EnginDergi s57

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2016 - Say覺: 57


İstanbul – Aralık 2015 Fotoğraf: Güvenç Aydoğan


İçerik; Sy.02) Fotoğraf: Güvenç Aydoğan Sy.04) Bir Garip Düşünceler Zinciri – Engin Enginer Sy.05) Film Tavsiye Sy.06) Kitap Tavsiye Sy.07) Bir Fincan Hayat – Aynur Sunna Sy.08) Bergamotlu Çay – Eda Baran Sy.09) Parlayan Yıldız ve Deniz Kızı – Halime Erdoğan

“İnsanlar söylediklerinizi ya da yaptıklarınızı unutur, ama onlara neler hissettirdiğinizi unutmaz.” Maya Angelou


Bir Garip Düşünceler Zinciri Unutmak iyileştirir diyorlar, oysa bilmiyorlar ki unutan insan yeniden hatırlatılmasına mâhkumdur. Şimdiki aklım olsa aynı hataları yapmazdım diyorlar, oysa o hataları yapmasalardı şimdiki akıllarına sahip olamayacaklarını unutuyorlar. İnsanlar sıklıkla unutuyor; milyonlarca sperm arasından öne çıkıp galip gelerek var olduklarını, ne kadar özel ve şanslı olduklarını göz ardı ediyorlar. Ne kadar özel olduklarını unutup; herkesin özel olduğu bu hayatta, herkesin özel olmasının aslında özel olmamak anlamına geldiği düşüncesine kapılıp hata ediyorlar. Sıklıkla unutuyor ve başkaları tarafından özel olduğumuz düşüncesinin hatırlatılmasına ihtiyaç duyuyoruz. Kişi kendinin ne kadar özel olduğunu unutup başkalarının hatırlatmasına ihtiyaç duyduğunda ise başkalarına bağımlı hale gelmeye, insanları tüketmeye, her defasında başka bağımlı ilişkiler kurmaya başlıyor. Hayatımıza giren insanları değiştirmeye çabalıyor, değiştiklerinde ise eskisi gibi olmadıkları için ilgimizi yitiriyoruz. Kişi, farkındalıklarını artırıp 'ben' olamadığında sağlıklı bağlılıklar kuramıyor ve bağımlı ilişkilerin peşinden gitmeye başlıyor. Ben olamadan 'biz' olmaya çalışmak geçici heyecanların ötesine geçerek gerçek mutluluğu ve huzuru getirmiyor. Kişi gerçek benliğini bulduğunda ise farkındalık sahibi olmayan bireylerin yoruculuğundan uzaklaşıp farkındalıkların yalnızlaştırmasını yaşamaya başlıyor. Nihayetinde bu sonuç bizi yalnızlık açmazına sürüklüyor.


Farkındalık sahibi, içerisinde bulundukları toplum normlarına adapte olmakta zorlanan, kalabalıklar içerisinde kendini yalnız hisseden bireyler olarak birleşsek ne de güzel olurdu. Belki bu dünyayı değiştiremeyiz lakin çaba göstererek kendi dünyamızı yaratabiliriz. Hayata dair en büyük ve ütopik hayalim Ege'de küçük bir ada, yahut sahil şeridinde geniş bir arazi edinerek, farkındalık sahibi insanların bir araya geldiği komün bir sistem oluşturmak. Lost dizisi ve Mandıra Filozofu filminin sentezinin sağlandığı bir yapı düşünün ve bunu M.S. 2150 isimli kitaptaki makro toplum ile harmanlayın... Dünyadaki tüm bu kötülük ve güç savaşlarından uzakta, 'ben' değil 'biz'in bireysel zenginliklerle bir arada olduğu ahenk ile yücelen, bir sevgi, bilgi ve üretim toplumu oluşturmak; işte benim ütopyam!

Engin Enginer

***

Film Tavsiye Oblivion [2013]: Askeri bir yönetim biri Jack adında deneyimli bir askeri , insanoğlunun bir zamanlar "Dünya" diye adlandırdığı terk edilmiş bir gezegene keşif için yollar. Stranger Than Fiction (Lütfen Beni Öldürme) [2006]: Karen Eiffel, uzun yıllar süren çalışmalarından sonra romanını büyük oranda tamamlamıştır. Ancak romanın sonunda Harold Crick'i nasıl öldüreceğine karar verememiştir. Bruce Almighty [2003]: Komedi sinemasının deneyimli ismi Tom Shadyac, bir kez daha favori oyuncusu Jim Carey ile birlikte. Hayatınızdan şikayet ediyorsanız izlemelisiniz.


