EnginDergi s54

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2014 - Say覺: 54


Fotoğraf: Güvenç Aydoğan



İçerik; Sy.06) Sonbahar Çocuğuyum Ben – Engin Enginer Sy.07) Şair – Semih Çetin Sy.08) Sonbahar Başlangıçlarına – Ece Çekiç Sy.09) Zaman Zaman – Özkan Özgürtürk Sy.10) Aşka Dair – Eda Baran Sy.11) Seni Seviyorum. Canım Babama... – Özkan Özgürtürk Sy.11) Başlangıç – Semih Çetin Sy.12) Bazı Şeyler '1 – Ece Çekiç Sy.15) Ay (Bölüm 1) – Aydın Demirgen Sy.19) Kitap Tavsiyesi: “İmkansızın Şarkısı - Haruki Murakami” – Başak Yarar Sy.21) Kestane Güzeli – Semih Çetin Sy.22) Recm – Tuncay Ünaydın Sy.23) Ömür – Semih Çetin Sy.24) Siyah Beyaz – Necati Duran Sy.30) Çocuklar Hayatın Gerçekleriyle Yüzleşmeye Erken Yaşta Başlamamalı – Tuncay Ünaydın Sy.32) Kişi Aynaya Bakar, Kendini Görür – Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş


Sy.34) Amir Mümtaz ve Onun Absürt Macerası '1 – Tuncay Ünaydın Sy.38) Ellerime Güvenmeme Var Daha – Necati Duran Sy.42) Film Tavsiyesi: The Invention of Lying [2009] – Başak Yarar Sy.43) Film Tavsiyesi: Admission [2013] – Başak Yarar Sy.44) Robin Skouteris – Nilgün Hepyalçın Sy.46) Duygular mı? – Ece Çekiç Sy.48) Mekan Tavsiyesi: Nevizade – Başak Yarar Sy.50) Sürdürülebilir Bir Yaşam Mümkün mü? – Ece Çekiç Sy.52) Masumiyet Kalesi Olabilmek – Özkan Özgürtürk Sy.54) Eksik Yaşıyorlar ve Eksik Yaşayacaklar – Necati Duran Sy.58) Koca Adam Oldum Ben – Özkan Özgürtürk Sy.59) Acımak – Eda Baran Sy.60) Sanatın Varlığı – Ece Çekiç Sy.62) Sanat Ne İçindir? – Necati Duran Sy.64) Ayrı Dünyalar – Eda Baran Sy.65) Kum Saati – Aynur Kuran


Sonbahar Çocuğuyum Ben Yine uykusuz geçen bir gecede bir başıma oturmuş, içinde düşünceler uçuşan zihnimi kağıda boşaltmaya çalışıyorum. Her işimi teknolojik cihazlar vasıtasıyla yaptığım halde ne zaman birkaç satır karalayacak olsam illa ki kalemime sarılıyorum. Geçtiğimiz ay yaş günümde Burak’ın hediye ettiği Patti Smith’in Hayalperestler kitabını okumaya başlamak yine içimde dizginlenemez bir yazma iştahı doğurdu. Yazmanın, paylaşmanın tadını bir kez almış biri kimi zaman uzak kalsa da bu alemden, yazmadığı/yazamadığı dönemlerde oluşan boşluk duygusunu başka bir şey ile ikame etmesi mümkün olmuyor. Çoğunlukla yazarı yazmaktan alıkoyan zamansızlıktan ziyade, artan beklentilerin ışığında, ortaya çıkanın yeterli tatmin düzeyini sağlayıp sağlayamayacağı endişesi oluyor. Yazsanız da içinize sinmeyecekmiş, herkesten önce kendiniz beğenmeyecekmişsiniz gibi oluyor. Lakin insan bir kez başlayınca yazmaya… Sonbahar çocuğuyum ben, belki de o yüzden kimi zaman büründüğüm bu anlamsız lakin bir o denli derin melankolik ruh halleri. Oldum olası kendi kendime bir şeyler karaladığım halde ilk kez ciddi ciddi yazmayı; 2003 yılı sohbaharında İzmir, Bostanlı’da bir kafede Yedi Karanfil dinleyip adaçayımı yudumladıktan sonra yazdığım birkaç satırın ardından sahilde yürüyüş yaparken geçirdim aklımdan. Yıllar yılı, sol beyinli olduğum için sayılarla aram iyi olduğundan hep finans işleriyle uğraşmayı düşünürken ilk kez o akşam, ‘Neden bankacılık gibi stresli bir iş yerine seyahat eden bir yazar olmuyorum ki ben?’ diye sordum kendime. Dizüstü bilgisayarların daha yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı bir dönemde; kendimi tren ile Karadeniz turuna çıkmış ve yazdığı köşe yazılarını çalıştığı gazeteye e-posta aracılığı ile ulaştıran bir yazar olarak tezahür ettim. Bilgi birikimimden ötürü sürekli olarak yakın çevremin kitap yazmam konusundaki telkinlerine verdiğim yanıt hep aynıydı; “Daha zamanı değil!”. Asla, kitabın kitap yazmış olmak için yazılacağına inanmadım. Hangi şair dizelerini şiir kitabı yazmak için kaleme alır ki; ancak elbet bir gün yazdığı şiirler biraraya gelip bir kitabı ortaya çıkartacaktır derdim.


Sonra garip tesadüfler silsilesi ardından bundan tam altı yıl önce EnginDergi doğdu. Şimdiye değin pek çok yazımın yer aldığı bu engin yazı denizinde onlarca yazar yüzlerce paylaşıma imza attı. Her okuduğum kitap ile ‘benim de bir gün bir kitabım olmalı’ iç sesi daha gür yükselmeye başladı. Lakin hala daha zamanı var! Şuan günün en dingin saatlerindeyiz. Dışarıda hafif serin bir esinti... Mahallenin fırınından yeni çıkmakta olan ekmek kokuları her yere yayılmış durumda. Sokaklar gerçek sahiplerine ait bu vakitlerde. Ben de elimde kağıt ve kalemle alacakaranlık sessizliğinin huzurunu yaşıyorum. Birazdan gün ağarmaya başlayacak. Sessizliği önce alarmı çalan saatler, ardından araçların motor sesleri bozacak. Gece uykuya dalmakta zorlanan insanlar bu sefer alarmlarını bir beş dakika daha erteleyip o kısacık sürenin anlamını bir kez daha idrak edecek ve yine istemsiz ve hoşnutsuz bir biçimde yataklarından çıkarak okullarına ve işlerine doğru yola çıkacaklar. Bense gözlerimi zihnimin derinliklerine doğru yumacağım şimdi…

Engin Enginer

Şair Bütün şairlerin aptallıkları olur, Zira burunları yerde olur muydu Yahut şair diyebilirler miydi kendilerine. Söyleyin bana aptallıklar olmasaydı Şairler şiir yazabilirler miydi?

Semih Çetin


Sonbahar Başlangıçlarına Mutluluk içinde bir "an" aramışsa o nemli anılar, hüznünü de tuzlu sulara karıştırmışsa bir de güneş yakmış rengine de belirsizlik katmışsa "yazlı anılara" sonbahar yaklaşmış demektir. Yazdan kalmışsa bazı alışkanlıklar yazı da çıkaramamışsa bazı arkadaşlıklar, kafa karışıklıklarına kalp kırgınlıklarına eşlik etmişse yaşamlar, o zaman "gelen de giden de" uğurlanmalıdır bu son-bahar. Çok düşünülmüşse bazı kararlar, çokça yaşanmışsa hayal kırıklıklar üstelik fikirler atılmış beklentiler yaratılmışsa, sonra da "zihin" bırakılmışsa düşünceler değişip fikirler de boğulmuşsa kaybettirmekte savaşın kazasıysa çok kaybedenlerden de yaza koca bir hoşçakal! Bazı insanlara şans verilmişse, üstelik inanç "inananlara" da hoş-gelmiştir bazı başlangıçlar.

hırsı

da

yenmişse

Şeker tadından çıkmışsa bazı şakalar, güven bertaraf edilmiş dürüstlük kuşkunun esiri olmuşsa tuzlu kalmış demektir bazı yanılmalar üstünden atılmalıdır bu son-bahar. Denizden çıkan balık misali eskiyi aratıyorsa şimdiki dostluklar, masa da sohbet kalmamışsa herkesin benliği bir başkasının bencilliği olmuşsa acıya da neşeye de eşlik edenin dili kalmamışsa, veda vakti gelmiş demektir bazı limanlara... İnsanların da... İçi başka dışı başka olmuşsa, dışı içine yabancı kalıp sana da yalancı olmuşsa bitmiş demektir bazıların sendeki son-baharı. Kışı da bekletmeden uğurlanmalıdır yazdan kalma duyguları... ... Toz toprak içinde kalır bazen büyük kararlar, çok düşünülür de bir türlü başlanamaz bazı başlangıçlar, çok kaybedilir de yine de akıllanmaz insanlar... Düşersin kalkarsın pes etmek geçmez aklından çünkü bilirsin yazın sıcağını kışın soğunu, baharın rehavetini, "insanların hallerini" bu yüzdendir ki sonbaharın sendeki bu dingin hali...


... Bence; :) İzlenmesi gereken; "Kış Uykusu" Okunması gereken; John Underwood "Şeytan ve Şair" Desteklenmesi gereken; dogaaskina.org ziyaret edin, katılın, hem bir şeyleri öğrenmenin keyfini yaşayın hem de bu muhteşem oluşumda yerinizi alın kendinize ve çevrenize farkındalık yaratın bunu "doğa aşkına" yapın. :)

Ece Çekiç

Zaman Zaman Vaktiyle girdap dağını yıkıpta serdin.. Bıraktık dünleri zaman ne derdin Aşktan ateş düştü gönül şu merdin Neresinden baksam uzak zaman zaman Günler koca yalan gerçek dünlerde Niyetlenipte gittin hüzün tünlerde Eğme sen başını hata çünlerde Neresinden yaksam ah zaman zaman Hasırlarda emektim gönlüne yelek Sen sevgime denktin ben sana kelek Ar etme boşuna gülecek felek Neresinden tutsam of zaman zaman Kaç geceden çıkıpta gönlüme geldin Aşk suyumdan içipte kendine geldin Ah namert kalbimi sevipte deldin Neresinden vursam yar zaman zaman Ben severken seni sende hiç yoktum Bahtımın canına hançer mi soktun Bağlandıkça yüreğim aşka sen toktun Neresinden sevsem kelek zaman zaman

Özkan Özgürtürk


Aşka Dair Kimi sözcükler eksik kalır bir durumu anlatmaya. O yüzden hep abartarak anlatırsın ya olanları. Abartarak sever, abartarak koyarsın hayatının ortasına. Bu abartış ya sade bir vedayla son bulur ya da gösterişli bir bunalımın habercisi olur. Yalnızlık üzerine yazılan her yazıyı üstüne örtersin yorgan misali. Hesap soramazsın, soracağın daha epistemik sorular dururken ne hacet ellerine şehvet salyası bulaşmış kalabalığın önünde öncü olmaya... Bir mazi bırakılır geriye yıkıntıların azizliğinde. Sevgi saçmaları dağılır ortalığa. Kanıtlar gizlenir fakat sahiplenilmez. Hiç gibi kalırsın. Olmamışsın gibi. Mal olsam da geri iade şansım olsaydı dersin hatta. Fakat sırtında biriken onca sorumluluk ve sevdiklerin tarafından bütünleştirilmiş kişiliğin değişmene izin vermez. Yerinde saymanın tek iyi yanı her seferinde nasıl daha iyi adım atacağını biliyor olman. Kötü yanı ise aynı şeyi uzun süre yapınca artık onu bile beceremiyor olman. Beceriksizliğini örtebilecek kapasiten varsa eğer zaten bunların hiç biri umurunda olmuyor. O zaman gerçekten kimseye gerekte kalmıyor. Yalnızlığı seviyorsun. Üzerine bir de afiyetle aşkı yediğinde gel de önünde reverans yapma. Aşk en çok acı çeken kişiye yakışır. Üzerine oturur, streç gibi sarar. Onun verdiği alım dışarıdan bedbaht görünür. Sen nefesin tadını alırsın. Rüzgarlar müziklerini fısıldar kulağına, yapraklar dökülürken siluetini oluşturur aşkın. Üşürsün… Soğukluk yapışmıştır ellerine ateş bile çıkaramaz onun panzehir elleri karşısında... Bilirsin ki soğukluğun izi kalacak yine de boyun eğersin. Yanında olanlar öyleymiş gibi davranacaklar. Sen hep bileceksin. Tanrıyı anlayacaksın. Bildiği şeyleri izlemesinin ne kadar sıkıcı olabildiğini... Abartı artık yerini sessizliğe terkettiğinde, masum kalan kırıntılarını toplayacaksın. Gözlerin hep mazide… sözlerin ise ileriye yönelik oturacak...

Eda Baran


Seni Seviyorum. Canım Babama... Gurbetin acısı, yüreğimde birikti Bulut doldu gözlerime, anıları diriltti Aklarıma bak evlat, çehremdeki izlere Hayat denen bu savaş, boynumu da eğriltti Ahkam kesmem ben öyle, yüreğimden dert seçin Duruyorsam ayakta, Eş için Evlat için

Özkan Özgürtürk

Başlangıç O soğuk bankta oturacaktık. Yağmur ıslatacaktı dudaklarımızı.. Gözlerimiz Bütünüyle şahit olacaktı. Gecem - gündüzüm Soluğum - pahım! Alınlarımız değecekti birbirine Sonra burun uçlarımız. Ruhum oralarda geziniyor olacaktı Gelmesini ben isteyecektim Teslim olacaktım sana, Anlayacaktın. Ufak tefekti Yüreğimi avuçlayan ellerin. Gömleğimin düğmelerini deniz yıkayacaktı. Kalemim düşecektim gözlerine Bir ömür. Yanaklarını tarif edemeyecektim. Ellerim cahil Ellerime öğretecektim seni Ellerime soracaktım seni. O soğuk bankta oturacaktık. Yağmur ıslatacaktı dudaklarımızı İşte orası bizim başlangıcımız olacaktı.

Semih Çetin 27.12.2012


Bazı Şeyler! '1 "Artık düşünün. Artık düşünün. Benim için değil kendiniz için lütfen düşünün." Aziz Nesin Bir köy düşünün ve öyle bir köy ki eğitimin doğası o köy olsun ve bu yeri Ali Nesin'in sözleri tamamlasın; "10 öğrenci Türkiye'yi değil dünyayı değiştirir." Kısaca size Matematik Köyü fikrinin nasıl çıktığından söz etmek istiyorum. Matematik Köyü fikri Aziz Nesin'e aittir. Oğlu Ali Nesin'e bıraktığı bir vasiyettir. Aziz Nesin başlarda Ali Nesin'in Türkiye'de gelişmemiş olan bilimsel şartların altında ezilmesini istememiş ve ölmeden önce gelmesine de karşı çıkmıştır. Fakat vicdanı sızlamadan güven içerisinde bırakması gereken bir Nesin Vakfı ve toplumsal sorumlulukları vardır. Bu sorumluluklar Aziz Nesin'in bir karar almasını gerektirir. İşte bu koşullar altında Matematik Köyü (Enstitüsü) Ali Nesin'in hem matematik yapmaya devam etmesini sağlayacaktır hem de Aziz Nesin'in gözü arkada da kalmayacaktır ve böylece Şirince'de 'Matematik Köyü'nün temelleri atılmış olur. Şimdilerde kontejanından dolup taşan bu köyde, eğitim almak isteyen milyonlarca insan var. Böyle bir köyde insanlar özgürce düşünmeyi, sorgulamayı öğreniyor matematik haricinde bu köyde felsefe – psikoloji – sosyoloji yaz okulları da açılıyor ve öğrenciler, özgün düşüncenin keyfini doğayla beraber muhteşem uyumunu yakalıyor. Sorgulamayı ve sorgulatmayı seven insanların oluşturduğu böylesine güzel bir ortamda fikirlerin ve düşüncelerin özgürlüğüne ağustos böceklerinden başka eşlik edenin olmaması ne kadar da hoş(!) Ama gel gelelim ki gözler hep bu matematik köyündeki devletin yıkım kararı çıkardığı, TÜBİTAK'ın desteklemeyi reddettiği ve projenin mimarı Sevan Nişanyan'ın hapsedildiği Matematik Köyü'ne dünyaca ünlü matematikçilerden destek geliyor. Sergei Starchenko, Kobi Peterzil ve Alex Wilkie yüksek prestijli matematik yarışması Karp'tan aldıkları ödülü Ali Nesin'in Şirince'deki Matematik Köyü'ne bağışlayacaklarını açıkladılar. Ali Nesin'in yaptıklarını hayranlıkla izleyen matematikçilerin bu ödülleri bağışlamaları aslında ne kadar da önemli bir iş yapılıyor oluşunun imzası niteliğini taşıyor. Fakat TÜBİTAK ve devlet böyle bir desteği yapmadığı gibi, kamu yararına olan


bir yerin inşaatına izin vermeyerek kaçak inşaat adı altında yıkım kararı çıkarttırılıyor. Bunun altında yatan asıl amaç "düşüncelere" balta vurulması değil midir? 'Siz düşünmeyin siz bilmeyin, siz sakın haa başarılı olmayın! Çünkü, biz yıkar geçeriz, gerekirse oraya AVM dikeriz ama size düşündürmeyiz!' zihniyetine sahip olan, sözüm ona akıl yoksunu olan insanlara, aslında siz de bir baltaya sap olamamışsınız demekle yetiniyoruz(!) Bu köyler çoğalacak; felsefe - edebiyat - matematik ve daha niceleri olacak. Aydınlık bilimden gelir, sanattan gelir; köreltilmeye çalışılan bir aklın vurgunundan korkmalısınız, çünkü eğitim özgür düşüncenin temelini oluşturur. Siz kalıplaşmış eğitimin üç yanlışının tek doğruyu götürdüğüne inanırken, bir doğrunun bir çok yanlışı götürdüğüne de göreceksiniz. *** İztuzu plajı, deniz suyu ile tatlı su arasında bulunan ender plajlardan biridir. Plaja, Caretta Caretta'ların yumurtalarını bırakmasından dolayı "Kaplumbağa Plajı" da denilmektedir. Plajda denize girenlerin yumurtalara zarar vermemesi için yumurtaların olduğu bölgeler düzenli olarak işaretlenmektedir. 1988 yılında alınan karara göre plaj, kaplumbağaların rahatsız olmaması için saat 20:00 - 08:00 arası kapalıdır ve çevresinde gürültü çıkarmak veya ışık yakmak yasaktır. Ayrıca plajda yaralı kaplumbağalarının tedavilerinin yapıldığı bir tedavi merkezi de bulunmaktadır. İztuzu plajı doğallığı ve temizliği ile dünya çapında birçok ödül almıştır. Avrupa'nın En İyi Açık Alanı, Avrupa'nın En İyi Plajı, Avrupa'nın En İyi 7. plajı olarak birçok ödüle layık görülmüştür. Böyle bir plajı belediye elinden alıp özel sektöre vermek halkın plajını, halka özelleştirmek ve bunların sonucunda elimizde kalacak olan ise; mahvolmuş bir tabiat! Onların ellerinde kalacak olan ise "para, çok daha para". İşte tam da bu sebeple imza kampanyasına katılmanız çok önemlidir. Özelleştirilmeyen bir şeyin kalmaması bu kapitalist düzenin para politikasından başka bir şey değildir. Bu düzen insanların yaşamlarını, canlıların varlığını ve doğayı resmen öldürmekte. Böyle bir düzende bir gün ölmek için her gün ölüyoruz ya da her gün yaşıyoruz(!) bir gün adam akıllı ölmek için, ama biz sessiz kalırsak her gün farklı sebeplerle bizi öldürmeye devam edeceklerdir.


*** "Fareler ve İnsanlar" John Steinbeck tarafından yazılmış bir novelladır. Kısaca konusuna değinecek olursak; iki gezgin çiftlik işçisi olan George Milton ve Lennie Small'un "Büyük Bunalım" sırasında Kaliforniya'da yaşadıkları trajik olayları anlatmaktadır. Bu kitap bana çok değerli bir insan tarafından önerildi, kitabı bulmam gereken yerlerde bir türlü bulamayınca kütüphaneden temin edebildim. Kitap bir novella olduğundan dolayı çok kısa bir sürede bitirdim. Kitap bitti fakat soru işaretleri tarafımdan bir türlü noktalanamadı. Bir yazar öyle bir karakter yaratıyor ki, bir insanın iç dünyasını tüm çıplaklığı ile görebiliyorsunuz, fakat hepsi bir kenara "bu kitap niye yasak kardeşim" dedim! "Bir şeyin yasak olması için akıllıca bir nedenin olması gerekmez miydi?" Yasakları neye ve kime göre düzdüklerine bakmadan "yasak" denilmesinin tarafların akıl sağlıklarıyla ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu yasak, karakterin iç dünyasına ve duygularına inilmesinden ve hikayenin uç olmasından dolayı mı yoksa karakterlerin saldırgan niteliği taşımasından dolayı mı? Ama neresinden bakarsam bakayım saçmalık olarak değerlendiriyorum. Bir "yazar" istediğini "anlatır". İster, bir ütopya oluşturur dünyasında, isterse dünyasını bir distopya olarak anlatır. O zaman bu yasaklar kime göre, neye göre ve hangi anlayış biçimine göre değişir asıl tartışılması gerekenin bu olması gerektiğini düşünüyorum. Eser ABD'de birçok halk kütüphanesinde yasaklandı ve okulların müfredatından çıkarıldı. Bu sansürün çeşitli sebepleri arasında, ötanaziyi desteklediği iddiası, işveren aleyhinde olması, küfürler ve ırkçı ifadeler içermesi ve genel olarak karakterler tarafından bayağı ve saldırgan bir dilin kullanılması vardı. Bu yasakların ve kısıtlamaların bir çoğu daha sonra kaldırıldı. Eser halen ABD, Avustralya, İngiltere, Yeni Zelanda ve Kanada'daki ortaöğretim okullarında, okunması zorunlu kitaplardan biridir. Sıklıkla sansüre hedef olan eser, American Library Association'ın 21. yüzyılın en fazla sorgulanan kitapları listesinde yer alıyor. Ama yıl 2014, haberlere bakıyorum kitap İngiltere'de tekrardan yasaklanıyor. Peki neden bu yasak! Sonra anlıyorum ki Muhafazakâr Parti'nin eğitim alanına olan darbesi ve birçok kitabın yasaklı hale gelmesi ama şu bir gerçek ki "yasak" okumak isteyen birini ne kadar da engelleyebilir ki ya da o yasaklar "yasaklı" olduğundan dolayı, çok daha cazip gelmez mi?


