Yıl: 2018 - Sayı: 60
İçerik; Sy.04) Sy.05) Sy.06) Sy.06) Sy.07) Sy.07) Sy.08) Sy.10) Sy.12) Sy.13) Sy.14) Sy.15) Sy.16) Sy.21) Sy.22) Sy.23) Sy.24) Sy.24) Sy.25) Sy.26) Sy.28) Sy.28) Sy.30) Sy.30) Sy.33) Sy.34) Sy.40) Sy.41) Sy.42) Sy.44)
Model: İbrahim Uras Kırcan - Fotoğraf: Engin Enginer Dengede Kalmak – Engin Enginer Aydınlığı Arzulayan Karanlık – Burcu Örlü Yürek Döküntüleri '11 – Serap Sütcü Bir Mevsim Susuyorum – Selim Erdem Penceremdeki Mavi Kuşlar – Sena Sabcıoğlu Falcı Doktor – Ümit Evran Penguenin Dansı – Gizem Ünsel Güneşi Görmek – Özgün Alkım Serin Sokak Çocuğu – Mehmet Acar Yalnızlığa Düzgüler – Özlem Özler Yürek Döküntüleri '12 – Serap Sütcü Sünnet Çocuğu – Ümit Evran Kaç Defa – Burcu Örlü Züğürtten Teselliler – Özlem Özler Salı Akşamları – Ercan Doğaç Ben Nasıl Yaşıyorum – Sena Sabcıoğlu Bir Sırça Aşk Risalesi – Selim Erdem Yürek Döküntüleri '13 – Serap Sütcü Aylak Sevilmeler – Özlem Özler Ne Kadar Zaman Geçerse Geçsin – Sena Sabcıoğlu Baharlarımı İstiyorum – Burcu Örlü Üzülmemek Mümkün mü? - Sena Sabcıoğlu Yalnızlığa Güvercin Uçurt – Özlem Özler Yürek Döküntüleri '14 – Serap Sütcü Bir Gözü Yıldız Palyaço – Özlem Özler Beklemek Yoruyor İnsanı – Sena Sabcıoğlu Yürek Döküntüleri '15 – Serap Sütcü Karanfillerin Tahakkümü – Gizem Ünsel Son – Burcu Örlü
Sy.45) Sy.46) Sy.47) Sy.49) Sy.56) Sy.56) Sy.57) Sy.57) Sy.58) Sy.60) Sy.61) Sy.61) Sy.62) Sy.62) Sy.64) Sy.66) Sy.66) Sy.68) Sy.70) Sy.71) Sy.75) Sy.76) Sy.76) Sy.77) Sy.81) Sy.82) Sy.84) Sy.84) Sy.86) Sy.88) Sy.89)
Yürek Döküntüleri '16 – Serap Sütcü “Beden Ölür ama Ruh Ölmez!” mi Acaba? – Mehmet Sağlam Sessiz Çığlıklar – Burcu Örlü Kurtulan İsa Ekspresi – Özlem Özler Aynadaki Kim? – Sena Sabcıoğlu Yürek Döküntüleri '17 – Serap Sütcü İki Kelimelik Hikaye – Burcu Örlü Evim Evrenim – Sena Sabcıoğlu Histerik Sayıklamalar – Özlem Özler Yalpantılı Düşünceler – Gizem Ünsel Yürek Döküntüleri '18 – Serap Sütcü Paramparça Kelimeler – Sena Sabcıoğlu Gönül – Burcu Örlü Saçak – Özlem Özler Maskeli Balo – Tuğba Kaplan Erkorkut Yürek Döküntüleri '19 – Serap Sütcü Mavralar – Özlem Özler Umut Doğuyor – Burcu Örlü Yürek Döküntüleri '20 – Serap Sütcü Kadıköy Kızı – Özlem Özler Manzaramda Ege Denizi – Sena Sabcıoğlu Çocuk Oyunu Değilmiş Aşk – Sena Sabcıoğlu Yürek Döküntüleri '21 – Serap Sütcü 20. ve 21. Yüzyıl Bireyleri – Gizem Ünsel İçimden Geçenler – Furkan Yasin Bora Mübeccel Kaktüs – Özlem Özler Mecburen Sustum – Sena Sabcıoğlu Denizimin Dalgası – Burcu Örlü Uzak – Özlem Özler Yürek Döküntüleri '22 – Serap Sütcü Son Defa Gördüm – Sena Sabcıoğlu
Model: İbrahim Uras Kırcan Akhisar, Manisa – 2018 Fotoğraf: Engin Enginer
Denge'de Kalmak Hayattaki en önemli kavramlardan biridir "denge". Lakin denge değişmez değildir. Denge, durmak demek değil, ilerlemektir. Hatırlayın; bisiklet üzerinde dengede kalabilmek için ilerlemelisiniz. Elbet bazen durmak da gerekir, lakin durmak için destek almanız şart. Durup da destek almazsanız, düşersiniz. Evrenin kendisidir denge. Zaman durmaz, sürekli akar. Bazen hızlı, bazen daha yavaş, yahut biz öyle algılarız. Konfüçyüs'ün de dediği gibi; durmadan ilerlediğin sürece ne kadar yavaş gittiğinin bir önemi de yoktur aslında. Yaradılışımız gereği de buna ihtiyacımız var. Mutluluğun kaynağı üretkenliktir ve mücadele olmadan da hayatın tadı çıkmıyor. Bazı insanlar bir yere varacaklarını bilmedikleri kayığın küreklerini çekmeye üşeniyorlar. Oysa güzel olan ulaşmak değil yolculuğun kendisi. Bir yere götürmese bile küreklere asılmaya devam etmeli. Bazen boşa kürek çekiyormuşsunuz gibi gelebilir, elbette öyle dönemlerde yeniden değerlendirme yapmakta fayda var lakin dışınızı değil de içinizi değerlendirin. Kendinizi tanıyıp ne istediğinizi bildikten sonra gerisi kolay. Dengeyi kaybetmeye başladığımı hissettiğim zamanlarda izlediğim bir kaç video mevcut. İhtiyacı olanlara tavsiye eder, zaman ayırarak seyretmenizi isterim. Daha önce izlemiş bile olsanız farklı yaş tecrübelerinde ve ruh hallerinde izlemek yeni pencereler açabilir. * Sofra Restoranları'nın Sahibi - Hüseyin Özer'in Hikayesi * Apple'ın Kurucusu Steve Jobs'un Stanford Mezuniyet Töreni konuşması * Ahmet Şerif İzgören'in Avucunuzdaki Kelebek Semineri Sevgilerimle.
Engin Enginer "Ufak şeylerden zevk alabilmek; lüks yerine zarafet aramak; saygı istemek yerine değerli olmak; zengin olmak yerine kimseye muhtaç olmamak; sıkı çalışmak, sessizce düşünmek ve dürüst konuşmak; yıldızları, kuşları, bebekleri ve bilgileri açık kalpla dinlemek. İşte benim senfonim!" W.E.Channing
Aydınlığı Arzulayan Karanlık Öyle hisler içerisindeyim ki… Hani kaçarcasına, çığlıklar ardında susarcasına… Baskın yemiş bir ev gibi. Köşesine sinmiş, camlarından hüzün fışkırıyor adeta. Gizli kalmış şiirler, fısıldayarak söylenen şarkılar gibi. Saklanmış kitaplar gibi. Başlığı ve yazarı uğruna yakılmış kitaplar, ezilmiş duygular gibi. Gökyüzünde kuş misali, özgürlüğü yaşarcasına süzülen uçurtmanın; masum bir çocuğun ellerinden kaçarak bir ağaca tutsak olması gibi. Öyle sığınmasız ki bu yürek. Yasaklar gibi. Bir o kadar da umutlu. Umuduma sevdamı dahil ettim. Sevdama kavgamı… Kavgama direnmeyi… Kalemimle kağıdımla direniyorum. Hürce. İlelebet. Aşk ile. Sevda ile. Umut ile. Hayata direniyorum. Barışı arzularcasına. Özgürlüğü çağırırcasına. Sevdama direniyorum, ellerini sımsıkı tutarcasına.
Burcu Örlü
Yürek Döküntüleri '11 Zifiriydi, Geceye ve hüzne rengini veren. Kara deyip geçtiler. İçinde tüm renkleri barındıran, Hepsinin en asiliydi anlamadılar. Kara çalıp karaladılar. Oysa görebilseler, Bir renk cümbüşüydü, Gökkuşağının aya bakan yüzünde Tüm renklerin efendisiydi. Bilemediler.
Serap Sütcü
Bir Mevsim Susuyorum Çok konuşmayacağım, Dönmezsin, görüyorum. Her şeyin farkındayım. Hava çok soğuk, susuyorum. Temmuz gibi sıcaksın, Bir o kadar soğuk. Sensizliği anlıyorum. Anlıyorum, ölüyorum. Konuşmama gerek var mı ki? Demli bir çaya anlatıyorum. Ümidini kesti bizden kaderimiz. Farkına varıyorum. Uzatmayalım. Olmaz. Biliyorum. Benden gidiyor giden. Yine kârlısın. Söylüyorum…
Selim Erdem
Penceremdeki Mavi Kuşlar Penceremdeki mavi kuşlar Gökyüzünden kopup gelmiş, Buluttan kopup düşmüş yağmur gibi Baharın geldiğini ben onlardan anlarım, Beyaz, pembe dallar El sallar rüzgar estikçe Güneş yanar kızıl, turuncu Her bahar oynarım bu oyunu Bir şiir gibi yazamam Doğanın yeniden uyanışını Çünkü hiç bir cümle anlatamaz Penceremdeki mavi kuşları ve bahar kokusunu...
Sena Sabcıoğlu
Falcı Doktor Kapı açıldı ve içeriye otuz yaşlarında, genç bir hanım girdi. Görünümünde bir taşralı havası vardı. Elimle muayene koltuğunu işaret ederek "Buyurun oturun" dedim. Sonra devam ettim: - Burnunuz tıkalı. Genç hasta yüzüme hayretle baktı. Ben yine devam ettim: - Ayrıca ağzı açık uyuyorsunuz, üstelik horluyorsunuz. Kadının yüzündeki hayret ifadesi daha da artmıştı. - Boğazınızda bir takılma hissi ve gıcıklanma şikayetiniz de var. Genç kadın beni başıyla onayladı. Oyun hoşuma gitmiş olmalı, devam ettim: - Sabahları kalkınca boğazınızda kuruluk oluyor ve bir bardak su içince rahatlıyorsunuz, hatta bazen bu kuruluk sizi yataktan kaldırıyor. O ana kadar tek kelime etmeyen kadın yüzüme "Bütün bunları nasıl bilebilirsiniz ki" dercesine büyük bir şaşkınlıkla bakıyordu. Bu bir oyun değildi elbet. Yıllarını bu işe vermiş bir kulak burun boğaz doktoru için, yaşanan bu durum çok sıradan bir şeydi. Zira hasta kapıdan girdiğinde, daha muayene koltuğuna oturmadan "I ıh" diye boğazını kazımıştı. Belli ki boğazında bir tahriş vardı ve o yüzden boğazını kazıma ihtiyacı duyuyordu. Bu tür tahrişler büyük bir sıklıkla, hastanın burundan nefes alamadığı durumlarda ortaya çıkar. Çünkü burundan yeterince hava alamayan hasta, uyurken ağzını açmak zorunda kalır. İşte normalde burundan girip de boğaza ulaşan hava tozundan süzülüp, bir taraftan ısınıp, bir taraftan da nemlenirken, ağızdan giren hava bütün bu işlemlere uğramadan, doğrudan boğaza ulaşır. Bu şekilde yutağa ulaşan hava, orada bir tahriş yapar ki bu da kişinin boğazının kazımasına yol açar. Hasta da boğazını kazımak zorunda kalır. Sözün kısası hastanın o ı ıh diye boğazını kazıması, basit bir ipucuydu. Benim için çok sıradan olan bu durum, daha doğrusu o henüz ağzını açıp, tek kelime bile konuşmamışken, benim hastamın bütün şikayetlerini bir bir sıralamış olmam, bayağı aklını karıştırmıştı. Yüzüme adeta ona gaipten sırlar veren bir müneccime bakar gibi büyük bir şaşkınlıkla bakıyordu. Benimse muzırlığım tutmuştu: - At bir beşlik, sevdiğinin adını da söyleyeyim!
Bu bir şakaydı tabii. Hani baharda, yazın kır bahçelerine falan gittiğimizde bir çingene kadın beliriverir ya… O kendine özgü şivesiyle "Hanıımm bir falına bakayım". Sakın ola boş bulunup da bu teklifi kabul etmeye kalkmayın. Eğer ederseniz, önce koynundan kirli bir mendile sarılmış, bir avuç "mesleki araç gereci" çıkarır. Bu bir avuç malzeme zeytin iriliğinde 3-4 taş, bir iki bakla ve mavi boncuktan ibarettir. Bunları masaya şöyle bir serper, sonra bir süre bu taşların ve baklanın yayılımına bakıp, kaşlarını kaldırarak bilgiç bilgiç anlatmaya başlar. Eğer ilk söyledikleri tutar da sizin bundan etkilendiğinizi fark ederse, artık arkası gelir: "At bir beşlik, şunu da söyliyeyim… At bir beşlik bunu da söyliyeyim... At bir beşlik sevdiğinin adını da söyleyeyim." Ben karşımdaki genç hastanın benim şakama gülmesini beklerken, o yere bıraktığı çantasına uzandı ve çantasından çıkarttığı cüzdanını açtı! Ona elimle "Vazgeçtim, paraya falan gerek yok" şeklinde bir işaret yaptım. Cüzdanını tekrar çantasına koydu. Aman Allah'ım! Olacak iş değil. Ben şaka yapayım derken, iş nerelere gelmişti. İnanılması en zor olanı da, doktora muayene olmak için gelmiş bir hastanın, karşısındaki doktorun ciddi ciddi falcılık yapabileceğini düşünmesiydi. Daha da inanılmazı kendisini muayene etmesini beklediği doktorunun, ona vereceği bu ekstra hizmet(!) için beş lira isteyebileceği idi. Şimdi hayret etmesi sırası bende idi. Ama mademki karşımdaki muhatabım beni falcı yerine koymakta bir sakınca görmemişti, ben de falcılığa devam edecektim. Yüzüme esrarengiz bir hava vermeye çalışıp, yarı kısık bir sesle: - Şimdi o uzaklarda... Çok uzaklarda... Açık denizlerde. Seni bekliyor. Ben tam bunları söylerken hastanın önce yüzü donuklaştı, oturduğu koltuktan yere kaydı. Bayılmıştı.
soldu,
bakışları
Kapıdaki hemşireye seslendim. Birkaç yardımcı daha odaya doluştu. Ayaklarını havaya kaldırdık, tansiyonu düşmüştü. Serum taktık, bir enjeksiyon yaptık. Bir süre gözlem altına tuttuk. Benim falcılık işin tadını kaçırmıştı. Bu yaptığım şakaya çok pişmanlık duyuyordum. Hastamızın niye bayıldığına gelince; kadın tam para çıkarmak için cüzdanını araladığında, yarım yamalak da olsa bir bahriyelinin vesikalık fotoğrafını görmüştüm. Sonra ben gerek yok anlamında bir işaret yapınca, o cüzdanını yine çantasına koymuştu. Düşünce sistemim son derece basitti. Karşımdaki hasta belki henüz otuzuna bile gelmemiş bir genç hanım olduğuna göre, çantasında resmini taşıdığı genç adam da
olsa olsa onun sevgilisi olabilirdi. Evet gerçekten de öyleymiş. Bunu onu eve götürmek üzere hastaneye gelen yakınlarından öğrendim. Zavallı genç adam altı ay önce bir deniz kazasında hayatını kaybetmiş. Ve bendeniz "falcı doktor(!)", kadına "Sevdiğinin çok uzaklarda olduğunu ve onu beklediğini" söylüyordum. O anda hissetiklerim anlatılacak gibi değil. Utanmakla, pişmanlık duygularım harman oluyordu. Bu tek kelime konuşmadan yaptığım, daha doğrusu yapamadığım ilk ve son muayenem oldu. Bir daha falcılığa tövbe ettim.
Ümit Evran
Penguenin Dansı Güzel bir çöl sabahına uyanmıştım. Duygularım kumlar kadar küçük ve sıcaktı. Koşmak, koşmak ve koşmak. Nefes almanın ilkelliğini, sıradanlığını ve gereksinimi unutarak koşmak. Ne muazzam bir sabahtı. O bir yerlerden beni izlerken ben ona koşmaktaydım vakitsizce. Gördükleri sadece yansımalarımdı. Benim göremediklerim ise tam olarak ona ait olaylardı. Buradayım. Ayaklarım acıyor. Kendimi yere atıp bir daha kalkmamak istiyorum. Yer çekimine artık karşı koyamıyorum. Erisem keşke onunla yok olsam zamansızlıkta. Sesler. Çok fazla. Boşlukta nasıl bu kadar çok ses olabilir? Hayır durun. Kısmayın müziğin sesini. O kalsın. Bir tek o kalsın. Tüm dilleri unutayım, tüm sesleri unutayım ama bir tek o kalsın. Yeni oluşan bir yıldız gibi. Var olan tüm elementleri sömüren bir yok edici gibi. Evet devam etmem lazım. Kalkıyorum. Önümde bir penguen var. Penguenlerin nerelerde yaşadıklarını düşünüyorum. Afrika'nın kuzeyi? Yo hayır değil… Madagaskar? Sanmam. Her neyse. Eğer gerçekten burada ve tam olarak karşımda duruyorsa o da bu civarlarda yaşıyor demektir. Ama içimden bir his itiraz ediyor bu kabullenişime. Aldırmıyorum. Ben ona yaklaştıkça tüyleri uzamaya başlıyor. Hızlandırılmış bir evrime mi şahit oluyorum? Bacakları irileşiyor, kafası büyüyor ve boyunda da inanılmaz bir artış. Gözlerimin yandığını hissediyorum. Bu ışık nasıl da yakıyor tenimi ah! Artık açamıyorum gözlerimi. Neredeydim? Kimdim
ben? Penguen hala karşımda mı? Bir ses bölüyor tüm düşüncelerimi. Fakat duymuyorum sanki bu sesi. Kulaklarım bana ait değil. Sanırım zihnimin içinden geliyor duyduklarım. Koşmayı bırak diyor bana. Ama nasıl yapabilirim bunu? Yetişmem lazım, devam etmeliyim. Bırak beni demek istiyorum. Sanırım bir şekilde başarıyorum bunu söylemeyi ama benim ağzım değil bu dudaklarım yok gibi. Garip bir his kaplıyor içimi. Düşmek gibi değil. Bedenimin hiçbir etkiye maruz kalmadığını hissediyorum. Ne tatlı ve uyuşuk bir his. Kanımın akışını duyabiliyorum. Ama kalbimin sesi? Bu davullar da neyin nesi. Güm!güm!güm! Çok derinde… Avuç içlerimde bir sıcaklık. Ama neden? Aldırmıyorum… Sanırım geldim. Gelmişliğin hissi var içimde. Vardım. Ulaştım. Başardım. Ama tek bir adım bile atmadım? Yoksa o mu bana geldi? Amaç ona varmaksa sayısı önemli mi attığım ya da atmadığım adımların. Yeşil bir düşünce kaplıyor içimi. Evet kesinlikle olmam gereken yerdeyim. Ne bir adım fazla ne bir adım eksik. Tam olarak olması gereken yer. Ama ben kimim? Kendimi penguene emanet ettiğimden beri ne kadar vakit geçmişti? Nerede olduğumuzu bilmek istemiyorum. Mühim değil. Sadece ulaşmanın hazzı yetiyor her hücreme. Ancak başka bir his kaplıyor içimi... Çözülüyorum artık. Bedenim yavaş yavaş maddesellikten uzaklaşıyor. Tam da olmam gereken yerdeyken. Tam da yeşili bu kadar derinlerimde hissetmişken. Göz çukurlarım acıyor. Küçücük damlaların nasıl oluştuklarını görebiliyorum. Kendi içimi görebiliyorum artık. Aldığım nefesi görebiliyorum. Otuz sekiz tane adenozin tri fosfatımın nasıl oluştuğunu ve parçalandığını görüyorum. Beni oluşturan atomlarım arasındaki bağlar yavaş yavaş kopuyor. En çok da kovalent olanlar. Ama neden? Açığa çıkan ışık ne muazzam! Evet artık görebiliyorum. O gücü görebiliyorum. Bütün yaşananları görebiliyorum. Çölde bir kadın koşuyor görüyorum. Hem de tüm yansımalarını. Düşüyor. Ayağı küçücük kumlara takıldı. Kalkıyor ve minik bir penguene rastlıyor… Boşlukta ne çok ses var duyabiliyorum. Bir yıldızın patlaması, kozmik bir fırtına. Marstaki suyun sesi, bir galaksinin varoluşunu… Ben hepsini görüyorum ve duyuyorum. Kim olduğum hakkında en ufak bir fikrim yok ya da ne olduğum. Artık anlıyorum. Varmak için bu kadar koşmama gerek yokmuş. Benim tatlı penguenim. Varlığını duyumsayabiliyorum. Teşekkür ederim…
Gizem Ünsel
Güneşi Görmek Sevgiden öyle uzaksınız ki, size ve kıymet verdiklerinize sevgiyle gelenlerde illaki art niyet arıyorsunuz. Çocuğunuzu severken, başarılı bir öğrenci olmasına göre puanlıyor, sakin hareketleri varsa razı oluyorsunuz. Sabahları iş arkadaşlarınıza günaydın derken, demezsem kesin altında bir bok arar diyerek yarım ağızla günaydın diyorsunuz. Sevgilinizi sadece siz mutluyken seviyor, ihtiyacınız varken o ne durumda olursa olsun o anda hemen yanınızda istiyorsunuz. Yolda yürürken gülümsemiyor, sokakta hayvan görünce pistliyor, düşkün gördüğünüzde tiksiniyorsunuz. Yaşadığınız hayatın güzelliklerini kendinize, berbatlıklarını karşınızdakilere mal ediyorsunuz. Yanlış yapabilme ihtimaliniz yok. Hele ki yanlış gördüğünüze, o yanlışa sizin yönlendirme ihtimaliniz? Yok canım o bozuk bir kere hadi oradan diyorsunuz. Yanlışlıklara sessiz kalma ve hatta buna zevkle eşlik ve teşvik etme ihtimallerinizi saymıyorum bile. Eminim o hiç tanımadığınız, tanımaya dahi çaba harcamadığınız kız mini etek giydiyse kesin eşinizi sevgilinizi ayartmaya çalışıyordur. Bir kimliği, zekası, kalbi yoktur. Eminim o hiç tanımadığınız ve tek lafı ile con con ilan ettiğiniz kaslı adam mutlaka ki eşinizi sevgilinizi yoldan çıkarmaya çalışıyordur. O hale gelebilmek için saatlerce çalışması, yeme düzenine dikkat etmesi, araştırması bilgi sahibi olması filan hele hiç önemli değil. Oturduğunuz yerden o yüksek kaba etinizi kaldırmadan parmağınızı ona buna sallayabilirsiniz çünkü. İnsanları dış görünüş ve ön yargı ile sığ bir şekilde yaftalarken; o çok sevdiğiniz eşinizi dostunuzu bile "sen de bu kadar sığ ve iğrençsin kesin tav olursun böyle şeylere ondan ben şeyapıyorum ya hak ver" diye acımasızca imalıyorsunuz. Üzerine ahkam kesip, olmayan ahlak yargılarınızla, olmayan samimiyetinizle Dostluk, arkadaşlık ve sevgiyi öyle bir kirletiyorsunuz ki; vallahi şu velet yaşımda hayretler içerisindeyim. Güneş elmayı tatlandırırken, biberi acılaştırırmış. Kabahat güneşte değil, karakterde. Asla gerçekten sevgiyi tatmamış, sevip sevilmemiş; dost edinmemiş, etik bilmeyen bütün biberler adına insanlıktan özür diliyorum, elma olmak güneş görünce güzel.