What Dreams May Come (Aşkın Gücü) [1998]: Sevdiğiniz insanla birlikte olma pahasına cenneti terkedebilir misiniz? Aşkın gücüne tanık olacaksınız. The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli) [1994]: Stephen King'in korku türü haricindeki ender romanlarından birinin uyarlaması olan ve inanılmaz başarılara imza atmış film, Andy'nin hayata bağlı ve her daim iyi bir şeyler bulma çabası içindeki haliyle çevresindekiler nasıl etkilediğini anlatan bir hapishane öyküsünü barındırıyor.

Kitap Tavsiye Sevgi Mi Bağımlılık mı? / Brenda Schaeffer Sağlıklı sevginin, sağlıklı ilişkilerin yalnızca kendimiz olmayı başardığımız anda gerçekleştiğini, kendimizi bilmenin, kendimize yeterli olmanın sevgimizin ve özgürlümüzün anahtarı olduğunu söyleyen Brenda Schaeffer, bu kitabına çoğumuzun bağımlı sevgi duygusunu yaşayıp da gerçek sevgi yaşadığımız yanılsamasına nasıl düştüğümüzü gözler önüne sermektedir. Bir çok ilişkiyi besleyen öğenin bağımlılık olduğunu söyleyen Schaeffer, sevgi bağımlılığına yol açan etkenleri inceleyip, nasıl ve niçin bağlandığımızı, bunu nasıl anlayabileceğimizi, en önemlisi de sağlıksız sevgiyi doğuran bağımlılık duygusundan nasıl kurtulacağımızı yaşanmış olaylardan örnekler vererek göstermektedir. Bir birey ve psikoterapist olarak kendi tecrübelerinden de yaralanan Schaeffer, bireyselliğimizi yitirmeden sağlıklı birlikteliği nasıl oluşturabileceğimiz konusunda uygulamalı bilgiler de sunmaktadır.

***


Bir Fincan Hayat Şuan Alsancak'tayım, yarı kurşun yarı dolma kalemimle başladım yazmaya... Ah dalgınlığım! Ben ve o meşhur dalgınlığım; belki de bu satırları yazmama sebep olan dalgınlığım demeliyim. Aşık olduğum şehirdeyim, Gündoğdu Meydanı'nda belki de daha önce adını bile anmadığım bir kafede, fazlasıyla pahalı olan kahvemin ağzımda bıraktığı hafif acı, bir o kadar da çekici tadını aşka benzetmiş olmamın burukluğu ile oturuyorum. Şuan tam anlamıyla bir şair, bir yazarım, bir beyaz kağıt, rengine ve sütlüğüne bayıldığım bir fincan takımı, kütüphaneden aşırdığım mavi dolma kalemimle; arkamdaki yaramaz çocuğun devirdiği sandalyenin sesiyle karışmış, kimin söylediğini bilmediğim zarif bir klasik müzikle, kahkaha ve sohbet harmanı eşliğinde kahvemden bir yudum, yanındaki tatlıdansa bir ısırık aldım. "Keşke biraz daha olsa!" diye geçirdim içimden. Az olan her şey güzel olmak zorunda mı? Az bir zaman, az bir sevgi, az özgürlük ve diğer bir çok azlarımız içimizde çok olmak zorunda mı? Müzik değişti, canlandı. Yaramaz çocuk annesinin belirlediği tatlısını yemeye başladı. Neden annesi belirledi, tatlısının kürdanıyla havaya resimler yapan bir çocuk kendi tatlısını kendisi belirlemeyemez miydi? Neyse, ne de olsa karşıdaki ışıklarda belki de bir simit için titreyeren mendilci çocuktan bihaber olan yaramaz çocuk bir ısırık alıp bırakacaktı tatlısını... Kahveme az önce dördüncü şekeri attım fakat hâlâ tatsız, ama içmekten vazgeçemiyorum tıpkı dışarıda hızla sağa sola ilerleyen insanların adımları gibi mecburi ve hırslı. Uzun süre karşıdaki tabloya baktım, sanırım ölmeden önce gözümün önünden geçecek olan film şeridime bir kare daha ekledim. Düşünceli bir kadın yüzü, kafasındaki sembole ve taca bir anlam veremeyerek. Hafif çirkin ve biçimsiz burnunu, düşünceli gözlerini kendime benzettim. İlk defa bir alışverişe yalnız geldim, kimseye haber vermeden. Yalnızlıktan iliklerine kadar korkan ben, bugün tadına bakmak istedim, denemek istedim. İçimde hoş bir tat bıraktığını hissettim. Denenmeli azizim, şu hayatta her şey yaşanmalı...