Dipnot: Matematik Köyü Web Sitesi: matematikkoyu.org Ali Nesin'in Anlatımıyla Matematik Köyü; youtu.be/YUd3HvlQMEc İztuzu Plajı İmza Kampanyası; www.change.org/tr/kampanyalar/.. Kaynaklar: Vikipedi Son olarak; engindukkan.com hayırlı uğurlu olsun. :)

Ece Çekiç

Ay Bölüm 1 Gözlerini açtığı anda, 'Neredeyim ben?' diye bir soru sordu kendine ve uzandığı yerden doğruldu. 'Olamaz. Burası da neresi?' Koca bir kraterin içinde olduğunu fark etti. Sağına soluna baktı. Kraterin yaklaşık olarak sekiz yüz metre olduğunu anladı. 'Bunu nasıl hesapladım?' vücudunu gözlemledi. 'Neler oluyor böyle? Aman tanrım vücudum, vücudum bir sporcu vücudu gibi. Bu kasları ne zaman yaptım?' beynindeki düşünceleri durduramıyordu. Tam olarak ayağa kalktığında bir şey fark etti. Nefes almıyordu. Elini burnuna götürdü. Delikleri kapalıydı. Kulaklarına doğru uzattığında onlarında kapalı olduğunu anladı. Duyabiliyordu! Bu nasıl mümkün olabilirdi? Nasıl olur da nefes almadan yaşayabilirdi. 'Burun deliklerim kapalı olmasına rağmen nasıl koku alabiliyorum? Pekala ağzım. Neden ağzım var?' hiç bir sorunun cevabı yoktu. Yürümeye başladı. Yürürken bir şey fark etti. Çok az korkuyordu. Normalde amigdalasına gelen sinyal onu şu an da yerle bir etmeliydi. Savaş ya da kaç etkisinden eser bile yoktu. Ağzını açıp olanca gücüyle, 'Neredeyim beeeen?' diye bağırdı ve ardından koşmaya başladı. Adeta süzülüyordu. Daha atik ve daha canlıydı. Vücudu terlemiyordu. Kraterin tam ortasından başladığı yolculuk kraterin sonuna gelene kadar dört yüz metreydi ve hiç yorulmadı. Kraterin yokuşunu çıktı ve gördüğü görüntü karşısında küçük bir korku yaşadı.


Dünya bütün maviliğiyle karşısındaydı. 'Olamaz.' dedi. 'Olamaz ay da mıyım? Buraya nasıl geldim?' Kendine okkalı bir tokat attı. Acımıştı. Rüya olamazdı. Astral seyahat olabilir miydi? Bunun hakkında bir kaç şey okumuştu lakin efsaneden öteye gitmiyordu. Aslında şu anda akılcı düşünmek onun için en iyi yoldu. Pekala nefes alamadığı halde hala nasıl hayattaydı? Tabi bu durumda aslında düşünmesi gereken bir konu değildi. Atmosfer tabakasının inceliği bile bu teoriye karşı çıkıyordu. Zaten oksijenin olmadığı bir yerde nasıl olur da hala hayattaydı sorusu daha akılcıydı. Burun deliklerinin kapalı olması bir kaç teori üretmesine olanak sağlıyordu lakin, henüz yığılı bir bilgi olmadan, sadece dünya bilimiyle yorumlanacak bir şey değilmiş gibi geliyordu. Bir müddet bilimsel düşünmeyi bıraktı. Çömeldi ve yerden bir taş aldı. Tekrar bilimsel düşündü: 'Bu bir taş. Dünya'daki taşlarla aynı kütleye sahip değil. Bu bir madde. Evet kesinlikle bir madde. Bu taşı fırlatmazsam aynı yerinde kalır. Ben de bir maddeyim ve beni de bir şey yerimden alıp buraya getirdi.' Bunları sesli olarak söylerken bir şey fark etti. O maddenin bir taş olduğunu anlayan sağ beyni tamamen ve hiç bir sorun çıkarmadan, konuşma yetisinin bulunduğu sol beynine sinyali gönderebiliyordu. İçinde yoğunlaşan heyecan, küçük bir korkuyla ona adrenalin ve endorfin salgılatmıştı. Evet onun bir taş olduğunu anlamıştı. 'Olamaz.' dedi. 'Bunu nasıl anlayabilirim? Hayır bu olamaz. Kusursuz bir bedene ve beyine sahip olmak aman tanrım!' dedi. Kendi gezegeninde epilepsi hastalığından bunalmıştı. Sağ ve sol beyin arasında, ikisinin birlikte işlevsel haline gelmesini sağlayan bağlantıyı ameliyatla aldırmıştı. O günden sonra maddeyi tam olarak algılayan sağ beyni, maddenin ne olduğunu söylemesi için sol beynindeki konuşma yetisini gönderemiyordu. Bilimsel adıyla bu bağlantının adı Corpus Callosum'du ve şu an onu kullanamamakla ilgili bir problem yaşamıyordu. Sanki birisi Corpus Callosum'unu, yani bağıntıyı kusursuz bir şekilde yerine takmıştı. 'Bu harika!' diye bağırdı. Lakin bu umut kısa sürmüştü. İçini saran, göğsünde hissettiği o soğuk heyecan ona, 'ne işe yarayacak, nerede olduğuna bir bak.' demişti. Çömeldiği yerden doğruldu ve ayağa kalktı. 'Ne yapmalıyım?' dedi kendine ve ağır adımlarla yürümeye başladı. Ay hakkında bildiklerini aklından geçirirken bir anda Ay hakkında her şeyi bildiğini fark etti. Hatta durum öyleydi ki, Ay'ın yüzey sıcaklığı, kütlesel çekim alanı, manyetik alanı gibi durumları hemen hesaplayabiliyordu. Şu anda Ay yüzeyinde muhtemel sıcaklığın 112 °C olduğunu biliyor, lakin bu sıcaklığa nasıl dayandığını bilmiyordu. Sol beyninin, akıl yürütmesi ve bunu mantığıyla birleştirmesi kusursuzdu. Tüm bunları düşünürken aslında yine de çelişkiler yaşamasının nedeninin, sağ beyninin, sol beynindeki akıl yürütmelerini kabul etmemesinden kaynaklandığını da biliyordu. Dünya'da olsam bir süper kahraman olabilirdim diye düşündü.


Doğası gereği, yaşama ve hayatta kalma içgüdüsünün benliğini sardığını hissetti. Kendine baktığında aslında insani fiziksel oluşumdan çok farklı bir şekildeydi. Bir nevi mutasyona uğradığını düşünmeye başladı. Düşünce sistemi ve ruhani imgeler aynı şekilde durmasına rağmen, vücudu gelişmiş, kasları iyice sağlamlaşmış ve burun delikleri kapatılmıştı. Fiziksel değişimini iyice tanımlamak için bir ayna olsa vücudunu iyice gözden geçirebilirdi. Terlemiyordu, susamıyordu, acıkmıyordu. Yemek yemenin güzel olduğunu bilmesine rağmen, hiç bir istek duymuyordu. Şu anda, bulunduğu noktada gerçekten istediği tek şey, ilahi bir şekilde yardımın vuku bulmasıydı. Beyninde şimşekler çaktı. Ölmüş olabilir miydi? Yok canım. Bu mümkün değil diye düşünürken kendine güldü. Aslında en mümkünü ölümdü. Lakin ölümden sonra, farklı bir hayatın olması ona garip geliyordu. Pekala olmalıysa da bu şekilde mi olmalıydı? Daha gelişmiş bir canlı türü ve daha yalnız! Yeni bir kriz geçirmiş de olabilirdi. Bu da mümkündü. İmgelerin bu kadar canlı olması onu şaşırtıyordu. Yürüyüşü, kollarını sallayışı, ağırlık, kütle, görüntüler tam olarak olması gerektiği gibi ve gerçeğe uygundu. Tabi Ay'ın gerçeğine uygundu. Sanki Ay hakkında her şeyi bilen bir beyni vardı ve bütün bilgiler onun kontrolündeydi. Dünya'da olsa bu mümkün değildi. Bilgilerimizin çoğunu kontrol edemediğimizi adı gibi biliyordu. Kontrol edebilseydik Tanrı'nın kendisi olurduk. Ve işin en ilginç yanı umutsuzluk diye bir şey yoktu. Kendini yalnız hissetmesine rağmen umutsuzluk diye bir şey yoktu. Dünya da sahip olduğu bütün depresyonu üzerinden atmıştı. Hayatında ilk kez her şeyi başarabileceğini hissediyordu. Lakin neye karşı, kendine karşı mı? Şimdi koskoca bir yalnızlık sahibiydi. Kendini kendine mi kanıtlayacaktı? İçinden bir ses sürekli yürümesini söylüyordu. Dünya'ya baktı. Acaba şu anda içinde bir canlı formu var mıydı? Belki de bir zaman sıçraması yaşamıştı. Belki de Dünya'daki herkes ölmüştü. Pekala Ay! Ay'da bir canlı formu bulunabilir miydi? Belki de sürekli çarpan meteorlardan alınan suyla bir kaç plankton bulunabilirdi. Her şey mümkündü. İçindeki ses sürekli yürümesini söylüyordu. Zaten yapabileceği tek şey de buydu. Saniyeleri sayarak, dakikaları oluşturuyor, dakikalardan saatlere geçiyordu. Tamı tamına dört saat yürüdü ve enerjisinin hiç tükenmediğini fark etti. Ufuk çizgisine baktığında bir yerden sonra hiç bir şey olmadığını gördü lakin bunun bir uçurum olabileceği ihtimalini de düşünmüştü. Hızlı adımlarla oraya doğru yürüdü. Evet orası yüksek bir uçurumdu. Uçurumun indiği noktada Dünya'daki çölleri aratmayacak genişlikte bir çöl bulunuyordu. Çölden ziyade gri bir deniz gibiydi. Uçurumdan inmesi mümkün değildi. Ya da mümkün müydü? Atlayabilir miydi? Korkmadığını fark etti. Sağına soluna baktı. Büyük bir taş aldı. Bunun dört kilogram ağırlığında olduğunu hesapladı. Uçurumdan aşağı bıraktı ve saymaya başladı. Lakin bunu yapmanın akılsızca olduğunu kabul etti. Dünya'daki hesaplamayla buradaki uyacak mıydı? Uçurumdan atlamayı defalarca düşündü ve bir anlık cesaretle: 'Hızlı bir düşüş olacak!' dedi ve kendini


uçurumdan aşağıya saldı. Resmen süzülüyordu. Bu şekilde düz bir iniş yerine, aslında yüz seksen derecelik bir inişin ona daha fazla yol kat ettireceğini düşündü. Aynı şekilde de yaptı. Kendini şu anda süper kahraman gibi hissediyordu. Ama çok hızlanıyordu ve yavaşlamanın yolunu bilmiyordu. Yolun sonuna geldiğinde gözleri fal taşı gibi açıldı. Bu resmen gri bir denizdi. Su olmadığı belliydi. Toz muydu? Ne olduğunu çözemezdi. Hemen gözlerini ve ağzını kapadı. Başının girişini hissetmişti. Vücudunu kaplayan şeyin ne olduğu hakkında hiç bir beyin fırtınası yaşamadı. Gözlerini ve ağzını açmadı. Sadece saydı ve yarım saat boyunca aşağıya doğru kaydığını anladı. Giderek yavaşlıyordu lakin şu an da sert zemine çarpsa parçalanacakmış gibi hissediyordu. Birden başının döndüğünü hissetti. Bunu anlamlandırmaya çalıştığında beyni ona engel oldu. İyice yavaşlamıştı. Vücudunu saran şeyin yavaş yavaş azaldığını fark etti. Gözlerini açmak ve açmamak arasında kararsız kaldı. Kararsız kalmak? Neler oluyordu? Kararsız kalmak ay yüzeyinde henüz düşünmediği şeylerden biriydi. Gözlerini yavaşça açtı ve birden büyük bir kütleye çarptığını hissetti. Canı hiç yanmadığı kadar yanmıştı. Yukarıya baktı. Gri kütlenin bir bulut gibi yukarıda öylece durduğunu gördü. Başını eğdi ve biraz önce çarptığı şeyin bir kapı olduğunu anladı. Bu da neydi? Ayağa kalkıp kapıya yürümeye çalıştı ancak başı daha önce hiç olmadığı şekilde dönmeye başladı. Yüzükoyun yere düştü. 'Uyandı! Uyandı! Uyandı!' Çocuk koşarak odadan dışarı çıktı. 'Uyandı! Uyandı! Rama uyandı!' diye bağırdı. Odanın içindeki kalabalık şaşkın gözlerle ona baktı. İçlerinden en yaşlı olanı. 'Uyandı mı? Bu ne hız!' dedi ve şaşkınlıkla odaya yöneldi. Birden durdu ve çocuğa, 'Çabuk koşup Azak'a haber verin! Bunu duyduklarına sevineceklerdir.' dedi. Çocuk mutlu bir şekilde gülümseyip koşmaya başladı. Yaşlı adam içeriye girdi. Koltuğun üzerinde uyanan adama baktı ve gülümsedi. 'Hoş geldiniz efendim! Sizi bekliyorduk.' diye selamladı. Adam şaşkın bir surat ifadesiyle yerinden zorla doğruldu ve, 'Neredeyim?' diye sordu. Lakin asıl şaşkınlığı bu değildi. Kulak ve burun delikleri açılmıştı ve nefes alıyordu. Elleriyle delikleri yoklamaya başladığında yaşlı adam. 'Bunu tavsiye etmem efendim. Henüz çok yeniler.' dedi. Adam yerinden hızlıca kalktı ve, 'Neredeyim?' diye bağırdı. 'Ay'dasınız efendim.' Devam Edecek...

Aydın Demirgen


İmkansızın Şarkısı Kitap Tavsiyesi: İmkansızın Şarkısı Haruki Murakami / Doğan Kitap, 2004 Hey, sen baksana! Sevdiğim yazarlar ya yaşlandılar ya da öldüler. Onları erken keşfetmiş olmanın avantajıyla, kitaplarının büyük kısmını okudum, okumadıklarımı da adeta saklıyorum zor zamanlar için. Dolayısıyla, artık yeni yazarlar tanımam ve sevebileceğim birilerini bulmam gerekiyor. Genelde yeniliklere açık olmama rağmen, hiç bilmediğim bir yazarı okumak, tanımadığım insanların karşısında birdenbire kalakalmak kadar geriyor beni. Popüler olan her şeyin kötü olduğuna inanmam. Buna karşılık, iyi olan her şeyin de eninde sonunda popüler olacağı sonucunu yanlış buluyorum. Haliyle popüler olanlardan seçme yaparken de dikkatli olmak gerekiyor. Ben de Haruki Murakami'yi seçerken ince eleyip sık dokumaya dikkat ettim. Ve ne yazık ki, seçimimden hiç de memnun kalmadım. Araştırma yaparken gördüm ki, herkes Murakami'ye bayılmış. Forumlar ve sözlükler, bu yazarı şimdiye kadar nasıl da keşfedemediklerinden bahseden ve kitaplarına methiyeler düzenlerle doluydu. Ben böyle düşünmüyorum. Murakami'nin tanınmasını sağlayan kitabı, İmkansızın Şarkısı, ne edebi manada ne de hikaye olarak bana hiçbir şey vermedi. Yarıda bırakmak huyum olmadığı için, kitabı bitirdim ve bitene kadar da kitabın bana herhangi bir şey vermesi umudunu içimde taşıdım. Ne yazık ki bu umudum boşa çıktı. Murakami seven bir arkadaşıma da söylediğim gibi, beğenmediğim şey İmkansızın Şarkısı değil, bizzat yazarın tavrı ve üslubu. Bu yüzden açıkçası başka bir kitabını da okusam fikrimin değişeceğini sanmıyorum. Beklediğim şey, upuzun anlaşılmaz cümleler, paragraflarca süren tasvirler, ağdalı tamlamalar, derin duygular değil. Bir kitabın bana dünyanın en büyük sırrını vermesini ve hayatımı değiştirmesini de –ki bir kitap bunları yapabilir bence- beklemiyorum. Ama en azından, okuduğumun bana bir şeyler vermesini umuyorum. Genelin aksine, "iyi ki okumuşum, iyi ki tanımışım" diyemiyorum. Kitapta ve yazarda eleştirdiğim şey ise, konuların ve anlatımın çok kopuk olması. Aşağıdaki alıntıda, güzel olarak tanımlayabileceğim bir şey bulamıyorum ne yazık ki.


“Az kalsın radyosunu pencereden dışarı atıyordum, ama birden başıma bir ağrı saplanınca uyumak için yeniden yatağa girdim. Şubat ayı boyunca birkaç kez kar yağdı. Ayın sonuna doğru, saçma bir tartışmanın neticesinde, bizim katta oturan benden büyük bir öğrenciye vurdum. Başını beton duvara çarptı. Yarası, neyse ki ciddi değildi ve Nagasava araya girip durumu düzeltti, ama gene de yurt müdürünün odasına çağrıldım, bana bir uyarı cezası verdiler ve bundan sonra, yurt yaşamı, benim için, belli belirsiz de olsa, zorlaştı. Yıl işte böyle bitti ve ilkbahar geldi. Birkaç sınavı veremedim. Aldığım notların hemen hepsi ortaydı. Birçok C ve D ve birkaç da B almıştım. Naoko tüm sınavlarını başardı ve ikinci sınıfa geçti. Mevsimlerin çevrimi yeniden başladı. Naoko nisan ortasında yirmi yaşını kutladı. Ben kasım doğumluydum, demek ki benden yedi ay büyüktü. Onun yirmi yaşında olması bana çok garip geliyordu. Birimiz on dokuz diğerimiz on sekizken, birbirimize daha yakınmışız gibi bir izlenim vardı bende. On sekizden sonra on dokuz geliyordu ve on dokuzdan sonra da on sekiz… Böylesi daha iyiydi. Ama işte o, Naoko yirmi yaşını doldurmuştu. Ve bense, sonbaharda yirmi yaşında olacaktım. Sadece ölüler hep on yedi yaşında kalıyordu.” Kitap zevki, bana göre çok kişisel bir alan. Birinin sevdiğini diğeri pek tabii sevmeyebilir. Herkesin bir kitaptan beklediği de başka. Kimisi hızlı ve kolay okunabilir olmasını istiyor, kimisi derinlik, kimisi edebi bir nitelik bekliyor, kimisi ise hiç bilmediği bir şey öğrenmek için okuyor. Ben de bir kitaptan, edebi derinlik ve nitelik bekleyen insanlardanım. Hikayenin beni içine çekmesini, kesintisiz ayrıntılarla devam etmesini ve hayat gibi birbirine bağlı olaylarla sürüp gitmesini beklerim. Okurken, her kareyi hayal edebilmeyi, bu yüzden bilmediğim ve tanımadığım bir kültürü bile anlatıyor olsa, küçük ayrıntılarla ve incelikli noktalarla hikaye desteklensin isterim. İmkansızın Şarkısı'nda bu beklentilerimin hiçbirinin karşılanmadığını gördüm. Japon kültürü zaten ilgimi çekmediği için, yemek isimleri, şehirler, coğrafi ve tarihsel bir takım ayrıntılar beni sıktı. Cümleler arasındaki kopukluklar (mesela; anlatıcının, ölen arkadaşından bahsederken bir anda kantine yemek yemeye gitmesi ve ne yediğini anlatması gibi) kitaptan soğumama neden oldu. Bazı özel durumlar (intiharlar, ölüm ve cinsellik gibi) ansiklopedik bilgi kıvamında duygusuz anlatımından (sevdiği kızla ilk gecesini “onunla yattım” kalıbıyla tanımlaması veya arkadaşının ölümünü “kendini o gece öldürdü” kıvamında anlatması gibi) hoşlanmadım. Bazen bir kitapta hem edebi nitelik hem de müthiş bir hikayeye rastlanmaz. Bazı kitaplarda, bunların sadece birine tutunarak ilerler okuyucu. İmkansızın Şarkısı'nda, ben ikisine de rastlayamadım.