(Not: Bu yazıyı okurken üzerine alınan olduysa şayet, bana mı laf gönderiyor ya bu demekten önce, neden üzerime alındım ki ben bunu noktasında biraz kafa yorarlarsa daha faydalı olur gibime geliyor. Ama eminim alınanlar her şeyi benden daha iyi biliyorlardır. :) )
Özgün Alkım Serin
Sokak Çocuğu Kimsesizmişim ben, diyorlar ki 'Sokak çocuğu'. Kış günlerinde çıplaktım; bulamadım gocuğu. Ellerim kirli sadece, bak yüreğim nasıl? Beni hor görenler var ya kirli onlardır asıl. Hiç bilmiyorum nasıl ki sıcak çorbanın tadı, Anne babam değil sokaklar vermiş bu adı. Çöplükler yemeğim, kaldırımlar yataktır bana. Sen olsaydın hiç bu duruma düşer miydim ana? Evimin tavanı yok, gözlerim gökyüzüne bakar, Biri oğlum deyince gözlerimden inciler akar. Üstüm başım yırtıktır, yarı tok, yarı aç. Yokluğun da yokluğundayım sevgiye muhtaç. Kuru ayazı iyi bilirim de; sıcak yuva da neymiş? Bu dünyadaki en büyük zenginlik var ya işte o anneymiş. Hiçbir şeyim olmadı benim, sadece kırık, dökük oyuncak. ALLAH'A (c.c.) hamd ettim hep bayat ekmekle doyunca.
Mehmet Acar
Yalnızlığa Düzgüler Yalnızlığın verdiği rehavetle dolanıyorum sokaklarda. Bir başucu kitabımın varlığından yoksun, hiçliklere doğru yol alırken savaşları düşlüyorum ya da kimsesiz, yaşamdan nasibini alamamış insanları. Derken yağmur çiseliyor. Toprağın kokusu genzimi yoklar gibi... Sonra baharı özlüyorum bahara yakınken. Tüm vaatlere doymaktan mide spazmı geçirir gibiyim. Delicesine baharı özlüyorum... Aniden Türk filmi jönlerinin o sıradan sözleri fısıldanıyor kulaklarımda: "Ah sigaram! Benim için yanan tek şeysin." Çakmağımı çakıyorum o hararetle. Aslına bakarsan pasif bir içiciyim. Derme çatma laflar bunlar, işin gereği yani. Bu kadar dramatize etmeye gelmiyor ama; yanmış, yıkılmış ümitler besliyorum. Kursağa kadar kin ve gurur eğrileri. Geçmiş tozlu raflardan gülümseyerek: "Herkes, her şey unutulmaya yahut hatırlanmaya mahkum. Mahkumuz kısacası. Prangasını kendi takan insan nesli!" Şimdi sen diyorsun ki bu yıkılmışlığın, esaretin kol gezdiği dünyada şarkı söyle. Sonunu bildiğin kitabı yeniden oku mır mır mır... klasiklerden! Olmaz diyorum, kırgınlıktan demlenmişcesine susuyorsun. Çekip gitmiyorsun. Belki artık doğru gözlerle bakıyorsun dünyaya. Belki ben iyimserim. İsmi bahis olunmaz ya yine yalnız dolaştığım sokakların adını hatırlıyorum. Sonra sen araya giriyorsun, varolmaya çalıştıkça ölüyorsun. Birden anımsıyorum "Ölüler korkutmasını ne çok sever ve sen, rüyalarımı dahi süslemiyorsun." Kamyoncular düzgüler diziyor: "Aşk bir vişne ye ye kişne..!" Gülümsetiyor beni. Hava eksi derecelerde, soğuktan it durmuyor. Seni düşündükçe ısınıyorum demleri silinmiş artık. Yokluğun bu kadar mı sevdirdi kendini? Kalman o denli acıtıyor, bil istedim! Çok çok sonra dönüp umudunu kaybetme diyorsun, umudumu çalan biri olarak. Kelimeleri öfkeden kudururcasına frenletiyorum. Hak, hukuk naraları siyaset meydanlarında debeleniyor ve sesleniyorum: "Ey adalet gözün açıldı artık"...
Özlem Özler
Yürek Döküntüleri '12 Dedemin öldüğü gün kaybolduk Sahipsiz çocuklardık Kaçıp sığındık bir omza Baktık çukurdu, bataktı Çıkıp dipsiz kuyulardan gizlice soluk aldık Soğuk odalardan ses olup uzandık umuda Tutup bir nefes arası birbirimize tutunduk Kaybolmuş bir ömrün ardı sıra Nefes nefese can bulduk Bir küçük esintiye kapılıp Aldanıp başımızı yasladık Sevgiye aç ötelenmiş kimsesiz dünlerde Bir de durup ufacık bedenle Koca yüreklerimizi yere serdik Sahipsiz çocuklardık Köşe başlarında boyun büküp Şımarık çocukların oyuncağı olduk Şimdi sorgulama bayım beni Senin yüreğin dar sokaklar gibi Kuytu, karanlık Benim yolum karmaşık, engebeli Soğuk, ıssız, korunmasız Beni karanlık yolda görsen de Işık tutar, yol olur, iz olur Tutar elini yürürüm Sahipsiz çocuğum, bayım Üşüme diye üstüne ceketimi örterim Yolum karanlık görünse de sana İnan senden daha aydınlığım bayım Biz üç kişiydik lanetlenmiş Yaşama tutunup bir ara gülümsedik.
Serap Sütcü
Sünnet Çocuğu Henüz bahar gelmiş sayılmazdı ama o uzun kış geceleri, kasvetli günler geride kalmıştı. İşte bugün de güneş yine göz kırpmıştı, bunu fırsat bilen çoğu insan kendini dışarılara, parklara, bahçelere atmıştı. Ben de bunu fırsat bilip, bu parka gelmiştim. Bizim eve yürüme mesafesinde olan bu parkın en sevdiğim yanı içinde bir de çocuk parkı bulunmasıdır. Orada bir banka oturup, uzaktan çocukları seyretmek bana çok keyif verir. O gün de öyle olmuştu. Parka kadar yürümüş ve çocukları görebileceğim bir bank arıyordum. Orada çocuk oyun alanını gören iki banktan biri bir aile tarafından işgal edilmişti, ben boş olan ikinciye yöneldim. Çocuklar da havanın değiştiğinin farkındaydılar ve bu güzel günün tadını çıkarıyorlardı. Kimileri kaydıraktan kayıyor, kimileri tahterevalliye, kimileri de salıncaklara binmişlerdi. Çoğu 6 ile 10 yaşı arasındaydı. Daha küçüklerin başında, aile büyükleri gözlemcilik yapıyor ya da onlara yardım ediyordu. Derken 7 yaşlarında bir oğlan çocuğu ve elini sıkı sıkı tutmuş babası, bana doğru yaklaştılar. Babası benim banka çökerken, oğlanın elini bıraktı ve bana belli belirsiz bir selam verdi, sonra oğlana dönüp: - Haydi bakalım şimdi oynamaya gidebilirsin ama çok dikkatli ol, biliyorsun yeni ameliyatlısın, dedi. Çocuk boş gözlerle babasının yüzüne bakınca, adam bu sefer çocuğa Fransızca bir şeyler söyledi. Oğlanın gözleri parladı: "D’accord papa" dedi ve oyuncaklara seyirtti. Ben adama laf attım: - Geçmiş olsun, ameliyat mı oldu? - Aslında pek ameliyat sayılmaz, dün sünnet oldu. Fransa'da yaşıyoruz. Dedesinin ısrarıyla geldik, sünnetin mutlaka burada yapılmasını istedi, torununun mürüvvetini görecekmiş. İki gün sonra döneceğiz. Adam iki gün sonra döneceklerini söyleyince güldüm, sanırım yüzümde alaycı bir tebessüm belirmiş olmalı ki, adam niçin güldüğümü sordu. Cevap verdim: - Kendi çocukluğumu hatırladım da onun için. Adam çok nazik bir şekilde: - Sizin için bir sakıncası yoksa dinlemek isterdim, aslında bu tür şeyleri çok merak ediyorum, dedi. Sonra bu söylediklerini açıklama ihtiyacı
duymuş olmalı ki devam etti ve çok küçük yaşta yurtdışına gittiklerini, ne zaman gittiklerini bile hatırlamayacak kadar küçük olduğunu söyledikten sonra, orada büyüdüğünü, okuyup, meslek sahibi olduğunu, bir süre sonra annesi babası yurda dönmelerine rağmen kendisinin bir türlü dönemediğini bir solukta anlattı. Sonra devam etti: "Artık iş güç sahibi olduktan sonra dönmek çok zor." Çocuğu merak etmiştim: - Ufaklığın Türkçesi zayıf galiba. - Evet haklısınız, maalesef zayıf. Annesi Fransız, Türkçe'yi iyi kötü anlıyor ama ben ne kadar gayret etsem de o kadar oluyor işte. - Boşuna "ana dil" dememişler, dedim. Adam başıyla tasdik etti. - İsminizi sorsam? - İsmim Kağan ama Fransızlar ismimi söyleyemedikleri için kısaca "Kan" diyorlar. Bana her Kan deyişlerinde güleceğim geliyor, çünkü bu Cote d’Azur'deki ünlü bir sayfiye kenti Cannes'nin okunuşu. Genç adam kırık bir Türkçe ile konuşuyordu ve oldukça sempatik görünüyordu. - Sizin Türkçeniz iyi görünüyor. - Aslında tam istediğim gibi değil fakat Türkçe konuşma fırsatım olmuyor. Ben makine mühendisiyim. Küçük bir işletmem var, yanımda on iki kişi çalışıyor. Bunların birkaç tanesi Türk, bazen onlarla Türkçe konuşmaya çalışıyorum ama onlar da orada doğup büyümüşler ve aralarında Fransızca konuşuyorlar. - Kendi çocukluğunuzu, sünnetinizi anlatacaktınız. Gülerek, biraz da şaşkınca sordum: - Bunu gerçekten istiyor musunuz? - Evet gerçekten istiyorum. Hep yurt dışında yaşadığım için, kendi geleneklerimize, törelerimize çok uzak kaldım, merakım bu yüzden. Hele sizin çocukluğunuz çok ilginç olmalı. Önce bir soluklandım. Sonra ellili yıllardaki, Kırkağaç'taki kendi çocukluğum gözlerimin önüne geldi. "Madem istiyorsunuz, o halde anlatayım" dedikten sonra anlatmaya başladım: - Bizim çocukluğumuzun sünnetleri şimdikilere hiç benzemezdi. Aslında bizim çocukluğumuz da şimdiki çocukların çocukluğuna hiç benzemezdi. Doğru dürüst oyuncağımız bile yoktu. Bir teli kıvırarak yaptığımız, tekerlekleri olan, dümeniyle yönlendirebildiğimiz arabalarımız belki de en teknolojik(!) oyuncaklarımızdı. Çelik çomak gibi kolay elde edilebilir malzemelerle ya da mutucu dediğimiz, taşların üst üste konulmasıyla oynanan basit oyunlar oynardık. İçi yenmiş, kazınmış, yarım bir kavuna ip bağlar çekerdik. Çocuklar için hazırlanmış özel oyun sahalarını hayal bile edemezdik. Bütün sokaklar bizim oyun alanımızdı, tabii büyüklerden biri bizi kovana kadar. Genç adam sessizce ama ilgiyle dinliyordu. Devam ettim: "İşte o dönemlerde, erkek çocukların en önemli gündemi 'sünnet'ti. Sünnet olmak çocukluğumuzun en önemli miladı, şimdiki tabirle tam bir 'kırılma
noktası' idi. Herhalde 7-8 yaşlarında falan olmalıydım, oyun oynarken diyelim ki 60-70 santimlik bir duvardan aşağı atlanacak ya da hendek benzeri küçük bir oluğun üstünden karşıya zıplanacak, aramızda konuşurduk; 'Ben atlarım' ya da 'O atlayamaz!' Sonra da ilave ederdik: 'O daha sünnet bile olmadı'. Yani bir duvardan aşağı atlamak ya da hendekimsi bir çukurdan karşıya zıplamak sünnetle bağlantılıydı ve sünnet olmuş olmak bir statü sembolüydü. Futbol oynarken de sünnet olmayan çocuk ancak kaleye geçerdi, ortada oynayıp da gol atmak, sünnet olanların önceliğiydi." Kağan kırklı yaşlardaydı, oldukça saygılı biriydi, sessizce dinlerken, yüzündeki merak duygusu açıkça görülüyordu. Hikayeme devam ettim: "Evet sünnet konusu en önemli ve değişmez gündemimizdi. İşin bir de başka yönü var; bir arkadaşımızın sünnet olduğunu duyduk diyelim, merakla sorulan ilk soru 'Ağlamış mı' olurdu. Sünnet olmak kaçınılmaz bir şeydi, aksini düşünemezdik bile ama sünnet olurken ağlamak prestiji sarsan, insanı arkadaşları arasında küçük düşüren bir şeydi. Tersi yani ağlamamak da bir gurur vesilesi, övünme konusu idi. İşte o yaşların çocuk dünyamızda, sünnetle ilgili bir kabusumuz vardı, bu adeta bir heyüla gibi anlatılırdı: 'Bitik ya da bitişik' olmak. Bu tıp dilinde fimozis denilen, doğumsal bir anomaliydi. Burada söz konusu olan sünnet derisinin, çocuğun pipisinin başına yapışık olması idi. Çocuğun pipisinin zarar görmemesi için, doğal olarak sünnet öncesi bu sorunun giderilmesi gerekirdi. İşte bu ihtimal, o küçücük çocuk dünyamızın en büyük kabusu idi. Anlatıldığına göre sünnetçi, sünnetten önce sünnet derisinin altından bir mil sokup onu, dairevi hareketlerle çevirip, o yapışıklığı açıyordu. İşte asıl ağrı yapan buydu. O mil hep rüyalarıma girerdi." Ben bu mil hikayesini anlatırken, genç adamın yüzü gerildi, şöyle bir başını geriye attı ama görünen o ki, merakı daha da artmıştı. "Sünnetçi deyince biraz da Kırkağaç'ın sünnetçilerinden söz edeyim. O dönem iki tane ünlü sünnetçi vardı; biri 'Berber Ragıp' diğeri de 'Kirmaslı Berber'. Biz yukarı mahallede otururduk, yukarı mahallede kasabanın yerlileri otururdu, yerlileri hep Berber Ragıp sünnet ederdi. Aşağı mahallelerde ise muhacirler otururdu. Muhacirler Lozan antlaşmasıyla Selanik, Drama gibi yerlerden gelmiş göçmenlerdi. Onları da hep Kirmaslı berber sünnet ederdi. O zamanın imkansızlıkları içinde, genel anestezi ile çocuğun bayıltılarak, acı çekmesinin önlenmesini düşünmek bile mümkün değildi. Nedense lokal anestezi de kimsenin aklına gelmezdi yani gelmezmiş. Sünnetçinin elindeki iki aletten biri sünnet derisini kıstıran alet, diğeri de keskin bir ustura idi!" Kağan'ın gözleri kocaman oldu: - Oh mon Dieu! Sakince yineledim: "Evet ne genel ve ne de lokal anestezi." Yüzündeki ifade meraktan çok korkuya dönüşmüştü. - Lütfen devam edin, anlattıklarınız çok ilginç ama anlayamadığım, o kurumda yardımcı hiçbir sağlık personeli yok muydu? Güldüm:
- Hangi kurumu soruyorsunuz ki, bizim sünnetler hep evlerde yapılıyordu. Kağan'ın şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Devam ettim: Çocuğun korkmasına, kaçmasına karşı bir önlem olarak, güçlü kuvvetli iki kişi, arkadan yanaşıp, çocuğun bacaklarını sıkı sıkı tutarak, sünnetçinin işini kolaylaştırırdı. Böylece sıra o tarihi ana gelirdi! Sünnetçi "Tavandaki kuşa bak" diyecek, sünnet çocuğu da, sünnetçiye yanıt olarak –yani diyebilirse- "Önündeki işe bak" diyecek! Ve sıra sünnetçinin usturasına gelecekti… - Tavan… Kuş… Anlayamadım. O bir ritüeldir. Yani sünnetçi çocuğun dikkatini dağıtmak için "Tavandaki kuşa bak" der, çocuk da olayın farkında olduğunu vurgulamak için, cesurca "Önündeki işe bak" diye yanıt verir. Kağan "Hımm" diye bir ses çıkarmıştı. Merakı giderek daha da artıyordu. Ne yazık ki ben de bitişiktim! Bu elbette ki benim kabusumdu. O mili hayal etmek bile uykularımı kaçırırdı. Daha da kötüsü, o mil işlemine tabi olup da ağlamayan çocuk yoktu, demek ki ben de ağlayacak ve ele güne rezil olacaktım. Düşünmesi bile korkunç. Sonuçta babam rahmetli beni sünnetten bir süre önce Berber Ragıp Amca'nın berber dükkanına götürdü. Kağan sözümü kesti: - Berber dükkanına? Güldüm: - Evet berber dükkanına. Ragıp Amca dükkandaki paravanın arkasında, bende o meşhur mil işlemini uyguladı. Unutmadan söyleyeyim, ağlamadım! Bu sünnet öncesi bir hazırlıktı. Ragıp Amca bu işlemi uyguladıktan sonra, onun önerisiyle bir süre pipimi bir fincandaki zeytinyağına sokup, sünnet derisini ileri geri hareket ettirdim, amaç tekrar yapışmasını önlemek. Yapışmasın ki Berber Ragıp, sünnet öncesi onu tekrar açmak zorunda kalmasın. Sünnet öncesi sağ elimin baş parmağına ve işaret parmağına kına yakıldı. Bu sefer ben sordum: - Nedenini biliyor musunuz? "Nerden bileceğim" anlamında, başını iki yana salladı. Yanıtı yine ben verdim: "Çocuk büyüyünce, bu iki parmağıyla silah tutacak, vatanı koruyacak diye" dedim. Genç adam büyük bir ilgiyle dinliyordu: "Hiç bilmiyordum, çok etkilendim" dedi. Devam ettim: "İşin en fiyakalı tarafı da, sünnet günü, önde davul zurna, arkada atın üzerinde sünnet çocuğunun, kasabada tur atmasıdır ama nedense beni ata bindirmediler, belki de babam düşerim diye korkmuştur. Evet bir hafta kadar sonra o tarihi an gelmişti! Her şey hazırdı. Ve ben Ragıp Amca'nın önündeydim. Bir ara gözüm arkaya kaydı, sağ arkamda
İmran Ağabey, penaltı atılmazdan beş on saniye önceki kalecinin pozisyonundaydı; sağ bacağımı arkadan kavramak üzere atlamak üzereydi. Hiç unutmam, İmran Ağabey’i "Hadi tut" diye ben davet ettim. Ne cakaydı ama! Sol bacağımı da arkamdan bir başkası kavradı. Ve ben kuşa bakmadım, Ragıp Amca işini yaptı. Tabii ki ağlamadım! Sonra beni anamın yatak takımlarını, yorganını özenle hazırlattığı yatağa yatırdılar. Yorganın pipime değip rahatsız etmemesi için, bir kasnağı popomun altına yerleştirdiler. Etrafımda artık hep teyzeler vardı, adet ağlayan çocuğun ağzına lokum sokuşturmaktı, aslında buna tepmek demek daha doğru olur. Bir de sigara içirmek! Evet evet 8-10 yaşındaki çocuklara sigara içirmek… Sözde acısını dindirmek için. Bana da önerildi ama ben kabul etmedim. Sünnet olmakla korkular, kabuslar bitmiyordu. Çünkü o açık sünnet yarasının iyileşmesi birkaç hafta zaman alırdı. O süre içinde sargıların değişmesi gerekirdi. Açık yaraya serpilen tozlar, zamanla kurur ve sargılara yapışırdı. İşte o yaraya yapışmış sargıların açılması da ayrı bir ızdırap konusu idi ve bu birkaç kez tekrarlanırdı. İyileşme birkaç hafta sürerdi ama bu süre içinde evde hapis kalmaya dayanamaz ve yere kadar uzanan sünnet gömleklerimizle çarşıya çıkar ve gömleğimizin önünü, pipimize değmemesi için elimizle tutar, iki bacağımız açık, paytak paytak yürürdük. Bu artık bizim de erkek olduğumuzun gururla etrafa anons edilmesi anlamına geliyordu. Hey gidi günler!" Kağan anlattıklarımı büyük bir ilgiyle, sözümü kesmeden dinlemişti. Yüzündeki ifade ve değişen mimikler kah şaşkınlık, kah hayret, kah korku dolu idi. Sünnetimi bu genç adama anlatırken, anılar beni almış, üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmiş sünnetime götürmüştü. Yine o kırık Türkçesiyle: - Size çok teşekkür ediyorum. Anlattıklarınız yani yaşadıklarınız sanki fantastik bir kurgu film gibi. Çok farklı bir hayal dünyası. Kağan konuşmaya devam edecekti. İhtimal bir dolu sorusu da vardı. Tam bu sırada ufaklık yanımıza geldi. Babası beni işaret ederek: - Dit lui bonjour. Oğlan bana döndü: - Bonjour monsieur. Çocuk babasının kulağına doğru alçak sesle bir şeyler anlattı. Bunun üzerine babası gülerek ayağa kalktı. Bana dönerek: "Bizim bir kaza olmadan, acele en yakın tuvalete gitmemiz gerekiyor." Güldüm. Genç adam sohbet için teşekkür etti, elimi sıkarak vedalaştı. Oğlan: - Au revoir monsieur, saçını okşadım: - Au revoir delikanlı.
