EnginDergi s58

Page 1

EnginDergi Yıl: 2016 - Sayı: 58


Münih, Almanya – Haziran 2016 Fotoğraf: Güvenç Aydoğan

“Her şeyin bir güzelliği vardır, herkes göremese de...” Konfüçyüs


İçerik; Sy.02) Sy.04) Sy.04) Sy.05) Sy.06) Sy.08) Sy.09) Sy.10) Sy.11) Sy.15) Sy.20) Sy.20) Sy.27) Sy.28) Sy.30) Sy.30) Sy.31) Sy.34) Sy.38) Sy.39) Sy.40) Sy.40) Sy.41) Sy.46) Sy.46) Sy.47) Sy.47) Sy.57) Sy.58) Sy.67) Sy.58)

Fotoğraf: Güvenç Aydoğan Yazamıyorum – Engin Enginer Kitap Tavsiye / Düşünceler Gömüsü: Kayıp Halka Yürek Döküntüleri '01 – Serap Sütcü Affedin – Halime Erdoğan Yürek Döküntüleri '02 – Serap Sütcü Ayrılık – Münevver Şehitoğlu Tevekkül Eyle – Halime Erdoğan Bir Karya Kenti Alabanda – Şükran Engin Atmaca Bir Diğer Karya Kendi Alinda – Şükran Engin Atmaca Son Baharda Hüzün – Münevver Şehitoğlu Bilûn Kadın – Şükran Engin Atmaca Evimdeki Hazine – Münevver Şehitoğlu Aşkın Siyasetinde İktidar, Güçlü Kadınlar – H. Erdoğan Yürek Döküntüleri '03 / Şehir Boş – Serap Sütcü Yürek Döküntüleri '04 / Söversin – Serap Sütcü 4. Boyut – Nilgün Hepyalçın Bir Tutam Yaşam – Halime Erdoğan Yürek Döküntüleri '05 / Sürgün – Serap Sütcü Yürek Döküntüleri '06 – Serap Sütcü Sahnedeki İlk Alkış – Selin Sabcıoğlu Yürek Döküntüleri '07 – Serap Sütcü Tuz Kokarsa – Ümit Evran Ah Benim Ömrüm – Selin Sabcıoğlu Yürek Döküntüleri '08 – Serap Sütcü Dur Bir Düşün Artık – Selin Sabcıoğlu Sinek ve Adam – Ümit Evran Yürek Döküntüleri '09 – Serap Sütcü Hırsız ve Vicdan – Ümit Evran Yürek Döküntüleri '10 – Serap Sütcü Kara Sevdalı Tanıyorum – Selin Sabcıoğlu


Yazamıyorum... Uzun zaman oldu yazmayalı. Ne zaman kağıdı kalemi elime alsam düşünceler düğümleniyor zihnimde. Ne zaman insana dair, hayata, dünyaya dair bir kaç satır karalamaya çalışsam yutkunuyorum. Öfkeleniyorum, üzülüyorum, celalleniyorum, durgunlaşıyorum ama bir türlü kelimeleri sıralayamıyorum. Eylemler, bombalar, darbe girişimi, ekonomik sıkıntılar, taciz-tecavüzşiddet vakaları, ölümler, ... daha neler neler yaşandı bu sene ülkemizde. 2016 yılı geçmek, bitmek bilmedi. Peki gerçekten de sorun bu senede mi, 2017’de her şey daha da güzel olacak mı dersiniz? Sanmıyorum. Sanmıyorum ama umut ediyorum. Yazamıyorum, yazamayacağım... Vicdan şart! İnsanlığın başı sağolsun.

Engin Enginer ***

Kitap Tavsiye Düşünceler Gömüsü: Kayıp Halka / Derya Derin “Daima anlatılanlardan daha fazlası vardır.” Bazıları önemli biri olarak doğar, bazılarıysa önemli işler yaparak öne geçer. Bir de diğerleri vardır, dünyaya tepetaklak gelenler! İşte Yelkenkulak onlardan biri. Yelkenkulak, yaşlı ve bilge dostu Palabıyık’tan öğrendiklerini yazdığı not defterini ve çok sevdiği çekirgelerini cebinde taşıyan, meraklı bir çocuktur. Öğrenmeyi çok seven bu çocuk kendi dünyasında çok mutludur.