“-Beni daha iyi anlarsan ne olacak? -Baksana, sen ben dinlemiyor musun, dedim. Sorun ne olacağında değil ki.Tren tariflerine bakmayı seven, her gün onları okuyan, kibritlerden bir metre uzunluğunda gemiler yapanlar varken seni anlamaya çalışan en az bir kişinin olması pek o kadar olağanüstü sayılmaz, değil mi? -Söyle bana niçin hep böyle insanları seviyorsun? Biz üçümüz de biraz çatlağız, biraz kaçığız, yüzme bilmiyoruz ve ayaklarımız yavaş yavaş suyun dibine değmez oluyor. Ben, Kizuki ve Reiko, üçümüz de böyleyiz. Neden daha normal insanları sevemiyorsun?” Konuşma cümleleri, genel anlatıma göre daha akıcı olmasına rağmen; yukarıdaki gibi manasız cümleler veya karşılıklı durduğu halde birbirine "hey, sen baksana" diye hitap eden kahramanlar, çoğunlukla hevesimi kursağımda bıraktı. Kitapla ilgili eleştirilerde, özellikle müzikle ilgili bağlantısına da dikkat çekilmiş ama sadece şarkı isimleri kullanmanın bir kitabın fon müziklerini belirleyemeyeceğini düşünüyorum. Özellikle de bu konuda çok daha iyi bir kitap okuduktan sonra, bu konuda eminim. Kitabın, gerçekten iyi ve akıcı diyebileceğim tek yeri Reiko isimli karakterin başından geçen olayları anlattığı kısımdı diyebilirim. Sonuç olarak, maalesef ne Haruki Murakami ne de İmkansızın Şarkısı “yeni bir yazar sevme” konusunda bana yardımcı olamadılar. Söylediğim gibi, kitap zevki diş fırçası gibidir, kişiye özeldir. İyi okumalar.

Başak Yarar

Kestane Güzeli Sen göründüğünden de bensin. Tüm olanlardan, ölenlerden. Senin, her şey senin bendeki Vaktim bol. Akıt sularını üzerime! Doldu ellerindeki beyaz sanatçı Beni verdiler sana. Boğ beni karanlığınla! Sen göründüğünden de bensin. Sürekli tedirgin kalbimdeki Konuş ki görecek günlerim olsun Vaktim bol.

Semih Çetin


Recm 1 numarayı görüyor musun? O bir taş. Biraz sonra yerde kanlar içinde yatan bir kadına isabet edecek. Tıpkı öncekiler gibi. 2 numarayı görüyor musun? O bir silah. Biraz sonra bir insanı hedef alacak. Tıpkı öncekiler gibi. 3 numarayı görüyor musun? O bir fikir. Cahil kalabalığa aşılandığında şiddete dönüşür. Tıpkı öncekiler gibi. 4 numarayı görüyor musun? O bir kafa. Kullanmazsa, sorgulamazsa, düşünmezse, okumazsa barbara dönüşür. Tıpkı öncekiler gibi. İran yapımı bir film izlemiştim. Filmin ismi 'Kertenkele Rıza'. Bir hastane odasında Kertenkele Rıza'nın bir hocayla karşılaşması vardı. Hoca'nın yanından ayırmadığı Kur'an ve bir kitap. Sadece tek bir kitapla dünyanın anlaşılamayacağını söylüyordu hoca. Haklıydı da! Şöyle diyor Kertenkele Rıza: 'İnsanları zorla cennetlik yapamazsın. Öyle sert itiyorsun ki öte taraftan cehenneme düşecekler neredeyse.' Bu o kadar doğru bir yargı ki, kelimelerin dizilişine ve bir cümleye dönüşmesine karşılık önünde saygıyla eğilmek gerekir. Nedeni ise din adamları ile inananlar arasındaki köprüyü gözler önüne sermesi. Körü körüne inanmanın nelere yol açabileceğini ince bir şekilde eleştiren bir söz bu.


Kur'an-ı Kerim'i cennet için, diğer kitapları da dünyayı güzelleştirmek için kullanmazsak eğer sonumuz cehennem. Şimdi! 1 numarayı görüyor musun? O bir taş. Senden önce dünyadaydı. Ona dokunmazsan, onu fırlatmazsan kimseye zarar vermez. 2 numarayı görüyor musun? O bir silah. Belkide teknolojinin insanoğluna attığı en büyük kazıklardan biridir silah. Onun yerine eline bir kitap alırsan, kimseye zarar vermez. 3 numarayı görüyor musun? O bir fikir. Doğru insanların elindeyken dünya için hizmet eder. 4 numarayı görüyor musun? O bir kafa. İçinde bilgi olunca körü körüne bir şeye inanmaz. Ve bilgiyi erdemli bir şekilde kullandığında vicdanın da olur. Fotoğraf: IŞİD'in ilk recm merasimi.

Tuncay Ünaydın

Ömür Ruhum boğulsa da şu fani bedenimde Kalbim hâlâ çarpar.. Bakışlarım tuz olsa da eteklerinde Sevgim hâlâ sayar.. Ve yankılansa da göz yaşlarım dünyada Ömür hep akar..

Semih Çetin


Siyah Beyaz Dayanılmaz baş ağrısıyla başladım güne. Geceden kalma radyoda ince sesli bir kadın trafik durumunu bildiriyordu. Perdeyi hafif aralayıp pencereyi açtım. Tüm aydınlık bulduğu boşluktan bir anda odayla birlikte içime doldu sanki. Karşı binanın altındaki fırına diktim gözlerimi. Pencereden burnuma vuran taze ekmek kokusu az da olsa yüzümü güldürdü. Yağan yağmur dükkanların saçaklarına mermi gibi düşüyordu. Taze ekmekle karışık toprak kokusu karnımı doyurmuştu bile. Bin yıldır uyuyor gibiydim. Bütün uyuyamayan insanların uykusunu da uymuştum sanki. Halbuki çok olmamıştı eve geleli ve uyuyalı. Yol yorgunluğuyla nasıl uyuduğumun farkında bile değildim. Dün yaşadıklarımın gerçek olduğuna dair kanıtlar aradım kendimde. Gece eve girer girmez eşiğe bıraktığım çantam gülümseyerek bakıyordu. Hava aydınlanınca oda ışığının açık olduğunun bile farkına varmamış öylece uyuyakalmıştım. Alışık olduğum bir durumdu. Yatağa girmeden önce yatağın dibine çıkardığım terliklerden birini alıp düğmeye doğru attım. Uzun zamandır ilk atışta kapandığı olmamıştı. Bu iyiye işaret güzel bir gün olacak diye geçirdim içimden. Bir kez daha pencere yöneldim. Sokaktaki su birikintilerine düşen yağmur damlaları gittikçe genişleyen dalgalar oluşturuyordu. Fırının önünde bekleyen adamla aynı dalgalara baktığımızı farkettim. Sigara içiyordu. Dikkatlice inceledim. Adamın ismini tahmin etmeye çalıştım. Kesin bir karar kılamadım bu konuda. Oldukça düşünceli duruyordu. Son zamanlarda bütün insanlar düşünceli duruyordu. Bu beni mutlu ediyordu. Çünkü son zamanlarda beynini kullanan o kadar az insan vardı ki, az da olsa ümitlendiriyordu beni böyle insanlar. Sigaradan bir nefes alıyor bırakırken de bir şey görmeye çalışır gibi sigaranın ucuna bakıyordu. Bir ara sigaranın dumanı gözünü yaktı. Eliyle uzunca bir süre gözünü ovdu. Son bir nefes alıp sigarayı su birikintilerinden birine doğru attı. Daha sigara yere düşmeden yağmur damlaları hücum etti ve söndürdü sigarayı. Su birikintisi izmariti pisuvara doğru akan kaldırımın kenarındaki su yatağına sürükledi. Beş saniye içinde düşecek içine dedim. Üçüncü saniyesinde biriken çöplere takılıp kaldı kenarda. Kaybetmiştim. Günün ilk yenilgisini aldım. Kafamı yukarı doğru çevirdim. Dört katlı binamızın terasında kalan Bilgi Hanım'ın


açtığı radyonun sesi kulaklarıma kadar geliyordu. Biraz daha dikkatli kulak kesilince arkamda akşamda kalma radyodan da aynı şarkının sesi yükseliyordu. Aynı frekansların olduğunu anladım. Uzanıp biraz daha ses verdim. Belki mahalle olarak koro halinde aynı frekansları dinliyor olabilirdik. Bilgi Hanım yalnız kendi halinde yaşayan emekli bir sınıf öğretmeniydi. Kimi kimsesi var mı bilmem çok konuşma fırsatımız olmadı. Tek bildiğim adının kesin olarak Bilgi olduğuydu. Birinde "Markete iniyorum bir isteğin var mı Bilge Hanım?" diye sorduğumda buz gibi bir sesle; "Bilge değil Bilgi. Sağol evladım." deyip şimşek gibi çıkmıştı merdivenleri. O zamanlar henüz bilmiyordum trafik kazasında kaybettiği kızının adının Bilge olduğunu. Çok sonraları günlük gazetesini okumak için Ilgaz Teyze'ye indiğim bir gün öğrenecektim. Bütün yalnızların bir binaya toplandığı kesindi. Ben, Bilgi Hanım, karşı komşu Faruk Bey ve onun alt komşusu Ilgaz Teyze hepimizde bir sürü çöp parçasının içinde tek başına takılıp kalan izmarit kadar yalnızdık. Bazen o kadar tesadüflere denk geliyordum ki inanmakta güçlük çekiyordum. Belki de tesadüflere bu kadar çok inandığım için ben her şeyi tesadüfe yoruyordum bilmiyorum. Tam bu düşünceler içerisindeyken kapı çaldı. Zorlukla kalktım yatağın üstünden terliğin birine ayağımı geçirip diğerine doğru eğildim sağ elimle düzelttim. Kapıda Bilgi Hanım vardı. Tam da seni düşünüyordum diyecektim ki vazgeçtim. Dün bana bir zarf geldiğini, kapıyı açan olmayınca ona bıraktıklarını söyledi. Uzattığı zarfı aldım. Daha teşekkür bile edememişken yine yıldırım gibi çıktı merdivenleri. Kendisine Bilge Hanım dediğim günden beri beni görünce merdivenleri şimşek gibi çıkıyordu. Belki de yeni rekor denemeleri yapıyordu bilmiyorum. Daire kapısıyla odamın penceresi arasında kısa süreli bir cereyan yaşandı. Sol tarafımda kalan kapıyı tutamayınca sertçe kapandı. 1994-1995 Sezonu Şampiyonu Beşiktaş yazılı tüm kadronun verildiği poster rüzgarın etkisiyle duvardan yere düştü. Beşiktaşlı değilim fakat siyah ve beyaz renkleri bence dünyadaki en uyumlu iki renktir. İyiliği ve kötülü, ölümü ve yaşamı hatırlatır hep. O nedenle astım duvara bu posteri. Babaannem konusu açıldıkça babamın fanatik bir Fenerbahçeli olduğunu anlatır dururdu. Yine bir gün Ilgaz Teyze'ye günlük gazetesini okumak için indiğimde; "Oğlum şu sığınaktaki gazeteleri geri dönüşüme atıversen." demişti. Tabii iki koli falandır düşüncesiyle


indiğim sığınaktan, benden on yaş büyük yarım bir pikap dolusu gazete çıkarmıştık. Ilgaz Teyze'nin torunu da vardı. İşsiz mi işsiz bir çocuktu. Babasından daha hayırsızdı. Beraber inmiştik sığınağa. Hiç haz etmezdi benden. Belki de büyük annesinden koparamadığı paraları benim yediğimi düşünürdü bilmiyorum. O gün almıştım bu posteri. Gazetelerden birinin eki olarak verilmiş. Kaç yıllık gazete hesabını varın siz yapın. Ben Beşiktaş posterini katlayıp cebime koyarken; "Ne olaylar yaşanmış, insan yaşadığına şükrediyor." demişti. Cevap dahi vermeden gazeteleri üst üste biriktirmeye çalışıyordum. Benim biriktirdiklerimi, ben taşıyamayacağım için yukarı çıkarıyordu. Şu habere bak diye yeniden girdi konuya. Yine cevap vermedim konuşmaya çalıştığını düşünüyordum. Cevap vermeyince olanca Türkçesiyle haberi okumaya başladı. "İki kardeş eşleriyle birlikte çocuk esirgeme kurumundan on üç ile on iki yaşlarında kız ve dört yaşında erkek çocuğu evlat edinmişler. Bu iki kardeşinde uzun yıllardır çocuğu olmuyormuş. Eve dönüş yolunda ıslak zeminde kayan arabanın kontrolünü sağlayamayınca karşı şeritten gelen Bilge Yurdakul'un kullandığı araçla çarpışmışlar. Kazadan sadece dört yaşındaki çocuk kurtulabilmiş." dedi. Gerçekten de çok acı bir kaza diye düşündüm. Yine o zamanlar üst komşum Bilgi Hanım'ın eski eşinin soyadının Yurdakul olduğunu bilmiyordum. Bu haberden bir kaç hafta sonra öğrenecektim üst komşum adının Bilge değil Bilgi olduğu ve Ilgaz Teyze anlatacaktı kızı Bilge'nin kazada can verdiğini. Sonrada bu gazeteye tesadüf edecektim. Daha tam olarak o haberin etkisinden çıkamamışken, anahaber bülteni sunan kel adamın sesiyle bir kaç haber daha okumuştu. Bunlarla birlikte bir kaç haberi daha yırtıp almıştım. O gün başlamıştı üçüncü sayfa haberleri yırtıp bir dosyada biriktirişim. Bütün gazeteleri benden on yaş büyük araca atıp geri dönüşüme yıkmıştık. Belki de ülkenin on yılı yeniden dönüşecekti. Aynı acılar tekrar tekrar yaşanacaktı. O an öyle düşündüğümü hatırlıyorum. Beşiktaş posterini yerden alıp ait olduğu yere yeniden astım. Önceki halinden biraz daha yamuk durmuştu. Benim için bir sakıncası yoktu ama tam düzeltecekken binamızın tepesinden geçen uçağın gürültüsünü farkettim. Hemen balkona doğru koşup geçen uçağa el salladım. "Uçak, babama selam söyle!" diye bağırdım. Babaannem çocukken geçen uçakların arkasından uzak diyardaki akrabalarının


isimlerini sayıklayıp el salladığını anlatırdı. O gün beri ben de her uçak gördüğümde el sallar babama selam yollardım. Çocukluğumdan kalma bir alışkanlık işte. İnsanlar sadece alışkanlıklarından vazgeçemez derler ya öyle. Evim havaalanına çok yakın olduğu için bu sahne sık sık yaşanıyordu. Bu yüzden civardaki tüm evlerin kat sayısı dördü geçmez. Yani intihar etmeye kalksanız sakat kalma olasılığınız daha yüksektir. Belki de bu nedenle intihar etmeye meyli olan bütün yalnızları bu civara toplamışlardır. Değişik bir iskan politikası gerçektende. Bir ay öncesine kadar evden derneğe dernekten eve giden standart bir insandım. Tek eksiğim küçükken geçirdiğimiz trafik kazansında sol kolumun dirsekten aşağısının kesilmesiydi. Bu trafik kazasında bütün ailemi ve sol kolumun belirli bir kısmını kaybetmiştim. Bir ay önce derneğe gitmek için otobüse bindiğimde yaşlılar, hamileler ve engelliler için ayrılan koltukların tamamı doluydu. Ülkede ne çok yaşlı, hamile ve engelli olduğunu düşündüm ki arkamdan bir el dokunup oturmam için yer verdi. Yirmili yaşlarda gençliğinin doruğunda, sarışın, renkli gözlü, alımlı, gözlüklü ve aynı zamanda duyarlı bir kızdı. Şartlar uygun olsa o an aşık olmamam için hiçbir neden yoktu. Teşekkür edip oturdum. Engelli olmanın en iyi yönü insanları tanımınıza büyük şekilde olanak sağlar. Sizin engelinizden gözlerini alamazlar. Meraklarını presleyemezler ama sürekli bakıp da incitmemek için ikide bir gözlerini kaçırırlar sizden. Yanımdaki ellili yaşlardaki kır saçlı, göbekli gözlüklü adamda arada bir pencereden bakıyormuş gibi yapıp sol kolumun kesildiği noktaya merakla bakıyordu. Uzunca bir süre devam etti buna. Bu duruma dayanamayıp; "Merhaba." diyerek gülümsedim. Ne diyeceğini şaşırdı; "Sağ ol evladım, merhaba!" diye karşılık verdi. Yaklandığını düşündüğü için biraz da kızarmıştı. Biraz havadan sudan muhabbet açtıktan sonra; "Ben çok küçükken trafik kazasında kaybetmişim kolumu. Bana da babaannem anlatır." dedim. Rahatlamış gibi oturduğu koltukta sallanarak; "Çok üzüldüm geçmiş olsun evladım." dedi. İneceğim durağa kadar uzun uzun muhabbet ettik. Ailemi kaybettiğimden, hiçbirini görmediğimden, babaannemin anlattıklarından ve babaannemin geçen yaz sizlere ömür olduğundan bahsettim. İyi bir arkadaş bulmuş gibiydi. Aynı durakta indik. Derneğe çaya davet ettim. İşim vardı ama hadi seni kırmayayım diyerek kabul etti. İşinin olmadığını biz dahil tüm dünya biliyordu. Hoş muhabbeti olan bir adamdı. Postahane müdürü ya da eski bir kahvehanesi vardır emekli olmuştur diye geçiriyordum içimden. İnsanların mesleklerini tahmin konusunda oldukça iyiyimdir fakat


tutturamamıştım. Emekli bir uzman çavuşmuş. Bunu duyunca babamında bir uzman çavuş olduğunu söyledim. Gözleri parladı, birden neşelendi. Ölmüş de olsa bir meslektaşının oğluyla tesadüf etmesi mutlu etmişti. Laf lafı açtı derken babamı tanıdığını onun bir kaç dönem alt devresi olduğunu söyledi. Çok duygulanmıştı. Ben de öyle. Ne tesadüftü ama. Otobüste insanları alıp derneğe getirdiğim çay ikram ettiğim çok olmuştu fakat böylesi ilkti. Birbirimize numaralarımızı verdik ve vedalaştık. Bu olaydan tam bir hafta sonra aradım yeniden derneğe çay içmeye davet ettim. Neşeyle kabul etti. Çay içtik tavla oynadık. İki el üst üste mars etti. Emekli bir uzmanla tavla oynamanın en kötü yanı buydu. Tavlada iyi oluyorlardı. İkinci kötü yanı ise bitmek bilmeyen görev hikayeleridir. Anlatır da anlatırlar ve hepsi birbirinin aynıdır. Görev, uzmanlık derken konu babama geldi. İlk kez babaannemden başka birinden babamı dinliyordum. Eski zaman filmlerinin yeniden uyarlaması gibiydi. İlk versiyonundaki tadı vermiyordu ama yinede eski filmin bıraktığı tadın hatırına izleniyordu. Konuşurken konu benim nasıl peydah olduğuma geldi. Anlattıkça başımdan aşağı kova kova kaynar sular dökülüyordu. Yıllarca anne ve babam diye tanıdığım insanların beni yetimhaneden aldıklarını öğrendim. Çocukları olmuyormuş. Oysa babaannem böyle bir şeyden hiç bahsetmemişti bana. Gözyaşlarımı tutamıyordum. Bahçedeki sersebilden gelen su sesi kulaklarımı deler gibi girip beynimi istila ediyordu. Bütün bunlardan habersiz olduğumu, babaannemin eksik anlattığını bilmiyordu. Uzunca bir süre sustum ne diyeceğimi bilmiyordum. Ne denilebilirdi ki?! Sonunda kelimeleri bir araya getirip cümle yapmayı becerir becermez öz anne ve babamı sordum. Haberi olmadığını söyledi. Günlerce çocuk esirgeme kurumuna gittim geldim. Kaza yaptığımız yılda verilen çocukların listelerine baktım. İki tane daha ablam olduğunu öğrendim. Sonunda gerçek annemin izini buldum. Dün, gün boyu evde değildim. Bulduğum adrese gittim. Eski zamanlardan kalma bir köydü. İki tepenin ortasına kurulmuş köyde, tepelere yukarı evler üst üste istiflenmiş gibiydi. Tam on iki saat sürmüştü bu köye gelmem. Ömrümün en uzun, zor, düşünceli, yorucu dayanılmaz on iki saatiydi. Köyün içine doğru ilerleyince meydanda toplanmış bir kuru kalabalık gördüm. Yaklaşıp selam verdim ve Sevgi Eyice'nin evi neresi diye sordum. Uzun bir sessizlik ve kalabalığın kesik kolumu incelemesinin ardından on iki yaşlarında bisikletli bir çocuk; "Ne yapacaksın?" diye sordu. "Eski bir arkadaşının oğluyum, ailemden selam