Ümit Evran
Kaç Defa? Kaç kadın böyle izledi seni? Kaç kadın yüzündeki izleri ezberledi? Kaç kadın sakallarını hatmetti? Peki kaç kadın yüzünde masallar yaşadı? Kaç kadın nefes alıp verişine ritimler tuttu? Kaç kadın geldi sana? Kaç kadın geçti senden? Peki ya sen? Kaç kadın aldın böyle kollarına? Kaç kadını okşadın saçlarından? Kaç kadının gözlerine güven aşıladın? Kaç kadının dudaklarında baharlar açtın? Kaç kadının yüzüne çiçekler ektin? Kaç kadınla aşk yaşadın? Peki ya ben? Kaç adam uğruna aşka tutsak oldum? Kaç adama dokundum? Kaç defa yaşadım aşkı böyle doya doya? Ben kaç defa sevildim sevgilim? Kaç adam için aldım kağıdımı elime? Kaç adamın kirpiklerinde çıktım göklere? Kaç adamla aşk yaşadım? Peki ya biz sevgilim? Kaç defa sevdik? Kaç defa sevildik? Nerede bu soruların cevabı? Belki gözlerimde, belki gözlerinde. Konuşma sus. Ve susalım. Bak bana. Ve bakalım. Bırak beni, dokunma. Uzaktan anlaşalım, Yüreğimizi yansıtarak. İşte o zaman sormam, Cevaplarım.
Burcu Örlü
Züğürtten Teselliler Hangi şehre atlasam, bulaşsam biri anlıyor beni, tanıyor bir körpe delikanlı. Bir müptela geçiyor sere serpe: - Ben hep aynı ben, bir tutam değişmedim saçlar aynı saçlar birazcık çoğaltmadım perma desen perma yaptırmadım biraz bile kopartmadım saçlarımı bir tutam boyatmadım … Ayağa kalkın dercesine nara atıyor. Şehir sustuğu için pek bir tepkisiz. Atlayış: Otobüs: Mısralar zihnimde sürç-i lisan. Önümde oturan yaşlı adamlar solgun birer yaprak. Uykunun mağrurluğunu taşıyıp sessizliğe ateş ediyorlar. Alacağım var hepsinden hep yarım kalmış tahsilatlar. Nasıl biter bu borçlar? Sessizliğe kibrit mi çakmalıyım? Alev almadı buralar! Önümde oturan yaşlı adama baktım yumulmuş yiyeceğine faldır faldır gözler. Bu ne açlık? Biz burada şairleri analım siz yemenin derdinde… şair sesleniyor dediklerimi duyar gibi: "Önümden çekilirsen İstanbul görünecek." Duyan olmadı yazık! Ben çığlık atıyorum. Kemikleri sızladı be adamın! Çocuğum belki toyum ah bir bilseler ne kadar da olgunum! Ciddiye alınmak için beyin olgusunu geliştirmek yeterli olmadı. Aradığınız nedir efendim yaş mı? Atlayış: Tren: Önümde bir tren, trenin içinde bir adam. Ben sevdim bu adamı adam susmuştu. Şakaklarına beyazlar az evvel düşmüş gibi. Tahsilatlarım gibi konuşmalarım da yarım bu adamla. Elimi kaldırdım: - Hey! Ben büyüdüm. Benimle konuşmayı dener misin? Eğdi başını mağrur. Konuştu. Susarken daha cazip bir adammış. Konuşmasındaki ısrarcılığım. Çocukluğum işte. İndirdim elimi hey sen en iyisi birazcık susmayı dene! Sabahın bilmem kaçı ne yürek ne bilek ne karın tokluğu var. Müptelayım: Delicesine, ağlarcasına, severcesine, kaçarcasına, susarcasına… en yüreklisi atlarcasına. Traversler dertli benden. Traverslere çok hikaye anlatmışlığım ve dinlemişliğim vardır. Delilik işte. Bu karalar sıktı beni. Atlayış: Mavi ve dalgalı bir deniz: Şeytan göklerde mi yerlerde mi sen de mi
deniz? Aynı kederler sofrada. Uzayda dinlenmek isterdim. Doğuştan yaşıyorum bir garip ıstırapla. Sevmem öyle şeyleri. Bak ışık sızarsa penceremden doğuştan sevebilirdim adını. Kahve, kahve içer misiniz? Al işte uyandık bir rüyadan daha. Atlayış: Dünyam: Sabahın bilmem kaçı. Yıllarca bir adam ölmüş sonra dirilmiş. Çekmişim revolveri adamın şakağına -dan dan- adam yerde. Kan yok. Malum edebiyat dünyası baya eşlik etti trajedi sahnelerine. Ölüp ölüp dirilen adamdan kan mı çıkar? Haydi git şehrine be adam yağmur da çiseledi bak. Sen git ki şehrine yaşama avuçlarımda. Ben de gideyim şehrime. Yakayım kibriti yağmur ıslatsın külleri. Atlayış: Kürkçü dükkanı: Kahve alırım..!
Özlem Özler
Salı Akşamları Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü salı akşamları. Kaybolmuşluğa yakındım... Göğsüme uğrayan nefesim içimde soluyordu... Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi, neyi kirlettiğimi. Böylesi kahrolası gecelerde yeniden başa sarmak isterim her şeyi... Yeniden varoluşun, temiz bir gece, temiz bir gündüz için şeref'ine içmek isterim. Mahcup bir özlemle çağırırım aşkı. Mahcup bir özlemle çağırırım doyamadığım ne varsa... Mahcup bir özlemle haykırırım geceye... yokluğunun saatleri başlamak üzere kaçışı yok... Kokunu parçalayamayan sobayı söndürdüm... kaçışı yok kokundan, kaçışı yok senden kalan her şeyden... Beni böyle eksik, böyle yarım, böyle susuz, böyle bir başıma bırakırdı salı akşamları! Sonra sabah olurdu...
Ercan Doğaç
Ben Nasıl Yaşıyorum Önce sabah uyanıyorum. Geceden denize atılmış Ağlarımı topluyorum Şansım yaver giderse İki satır şiir yazıyorum. Bazen için için ağlıyorum Çocukluğumdaki gibi. Ruhumu havalandırmaya çıkarıyorum, Satır aralarında Aklımın söylediklerini kalbim Duyduğunda Şarkı mırıldanıyorum Kendi kendimle. Yalnızlığımı siper ediyorum. Elimde bir tek kalemim var, Dört duvar arasına gizlendim Öyle geçiyor zaman. Dağların ardındaki denizleri Hayal ediyorum şimdilerde....
Sena Sabcıoğlu
Bir Sırça Aşk Risalesi Bir şiir gibi gördüm seni. Kusursuz, endamlı. Bir söz sanatı örneği, Saklı, gizli. Okudum. Doyumsuz bir lezzet gibi. Bahçedeki çocukların cıvıltısı misali. Gençlik hatırası. Yazgıdaki cilve timsali. Kuşkunun gözbebeği, Korkunun hâlihazırda bekleyişi. Gözlerinde bir misilleme ateşi, Heyecanlandırıyor görgüsüz yüreğimi. Tanrıtanımazca bakış atma, Kalbimi tutayım. Vurdumduymazca kızma, Anlayayım, Enstrümantal, Sırça bir sevdayı.
Selim Erdem
Yürek Döküntüleri '13 Vurmasaydın eğer... Gülüşlerimi asacaktım bahar dallarına Meltemin ılık esişiyle uçuşturup saçlarımı Dağlara kokusunu yayacaktım, Gözlerimi denizin en derinlerine çivileyip Sol yanımı yaslıyacaktım güneşin yedi rengine Ellerim uzanacaktı gelincik tarlalarına Dudağımın kenarına bir yanık türkü yapıştıracaktım Dilim henüz yazılmamış şiirler okuyacaktı Vurmasaydın eğer... Bir çocuğun gözyaşlarında yıkayacaktım Ruhumun derinlerindeki en masum yalanları Uçurtmalar yapacaktım allı yeşilli Gün batımından geceye umutla koşacaktım Katlime ferman yazıp dayamasaydın alnıma Vurmasaydın eğer... Bir telli turnanın kanadına yazacaktım Sevdanın ölümsüzlüğünü Gece yıldızlar kaydırırken birbir Çiğ taneleri biriktirecektim avuçlarımda Daha deniz yıldızları kurtaracaktım kumsalda Vurmasaydın eğer...
Serap Sütcü
Aylak Sevilmeler Ortaköy'de bir akşam Müzik sesi gelir bir tutam Basmışım kornaya Çalsam bir gün kapını Mustang 67 model bir araba Takılmış ayağım vitese Çalsam bir gün kapını Dolapta yarım şişe rakın. Parmak uçların izmariti biriktirmiş. Kederli, öfkeli ellerin; demlenmiş olur olmaz vakitlerde. Serilmiş ortalığa ruhun. Kaçak dövüşen Marslılar gibisin. Ve bir saadettir sende ruh üşümesi. Ellerin öfkeli, kararsız. Zihnin dağınık bir kimlik. Eser pencerelerden bahar kokusu. Senin ellerin kıştan kalan mandalin tortusu. Yalnızlıkla mandalin kokusu karışır tırnak aralarına. Kırar korkusu. Dağılır zihnin. Ben yazarım seni. Dışarıda dolup taşan zil sesi 'rararrararra!' garip hususiyetleri var. Varlık biriktirme yalnızlığına. Sende bu öfke sende bu katır inadı; sorgusuz, sualsiz bambaşka. Eğ başını ve git bu ülkeden! Aylak diyarlarda dolan. Aylak demler yaşa. Bir rakı eşliğinde vur elini masaya ve sor: Neden mutsuz olduk? Zil sesi öldürüyor her saniyede seni. - Rararrara 15 dakikanız var. Burası garip bir dünya. Marslılar şehri. Her şey çabuk ölüyor. Sevmeler, sevilmeler… senin gibi adamlar savruluyor müzik eşliğinde. Her şeyleri uçta. Saniyelerle yarışıyorlar. Her şeyi en başta. Ne doğru ne yanlış. Az evvel sarıldı bir gerçek kucakladı kollarına. - Rararrarara 15 dakikanız var. - Şimdi sevelim yarın ölebiliriz! (A.A) Her şey yarım: Sen yarım, ben yarım, masamda rakım yarım… sevmelerin gibi sövmelerin yarım. Bir Aylak'a yakışır çekip gitmelerin onlar da yarım. Kahve içtik yarım. Müzik sesi gelir uzaktan yarım yarım: - Çalsam bir gün kapını. Baktın öyle kirpiklerime. Kolay kıpırdamaz bilmezsin. Açmış sana kırpar
ruhunu. - Zil sesi rarararrar 10 dakikanız var. - Şimdi sarabilirsin yarın olmam. (A.A) Şaşırmış Marslı Sakinler. Sormuş neden diye? Dönüp bakmış, bir sigara yakmışsın. Ben, kaçırır gibi gözlerimi düşünürüm neden diye? Kirpiklerim kırpılır ağlar vaziyette. Yarım yamalak aylak. Bir şarkı eşliğinde yanılgılar demlemiş susmuşsun. Sana baktım, uzaktım. Belki aradığın hakikat idi ama sen yalandın. Sonsuz olsun ne var ki sevmelerim. Sonsuz olsun der gibi dikmişsin kafaya kadehi. Almışsın eline tablayı, basmışsın külleri ben diye. Ruhun hakikati arar durur Aylak ve mağrur. Elinde sigaran hakikati ezbere vurursun. Sana baktım bir şarkı eşliğinde uzaktım. Tablan ve ben. Beğenmediğin kulaklarındaki yaralar gibi. İnsan taşır bin yıl bir yarayı. Sevmem kulaklarımı taşırım bin yıl yara diye. Değiştiremem sen gibi kulaklarımı da demiş basmışsın sigarayı tablaya. Ben diye! Marslılar Cumhuriyetinde yarım yamalak yaşayan Aylaklar gezinir. Ben bu Aylaklara tutunmuşum. Gezinirim yarım yarım. Uykuları yarım, sevmeleri yarım, içmeleri yarım… biten tek şey sigaranın izmaritiymiş. Yarım değil! - Raaararra zil sesi 5 dakikanız var. - Şimdi bak gözlerime yarın kör olur silinir görmelerin. (A.A) Baktım, şaşkın ve mağrur bir vakur edayla. Kendi halinde halim. Bahar gelmiş kapıma. Kuşlar penceremde aşındırır sevmelerimi. Sen yorgunsun ve yoksun. Saniyeler tükeniyor, gittikçe siliniyorsun. Borç bilirim bu gidişlerini, belki susuşlarını! - Rararrara zil sesi dakikanız bitti. Bir ruh üşümesi gibi yokluğun. Baktım hakikati arar gözlerim. Göremem! Bir şarkı eşliğinde silinir sevmelerin. - Çalmam bir daha kapını! (Kadın)
Özlem Özler
Ne Kadar Zaman Geçerse Geçsin Unuttuğumuzu sandığımız acılar, Aklımızın en dip köşesinde Birikir, birikir Biz farketmeden. Son kar tanesi bekler gibi Çığ misali düşmez üstümüze Hayatın sillesini yediğinde İnsan, olur önce bir darmaduman Geçsin şimdi zaman, Zehir gibi acı olan Yakmadan, yanmadan Hatta öldürmeden İyileşirtirsin yaralarımı Daha ne kadar beklerim Bilmiyorum, yarını göremiyorum Çocuk ruhuma, dinlen biraz Hayat oyun değil diyorum.
Sena Sabcıoğlu
Baharlarımı İstiyorum Yaz gelsin istiyorum. Çiçekler toplayıp rengarenk umutlarla dolup, gökyüzüne doya doya bakmak istiyorum. Sonra çiçekleri ruhumda hissetmek, ruhumu özgürlüğe sunmak istiyorum. Sonra özgürlüğümle vicdanıma yenik düşüp, çiçekleri dallarından kopardığım için üzülmek istiyorum. Bir çocuğu annesiz, bir anneyi evlatsız bırakmış gibi hissettiğim o günleri istiyorum. Evet özlüyorum, çiçeklerin başına oturup onları bir aile gibi hayal edip, onları birbirinden ayırdığım için kendime kızdığım o en masum yaşlarımı özlüyorum.
Çocukluğumu özlüyorum. Hayatımın sadece annem, babam, kardeşlerim ve arkadaşlarımdan ibaret olduğu o günlerimi çok özlüyorum.
mahalle
Bir çiçek için gözyaşı dökmek kalbime ne kadar da iyi geliyormuş. Ne kadar da hafifmiş bu gözyaşının yarası. Büyüdükçe anlıyorum... Hani ağaçlar pembe ve beyaz çiçeklerle süslenmiş, mutluluğa davet gibi rüzgarın esintisiyle savrulurdu ya işte bunun mutluluğunu yaşayacak kadar huzurlu olmayı özlüyorum. Hani o rengarenk çiçeklere anlam yüklerdim ya işte o sade hayallerimi özlüyorum. Mesela pembe çiçekler benim çocukluğumdu büsbütün. Kendimi o çiçekler gibi güzel hisseder mutluluk dolardım. Menekşeleri severdim bir de. Rengarenk, içimi aydınlatırlardı. En sevdiğimdi mor menekşeler. Bahçemizin girişinde dururlardı. Bir de o papatyalar, hep özenirdim papatyadan taçlara. Toplardım papatyaları. Ama hiç yapamazdım. Sonra yine üzülürdüm o kadar papatya boşa gitti diye. Zaten dağınıktı saçlarım, kısaydı hep. Tacı yapsam da durduramazdım saçlarımda. Akşama kadar böyle güzel çiçekli böcekli geçerdi günlerim. Annem bana hep akşam ezanında evde ol derdi. Eğer ezanı duyduğumda dışardaysam içim sıkılır, eve koşar anneme sarılırdım. En büyük kaygımdı. İşte o en hiçten kaygılarımı özledim. Yazımı, baharlarımı özledim. Doğada kendimi unutmayı, özgürlüğümü doyurmayı özledim. Büyük abilere aşık olduğum çapkınlıklarımı özledim. Ben hala büyüyemesem de, hayatın da beni küçük gördüğü yıllarımı özledim...
Burcu Örlü
Üzülmemek Mümkün mü? Zamanın sarkacına dolandım Düğümlenip kaldım Düğümlenip kaldım İlmek ilmek Sökülmek isterken Uzun uzun yaşamak Kışın kısalan günlere inat Yazın sıcağına aldırmadan Geleceğe doğru Gözüm uzaklarda Düşündüm ayrılık günü Hatıraları yakmadan Gidebilir miydin? Ne unutmak için aklım var artık Ne avutmak için kalbim Ruhumu karanlık bir odaya kilitledim Sevmesin istedim bir daha Üzülmesin ama mümkün mü ki Hayat devam ettikçe...
Sena Sabcıoğlu
Yalnızlığa Güvercin Uçurt Güneş ışıldıyordu ve ben üzgün olduğum için kendime kızıyordum. Kargalar kaç yıl yaşar dünya üzerinde? Kötü sesleriyle anlamsız ötüşlerinde. Son bulur mutluluk demleri. Sen de son bulacaksın sonbahar eşliğinde. Dünyanın avurdu senin avuçlarında mı birikmiş? Mokasen takunyalarınla anlamsız kalabalıklar çıkartıyorsun. Güzelim dünya kirleniyor senin saçma sapanlığınla. Seni öldürmek istiyorum Desert Eagle tabancamla. En öldürücü silahım bu. Başka türlüsü aklamaz seni. Dünya kirlenmemeli karanlığınla.
