, Hüzünler, Arı sürüsü olarak Kalbimi sokuyorlar. O geçmiş günlerin anıları, Harabe kerpici gibi Sökülüyorlar. Ne zaman gece, Ne zaman gündüz, Nereye yürüyoruz, Farkında değilim. Özür dilerim. Özürlüyüm. Kalbim delik-delik, Bölük bölük. Ömür bitmiş, belki Sonuncu soluk. Halinden haber almıyorsam, Seni unuttum sanma! Seni unuttum sanma!!

Oraz Yağmur

Bir Kez Daha Susuyorum Seninle yaşadım mevsimleri Güneşimi ayımı yıldızımı, Seninle paylaştım en temiz duygularımı. En gerçek hislerimi adadım kapkaranlık gözlerine. Ve şimdi susuyorum. Seni düşünürken... Nasıl oluyor da bu kadar insan içinde yalnızlaşıyorum! Nasıl oluyor da kahkahalarımda susuyorum! Yalnızlığımla yaşıyorum seni, suskun olan hayallerimde hissediyorum. İnsanların anlayamayacağı kadar içimde susuyor, içimde yalnızlaşıyorum. Dökülen yapraklarda, yağan yağmurda, doğan güneşte, parlayan ayda, kayan yıldızda...


Evrende bir tek seni görüp seni yaşıyorum. Ve bir kez daha susuyorum... Günler geçiyor, haftalar geçiyor, aylar, yıllar... Fakat benim yüreğim hala aynı, günler de aynı, mevsimler de aynı, anlar da. Tekrar tekrar izliyor, dinliyor ve yaşıyorum. Biliyor musun sevgilim artık senin adında güzel hayaller bile kuramıyorum. Ve bir kez daha, bir kez daha... Kahkahalarımda, gözyaşlarımda, en güzel muhabbetlerimde, en korkunç anlarımda, müthiş hüznümle müthiş bir sevincimle, Akıl almaz çelişkilerimde, Susuyor ve sustukça özlüyorum. Özledikçe yalnızlaşıyorum... Ve bir kez daha susuyorum... Akıl almaz döngülerde denizlerin dalgasıyla anılar yolluyorum sana. Anımsa... Ben susuyorum.

Burcu Örlü

Bazı Anlar Gelir ki Hayatta bir şeyler olmadığında birini suçlayacaksan o vakit aynalara bakmayacaksın Unutma kalbin çok kırılgan üzülsün istemiyorsan hiç düşünmeden sonunu pişman olacağın yolu seçmeyeceksin Bozulmuş bendeki pusula kaybettim yolumu bu labirentte tam çıkışı buldum derken yine duvarlarla baş başa Yıksam da öyle kaçsam özgürlüğüme kavuşsam illa kanatlara gerek yok bir buluta tutunsam öyle uçsam, uçsam...

Sena Sabcıoğlu


Ambulans Nöbeti Tıp fakültesini bitirdikten sonra hemen askere gitmiş, askerlik dönüşü bir süre pratisyen olarak çalıştıktan sonra ihtisas yapmaya karar vermiştim. Fakat o sıralar şimdiki gibi "Tıpta Uzmanlık Sınavı" gibi ortak bir uzmanlığa giriş sınavı yoktu. Uzman olmak isteyen doktorlar bakanlığın açtığı bir sınava giriyorlardı. Bu çok saçma ve adaletsiz bir sınavdı. O kadar ki 100 üzerinden 100 alan bir genç doktor sınavı kaybedebiliyordu. Çünkü daha önce doğuda çalışan doktorlara ay başına bir puan avantaj tanınıyordu. Söz gelimi doğuda üç yıl çalışmış biri o sınava cebinde 36 puanla giriyor, sınavdan 65 bile alsa, toplamda 101 puana ulaşarak, 100 puan alanın önüne geçiyordu. Siz ağzınızla kuş tutsanız sınavı kazanamıyordunuz. Sonuçta ben artık Türkiye'de ihtisas yapmaktan ümidi kesmiş ve kendimi o yılların modası olan Almanya furyasına kaptırmıştım. O dönem, gerçekten de çok sayıda doktor yurdu terk edip Almanya'ya yerleşmişti. Bunların bir kısmı artık oralı olmuş, bir daha geri dönmemiştir. Sonuçta biz de tası tarağı toplayıp "Alaman'ın gurbeti"ne gittik. Almanlar doğal olarak sadece doktor açığı olan branşlara doktor kabul ediyorlardı. Daha açıkçası yabancı doktorları ancak kendi doktorlarının burun kıvırdığı, özellikle muayenehane açma olanağı olmayan branşlarda çalıştırıyorlardı. Bu açıdan hem Almanlar, hem de bizimkiler için en ideal branş anestezi idi. Nitekim oraya giden doktorların neredeyse tamamına yakını öncelikle anestezi ile işe başlarlardı. Tabii çok az Almanca bilen ya da benim gibi hemen hiç bilmeyenler için, anesteziden daha uygun bir branşı bulmak mümkün değildi. Anestezi uygularken sonuçta hastaya bir iğne yapıp uyuttuğunuz için, haliyle hastayla öyle uzun uzadıya konuşmaya falan hiç gerek olmaz. Efendim anlatacağım öykü, 1976 yılında, benim Almanya"daki o ilk aylarımda yani en acemi zamanlarımda, Solingen Stadt. Krankenhaus'ta yaşadığım trajikomik bir olaydır. Almanya'da çok düzenli çalışan bir acil servis vardır. Bu serviste çok özel eğitim almış kişiler çalışır. Bu kişiler özellikle hastaya yerinde müdahale etmek, hastaneye taşımak konularında uzmanlaşmışlardır. Aslında doktor olmayan bu kişiler nedense hep şişman, kırmızı yanaklı, sarı-kızıl sakallı olurlardı ya da bana öyle gelirdi. İşte onlardan biri aracı kullanır, biri de elinde telsizle sağa sola komut yağdırır. Son derece özel donanımlı olan bu araçlar sadece hasta taşımanın ötesinde adeta yürüyen bir hastane gibidir. İçinde her türlü tıbbi müdahalenin yanı sıra bazı ameliyatları bile yapacak donanıma sahip olan