getirdim" diye yanıt verdim. Kalabalık çıt çıkarmadan dinliyordu. Bazıları aralarından fısıldaşıyorlardı. Fakat hiçbiri sesli bir şey söylemeye cesaret edemiyor gibiydi. "Oğluyum ben." dedi. O an ağlamamak için zor tuttum kendimi. Çocuğun peşi sıra gidiyordum. Her adımda neyle karşılaşacağımı ne yapacağımı, karşıma çıkan insanlara ne diyeceğimi düşünüyor çaresizce ofluyordum o kadar. Sonunda tepenin bittiği yerdeki eve geldik. Bekle diyip kırmızıya boyanmış sundurmanın altından yine kırmızı çerçeveli tahta kapıyı iterek içeri girdi. Kapıyı dank diye yüzüme kapattı. Bir kaç dakika hiç ses çıkmadı. İleri geri yapıyor, ayağımla toprak zeminde yuvarlaklar çiziyor, ayakkabımın ucuyla adımı yazıyor tekrar üzerine toprak atıp bozuyordum. Hala ne söyleyeceğim konusunda bir fikrim yoktu. Biraz sonra kapı gıcırtıyla yeniden açılıp altmış yaşlarında kır saçlı, sakallı eski püskü kıyafetli bir adam kapıya çıkıp beni içeri buyur etti. Kırmızı çerçeveden tutup içeri girdim. Tam o sırada iki kadın apar topar bir odaya girdiler. Gösterilen sedirin üzerine oturdum. Toprak zemin geyikli vir halıyla kapatılmıştı. Engebeli yüzeyi halının altından belli ediyordu kendini. Tavan o kadar basıktı ki çökecek korkusu beş dakika gitmedi üzerimden. Kısa süreli bir hoşbeşten sonra kimin oğlusun bakalım sen diye girdi yaşlı adam konuya. O sırada iki kadından biri tepside çayla geldi. Orta yaşlardaydı. Diğer kadında kafasını hoşgeldin gibi sallayarak karşı sedire adamın yanına oturdu. Tam arkalarındaki boncukta örme duvar halısına takıldı gözüm. İstanbul Boğazı yapılmıştı. Ne kadar estetik diye geçirdim içimden. Tepsideki bardağı uzanmış tek elimle almaya çalışıyordum ki; "Sevgi bu çocuk eski bir arkadaşıyın oğluymuş." dedi yaşlı adam. O an elimin bağı çözüldü. Elimdeki bardak geyik desenli halıyı boyladı. Annem karşımdaydı. Gözlerimin önündeki set daha fazla dayanamayacak gibiydi. Zararı yok diyerek bir yer bezi attılar oraya. Birden dökülüvermeye başladı ağzımdan cümleler. Gözümle bir istanbul Boğazına bakıyor bir geyik desenlerini inceliyordum. Kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyordum. Gözümden akan yaşlarla halıdaki bütün geyikler boğulmuştu. Bitirdiğimde ev halkı, kapılar, duvarlar, geyikler, İstanbul Boğazı dahil her şey ağlıyordu. Söz sırası annemdeydi. Hala garip geliyor bana anne kelimesi. O kadar ağlamıştı ki hala hıçkırmaktan konuşamıyordu. Öz babam öldüğünde bana hamileymiş. Babamın neden öldüğü hala bilinmiyor. Kim vurduya


gitmiş anlayacağınız. İki tane kız çocuğu ve karnı burnunda ortada kalmış. Ana ocağına sığınmış fakat orada da anca üç yıl kalabilmiş. Karşımda oturan adama falanca köyde bir kadın var sana alalım demişler. Annesi ben kutu gibi evde kendime zor bakıyorum var git bu adama rahatına bak kurtulursun demiş. Beni ve ablalarımı alıp çocuk esirgeme kurumuna vermişler. Sonra trafik kazasını duymuşlar adam araştırmış benim yaşadığımı öğrenmişler almak istemişler ama babaannem ben bakarım çocuğuma diyerek vermemiş. Sonrası malum işte beni buraya getiren çocuk olmuş, iletişim kopmuş falan. Bitirdiğinde kimsenin tek kelime edecek mecali kalmamıştı. Sonra ilk olarak adam kalkıp sıktı elimi ve sarıldı bana. Hiçbir şeyimdi ama her şeyim gibi sarılıyordu bana. Sanki kendi oğluna sarılır gibi sarılıyordu. Sonra annem kalktı koşar adım sarıldı. Hayatımda hiç kimse böyle sarılmamıştı bana ve ben ilk defa o gün hissettim sol kolumun eksikliğini. Hala inanamıyordum şu an boynumda yaşlarını hissettiğim kadının annem olduğuna. Numaramı aldılar her zaman görüşmek istediklerini oranın yuvam olduğunu söylediler. Ellerini öpüp vedalaştım. Kapıyı açıp çıktığımda uçak geçiyordu gökyüzünde. İnsanlar genelde uçakları yakından görünce şaşırırlar oysa ben ilk defa bir uçağı bu kadar yüksekten uçarken görmüştüm. On iki yaşındaki çocuk tepeye doğru koşuyordu. "Uçak, abime ve ablalarıma selam söyle!" diye. El salladım ben de çocuğa. Hayatımın bir ayda altı üstüne gelmişti. Altı mı daha kötü üstümü daha kötü ben bile bilmiyordum. Siyahla beyaz gibiydi.

Necati Duran

Çocuklar Hayatın Gerçekleriyle Erken Yaşta Başlamamalı

Yüzleşmeye

Bir baba veya bir anne çocuğunu kucağına alıyor ve bilgisayarın başına oturuyor. Belki bir çizgi film izletecek ya da en basitinden bir oyun oynatmaya kalkacak. Şimdi! Buraya kadar her şey normal. Sonra bir fotoğraf. Üzerine duygusal bir yazı yazılmış bir fotoğraf. Fotoğrafta


Filistin'de ölen küçük çocuklar, anneler, babalar... Kopan bacaklar, parçalanmış bedenler, kanlı görüntüler... Çocuklar, hayatın gerçekleriyle abiler! Yapmayın! Bilinçaltının içinizden 'Amaan ne olacak ki, gibiyim. Hangi psikoloğa söyleyeceklerdir.

yüzleşmeye erken yaşta başlamamalı sınırlarını bilmeyenleriniz varsa eğer alt tarafı bir fotoğraf.' dediğinizi duyar giderseniz gidin haklı olduğumu

Bugün IŞİD denilen Orta Çağ karanlığını günümüze taşımaya çalışan densiz örgütün M.Ö. 8. yüzyıla ait bir Asur heykelini parçaladığı görselini Facebook aracılığıyla millete sununca bana mesaj yazdılar: 'Filistin hakkında hiç konuşmuyorsun.' diye. Hatta biri yorum bile yaptı. Şunu belirteyim: Biz Nazım Hikmet şiirleriyle büyüdük. Siz patilerinizle politikanın basamaklarını tırmanırken biz Babıali yokuşunda 'Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler.' diye bağırıyorduk. İnsan hayatının değerli olduğunu liderlerden değil, şiir yazan, şiir okuyan afili gönüllerden öğrendik. Önyargılarınıza esir olmayacak kadar şiir sevdik, şiir okuduk biz. IŞİD bugün her ne kadar da Müslümanlığın özüne iniyoruz dese de, yaptıkları Orta Çağ karanlığının bir emaneti olmaktan öteye gitmiyor. Sanat Tarihi eğitimi gören bir birey olarak bu tip bir olaya tepki göstermem zaten normal bir durum. Tarih bilinci oluşmamış toplumların yerle yeksan olduğu bir gerçekken bu duruma kayıtsız kalmam zaten cehaletin bir göstergesi olurdu. Filistin şu anda bir cehennem ve orayı cehenneme çeviren insanlar da cennete inanıyor. Biz cennete inananların dünyayı da cennete dönüştürmesi gerektiği kanaatindeyiz. Hangi dine mensup olursa olsun, bir insan dünyayı güzelleştirmeye yönelik adımlar atmalı düşüncesindeyiz. Velhasılıkelam, milleti bilinçlendirmek fotoğrafların dünya barışına katkısı olmamakla birlikte, hem çocuklarımıza hem de zeytin dallarıyla örülmesi gereken tüm evrene şiddet tohumları ekmekte. Çocuklarınızı bilgisayar ekranlarından uzak tutun!

Tuncay Ünaydın

adı

altında

paylaştığınız

bu


Kişi Aynaya Bakar, Kendini Görür Başlığın ilk akla gelen özeti, o kişinin yansıyan tarafıdır. Şimdi şöyle bir düşünelim. İnsanların yaşamlarında süregelen davranış biçimleri aslında hep 'ben' odaklıdır. 'Böyle daha iyi olur, ben yaptım, benim fikrim çok daha gerçekçi, sana katılmıyorum, ben de öyle söylemiştim' gibi konuşmalar insanın ne kadar bencil bir varlık olduğunu gösteriyor. Daha ziyade paylaşımcılıktan çok uzak, kendi fikirlerinin her zaman doğru olduğuna inanan ve hiçbir fikrinden taviz vermeyen bir insan profili olarak karşımıza çıkıyor. İşte bu hal ve hareketler; bizi sadece kendi dünyamıza hapseder ve paylaşımcı olmayan, etrafa kapalı bir insan modeli olarak yalnızlığa mahkum eder. Bu modelden çıkan insan figürü; mutsuz, neşesiz ve hayattan hiç zevk almayan, adeta dünyaya geldiğine pişman bir durumdadır. Mutluluk ve neşenin o insanda ortaya çıkması için değerli bir eşyanın satın alınması gerekir; kısacası metaya dayalı sevinçlerdir. İnsanda ne kadar süreli bir mutluluk olarak hayatına yansır tabii ki tartışılır. Ruhun beslenmemesi, gönül denen o uçsuz bucaksız tarlanın mahsulsüz kalması gibi çorak, kurumuş ve toprağı çatlamış bir manzara gibidir. İşte bu tarlaya gerekli olan su verilmedikçe bu manzara hiçbir zaman değişmeyecektir. Hz. Mevlana'nın Mesnevi'de de söylediği gibi; akarsu kenarları daima yeşillik olur, ağlamayan veya ıslanmayan gözde kuraklık olur, nerede bir damla yaş varsa gönül bu nemden nasibini alır ve işlenecek duruma gelir. Konuyu özetlemem gerekirse ilahi aşk bu gönülde yaşar ve bütün kötü duygularını siler atar. Bunun sonucu da kişinin yaşayışında diğer insanlar tarafından nasıl görüldüğüdür. İşte bu yaşam tarzı bir belge olarak tüm insanlığa dağıtılsa İNSANIN HAL BELGESİ'nin adına biz Tasavvuf deriz. Fakat günümüzdeki insanlar tasavvuf kavramını tam olarak algılayabilmiş değildir. Yaşanabilir bir hayat demek olan ve ne kadar güzel bir insan denilen bu kavram, asırlar boyu yaşanmış ve tarihimizde o muhteşem Allah dostları ve de canlar hep yetişmiştir. Bu önemli konuyu daha iyi anlatabilmek için birkaç misal vermek istiyorum. Hz. Musa Allah'a hep dua eder ve der ki "Allah'ım bana ledün (içsel yolculuk) ilmini öğret bu ilmi öğreneceğim bir kişi karşıma çıkar ki kendimi bu kişiye sevdirebileyim, ben onda yansıyabileyim ve de onun gözünde nasıl biri olduğumu bileyim." diye ettiği dualar neticesinde Allah ona bu ilmi en iyi bilen HIZIR aleyhisselamı gönderir. Konu Kuran-ı


Kerim'de olduğu gibi geçiyor. Musa Peygamber'in Hızır ile olan yol arkadaşlığında, başlarından geçen ve inanılmaz ibretler çıkartılan bir konunun anlatılmasıdır. Musa a.s Hızır ile olan yolculuğunda çok imtihanlarla karşılaşır. Bir deniz kenarında mola verdikleri bir sırada yiyecek çıkınlarından (sepetlerinden) azıkları olan pişmiş balığın suya atlayarak kaçtığını görür. Tabi Hızır'ın bu ilmi öğretmesinin tek bir şartı; ne yaparsa yapsın karışmaması ve de susması, sabretmesidir. Bu olay karşısında Hz. Musa hiçbir şey sormaz. Yolculuk devam ederken Hızır'ın bir gemiyi parçaladığını görür ve ona neden böyle yaptın diye sorar. Fakat Hızır baştan anlaşmaları gereği ona cevap vermez. Yolculuk devam eder. Sonra Hızır bir delikanlıyı öldürür. Hz. Musa dayanamaz ve sorar neden böyle yaptın ki onu neden öldürdün der; işte der Hızır seninle benim farkım bu çünkü olayın iç yüzünü bilmiyorsun. Daha sonra bir duvarın yıkıldığını görür ve hemen onu düzeltir. Musa a.s keşke der biraz para isteseydin bak kaç gündür açız diye sitemde bulunur. Bu olaylar bize ledüni ilmini anlatması açısından Hz. Musa ile Hızır a.s arasında geçen ve tamamen Kuran-ı Kerim'e dayalı olan olaylar zinciridir. Geminin parçalanması ileride bir korsan gemisinin o gemiyi eski görüp onu kuşatmaması içindir. Çünkü o gemideki tüm insanlar öldürülecektir. O delikanlının öldürülmesi de ileride Müslüman olan anne ve babasına aşırı zulüm yapmaması içindir. Duvarı düzeltmesi de orada oynayan iki küçük çocuğun ileride o duvar altında gizli olan defineyi daha sonra bulmaları içindir. İşte bize gösteriyor ki içsel yolculuğa talip olmak tüm olayları düz mantık ile değil bir rahmet bir sır çerçevesinde görebilmektir. Bu yüzden Hz. Musa'nın cana bakma olayı Hızır a.s sayesinde vuku bulmuş, Hz. Mevlana'nın da cana bakıp kendini görmesi Şems hazretlerinin sayesinde olmuştur. Hz. Mevlana'nın Mesnevi yazması Şems hazretlerinin onunla olan sohbetleri ve de can dostu olması ile mümkün olmuştur. Mevlana hazretleri böyle bir can bulduğu için o ölümsüz Mesnevi'sini hayata geçirebilmiş ve günümüze kadar tazeliğini koruyarak tüm insanlığa ışık tutan ve yaşanabilir bir İslamiyet'in kapılarını açmıştır. Oysa günümüzdeki İslamiyetin yabancıların veya başka dini temsil eden insanların gözünde ne kadar zulümkâr ne kadar bizi yansıtmayan bir din anlayışı gösterildiği aşikardır. Tabii ki bu da emperyal güçlerin İslamiyete asırlardır devam eden oyundur. Peki bizlerin cana bakması nasıl olabilir? Yaşadığımız hayatın iki temel kavramı vardır. Birincisi dikey olan hayatımız, ikincisi de yatay olan hayatımızdır. Dikey olan hayatımız biz inananların Allah'a olan ve yerine getirmekle yükümlü olduğumuz İslam'ın şartları; şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek ve hac vazifeleridir. Bunlar Allah'ın biz Müslümanlara emirleri ve yapmamızı istediği ibadetlerimizdir. Bundan daha önemli olan yatay hayatımızdır ki insanlarla olan ilişkilerimizde


onları Yunus'un dediği gibi yaratandan ötürü sevebilmemiz, sevgili peygamberimizin dediği komşunun aç ve sefil olduğunu bilip maalesef hiç bir şey yokmuşcasına davranan BEN odaklı insanların yaşıyor olmalarıdır. Efendim, İslamın temel kuralında çok önemli olan toplumsal yaşayış ve karşısındaki insana değer verme becerisi temel sebeptir. O yüzden Sevgili Peygamberimizin peygamberliği daha verilmeden önceki kırk yıllık hayatında inanılmaz sevgi dolu olması, son derece dürüst ve en önemlisi karşısındaki insanların ona bakıp kendi içlerini görmesi, Efendimin bir CAN olması olayı bu yazımı özetler mahiyettedir. Umarım konunun içeriğini anlatabilmişimdir. Çünkü bu çok önemli bir mevzu olduğu için anlaşılmaması tamamen benim eksikliğimdir. Bizlerin derdi, Rabbimin dilemesi ile CANLAR bulmanın sevdasına düşüp, gerçekten kendi perişanlığımızı bir kez daha gözden geçirebilmemizdir. Allah tüm insanlığa kendi benliğine, yani kibir ve gururuna bakan değil, kendi içini görebilecek can arkadaşlar veya çok iyi insanlar nasip etsin inşallah, tüm temennim kendi adıma budur. Sağlıcakla kalın.

Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş

Amir Mümtaz ve Onun Absürt Macerası '1 Bizim bir cinayet şube amiri vardır, ismi Mümtaz. Allah sizi inandırsın iyi adamdır. Lakin iyi bir adam olması, yirmi yıldır itinayla sürdürdüğü memuriyet hayatının da iyi olacağı manasına gelmiyordu maalesef. Yirmi yılda bir tane cinayet aydınlatılmaz mı ya hu! Ama yok. İzmir'de ne kadar aydınlatılmamış cinayet varsa hepsi bizim amirin işidir. Bizim amir Mümtaz hiçbir zaman bir cinayeti aydınlatamadı lakin emekli olmasına üç ayı kaldığında, son olan olaylara müteakiben bastı nidayı; 'Bu olayı da aydınlatamazsam bana da Amir Mümtaz demesinler.' diye. Ne diye atar yapar ki bu Amir Mümtaz! İşte hikayemiz de burada başlıyor sevgili okurlar. Amir Mümtaz, hanımıyla birlikte evinde kahvaltısını yapmaktadır. Hanımının ismi Avize. İsmiyle yakından uzaktan alakası olmayan bu kadın, etrafı aydınlatmaktan çok, karamsar karakteriyle adama illallah ettirmiş, yirmi


yıllık evlilik hayatları boyunca da bizim amir Mümtaz'da kötü alışkanlıklar oluşturmuştu haliyle. Efendim, aldatmak mı dersiniz? Kumar mı dersiniz? Alkol mü dersiniz? Hepsi vardır bu Mümtaz'da. Bilahare geçen gün hanımı Mümtaz'ın yakasında bir ruj izi görünce ortalığı velveleye vermiş, Amir Mümtaz'ı da kapı dışarı etmişti. Fakat ne yapıp edip bizim Mümtaz yine bir bahane uydurup farenin bile geçemeyeceği bir yerden eve girmeyi başarmıştı. Olay bu raddede kalsa iyiydi. Yine geçenlerde bizim Amir Mümtaz, pavyondan ayarladığı dilber-i deryayı, zina yapacağı eve değil de, kafasının güzelliğinden olsa gerek hanımıyla ikamet ettiği eve getirince kıyamet kopmuştu. Neyse ki, ananelere sadakatle bağlı olan Avize Hanım, millet ne der düşüncesiyle Mümtaz'ı affetmiş yine koynuna almıştı. İşte bu olaylar neticesinde, Avize hanım her ne kadar yatağına tekrar alsa da Mümtaz'ı pek yüzüne bakmaz olmuş, sadece kahvaltı masasında görüşür olmuşlardı. Hatta Avize hanım arada Mümtaz'ın yataktayken arkadan dürtmelerine de, 'Iııh hastayım.' diye feryat etmiş, bir haftalık hastalığı bir aya uzatmıştı. Yıllardır denemelerine rağmen çocuk sahibi olamayan çifte bu hadiseler de okkalı bir tokat vazifesi görmüştü. Kahvaltı masasında uzun bir müddet süren sessizliği telsizden gelen ses bozmuştu. Konuşan memurun verdiği koda göre bir cinayet vakası vardı. Amir Mümtaz hemen telefonuna sarıldı ve ondan çaylak olmasın, yanına yeni atanan komiser yardımcısı Onur'u aradı. Telefondaki konuşmaya bakılacak olursa bir Japon, Hatay'daki evinde ölü bulunmuştu. 'Tövbe bismillah.' der Amir Mümtaz ve yerinden fırlayıp kapıya yönelir. Tam kapıdan çıkacakken Avize arkadan bağırır. 'Akşama gelirken bir kilo pirinç al.' diye. Avize hanım bilmeden de olsa ironinin hasını yapmıştır. Japon ölür pirinç istenir mi ya hu! Yardımcı Komiser çaylak Onur, Amirini olay mahallinin kapısında karşılar. Amir Mümtaz, 'Durum nedir?' diye sorar çaylağa. 'Amirim, cinayet bu sabah üç sularında işlenmiş. Maktulün kafasına bir kez ateş edilmiş. Adam ölmüş.' diye cevaplar çaylak. Amir Mümtaz, 'Tövbe ya Rabbim. Elbette ölecek lan! Kafasına sıkmışlar adamın.' diyerek sinirlenir. 'Amirim isterseniz içeriye geçelim.' der çaylak. İçeriye geçerler. Maktul sırtüstü, anadan üryan yerde yatmaktadır. Alnının tam ortasına isabet eden kurşun, yere yığılan Japon'un kafasının etrafını kanla çevirmiştir. Amir Mümtaz içeride gülüşen kadın polisleri görünce, 'Bu ne ciddiyetsizlik derhal terk edin burayı.' diye bağırır. Kadın polisler dışarıya çıkarlar. Amir Mümtaz, maktule doğru eğilir ve incelemeye başlar. 'Yaz bakalım çaylak. Ölüm nedeni, alnına isabet eden kurşun.' der. 'Amirim, olay yeri inceleme birazdan burada olur. İsterseniz onlar


incelesin.' der çaylak. 'Biz ne güne duruyoruz ulan. Yirmi yıldır bu işi yapıyorum ben.' diye bağırır Mümtaz. 'Estağfurullah Amirim.' der çaylak ve içinden 'Yirmi yıldır bu işi yapıyorsun ama tık yok.' diye düşünmeden edemez. Çaylak konuşmaya devam eder: 'Amirim hep söylerlerdi de inanmazdım. Gerçekten çok küçükmüş.' diye. Amir Mümtaz, çaylağın mizahını anlamamış olacak ki; 'Japonlar küçük olur evladım.' diye yanıtlar. 'Yok amirim ben vücut boylarından bahsetmiyorum. Küçük Japon'dan bahsediyorum.' Amir Mümtaz kafasını Japon'un hacetine çevirir. 'Ulan ne laubali bir adamsın sen ya! İşin gücün zevzeklik.' diye bağırır ve tam iyi bir kalaya hazırlanırken, kapıdan içeriye Başkomiser Ogün ve savcı girer. Mümtaz ayağa kalkar, ceketini ilikler ve, 'Hoşgeldiniz Amirim, sayın savcım.' diyerek ikisini de selamlar. Başkomiser; 'Durum nedir Mümtaz. Aydınlatabildin mi vakayı?' diye sorarak hem Mümtaz'a bir nazire yapmış hem de savcıyı dirseği vasıtasıyla dürterek bir mizah gayretinde bulunmuştu. Savcı ufak bir tebessüm ederek Mümtaz'a göz kırpar. Mümtaz utanır. Çaylak Onur ortamı yumuşatmak amacıyla konuşmaya başlar. 'Amirim müsaade varsa eğer anlatayım.' der. Başkomiser başıyla onaylar. Çaylak konuşmaya başlar. 'Amirim, dün gece saat üç sularında olay gerçekleşmiş. Adam evli, iki çocuğu var. Konuya komşuya sorduk. Hanımı pılını pırtını toplamış doğru Japonya'ya gitmiş.' 'Ne zaman gitmiş?' 'Bir hafta önce komiserim. Bizim bu Japon burada kala kala sorumsuz bir kocaya dönüşmüş. Adamda Japon disiplini denilen şey kalmamış. Her gün içip karısını dövüyormuş. Diyorlar ki kumara da bulaşmış. Tabi bir de kadını geçen hafta aldatınca işler iyice kızışmış. Yaptıklarından ötürü harakiri yapması beklense bir Türk politikacı gibi kıvırır ben ne yaptıysam halkım için yaptım demeye getirirmiş.' 'Ne diyorsun? O derece yani.' 'Vallaha öyle komiserim.' 'Görüyor musunuz sayın savcım, adamı kültürel asimilasyona uğratmışız.' der Başkomiser savcıya. Savcı güler. Amir Mümtaz ise kültürel asimilasyon kelimelerinden pek bir şey anlamamış olmasına rağmen tebessüm eder. Olay yeri inceleme kapıdan içeriye girip hemen işe koyulurlar. Başkomiser Ogün, 'Biz çıkalım da çocuklar işlerini yapsınlar.' der. Tam kapıdan çıkacakları esnada, incelemeyi yapan memurlardan biri bağırır. 'Komiserim buna bakmak isteyebilirsiniz.' diye. Maktul yüzükoyun çevrilmişti ve sırtında çeşitli izler belirmişti. İzlerin kenarları kanla kaplı olduğundan memur bir bez vasıtasıyla itinayla maktulün sırtını sildi.