Bakıyorum sana: Ayak bileklerine kadar Jüpiter'e fırlatılan bir izbe taşıyorsun. Ruhun maskelerle örülü bir envanter. İzleri fırlatılmış dünyalılar seni buradan anlıyor. Kan saçıp, etrafa pislik kusup iyilikten bahsediyorsun. Sen ne büyüksün sanarken aslında ne küçüksün. Gözkapaklarıma sığamaz kirletilmişliğin. Kendi karanlığında yok olacak ayak seslerin. Off sana yazmak ne büyük keder! Kalem kırık, klavye bozuk, dilim tutuk… sen kederden saat, aynı noktada döner durursun. Tüm hayatın aynı sefalete gebe. İçki içer ağlarsın, sigara yakar kirlenirsin, kirletirsin. Dumanı senden gelen zehir, sigara bahanesi kokuşmuşluğunun. Yalnızlığa güvercin uçurayım en iyisi mi! Mutlu olsun beyazdan kederli saçlarım. Savurdum ortalığa yel değer omuz uçlarıma. Saçlarım kıvrılır seslerden. Ellerim kirlenmiş, kokuşmuş; senden yana tutulmuşluktan. Günlerdir yıka yıka lanet olası … su sesi şakırdadı: adamın içi yılan yılanın kursağı zehir saçmış adama bin yıl öfkeden bin türlü kebir Sesler içimde, sesler dışımda. Meğer odalarım pek kalabalık. Mesela şoseli ve içinde mavi döşemeli bir oda var. Ropdöşambr giyer, sabahları pislik adamlara sataşırım. Bunlar sevmemeyi melet edinmiş, asalak bir böcek gibi yaşarlar. Ne kahvaltı ne yemek. Sadece ve sadece içinde mikroplar birleşen; portakal öğütülmüş, yılan zehri ve karışık salatalar. Gezer dururlar boş beleş. Sevmekten sıkılırlar, mutluluktan sıkılırlar… ciğerleri zehirden saçar insanlığa bir sürü sefalet. Mokasen takunyalı ayakkabı giyer, kötü yollarda kötü kadınlar tanıyıp iyilerine kan kusarlar. Kendime düşman olmamalı. Gitmeliyim bu odadan. Siyah döşemeli odam, hangi taraftaydın? Çarptım kapıyı suratlarına. Kaçtım oradan bir daha gelmeyeyim diye. Desart Eagle ile ateş saçtım ortalığa. Boş sesler insanları her zaman cezbeder. Maskeli bir oda, odanın içinde zambaklar açar. Günün birinde sevilirmiş gibi. Kapı sesi gelir uzaktan ve soğuk. Bir tıkırtı boğuk, karamsar, öfkeli, yalnız. Öyle bir yalnız ki kendine düşman. Kendi kendine yalnız bir
düşman. Girer içeri bir adım atarak. Uzun, çirkin kulaklı. Çirkin dişler, kederden sararmış eller, feri kaçmış gözler… zambaklar uyuşur bu çirkinlik karşısında. Ne yapacaklarını bilemezler. Durup izlerler. Adam yaklaşır. Yüzünde maskeler: Kah siyah olur, kah beyaz olur, kah sarı olur, kah grileşir … ürkek, zavallı masum zambaklar donakalır. Adam yaklaşır, izmarit kokar nefesi. Zambaklar sararır durur yüzyıllar boyu. Tiksindim bu adamdan sıktım başına kurusıkı tabancamla. Katil olmaya değmez ama sabıkasız bir katili kim nereden tanıyabilir. Vurdum onu düşüncelerinden. Çarptım kapıyı dönmemek üzere. Sesler içimden ve dışımdan… Gitti dedim, sesten korktu dedim, gelmesin. Beynimde beyhude bir odada ne işi var bu yaratığın. Eğildim ayakkabı bağcığım açılmış. Gözlerim takip etti bir serabı. Etrafım beyaz çerçeveli tablolarla örülü. Tabloda kulağı ile Van Gogh, gülümsedim. Başımı çevirdim, ne göreyim: Çirkin kulaklı bir yılan. Haykırdım, dedim neden her odada bu mahlukattan var? Meğer zehirli imiş meğer kolay sinmezmiş sefaleti. Tablolardan biri gülümsüyordu bana. Deniz, denizin içinde bir gemi. Baktım O. Veli sokulganlığıyla. 'Serde erkeklik var ağlayamamam'. (Şiir yarım!) Sen katilisin kendi hücrelerinin. Benim sakin tebessümlerimde çakılı kalamazsın. Gelmeseydin. Ne işin vardı mokasen takunyalarınla biz dünyalılar arasında? Bakın su sesi, bakın kargalar, bakın dünyalılar ne işi var bu yılanın bizim baharımızda? Böyle bir adam sevmemeliydi. Başımı eğdim. Hay Allah! Bunu önceden neden düşünmedim? Eğreti duracak sevdası üzerimde. Askıya bırakıp kaçacağım kirleri üstümde. Bu sevgi çirkinleştirecek beni. Güzel bir kadın olamayacağım. Evet, gitmeliyim. Gülümsemem sararmamalı dudak uçlarımda. Böyle bir adam sevmese de daha iyi olur. Karga öttü geçerken mokasen takunyalıya ve haklısın mösyö haklısın. Gitmelisin. Asırlarca kaçtım. İnsan kendinden kaçıp yine kendine yakalanıyor. Öfkeli, yalnız, bir başına. Kendi duvarlarına takılıp kanayarak ölüyor. Karşımda delice bir levha: 'Sabıkasız Suçlular Mahkemesi!' Bastım düğmeye. Girdim içeri. Belirsiz ışıklar. Yuttum ışıkları rengarenk oldum. Neydi değiştiren, neydi beni?Sular, seller, dünyalılar, uzaylılar..? Aniden tabancama davrandı çirkin kulaklı bir yaratık. Sanırım kendi silahımla beni alt edecek. Gülümsedim, zeki görünümlü bir şizofreni hastalığında mı acaba? Kafasında dinamitle geziyor! Bana davranıyor, kendini vuruyor aslında. İlerledim tepemde bir silahla. Başında sarıdan bir kavukla bir yargıç. Baktı tepeme acır gibi. - İnsan insana hep acır ama insana acır! - Suçum ne diye sordum? Meğer mokasen takunyalı adamlara ateş açmakmış. Güldüm saatlerce. Belki asırlarca gülebilirdim de. Cevizden eskitme, gürgenden yapma tokmağıyla indirdi. (paaat)
Baktım: Güneş ışıldıyordu, perdeyi öteledim. Sevmediğim insanlara sevdim hiç demedim. Cevizden eskitme pencereme kondu bir durua atmacası. Omzuma kondu sesi. Şarkı söyledik baharlara: Desart Eagle ile ateş saçtım Kondum bir yılanın omzuna zehir aldım Kaç kaç güzel kuş güneş parlıyor Sev sev güzel kuş bahar gülümsüyor Bak bak bak ötelere güvercin uçuyor yalnız Uç uç beyaz kuş yalnızlığa güvercin uçurt …
Özlem Özler
Yürek Döküntüleri '14 Fikrimin en ince zerresine kadar Tek tek soydum çırılçıplak Hiç bir iz kalmamacasına Kanattım yırtarcasına Yalın soyutlanmış apaçık ortada Hayli yorgun bir o kadar kirlenmiş meğer aranızda Sorgusu uzun sürmedi Pimi çekip patlattım usulünce Ortalık şimdilerde darmadağın Elimde kalan koca boşluk Ve kanayan bir ruh Kallavi bir de yalnızlık anlayacağın Evrenden başka bir boyutta Hiçbirinizin ulaşamayacağı kadar uzakta Kendi dünyamda güvendeyim Unutun yoksayın nolur bir daha aramayın... Beni yine yoksayın.
Serap Sütcü
Bir Gözü Yıldız Palyaço 'Stavros Lantsias - The Waltz of the Eyes' adlı müziğe serenat çalışması. Zamanın birinde Şalem adında bir ülkede bir kral yaşarmış. -Melkisedek- Kralın tüm vücudunda 34 tane eli varmış. Bu eller gece tam on ikiyi vurduğunda The Waltz of the Eyes şarkısını çalarmış. Halkı bu durumdan fazlasıyla muzdaripmiş. Bir gün yine saatler on ikiyi vurduğunda poposunu kaşıyarak zar zor yataktan kalkmış. -Oblomov'dan hallice bir kralmış.- Nasıl olsa halkı bu durumdan öfkelenerek kapısına dayanacak diye küfrede küfrede üstünü giyinirmiş ve tacını takarmış. Tacı da tavustan hayaller barındırıyormuş; görkemli, rengarenk kanatları varmış. Tavustan bozma tacı ona her gece aynı saatte şu sözü söylermiş: 'Hayat bir illüzyondur.' Kral ise bu sese dayanamayıp tacını fırlatıp atarmış. Halkı da bu yüzden ona Taçsız Kral dermiş. Müzik seslerini duyan Şalem halkı ise koştura koştura sarayın kapısına dayanırmış. Halkın unuttuğu bir şey: Melkisedek'in aslında kahin bir kral oluşudur. Kral seslerden kurtulmak için her gece büyü yaparmış, büyü etkili olamayınca ona tepki gösteren halkına saldırırmış. Bir gün yine bu tepkiye dayanamayıp onlara büyü yapmış. Ülkedeki halk bir daha asla konuşamamış. Şehirde konuşabilen tek kişi varmış o da Bir Gözü Yıldız Palyaço imiş. Meğer Palyaço bu sırada başka ülkede gösteriye çıkmış. Büyü bir tek ona işlememiş. Şarkı söylemeyi çok seven palyaço her gece saat on ikiyi vurduğunda yıldızlara bakar ve ülkeden yayılan 'The Waltz of the Eyes' müziği eşliğinde mırıldanırmış: (Sesten etkilenmeyen ve onu seven tek kişi!)
kuşlara ağlayan kız kuşlara ağlayan kız ağlama leylaklar açmış karanfiller şehri sarmış sevdiğin çiçeğin açmış koş dağlara, kırlara koş korkma, sevineceğiz sarılmak güzel sen güzel galaksileri seven bir adam yaşar bak karşında bir gözü yıldız bir gözü saadetten katıksız şarkılar yalnız kuşlara ağlayan kız hüzünden dönecek bir gözü yıldız Durumdan habersiz her gece bu şarkıyı söyler dururmuş. Şarkı bittiğinde kayığı ile balık tutmaya gidermiş. Balıkları tutar onları geri suya atarmış. Bir gün karşı tepelerden ona el sallayan bir kız görmüş. Kız dağın tepesinde her gün aynı saatte ona bakınır, ağlar. Yanına gittiğinde hiçbir şey demezmiş. Gel zaman git zaman… Palyaço yine bir gün balık tutarken gölde yaşayan; Canavar Büyük Göz ona şöyle fısıldamış: meğer büyünün işlemediği tek canlı benmişim göl kenarlarında sudan canlıları sevmişim bir kahin yaşar Melkisedek bir gün bir büyü yapar bu büyü kendini yakar vücudunda otuzdan fazla eli var Tanrı'nın laneti Melkisedek'in canını yakar her gece saat on ikiyi vurduğunda ellerinden müzik sesleri çıktığında tüm halk uyandığında haykırır sarayın kapısında : 'Taçsız Kral, in oradan aşağı git bu ülkeden dolan seyr-i diyarı' sinirlenir Melkisedek, yapar bir büyü daha halkın sesi çıkmaz asla bir daha (sonsuz sükunet)
Neden kızın konuşamadığını öğrenen Palyaço ağlamış ağlamış. (Günlerce) Ne yapacağına karar verememiş. Bir ağacın altında düşünmüş. Kız karşıda uçan leyleklere bakar dururmuş. Palyaço başka bir ülkeye gitmeyip günlerce karşıdan kızı izlemiş. Göldeki büyük gözlü canavar, her gece on ikide palyaçoyu bekler dururmuş. Hüzünle yolunu gözlemiş ama Palyaço her gün dağın tepesinde ağlayan kızın yanına gidermiş. Bir gün dayanamayıp sızmış. Siz diyin bir ay ben diyeyim iki ay uyumuş. Kız bakmış Palyaço uyanamıyor gölün kenarında günlerce ağlamış. Gözyaşları göle akmış, bunu gören Canavar Büyük Göz, şöyle demiş: ağlayan kız ağlayan kız Palyaço uyanmıyor ve ben yalnız seni çeksem bu göle kaybolup gitsen içimde yüreğim soğur bir vakitte ama yapamam seni içime alamam şimdi git Kahin Kral'a yalvar ona ver Palyaço'yu bana balık tutup şarkı söylesin dünyaya Kız sesleri duyup irkilir. Daha önce ne gözleri dev bir göl canavarı görmüş ne onun konuştuğunu. Koşmuş koşmuş krala doğru. Kral büyük bir mutlulukla ellerini susturmanın büyüsünü ararmış. Kız sarayın önüne gelince tavus kuşundan örme duvarlar görmüş. (Melkisedek ülkedeki bütün tavus kuşlarını öldürüp sarayına duvarlar yapmış.) Başı dolanan kız, yere yığılıp kalmış. Bunu gören askerler onu saraya almış. Kralının huzuruna çıkan kız kendine gelince krala bakmış, ağlamış. Bu durumdan canı sıkılan kral: Sana büyü yapsam Konuşsan bana baksan Yıllarca kölem olarak kalsan Kız ağlamış. Eğer kabul etmezsem Canavar Büyük Göz, beni öldürecek. En iyisi bir köle olarak yaşamak diye düşünmüş. Kralın teklifini kabul etmiş mecburen.
Kral Melkisedek kıza büyü yapar. Kızın üstündeki lanet kalkar. Krala yalvarır: Bir Gözü Yıldız Palyaço'yu uykudan uyandır! Yalvar yakar kral kabul eder. Palyaço uyanır ama her şeyi unutmuş olarak. Ne ağlayan kızı hatırlar ne şehirdeki laneti. Balondan uçurtmalara takılır. Ülke ülke gezer. Yıllarca gezinir. Mutlu ve tasasız bir Palyaço. Yüzünde rengarenk bir maske… Kız kederli yıllar geçirir. Kral bütün lanetiyle ona hükmeder. Palyaço uyanmıştır fakat kendi esirlik uykusuna yatar. Kral ona tavustan bir pelerin yapar. Pelerini salladığında müzik sesleri yayılır sarayın odalarında. Bu ses ve bu laneti kıza da vermiştir artık. Kız pelerin oynamasın diye bütün gece sabit bir şekilde kıpırdamaksızın kendi kendini esir eder. Gökyüzüne bakar ağlarmış. (Sanki dünyaya ağlamak için gelmiş.) Ülke ülke uçan Palyaço ise günün birinde yanlışlıkla bir leyleğe çarpar. Leylek ağlar ağlar. Bu durumdan etkilenen Palyaço aynadan yüzüne bakar. Sanki ağlamış bir zaman izleri kalmış yanağında. Şakakları kederden sararmış, gözleri hüzünden gri bakar. Buğulu ve donuk. Sanki az evvel yağmur yağmış da damlalar leke bırakmış camlarında. Şüphelenmiş: Bende bir keder var az evvel ağlamış gibiyim. Beni bekleyen biri var, az evvel ardımdan sözler uçurmuş gibi gökyüzüne. O sözler, gelip de yanağıma konmuş. Kederden bir askı sıyırmış elmacık kemiklerimi. Zayıf ve endişeli gözüküyorum. Birden bir patlama olur. Palyaço düşüncelerinden aşağı fırlatılmış gibi yere yığılır. Balon patlamış, gezinti bitmiş az evvel. Düştüğü yer: Şalem. Derin düşünceleri zihninde başka kimlikler yaratıp dururken kıvrandığı gölden bir el onu yukarı atar. Kendine geldiğinde karşısında kocaman gözlü bir canavara bakar. Canavar, dostunu görünce mutluluktan şarkı söyler tüm Şalem Gölüne:
geldin Bir Gözü Yıldız ne kadar zordu beklemek yalnız kederli, özlemli, mutsuz işte geldin ama büyük gözlerimi ışığından bırakma bir daha artık sevineceğim dostum tek gözü yıldız Palyaço şaşkınlıkla canavara bakar, yorgunluktan uykuya dalar. Canavar şarkı söyler durur tüm gece. Sesleri duyan kız anlar: Palyaço ve Canavar mutlular. Sesim geri verildi bana. Esirim kendi hücrelerime ama. (Kendi kendine ağlar ağlar.) Ve ben yalnız ve ben mutsuz! Gün doğumu, leylak kokuları, leylek sesleri, başka başka kuş cıvıltıları ilkbaharı müjdeliyor. Işık vuruyor, Palyaço gülümsüyor. Canavar dostu ona bakmakta. Palyaço: bir şey var bende anlat bana zihnim boş bir levha anlat bana bana anlat kendi içimi ben kimim? Canavar: yıllarca seni bekledim anlatamam kaybedemem seni bırakma beni bilme bazı şeyleri ama dostun olurum hatırla beni Bir Gözü Yıldız Palyaço başını alır koşar koşar; dağlara, bayırlara, haykırır: Ben kimim diye. (Vardığı yer sarayın önü.) Sesler haykırır o yerde: insan en çok kendine yabancı. uzattı bir kadehi bir hancı bak şimdi sallayacağım pelerini. hatırlayacaksın kendini. Palyaço bakar neden ağlarsın Hancı Kız? (Kız susar.) Sallar pelerini. Palyaço, hatırlar kederlerini. Kıza bakar elinde kadehler. ben ağlayan kız
krala yıllar yılı içki üretirim ellerim kokar şaraptan kızıl bileklerim ben ağlayan kız hatırladın mı beni? Bir Gözü Yıldız … büyü biter. Palyaço her şeyi hatırlar ama bu sefer de onları gören askerler kralın karşısına çıkarır. Kral öfkeden deliye dönmüş. Yıllardır ellerindeki büyü bitmemiş. Yardımcısı ona ihanet etmiş. Kıza bakar: en baştan dedim sana anlaşma yaptım sen de uydun buna Palyaço'yla konuşmak yasak demiştin pelerini sallayıp ezip geçmişsin Tam Palyaço'ya büyü yapacakken kızın pelerininden sesler yükselir. Sesleri duyan Palyaço kendini kaptırıp müziğe beste yapmaya başlar. 'Ben Palyaço Bir Gözü Yıldız Galaksiler biriktirdim gözlerimde Sever beni dostum Canavar Büyük Göz de Bakma bana Mankisedek Bu müzik çok hoş yayılır Her gece dinler şarkı söylerdim ben de …' Bu beste saraya hükmeder. Kralın tacı ufalanır. Otuzdan fazla eli yok olur, tavus kuşları canlanıp özgürlüğüne kavuşur. Müzik diner. Pelerin susar, ağlayan kız güler. Meğer müzik kendine beste ararmış. Sesler bestecisini ayağına çağırmış. Şaşkınlıktan gözleri parıldayan kral bütün ülkeyi Bir Gözü Yıldız Palyaço'ya bırakmış. Gülen Kız Palyaço'yu alıp canavara gitmiş. Ayağında kırmızı çoraplarıyla kendini şişiren kurbağalara tükürüp günlerce kahkahalarla gülerlermiş. Şehir adı gibi 'esenlik' katmış tüm halka. 'The Waltz of the Eyes' müziği eşliğinde şarkılar söylenirmiş:
gülen kız gülen kız şehir konuşuyor artık bak bana, bana bak Canavar Büyük Göz Sevgili Dostum! 'Sevebilirim hem de nasıl dile benden ne dilersen' Canavar cevap verir: Sevgili Dostum, Tek Gözü Yıldız Kuşlar şarkı söyler Ağlayan kız güler İçimde kalmadı bir keder Bir dost başka ne diler Bir isteğim yoktur Hayat bir illüzyondur Sorma bana artık Balık tutup şarkını söyle yeter…
Özlem Özler
Beklemek Yoruyor İnsanı Hayatta insanı hiçbir şey Beklemek kadar yormuyor Baharları umarken, için için çürütüyor Çok uzak gibi herkes ve her şey Hasret acısı Hançer yarasından beter Beklemekle geçmiyor Günbegün kanatıyor kalbimi Sustukça kaleme sarılıyorum Ama, gelmiyor bir türlü mısralar Bari özlemlerimden biri bitsin. Tabi beklemekten vazgeçmezsem...
Sena Sabcıoğlu
Yürek Döküntüleri '15 Gün yine devirdi yüzünü ay'a Gece usulca sokuluverdi odama Uzandım sessizce yatağa Geldi girdi yine yalnızlığım koynuma Konuştuk oradan buradan Aralandı kapı, süzülüverdi bir suret Kalkıp sarıldım aldım yatağıma Çoktandır o da uğramaz olmuştu yanıma Okşadım saçlarını, kokusu tanıdıktı Gözlerinde aynı hüznün rengi Yüreği hep yaralı Ne çok zaman olmuş ardımda seni bırakalı Hiç gitmeyen en sadık çocuk yanımdı Sonra ağırlaştı gözlerim, daldım bir umuda Düşler ülkesine yol almak var hesapta Uğraştım, çabaladım, ulaşamadım Düş bile artık çok uzağımda Sonra yalnızlığım başladı konuşmaya Eğilip fısıldadı kulağıma haylazca Umut yok ki, tükendi günden sabaha Hem ne gerek var bir de düş kurmaya Olsa da ne çıkar ki hepsi misafir sana Kalk otur yak bir sigara Şöyle usuldan bir de türkü tutuştur dudağına Bak yıldızlar doluşuyor odana Yarın nasılsa gün doğacak ya... Sen yine de gülümse sabaha...