Aynur Sunna


Bergamotlu Çay Bizim mahallede bir Nihat Efendi vardı. Bakmayın Efendi dememe, onun yanında olmasa da genelde "Dayı" derdik biz. Terziydi, kimsesi de yoktu. Gece oluncaya kadar sarı ışığın altında pantolonlarla, gömleklerle uğraşırdı. Her gün dükkânının önünden geçerdim bir baykuş gibi. Ne o beni fark ederdi, ne de ben onu. İşim düştü bir gün onun yeteneğine. Elimde bir poşet pantolon, gitmişken tüm ailenin işi görülsün diye ne var ne yok almıştım yanıma. "Selam ün Aleyküm dayı" diyerek girdim dükkâna. Ütünün kumaşa değdiğinde çıkarttığı buhar duvarlara sinmişti. Nihat Efendi rahatsız olmuş bir şekilde "Dayın olmak için hiçbir zahmete girişmedim, evlat!" dedi. Sohbet etmeye üşendiğim için sesimi çıkarmadan poşeti uzattım. "Ne zamana hazır olur?" dedim. "Otur, hemen yapayım" dedi. Yavaşça oturdum kuru bir sandalyeye. Poşetin içindekileri çıkardı. Üst üste koydu. Hareket ettikçe toz kaplanıyordu her yer. Öksürmeye başladım, bir bardak su uzattı. "Evrim teorisine inanır mısın?" dedi. Neden sorduğunu anlamasam da "Hayır, inanmıyorum" dedim. Sustu. Ben de sustum. Yaşlı elleri titremeye başladı. Doğruldu; "Yarın akşam yine aynı saatte almaya gelir misin?" diye sordu. Beklettiği için kızmıştım ama yine de yumuşak bir "Olur" sözü çıkmıştı ağzımdan. Kapıdan çıkarken; "Nihat…" dedi. "Efendim?" dedim "Ben Nihat Efendi...", "Ben de Kemal", birbirimize gülümsemiştik. O gece çok derin uyumuştum diğer geceler gibi. Ertesi akşam tekrar uğradım yanına. Bu kez "İyi akşamlar Nihat Efendi" dedim. "Hoş geldin Kemal. Gel otur şöyle." dedi. "Bizim eşyalar hazır mı?" dedim, "Hazırlarım şimdi. Çay içer misin? Bergamotlu hem de." İçerim dedim. İki çay getirdi. Konuşmaya başladık. Sonra kalkıp çaydanlığı getirdi. Bitene kadar içtik çayı. O gün de elim boş eve döndüm. Biraz zor da olsa uykuya daldım yine. Ertesi akşam yine Nihat Efendi'de aldım soluğumu. Bu kez, yıllardır biriktirdiği gazete kupürleri, resimler, ikinci yeninin şiirleri, hüzünlü bir aşk hikayesi, bir de nostaljik şarkılar bitirdi tüm bergamotlu çayın demini. Yine elim boş dönüyordum eve. Ellerimin boş olması işime yarıyordu, lakin bir türlü taşıyamıyordum bedenimi. Bunca yıl önemsemeden önünden geçtiğim küçük bir dükkân, akşam olması için can attığım bir mabede dönüşüyordu. Her gidişimin saati daha çok uzuyor, demliğin boyutu daha da büyüyordu.