Bir gün Palabıyık, bütün dilekleri gerçeğe dönüştüren bir hazineden, yani Düşünceler Gömüsü’nden bahsettiğinde, Yelkenkulak’ın aklında şimşekler çakar. Onu bir süredir üzen derdinden, Düşünceler Gömüsü sayesinde kurtulabilir mi? Düşünceler Gömüsü’nü bulmak için Yelkenkulak’a ihtiyacı olan Palabıyık, küçük dostunu cesaretlendirerek bu fikre ikna eder. Böylelikle yalnızca saf, iyi yürekli ve meraklı çocukların bulabildiği hazineye doğru macera dolu bir yolculuk başlar.

***

Yürek Döküntüleri '01 Vurmasaydın eğer... Gülüşlerimi asacaktım bahar dallarına Meltemin ılık esişiyle uçuşturup saçlarımı Dağlara kokusunu yayacaktım Gözlerimi denizin en derinlerine çivileyip Sol yanımı yaslayacaktım güneşin yedi rengine Ellerim uzanacaktı gelincik tarlalarına Dudağımın kenarına bir yanık türkü yapıştıracaktım Dilim henüz yazılmamış şiirler okuyacaktı Vurmasaydın eğer... Bir çocuğun gözyaşlarında yıkayacaktım Ruhumun derinlerindeki en masum yalanları Uçurtmalar yapacaktım allı yeşilli Gün batımından geceye umutla koşacaktım Katlime ferman yazıp dayamasaydın alnıma Vurmasaydın eğer... Bir telli turnanın kanadına yazacaktım Sevdanın ölümsüzlüğünü Gece yıldızlar kaydırırken birbir Çiğ taneleri biriktirecektim avuçlarımda Daha deniz yıldızları kurtaracaktım kumsalda Vurmasaydın eğer...

Serap Sütcü


Affedin Sadece bir hayatımız var dünyada, günleri sayılı, yaşanacakları sınırlı. Sadece bir hayatımız var, nasıl yaşayacağımız bize bağlı. Bir şansımız ve bir umudumuz var. Bize lütfedilmiş o bir umut ise; o kadar naif ve o kadar kırılgan ki, henüz biz ne olduğunu anlayamadan küsüp arkasını dönerek terk ediyor bizi, umutsuzluk içinde kalıyoruz bir defa yaşama hakkımız olan bu hayatta. Kimi zaman bir aşk, kimi zaman bir iş, kimi zaman aile ya da sosyal çevre gözünü kırpmadan ezip geçiyor ruhumuzu. Hırs sarıyor bedenimizi, hırsın ve öfkenin dışındaki tüm duygular, çığlık da atsalar içimizde, beynimize iletemiyorlar seslerini. Peki değer mi sayılı olan günleri ızdırap içinde geçirmeye? Değer mi bir başkası ya da başkaları için yüzümüzdeki gülümsemeyi kaybetmeye? Değer mi kaliteli zaman geçirmek varken bize yapılan haksızlıklar için durup üzülmeye? Değer mi biri seni kırdı diye kalbinin kapılarını kapatıp belki de yanı başından geçen aşkı görmemeye? Hayır, hiç kimse ya da hiçbir şey yüzünüzdeki gülümseyişten önemli değil. Mutsuz geçen tek bir gününüzün bedeli olamaz, çünkü mutsuz geçirdiğiniz o bir gün ömrünüzün kaçıncı günü bilemezsiniz. Her gün çok değerli, her an eşsiz. Ve her şeyin geri dönüşü, aşkın, sevginin, işin, paranın, kariyerin hepsinin tekrarı var da, bir tek o anın tekrarı yok hayatta. An'larımızı mahvetmemenin en önemli yolu ise bedava. Affetmek. Huzurlu olmak için affedin, yüksek sesle affedin, bağırarak affedin, ilan ederek affedin. Yaptığınız hatalardan ders çıkartarak kendinizi affedin, size değer vermeyen sevgiliyi hayatınızdan çıkartarak affedin. Zorla size değer vermesini sağlayamazsınız, zorla sizi sevmesini sağlayamazsınız, zorla mutlu olamazsınız. Zorla yaptırdığınız hiçbir şeyden tat alamazsınız. Kavga sonucu manevi zafer kazanılamaz, her türlü kaybedersiniz. Bu yüzden zorlamayın, bırakın lakin affederek bırakın. Sizi seven zaten sizi mutlu edecektir, sizin mutsuzluğunuzu fark edecektir, sizi mutlu etmek adına çaba sarf edecektir. Etmiyorsa zorlamayın bırakın, zorladığınız şahıs beyin ölümü gerçekleşen hasta gibidir. Yaşamı devam ediyordur, sizin yanınızdadır, nefes alıyordur fakat makineye bağlıdır, yani