Serap Sütcü
Karanfillerin Tahakkümü Bütün ağırlığı ile duygularının altında ezilen karanfiller; muhteşem kaçışlarını planlayıp zamana, mekana ve anılara karşı geri dönüşü olmayan bir tahakküm uygulamışlardı. Bu bir başarı ve aynı zamanda vazgeçişin öyküsü olacaktı. İnsanlar yüzyıllar sonra asla hatırlamayacaklardı bu karanfilleri. Zaten karanfillerin de böyle bir gayesi yoktu. Belki içlerinden bazıları geceleri uyumadan önce sonsuza dek hatırlanmanın hayalini kuruyor olabilirdi ama onlarda bu düşüncelerini açığa vurmayacak kadar karanfil kokuyorlardı… Tanım: Kokulu cisimlerden buharlaşarak ayrılan ve havaya karışan tanecikler, sarı bölgedeki mukus sıvısında çözünerek koku almaçlarını uyarır. Uyartılar beynin koklama merkezine iletilir. Böylece koku almış oluruz. Ama ben hiçbir zaman düşünmemiştim bazı karanfillerin unutulmaktan korkmuş olabileceğini. Ne tuhaf aslında, tüm 'tepkiler' sadece kendi türümüze aitmiş gibi yaşamamız. Daha önce hiç dinlememişim meğer kendi türüm dışındakileri. Aslında kendimi bile tam olarak dinlemiş olduğumu söyleyemem. Çoğu zaman ilkel düşüncelere kapılarak yaşadığımı kabul etmem gerekir. Yaşadığım veye yaşadığımız düşünsel fırtınalar, akıl yürütmeler evrimsel birer çalkalanma sadece. Sudan karaya çıkarken yalpalayan canlılardan daha üstün olduğumuzu iddia etmek komik olurdu doğrusu… Diyeceğim şu ki; sahilde rastlamış olduğum adam ellerinde tuttuğu parıltılı kumu havaya savurduğundan beri daha bir farklı geliyor artık her şey. Mitolojik bir büyü mü yoksa histerik bir hayal miydi bilemiyorum ama karanfillere olan saygımın arttığını söylemeliyim. Amaçlarına hayran kaldım. Aslında amaç ve töz nesnelerin arasında bir yerde değil, onların içindedir. Yani her şeydir kısaca. Var olan, var olmuş ve var olacak olan her şey… Karanfillerin kendilerince buldukları yöntemlerle zamana tahakküm uygulamaları ve zamanı bir düşman olarak düşünmeleri beni bir hayli düşündürdü. Sonrasında ise bu durumu düşünmüş olmam bir hayli düşündürdü. Sanırım şu sahildeki adamın parıltılı kumları hala zihnimde…
Ve evet, zaman kavramına takılı kalmıştım. Onların kazandığı bu zafer, bir iğde ağacından düşen toz tanecikleri kadar komik geliyordu artık. Komikti çünkü zaman sadece bir yanılsamadır. Zaman gerçek değildir. Dünya ile sonsuzluk, keder ve haz, kötü ile iyi arasında var gibi görünen o ince çizgi yanılgılardan başka bir şey değildir. Düşünüyordum… Sadece karanfilleri değil her şeyi düşünüyordum. Bilinçsiz bir akışa kapıldı zihnim. Düşünmek nedenleri bilip tanımaktı aslında. Ancak bu yoldan duygular bilgilere dönüşür ve yitip gitmeyecek bir varlık kazanıp içlerindeki özü ışıyarak çevrelerinde yansıtırlardı… İçimde dingin bir yer vardı artık. 'Şahıslar' üzerinden anlatımlar birer birer parçalanıyordu zihnimde. Tekillik çoğulluğa, çoğulluk ise sonsuzluğa dönüşüyordu. Şöyle demişti parıltılı kumların sahibi: "İçinde dingin, sığınılacak bir yer olan insanlar farklıdır. Ama genellikle insanların çoğu düşen birer yaprak gibidir. Havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar ve durarak yere iner. Pek az kişide vardır, hiçbir rüzgar varamaz yanlarına, kendi yasalarını kendi içlerinde yaşarlar…" O adam da karışıyordu çoğulluğun ve sonsuzluğun içerisine. O adam ve söylediği her şey. Bana bilgilerini aktarmıştı ama bilgeliğini değil. Daha yolum çoktu çünkü. Tüm karmaşanın içerisinde bir 'fikir' kalmıştı sadece netliğe sahip olan. "Hiçbir gerçek yoktur ki karşıtı da gerçek olmasın." Burnumu kaşındıran türden bir fikir. Hatta karanfilleri bile kaşındıran bir fikir! Zavallı karanfiller. Eskirik tahakkümleri onları özgürlüğe değil açık ve seçik bir tutsaklığa sürüklemişti. Ve onları zavallı olarak nitelendiren ben, salt düşünmenin içinde kalarak yalnızca kavramların kendi kendine işlemesiyle bilginin oluşmasını sağladığını varsayıp daha da zavallı bir hale bürünmüştüm.
Gizem Ünsel
Son Bir kez daha yıkılmıştı toparlanan umut. Bir kez daha hayalleri şarkılara adamıştım. Yine yaşıyordum ihaneti. Yine savaşıyordum çocukluğumla. Haklıydı. Büyüme vakti gelmişti. Kötülük içimi kaplamalıydı. İnsanlara olan güvenim kötülükle silinmeliydi. Zaman gelmişti. Tükeniyordum... Ağırdı artık çocukluk bana. Anlayamamak insanları, Hayatı. Küçük hayallerime büyük gelmişti insanlar. Temiz umudumu fazla boğmuştu kırgınlıklar. O kadar güzeldi ki isteklerim. Sadece sadakat. O kadar inceydi ki sitemim. Sadece anlayış. O kadar hayalperesttim ki. Sadece güleryüz. Ve o kadar yalnızlaşıyordum. İçim dağ, dışım çiçek. İhanet, kayıplar, ayrılık... Erkendi yaşadığım sevgi, Sadakat bile. Geldiği gibi de gitmişti. Hevesim kalmıştı hayallerim de. Büyüsem de değişmiyordu aldanışlarım. Değişmiyordu biriktirdiğim kırgınlıklarım. Haklıydılar. Beceremiyordum. Kendimi yenemiyordum. Kırıldığımda, Gözyaşlarımı kahkahalarla siliyordum. Hal kötüydü.
Hissedemiyordum. İyiyi, kötüyü, acıyı, mutluluğu... Gidiyordu, gerçek sandığım umut. Gidiyordu hayallerim. Yine kırılıyor, Kırgınlığımı giydiriyor ve süslüyordum. Hatama böyle delice sahip çıkıyordum. Ve artık ben de gidiyordum adım adım...
Burcu Örlü
Yürek Döküntüleri '16 Sürgün Şimdi kaç cümle yarım, Kaç yürek yurtsuz kaldı kim bilir Yaz umut etti kışa kavuşmayı, baharlar sonbahara Mevsimler tükendi, söz bitti. Bulutlar ağladı kaç kez, kaç kez üşüdü güneş Kış ayazını beklerken... Çarmıha gerilmiş kaç beden kan revan Kelepçede kaç bilek sabahın ayazında Kaç deli yürek vurdu kim bilir, alnının ortasından sevdiğini Şah damarlarını kesti belki, ve kaç sürgün hasret çekti... Son kadehi kaç kişi kaldırdı, küfürler savurarak can yoldaşına... Kaç kişi yüklendi, en ağır yükünü bir hışımla yaşamın Ve darağacına kimleri astı her günün şafağında En son kanadı kırık serçe, son ezgisini kime söyledi dersin... Bağrı yanık ozan hangi yanık ezgisini söyledi Şair en son şiirini hangi sevdalısına karaladı Yaşamın yükü ağır derler Kaç can üstesinden geldi dersin...
Serap Sütcü
"Beden Ölür ama Ruh Ölmez!" mi Acaba? "Bedenin ölmesi ruhun da ölmesi anlamına geliyor mu, ölüm, bir tür mutlak bitiş mi?" sorusuna yanıt arayalım... Bir istatistik oluşturmak için bu soruyu dünyadaki tüm yetişkinlere sorsaydım, sanıyorum bir çeyreği "evet", üç çeyreği "hayır" yanıtını verirdi... "Evet, her şey biter!" diyenler ruhun varlığına inanmayanlar veya yaşamı sadece biyolojik canlılık olarak görenler olacaktır. "Hayır, bitmez!" diyenlerin aklında ise ya dinsel öğretiler vardır, ya ruhsal deneyimler, ya töresel ve taklitçi bir inanç, ya "eserlerim ve dostlarımla yaşarım" düşüncesinde olanlar ya da ruhun var olması gerektiğine matematiksel akıl yoluyla ulaşanlar vardır. Ben, kendi duygu, düşünce, sezgi ve deneyimlerimden "ruh olmazsa, olmaz" prensibini çıkarmış biriyim. Yani yeryüzünde ve iç dünyamda süregelen pek çok fenomeni ancak ruhun varlığı ile izah edebiliyorum. Bedenimin biyolojik yapısına baktığımda, bir ömür süresince tonlarca hücrenin öldüğünü; ama yenilenen hücreler sayesinde yaşadığımı görüyorum. Yani bedenim canlılığını ölüm anına dek kaybetmiyor. Bunu sağlayan kaynağın hücrelerimiz değil; adını ruh veya başka bir şey koyduğumuz bir Kozmik enerji olması gerektiğine inanıyorum. Evet, bedenimi oluşturan hücreler mutlaka çözülecek ve bir kısmı bakterilere yem olacak veya mikroorganizmalara dönüşecek; bir kısmı toprak, geriye kalanı fosil olacak... Bu süreç bedenim için her şeyin bittiği anlamına gelir; ama bence geride bitmeyen üç unsur kalacak: a- dostlarımın belleğindeki beni içeren hatıralar, b- yapıtlarım ve eşyalarım, c- ruhum. Anılar ve eserler de birkaç kuşak veya bir-iki yüzyıl sonra çözünüp yok olacaklar. Fakat ruhum asla yok olmayacak; çünkü ruh, yaşayan ve yaşatan bir "akıllı enerji"dir: Enerjinin Sakınımı Kanunu gereği yok edilemez. Ama başka başka frekanslarda, bambaşka şekillerde, farklı yer ve zamanlarda tezahür edebilir ve bence reenkarnasyon/ruh göçü denen enerji alışverişi de budur.
Aslında; ruha bir tanım getirmek istiyorsanız bir başlangıç noktasından hareket etmek zorunda kalırsınız; ama somut bir temel olarak salt enerjiyi ele alırsak, kanaatimce işimiz oldukça kolaylaşacaktır. Enerjinin sıfır ile sonsuz arasında değişen frekansı ve dalga boyu var. Kanımca bizim ulaştığımız bilinç düzeyinin limitleri içindeyken bunlardan henüz çok azını keşfedebildik. İleriki yüzyıllarda ruhun dalga boyu ve frekanslarını keşfetmek için araştırmalarımızı enerjinin diğer özellikleri üzerinde de yoğunlaştırmalıyız... Ancak o zaman aşk, bilinç ya da reenkarnasyon dediğimiz ve nasıl oluştuklarını tam anlayamadığımız kavramlara da belki daha somut yanıtlar bulma olanağımız artar. Açıklayamadığımız tüm fenomenlerin algılamakta güçlük çektiğimiz enerji frekanslarının birer yansıması olduğuna inanmak istiyorum ben. Bu inanç; bilinmeyenleri saf dışı ederek, daha bilinir ve anlaşılır bir evrende yaşadığım hissine kavuşturuyor beni. Ve ancak bu sayede tüm hurafeleri, bütün batıl inançları ve bilimsel temelden yoksun yorumları bilinçaltıma sokmamış ve daha sağlıklı bir düşünce deryasında yüzdüğüme inanmış oluyorum... Ruhunuzun yaratıcı gücüyle güçlenin, sönmez ışığıyla kalın.
Mehmet Ş. Sağlam 21 Ekim 2017
Sessiz Çığlıklar Dillendiremiyorum. Anlatsam anlayanım yok. Kalem kağıt küsmüş bana. Bir vicdan, bir ölüm, bir sürgün adeta. Gökyüzü altında mapus kalmak... Nefes alırken zehir solumak... Ne bileyim işte yaşımdan oldukça ağır. Gözyaşlarım anlamsız, Zamansız. Kalbim koca bir şehrin sokak çocukları gibi. Sinmiş köşesine, susmuş. Sevgiye aç.
Anne şefkati arar gibi. Darmadağın... Sakladığım gözyaşlarımla gün bulmuş gülüşlerimde kavruluyorum. Bu olgunluğa sahip olamayacak kadar küçüğüm. Kaldıramayacak kadar ağır günlerim. Öfkeliyim kendime. Kendimden gidiyorum. Akan her bir damlada, Gözyaşlarımı örten her tebessümde, Aynaya baktığımda gözlerimde gördüğüm çaresizlikte. Dillendiremiyorum. Kendimi dinlemekten acizim. Baharımda yaşadığım güzüm. İçime gömdüğüm her bir pişmanlık. Sonu anlamsız cümlelerim. Noktalar küsmüş... Güneş küsmüş... Ay küsmüş... Yıldız küsmüş... Umut küsmüş. Dillendiremiyorum. Kendime damgaladığım saygısızlığımı. Küçüklüğüme yaptığım ihanetimi. Hayallerime armağan ettiğim umutsuzluğumu. Dillendiremiyorum. Önceki ben. Ve şimdi... Ne de güzelmiş umudum. Ne kadar hafifmiş oysa çığlıklarım. Oysa dertler gün geçtikçe büyürmüş. Nasıl oldu da bir anda bu kadar büyüdü? Nasıl oldu da yılları sığdırdı bir kaç güne? Nasıl kıydım kendime? Geleceğimdeki çiçeğime... Susma vakti gelmişti. Vakit duvarlarda gözyaşlarımı dans ettirme vaktiydi. Vakit sessiz çığlıklar vaktiydi. Vakit kendimi tekrar tekrar terk etme vaktiydi. Gözyaşlarımı gizleyen tebessümlere günaydın.
Burcu Örlü
Kurtulan İsa Ekspresi 'Tanrı dünyayı 7 günde yarattı vagonlar ölüleri asıyor bayrak bayrak!' Trampet sesleri kırık edalı. Uzak iklimlere ölüler kenti bayrak açmış. Soğuk bir yansıma var yüzümde. Yabancıyız, yabancı. İnsan en çok kırılırken kendine yabancı. Askı sözcükler gökyüzünü sallandırıyor. Karşıda keder, bayrak açmış. Meryem ışıl ışıl el sallıyor. Bir bayrak gibi. Sormazlar bu bayrak niye dalgalanıyor! Hayatta asıl sorulması gereken soruların ötelendiği bir dünya. Bayrak hala kederden… İrsaliyeli faturalar birikmiş. Ellerim izmarit tutmuş. Karşıda İsa. Vagonlardan yükselen kalabalıklar dilimin ucunda. Kekeme bir keder var dişlerimin arasında. Geçmiş bir tuzak gibi bakıyor. Ellerimi uzatsam yakalayamam. Sızlıyor ayak bileklerim. Baskın, tutarsız bir gangster. Sorgusuz sualsiz çalmış kapısını sevmelerin. Birden tiz sesler: Haydut, haydut. Yasadan haberin yok mu senin? Sandım ki üflersem yok olur beraberinde yasa dışı işlerim. Duman çıkmış tokadı çakmış yanağıma. Yanılgılı sözlükler okuyoruz. Tren geçiyor. Karşıda kimlik sorgulaması. Adım attım. Eğmiş başını sakalı kederden fırtınalı. Dizmiş önüne tanıdık suretiyle kadehleri. En güzeli kırmızısı. Dikildim önüne seslendim: İhtiyar Filozof soracaklarım var! Bir gece ansızın neden değiştim? Film koptu. Derin boşluklar var tümcelerimde, özlemlerimde, ciğerlerimde. Karşıdan Kırmızı Gagalı Dağ Kargası, derinden öter: Vefa yokuşunda dikilmişim, kulağı kesik bir kargayım. Leş Karga sürüsüne denk gelmenin alametini taşıyorum. Hatırlamak iyi oluyor bazen alametleri. Unutmuyorsun; film kopuşlarını, yasa dışı ümitsizlikleri… derin boşluklar tümcelerimde. Kalanlara suratsız vedalar bırakılmış milyonlarca yıl evvel. Karga öter kırmızı gagasıyla: Bir gece ansızın Değiştim Neden değiştim Sorsan derin yaralarımı İyileşmez sızılarımı Sorsan kulaklarımı
Neden kesik, Neden yarım hikayeler? İhtiyar kadeh tokuştur Kesik kulaklarıma Bir gece ansızın değiştim Değiştim. İhtiyar Filozof, baktı Kargaya kulağı kesik. Kaldırdı kadehi. Dikti başına, üfürdü suratına dumanı. Başı döndü sersem Karganın. Savruldu afyon yutmuş gibi, yalan gibi. Yokuş yokuş, durak durak... yıllar yılları kovalamış. Meryem yok olmuş, Karganın kulağı kesik. Bir gece ansızın düşmüş yollara. Sesler gümbür gümbür. Trenler ve kompartımanları… Karga gezmiş bir bir. Yalan Kompartımanı Sevmem yalandan suretleri Savaşırım yürekli bir hançer içimde Daha dün üfledik içi içinde Bir bir sermiş hançerleri dizlerinde Saç tellerinde dizinle sözcükler. Yalan bak hangi tellerinde? KARGA Belki kadehler kuşandık. Ansızın karalandık. Beni rahatta dinleyin. Ansızın küfürlendik. Kadehler kuşansın. Bir yargısız da infaz aldık. Kime küfrettiniz, Kime bu hınçla kuşatmanız . Beni rahatta dinleyin . Konuşacağım: Yıllarca sustum. Bu kozmopolit yapıyı anlamak, bisikletle tren raylarında gezintiye çıkmak, derin düşünceler içinde yıkanmak bir sigara yakmak, delice koşmak, belki yıldırım çarpar diye beklemek... Açık havalarda yıldırım çarpması, koltuğumdaki düşüncelerin ezgisinde bekliyor bayrak gibi. Tiz tiz gelir melodika... Düz yolda düşmek, yarım ağızla nefes almak, birinin suratına delice hapşırmak. Tiz tiz gelir melodika sesleri… koltuk altlarımızda biriken fikirlerimizi bir yabancıyla bölüşmek, sonsuz kehanetlere inanmak, daha fazla samimiyet içeren cümleler kurmak. Oysa sonbahardan kalma melodika tiz tiz gelir. Konuşmalarım yankı bulmakta kapım bir sefil tarafından yakılmakta. Beni bir melodika eşliğinde dinleyin konuşuyorum. Bir sigara daha…
Yine bir duman. Karga: Hey İhtiyar Filozof! Bir gece ansızın neden değiştim? İHTİYAR FİLOZOF: Nedendir geri dönüp bakmaların , Nedendir? Bırak kendini geleceğe. Sorma bana yalan ne diye? Saklı perdeler Boynunda ilmikler Solmasın kederden bilekler Otur bakalım Oku bakalım Sözlükte yazıyor yalan ne diye? KARGA: Sormadan çalamam kapısını sevilmelerin. Yıldızlı bir gecede korkmuyor değilim. Bir gece ansızın neden değiştim? Uzun yıllar sustum, uzun yıllar geçti tüylerim daha yavan. Uzun uzun yıllar içim, kemirilmiş. Dışım, yolda ezilmiş bir kurbağa leşi. Az evvel üstümden geçmiş bir insan sürüsü. Kurbağa olmak iyi bir şey, kurbağa hissetmek daha iyi bir şey. Ya kurbağaları insanların ezmesi ne lanet şey. Şu insanlar, yıldızlı bir gecede korkutuyor iliklerimi. Yanlış sözlüklerde yanlış cümleler okumuş, yanlış anlamlar aramış, yanlış sorular sormuş. Bir gece ansızın neden değiştim? İHTİYAR FİLOZOF: Akamazsın Bu şekilde yol alamazsın Bakar mı yüzüne şeytan diye Yalan da ondan sorulurmuş Baktın yüzüne yalandı diye Solar mı her yüz yalan diye diye Belki bu yüzden değiştin? Bir sigara daha. 'Üfürdü suratına Karganın. Karga gezindi yıllar yılı kompartımanları. Etrafta Leş Kargaları, bayraklar dalgalanıyor. Kederli lodoslar yaratıyor. Karganın tüyleri ürperiyor. Leş Kargaları kenarlarında gri tüyleri, gözlerimize batıyor. Oysa hep Kuzgun olmak isterdi, insanlardan uzak yaşamak isterdi. İnsan, derin boşluklar doğuruyor kulaklarımda. Hani yağmurda ıslanmış, soğuktan ürpermiş gibi. İhanet beynimde lodoslar yaratıyor.
İhanet Kompartımanı: İhanet etti her canlı sevdiğine Sırtına dayadı hançeri bel diye Şimdi baktın solgun benzine Ölmek üzere bir hummalı Nedendir sevmelerin Çekip gitmelerin Bir gece ansızın KARGA: Trampet seslerinin yerini keman nağmeleri almış Ben korkmuşum Yalandan solmuşum. Meryem yok. Işıl ışıl Meryem'i arıyorum!' Bağırdım dolu dolu. Yalandan bir sözlük yazar gibi . Hayat demiştin kanamalı. Şeytan, Kaç günde oldu şeytan? Ben neden değiştim? Döndü yüzünü Karga. Suratı ihanetten kararmış, salgın sözcükler yayılmış. Ülke ülke bir boşluğa uçar gibi kanat açmış. Milyonlar var suretleri, avuçlarında birikmiş. Maskeli Yüzler Kompartımanı: Yüzler ağlıyor Yüzler gülüyor Yüzler kımıldıyor Takıldı elimize kir diye Toz diye Kan diye 'Karga yıllarca kompartımanlara ağladı. Kulağının kesik olma sebebini aradı. Hep Kuzgun olmak, insanlardan uzak kalmak istedi. Halbuki o kulağı kesik, Kırmızı Gagalı Dağ Kargasıydı. Kuzgun olamadı!' KARGA: Kaç yüzün var senin, Kaç kimliğin, Kansersin sen. Bu yüzler hangi paralel dairelerde yaşıyor? Magosa Limanı karardı.