Nihat Efendi felsefe mezunu, tahsilli bir terziydi. Çatık kaşları huysuzluğunu simgelerdi. Aslında simgelediği şey çok farklıydı. Bir akşam yine koşarak gittim dükkânına. Elimde üç paket bergamotlu çay... Fakat o yoktu. Cenazesi, kendisi gibi sessizce geçti. Üç paket bergamotlu çayı evime götürdüm. Kimse anlam verememişti bu ölümün, neden beni bu kadar sarstığına. Ertesi gün kapıma koliler geldi. Nihat Efendi tüm kitaplarını bana bırakmıştı. Bir de mektup tutuşturdular elime. "Evrime inanmıyorsun ama benim tozlu dükkânda artık öksürmüyorsun Kemal!" diyordu sadece.

Eda Baran

Parlayan Yıldız ve Deniz Kızı Dalgaların sesinde uyumak huzur veriyordu bana, kıyıya vuran her dalga bir kötülüğü götürüyordu sanki bu dünyadan. Deniz tüm kötülükleri teker teker içine çekerek yok ediyordu. Derin derin nefes almaya başladım. Denizin kokusunu içime çekmek, içim denizle dolarak uyumak, ah ne kadar da güzel olacaktı. Bir türlü uyku alemine geçiş yapamıyordum, tam midemle göğüs kafesimin arasında bir hareketlilik vardı. Belki heyecandı bu, heyecanlanmam için hiçbir sebep yoktu halbuki, hani derler ya; içimde kelebekler uçuyormuş gibi hissediyordum kendimi. Gece ve deniz mi beni başka alemlere götürüyordu? Nasıl da ışıl ışıl dalgalar, gecenin karanlığında bile parlıyorlar, yıldızlar aydan aldığı ışığı bana yansıtıyor sanki. Geceleri hep ürpertmiştir deniz beni, baktıkça en derinlerini hayal ederim hep, sonsuz mavinin içinde kaybolmayı. Bilinmezlik, çekici geliyor, bilmediğimi artık bilmem gerektiğini söylüyor ve içine davet ediyor adeta beni. Yatağımdan kalkıp pencerenin önüne gittim, denizin tuzlu ve keskin kokusunu soludum, rüzgarın tenime dokunuşunu hissettim. Bir kız gördüm sonra, kıyıda bir ileri bir geri yürüyordu. O kadar güzel bir kızdı ki, sarı saçları beline kadar uzanıyordu, rüzgar saçlarını havalandırıyor, dans ettiriyor sonra usulca omuzlarından aşağı bırakıyordu. Bembeyaz teni gecenin karanlığında bile seçiliyordu. Sabırsız bir hali ve üzerinde milyonlarca yıldan kalma, pembenin en uçuk tonlarında bir elbisesi vardı. Bu kız kesinlikle peri kızı olmalıydı. Bir suret belirdi uzaklardan, kız o sureti gördü ve gülümsedi, gülümseyince inci dişlerinin parlaklığı gözüktü, suretten ışık geliyordu, o


ışıkla kızın yüzü aydınlanıyordu. Kızın çocuksu yüz hatlarında mutluluk okunuyordu. Uzun boylu, ince vücutlu bir erkekti gelen, onun da yüzünde güller açıyor, esrarengiz bir şekilde ışık yansıtıyordu kızın üstüne. Sarıldılar birbirlerine, o kadar uzun sürdü ki sarılışları, sanki yıllardan beri görmemişlerdi birbirlerini. Mutluluğun yanı sıra hüznün kıvılcımları vardı, çaresizliğin yakarışıydı sanki. Siyahla beyazın iç içe geçmiş haliydi, tıpkı denizin derinlerinin çekiciliği ve ürperticiliği gibi. Bir adım geri gitti kız, rüzgar sarı saçlarını yüzünün ardına savurdu, elleri buluştu birbiri ile kızın gözlerinden ay ışığı gibi parlak yaşlar akmaya başladı, içim burkuldu gördüklerime, nefesim kesildi soluksuz kaldım. Ne olduğunu anlayamıyordum, canım yanıyordu, yüreğim kanıyordu sanki, içimde çok derinlerde hissediyordum bu hüznü. Deniz hoyratlaştı, giderek büyüyor dev haline geliyordu dalgalar, öyle şiddetli vuruyordu ki kıyıya, öyle sancılı bir çırpınıştı ki bu haykırıyordu geceye ve karanlığa. O kocaman dev dalga bir tüy hafifliği ve balerin narinliği ile geldi ve eğildi kızın ayaklarına, kız usulca öptü erkeği ve kör edercesine aydınlandı her yer, dudaklarının buluştuğu yerden güneş doğdu sanki, göklere doğru yükselen bir yıldız gördüm sonra, ışığı kızın yüzünde duruyor fakat o hızla göğe yükseliyordu. Sarı saçlı kız iki eliyle tuttu eteğini, kendini bekleyen dalgaya attı adımını. Denizin hoyratlığı, hırçınlığı dindi o saniye, kızı bir anne edasıyla sarıp sarmalıyordu. Deniz; kızı sarmaladıkça muhteşem parıltısıyla bir deniz kızına dönüşüyordu ay yüzlü güzel kız. Pembe elbisesi göz alıcı parlaklıktaki pullarıyla sarıyordu balığa dönüşen bedenini. Uzaklaşıyordu kıyıdan ve bir yıldız kaydı gökten kızın üzerine doğru.