şartlara yani sizin zorlamanıza bağlıdır. Fişini çektiğiniz takdirde öleceğini bilirsiniz de yine de içinizdeki aşktan orada tutmak, onu yaşatmak istersiniz. Yapmayın fişi çekin ve ölsün, ölünün bedenini canlı tutmaya çalışmak size de ona da acıdan başka bir şey vermez. Bırakın ölsün, ona dua edin, dua ederek onu affedin ve siz tüm yaşamsal faaliyetleriyle elinizden tutacak bir aşkın peşinden gittin. Ölüyle zaman geçirmek umudunuzu, sabrınızı, gençliğinizi tüketir; ona öfkelenmek de her an onunla kalmaktır. Tükenmeyin, affedin ve hayatınıza devam edin. Edilen hiçbir dua karşılıksız kalmaz, eğer dua ve mücadele ettiyseniz yine de olmadıysa, olmaması oluşundan daha hayırlı olduğundandır. Eğer olmadıysa Allah daha iyisini nasip edecektir. Belki de zaman sizin nadasa çekilme zamanınızdır. Nasıl ki topraklar nadasa çekilip, belirli bir süre üzerinde ot bile çıkmadan yapayalnız yaşıyor ve bu yalnızlığın sonunda içinde öyle mineraller ve vitaminler biriktirip verimli hale geliyor, o belirli süre yalnızlıktan sonra da ekildiğinde, her yıl ekilen tarlanın ekinlerinden daha bereketli, daha büyük, daha güzel ürünler veriyorsa, sizde tıpkı o toprak gibi, o tarla gibi bu gün çevrenizde görüp ‘benim neden böyle olmuyor’ diye üzüldüğünüz aşkların çok daha iyisini yaşayacaksınızdır. Yeter ki affedin, affetmek azat etmektir. Affetmek özgürleşmektir. Affetmek vazgeçmektir. Affetmek huzura kavuşmaktır. Affetmek özünü temizlemek ve yepyeni başlangıçlara ‘merhaba’ demektir. Affedin..

Halime Erdoğan


Yürek Döküntüleri '02 Bu gün affetmek istiyorum evreni... Benden çaldığı geçmişim ve geleceğimi Bağışladım tüm ömrümden kalanı Alan kim var kim yoksa hepsini Bu gün affettim babamı... Bir anlık şehvetle sebebim olanımı Sonra bir anda Ben yokmuşum gibi göç edenimi Elim yüreğim üşürken Hiç tatmadan o sonsuz güveni Dönüp ardına bakmadan gidişini Bu gün affettim annemi... Görmediği için gözlerimdeki gizli hüznümü Tutunup sevdasının ucundan Yok saydığı için beni Bir sevdanın ardından tükettiği için tüm sevgisini Yasak bir aşkın meyvesiymişim gibi Hiç kabullenmediği için beni Bu gün affettim herkesi... Belirsiz bir nokta misali Gölge gibi ardımda Aslında var olan Ama bu sonsuza ait olmayan bedenimi Yokmuşum gibi sayan nicesini El sürüp yüreğimde iz bırakan herkesi Bu gün bağışladım kendimi... Sebepsizce nefes tükettiğim Sessizce yol alıp Tek bir adım gidemediğim her saati Günümü ve gecemi Bulayıp ruhumun derinliğine Aydınlık dururken seçtiğim kara renge Sürüp sürüp gömdüğüm için Bin kez ölüp yeniden dirildiğim Yara bere içinde kalan yüreğimi Susturup buz kestirdiğim için Duyduysan eğer beni Sen bağışla bu yüreği Gücüm yetmiyor hepsini