Adım attığın, Dokunduğun her yer gibi.' 'Çeşitli çeşitli kompartımanlarla konuşarak zamanını feda eder. Geçerken bakar hava yağmurlu. Alır eline şemsiyeyi, sevmez öyle şeyleri. Sevgili tüyleri kırışmasın, kararmasın, yanmasın ister. Leş Kargalarına bakar rahat rahat uçmakta, gülmekte… o ise üzülmekte kulağım neden kesik? Yağmur çisil çisil yağmakta Karganın tüyleri yanmakta. Kederden yağmurlar yakmakta gangster bilekleklerini. Gelir sesler haydut, haydut diye.' Yağmur Kompartımanı: Yerler ıslak ıslak Ayak izleri kalmış, Ayak numarası çizili suretinde. Üflüyor dumanı soğuk kış gecelerinde. Hava yağmurlu Senin için ayazdan bırakılma. 'Birden korkar. Karşısında türlü karakterde sürüler, insanlar. Değişik suretleri, cümleleri. Bilmiyoruz aslında. Doğru cümleler kurmayı, doğru sevgiler almayı. Yarım yamalak tüm sözlükler. Yanılgılı, kozmopolit cümleler var içimizde. Nerden anlamalı doğru yüzü, doğru çizgileri, doğru suretleri…' Değişik Suretli Kompartıman: Ayağında vida olan canlılar gezinir. İnsanlar kafalarında nefretlerle beslenir Suretleri nefret makyajı Öfke makyajı Yalan makyajı ‘Karga bakar. Ve der ki: İnsan, neyle beslenirse yüzünün şekli onu alır. Ürkütücü bir kompartıman. Tüylerim, sevgili tüylerim ürperdi bu canlılardan. Kaçmam, uzaklaşmam gerek. Gerek, bana bu gerek. Yeni bir dünya. Sevgiden beslenen. Özlemden beslenen, umuttan beslenen. Yüzümüz umut olacak mesela, çiçek olacağız. Yüzümüz beslendiği şekli alacak! Müzik dinleyeceğiz bir vakit. Kulağımız müzik olacak! Müzikle beslenip müzik olacağız… Müzik sesleri gelir tiz tiz. 'Dilinde bir şarkı…' Üzgünüm Leyla Kompartımanı: Pikap cızırtılı dertliyim Leyla. Solan bir gül gibi üzgünüm Leyla Bir dağ başında yalnızım.
Magosa limanında vurulmuşum Hayat zordur diyor Bilge Filozof Üfleyerek sigarayı suratıma Üzgünüm Leyla 'Doğru şarkılar dinlemek diye bir deyim var. Ben her gece Leyla dinlerim. Magosa Limanı dertli benden yana. Herkes yasa dışı şarkılar dinlememe takılmış. Arkamdan gelir bir leş sürüsü bağırır haydut, haydut diye. Doğru şarkılar insanı olgunlaştırır demiş Bilge Filozof. Saçlarım kıvrım alır, yüzüm kimlik kazanır. Varsın arkamdan haydut desinler. Siz ne anlarsınız be?. Leyla kulaklarımda, pikap cızırtılı cızırtılı. Haykırdım. Karga! Yıllarca ürperdim Leyla diye diye. Bak bana! Dünya yaratıldı kaç günde?' KARGA: Dünya yaratıldı 7 günde Çektim tabancayı serdim leşini 7 saatte Derinden çektim dumanı Vurdum yüzüne Heckler Koch elimde İhtiyar Filozof şahit! 'Bu saatler insanı yorar. Toplum tarafından onaylı bir gangster olmuşum. Heclkler Kock belimde Leyla çalmış çalmış. Ben vurmuşum silahımla Leyla'yı. Her yıl aynı tarihte kurşuna dizmişim. Arkamdan bağırmışlar haydut, haydut. Baktım vagonlar ötüyor. Döndüm yüzümü… Haykırdım Tren Garlarına: Pikap durdu Saat durdu Takvim de dursun Üzgünüm Leyla! 'Bazen hayat çok ilginç. Bir müzik insanı gangster yapar. Aynı müzik başka birine ise ümit olur, neşe olur. Çalan pikap karganın tüylerine o kadar iyi gelir ki tüyleri müzik olur. İnsan neyle beslenirse ona ait olur ve o olur. Karşıdan beyaz ışık! Tanrıya aşkla bağlı vefalı bir aşık. Karga baktı. Bu, ne de başka. Benim içim bambaşka. Işıklar geziniyor. İsa karşıdan gülümsüyor… İsa Kompartımanı: Dünya yaratıldı 7 günde Öldür sen de onu 7 günde Kötüdür bulaşan insanlığa Salgını var hastalığın Bir gece ansızın bu yüzden değiştin.
'Karga yıllardır sorduğu soruya alır cevap. Sessizce ağlar, çığlıklar atar dünyaya. Leyla, Leyla diye diye. Cevap ister kanadığı her soruya. Derinden bakar…' KARGA: Sessizce ağlıyorum. Meryem karşıdan gülümsüyor. Kurtulan İsa Ekspresi duman duman Oturmuşum karşıdan vagon geçiyor. Bir duman daha! İhtiyar Filozof bak vagonun birinde. Üzgünüm Leyla çalıyor. Kötülük bulaşıcıdır çocuklar diyip sakalını sıvazlıyor. Kargayım ya ötüyorum cevap olarak: Benden gizledin Yıllarca bana söylemedin Kulağım kesik Yaşadım hep bir eksik Ama şimdi anladım gerçeği Uyandım sezdim her şeyi 'Karga anımsar her şeyi. Bakar kulağına. Hayat zordur derdi Bilge Filozof. Kulağıma bakıp yolumdan gideceğim. İnsan izlerinden beslenmeli. Yeni bir dünya kurmak için! Şarkı söylemek için. Vagonlardan sesler yayılır tiz tiz. Herkes koşar. Tren garları, koltuk altlarımızda biriken düşüncelere hayat veriyor. Bak karşıda herkes: Karga, İhtiyar Filozof, Meryem, İsa: Bir gece ansızın yeşerelim! Yeni ülkelere uçalım Sesin benden uzak olsun Yüzün ülke ülke solsun Kötüsün Kanserli hücrelerin içinde Bir yer var benim kendi içimde Çiçek gibi Yeni bir dünya gibi Bak saatin Saatin durdu Bak Takvimin Takvimin durdu Kurtulan İsa Ekspresinde Pikap durdu Üzgünüm Leyla!
Özlem Özler
Aynadaki Kim? Nerelerdeydin bunca zamandır? Benim de ağlayamadığım acılarım var. Kalbimde derin sızıdır, Benim de hüsrana uğratan sevdalarım var. Belki denizde bir damla Benim de yazamağım şiirlerim var. Belki gökyüzünde bir yıldız Benim de söylemediğim şarkılarım var. Kimbilir nerelerdeydin daha önce, Kimlerin hayatından geçtin. Tesadüfen karşılaştık Ama yüzyıldır tanıyor gibiyim. Aynaya bakıyorum sanki Yoksa o sen değilsin de ben miyim?
Sena Sabcıoğlu
Yürek Döküntüleri '17 Yaşamdan vazgeçmek de intihardır İlla bilek kesmek gerekmez Kan damlamadan da ölebilir insan Kendini kaybetmek ağır bir ceza Diyorum ki intihar, Vazgeçmek ertelemek Kendini bulup bulup yitirmek Öylesine gülümseyerek tüketmek Yaşam sevincini yitirip Kağıda bir kaç satır intihar güncesi eklemek Ardında iz bırakmadan faili belli Kusursuz bir cinayet...
Serap Sütcü
İki Kelimelik Hikaye Yeniden sevebiliyor insan. Yeniden en derine inebiliyor gönlün. Kırgınlıkları tecrübe sayarak, yeni bir güçle doya doya yaşayabiliyor aşkı. Umut edebiliyor. Hayal kurabiliyor. Hissedebiliyor insan aşkı, Doruklarda yaşayabiliyor. Ama aynı yerden kırılıyor yine. Yara üstüne yara açılınca toparlanmıyor gönül. Hissetmek istemiyor artık. Hissedebilecek gücü olsa bile... Yollara, dağlara, denizlere, taşlara, insanlara... İçini dökemiyor. Anlatamıyor. Yara büyüyor ve iyileşmez bir hal alıyor. Yarım kalıyor insan. Gönül artık vazgeçmiş. Sevmeyi sevmiyor. Ve artık gün bitiyor. Yeni güne kahkahalarla uyansan da, Kanıyor yara. Tamamlanmayı beklemeden kesip atıyor. Vazgeçmek borç artık zamana. Bedellerle ödeniyor.
Burcu Örlü
Evim Evrenim Evim ya bir kale Ya da bir hapishane Korunaklı, kapıları duvar Gözükmez demir parmaklıkları Dışarıdan bakanlara Söz misali deprem olsa Toprak yarılır koca evren düşer Bir çukura, o kadar ağlarım ki Okyanus gelir ayağıma Umutsuzluktan karanlığa bürünmüşüm Bu saatten sonra güneşe sarılsam bile Üşürüm....
Sena Sabcıoğlu
Histerik Sayıklamalar Histerik ağrılarla yüklü bir gece, Müzik gelir uzaktan: Ben gamlı hazan Sense bahar Dinle de vazgeç… Gökyüzüne bulaşmış senin histerik kalabalıklığın, kokuşmuşluğun… daha ilk fırsatta soludum şehri. Aynı sen gibi. Sağlıksız, her an nöbet geçirir gibi. Korkunç derecede mutsuz. Vıcık vıcık insan kalabalığı. Gecenin bilmem kaçı. İçmişim. Sorgusuz sualsiz batmışım karanlığına. Ne akıl kâr kalmış yanıma ne fikir. Havasından mı, suyundan mı, senden mi? Bir bayrak takıp dalgalanmak gerek. Gökyüzü temiz ama sen uçamazsın. Tutsak kuşların bir gün uçabilme ihtimalleri vardır. Senin yerde sürünme ihtimalin gibi. Sen, hayatın boyunca asla uçamazsın. İnsan, kendi kendini tutsak eder mi? Hem tutsak hem yarım bir beyinle asla uçamazsın. Karın ağrın bundan, nöbetlerin bundan. Vedaları oku şimdi satır satır: ağzı açık ayran baygını üstü çıplak orman kaçkını yüzün gözün yamulmuş kederden elin tutmaz saptan, çöpten, kirden yanına dikmişsin bir kadid-i beşer bit pazarında satılmaz üç beş kelam bilmez sokak süpürgesi bile denmez o da olmaz olamaz Ezgiler beynime yanık yanık geliyor. Burnumun direği sızlıyor. Mikropların, pasakların, yalanların, aldanmışlıkların… anladım sen bir sokak süpürgesi. Süpürür durursun. Hangisinden kurtulsan o kalır bedeninde. Eline almışsın mikroptan ölçüleri. Ne pişirsen zehir kusarsın. Seni kanser eden çevre ölçüleri mi, için mi doğuştan çürük? Nasıl yaşar insan bu kadar aşağılarla. Mesela bir bahar sabahı iner çıkar mı merdivenleri, umarsız yürür mü sokaklarda, şiirler okur mu uçan kuşlara, mutluca gezinir mi hanenin odalarında, nazende bir kuş görünce gülümser mi… yapamaz, bakamaz, gülümseyemez, koşamaz, konamaz… sen asla bir bahar sabahı uçamazsın! Çöplükler yanımdan geçiyor. Çöplük dediğin zehir değil midir? İnsan kendi kendini zehirler mi? Alsana başına geçirdiğin çatı. Zehirden bir acı. Kahret ellerini, gözlerini, ciğerlerini. Belki bir gün zehirden toz zerresi olur uçarsın. Belki o gün uçarsın…! Bir yok oluş sözleşmesi değil mi, kendi zehrini kendi kadehine boşaltman? Beli kalın, aklı kısa, burnu kıvrımlı, hazin bir yaratıkla… al sana ölüm sözleşmesi. Ölmeyi bekleme ya da toz zerresi olup uçmayı hiç bekleme…
'Öldük ölümden bir şeyler umarak Bir büyük boşlukta bozuldu büyü Nasıl hatırlamazsın o türküyü' C.S.Tarancı Hatıralar, güzel hatırlamalar, artık onlar da toz zerresi. Görmem seni, bakmam göz ucuyla. Ahkam kesemem. Ben Tanrı değilim, kutsal değilim, ama kötü biri hiç değilim. Biraz insanım. Zayıf anlarım, kederlerim, saçlarımdan yitip giden aklarım… Kulağım müzikte 'Yann Tiersen Porz Garet' Ruhumu büyütürüm her sabah. Çöp olmamaya yemin eder gibi. Her sabah sayfalar çeviririm. Her sabah, çöplüklere karşı. Sayfalar... Savurdu rüzgar keskin bir koku. Son kez çektim içime. Ellerim, ellerim artık kekik kokmuyor! Hususiyetlerini, çerçeveni de al yanına. Oku eskiden gazeller: Elveda. saksılarda menekşeler birikti, elveda senden yana vurulmuşum, elveda ellerimde kekikler soldu saçlarımdan savrulmuşum, elveda koş dikenli yollara iğnelerle yaşlan kanasın ayak bileklerin kırılsın kanatların, elveda sen hayatın boyunca asla uçamayacaksın, elveda menekşeler soldu yitip giden aşklara dağ kekikleri uçurumlardan kovuldu, elveda… Yeryüzüne korkunç bir çürümüşlük kokusu yayıldı: Doğuştan için mi çürük? Paslı bir hançer gibi sırtından vuruyorsun insanı. Seni de anlamak lazım aslında. Para, hırs, yalan, dolan… her sabah bunlara süpürge çalmak çürütür insanı belli ölçüde. Yeryüzüne bulaşmış adi kokuşmuşluğun. Birden ürktüm. Burnum gökyüzü altında. ellerimi kaldırdım bir bayrak kadar özgür dalgalandım leylak kokuları saçlarımda kokuşmuşluktan uzakta ellerim kekik kokmayacak bir daha ama sayfalar ellerimde çevirdim, korkmadım oku eskiden gazeller Elveda…
Özlem Özler
Yalpantılı Düşünceler Kimsenin olmadığı bir yere yolluyorum düşlerimi. Başka bir ırkın yaşam sürdüğü topraklarda, Akıntıya bıraktım gözyaşlarımı... Geceye hükmünü ilan edenler kazanmış mıdır gerçekten zamanı? Bu düzene ait olanlar bir başka düzenin içinde kaybolanların gördüğü düşler belki de.. Eksiltili ve çürük kokan bu düşünceleri açıklamanın başka bir yolu kalmadı çünkü artık. ... Sarıldım, sıktım boğazını kederlerimin, ellerim titredi. Nefesim kaybolup yitti. Ben yalanım, sen zor. Değildi ki bu beden benim. Bir sineğin cılız bacağı gibi emanetti sesim. Bu sebepten belki, hıçkırık tutmuş gibi yalpalayarak koştum kendime... Belki de nefesimin yarattığı boşluktu içime çektiğim zaman. ... Bağlayabilir miydi bizi birbirimize kelimeler? Bizler uydurmuştuk hepsini ve yüklemiştik üzerlerine kılıksız anlamları. Dalgaları kesen kayalar dillerimizi de alıp götürse bir gün, Nasıl koşardı cümlelerimiz bir ağızdan diğerine? Yoksa gözlerimiz miydi bağlayan bizleri? Uzak veya yakın olmak değil de görebildikçe mi kuvvetlenirdi her şey? Kayaları oyan rüzgar bir gün gelip götürse gözlerimizi, Nasıl bakardık birbirimize? Yoksa hepsinden başka bir şey miydi? Ne olursa olsun inanmaktı belki de sadece. ... Koynumuzda uyuttuk biz anıları, damlattık içimize. Baktım ve gördüm ki bir damla darılmış göğe, Düşememiş yere. Bir gerçek dağılmış diye, olan olmuş işte. ...
Gizem Ünsel
Yürek Döküntüleri '18 Yüzümü sürsem ekilmemiş toprağa Elimi uzatsam dokunabilir miyim içindeki tohuma Saçlarım ulaşır mı buluta Düşer mi kirpiğimdeki buzullaşmış damla Diksem gözlerimi görünür mü çocukluğum uzakta Köşe başında beklesem çıkar mı karşıma usulca Ansızın kanatlansam yakalanır mı göçebe turna Hiç sebepsiz bağırsam yankılanır mı karşı dağa Bedenimdeki çürükler değil Geçer mi ruhumdaki yara Yürek dinlenir mi bir şarkının nakaratında Aklım bırakır mı bu oyunları Uzansam boylu boyunca unutsam yaşadığımı Unutsam yaşamın onca yılgınlığını Haykırsam sessiz sedasız gömer miyim sonsuza.
Serap Sütcü
Paramparça Kelimeler Onların konuşmaları bitmez Benim sessizliğim tükenmez Kanadı kırık kuşların tüyünden mi kalemim Bir kaç satır yazayım desem Dile gelir sanki acıları, "Canım yanar" der istemez. Mürekkep kan kırmızısı Damla damla sızar Defterime, kalbime Sayfalar o vakit Mısralar döker sırılsıklam Yarası yüzünden değil Derdini anlatamadığı için ölür Ne yazık ki parmaklarımın arasında...
Sena Sabcıoğlu
Gönül Susmuyor. Oysa cümleler boş. Konuşmuyor. Oysa duygular yarım. Bir yaz seferinde kırılmıştı. İlk kez değil, Son da değil. Yalnızdı. Dolmuyor, dinmiyor. Yalnız kaldığı gecelerde dile gelmek istiyordu. İzin vermiyordum. Öfkesi, nefreti, sevgisi, merhameti birbirine düğümlenmişti. Ben onu anlamıyordum o da beni. Herkesten çok banaydı öfkesi. Herkesten çok onunlaydı direnişim. Belki de direnişlerimden yorulmuştu. Belki de onu anlamamı istiyordu. Belki de açılmak istiyordu artık, anlaşılmak istiyordu. Ben ise kaçıyordum. O çok temizdi. İnanıyordu. Ben ise biliyordum. Her şeyin yalan olduğunu. Anlaşılmayacağını. Evet zordu yalnız yürümek. Bunu da biliyordum. Ama kolayını anlatacak yoktu. Ben sustukça o kahroluyordu. Ben neşe ile bastırdıkça onu. Öfkesi büyüyordu. Kahkahalarım onu ağlatıyordu. Belki o da beni anlıyordu. Ama ikimiz de direnmekte ısrarcıydık. Bu direniş böyle sürüp gidiyordu. Gönlüm ve ben barışa hasret yaşıyorduk.
Burcu Örlü
Saçak Tütün çıkmazı yalnızlığım, kavun içi beter viran hastalığım, bir sen kalacaksın içimde bükülmüş
eğri, budaklı, delik deşik salkım saçak gideceğim bu şehirden ellerimde kır çiçekleri bir sen kalacaksın anılar dahilinde yalın ayak yaşlanacağım bir yerlerde yalın ayak kanacağım başka sevilmelere baharlarsa çoktan kaybedilmiş izbe, yarım, kararmış aynalar gideceğim bu şehirden yalın ayak, çıplak… Avuçlarında çöller birikmiş kararmış, verimsiz bir vaha için devralıyorsun bütün öpmelerini yalın ayak… Çöle sevgi verilmez demiş çöle aşık bir korsan çölde kayıp bir pusulayım çöle aşık bak sevgilim! içim dışım yalın ayak… Fütursuzca bir fırtınasın şakaklarımda ağrılı, kesik hüzzam bir makamda serpilir töhmetlerin ezik ezik atar yaralarım yağmur yağmaz üstüne kurak bilmişim kandırma kendini, çölde çiçek açmaz baharlar yoktur oralarda yarım bırakılmış bir benim çölün ortasında, yalın ayak… İlkbahara aşık sonbahar birikir başucumda yoksul bir anında alınmış saatinin kayışı avucumda adım, adın, adımız… Yalın ayak çıplak, korkulu, kimliksiz sinsi bir yılan çölün ortasında saatinin kayışı kopmuş yanı başımda yoksul bir korsan öldü daha dün avuçlarımda…
Özlem Özler
Maskeli Balo Okuduğum her kitabı çok sevdim. Bazılarını bana çok şey kattığı için, bazılarını yanlışları gösterdiği için, bazılarını da içerisindeki yanlış bilgileri görüp analiz edebildiğim için… Sevmediğim tek tür kitap var. O da "Bu kitabı 10 sene önce asgari ücret alan, şu anda California'da bulunan 250 metrekarelik bahçeli evinde ayda 30 bin dolar kazanan biri olarak yazıyorum" gibi cümlelerle başlayan türden olan kitaplar… Evet, ben bu tür kitapları sevmiyorum. Başarı gibi tamamen hissetmeyle ilgili olan bir kavramı 250 metrekareye, bir şehre ya da adına para denen kağıt parçalarına bağlayan türleri hiç sevemedim. Sevmemenin ötesinde nefret ettiğimi bile söyleyebilirim. Çünkü birinin çıkıp da "Başarı budur. Bunlara sahipsen başarılısın" anlamına gelebilecek cümleleri bu kadar kolay bir şekilde kurmasını rahatsız edici buluyorum. Bu düşüncemin kaynağı ne? Şöyle ki; 10 yılı aşkın bir süredir mesleğim gereği sürekli insanlarla birlikte vakit geçiriyorum. Yirmi bin saatin üzerinde eğitim, yüzlerce saat koçluk seansı ve mentörlük oturumu gerçekleştirdik. Vakit geçirdiğim insanlara sosyoekonomik açıdan bakarsak oldukça geniş bir yelpaze olduğunu söyleyebilirim. Bu geniş yelpazenin içerisinde, yukarıdaki örnekten yola çıkarak incelersek çok başarılı görünen fakat yaşamının her basamağında kendisini berbat gören mutsuz insanlar da, başarısız görünen fakat elindeki imkanları bilen, farkındalığı yüksek, kendini iyi hisseden ve çevresine de bu ışığı yayan insanlar da tanıdım. Peki başarı nedir? Adına plaza denen kocaman binaların içerisinde, ismi ve soy isminden çok daha uzun 'title'lar taşıyan, işinin neredeyse yarısı her gün gelen yüzlerce e-postayı okumak olan, yanındaki arkadaşının gülümsemesinin bile samimi olup olmadığını
anlayamadan her gününün en az 9 saatini o arkadaşıyla birlikte geçiren, alanında yeni bir şey öğrenmesi için yıllarca terfi almayı bekleyen, tam da terfiyi hak ettiğini düşündüğü anda bir üst koltukta oturan kişinin 'insiyatif'inde başka birinin terfi ettirildiğini gören, sonrasında 'oyunu kurallarına göre oynamayı' öğrenen, yaşamın sadece kartvizit üzerinde yazan yazılardan ibaret sanan, hal böyle olunca en üst pozisyona gelse dahi mutlu olamayan, sürekli birbirini çekiştiren insan topluluğunun başarılı olduğunu düşünmemiz gerekiyor gibi bir algı var. Böyle yaşamları gördükçe kendimi bir maskeli balodaymış gibi hissediyorum. Oysa başarı tüm bu kısıtlamalardan bağımsız, sadece parayla ilgili olmayan, yapılan bir işi, uğraşıyı kişinin istediği şekilde sonlandırmasıyla ilgili bir kavram… Tanımda geçen 'kişinin istediği şekilde sonlandırması' kısmı oldukça önemli. Çünkü insanlar genellikle ne istediklerini düşünmeden, çevrelerinin kendileriyle ilgili beklentilerine ya da gelişmelere göre seçimler yapıyorlar. Gerçekten ne hissettiğini, ne istediğini bilen kişi sayısı oldukça az. Bu nedenle insanlara "Ne istemiyorsun?" diye sorduğumuzda hemen sıralamaya başlıyorlar. Fakat "Ne istiyorsun?" diye sorduğumuzda ise uzun uzun düşünüyorlar. İnsanların bu soruya cevap verme konusunda oldukça zorlandıklarını gördüğüm için konuyu, kitabım Kelebek Eğitmenler'in içerisinde Öz Yönelimli Öğrenme kısmında uygulamalı formlar eşliğinde daha detaylı anlattım. Çünkü hepimizin istediğimiz şeyleri elde edebileceğimize yürekten inanıyorum. Yeter ki ne istediğimizi bilelim… Başarıyla gelen güzel duyguların tadını çıkarmanızı diliyorum… Güzel bir gün diliyorum. Sevgi & Saygılarımla
Tuğba Kaplan Erkorkut Kurucu Eğitmen / Rota Gelişim
Yürek Döküntüleri '19 Ulan bıkmadınız gecenin ırzına geçmekten, Tüm emellerinizi üstünde gerçekleştirdiniz Nerede bir hüzün bulsanız geceye yamadınız Bir yalnızlık varsa yine geceye misafir ettiniz, Sevdiğinizin koynuna gece girdiniz, Sevdiğinize gece ihanet ettiniz En kara düşleri geceye sakladınız Süslü hayallerinizden de aldı nasibini gece Cinayetlerinizi, kirli oyunlarınızı da yüklediniz geceye... Ne çok bellediniz anasını, Ne çok becerdiniz marifet gibi Yazık ettiniz geceye ulan kirlettiniz defalarca Oysa tek o örttü ayıbınızı ve hep unuttu her defasında günahlarınızı Yazık ettiniz geceye, sokağa düştü bak işte... Sokaklar şimdi katran karası...