bu araçların tepesinde kocaman harflerle "Rettungswagen" yazar, bunu "kurtarma aracı" diye çevirebiliriz. Almanlar dilleri konusunda oldukça tutucu hatta bağnazdırlar. Bizim gibi batılılaşmaya ya da modernleşmeye çok hevesli olmadıkları için Almanca'nın kapılarını önüne gelen her Amerikanca sözcüğe açıvermezler. Bu nedenle "Ambulans" sözcüğünü hiç kullanmazlar. Aslını sorarsanız bu kelimeye ben de hiç ısınamadım. Türkçemizde "Cankurtaran" gibi çok güzel ve anlaşılır bir sözcük varken, bu ithal sözcüğü niye kullandığımızı hala anlayabilmiş değilim. Üstelik de ambulans kelimesinin orijinal anlamı da cankurtaran sözcüğünün yerini tutmaz. O dolaşmak, ayak üstü… falan gibi bir anlama gelir, her neyse. Son zamanlarda bir de ambulans yerine araçların tepesine SNALUBMA hatta daha da asri olsun diye ECNALUBMA yazmak modası var. Önceleri bunun sebebini anlamamıştım. Sonra sorup öğrendim. Meğer bu, trafikte araç kullanan birinin, arkasından gelen aracı, kendi aracının aynasından gördüğünde, tersten yazılmış yazıyı düzden okuması içinmiş! Çok doğru tabii. Mesela ben araç kullanırken ne zaman dikiz aynamdan arkadaki aracın üstündeki ECNALUBMA yazısını görsem, bunun bir ambulans olduğunu hemen şıp diye anlayıverir ve kenara çekilip, yol veririm. Fakat ben aynamdam ne zaman doğrudan AMBULANS yazısını görsem, arkamdan sağa sola ışıklar saçıp, siren sesleri ile ortalığı birbirine katarak yaklaşan aracı hep araba vapuru sanmışımdır (!). Neyse biz yine dönelim hikayemize. İşte yukarıda tarif ettiğim aracın ve ekibin başında kanunen mutlaka bir doktorun bulunması gerekir. Bu doktor da genellikle anestezistlerden seçilir. İşte ben de Almanya'daki o en kıtıpiyoz günlerimde, adımı ambulans nöbeti listesinde gördüğümde karalar bağlamıştım. Tasası günler önceden içime çökmüştü. Ama yapılacak bir şey yoktu. O gün şefim bana sıkı sıkı tembih etmişti: "Bak Herr Doktor, bu cebindeki telsiz çaldı mı, bil ki 90 saniye içinde bu araç hareket edecektir! Nerede olursan ol, 90 saniye içinde araçtaki yerini almak zorundasın. Sakın unutma!". Buraya kadarını unutmam mümkün değil de, peki sonra ne yapacaktım? Çünkü hem meslekte çok acemi idim, hem de o yarım yamalak Almancam ile etrafta ne olup bittiğini anlamam bile çok zordu. Nöbet günü ilk işim, bildiğim bütün duaları etmek oldu. Mümkün mertebe ambulanstan uzaklaşmamaya dikkat ettim. Hatta birkaç kez ambulanstan belli bir mesafeye kadar uzaklaşıp, geri dönme provası bile yaptım. Telsizin çaldığını farz edip, bir taraftan saatime bakarak hızlı hızlı ambulansın yanına döndüm. Şans bu ya tuvalet koridorun öteki ucundaydı. Oradan ambulansın yanına ulaşmak 20-25 saniyemi alıyordu. Ne demek istediğimi mutlaka anladınız. Gönül rahatlığı ile hacet etmek bile haramdı bana. O gün benim dualar öğleye kadar idare etti ve cebimdeki telsiz hiç çalmadı. Fakat öğleden sonra işte o müthiş an gelmişti ve benim telsiz çalıyordu!