Bağışlayıp unutmaya En büyük sensin her şeyi bağışlarsın ya Ne duruyorsun haydi Tanrım Ruhumu bağışlasana...

Serap Sütcü

Ayrılık O kadar çok ayrılık yaşıyor ki insan hayatında, sayısı belli değil. Gün geçtikçe alışırım diye avutur kendini ama hiçbir zaman alışamaz. Aslında sadece olumsuz duyguyu erteler ve alışmış gibi yapar. Ayrılık denince aklıma ilk gelen şey, yüreğimin ortasının derin bir acı hissetmesidir. Tarif edilemez… İşinden, sevdiğinden ve yerinden ayrılmak, yaşantımızın olmazsa olmazlarıdır ve alışkanlıkları değiştirmektir. Geleceğimiz için hedeflerimiz için veya sevdiğimiz için bazı zorluklara katlanmalıyız. Hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıdır, farkında olmadan olgunlaştırır insanı. Mantığın devreden çıktığı duygusallığın yoğunlukla yaşandığı andır. Geride kalanların kıymetini bildiren, özlemin, fedakârlığın, kardeşliğin, yalnızlığın ne demek olduğunu hissetmemizi sağlayan bir duygudur. Yine de hayatında değişiklik yapmaktan korkmamalı insan. Olumlu yönlerini düşünürsek eğer, yeni kültürler tanımaya, yeni diller öğrenmeye ve yeni ülkeler keşfetmeye atılan ilk adımdır aynı zamanda. "Yeni maceralar yeni yollar gösterir" der Alman Atasözünde Gottfried. İçten inanarak bu düşünceyi yaşam tarzımızda uygularsak daha sakin ve sabırla atlatabiliriz ayrılıklarımızı. Elbet bir gün bitecektir diye inanmalı ve çevresindeki yeni güzelliklere odaklanmalı, yeni kişileri tanımalı insan. Yazar Elif Şafak "Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi olmayacağını?" diyor ya, gerçekten nereden bilebiliriz yaşamadan… Bilinmeyen yollara koyulmadan bilemeyiz. Ebedi ayrılık olmadığı müddetçe olumsuz her duyguya alışabilir hale getirmeli kendini, çünkü ölümden ötesi yoktur ve tüm inancıyla kaderini yaşayabilmeli. Şimdiki aklım olsaydı yerine hakkımda hayırlısı ne ise o olsun deyip teslim olmaktır çoğu zaman hayata.