Serap Sütcü
Mavralar Kalbimin üstünü nasıl işgal ediyor bu kement Vurgun bir ortaçağ senfonisi kulaklarımda Ellerimde yarım kalan tutuşların Ağustos bitmiş, eylül gelmiş geçmiş Mavralar kulaklarımda Ekim de yitip gidermiş! Sensiz geçirdiğim kaçıncı kıvranış Uzlaşamam kendimle Yırtık bir dilenci vurur bileklerimden Tut ki kanser olmuş omzumdan aşağı bir tırmanış Bizden kalan bir leş saç tellerimde
Ertesi günler daha ertesi Solarken iç çekişlerim Hep bir külfetli başkaldırı Yıldızlar aynı notalardan parlar Her gece mi kederden yaslar Delik deşik bir senfoniyim Sevilmiş, alınmış, aldanılmış Saydırmayın bana Ayalarım yiter havralara, sızlıyorum… Tut ki kanser olmuşum Hâlim vaktim de yerinde değil Sefalet kol gezer Üstüm açık Saç tellerim dizlerime dağılmış Sefil bir dilenci bakınmış Uçlarında kan, Safran Saydırmayın bana mavralar, sızlıyorum… Daha dündü Mayısında İşgal edilmiş bir dilenci vurdu beni Kulakları kesik, Elleri kırık, Eksik etekli bir deli. Kalbimde bir direniş, bir işgal Sağaltmadı yaralarımı Merhem sanmışım Vurdum en derinden yerini Mavralar kulaklarımda ezik bir toros, sızlıyorum… Mayıs, haziran; aylar, yıllar Hariçten gelip geçti Ekim, kasım ne fark eder İşgal edilmiş bir Paris valsiydi Sanmıştık ki sevmek bu Karasal iklimlerde volta atmışız Kementler yine benim üzerimde, sızlamışız..! Yırtık bir dilenci Açmış, bakmış Acımış bana Kendi acınmışlığıyla. Alıp sarmalamış İşlemez yaralarımı, sızlıyorum…
Yasaklı bir mülteciydim ülkemde Nergis olsa boğulurdu gölde Ben nergis değildim boğulmadım o gölde Durdu, baktı, baktı Bir safranı yüzünden tanırım, dedi. Çaldı hariçten mavralar Kahkahalarla güldüler Yırtık dilenci pek bir şaşırdı Aldı tuttu içimden Yarama tuz bastı Attilla'dan yana hep ağlardı, sızlardık… Bak dedi burası yanardağ Bak dedi burası yıldızlar çağı Bir ikilemim ben tırnak aralarında Ya kavrulursun yanardağ ağzında Ya dilenirsin yoksul zamanlara, sızlıyorsun… Sevmek yarım ağızda bir tümce Eksiklik yürekte miydi? Hariçten mavralar çalma diyorsun Dilimde eski bir şarkı, sızlıyorsun… Daha dündü Mayısında Alnının şakağı alnımda Attilla'dan yana ağlardın Baktı baktı tuttu elimden Yitirdiğim şarkı düştü dilimden Yıkıldı kement Aldım Yarama tuz bastım, sızlıyorum..
Özlem Özler
Umut Doğuyor Umutlarım, hayallerim. Her geçen gün güzelleşen. Yoruldukça, tökezledikçe, savruldukça çoğalan.
Gün gelip yollarda bulduğum. Gül gelip dağlarda. Gün gelip uçan kuşlarda. Gün gelip özgürlük aşkında. Öyle günler geliyor ki, Sevdamı yüreğime hapsettiğim. Yıllarca büyüttüğüm umudumu, Bir sevda ateşine mahkum etmediğim. Ve ben öyle doluyorum ki. Gözyaşlarımın mutluluğuyla, Hatalarımın bedeliyle, Bedellerimin olgunluğuyla. Ve öyle günler de geliyor. Çaresizliğimle umudumun savaştığı, Hayallerimi bir hüzünlü gecede yıprattığım, Çiçekleri bile boynu bükük gördüğüm, Tökezlediğim. Ve o uçan kuştan, Ve o gökyüzündeki yıldızlardan, Tanyerindeki güneşten, Karanlık gecede parlayan aydan, Ve o sevgiyi anımsatan doğadan, hayvanlardan, Bir çocuğun yüzündeki masum gülüşlerden, Dillerin, dinlerin, ırkların kardeşliğinden, Farklı seslerde aynı duygularla gözyaşı dökenlerden, Farklı davalarda aynı acıyı yaşayanlardan, Biraz da olsa kardeşliği hayal edenlerden, İşte tüm insanlığı ayakta tutan şeylerden utanıp, Yeniden doğuruyorum umudumu. İşte bu en güzel şeyleri hayal ettikçe, Bir sevdanın ateşinde yanmak, utandırıyor beni mutluluğa verilen emeklerden. Ve vazgeçiyorum. Sevdamı yüreğime hapsedip, O en güzel yollara bakıyorum. Hayallerimin saflığı ve umudumun gücüyle.
Burcu Örlü
Yürek Döküntüleri '20 Ahhh ömrüm... Bu gün bin yaş daha büyüdüm Dün küçücük bir çocuktum... Her nefes alışımda Ciğerlerime, iliklerime kadar çürüdüm Minicik yüreğime doldurduğum yalnızlığım Nasıl oldu da Bin yaş daha büyüdüm... Ahhh ömrüm... Zor işmiş büyümek En derinden mi gelir hep Sesinin çığlıkları insanın Hep soldan mı alırsın yaraları Kimse görmez kanayan yanını... Ahhhh ömrüm... Daha dün minicik bir çocuktum Ben daha görmeden Balonların gökteki dansını Ve sokakta daha oynamamışken Saklambacı, köşe kapmacaları Farketmeden Bin yaş daha büyüdüm... Oysa ne umutlar vardı yüreğimde Gökkuşağı renginde Uçsuz bucaksız seviler büyüttüm Yanlış olduğunu bilmeden içimde Sevmedim ben büyümeyi Geri verin içimdeki Büyümeyen bebeği... Ahhh ömrüm... Ben bu gün istemeden Bin yaş daha büyüdüm...
Serap Sütcü
Kadıköy Kızı Bütün mutsuz tecrübeleri aldım safıma. İhmalkar olmayan bir tutumla ağlıyorum. Sapa yollardan geçerek aylak bir dem vuruyorum. Sonbahar gelmiş, sarı bir kalabalık yerlerde. Oturdum dizlerine. Baktım üstüne arabalar park edilmiş. Kestane ağaçlarını rüzgar savuruyor. Ani bir kızgınlık yaşamış gibi düşüp parçalanıyor. Kestane ağaçları bana tanıdık yâr gibi. Rüzgar saçlarımda. Kaçamak bir ulak gibi. Kıyıda köşede şehrin ıssız bir kimliğinde demleniyorum. 'Kırık Bir Aşk Hikayesi'ni izler gibi. Bir kestane kırılıyor, kırılan her kestaneyle farklı hikayeler dizginleniyor. Az evvel kırıldı biri. Bentley marka altın sarısı arabanın üzerinde ışıl ışıl kestaneler parçalanıyor. Bu duruma daha fazla katlanılır mı? Bentley arabayı ödünç alıp gaza basıyorum. Kilometreler aşıyorum. İçimizdeki kilometrelere meydan okur gibi. Şehrin ucube sakinliğinden dahi kurtulmak niyetim. İçimde bir Montpellier şehrinde tura çıkma hayali. Müzik, notalarıyla eşlik eder. Ah 'Jane Maryam'. Zihnimin kırçıl demlerisin. Sakinlik kokan baharlarda. En izlek yerinde sayfalarımın. Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesinde gülümsetirsin inceliklerinle. Bakarım, ruhum Montpelllier'de. Yanımda Şaşkın Kestane, şiirler okur: Ülkeler aldım Ülkeler sattım Seni bulmakta değil kaygım Selam verdim kıyılara Yanık yanık kokan yazgılara Bir yol kestanesiyim elinde İmkansız niyetlerim serili gözbebeklerinde Bu yol uzar Kestane. Hayattan alacağı var herkesin elbette. Kırık bir sonbaharda imkansız düşler kurmuştur birileri, birileri ağlamıştır kaçıp giden o fırsatlara. Ah, vah…
Ufka baktım. Kavruk bir sonbahardım. Yazgısı yanmış bir saman alevi. Çektim arabayı üstüne. Baktım bir defter var ışıl ışıl, saman sarısı. İçi yanık ezgili… açtım biraz ürkekçe. Sıkıldım kendimden, bu ürkek fikirlerimden… belki biraz cesaret göstermeliydim. Kopup gidebilirdim. Yeni dünyalar kurabilirdim. Bir uçurtma olsam, kopup dalgalansam, arasalar beni asırlar boyu. Gizli saklı kaçak devirlerde koşsam. Özgür bir kısrak ne değerli. Kasvete saadet kusuyor. Kasvet, saadetten utanıyor. 'Saadet güzel kadın ismi.' Uçurtma olsa uçsa gökyüzünde. Birden bir rüzgar devrildi saç tellerime. Dokundum yittim ben de. Ağladım, ağladım bir devir kadar uzaktım. Metronom şehirler, uzak ihtimaller, arsız sevilmeler, farklı marka sigaralar… hiçbirinin geçerliği yok insan ruhunda. Ruhumuz ele geçirilmiş, dengesiz krizler eşiğinde. Saç tellerim devrildi rüzgar eşliğinde. Defterin ilk sayfası seslerle fısıldıyordu: ruhumda ezik bir terennüm eder firkatların bir vurgun bir kaçağım sessiz ipliklerde bir başına içim derin iklimlerde yağar durur ifratların Yazılı ilk şiirden savurur beni bir Kadıköy Kızı. Acayip bir ülkede acayip hikâyeler... oturdu yanıma. Açtım, defterden baktım: Evet, o. Kadıköy Kızı. Adını nasıl da almış bu şehirden. Oturmuş yanıma inceden. Aklım derin firarda. İskarpinleriyle ritim tutmakta bakarak bana: Geldin sen bir sonbahardan Sevdin bir adamı o ilk bahardan Oku bu defteri kırık bir hikâyesi var Aşkı elinde yitip gider bir sonbahar Kestanelerin de aşkları daldan kopana kadar Kadıköy Kızı'nı bir gün bir adam sevmiş. Adam kendine ait bir hücrede imiş. Sevgiden yana pek cömertmiş. Doğru yoldan şaşmaz, yanlış cümleler kurmaz. Bir rüya içindeymiş. Kendi özgürlüğü insana hücre olur mu? Mutlu mesut yaşar imiş.
Bir gün bir kestane ağacının altında Montpellier şehrinde el ele yürürlermiş. Leylaklar arada üzerilerinden uçarmış. Bu gezinti leylaklardan birinin gözünden kaçmamış. Usulca yanlarına yaklaşmış: Kestanenin adı ayrılıktır Simgeler her bir parçasıdır Sevginin yarasıdır Ayrılmak istemiyorsanız O vakit Gölgesi size değil ait Adam elinde şiir defteriyle gezinip dururmuş. Kehanete inanmak ona en anlamsız tümce olmuş. Sarı Leylak'ın dediğine göre kestane gölgesi uğursuzmuş. Her kim ki onun altında gezinirse sonu ayrılıkmış. Mühleti ise sekiz yıl imiş. Gel zaman git zaman demler çatarmış. Bir kestane düşer parçalanırmış. Sevgililerden her kim eline alırsa yok oluşa erermiş. Adam gülmüş böylesi kehanet sen de! Nerden çıktın Sarı Leylak? Bir sayfa daha çevirince bir şiir, bir hikaye birikmiş: Ezik bir fırtınadır ifratların Kanar, kanatır gecelerde Bir volkan yanıyor hücrelerimde Kurudu çiçekler Aylar oldu açmadı Ezik ezik kanar ifratların Sarı Leylak bakar ve gülümser: Sözlerimi ciddiye al. Benden sana yok bir zarar Mutlu hücrende acı var! Adam hiç umursamamış. Bir gün bu aşka sırtını döneceğini, onu kendi elleriyle yakacağını bilememiş. Kadıköy Kızı birden endişelenmiş. Ruhu ürpermiş. -Sanki her şeyi baştan hisseder gibi.- Sarı Leylak uçup gitmiş. Giderken Kadıköy Kızı'na şöyle demiş: Sevgi yitip gider Kestane ağacının gölgesi sizi yener Dinle beni Koş mutlu hücrene Yaşa orada saadetinle Olma sakın Karaköy Kızı Al bu yıldızı
Sayfa çevrilir defterde bir şiir daha: (Şaşkın Kestane'ye gelince bir şaşkın bir şaşkın bu hikayeyi sessizce dinler.) Kızgın bir gecede gitmiş gibi Bilekten kesmiş sargın bir volkan içinde Yaşamına son vermiş sevmelerin Bir vurgun Bir kaçak Ezik ezik kanar ifratların Karaköy Kızı bir sessizliğe gömülür. Eski neşesi kalmaz. Bakar ve der ki: Artık yürümem senle Bu yol karanlıkta Çekip gidelim mutluluğa Kestaneler uğursuz bir varlık Bu yol hep karanlık Adamın umursamaz tavrı kadını ezmiş. Sevgiden yana meğer korkak imiş. Kehanetlere inanmak ona pek yanlış gelmiş, elinden tutmak istemiş. Yoluna bir ses gelmiş. (Aradan tam sekiz yıl geçmiş!) Ayrılık demi gelip çatmış Kestanenin biri düşüp parçalanmış Delikanlı alıp eline bakmış Kadıköy Kızı'nın eli elinde Bir bakmış Ortada toz zerresi bile kalmamış Kehanet gerçekleşmiş. Kadıköy Kızı'ndan bir zerre dahi kalmamış. Adamın yüzü de gönlü de kederle bir gecede yaşlanmış. Elinde o defterle sızıp kalmış. Kendine yarattığı mutluluk hücresi umutsuzluğa gebe kalmış. Kadıköy Kızı'na şiirler okuduğu defteri bir daha eline dahi almamış. Bir bankta sessizce rüzgar, fırtına, güneş görmüş kederden sararmış, kalmış. Şaşkın Kestane bankta sorar kıza: Bu nasıl bir hikaye? Yitip gittim ben içinde kendim vardım içi içinde sen nasıl silinip gittin? Ben de bir kestaneyim Bir ayrılığın kırıklığı var üzerimde Defterde yaşadığından var mı haberi? Anlatayım bu hikayeyi!
Kaçak bir şiirdir memleketim. İzahı boylarında gizlenmiş. Binelim arabamıza gidelim, ucube şehrimize dedim. Kestane vazgeçer mi kalalım dedi. Kavuşsunlar dedi. Kırık hikayeler kırık kalmalı dedim… Karaköy Kızı döndü Kestane'ye baktı: Soru sorma bana Kırık bir hikâye kaldı yanıma Gölgesi kötü kestanelerin Ucube şehirlerden bir an evvel gidin Şaşkın Kestane meraklı ya! Dilmiş, aşkmış, kehânetmiş anlamadı. Savurdu bizi buralara. Çevirdi bir defter yaprağı daha..! Yaprağı çevirdiğimiz vakit bir de ne görelim: İçinde o delikanlı Akar kanımız deli kanlı Bu şehir ucube yatar, gider serin serin kanlı Bir kestane düşer kırılır orta yerinden Kırık Bir Aşk Hikâyesi burkulurum en derinden Rüzgâr saçlarımda kaçamak bir ulak gibi Sonbahar bir sonbahar daha sensiz geçmiş gibi Bir kestane daha kırılır ben orta yerinden Kestaneler düşer durur sararmış yapraklara. Ben oturmuşum önümde Bentley marka bir araba…
Özlem Özler
Manzaramda Ege Denizi Hüzünlere dalınca gece, Manzarada Ege denizi Mehtaba dalınca gece. Pencerede Ege Kalbimin ortasında Aşkın hançer misali, Saplı durur Ay dokunur İsyankar ruhumda durulur Kim bilir belkide ölüyorumdur…
Sena Sabcıoğlu
Çocuk Oyunu Değilmiş Aşk Saklanmadım bu kez Aşktan, sobelendim Sonra körebe oldum birden Tanıdım seni Herkesin içinden Köşekapmaca oynadım mutlulukla Hep bir adım uzağımda kaldı Mutluluk. Yerden yükseldi ayaklarım Hatta yürüdüm bulutların üstünde Ayrılık geldi bir gün Aniden, gerçekti Şaka değildi. Mendili kaptım Çok ağladım kuytu köşelerde Yüreğim yandı kor ateşlerde Uçurtmanın kuyruğuna bağladım umutları Rüzgar gülü dağıttı toz pembe bulutları Büyüdüm artık çocuk değilim Yalnızlık geziyor şimdi Dün sekerek koştuğum sokaklarda…
Sena Sabcıoğlu
Yürek Döküntüleri '21 Gece yolculukları hep güzeldir, gökteki yıldız odadaki gölge, Sessizlik, sokaklar, deniz, Gece kadınlar da güzeldir, adamlar da... Şehir bir başka güzel, sözler bile gece güzeldir; Velhasıl gece başka güzeldir... Tüm çirkinlikleri saklar mesela Duygusallaştırır insanı, hüzün gece çöker insana, Yalnızlık gece koyar, en derin düşlere gece dalarsın, En güzel hayaller gece kurulur... En acı söz geceyle gelir akla.
Aslında romantiktir gece Işıl ışıl yıldızları, kıpır kıpır yakamozuyla cilvelidir, Hayat gibidir Hatta hayatın kendisidir, anılarıyla, kurulan hayallerle, umutla güzeldir, Güzel, hem de çoookk güzeldir gece... Sevgiyle, umutla, umutsuzlukla, Huzurla aydınlığa ulaşmak için bir kapı, Günün öteki yüzüdür gece... Salkım saçak karmaşa, düş yatağı, Saklanılacak en güzel andır kendi kucağında... En masum, en korunmasız, en zayıf, en güçlü olduğun dilimidir zamanın, Günden öte, sabaha yakın, tuhaf bir karmaşa Zifirinin en ışıltılı yansıması... Sessizliğin sesi, görünmezliğin gözüdür gece Anlayana...
Serap Sütcü
20. ve 21. Yüzyıl Bireyleri Zamana sadece bulunduğumuz anı gözlemleyerek değil biraz daha geniş bir pencereden bakalım.
Kuşak veya Jenerasyona, belirli bir dönemde doğan insanların oluşturduğu nesile verilen isim diyebiliriz. Günümüzde genellikle bir dönemin sosyal veya kültürel yapısını vurgulamak için sıklıkla kullanılan bir terim haline gelmiştir.