Hemen fırladım ve işte bilmem kaçıncı saniyede ekibimin başındaydım. Arabanın motoru ise çoktan çalışmaya başlamıştı bile. Birkaç dakika sonra bizim araç yani o yürüyen hastane şehrin caddelerinde hızla yol alıyordu. Ben önde, o iki sakallının arasına büzülmüştüm. Şoför olanı hiç konuşmuyordu, bütün dikkatini yola vermişti. Ambulans son derece süratle Solingen caddelerinde yol alıyordu. Ötekisi ise elindeki telsizle birilerine devamlı bir şeyler anlatıyor, talimatlar yağdırıyordu. O kırık dökük Almancam ile anlayabildiğim kadarıyla bir adam kalp krizi geçirmiş olmalıydı. Bizim ambulansın sireni ortalığı yıkıyordu. Tepesindeki kırmızı mavi ışık da fırıl fırıl dönüyordu. Yoldaki araçlar sağa sola kaçışıp, bize yol açıyorlardı. İnsanlar pencerelere, balkonlara çıkıp merakla bize baktıkça, ben kendimi hastayı kurtarmaya giden doktordan çok, hastaneye yetiştirilmeye çalışılan bir hasta gibi hissediyordum; şaşkın, korkak ve tedirgin. Zaten çok ufak tefek biri olan ben, o iki iri kıyım sakallının arasında saksı gibi oturmuş, şimdi kendimi daha da küçülmüş hissediyordum. Bir süre daha o canhıraş siren sesleri ile şehrin sokaklarında dolaştık. Bana sorarsanız kalbimin atışları sirenleri bastırıyordu. Sonunda şehrin dış mahallerini geçtik ve bahçe içinde iki katlı bir evin önünde durduk. Benim kafamdaki plan çoktan hazırdı; araç durur durmaz bu bizim iki sakallı nasıl olsa fırlayacaklardı. Ben ise eften püften bir bahane ile biraz oyalanacak, ağırdan alacaktım. Yanlarına gittiğimde ise nasıl olsa onlar çoktan müdahaleye başlamış olacaklardı. İşte ben de onlara "Harikasınız çocuklar, ben de zaten böyle yapın diyecektim" demeyi planlamıştım. Tam da düşündüğüm gibi oldu. Araba durunca bizim iki sakallı ellerinde içi ilk yardım araç ve gereçleri, ilaç dolu iki büyük çanta ile fırladılar. Koşa koşa evin merdivenlerini bir solukta çıkıp, ikinci kata daldılar. Ben ise oyalanacak bir şeyler arıyordum. Saçma bir bahane bulup, kısa bir süre araçta kaldım. Sonra mecburen indim. Sanki bir sorun varmış gibi aracın kapısını birkaç kez açtım kapattım falan. Artık yapacak bir şey kalmamıştı, mecburen "olay yeri"ne gidecektim. O sırada bilmem benim bu şaşkın hallerimi gözlemleyen başka birileri var mıydı ama ben kimseyi fark edecek durumda değildim. Çok sıkıntılıydım. Derken istemeye istemeye eve yöneldim. Ayaklarım adeta geri geri gidiyordu. Tam ben evin bahçe kapısına gelmiştim ki, baktım bizimkiler merdivenlerden aşağı iniyorlardı. Hasta ölmüştü. Ben rahmetliyi hiç görmedim. Ama o gün hep Allah'ın beni koruduğuna inanmışımdır. Hastaneye geri dönerken içimi bir rahatlık kaplamıştı. O gün başka hasta çıkmadı. Bana bir daha ambulans nöbeti yazmadılar.

Ümit Evran


2017 Sayı 59


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.