Münevver Şehitoğlu


Tevekkül Eyle İnsanların pişmanlıklarını, zamanı geri almaya duydukları özlem ve ‘keşke’leri en iyi anlatan ve çok telaffuz edilen bir cümledir ‘şimdiki aklımla maziye dönebilsem’ tümcesi. Bu cümleyi hemen hepimiz kurmuş ve kurmaya da devam ediyoruzdur lakin, geçmişteki, gençlikteki isteklerimiz, hedeflerimiz, hayallerimiz bir olur mu hiç olgunlaşan beden ve duygularımızın bugünkü haliyle? Ya da şöyle sormak gerekiyor bu soruyu: Geçmişte yaşadıklarımızı, bugün bakınca hata olduğunu anladıklarımızı, pişmanlıklarımızı yaşamasaydık eğer bugünkü aklımız, şimdiki erişkinlik ve tecrübeye sahip olur muydu? Aslında şimdiki akıl ve tecrübe ile ilk çağlarımıza dönme isteğimiz, yeni bir hayat, yaşamda ikinci şans, belki de yeniden doğuşu arzulamaktır. Hayatın aslında ne kadar da kısa olduğundan yakınmaktır içselde. Tecrübe kazanmasına kazanıyoruz evet ama, her tecrübe gelecekte yaşayacaklarımıza bir set çekiyor aslında. Her acı tecrübe bir nebze daha korku katıyor atacağımız adımlara, hayatımıza. Toyluk günlerimizdeki gibi, belki aptal cesareti dedikleri duygu ile karartamıyoruz artık gözlerimizi. Korkuyoruz mesela aşık olmaktan, yeni başlangıçlar yapmaktan. Korkuyoruz güvenmekten. Korkuyoruz canımızın yanmasından. Korktuğumuz, kendimizi koruma altına aldığımız için de yanı başımızda filizlenen çiçekleri göremiyoruz, yaşama telaşından, kendimizi kapatışımızdan o çiçeklerin kokusunu duyumsayamıyoruz. Hırslarımız, susmak bilmeyen tecrübelerimiz, şişmiş ve bağıran egomuz, korkularımız tevekkül etmeyi unutturuyor bize. Kendimizi Allah'a emanet etmek yerine, çok küçük bir bölümünü kullanabildiğimizi bildiğimiz beynimize rağmen, yine kendimize emanet ediyoruz. Küçük planlar, küçük sırlar boynumuza zincir takmış da, özünü kaybeden gözlerimiz görmez olmuş onu. Özgürleşmek istersek egomuzun boyunduruğu altına girmişiz de haberimiz olmamış. Tahtadan ve sudan düşman yaratıp, savaşıp yoruluyoruz. Ömrün son demlerini vurduğunda sonsuz zaman, elimizde kocaman bir hiçle çekip gidiyoruz. Gidenleri görüyoruz da yine ders almıyoruz.


Halbuki fark edebilsek ruhumuzu yormadan da hedeflerimizi gerçekleştirebileceğimizi, üstelik yöntemi de o kadar basit ki. Çalış, sadece kendinle yarış, yarışırken de barış, inan ve tevekkül eyle. Bunları uygulayabildiğimiz takdirde gönlümüzde huzur içinde olacaktır bedenimiz de. Günün koşuşturması içinde unuttuğun Allah'a yönel, bak O seni huzuru bulasın diye, bıkmadan, usanmadan beş defa çağırıyor günde.. Ne isteyeceksen sadece O'ndan iste. O zaman yüreğin dolacak zaten iman dediğimiz güçle ve göreceksin, şahit olacaksın önünde hiçbir engelin direnemediğine.

Halime Erdoğan

Bir Karya Kenti Alabanda Bodrum'dan Yatağan-Çine yoluna çıkıyoruz. 25 km sonra Çine'ye varıyoruz. ALABANDA sola işaretini görünce sapıyor ve 9 km daha gidiyoruz. İşte düzlükte orta yerde Alabanda bizi bekliyor. Eski adı Araphisar (ALLAPHİSAR) yeni adı Doğanyurt olan bu yerleşim merkezinde Alabanda'nın M.Ö 4.yy'da kurulduğu tahmin ediliyormuş. Zafer atı (Ala: At; Banda: Zafer) anlamına geldiğini söyleyenler de var; "yılkı atı" anlamına geldiğini söyleyenler de. (Yılkı Atı deyince Abbas Sayar'a edebiyatımıza böylesine muhteşem bir kitap armağan ettiği için bir selam ve sevgi göndermeliyim, diye düşündüm.) Arabayı bir ağacın altına park ediyoruz. Bilgilendirici levhaları okumaya başlıyoruz. Bize şu an en yakın yer oda mezarlar. Sol tarafa yönelip oda mezarları buluyoruz. Sıra sıra bir zamanlar birilerinin yattığı mezarlara bakıyoruz. Hüzün sarıyor her yerimizi. Onlar da bu dünya için mücadele etmişlerdi. Hiç ölmeyeceklerini düşünmüşlerdi.