Kuşaklar arası farklılıklar her yüzyılda, her dönemde, her çağda belirgin olarak hissedilmektedir. Kuşaklar arası çatışmalar toplumda önemli problemlere dönüşürken, eski kuşakların yenileri anlamaya çalışması toplumun gidişatı açısından son derece önemlidir. Günümüzde kuşaklar (jenerasyon) keskin çizgilerle 4'e ayrılır: Baby Boomer, X, Y ve Z kuşakları. Baby Boomer Kuşağı (1946-1964 Arası Doğanlar) Bunlara "Sandviç Kuşağı" da deniyor, çünkü aynı evde önce çocuklarına, sonra yaşlanan ana-babalarına baktılar. Dünyanın insan hakları hareketlerini, radyonun ise altın çağını yaşadığı yıllar. Sadakat duyguları yüksekti, kanaatkarlardı; aynı yerde uzun süre çalıştılar. Teknoloji kimine yakın kimine uzak oldu, çok benimse(ye)mediler. Aslında babaları gibi otoriteye saygılılardı. İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonraki "nüfus patlaması" yıllarında doğan bu 1 milyar bebeğe "Baby Boomers" deniyor. Bu kalabalık bebek nüfusu büyüdükçe, ihtiyaçlarına göre çeşitli sektörler de her on yılda bir müthiş büyüme gösterdi. 1960'lı yıllar televizyon yılları; 70'ler fast-food; 80'ler gayrimenkul yılları; 90'lar artık sıra yaşam kalitesini yükseltmeye geldiği için, mikrodalga gibi elektronik ev aletleri ve ardından iletişim patlamasıyla internet ve cep telefonu yılları oldu. 2000'lerde artık yaşları 50'yi geçmişti, ceplerinde paraları vardı, ömrün uzadığını biliyorlardı. "İyi yaşlanmak" hatta mümkünse yaşlanmamak için sağlık ve bakım sektörlerini de patlattılar. Savaş sonrasının yokluklarını, sıkıntılarını unutmadılar, zenginleşmenin tadını aldılar. X Kuşağı (1965-1979 Arası Doğanlar) 1965-1979 arası doğanlara X Kuşağını oluşturmaktadırlar. Teknolojiye adapte olmakta ciddi sorunlar yaşayan, değişimi kabul etmekte zorlanan, kurallara uyumlu, belirli bir disiplin çerçevesi içerisinde yetişmiş, sabırlı ve otoriteye saygılı kuşak X kuşağı olarak adlandırılmaktadır. Belirli çalışma süresinden sonra kademe atlayabileceklerine inanırlar ve sabırlıdırlar. Daha çok, keyifli yaşamak için çalışırlar. Ayrıca bu nesil, çok fazla icatlara ve buluşlara şahitlik etmiştir. Dünyaya gözlerini merdaneli çamaşır makinesi, transistorlu radyo, bantlı teyp, pikapla açan X nesli internetten, ipad'lere, akıllı telefonlara kadar pek çok yeniliğe şahit olmuştur. Sadakat duyguları duruma göre değişir. Daha iyi kariyer imkanları ararlar. Çoğu (teknolojik devrime denk geldiklerinden) teknolojiyi zorunluluktan kullanmaya başladılar. Özellikle bilgisayar sistemlerinin dönüşümü ve buna bağlı değişen iş yapış şekillerine adapte olmaya çalışmışlardır. Ülkemizin yaklaşık %22'sini oluştururlar.
Y Kuşağı (1980-1999 Arası Doğanlar) Y kuşağı, Amerikan kültüründe X nesli'nden sonra gelen demografik kuşaktır. Bu kuşağın başlangıç ve bitiş tarihleri net olarak belli olmasa da nüfus bilimciler ve araştırmacılar genellikle 1980'lerin başlarından 1990'ların ortalarına veya 2000'lerin başlarına kadar doğanları bu kuşağa dahil eder. Y neslinin karakteristik özellikleri bölgeden bölgeye, sosyal ve ekonomik koşullara göre değişir. Y kuşağı hiyerarşi içerisinde çalışmayı sevmeyen, iş hayatına atılır atılmaz kendi işinin patronu olmayı isteyen ve para harcamak için çalışan kuşaktır. Teknolojiye bağımlı ve X kuşağıyla da tamamen kopuk olmayan Y kuşağı; X ve Z kuşakları arasında tam bir köprü konumundadır. Bu neslin bireyleri; iletişim ve medya teknolojileri ile dijital teknolojileri genellikle daha yoğun kullanır. Dünyanın çoğu bölgesinde bu nesil, politikada ve ekonomide artış gösteren liberal politikalar eşliğinde büyümüştür. Y neslini içinde büyüdüğü bu ortamın etkileri ise tartışmalıdır. Gençler arasındaki işsizlik düzeyinin çok artmasına yol açan 2008 Ekonomik Krizi'nin bu nesil üzerindeki etkisi büyüktür. Sadakat duyguları az, narsist, bireyci ve girişimcilerdir. Beklentileri yüksek ama bedelini ödemek istemezler. Hızlı tüketirler. Türkiye'de yağ kuyruklarını, benzin sıkıntısını yaşamadıkları için "her şey her zaman böyleydi ve böyle olacak" sanarlar. Eş zamanlı olarak birkaç işi birden yapabilirler. Türkiye'nin %35'ini oluştururlar. Yani yaklaşık 27 milyon kişi… Çok önemli bir diğer faktör ise "akran onayı". Sıra arkadaşının, mesai arkadaşının, internetteki oyun arkadaşının önermediği ve onaylamadığı bir ürün ile Y'nin buluşması çok zor. Y'nin dikkatini çekmek istiyorsanız, mesajınızı, markanızı, iletişiminizi sadeleştirmeniz gerekir. Girişimcilik en önemli özelliklerindendir, özgüvenleri biraz abartılıdır. Z Kuşağı (2000-2012 Arası Doğanlar) Z kuşağı kimi uzmanlara göre milenyum kuşağı veya internet kuşağı olarak adlandırılmaktadır. 2000 yılı ve sonrası doğanlara Z Kuşağı denir. Özellikle internet aracığıyla sosyalleşmeyi tercih eden bu kuşak diğer nesillerden farklı olarak oyuncak yerine ipad, laptop, playstation'la oynarlar ve teknoloji ile birlikte büyürler. Çabuk tüketen bir nesildir. Markalara ve ürünlere sadakatleri çok düşük seviyededir. Onlar, ev ödevi yapamadıklarında "elektrikler kesildi, ondan yapamadım" değil; "internet bağlantım kopuktu" diyen kuşak. İnsanlık tarihinin el, göz, kulak vb. gibi motor beceri senkronizasyonu en yüksek nesli. Ancak bu avantajlar, dikkat ve konsantrasyon zorluklarıyla dezavantaja da dönüşebiliyor. Sorgusuz yaşayacaklar; çünkü iş yaşamına atıldıklarında karar vermelerini gerektiren her şey sistemler tarafından yapılıyor, yapay zeka
tarafında karar veriliyor olacak. Çok diplomalı, uzman ve buluşçu olacaklar. Yaşamlarında otorite kavramının önemi kalmayacak. Tatminsiz, kararsız ve doğuştan tüketiciler. Ülkemizin %17'sini oluştururlar. …
Zamanın ilerlemesi ile birlikte yeni kuşaklar ortaya çıkacak ve onları da ifade edebilmek için farklı terimler bulmak zorunda kalacağız. Farkına varmalıyız ki yapay zeka ve robotların hayatımızın bir parçası haline geldiği 4. Sanayi Çağı'nda bazı meslekler önemini yitiriyor, bazılarının iş yapış şekilleri değişiyor. En önemlisi, her gün yeni meslekler ortaya çıkıyor. Bugün ilkokulda okuyan çocukların yarısından fazlası üniversiteyi bitirdiklerinde şu an var olmayan mesleklerde çalışmaya başlayacaklar. Bu noktada eğitim kurumlarının karşılaştığı en önemli sorun, çocukları tahmin edilemeyen bir gelecek için yetiştirmektir… Farklı çağları yaşayan bireylerin bir toplumu oluşturabilmesi için "iletişim, adaptasyon ve inovasyon (toplumsal, kültürel ve idari ortamda yeni yöntemlerin kullanılmaya başlanması)" yeteneklerini uyum içerisinde geliştirmeleri gerekiyor. Artık teknolojinin hızla geliştiği ve giderek hayatımızda daha çok yer kapladığı yeni bir dünya oluşuyor. Teknolojik gelişmeler mesafeleri kısaltıyor ve her türlü iletişim ve üretimin hızını arttırıyor. Değişen bu dengelerin içerisinde yeniye en hızlı uyum sağlayan kazanan olacaktır. Uyum sağlamak ise iletişimden geçiyor. Ayrıca bilgiye ulaşabildiğimiz kaynaklar giderek artıyor. İnternet bir kaynak havuzu haline geliyor. Bu havuzun içerisinde boğulmadan doğru bilgiye ulaşmak ise teknoloji ve bilgi okuryazarlığından geçiyor. Dahası bu yeni sürekli değişen dünya, sizden sürekli üretmenizi daha önemlisi yeni şeyler üretmenizi ve bu değişime ayak uydurmanızı bekliyor. Bu yüzden inovasyon becerileri geleceğin bireylerinin sahip olması gereken olmazsa olmaz bir yetenek olacaktır. Bizler; yıllardır olduğu gibi her çağa ait kavram ve durumları listeleştirip, ortak bir doğru noktasında buluşabilmek için içerisinde yaşadığımız yüzyılı bir kalıba sığdırmaya çalışıyoruz. Sorun şu ki; günümüzdeki gelişmeler, bedenimiz ve ruhumuz tarafından sindirilemeden öylece satın alınıp, geçerliliğini ışık hızına yakın bir hızda yitirmekte. Geçmiş günlere bir göz çapaklanması kadar geçen süre bakacak olursak; insanların
keşiflerini, durumları ve birbirlerini inceleyebilmek için kendilerine zaman tanıdıklarını görürüz. Nehirlerin kıyısında, yıldızların ışıkları altında durup göğe baktığımız günler işte o geçmiş günler hiç gelmeyecekmiş gibi artık. Toplumun içine düşmekte olduğu karamsarlığı ve kuşaklar arası farklılıkları en aza indirebilmek için koşturmayı bir kenara bırakıp biraz dinlememiz gerekiyor. En çok da içimizdeki sesi dinlememiz… Selam olsun, içindeki sesi hala dinleyebilenlere.
Gizem Ünsel
İçimden Geçenler Merhaba, Çoban Yıldızı. Geçen Tunalı'dan Karanfil'e yürüyorum saat sabah 4-5 civarı, aklımda ise hissettiğim soğukluk vardı, beraber sokaklarında ıslanarak gezdiğimiz şehre kadar uzanan. Parça parça kırdın mevsimin sıcaklığını ve hissettirdin o keskin ayazını hem orada hem de burada. 'Ne gerek vardı?' Samimiyetimle söylüyorum, ne gerek vardı havamızı değiştirmeye. Birimiz baharı yaşasaydı veya yaşadığını sansaydı en azından... Ben mutfağa gittiğimde ne alacağımı unutup geri dönen ama seni asla unutmayacak olan bir çocuktum. Söyler misin bana, ne gerek vardı kendini bu kadar gözümden düşürmeye ve bu duruma devam etmeye; ne gerek vardı? Sabır dedin, güzel bir şey sendeki, rüzgar sert esmeye başlamıştı artık her iki yaprağı da savuracak cinstendi. Savrulmaya ne gerek vardı? Ahmet Arif'in de söylediği gibi hasretinden prangalar eskitmiştim oysa ben. Hadi hepsini geçtim sevseydin ucundan, ucundan sevseydin eğer görmezden gelemezdin içimdeki seni. Artık daha iyi anlıyorum bazı şeyleri, seni. Ben iki okeyim varken sana bitecek kadar açık oynardım, sense çakma okeyleri bile gizlerdin benden, ne gerek vardı böyle oynamaya? Yandan taş çalmana da gerek yoktu, söyleseydin istekamdan istediğini alabilirdin... Geriye karşılıklı oturamayacağımız bir masa, başı boş yapraklar, açılmamış taşlar, bir de yarım kalmış bir oyun kaldı. Merakımdan değil bil diye söylüyorum, kolum ışıklara yetişir karanlıkta. Önemli olan düğmeye basmak değil lambanın yanıp yanmaması.
Furkan Yasin Bora
Mübeccel Kaktüs "Mübeccel bir kaktüsüm Unutulduğunda büyüyen!" Yokluk geçmiş saçlarımdan Ağlar gibi kıvrılmış tutam tutamım Orta halim yok Kederliyim ve yaşlanmış Unutulmuş aldatılmış biraz aldanılmış Yokluk girmiş kapılarımdan Dünya kederden bir senfoni kulaklarımda Mübeccel bir kaktüsüm Unutulduğumda Yeniden doğacağım Enstantaneler ezgili müzik müzik Tumturaklı bir yaşam geçmiş başımdan Kimliksiz bir sevdadan yanmışım Kurumuş bir vaha içim Hatırlanmaktan yana korkağım Baktı Korkma dedi Mübeccel Aşkı satmadık ya yoksun yüzlerde Bu yüzden hatırlanmamaktan korkmalısın Orta halli zengin bir volkanım Cesaretten yana korkağım Bir vakit olmuş yoksul kalmışım Kimliklerim satılmış saman pazarında Adım neymiş, kaç yaşında imişim Alıp yakmışsın karalamışsın Afrika Menekşelerim almış bu haberi Solmuşuz Günbegün hatırlanmışız Yanmışız Mübeccel Korkma dedim Sağırdın ve kördün Duymadın ve görmedin Ortalık yangın yeri olmuş Yakılmış, yanılmış İğneden geçmez ipliklerim, kuyudan geçer bir
Ağır aksak yaralıyım Kendirim elimde Mübeccel bir kaktüs yanar çöl eteğinde Ben vurulmuşum solmuşum Kavruk bir iltihap kokar içimde Ortalık yangın yeri Bir ben kül olmuşum Ölmüşsün demişler bana Kimse inanmamış buna Mübeccel dedim Beni hatırlama Ölmüşsün demişler sana Bir ben inanmışım buna Mübeccel Beni, unut diyorum sana! Duydum ki Benden gayri bakmışsın bir adîdin suratına Kabulümdür gönlüm Ölmüş olduğuna Mübeccel dedim Beni hatırlama! Mayıs geçti, bir mayıs daha Unutulmuş bir yara oldu içim Unut diyorum sana Mübeccel Unut ki yeşeriversin artık içim Islıkla su içerim, sicim sicim Mayıs geçer tezelden Döndüm arkamı senden Eskidi baharlar ardından Kasım da geçer vaktinden Yaprak döker döker içim Mübeccel beni hep hatırladı Mübeccel dedim Kimliksiz sevgilim, İkimiz Mübeccel bir kaktüs olalım Unutulduğunda büyüyen Mübeccel dedi Bak Eskittik baharları Kasım da oldu yaprak döker içim içim
Sen ki kimliksizsin Kimliksiz sevgilimsin Bak dedi Unutulalım Büyüyen bir kaktüs olalım Zaman da tabi kendini seçti Vakit geldi çoktan geçti "Mübeccel beni bir daha hatırlamadı..!"
Özlem Özler
Mecburen Sustum Rüzgarın önüne kattığı Kuru yaprağın hüznüdür bendeki Nereye savurduğunu bilmeyen Yalnızlık kadar acı Bu çaresizlik. Dümeni kırık bir geminin Telaşıdır bendeki Denizin insafına kalmış. Fırtınalardan geçebilir miyim? Düşüncesi aklımı almış Tükenmiş bir kalemin Derdidir bendeki, Mecburen susmuş Yazacağı onca hikayesi varken...
Sena Sabcıoğlu
Denizimin Dalgası Gökyüzünde gördüm gözlerini. Rüzgarlarda hissettim saçlarını. Yıldızlar göremediğim bakışlarındı. Güneş duyamadığım kahkahaların... Yüzünü gördüm düşlerimde. Çiçekler gibiydi kokun. Denizlerde gördüm seni.
Denizimdin sen. Hırçın dalgalar öfkendi. Öfkeni hissettim yüreğimde. Af diledim. Evrene gönderdim. Yaşamak ne güzel değil mi? Yaşamak haktı... Gökyüzünde rüzgarla sevişen uçurtmaları izlemek, Uçurtmalarla uçmak haktı. Kuşların cıvıltısını dinlemek haktı. Anne huzurunda yare sevdalanmak, Yıldız kaydığında dilek tutmak, Bulutlarla masal yazmak, Hayaller kurabilmek haktı. Yaşamak, sevmek, sevilmek... Zaman yolculuğunda esmek haktı. Bir esintiyle savruldu hayaller. Savurdu rüzgarlar, Kavurdu güneşler, Dağlar aldı, Denizleri dalgalarına aldı denizler, Yüreklerin sessizliğini dillendirdi. Yıldızlarla kaydı gitti haklar. Yaşamak rüzgarla savruldu. Bu yüzdendir, Yıldız kayar, Rüzgar eser. Ben hüzünlenirim. Bu yüzdendir. İzleyemem denizleri, Korkutur öfkeleri. Dalga sesleri dağlar yüreğimi. Yüzüme çarpan tuzlu su, Kan kokusu getirir Ve bir damla gözyaşı. Türkülere, denizlere, Elveda...
sevdalara
veda
eden
Burcu Örlü
Uzak "Vakit kış olmuş Hancı denilen bir zat beni sormuş." Silinip gider yüzün köhne şehirlerde Bir volkan olur çiğneyip yutamam serabını Adın kitlenir dilimde Ağzımda hep bir yanık tortusu Kekeme bir vatan kokusu Siner yalnızlığıma Aynı noktada dönmekte yolumuz Yolumuz Uzak bir sonbaharda Bakar Kanar Ağlarım Kirpiklerime sığmaz gidişlerin Kin, sitem ardından yas bağlarım Anmam bir daha adını Bilemem yazımı kışımı Gidemem uzak bir diyara Satamam kimliklerin noksan dizimde Bir volkan olur adın dilimde Yanarım Bakma bana gazelden bir Yorgancı Aradı durdu beni gezgin bir Hancı Aldı kadehi eline Bir bakışıydı sindi solgun yüzüme Sarardı içi hüzün kovan kuşun Kafesi elimde yaralı bir kuşum Uzattı kadehi Dik dedi yaralarımı Kaldırdım kadehi tuttum şerefine Elim değdi kızgın alevine Tutmadı dikişlerim Bir düğüm dahi atmadım Eser bir Selanik türküsü İçimde yanar bir vahanın öyküsü Baktı
Göğsüme bir düğüm attı Ümitlerim düştü dilimden! Yorgancı dedi! Bağırdı yüzüme Vurgusuz bir cümle kondu elime Firariydi tutmadı dikişlerim Alıp fırlattım Ellerim Vurgusuz Ellerim kederde Ruhumda mintanlar çarpışmakta Hepsi yırtık Hepsi mi delik tabanlı? Gözlerim kederde Vurulmuş bir kaçak aranmakta Açık aradır dikişlerim Alır kaçarım Hep yarım Hep yapayalnızım Bir akşam telsizinde Yalınayak bir polis Usulca beni aramakta Bir vakit geçer koşarım Sinsi bir adam siner yüzüme Korkudan coşarım Bakar umutsuzca Dik der yaralarımı Bilmez ki hüzzamlı bir tondayım Solgun sarıdır yapraklarım Dikiş tutmaz Yanarım Akşam karanlığı şavkı vurmakta Hüzzamlı bir beste çalmakta Akşam karanlığında bir Hancı bağırmakta Yorgancı Kadeh kaldır Yangınımız yayılmakta Hancı dedim Hüzzam hüzzam yanarım İflah olmam Bir daha kanarım Şehrin karanlığında bir Yakup kızıldı
Polis Yorgancı Yorgancı diye bağırdı Bir akşam telsizi anonsunda Adım yayıldı Vakit yakındı gece yarısına Geçtim dikildim karşısına Bağırdım Hancı Bu yara çalar derinden Kadeh kaldır tezelden Yaramız çaldı muhayyerden Kekeme bir makamda geçti şanımız Vakit ayrılıktı Ruhumda bir kış aralıktı Baktı, ayağa kalktı Tuttu kadehini göğün yüzüne Sonsuzluğa nara çaktı Ayrılığa bir şiir yaktı Polis telsizi düştü önüne Sustu Bir kibrit çaktı "Hancı beni bir daha aramadı."
Özlem Özler
Yürek Döküntüleri '22 Olanaksızın içindeydi olanaklar Ve her neden nedensizlikte gizliydi Hiç bir yanıtı yoktu sorulanların Koyu bir demdi içindeki sessizlik Sızıp kuytu bir köşeden Akıp karışmak gibi kendi varlığından Hiçliğine giden ince bir çizgiydi hepsi bu...
Serap Sütcü
Son Defa Gördüm Geçmişin kırıntılarından Yeni bir hayat kurulmaz ki. Mutluluk ıssız bir adada mahsur Kalmış gibi, bir gün bulunurum Elbet diye bekliyordur. Aramaktan vazgeçtiğimizi bilmeden Aşk cevapsız bilmece gibi Aslında çözmek için de Yormadım kalbimi Şimdi geldim dünyamın kıyısına Tam da manzaraya dalmışken Deprem oldu sanki En sonsuz boşlukta Kaybolup giderken gördüm düşlerimi... Elimde tutmaya gücüm yetmedi....
Sena Sabcıoğlu
2018 Sayı 60