Ter içinde uyandım, saat sabahın dördüydü, koşar adım gittim pencerenin önüne. Pırıl pırıl deniz ve mis gibi yaz havası vardı, tarifi güç ve sürekli değişen duygular içindeydim, görmemiştim ama biliyordum, o yıldız yani yıldıza dönüşen o erkek gök yüzünden kayarak son defa öpmüştü kızı. Rüya olamayacak kadar gerçekti bana hissettirdikleri, kalbimde hala taşıyordum onların aşkının sarsıntısını, birbirlerine duydukları sevginin yüceliğini haykırıyordu tüm duyu organlarım, yatağıma döndüm, sevgilim düzenli soluk alış verişlerle uyuyordu, sarıldım ona sımsıkı. İki saat geçmişti ki banyodan gelen su sesi ile uyandım, hava ağarmış, odamız mis gibi yosun ve balık kokusuyla yani kıyı kentlerinin kendine has atmosferi ile dolmuştu. Kahvaltı bile yapmadan yürüyüşe çıkmak istedim, kulaklarımda uğultuya benzeyen bir ses vardı, sanki biri beni çağırıyordu. Kim ya da ne olduğunu bilmiyordum, nereye çağırdığını da bilmiyordum, sadece çağrılıyordum. Tam 'yürüyelim mi biraz' demek üzereydim ki, banyodan çıkan Ege, 'dolaşmaya çıkalım mı hayatım?' diye sordu. Sessiz sedasız hatta belli belirsiz salladım kafamı onaylarcasına. Yürümeye başladık. Deniz uyanmış, gök yüzü uyanmış, balıklar uyanmış fakat canlılar derin bir uykudaydı henüz. Yürüdük, hem de hiç konuşmadan, nefes alış verişimiz duyulmadan yürüdük. Yürüdük, ne kadar bilmiyorum lakin epey yürüdük. Aklımda o rüya vardı, Ege'nin elini tutuyor fakat varlığını unutuyordum, bazen beni çağıran o sesi duyuyordum, içimden geliyordu biliyordum. Bir gizemin, bir rüyanın, bir sisin sesiydi bu ve ben ona doğru gidiyordum ya da gitmek istiyordum. Hani bir kitap okuruz ya da bir film izleriz ya, okuduğumuz kitap biter, izlediğimiz film biter ama biz büyüsünün hapsinden çıkamaz, bir müddet devam ederiz okuduğumuzu ya da izlediğimizi yaşamaya. İşte tam da öyle bir şeydi hissettiğim. Ayaklarım ya da o ses Phokaia Antik Kenti'ne getirmişti beni, ve sanki zaman diye bir şey yoktu burada. Attığım her adım yerden bir tutam tarih kaldırıyor ve bin yıl geçmişe götürüyordu beni, her adımda yolculuğa çıkıyordum zaman makinesinde. Ne kadar eskiye gitmiştim, sene kaçtı ya da ne önemi vardı? Soyut ve somut kavramlar iç içe geçmiş ve hepsi teker teker yıkılıyor bir