Şimdi ise gömüldükleri yer karşımızda; ama onlardan bir kemik bile yok. Alabanda öylesine zengin bir yermiş ki safahat ve şatafat içinde yaşarlarmış. Buna bağlı olarak da entelektüel yapısı oluşmuş. Felsefe, mimarlık, hatiplik konularında uzmanlar yetiştirmiş. Hatta Çiçero'nun hocasının buradan olduğu söyleniyor. Bu konuyu Heredothe, Strabon ve Vitruvius da böyle dillendiriyor. Hatta Strabon, Alabanda kızlarının arp çaldığını bile anlatıyor. (Geographika) Etrafı incelerken görevli yanımıza yaklaşıyor. Ben hemen müze kartımı hazır ediyorum. O ise elini uzatıp "merhaba" diyor. "Ben Serkan." Tanışıyoruz, mesleklerimizi söylüyoruz. Bir Karya gezi yazısı hazırladığımızı belirtiyoruz. Yüzü güleç: "İsterseniz size mihmandarlık ederim." diyor. Çok memnun kalacağımızı söylüyoruz. "Sizi önce Bouleterium'a ve Agora'ya götüreyim", diyor. Serkan, Nazan, ben dökülüyoruz yollara. Yolda bu işten keyif alıp almadığını soruyoruz. Yüzüne kocaman bir gülümseme oturuveriyor: "Ben bunun eğitimini almadım; hatta burada çalışmaya başlamadan önce buralarda oturmama rağmen gelmemiştim bile. Ama zaman içinde gelen gidenden ve hocalardan bir şeyler öğrendim. Öğrendikçe sevdim. Hatta şimdi öğretmenler neden buraya gezi düzenlemiyor diye düşünmeye bile başladım." Serkan'a hak veriyoruz. Kendi topraklarımızda yeşermiş medeniyetleri çocuklar tanımalı, tanımalı ki bilinçle birlikte sahip çıkma da başlasın. Yolumuz kısa; ama ben bu kısa anda bile Alabanda'nın tarihi üzerinde durmak istiyorum. Alabanda, M.Ö. 1400'lerde Arzama beyliğine bağlı imiş. Ve Luvi dilindeki adı Waliwanda imiş. 480'den itibaren Pers hegamonyasında olduğunu görüyoruz. M.Ö 3.yy'da bir Karya kenti artık. Ve bu yüzyılda altın para basma yetkisine sahip tek kent. Çok ilginç bir yazılı belge var bu dönemle ilgili. Yunanistan'da Delphoi'de bulunan bir yazıtta; Suriye Kralı III. Antiokhos, Makedon Kralı'ndan buraya dokunulmamasını istemiş. Çünkü Apollon ve Zeus tapınaklarının korunması gerektiğini düşünüyormuş. Roma döneminde ise başkent olma görevini üstlenmiş. Tralles, Miletos, Priene ve Nysa Alabanda'ya bağlanmış.