Çaylak komiser Onur'un gözleri fal taşı gibi açılmış, bir başkomisere, bir savcıya, bir de pek anlamasa da Amir Mümtaz'a bakıyordu. Şok olmuşlardı. Maktulün sırtı tamamen harflerle kaplıydı ve hiçbir kelime anlamları yoktu. Harfler gelişigüzel yazılmış, belinin bittiği ve kalçasının birleştiği yere de bir gülücük işareti atılmıştı. Çaylak komiser yardımcısı Onur, 'Bu bir şifre olabilir mi?' diye bağırdıktan sonra hemen maktule doğru eğildi. Başkomiser Ogün elinin tersiyle, çaylağın kafasına yapıştırdı. 'Ne şifresi lan. Amerikan filmi izlemekten kafan mesajlarla dolmuş anasını satayım. Ha sen şimdi bir de kalkıp seri katil olaylarına dalarsın. Ulan bir bitmediniz yahu. Seri katil dediğin adam zeki olur, kandırır, kumpas kurar. Ulan çık şu balkona bir bak, Türkiye'de seri katil unvanına yakışacak bir babayiğit var mı? Yanına bir ortak alan kendini Mel Gibson sanıyor arkadaş. Ne bakıyorsun oğlum. Mümtaz'a da Danny Glover diyelim mi? Cehennem Silahı'nın Türkiye versiyonu musunuz lan siz?' diye bağırdı. Aslında soluğu yetse daha da devam ederdi. Çaylak Onur sağ eliyle jöleli saçlarını arkaya doğru yalatarak, 'Amirim öyle demeyin her şey olabilir.' dedi. Amir Mümtaz, aslında hayatında hiç Amerikan filmi izlemese de bu konuşulanlar kafasında bir kaç sorgu sual yapmasına sebebiyet vermişti. Çaylak Onur'a doğru eğilip, 'Harfleri not et bakalım.' diye seslendi. Başkomiser Ogün müdahale ederek, 'Siz karışmayın olay yeri inceleme halleder bu işi.' diye bir sitem etti. Amir Mümtaz, 'Onlar da incelesin amirim. Biz de bir bakalım neyin nesiymiş bu harfler.' der. Başkomiser Ogün aslında müsaade etmeyecekti lakin kafasında nasıl olsa Amir Mümtaz bu işi yapamaz diye düşündüğü için, 'İyi hadi bakalım siz de bir inceleyin.' dedi. Başkomiser işi biraz daha ileriye götürüp, 'Ulan Mümtaz bu olayı aydınlatırsan ben de seninle birlikte emekli olacağım lan.' diye bağırır. Başkomiser ve Savcı olay mahallinden ayrılırlar. Çaylak Onur harfleri not eder ve kağıdı Mümtaz'a uzatır. Mümtaz elindeki kağıda bakıp, sanki gerçekten anlıyormuş gibi sesler çıkarır. Çaylak Onur; 'Amirim saydım elli iki harf var. Harfleri anladım da smileyi niye koymuş onu anlamadım. Gerçekten çok zeki bir katille karşı karşıya olabiliriz.' dedi. 'Smiley ne lan?' diye sordu Amir Mümtaz. 'Amirim bu gülücük işareti, evrensel internet dilinde smiley demek.' 'He iyi iyi. Neyce lan bu .mına kodumun yazısı anlayamadım ben.' 'Amirim muhtemelen bir şifre. Herhangi bir dil olabilir.' 'Bana bak lan! Sen harbiden çok mu film izliyorsun. Bence .aşak geçmiş işte katil.' 'Hayrolsun amirim. Ne diyelim.' Mümtaz harflere baktı. Bir şeyler anlamayınca Onur'a uzattı. Kağıtta şu harfler yazıyordu:


"CÖSOÖYB LVDVLRBSL ÇÜNBSUFŞJ ŞBBU ÖOŞFLJA BNJS NVNUA DPA CÜOÜ" Devam Edecek...

Tuncay Ünaydın

Ellerime Güvenmeme Var Daha Şüphesiz hepinizin hayatını değiştiren duyduğu, okuduğu cümleler olmuştur. İşte benim hayatımı değiştiren o cümle de karşıma yıllar evvel çıktı. O zamanlar Menderes Köyü'ndeki kahvehanede gelene gidene çay verirdim. Şu an cümleleri yazdığım bu bekçi kulübesi, o vakitler üzerinde sayısız bıçak izi olan, derme çatma ahşap bir kulübeydi. Zamanla onarılacak hali kalmayınca yıkıp yerine bu plastik kulübeyi yaptılar. Üzerine de TCDD damgasını da yapıştırıp beni içine oturttular. Bir insan içine zor girer. Şirket sağolsun düşünüp bir de ufak vantilatör gönderdi. En yakın köy beş kilometre uzakta. Köylüler ilçeye giderken şu an sigara dumanının süzülüp çıktığı pencerenin önündeki delik deşik yoldan geçerler. Benim görevim de gelecek tren için onların güvenliğini sağlamaktır. Zaten günde ortalama üç tren geçer buradan. Onda da bana ihtiyaç duyarlar işte. Trenin üzerinden geçtiği köprü pencereden görülsün diye benim mekanın yeri de biraz yüksektedir. Zaten engebeli bir bölge olduğu için trenin sesi fizandan duyulur. Köprü, 1907 yılında bir Alman mühendis tarafından yapılmış. Bu tarih nedeniyle ben dahil bu civardaki bütün insanlar Fenerbahçelidir. Farklı takım tutanlarsa kesin buraların yabancısıdır. Civarda Alman Köprüsü diye bilinir ama asıl adı Varda Köprüsü'dür. Köprünün beş ana ayağı örülürken, yukarıdan aşağı sallanan büyük kayaları halatlarla indiren işçiler; "Var daha! İndiiir! Var daha!" derken adınında "Varda" olarak kaldığı söylenir.


Bazen bir kaç meraklı gelip fotoğrafını çeker. Çekilen fotoğraf sayısı arttıkça ziyaretçi sayısı da artar. Buna bağlı olarak güzelim köprünün çevresindeki kirlilikte artar gider. Benim asıl görevim orada başlar. Hiçbir sakıncası yokken 'o tarafa geçmeyin, yasaktır' diye bağırıp aslında muhabbet kurmaya çalışırım. Durum öyle olunca gelenler de güzel kareler yakalayabilmek için benimle aralarını iyi tutmaya çalışırlar. Muhabbet köprünün tarihine kadar gider. İşte o zaman değmeyin keyfime! Bir şeyi biliyor olmanın keyfini hepimiz biliriz. Ayrı bir ziyaretçi sınıfı da yeni evlilerdir. Söylenceye göre daha ben bile bu topraklara düşmemişken köprünün altından bir de "Sevgi Battı" adında derenin aktığı söylenir. Efsaneye göre iki aşık birbirine kavuşamamış. Sonra hikayedeki gençlerimiz bu derede ölmüş, adı da öyle kalmış. Zamanla bu kedere dayanamayan dere de kurumuş. Yeni evliler de gelip burada mutlu olabilmek için dilek dilerler. İnsanların mutluluğun da, mutsuzluğun da kendi ellerinde olduğundan bu kadar habersiz olması beni hep düşündürür. İşte ahşap kulübe yıkılmadan evvel gelip içine oturur beş arkadaş sigara tüttürürdük. Hayatın çevremizde örülü dağların içinden ibaret olduğunu zannettiğimiz yıllardı. Sigara merasimlerimizi trenlerin geçeceği vakte denk düşürürdük. Daha kendisi yokken gelen sesi bize dağlar ardındaki memleketlerden yeni bir şeyler getirirdi. O sıcak yaz gününe kadar da bir şey getirdiğini görmemiştik. Kahvehaneden aldığım üç beş kuruşun üzerine bizim çocuklarda para eklemiş, sigara alıp koşar gibi kulübenin oraya gitmiştik. Geçen treni sanki farklı bir şey varmış gibi dalgınlıkla izlemiştik. Olacağı varmış derler ya, o gün bütün arkadaşlar sıcak diye evlerine gitmişlerdi. Ben de birbirine paralel uzanan tren raylarının üzerinde akan kısacık ömrümü film gibi izliyordum. O zamanlar daha az delik deşik olan yolda bir araba durmuştu. Hemen elimdeki sigarayı daha sonra devam ederim düşüncesiyle dikkatle söndürüp, onları izlemeye koyulmuştum. Arabadan ellili yaşlarda takım elbiseli ve koltuk değnekli bir adam inmişti. Daha sonrada takım elbiseli dört beş adam ona yardım ettiler. Koşar adım yanlarına gidip adamların neye geldiğini öğrenecek, bizimkilere yeni bir şeyler anlatacaktım. Sürekli aynı şeylerin konuşulduğu yerde, farklı şeyleri konuşuyor olmanın zevki de farklıdır. Bizim Alman Köprüsü'nü onarmaya geldiklerini öğrendim. Ekibin başında da bu belden aşağısı tutmayan koltuk değnekli adam varmış. Değişik değişik terimler kullanıyorlardı. Yanlarına geldiğimi topal adamdan başka kimse farketmemişti bile. Köprüyü onarmak için tam yirmialtı ay uğraşmışlardı. İşte bu çalışmalar sırasında sefer sayısı azaltıldı. Bunun zararı da en çok bize dokundu. Sigaramıza altlık eden bir tren sesi bir de raylardan gelen gıcırtı vardı. Sayelerinde ondan da olmuştuk. Plan yapıp


kaldıkları karavanı yakmaya karar verdik. Böylece gideceklerdi. Arkadaşlarla bu kutsal görevi hepimiz üstlenmeye hazırdık. Çünkü o köprü bizimdi. O trenin sesi bizim tek eğlencemizdi. Kutsal görev bana düştü. Sonra uzunca bir süre düşünüp not yazıp onları tehdit etmeye karar verdik. "Gidin buradan yoksa öleceksiniz!" yazacaktık. Aramızda en çok bilen onbir tane harf bildiği için tek çare karavanlardan birini yakmaktı. Okuma ve yazma bilmemenin eksikliğini belki de ilk kez o zaman farkettik. Not yazmak için kahvehanenin eski veresiye defterlerinden birini çalmıştım. Notu yazamayınca karavanı bu defterle tutuşturmaya karar verdik. Çocukluk işte. Dünyanın bu dağlardan ibaret olduğu beynimizde, el kadar defterle dünya bile yakılabilirdi. İşe koyulduk. Kutsal görevi gerçekleştirmek için sessizce üç karavandan birine doğru yöneldim. Rüzgardan yanmayan çakmak bana hayatımın en büyük paniğini yaşatıyordu. Karavanın içinden gelen sesi duymuştum. Uzunca bir süre sessizce oturmuştum. Ses devam edince korkak adımlar karavanın penceresine doğru yaklaşıp dinlemeye karar verdim. İşte hayatımı değişterecek görüntüyü de sesi de ilk o zaman gördüm ve duydum. İşçilerin başındaki o koltuk değnekli adam masanın başında hem bir şeyler yazıyor, sonra da yazdığı cümleleri yüksek sesle okuyordu. Dikkatle yaklaşıp, kafamı cesaretimle kaldırıp ne söylediğini anlamaya çalışmıştım. "Ben hayatta en çok ellerime güvenirim. Sadece yıllardır beni ayaklarımın yerine de taşıdıkları için değil! Kalemi bu kadar doğru tutabildikleri için." demişti. Bu cümlelerden sonra koşar adım uzaklaştım oradan. Nefes almıyordum sanki. Yorulunca oturup saatlerce adamın ne demek istediğini anlamaya çalışmıştım. Şu an bile tam anladığımı söyleyemem. Günlerce yakınından geçmedim oranın. Aslında utancımdan gidemiyordum oraya. Ayakları tutmayan bir adam hayatta en çok ellerine güvendiğini söylüyordu. Üstelik bu eller onu taşıdığı için değil kalem tutabildiği için güvenilirdi. Ayaklarımdan ve ellerimden utanıyordum. Daha sonra odasının ışığını uzunca süre izlediğim oldu. Arada cesaretimi toplayabilirsem daha da yakına gidip masasının başında oturup bir şeyler yazıp çizişini izlediğim oluyordu. Yanılmıyorsam iki hafta sonra kahvehaneye geldi. Onu karşımda görünce başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Neşeli bir sesle çay istedi. Çayı verirken defteri karavanın orada bulduğunu, üzerinde bu köyün adının yazdığını söyledi. Defterin oraya nasıl gittiğinden habersizmişim gibi yapmak bir yana, defterin icadından o güne kadar haberim yokmuş gibi bakıyordum. Sonra tek kelime etmeden alıp inceliyormuş gibi yapmıştım. O zaman defteri ters tutuşumdan anlamıştı okuma yazma bilmediğimi.


Uzunca süre muhabbet ettik. Bu civar hakkında sorular sordu. İşten sonra bana karavana gelmemi söyleyip gitmişti. Ne yapacağımı bilmiyordum. Planımızı öğrenip beni öldürecek miydi?! Bütün cesaretimi toplayıp gittim. Uzunca bir süre çevreyi kolaçan ettiğimi hatırlıyorum. Korkak adımlarla girdiğim karavan beni o dağların arkasına aşırdı. İlk defa bambaşka bir dünyaya düştüğümü düşünmüştüm. Her yerde kitaplar vardı. Masanın üzerinde bir sürü rengarenk kalem vardı. Bizim kahvehanede bile sadece iki taneydi hatta biri kitli çekmecede durur kimse el süremezdi. Kitapların içindeki fotoğrafları gösterdi. Rengarenk kalemlerinden hediye etti. Yeni bir defter verdi. Bizim kahvehanede böylesini hiç görmemiştim. Bembeyazdı ve üstelik bir sürü boş sayfası vardı. O günden sonra sürekli gider oldum. Saatlerce yanından ayrılmadığım oldu. Defalarca okuduğu kitaplardan altını çizdiği cümleleri benimle paylaştı. Aylarca uğraşıp okumayı yazmayı öğretti. İlk kez "Varda Köprüsü" yazdığım gün, kağıdı top gibi yapıp geçen trenin camından içeri beraber attık. O kadar alışmıştım ki ona, inanır mısınız sesi tren sesinden bile güzel geliyordu?! Gerçekten eli bu kadar kuvvetli olan tek insandı. Hayranlıkla izliyordum ellerini. Ben de ona bir şeyler yazmak istediğimi söylemiştim. Gülerek; "Bunun için var daha!" demişti. Dakikalarca gülmüştük. Ellerime güvenmem için vardı daha. Tam bir hafta uğraşıp karavanını yazmıştım. Duvardaki resimleri, kitaplarını, masasındaki rengarenk kalemlerini, ellerini, koltuk değneklerini... Vermek kısmet olmadı. Vermek için gittiğim gün çalışma sırasında köprüden düştüğünü öğrendim. Nasıl düştü kimseden bir şey öğrenemedim. Saatlerce şu an bulunduğum bu kulübenin önünde ağladığımı, aylarca konuşmadığımı, yazmadığımı, dünyadaki bütün köprülere savaş açtığımı hatırlıyorum. Varda'ya küsüp aylarca gitmemiştim. Aylar sonra gittiğimde de kimsecikler kalmamıştı. Sağa sola savrulmuş sayfalar gördüm. Değişik çizimler vardı. Bir tanesinin üzerinde yazısını görmüştüm. Beraber geçirdiğimiz zamanda kalemin dünyayı gezmek için sihirli bir kilim olduğunu, el kadar defterlerin, kitapların dünyayı yakmak için değil dünyayı ayağına kadar getirmek için var olduğunu öğretti. En önemlisi hayatta en çok kaleme güvenilmesi gerektiğini öğretti. Bütün bu öğrettikleriyle birlikte o kağıt parçası da hala saklıdır bende.

Necati Duran


The Invention of Lying Film Tavsiyesi: The Invention of 'Yalanın İcadı'

Lying

(2009)

Dünyada yalan olmasaydı nasıl olurdu? Sürekli insanların birbirlerine yalan söylediğinden, birbirinin ayağını kaydırmaya çalıştığından ve arkasından iş çevirdiğinden, insanların samimiyetsizliğinden ve riyakarlığından her fırsatta şikayet eden herkesin izlemesi gereken bir film Yalanın İcadı. Alışkanlıklarımızın tersine "The Invention of Lying" olan orijinal isminden doğru ve mantıklı şekilde dilimize çevrilmiş. Başrollerini, İngiliz aktör ve komedyen Ricky Gervais ile romantik-komedi ve dram türündeki filmlerin vazgeçilmez aktrislerinden Jennifer Garner paylaşıyor. Gervais, aynı zamanda filmin yönetmenliğini ve senaristliğini de yapmış, ki sanırım içindeki mizahın Amerikalı sinema severler tarafından tam olarak sindirilememesinin nedeni Gervais'in İngiliz asıllı olması. Amerikan sinemasının manasız ve kısır esprilerine karşılık, daha ince ve akıllıca İngiliz esprileri, bence filme tat katan noktalar. Konu özgün, oyunculuklar, özellikle mimikler ve küçük ama fark yaratan detaylar akıllıca serpiştirilmiş. Jennifer Garner'ın oyunculuğunu zaten beğenirim, bu filmde de rolünün hakkını vermiş ve yer yer seyirciyi kızdıran, yer yer güldürüp kendini sevdiren bir karakteri gayet başarılı şekilde canlandırmış. Gıcık sekretere Tina Fey, yakın arkadaşlara Jonah Hill ve Louis C.K ve yakışıklı ve ukala iş arkadaşına da Rob Lowe hayat vermiş. Filmdeki karakterler az ama öz, hepsi de verilmek istenen mesaja uygun kişilikler. Yalanı, doğruyu, iş hayatını, ikili ilişkileri, görselliğin ne kadar önemli olduğunu, mutluluğun nelere ne kadar bağlı olduğunu anlatmaya çalışan, bunu sorgulayan, didikleyen, hatta bazen bir hayli ileri giden bir kurgu yapılmış. Mantık ekseninden çıkmadan, fazla uçlarda dolaşmadan, bir ütopya anlatılmış. Bu bakımdan başarılı bir film. Çeşitli mecralarda, filmin, konusuna ve kurgusunu tam olarak veremediği eleştirilmiş ama açıkçası ben böyle düşünmüyorum. 100 dakikada verilebilecek en iyi şekilde verilmiş konu. Ayrıca Yalanın İcadı, Ricky Gervais'in senarist ve yönetmen koltuğuna da ilk kez oturduğu bir film olması bakımından da önemli. 2 saatinizi eğlenceli geçirmenizi sağlayacak, klişelerden uzak, esprili, üstelik mesaj kaygısı da taşıyan bir film. İyi seyirler.