enkaz haline geliyordu. Tek bir gerçek vardı burada, içinizde, yüreğinizde, gözbebeğinizde hissedebildiğiniz tek gerçek. Biz ona AŞK diyorduk. Pembe ya da mavi olan aşklardan değildi buradaki, hep bu renklerde olmak istemiş fakat üstü siyahın ve grinin tonlarıyla kapatılmaya zorlanmış bir aşktı. Kafamın içinde bir saniyede bin farklı düşünce beliriyor ve sonra yok oluyordu, kalbimden yukarıya doğru çıkmak isteyen bir şey vardı, belki de kalp sıkışması denilen şey buydu. Bilmiyordum aslında şu an bilmek de istemiyordum. İçimdeki sancı Athena Tapınağı'na doğru götürüyordu beni. Tapınağın önünde bir balıkçı vardı, yaklaştıkça kendinin bile duyamayacağı kadar sessizlikte ağladığını fark ettim. Gözlerinden yaş değil, inci taneleri düşüyordu sanki. Bir müddet ona baktıktan sonra 'Merhaba' dedim. - Merhaba. - Yardıma mı ihtiyacınız var? - Hayır ama belki bana hangi yılda olduğumuzu söyleyebilirsiniz? - 2015. - Kaç asır oldu, hala yüreğimde yanıyor ateş, beni yakıyor, küle döndürüyor tam öldüm kurtuldum diyorum sonra tekrar ete ve kemiğe bürünüyorum. - Anlayamıyorum sizi. - Evladımın, oğlumun acısı kor olmuş içimde duruyor. - Evladınızı mı kaybettiniz, başınız sağ olsun, çok üzüldüm. - Evet kaybettim ama ölmedi, sonsuza kadar ne o ölecek ne de ben, kum saatinin içindeki kumlar gibi zamanın içinde akacağız ilelebet. - Kusura bakmayın anlayamıyorum! - Yıllar yıllar önceydi, tam da bugünlerdeydi. Yakışıklılığı dillere destan bir oğlum vardı, güzelliği evrene ilham olan bir kıza aşık oldu, Athena'nın kızına. Gizli saklı görüştüler bir müddet, deniz ve gök yüzünden başka şahit yoktu yaşadıkları aşka. Olamazdı, çünkü Athena'nın kızı Tanrı; benim oğlumsa ölümlü bir insandı. Oğlum güneşin ve ayın Tanrısına aşık olmuştu bir defa, ve aşk derdinin yardan başka dermanı yoktu kainatta. Gel zaman git zaman öğrendi Athena, günahı boynuna gökte uçarken beyaz karga görmüş aşıkları denizin kıyısında, hemen gitmiş söylemiş Tanrı'ya. O da çok sinirlenmiş ve kara haber getirdiği için karaya çevirmiş kargayı oracıkta. O günden bugüne kargalar karadır hala. Athena ne zaman affederse oğlumla kendi kızını o zaman kargalarda dönecek tekrar beyaza. - Oğlunuz ve Athena'nın kızına ne oldu? - Oğlum yıldız oldu çıktı göklere, sevdiği deniz kızı oldu düştü denize.


Güneş çekildikten sonra bakarlar bakabildikleri kadar birbirlerine. Sadece senede bir gece kız denizden çıkar kıyıya, oğlum kayar gökyüzünden kızın yanına, bir saat kavuşurlar birbirlerine. Senede bir defa olan bu kavuşmayı görmek nasip olur her yıl sadece bir çifte ve onların aşkını görüp hissedenler yüreğinde ömür boyu mutlu yaşarlar, aşık olup da kavuşamamış kalpleri sığınak olur onları gören sevgililere. Benim de dönmem gerek artık evime. Balıkçı arkasını dönerek yok oldu bir anda ve ben nutkum tutulmuş halde döndüm Ege'ye, acaba hala rüyada mıyım diye sorarken kendime, 'Dün gece onları gördüm' dedi Ege, 'rüya sandım, sabah uyandığımda biri beni çağırıyordu ve seni de alarak düştüm o sesin peşine.' Ürperdim, ağladım ve sarıldım, saatlerce kaldık olduğumuz yerde. 'Ben de gördüm onları' diyemedim. Hiçbir şey söyleyemedim, kelimeler neyi anlatabilirdi ki yaşadıklarımız karşısında! İzmir'in, en güzel gökyüzüne ve en güzel denize sahip olmasının sebebini öğrenmiştik böylece. Akşam olsun istedim, Akşam olsun bir an önce ve denizi, en güzel deniz yapan kız, baksın; gökyüzünü, en güzel gökyüzü yapan sevgilisine.

Halime Erdoğan

..EnginDergi.. Şubat 2016 sayı 57 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.