Agora'ya geliyoruz. Demirden bir kapı açıyor Serkan. Geçiyoruz ve agora. Hiçbir çalışma yapılmamış agora, çalışma yapılsa muhteşem olacak gibi görünüyor. Agorayı geçip Bouleterium'a geliyoruz. 75x110 büyüklüğünde dikdörtgen plana sahip. Bazı duvarları sağlam. Duvarlardaki taşlar üzerinde harfler var. Bu taşı buraya koyan usta kendi adının baş harfini de kazırmış. Ölümsüzlüğü yakalamak için belki de. Başarmış gibi de görünüyor. (Ölümsüzlüğü arayan dünyanın ilk destanı Gılgamış geldi aklıma.) Bouleterioum'un içine giriyoruz. Siyaset ve siyasetteki erkek egemenliği beni bu alandan hep uzak tutmuştur. Yine kadınlar adına ve kadınlara sormadan kararlar alan bir avuç erkek geldi gözümün önüne. Bir an önce çıkmak istedim oradan. Bunu Serkan'a söyleyince hafifçe gülümsedi. Dışa bakan duvarda kare oyuklar vardı. Bunların içine kandillerin koyulduğunu düşünmüştüm; ama Serkan hocalarından duyduğu bilgiyi aktardı. Buradan büyük ihtimal Bouleterium'a bir yürüyüş yolu varmış. Ve o kare oyuklara kalas gibi şeyler yerleştirilerek üstü kapatılmış. Bouleterium'da bol bol fotoğraf çektikten sonra arabaya binip yukarıya çıkıyoruz. Tiyatro binasının önündeyiz. 6200 kişilik olduğu düşünülen tiyatronun caveaları yerinde değil. Roma döneminde götürülüp eritilmiş ve başka alanda kullanılmış. 30 derece eğimli tiyatronun orkestra yarıçapı 45 ayak. Bu yarıçaptan yola çıkarak yüksekliğin 59,4 ayak olduğu düşünülüyor. Tiyatronun birinci ve ikinci kademesi de 19 sıralı. Birinci kademede 6, ikinci kademede ise 11 ışınsal yol mevcut. Ancak bu on bir ışınsal yoldan sekizinin yeri belirgin. Kenarlarda aslan pençesi süslemeleri var. Bunlardan birinin ayaklarını görüyoruz. Roma döneminde gladyatör dövüşleri yapıldığı için seyircileri korumak amacıyla öne yükseltiler yapılmış. Sonra buralar sularla doldurulmuş. Tiyatronun binaları hâlâ sağlam. Fotoğraf çekerken Serkan; "Size bir şey göstereceğim!" diyor. Onu takip ediyoruz. Tam bir sürpriz. Tiyatronun arka tarafına giden yolun üzerinde büyük bir taşın üzerindeki labrys'i gösteriyor. Labrys’in tiyatroda ne işi var, diyorum. O da gülümsüyor; "Zeus tapınağından getirilmiş buraya." diyor. Şimdi oldu. Baltalı Zeus. Baltasını kaybetmiş. Zeus tapınağına giderken götürsek mi? Al Zeus, baltanı al! Vur, çiz yeter ki aydınlıkları getir Ares-Dionisos gibi, diyeceğim ona. Birden bir flüt sesi geliyor olduğumuz yere. Başımızı çeviriyoruz, sahnedeki yığılı taşlar yok olmuş. Yeşillik her yer. Bin bir renk, bin bir çiçek. Şu ana kadar görmediğim güzellikte bir ağaç ve altında flüt ustası Marsias. Böyle bir nağme dinlememişim şu ana kadar. Bakıyorum sadece ben değilim aynı