Başak Yarar


Admission Film Tavsiyesi: Admission (2013) 'Başvuru: Kabul' Eğitim Şart! İzleye izleye öğrendiğimiz üzere, dünyanın en özgür, en demokratik, en gelişmiş ülkesi olan Amerika'da, üniversitede okumak için ülkemizdeki gibi süreleri yıllara göre değişen sınavlara girmek gerekmez. Şimdiye kadarki okul hayatları değerlendirilir ve üniversiteye buna göre alınırlar. Bizim gibi sadece derslerdeki durumları da değil, sosyal hayatları, yetenekleri de göz önüne alınır ki, gençler ileride sevecekleri ve mutlu olacakları mesleklerde eğitim görsünler. Terbiyesizler, hala mutsuz olacak şeyler bulabiliyorlar o ayrı. Demek Türkiye'de yaşasalar sınav psikolojisini bile kaldıramayacaklar. Orijinal adıyla "Admission" Türkçe ismiyle "Başvuru: Kabul" üniversiteye giriş sürecini bu sefer öğrencinin gözünden değil de, karar verenin gözünden anlatıyor. Çekilen sıkıntının iki taraflı olduğunu, öğrenci ne kadar zor bir süreçten geçiyor ve yıpranıyorsa, karar veren kişinin de vicdanıyla baş başa kaldığını ve çeşitli sıkıntılar çektiğini anlatıyor 'Başvuru: Kabul'. Filmin senaristi ve yönetmen, bunca gergin bir konuyu tabii ki, birkaç küçük dokunuşla eğlenceli hale getirmeyi unutmamışlar. Biraz aşk, biraz komedi, azıcık da dram ile temayı tamamlamışlar. Konusu, benzerlerine göre gayet özgün. Alternatif bir okulun yöneticiliğini yapan John, parlak öğrenciler için farklı ve özgür bir yol izlemektedir. Tavsiye üzerine bu okula incelemeye ve tanıtıma giden Princeton Üniversitesi görevlisi Portia, gördüğü adeta pırlanta gibi çocuklar karşısında hem şaşkındır hem de bu ilginç okula ve yöneticisine hayran kalmıştır. Tabiri caizse, seçme ve yerleştirme sürecine, tüm olumsuzluklara ve karşı gelmelere rağmen bu okulu da dahil etmeyi başarır. İnandığı bir öğrenci için ise, biraz yanlış anlamayla biraz mantıkla elinden geleni ardına koymaz. Film, baştan sona gerek konusu, gerek teması, gerekse olaylar zinciri ile bir mücadeleyi anlatıyor ve bütünlük arz ediyor. Filmin belki de tek ironik tarafı, John'un bu kadar özgürlük yanlısı tavrına rağmen, kendi oğluna çizdiği sınırlar ve kendi doğrularını diretmesi. Filmin bence en güzel yanı ise, çoğu Amerikan filminde olduğu gibi peri masalıyla değil de gerçek bir sonla bitmesi. Sınavın daha adil bir yöntem olduğunu düşünmek ise, filmden sonra daha da saçma geliyor artık. Genç insanların hayatlarının birkaç saate bağlı olmadığı ve mutlu hissedecekleri mesleklere sahip olabilecekleri bir düzeni ummak ise, film sonu temennim sadece. İyi seyirler.

Başak Yarar


Robin Skouteris Bu kadar uzun bir aradan sonra neden bu adamı anlatan bir yazıyla döndüm peki? Çünkü dönem dönem ilham verici her şeyden uzaklaşır normal, spontane hayatlarımıza dönüp kafa dinleriz. Ancak bizi o moddan çıkaran şeyler biranda karşımıza dikelir, olduğumuz atmosferi değiştirir bize hayal gücümüzü genişletecek yeni bir dünya sunar; bazen bir koku bazen bir an bazen bir fotoğraf bazen de bir ses bize bir şeyler hatırlatır ya da yeni bir şeyler hissettirir. İşine odaklanan, yaptığı şeyi severek tutkuyla yapan herkes ilgimi çekmiştir; ilham dediğimiz şey böyle insanların yarattığı sanat ile karşımıza çıkıverir, onların bize hissettirdiklerini karşılıksız bırakmamalıyız. Adamımız Robin ile ilgili çok fazla Türkçe bilgi, kaynak vırt zırt bulamadım ve buyurun size oradan buradan toplama bir yazı hazırladım, bakalım kimmiş bu ilhamımı geri getiren adam? Londra doğumlu bu sanatçımız için sadece Dj diyemeyiz; evet kendisi çok bilinmeyen bir müzik dehası olmanın yanı sıra, aynı zamanda yapımcı ve yönetmen. •

2012 yılında Pat Scott ile "Stache And Shout" isimli çalışmasını piyasaya çıkardı.

Birçok film ve televizyon projesinde yönetmenlik yaptı.

Mashuplarıyla dünya çapında üne kavuştu. [mashup; digger isimleriyle: (also mesh, mash up, mash-up, blend, bootleg and bastard pop/rock) bir ya da birden fazla kaydı önceden yapılmış şarkının bir araya getirilip yeni bir versiyon olarak dinleyiciye sunulmasıdır.]

Yaptığı digger müzik türleri: Pop, Remix, Mashups, Rock, Dance, House,Athens, GR Müzik anlamında zehir gibi bir beyine sahip olduğunu ve dinlediğim en iyi mixleri yaptığına inanıyorum, şu sıralar pek fazla tanınmıyor. Lakin, hala hak ettiği kadar tanınmamasına rağmen, bu adam çok pis patlayacak ve dünyayı sallayacak.


Çok ünlü şarkıcıların artık dinlemekten sıkıldığımız eski ve yeni şarkılarını inanılmaz jilet gibi geçişlerle birleştirip al bir de böyle dene diyerek tekrardan dinletmeye başladı kendileri. Jennifer Lopez'inden Rihanna'sına; Guns n Roses'dan Blondie'ye; Michael Jackson'dan Evanescence'sına; Avril Lavigne'den Katy Perry'sine; Madonna'sından, Britney Spears, Backstreet Boys, Oasis, Limp Bizkit'e ve en ennn çok sevdiğim Eagles'ın Hotel California şarkısını, sen git Beethoven - Eagles Maria Callas'ı birleştir mashup yap, akla gelecek şey değil ama adam yapmış. Bu geçişlerini anlayamadığınız mixler sanki bütün sanatçıları bir stüdyoya toplamışlar düet yaptırmışlar izlenimi vermekte. Parçalarının isimlerini bile mix yaptığı parçalardan birleştirerek oluşturuyor mesela Eagles-Hotel California ile Beethoven-Moonlight Sonata’yı mixleyince adını ‘Moonlight Hotel’ koymuş. Ayrıca klipleri de çok ilginç bu arkadaşın, dini ve dönemsel etkilere çok parmak basıyor, en son böyle bir tadı Garet Pugh'ta bulmuştum. Ayrıca çok sevdiğim bir film Kill Bill için yaptığı Madonna vs. Nancy Sinatra, Kill Bill & more - The Gang Bang Theory (Robin Skouteris & Pat Scott Mix) taktire şayan, hem klibi hemde mix'i: Londra'da doğmasına rağmen Robin Skouteris şu anda Atina'da yaşıyor, ancak Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri, Singapur, İsrail de dahil olmak üzere dünya çapında mekanlarda DJ'd etmiş, belki de en önemlisi Dünya Müzik Ödülleri 2014, Monte-Carlo. Robin ayrıca kariyerinde yönetmenlik ve düzenleme gibi birçok kategoride, eleştiriler aldı ve yerel festivallerde ödüller kazandı. Big Brother, Vodafone gibi Yunanistan'daki çeşitli televizyon ve film projelerinde müzik kompozisyonu ve düzenleme uzmanlığı üzerinde çalışmaya devam etti. Bu başarıların ardından, Londra Müzik Okulu'nda Müzik Teknolojisi üzerine eğitimi almak için Londra'ya taşındı. Kendisi sadece müzik alanında başarılı değil aynı zamanda video yönetmeni ve editörü; videolarının bir çoğunun müzikleri de tabii ki kendisine ait. 2013 yılında ilk trackını ABD'de çıkardı, "King of Wishful Thinking" Go West grubunun 1990'da çıkış yapan bu şarkısını Letra yorumladı, birçok dizi ve film de duyduğumuz bir şarkı haline geldi. Ayrıca; Scissor Sisters, Alexia Vassiliou, Sakis Rouvas, Rusty Egan of Visage, ve daha niceleri. The World Music Awards, Google, Ministry of Sound, Nike, Jaguar (UK), and X-Factor (UK) için yaptığı müzik ve video çalışmaları ile 4 uluslararası ödül kazandı.


Alexia Vassiliou'un ‘Must Save The Day’ parçasının Robin Skouteris tarafından yapılan remixi yayınlandığı ilk gün iTunes'ta 1. sıraya yükseldi. Robin Skouteris

Robin ortağı Pat Scott ile PopArt yapımları için yaratıcı çalışmalar yapmaya devam etmektedir. MashAttacks partiler arasında hala ilk sırada bu ikili anılmaktadır. Zaten web sitesine girdiğinizde o içindeki Andy Warhol ve popart etkisini de göreceksiniz, bir sanatçı asla tek yöneli olmamalıdır. Sanatçıysanız sanatın her yönü ile ilgili olup kendinizi beslemeniz gerekmektir. Not: Bu adam kafayı yemiş:) çok iyi etmiş bayıldık...

Nilgün Hepyalçın

Duygular mı? Bizi bu hayatta yaşatan şey duygularımızdır ve duygularımızla gerçekleştirdiğimiz eylemlerimizdir. Duygularımız değil midir inanmaya cesaret ettiren? Cesaret bazen hatalarımızdan ders çıkarabilme sorumluluğunu verir bazense ağır yenilgiler içinde kaybettirir. İnandığınız yolda sabretmek kazanabilme gücünün erdeminden gelir bu yüzdendir ki duygularımız her zaman cesaret gerektirir.


Duygularımızdaki tek şeydir gerçeklik; Gerçeklikle yürünen yol engebeli olsa bile insana direnme gücünü verir. Dürüst olmak bunun en değerli eylemidir, bunu başarabilen insan her zaman güven verir. Bazen duygularımız karşımızdakine ne hissettirdiğimizdir. Olduğundan farkı görünmeden "kendi olma şansı"nı vermektir, güvenmenin saygınlığını gösterirken değerli olduğunu hissettirmektir. Ve bazen de duygulardır en tehlikeli kasırgaları yaşatan. .. Bazen bir öfkedir yenilgiyi yaratan bazense bir hırstır insanı kendiyle çarpıştırıp sonra da kendine yabancı bırakan... İnsanı yaşatan bazen içindeki nefrettir, aslında içten içe öldürendir ve çürümeye yüz tutmuş kalbe taşınmaz yükleri verir. Ve insanın kazandığı da kaybettiği de duygularıyla ya da mantığıyla gerçekleştirdiği eylemlerindedir. İnsan ya mantığıyla yol alır, yol alırken duygularını önemsizleştirir ya da duygularıyla yol alır, mantığı önemsizleşir. Belki de insan duygularıyla beraber mantığıyla da hareket etmelidir. *** İzlenmesi gereken film; "Guzaarish" Hint sinemasına olan hayranlığım her geçen gün artmakta; Hint Sinemasının başarısı kesinlikle duyguları ve içtenliği çok iyi anlatıyor olmasıdır. Şüphesiz her film için bu duyguyu size hissettirebilir. Hint Sinemasına olan önyargının tamamıyla kalıplaşmış düşüncelerden dolayı kaynaklandığını düşünmekteyim. Oyunculukların yanısıra senaryo kurguları inanılmaz başarılı ki her filmin IMDb puanlarından bunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Ayrıca; dünyada en çok film üreten ülke olan Hindistan'da filmlerin neredeyse dörtte biri Bollywood'da üretilmekte, bu durum da iyi senaryolar iyi filmler halini aldığında izlemesi uzun ama keyifli oluyor. Desteklenmesi gereken; ulusaldown.com Ulusal Down Sedromu Derneği, "Tıpkı sizin gibiyiz +1 farkla!" hem bağış yapabilir hem de gönüllü olabilirsiniz. Ayrıca ilgili videoyu kesinlikle izlemelisiniz..


Okunması gereken; "Martı - Jonathan Livingston", ABD'li yazar Richard Bach tarafından yazılmış, bir martının hayatını ve bize kendi sınırlarımızı aşabileceğimizi anlatan, ders vermek amacıyla yazılmış masal türünde bir kitaptır. Bu kitapta Jonathan'ın hayatı, uçuş denemeleri anlatılıyor. Bütün martıların amacı uçmak değil yemek bulmaktır; ama Jonathan'ın amacı uçmak ve yeni şeyler öğrenmektir. 92 sayfalık olan bu kitabı kesinlikle okumalısınız. "Bin yıldır yaptığımız tek şey balık peşinde koşmak. Artık yaşamak için bir nedenimiz olmalı; öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak gibi."

Ece Çekiç

Nevizade Mekan Tavsiyesi: Nevizade / Taksim, İstanbul Muhabbet Düşmanı, Öğrenci Dostu İstanbul, bir şehir olmaktan çıktı, kendi başına bir ülke oldu neredeyse. Bir yerden bir yere gitmenin adeta eziyete dönüştüğü bu koca şehirde, sırtlarında onlarca lüzumsuz eşyayla umarsızca seyahat eden yalnızca öğrenciler kaldı. Nerede oturursa otursun, nerede okursa okusun, hepsinin illa ki yolu Taksim'den ve illa ki Nevizade'den geçiyor. Öğrencinin en zengininin bile fakir olduğunu düşünürsek, eğlenceye verilen paranın en az olduğu yer hala Nevizade. Bu yüzden popülerliğini de hala koruyor. Bu kadar tercih edilmesinin bir nedeni de, her zevke hitap edebilen bir yapısının olması tabii. Sabahtan akşama kadar beraber olan arkadaş toplulukları düşünüldüğünde, gece eğlencesinde muhabbetin değil de ucuz içkinin ve kulak patlatan müziğin daha önemli olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zaten Nevizade mekanlarının çoğu da birbirlerinin gürültülerini bastırmak istercesine, saat başı müziğin sesini biraz daha arttırırlar. Bu öğrenci ve cep dostu mekanlardan Aslanım, 2002 yılından bu yana açık. Haftanın her günü canlı müzik var ve diğer mekanlara göre biraz daha sessiz diyebiliriz. Genelde, 90'lar ve 2000'ler Türkçe pop ve poprock şarkılara yer veriliyor. Barış Manço, Gripin, Yüksek Sadakat en çok


sevilenlerden. Öğrencinin, hafta içi-hafta sonu ayrımı pek olmamasına rağmen, cuma ve cumartesi akşamları daha kalabalık oluyor. Yaz, kış dışarıdaki masaların da dolu olması sebebiyle, geceye burada başlamak için biraz hızlı hareket etmek şart. Dekorasyonu ve iç dizaynı hayran olunacak tarzda değil ama kalabalık gruplarla gidip rahatça sığılabilecek gibi düzenlenmiş. Çok da büyük olmayan bir yere bunca insanın nasıl sığdığına hayret edebilirsiniz. aslanimbar.com Nevizade'nin bir başka öğrenci dostu mekanı olan Akdeniz de tıpkı Aslanım gibi çok tutulan bir mekan. Müzik tarzı ise Aslanım'dan farklı, Akdeniz'de daha çok alternatif rock müzik dinleniyor. Bulutsuzluk Özlemi, The Progidy, Mor ve Ötesi, Green Day, R.E.M parçaları hep bir ağızdan söyleniyor çoğunlukla. Dekorasyonu daha sade ve sıkışık. 4 katlı mekanın bir de terası mevcut ki, bu da tıpkı dışarıdaki masalar gibi yaz, kış dolu oluyor. Hafta içi gündüz saatlerinden itibaren dolmaya başlaması da, ne kadar sevildiğinin göstergesi. akdenizcafebar.com Yine Nevizade'de ama Akdeniz ve Aslanım'a göre bir tık daha pahalı, genelde öğrenci milletinin harçlıklarını veya burslarını ilk aldıkları gün geldikleri Lambo, bu sıkışık sokağın en ferah mekanı olarak bilinir. Müzik seviyesi muhabbete uygun, masa ve sandalyeleri daha bağımsız olduğundan, uzun zaman bel ve bacak ağrısı çekmeden oturmak daha muhtemeldir. İşletmeciliği ve servis kalitesi genelde beğenilmemesine rağmen, uzun zamandır Lambo'ya gidenlerin de vazgeçmedikleri bir yerdir. Terasını ve sokaktaki masalarını kapmak için birbirine düşmanca bakışlar atanları görmek mümkündür. mekanist.net/istanbul/gece-mekani/lambo Sokağın bir başka tıklım tıklım mekanı da Vera'dır. Burası da Lambo ile aynı fiyat/kalite standardına sahiptir ama Lambo'dan farklı olarak geceleri müziğin sesi hiç kısılmaz. Muhabbet etmek isteyenler için ancak sokağa atılmış masalar tercih sebebi olabilir. Terasında ve mekanın içinde ise, yüksek sesli Türkçe ve yabancı popüler müzik başroldür. Diğer mekanlardan farklı olarak, genelde yemekleri ve sıcak tabakları da oldukça beğenilen bir mekan Vera. Fiyatların görece daha yüksek olması nedeniyle, genelde gecenin başında yemek ve ısınma turları için tercih ediliyor. verarestaurant.com Nevizade'deki bu dört mekanın ortak özelliği, uygun fiyat ve hızlı servisleri nedeniyle öğrenciler tarafından tercih edilmesi. Popüler ve gürültülü müzik, ucuz bira ve zararlı ama lezzetli yiyecekler, öğrenci daha ne ister ki?

Başak Yarar


Sürdürülebilir Bir Yaşam Mümkün müdür? İçinde yaşadığımız dünyanın son zamanlardaki en önemli olgusu şüphesiz ki 'küreselleşme'dir. Tüketim ve tüketimcilik yeni dünyanın bir ideolojisi olmuştur. Daha fazla tüketim daha fazla üretim döngüsü, daha fazla refah şeklinde bir algı yaratmaktadır. Bu algı insanın, özgürlüğünü elinden aldığı, başkalarına bağımlı kıldığı ve insanın kendisine yabancılaşmasıyla birlikte bir çok sorunu da beraberinde getirmiştir. Yaşadığımız toplum, üretmekten çok tüketime dayalı bir toplum modelini oluşturmaktadır. Hal böyle olunca insanlar, ihtiyaçlarından daha çoğunu alarak "tüketimi" bir amaç haline getirmeye başlamıştır. Günümüzün küresel sistemi karşımıza bir çok sorunu çıkartmaktadır. Yaşadığımız dünyanın kaynakların hızlıca tüketimiyle beraber bu aşırılık hepimize zarar vermeye başlayacaktır. Mevcut durumun sürdürülebilir olmadığı ve insanlık olarak hızlıca bir felakete doğru sürüklendiğimizi gösteren bir çok veri mevcuttur. Fabrikalar her geçen gün çevreyi daha fazla kirletiyor. Sera gazları küresel ısınmaya ve iklim değişikliklerine neden oluyor. Ekosistem bozuluyor. Bunların sonucunda denizler kirleniyor, doğa ve canlı türleri yok oluyor, yeraltı kaynakları azalıyor ve daha fazlası... Bu sorunlar karşısında elimizden geleni yapmazsak eğer yaşamaktan çok ölmeyi, üretmekten çok tüketmeyi ve bizden sonraki nesiller için bir "yaşam" bırakmamayı hedeflemiş olacağız. Umarım, böyle bir son gerçekleşmeden yaşadığımız toplumun bir bireyi olarak, elimizden gelenin fazlasını yapabiliriz. Bu yolda yapılabilecek en akılcı şey ise "sınırlı kaynakların verimli, bilinçli ve duyarlı kullanılmasıdır." Bu çerçevede sürdürülebilir tüketim ve üretim sağlanabilinirse, sürdürülebilir bir kalkınma gerçekleşebilir. Örneğin; Dünya Bankası verilerine göre insanlık her gün 3,5 milyon tondan fazla çöp üretiyor. Bizim değersiz bulup "çöp" olarak adlandırdığımız bu atıklar ise kimi ülkelere milyar dolarlar kazandırıyor. Bazı İskandinavya ülkelerinin dış ülkelerden çöp ithal ettiğini belki siz de duymuşsunuzdur. Yanlış anlaşılmasın ithal etmek derken, para ödemiyor, üzerine para alıyorlar. Kimi ülkeler başlarına dert olan çöplerden


kurtulmak için çöplerini bu ithalatçı ülkelere göndermeyi tercih ediyor. Peki bu ülkelerin ekonomisi başkasının çöpüne katlanacak kadar kötü durumda mı? Tabii ki hayır, aksine enerji üretmek için kullandıkları çöpleri kendi çöplerinden karşılayamadıkları için ithal ettikleri çöp ile enerji üretimine devam edebiliyorlar. Çöp ve atıklarından enerji üreterek ekonomik değer yaratan ülkelerin sayısı her geçen gün artıyor. Avrupa Birliği ve ABD'nin yanı sıra Çin ve Brezilya başta olmak üzere gelişmekte olan ekonomilerin de bu alandaki yatırımları her geçen gün artıyor. Ülkemizde de çöp ve atıklardan enerji üretiliyor olsa da bu rakamın nispi değeri düşük. Başka bir örnek ise; Tayvan'ın başkenti Taipei'de başarılı mimar Arthur Huang Tayvan'da büyük bir sorun haline gelen pet şişelerin geri dönüşümü ile ilgili dev projesidir. Yeşil ve düşük karbonlu yapı örneği olan bina, dünyanın geri dönüşümlü pet şişelerle yapılmış ilk yapısı olarak tanıtılıyor. İşin uzmanları gelişmiş plastik endüstrisi sayesinde, Tayvan'ın EcoARK gibi binalar için doğal bir alan olduğunu söylüyor. Bu yolda kararlı ve azimli adımlarıyla zor denilen, imkansız denilen bir projeyi hayata geçirmiş olan mimar sürdürülebilir yaşamın en güzel örneğini kendi alanında başarıyla göstererek tüm övgüleri hak ettiğini düşünüyorum. Ayrıca; Sosyal inovasyonun gelişmesi günümüzde önem kazanmaya başlamıştır. Toplumsal, kültürel, ekonomik sorunlara yenilikçi çözümler üreterek hayata geçirilmesi, bireylerin topluma katkı sağlayan projeler üretmesi bu alanda yaşadığı topluma değer katmasına olanak sağlamıştır. Bu yolla bireyler, toplumsal sorunların çözümüne katkı sağlayarak toplumsal yenileşmenin başarılı örneklerini üretebilmenin farkındalığını yaşamaya başlamışlardır. Fakat daha fazlası için kamu kurumlarının, vakıfların, derneklerin ve şirketlerin daha fazla önem vermesi, teşvikte bulunması gerekmektedir. Ancak bu önem sayesinde sürdürülebilir bir yaşam hayalden gerçeğe dönüşebilir. Kısaca, yenilikçi, iyileştirici, fayda sağlayıcı, üretici olan her türlü projenin ve fikirlerin desteklenmesi bu alana yönelik daha fazla kaynağın oluşturulması mümkün olduğu takdirde sürdürülebilir bir yaşam mümkün olacaktır. "Sürdürülebilir bir yaşam, insana ve topluma değer katar!" *** Kitap tavsiyesi; "Mekân Meselesi", mekân siyaseti üzerine yürüyen tartışmalara kuramsal ve pratik bir katkı koymak adına bu mesele üzerine kafa yoran başlıca düşünürlerin tartışmalarını bir araya getiriyor. Kaldırımların


altındaki kumsala doğru bir adım daha atabilmek için... (Tanıtım Bülteninden) Desteklenmesi gereken; yesiloji.com Bilinçlendirme bakımından oldukça zengin bir içeriğe sahip olan siteyi ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Ayrıca; linkinden Mimar Arthur Huang pet şişelerle olan mücadelesini buraya tıklayarak izleyebilirsiniz. Kesinlikle izlemelisiniz! (Kaynak: yesiloji.com "Çöpten gelen 30 milyar dolar")

Ece Çekiç

Masumiyet Kalesi Olabilmek Hayatınız nehrin debisinden hızlıysa fark edemeyeceğiniz milyonlarca güzellikler vardır. İnsanlık desem Diyeceğiniz tek şey. Öldü. Öldü. İnsanlığın mezarı geçen gün örtüldü. Biliyorum. İnsanlar içlerindeki çocuksu bakışı kaybetmediler. Gönüllerine karanfil diktiler. İnsanlığa ölmüş süsü verdiler. Hadi öldü diyelim. İnsanlık öldü. Bu meretten kimseciklerde kalmadı. Biraz daha yavaş hareket edin. Göreceksiniz biliyorum. Gözleriniz takılacak. Çılgınca gülen. Ağlayınca dünyayı üzen. Sevgisini koşulsuzca paylaşan. Bolca sıkıştırmayı ve sıkıştırılmayı seven. An/en'le bitiyor cümle sonları. An'ı yaşamalıyız. Dün bir arkadaşla tanıştım. O an. İnsanlık ölmedi diyebildim. Ben de bolca satın aldım bu meretten. Nasılsa hepimiz. Öldüğüne inanmıştık. Öyle değil mi? Otizm. Sevgi yığını. Otizm. Gerçekten gülebilmek. Otizm. Bir de siz karar verin. Hadi buyurun. Size insanlığın ölmediğini kanıtlayalım. Masum insanların kaleleri vardır. Hadi buyuralım bakalım. Masumiyet Kalesi İlk başlarda yaklaşmaya korkuyordu ve gözleri ansızın dalıyor uzaklara. Belli ki yapmacık dünyanın zehrinden uzaklaşmaya çalışıyordu. Çabalıyordu en azından.


Bir tutam sevgine yüreğini verecek cinsten onunki. Oysaki kim sevgisini paylaşmayı seviyor. Kim... Sakın söylemeyin. Yanınıza yaklaşınca o zaten biliyor. Bir ara dalmışım. Öyle huzur yüklü deniz içindeydim ki. Hayır hayır!!! Okyanustaydım ucu bucağı mutluluk. Çırpınmıyordum. Korkmuyordum. Gülüyordum sadece. Ve bir anda gözlerine bakarken kendime geldim. Öyle anlam yüklü göz kim de vardı ki. Öyle ucu bucağı mutluluk saflığı. İlk kez dokundu bana. İlk kez çehresinde anlamadığım bir gülüş vardı. Hoş geldin diyordu "hoş geldin bana". Gülebildim sadece. Belki de yüzümdeki karışıklıkların en mutlu sebebi oldu o an. Hep gül diyebildim. Hep gül masumiyet kalesi. Bir anda canım oluvermişti bile. Gözlerimin tam orta yerinde Gül açıyordu. Gül dedim. "Sıkıştır" dedi. Gözlerimden yüreğime. Şaşırmıştım ne demek istiyordu o an. Bir anda kendimi sarılırken buldum. Kimse bana daha önce o kadar sıcak ve sevgi ile sarılmamıştı. Sayesinde ilk kez sevgiyi hissettim. Sevinçten ne yapacağını bilmiyordu. Sevdiği şarkıyı söylemeye başladı. Güneş yakmıyordu artık. Sanki her yer bulutlanmıştı. Gölgelerimizin yanakları sevgiden al al olmuştu. Her yer sevgi yığını. Benim ağzım mutluluktan bir karıştan fazla açılmıştı ilk defa. Hep ilkleri yaşadığım bir kız vardı hayatımı uzaktan seyreden. İlk defa senin gibisine rastladım ben. Çok başkasın ve mutsuzluğun ulaşamayacağı tek yerdesin. Bir bilsen... Gülüyordu gözlerimin bebeği. Elleri narin gözleri deniz deniz. Yüreği mutluluk beşiği. Sıkıştırın sıkıştırın hepiniz. Güldüm. Güldü kolumu tutarak. Dedim ki. Sen hep gül. Masumiyet kalesi... Öptü. Sıkıştırarak :) :) :) *** Ve ben.. İnsanlığı yüreğimde hissettim. Siz insanlar insanlığın gömüldüğüne inandınız ya. O zaman en basitinden. Biz o gün insanlığı mezarından çıkarttık. Dirilttik sizin için. Dirilttik. Atacığım seni çok seviyorum. Bir tanem diyebileceğim masumlukta biri var gözlerimden içeri... Beni Atacığım ile tanıştıran Gülbeyaz DİKMEN'e sonsuz teşekkürler.

Özkan Özgürtürk


Eksik Yaşıyorlar ve Eksik Yaşacaklar Tavrah'tan ayrılalı yarım günü geçiyor. Fakat hala gerisin geri bakmadan edemiyorum. Sırtımdaki yükün ağırlığını uyuşan bedenim artık hissetmiyor. Her adımda biraz daha uzaklaştığım insanların ağırlığı daha çok yoruyor. Evimden, annemle birlikte binbir zahmet ektiğimiz bahçemden ve bu bahçeyi sulamak için ellerimiz nasır tutana kadar su çektiğimiz kuyudan bahsetmiyorum. Mezarları dahi kazılıp oraya gömülmeden öylece bırakıp kaçtığımız yakınlarımdan, arkadaşlarımdan bahsediyorum. Bir keresinde arkadaşım ölen babasını mezara öylece bırakıp üzerine toprak atmanın zorluğundan bahsetmişti. Dökülen her toprakta "Acaba canı çok yanıyor mu?" diye düşünmenin zorluğunu anlatmıştı. Bundan daha zor ne olabilir ki diyordum. Daha zorunu artık görebiliyorum. Tavrah'tan ilk kez ayrılıyorum. Daha önce birkaç kez giden arkadaşlarımdan dinlemiştim hep Rakka'yı. "O kadar büyükler ki, kubbeleri göğe değiyor. Bulutlara kadar uzanıyor çatıları. İnsan hayret ediyor." diyorlardı. Acaba hala kubbeleri göğü deliyor mudur Rakka'nın? Kim bilir?! Biz Tavrah'tan ayrılan ikinci grubuz. Birçok yaşlı, kadın ve çocuk bizden önce çıktı yola. Biz az da olsa hala ümidi olan insanlardık. Artık tüm ümidimi yitirince biz de düştük yollara. Çevre illerden ve köylerden gelen insanlarla topu topu yirmi iki kişilik bir grubuz. Yolun sonunu görebilecek miyiz bilmiyoruz. Kimse birbiriyle konuşmuyor. Adımlarımızın karanlıkta çıkardığı ses dışında çıt yok. Tek ümidimiz gittiğimiz yerde hala yaşanacak bir şeylerin var olduğunu görebilmek ve karnımızı doyurabilmek. Hepsi bu. Açlık bambaşka bir durum. Sadece iki gün boyunca el kadar ekmekle duranların anlayabileceği bir durum. Önümde çocuğunun elini sıkı sıkı tutup açlıktan bayılacak dereceye gelen, buna karşın hala bütün yiyeceği oğluna verebilen kadının anlayabileceği bir durum. Bir yerden başka bir yere göç eden insanların sadece sevdiklerine veda ettiğini zannederdim. Öyle olmuyormuş halbuki. İnsan geride sevdikleri dışında neşesini ve ümidini de bırakıyormuş. Aslında gitmek en çok gidenden bir şeyler eksiltiyormuş. Grup liderimiz bir adım daha atamayacağımızı anlamış olmalı ki, birkaç dakika mola verebileceğimizi söyledi. Sadece durduğu zaman farkına


varabiliyor insan ne kadar yorulduğunun. Sessizce tanıdık bir yüz arıyorum. Tüm yakınlarını kaybedip, yalnız olan her insan gibi tanıdık bir yüze ihtiyaç duyuyorum. Bir kez bile görmüş olduğu yüz ya da sıcak bir göz teması ilginç şekilde cesaret verebiliyor yirmi iki tane yalnız insana. Normal şartlar da birbirinin yüzüne dahi bakmaya tenezzül etmeyen bu insanlar, anormal şartlarda nasıl oynaması gerektiğini çok iyi biliyor. Önümde sessiz sedasız saatlerce yürüyen anne ve çocuğun yüzlerini görünce şaşırıyorum. Saatler boyu nasıl bir yüzleri olduğunu canlandırdığım bu insanların yüzü tahminimden daha umut dolu gözüküyor. Çocuk, annesinin elini bir an bıraksa bir daha tutamayacakmış gibi sıkı tutuyor. Bir an göz göze geliyoruz. Ben tebessüm edince bir anda yüzündeki belirsizlik yerini neşeye bırakıyor. Çantamdan bir elma çıkarıp uzatıyorum. Çocuk önce annesinin gözlerine bakıyor. Annesi gözleriyle onaylayınca da neşeyle elmaya uzanıveriyor. Neşeyle elmayı ısırışını seyrediyorum. İnsanın eline hayatta iyilik yapmak için çok az fırsat geçiyor. Fakat çoğu insan bunu öylece geri tepiyor. Elmayı yarısına kadar yiyen çocuk, kalan yarısını annesine veriyor. Annesi de bana. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Son birkaç saattir hiçbir şey yemeyip her şeyi çocuğuna veren anne bu kez de elmayı bana uzatıyor. Çantamı işaret ederek var olduğunu anlatınca birkaç ısırık alıp kalanını tekrar oğluna veriyor. Grubun başını çeken tahmini ellili yaşlardaki kır saçlı adam eliyle etrafında bir çember yapmamızı işaret ediyor. Sessizce çevresine diziliyoruz. Sanki o an birbimizden çıkacak en ufak bir sesin yerimizi tüm dünyaya ifşa etmesinden korkuyoruz. Olabildiğince sessiz bir tonla, gün ışımadan Rakka'daki on yedinci tugayı geçmemiz gerektiğini belirtiyor. Daha kısık bir sesle ekliyor; "Oradan sonra her şey daha kolay olacak." Bir an da herkesin gözünde bir ümit ışığı beliriyor. Aynı anda ayaklanıyoruz. Biraz daha hızlı yürüyerek anne ve çocuğun yanına geçiyorum. Artık tanıdık bir insanın olması az da olsa ümit veriyor. Aynı anda bana bakıp gülümseyince onlarında benimle aynı düşüncede olduklarını anlıyorum. Bir ara çocuk kafasını bana doğru kaldırıp gülümseyerek "şükran" diyor. Tebessüm etmekle yetiniyorum. Birkaç saat sonra Rakka'ya yaklaşınca duyulan top ve tüfek sesleri, biraz evvel binbir zahmet dirilttiğimiz cesaretimizi yeniden öldürmeyi başarıyor. Grup liderimiz bir kez daha durup beklememiz gerektiğini tugaya daha da yakın olduğumuzu söylüyor ve uzaklaşıyor. Hep birden olduğumuz yere çöküveriyoruz. Uzunca vakittir yan yana yürüdüğüm annenin sesini de ilk kez o zaman duyuyorum. "Sabret İnak çok az kaldı. Nolur biraz daha sabret." Çocuğun adının İnak olduğunu da o an öğreniyorum. İnak belki de


oradaki herkesten daha sabırla karşılıyor bu durumu. Cesaretine ve sabrına imrenerek elini sıkıyorum. Gülücükle karşılık veriyor. Her şeye rağmen gülebilmenin çocuklara has bir durum olduğunu da ilk kez o an öğreniyorum. Uzunca süre baktığım elleri kardeşim Ensar'ı hatırlatıyor. Yaşlı gözlerle benim ismim de Nevra diyorum. Yine büyümüş de küçülmüş bir edayla annesinin elindeki mendili alıp gözyaşlarımı siliyor. Sonra gözlerimin içine bakarak annemin ismi de Şeza diyor. Annesiyle göz göze geliyoruz. Kardeşime ağladığımı anlayıp gözümün önüne dökülen saçlarımı topluyor. "O bizden daha güvende güçlü olmalısın." diyor. Kardeşimden ve ailemden bahsediyorum. O uzun uzadıya Özgür Suriye Ordusuna katılan eşini anlatıyor. Günlerce nasıl yolunu gözlediğini, ölüsünün bile gelmediğini anlatıyor. Topraklarımız gözyaşına doymamış gibi bir de bizimkileri içine çekiyor. Evini, bahçesini, annesini, babasını, kardeşini kaybeden grup üyeleri liderimizin gelmesiyle aynı anda ayaklanıyor. Dizlerimde uyuyakalan İnak'ı sırtıma alıp çantamı Şeza'ya uzatıyorum. Bir kez daha minnet dolu gözlerle bana bakıyor. Sonra sessizce boşta kalan elimi sıkıca tutuyor. Ne diyeceğimi bilemiyor. Kulağıma doğru yaklaşıp başına bir iş gelirse oğlunun bana emanet olduğunu söylüyor. Daha sıkı tutuyorum elini. Grup liderimiz bir an durup bize dönüyor ve artık tugay menzili içinde olduğumuzu ve işaret verdiğinde olabildiğince hızlı koşmamızı söylüyor. Bu arada ortada ağır, dayanılmaz bir kokunun varlığını farkediyorum. Elimizle burnumuzu kapatıyoruz. Korku hepimizi bu karanlıkta hapsediyor. Şeza çantaları bana verip İnak'ı sırtına alıyor. Tekrar birbirimizin elini sıkıca tutuyoruz. Liderimizin işaretiyle bir anda koşmaya başlıyoruz. Sırtımdaki çanta ve zeminde ne olduğunu göremediğim şeyler koşmamı engelliyor. Bir ara İnak'ın ağladığını duyuyorum. Arkamdaki insanlarında bizi geçtiğini farkediyorum. Şeza'nın elini bırakmıyorum fakat yüküm sanki git gide artıyor. Kurşun sesleri, çığlıklar kulaklarımı deliyor. Artık daha fazla hareket edemediğimi anladığımda Şeza'nın öylece yerde yattığını görüyorum. Çığlık ve Allah-u Ekbar nidaları daha da yükseliyor. Çantamı ve yerde yatan İnak'ı sırtlayıp yeniden koşmaya başlıyorum. Nefesim tükeninceye kadar koşuyorum. Koşuyorum. Ötede birisinin yardım edin diye çığlık attığını duyuyorum, silah sesleri hiç kesilmiyor. İnak anne diye feryat etmeye devam ediyor. Zaman duruyor. Daha sonra bir cisme takılıp yuvarlandığımı hatırlıyorum. Hemen doğrulup İnak'ı altıma alıp üzerine kapanıyorum. Daha sonra anlıyorum yol boyunca burnumuza gelen kokunun ve sürekli takıldığım cisimlerin birer insan cesedi olduğunu. Silah sesleri kesilince grup liderimizin sesini duyuyorum. "Yaşayan var mı?" Ses çıkaramıyorum. Var gücümle görmesi için elimi kaldırıyorum. Yanına birini alarak beni kaldırıp oradan uzaklaştırıyorlar. Ancak o zaman ses çıkarmayı başarıyorum. "İnak! İnak'ı almadınız. Onu da alın!" İçlerinden biri çocuk yaşıyor diyip sırtlıyor. Bir anda ağlamaya


başlıyorum. Topraklarımız bu kez kanla karışık göz yaşını doya doya çekiyor içine. Biraz daha sustuktan sonra kaç kişiyiz diye bir ses geliyor. Hep bir eksiğiz ve eksik olacağız diyorum sessizce. Yirmi iki kişilik gruptan sekiz kişi kalarak devam ediyoruz yolculuğa. İnak sırtımda hiç konuşmuyor sadece sessiz sessiz ağlıyor ve arada bir elimi tutup Nevra beni bırakma diyor o kadar. Tugay'dan sonra her şeyin daha kolay olacağını söyleyen liderimiz bunca kaybetmişliğin üstüne hiç sesini çıkarmıyor. Sırtımdaki çocuğu en az kardeşim Ensar kadar sahipleniyorum. Elinde sıkı sıkı tuttuğu mendili sürekli burnuna götürüp daha şimdiden annesinin kokusunu arıyor. Hava artık tamamen aydınlanıyor. Arkama dönüp baktığımda geri de ne Rakka'nın ne de tugayın kaldığını görüyorum. Liderimiz var gücüyle buradan sonra daha kolay olacağını bir kamyonun bizi sınıra götüreceğini söylüyor. Kimsenin sevinmeye dahi hali yok. Yaklaşık beş dakika sonra da bir kamyon geliyor. Yukarıdaki adam İnak'ı omzumdan alıp beni yukarı çekiyor. Bir köşeye geçip oturuyoruz. Engebeli yolda sallanan kamyon kasası o an yaşlı, genç, çocuk herkese beşik gibi geliyor. Bir eliyle elimi tutan İnak diğer eliyle mendili burnuna yaklaştırıp sessizce uykuya dalıyor. Ben de Ensar'da olduğu gibi saçlarıyla oynarken uyuyakalıyorum. Gözümü açtığımda bir kalabalığın ortasında buluyorum kendimi. Sınıra geldiğimiz söyleniyor. Kamyonun kasasından kalabalığın içerisine doğru atlıyoruz. Bizim gruptan kimsenin çıtı çıkmıyor. Birbirimizin yanından ayrılmamaya özen gösteriyoruz. Tellerin öteki tarafının Akçakale olduğu, orada her şeyin daha iyi olacağını söylüyor herkes. Rüzgar yerdeki tozu kaldırıp kendi ülkemizdeki açlıktan, sefaletten, savaştan ve ölümden kaçtığımızı anlamış gibi yüzümüze vuruyor. Etraftan tekrar Allah-u Ekbar sesleri yükseliyor. Bir müddet daha bekledikten sonra sırayla sınırdan öteki tarafa geçmeye başlıyoruz. Uzun zaman sonra ilk kez insan gibi davranıldığını hissediyorum. Yine uzun zaman sonra ilk kez insanların iyilik yaptığını görüyorum. Annesiz babasız çocuklar girişte bir kenara toplanırken ben İnak'ın elini hiç bırakmıyorum. Sıcacık yemeklerle karşılanıyoruz. Daha sonra sağlık kontrolüne alıyorlar bizi. Ardından da sırayla çadır kent dedikleri yerde kalabilmemiz için adımıza kimlik çıkaracaklarını söylüyorlar. Sıra bize geldiğinde tercüman vasıtasıyla adımı soran görevliye İnak'ın elini sıkı sıkı tutup "Şeza" diyorum. Annesinin adını duymasıyla irkilen İnak şaşkın gözlerle bana bakıyor. Çocuğun adı ne diye sorunca İnak birden ayağa kalkıp "Ensar" diyor ve ekliyor; "Şeza benim ablam olur." Ne diyeceğimi bilemiyorum. Birbirimize sarılıp sessizce ağlıyoruz. Oracıkta bir anda kimsesizliğimizin kimsesi oluveriyoruz.

Necati Duran


Koca Adam Oldum Ben Kan akıyor, umudun geçtiği yerden İstiflendi bombalar birer birer Kurşun kokusu dolarken diyar Yaradana koşar, parça parça beşer El açar mevlama ana, baba, gardaş, oğul Yıkıl da git İsrail, nefsinde boğul Misketin bedende duyuldu çağıl Sinemi duyarsızlar deldi geçtiler. Ölüyor bebekler, masum paydaşlar Yedi milyar dilsizin adı, medyalı vicdansızlar Şarapnel yarığı göğsüm acı acı sızlar Kime dönsem paramparça dilsiz, kör ve sağır Susmayın erguvan kokutun bana Veyahut gül'ün pimini çekip sallayın sağıma soluma Susmayın ellerime dokunun bir daha Yüreğim insanlığa ders verecek ellerinde, anlasana Kapatmadan gözlerimi, annemi getirin bana Yok mu? Kolu, bacağı bir parçasını bulup getirin işte Bombalar patlamadan gözlerimde Son kez ellerini öpeyim dizlerinde Kapatmadan gözlerimi, annemi getirin bana Yüreğimden bir gül vereyim Sıvazlasa sırtımı, cennet kapısının önündeyim Gel, gel be ana gözlerinden öpeyim Paylarına düşeni yapıyor susanlar Acımasızca gelip kan kusturanlar Beynimize mermi sokuşturanlar Söylesenize siz değil miydiniz ölümü boynuma asanlar? Vicdansızlara vicdan satılmalı şuan Korkar oldum insanlık ellerde yaban Uzaklarda gördük, hep parçalanmış beden Nereye gitsem insanlıktan bir adım ötedeyim Ellerine verildi pimi çekilmiş acı Oğul ölü, gardaş sakat, nefes alıyor mu bacı? Bizi bol bol seyredenler nefislerine söylesin Bir de utanmasalar İsrail'e geçirecekler tacı Kan kokarken yurdum İnsanlıktan çıktım ben Bir yanım gariban öbür yanım paramparça neden


İnsanlığa sığınırken insanlardan korktum ben Beş yaşında çocuk idim, koca adam oldum ben Ölüm değildi muradım, ölüye kefen sardım ben Bedenimde bombalar çarpışırken Bakmayın öyle koca adam oldum ben Koca adam oldum ben.

Özkan Özgürtürk

Acımak Zavallı bedenimi kaldırımlarda sürünürken görmek sevindirir mi güzelliklere tevazu gösteren gözlerini? Sarar mı içini incecik kırlangıç sürüsü tüm haşmetiyle? Uğursuz gelir mi tüm ağlayan baykuşlar söylediğin şarkılara? Ahım tutar mı helallik istemeye bile hakkım olmayan hükümsüz zarafetine? Git diyebilir mi an itibariyle gelen misafire gönlüm. Sus der mi hiç o edalı tavrınla şevklendirdiğin sözleri duymamak için kulaklarım? Benim o diye haykıran gözyaşlarımı duymaman yoksa ırak dağlar yüzünden mi? Mesafe midir insanı saadetten uzaklaştıran. Yoksa nazlı bir yağmur damlası mıdır derinliklerinde boğulduğum. Yalnız ütopyalarında kurguladığın bir tubadır belki soğuk kanlılığın. Ya da hiç bilinmeyen isimlerden oluşan bir kan havuzudur evcilleştirilmemiş bencilliğin. Kolları olmayan ahtapot kadar mutluyum sensiz. Bilinçsizce uygulanan kalp masajı gibi gerekli ısrarım. Göz kapaklarıma yapışmış gülüşün gibi melankolik tavrım. Göklerden inen yıldırımın ağaca sığınmış bir kediyi çarpması gibi gidişin. Belirsiz ve gereksiz… Güneşin kavurduğu aylardan, nefretimi sağlayan her yeni aşk tohumlarını ilkbaharda polenleyen o heybetli bedenin ne olacak zamana karşı? Dik duracak mı her ayrılışlardan sonra omuzların. Bakacak mı nefretten gözü dönmüş bıraktığın kadınlar saatlerce cansız silüetine. Aynı ortamda nefesini solumanın verdiği kalıpsız gururu hayasız edebimle hiç bu kadar çekici kılmamıştı günahı. Aldığın her alkış korkutamazdı gözümü yanında duran hemcinslerim kadar. Salmamıştı beyaz bayrakları iradem. Yas ilan etmemişti takvimden kopan her yaprak için… Acımaktan öte acıttığın her gün için ah olsun cümlelerim. Dudakların eğilmesin yer çekimine karşı aşağı. Tüm bedduam ise duam olsun. Benden her gidişine mevsimine yakışır bir selam olsun…

Eda Baran


Sanatın Varlığı... Kötü zamanların yaşandığı, zorlukların parçalanmışlık hissinin toplumsal zeminin kayganlığıyla, dünyanın sanki üzerimize devriliyormuş hissini çokça hissettiğimiz bir zamanda yaşıyoruz. Buhran dönemlerinin varolduğu gerçeği ile yaşamaya çalışıyoruz. Her gün yaşamak için yeniden uyanmaya ihtiyacımız varken, uyuşukluk içinde bir çabalamayla uyuyup uyanıyoruz. İçimizin huzuru yokken, günlerimiz kalabalık bir kargaşa içinde ve biz de bu sancılı günlerimizin, faili meçhulü gibiyiz. Bir ütopya mı hayallerimiz, yoksa yaşamak zorunda kaldığımız bir distopya mı gerçeğimiz? Bu kötü günlerin içinde, bulutların kasvetli hallerini görmekten duyulan bıkkınlık hissiyle sanatın yaraya deva olma olasılığını tartışabilir miyiz? Sanat herkes için midir, sanatı anlamak için her hangi bir tabakanın mensubu olmak mı gerekir, zevk ya da duyulan hoşnutluk için entelektüel bir birikim mi gerekir? Bu soruların cevaplarını size bırakmak çok daha anlamlı olacağı düşüncesindeyim. Kendi fikrimse, "sanat" herkes içindir ve herkes için olmalıdır. Yeter ki insan anlama anlamlandırma çabası içinde olsun! Bir şey olmak için bir şey yapmak, sadece –mış gibi yaşamakla kandırılmak arasında zihninizi oyalamak olacaktır. Sanat her yerde var mıdır? Sanatın her yerde olması kimilerine pek hoşnutluk vermese bile evet sanat her yerdedir ve her yerde de olmalıdır. Ancak günümüzde "sanat" ucube olarak değerlendirilmesinden tutunda daha bir çok sıfatla anılabilmekte(!) Fakat bu öfke, sanata bu kadar tahammülsüzlük içinde olunmasından mıdır yoksa gerçekleri topluma bu kadar açıkça anlatıp kişilerin yerilmesinden midir? Görmezden gelinen ve görülmeyi engelleyen gerçeklerin, zihinlerde allak bullak edilmesi ve kişilerde hiçbir sorgulama yetisinin bulunmamasıyla beraber zihnin kuraklaştırılma çabası bu sansürler ve otosansürler değil midir? Sanat her yerde varolmalıdır! Şiirler, kitaplar, tiyatrolar, sinemalar, müzikaller, operalar resimler şehrin tüm güzelliği sanatla varolmalıdır. Ancak böyle bir varoluş, insanın dünyaya bakışını, zihnin kuraklaşmasını önleyebilir. Ancak bu güzellikler, sanatın mimarisiyle insanın benliğine yolculuk ettirebilir ve belki de hırsın egemenliğine bir son vermesinin amacı olabilir. Bu yüzdendir ki bir çok eser aslında, varolan düzenin değişmesine, aksaklıkların giderilmesine


fayda sağlamak için yazılmaya ve anlatılmaya çalışılmıştır. Yine bu sebeple olacak ki! Kitapların yasaklanıp yakılması tiyatro oyunlarına sansür çıkması yani sanatın yasaklanması! İşte toplum da görünen her sosyolojik olgu için sanat kalkan görevi gördükçe, ötekileştirilmeye ya da devleştirilmeye, farklı kesimlere hitap ediyormuşcasına, soyutlaştırılmaya çalıştırılmıştır. Bunu bizlere yapan kimdir? Her eserde anlatılmak istenilen gerçeklik aslında yaşadığınız toplumun şeffaflığı değil midir? Buna en güzel örnek; Miller'ın 1692 tarihli olayları konu alan "Cadı Kazanı" adlı tiyatro oyunudur. Yazılış amacı, ABD'de 1950'li yıllarda, McCarthy döneminde yaşanan komünist avını hicvetmekti. Bu olayları Salem'deki cadı avı ile koşutluk kullanarak anlatan ve böylelikle McCarthy'ciliği eleştiren Miller, kendi yaşadığı dönemin ABD'sinde aydınların yargılanmasını ve iktidarın muhalefeti susturmasını gündeme getirdi. 1953'e kadar ABD'nin tüm üniversitelerinde, basında, tiyatroda, sinemada ne kadar solcu aydın varsa baskıya uğradı. "Cadı avı" sırasında aydınlara Komünist Parti'ye üye olup olmadıkları soruldu. Üye iseler, diğer üyelerin isimlerini vermeleri ve "tövbe etmeleri" istendi. Bu aydınlar arasında Bertolt Brecht ve Charlie Chaplin de vardı. Arthur Miller da, uzun süren bu "cadı avı" döneminde, "Cadı Kazanı" adlı oyunu nedeniyle yargılandı ve mahkum edildi. Cadı Kazanı, zulmün ve şiddetin doruğa çıktığı bu dönemi anlatır. Anlatılanlar, özgür düşünceye yaşama hakkı tanımayan birtakım bağnaz Hristiyan'ın, dini inançları kullanarak, toplumsal düzeni ve hukuku ele geçirmelerinin ibret dolu hikâyesidir. Arthur Miller insanlık tarihinin gördüğü bu en korkunç ve unutulmaz olayı sahneye taşımıştır. Evet bunları bize yapanı şimdi düşünebiliriz! "Sanat önemli değildir!" düşüncesi zihinlere yer ettirildikçe o zihinler yaşam mücadelesi içinde sanatı, elitist olarak gördükçe (gösterildikçe) toplum-sanat arasında tabakalaşma da kaçınılmaz olacaktır. Kısaca sanat, insanların iyi günleri için mutluluk verirken kötü günlerinde habercisi olmaya çalışmıştır. Sanatın her dalında özgürlük vardır ve bu özgürlük için sanat her zaman "aydın" kalmalıdır! "Bir milleti yaşatmak için birtakım temeller lazımdır ve bilirsiniz ki, bu temellerin en önemlilerinden biri sanattır." Mustafa Kemal ATATÜRK *** "Sanat her yerde" düşüncesiyle bir çok proje köylerde hayat buluyor. Bunun en güzel örnekleri "fark yaratanlar" programından "sinemasal" projesidir. Amaçları, sosyal açıdan imkânları kısıtlı olan çocukların ve gençlerin hayata daha olumlu bakabilmelerini ve iyi bir gelecek hayal etmelerini sağlamaktır.


Köylerde hayatları bir mücadele içinde geçen çocuklara bazen "sanat" gitmelidir. O gidilmeyen, bilinmeyen yüzlere ulaşmalıdır. Renkli kalemlerle müzik aletleriyle ufuklarını genişletecek güzel şeylerle gidilmelidir. İçlerinden bir ressam, bir yazar belki de sinemacı çıkabilecek o güzel yüzler için çok uzak köylere gidilmelidir. Bu köylere giden gönüllü insanlar içinde sonsuz teşekkürler edilmelidir. *** "3 Aralık Dünya Engelliler Günü" fakat her yıl çeşitli yaşlarda 770 engelli öğrenci, sırf çocuklara "engelli arkadaşlarına nasıl davranmaları gerektiği" öğretilmediği için okulu bırakıyor! Maalesef böyle bir gerçek var. İçimi acıtan bu duruma, şahit olmuşluğum var! 12 -13 yaşlarındaki çocukların zihinsel ve bedensel engelli çocuklarla alay etmeleri, peşlerinden koşmaları, acımasız davranışları var! Böyle bir olayın içinde öfkelenmeden empati yapmalarını anlatmak o kadar zor ki! "Engelli çocuklara nasıl davranılması gerektiğini" öğretmek için önce ailelerin, sonra da okulların bu eğitimi vermesi gerekiyor. Okulunu bırakan engelli çocuklar, engel durumundan dolayı çocuklarını gizleyen sokağa çıkaramayan aileler var! Bu yüzden lütfen çocuklarınıza "engelli arkadaşlarına" nasıl davranılması gerektiğini öğretin.

Ece Çekiç

Sanat Ne İçindir? Kir, pas ve bolca kayanın olduğu bir vakitte doğduğunuzu düşleyin. Dünyada henüz yeraltındakiler için, yerüstündekileri katletmenin vacip kılınmadığı, o Afrika kadar kara çağda kordon bağınızın kesildiğini varsayın. Bir siyahi yahut bir aborjin, hepsi bir yana insan olarak ilk nefes alıp verişinize inandırın kendinizi. Şimdi bir kara çadırın, iki yüz yaşında bir ağaç kovuğunun veya bir soğuk mağaranın size ilk merhabasını kabul edin. Korkunuzu, çaresizliğinizi ve hiçbir şey bilmeyişinizi koyun önünüze. Bir birinden zerre habersiz tüm seslerin bir araya gelip oluşturduğu ilk sözcükleri bir de. Dillerinizi, dinlerini şekillendirin ve kurallarınızı ortaya koyun. Zamanla patlamaya yüz tutmuş tüm bu düşüncelerinizi, korkularınızı ve çaresizliğinizi bir şekilde dışa aktarın. Sözcüklerle doğan harfleri bir yılana, bir kuşa bir, taşa benzetin ve o seslere bu şekilleri ad


edinin. Karalamasanız öleceğiniz mağara duvarlarını arayın, bulun ve içinizi tüm o karanlığa boşaltın. Daha hiçbir din kulağınıza fısıldamamışken kendi çiziklerinize, imgelerinize tapının. Yetmez! Diğerlerine göre daha yumuşak taşları alın kesici madenlerle şekil verin. İnancınızı mağara duvarlarında bırakmayın yanınızda taşıyın. Şekil verdiğiniz kaya parçalarını yaprakların yeşiliyle boyayın. Üzerine işediğiniz toprağı ellerinizle çamur yapın ve yeşilin yanına katın. Rengarenk gözüken o kaya parçasını doğduğunuz kovuklara koyun. Bu da yetmez! Su yataklarından bin bir zahmet, bata çıka kamışları toplayın, onları inceltip şekil verdiğiniz kaya parçalarına takın. Sonra inancınızı boynunuzda taşıyın. Lütfen usanmayın, sıkılmayın ve bıkmayın bunu düzenli olarak yapın! Yazık ki bu da yetmez! O işediğiniz topraktan dört duvarı olan bir hane yapın. Size bitişik olan komşunuzun hanesinden daha güzel motiflerle yüzeyini kazıyın. Estetik kaygıyı ilk kez ve gerçekten orada yaşayın. Afetler, istilalar ve sizi çekemeyen o çirkef komşular hanenizi yıkınca, yılmayın bir kez daha -en iyisini- yeniden yapın. Üzgünüm ama yine yetmez! İnancınıza uygun, içinde yaşayabileceğiniz, size ait kara parçaları üzerinde, komşularla birlik edip ve eli bu işe yatkınları bir araya getirerek bir mâbet dikin. Türlü tekniklerle içini süsleyin. İnancınızı ince ince belki de aylarca mabedin içine işleyin. Tapındığınız heykellerinizi bu mabedin en güzel köşesine yerleştirin. Hiçbir zaman yetmeyecek! İnanması zor bu düşler içerisinde doğurun sanatı. Sanatı vefa için, vicdan için yetiştirin. Lütfen! Belki o zaman yetecektir. Şimdi en başa, "Sanat ne içindir?" kısmına dönelim; • • • • • • •

İlk müzenin kuruluşundan bu yana 2314 yıl geçti. Alaaddin Keykubat'ın Konya Kalesi kapısına (muhtemelen estetik kaygı ile) heykeller koydurmasının üzerinden 793 yıl geçti. Leonardo da Vinci'nin Mona Lisa'yı resmetmesinin üzerinden 495 yıl geçti. İlk sanat galerisinin kuruluşundan bu yana 433 yıl geçti. Halka açık ilk müzenin kuruluşundan bu yana 335 yıl geçti. İlk Osmanlı müzesinin kuruluşundan bu yana 145 yıl geçti. Dönemin başbakanı, bugünün cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan'ın Kars'taki İnsanlık Anıtı'na 'ucube' demesinin üzerinden sadece 4 yıl geçti. Gaziantep milletvekili F. Şahin'in, Zeugma Antik Kenti'ndeki Mousular Evi'nde bulunan mozaiklerin üzerine topuklu ayakkabılar ile basmasının üzerinden ise yalnızca 1 ay geçti.

Necati Duran


Ayrı Dünyalar Her şeyin hayal olduğu bir ülkede yaşayan bir adam varmış. Burada yaşayan tüm canlıların yaşam ve ölüm arasındaki çizgiden haberleri yokmuş. Ta ki… Ta ki bir canlının diğer dünyaları keşfetmek istemesine kadar… Bu canlının adı Bay X. Bay X ilginç olan ama doğal görünen her şeyi çok severmiş. Bir gün diğer dünyalara açılan bir kapı keşfetmiş. Ve o kapıdan görünen dünyada neler olup bittiğini diğer varlıkların nasıl yaşadıklarını öğrenmek için günlerce haftalarca izlemiş ve izlemiş. Bir gün yakından görmeliyim onları diyerek girmiş o kapıdan. Bay X gördüğü her şey karşısında hayrete düşmüş. Çünkü kendi dünyasıyla alakası olmayan bir yerin bu kadar güzel ama bir o kadar korkutucu olacağını düşünmemiş. Derken Bay X yeni bir dünya daha keşfetmiş. Bu dünya en saf ama en kötülerin içinde olduğu bir yermiş. Bay X in o yeri sevmesinin bir nedeni de Bayan Y yani aşkın ta kendisiymiş. Neyse ki aşkına karşılık veren Bayan Y onu Bay X kadar sevmiş. Neyse konunun ana düşüncesine gelecek olursak. Bay X'in dünyasındaki kurallar hiçbir zaman bu dünyanın içine sığmıyormuş. Ama hala Bay X bundan habersiz Bayan Y ile birlikteliklerinin verdiği heyecanı sürüyormuş. Bir gün Bayan Y hasta olmuş. Ve bu hastalık sadece küçük bir gribin en ağır haliymiş. Bayan Y öksürdükçe Bay X ondan korkuyor şüpheye düşüyormuş. Bayan Y'nin biraz ilgiye ve biraz da ıhlamura ihtiyacı varken Bay X son derece ilgisiz ve soğuk davranıyormuş. Gece olup yatağa geçtiklerinde Bayan Y'nin öksürmesi daha da kötüleşmiş. Sonunda dayanamayan Bay X, Bayan Y'nin boğazını bir hamlede kesip soluk borusunu parmaklarıyla temizlemiş. Ve sormuş: Şimdi daha iyisin değil mi sevgilim? ... Bayan Y ölümlü bir canlıyken, Bay X bunun farkını bile anlamayan bir canlı. Bay X şimdi nerede, nasıl, ne yapıyor bilmiyoruz. Çünkü hayal edilen her yerde olabilir. Çıkaracak sonuca gelip, farklı açılardan bakacak olursak. Bizim dünyamızda da bir çok Bay X ve Bayan Y mevcut. Yani ayrı dünyadan olduğunuza inandığınız birinin yanında olmak istiyorsanız ya ölmeye ya da öldürülmeye hazırlıklı olun. Aynı gökyüzünü paylaştığınız her canlının dünyası farklıdır. Sevgiler…

Eda Baran


Kum Saati Hırs.. Belli bir amaca yönelik tutku ile başarma arzunu taşımak bana göre. Her insanın içinde bir parça bulunması gereken insansı bir duygu. Ancak günümüzde şeytani amaçlara yönlendirildiğini düşünür oldum. Bir şeyi yapmayı gerçekten çok istersin. Onun yolunda önüne çıkan tüm engelleri kaldırmak istersin. Tabii ki olumlu yönde planlarsın bunu. Örneğin geceni gündüzüne kattığın işin için başarı yolunda hırslı olmak (gerçekten çok istemek) senin gelir düzeyini yükseltmeni, kendine olan güveni arttırmanı sağlar. Hele ki severek yapıyorsan işini tadından yenmez. Ama bu his senin lehine sonuçlanırken başkasının aleyhine işliyorsan şöyle bir dur demelisin. Ruhundaki şeytani hislerin ortaya çıkmasına dur demelisin! Yüzündeki başarı gülümsemesi başkasının hüznüne neden oluyorsa, bu hissin etkisini ahlaki açıdan düşünmelisin.. Günümüzün rekabetçi yapısında saf kalmak neredeyse imkansız. Yapılan ticaret için oynanan oyunlar, imzalanan anlaşmalar, sahte insanların gözünü bürüyen para kazanma amacı malum.. Etiğin aranmadığı, güçlünün yanında durulduğu kaygan bir zeminde olan bu dunya karşısında, yaptığı edimin arkasında dürüstçe duran, ahlakını korumaya çalışan bir avuç insan olarak büyük bir kavga halindeyiz. Çıkarları uğruna başkasının emeğini hiç düşünmeden çalan, kendi ego tatmini için yaşayan insanlar içinde İNSAN olarak yer almaya çalışan bizler tüm gücümüzle ayakta kalmaya çalışıyoruz. Unutulan şu ki bizler İNSANIZ. Bizleri diğer canlılardan ayıran özellik aklımız. Aklını iyi yönde kullanmadıkça insan olmanın ne faydası var? İçindeki değerleri yitirdiğin sürece ne kadar insan kalabilirsin? Yetiştirdiğin bireyleri nasıl kazandıracaksın topluma sorarım sana! Sevgi yerine hinlik öğreterek mi? İnsanların kuyusunu nasıl kazacağını öğreterek mi? Emek hırsızlığı nasıl yapılır bunu anlatarak mı? Acıma duygumu dahi paylaşmak istemediğim türden kişilersiniz. Ve biliyorum ki yalnız değilim. Benim gibi düşünen binlercesi var sizlere karşı. Şuan susuyoruz. Oyununuza gelmiyoruz diye kazandınız zannetmeyin kendinizi. Kum saati bir vakit sonra ters dönecek. İşte o zaman ben ne yaptım diyeceksiniz pişmanlıkla.. Kötülük ruha işler nakış gibi zamanla ve hızla yayılır vücuduna, aklına.. İçindeki güzel hisler körelmeye başlar. Hissiyatın azalır ve katılaşmış bir


yüreğe dönüşür kalbin. Hırsın artık başarmak yerine yok etmeye döner. Ve her yok ediş senin galibiyetin olmaya başlar. Hırsına kurban olursun hislerini yitirerek. Varlığının amacını unutur araç olursun başka ellerde. Ve geri dönemeyeceğin günahların altına girersin.. İnsanoğlu unutma ki yaptığının bedelini bugün değilse de bir gün ödersin! Son sözüm iyi kalpli insanlara. İçinizdeki güzelliği öldürmelerine izin vermeyin. Kalkanınız kötülük yerine iyi niyet olsun. Kum saati işliyor. Bugün senin lehine yarın benim.

Aynur Kuran

..EnginDergi.. Haziran-Aralık 2014 sayı 54 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.