durumda olan. Nazan ve Serkan da müzikten mest olmuş durumdalar. Tam o sıra bir çığırtkan geziyor ortada. "Kibirli Marsyas Apollon'dan bile güzel flüt çaldığını söylüyooorr…" Halk duyar da bunu Apollon duymaz mı?Boynundan geçirip omuzlarından aşağı attığı pelerini ve altın liriyle beliriyor ağacın altında. Başında da defne ağacından tacıyla kafa tutuyor Marsyas'a. "Yarışalım." diyor. Kendine güvenli Marsyas, bunu hemen kabul ediyor. Hakem olarak Frigya Kralı Midas seçiliyor. Önce Marsyas çalıyor ve Midas kendinden geçiyor. Apollon çalmaya başlayınca Midas bir şey duyamıyor. Çok uğraşıyor; ama duyamıyor. Apollon; "Benim müziğim aptal kulaklara kilitlidir!" dediği için duyuyormuş gibi yapıyor. Sıra birinciliği ilan etmeye gelince kararsız kalıyor. Tanrı'yı birinci ilan etmezse onun lanetine uğramak var; ama Marsyas'ın hakkını da yemek istemiyor. Biraz düşünüce çözümü hemen buluyor. İkisini de birinci ilan ediyor. Bu kararı ona ödül mü yoksa ceza olarak olarak geri geleceği bilinmez. Bekliyoruz hepimiz. Bütün halk toplanmış. Onlar da bekliyor Apollon ne yapacak diye. Apollon öfkeden çıldırmış durumda. Halkı kovalıyor oradan, sonra Bütün heybetiyle Midas'a dönüp: "Demiştim benim müziğim aptal kulaklara kilitlidir. Aptal kulaklar ancak eşeklerde olur. O halde senin kulakların da eşek kulağı olacak bundan böyle!" diyor. Midas'ın kulakları günbegün büyüyüp eşek kulaklarına dönüşüyor. Midas bu utançtan kurtulmak için takke ile gezmeye başlıyor. Ancak zaman geçtikçe saçları ve sakalları uzuyor. Berbere tıraş olmak zorunda. Berberi huzuruna getirtiyor. Göreceklerini kimseye söylememesi için yemin ettiriyor. Bu sırrı alan berber uzun süre içinde taşıyor bunu. Ama zaman geliyor, karnı şişiyor taşıyamaz hale geliyor. Kör bir kuyu buluyor, kuyuya eğilip bağırıyor: "Midas'ın kulakları eşek kulaklarııııı… Midas'ın kulakları eşek kulakları…" Bunu tam üç kez söylüyor ve inanılmaz biçimde rahatlıyor. Ama kör sandığı kuyunun içindeki çok az su, bu sırrı sazlıklara iletiyor. Onlar da başlıyor: "Midas'ın kulakları eşek kulaklarııııı!" diye. Bunu sazlıklardan öğrenen halk birbirine fısıldamaya başlıyor: "Midas'ın kulakları eşek kulaklarıııı!" Artık gerçek ortaya çıkmıştır. Saklamanın bir anlamı yoktur. Midas, eşek kulaklarla dolaşmaya başlıyor ortalıkta. Tanrısal bir durum addediyor halk ona bu kulaklarla. Apollon ise ceza olarak verdiği kulakların Midas'ta ödüle dönüştüğünü görünce kulakları geri alıyor. Midas'ı tekrar insan konumuna sokuyor. Apollon'un daha işi bitmemiştir. Sırada Marsyas vardır. Berabere biten yarışmanın ikinci raundunu öneriyor. Kibirli Marsyas tabii ki bunu hemen kabul ediyor; ama Apollon'un bir şartı vardır. Müzik aletlerini tersten çalacaklardır. Kibirli Marsyas düşünmeden bunu kabul ediyor. Apollon lirini ters çevirip çalmaya başlıyor. Ama Marsyas flütü ters çevirip çalamıyor. Bunun üzerine Apollon öyle bir gülüyor ki dağ bayır çınlıyor onun kahkahalarıyla. Sıra cezalandırmaya geliyor. Ama ben buraya bakamıyorum. Derisi yüzülen birini seyretmek benim harcım değil. Çıkalım diyorum Nazan'a ve Serkan'a. Çıkıyoruz. Sıra Zeus ve Apollon tapınaklarında. Oraya giderken Marsyas Çayı'nı (Çine Çayı) konuşuyoruz. Flüt ustası Marsyas'ın ölümüne sanat perileri o kadar üzülmüş ki gözyaşlarında Marsyas Çayı


oluşmuş. Anlatması bizden inanması sizden. Tapınaklara giderken sikke basımı üzerinde kafa yoruyorum. Basılan sikkelerde Pegasos olurmuş. Sikke basımı geleneği M.S 3.yy'a kadar sürmüş. Tapınaklarda birkaç taştan başka bir şey bulamıyoruz. Zaten kentin yüzde onu toprak üzerinde şu an. Yüzde yüzünün de gün yüzüne çıktığını düşünsenize. Apollon tapınağının genişliğini göstermek için belirli yerler gösteriyor Serkan. Ooooo, inanılmaz. Apollon'a da bu yakışır. Zaten Apollon'a da Apollon Isotimos (saygınlıkta eşit) adı verilmiş. Vitruvis de o dönemde Apollon Tapınağı'nın çok önemli olduğunu yazmış. Apollon Tapınağı M.Ö 2.yy'a tarihleniyor. Yani bir Dor Tapınağı. 2012'de yapılan çalışmalarda Apollon'un kızkardeşi Artemis'in mermerden yapılmış başı bulunmuş. (Şimdi Aydın Müzesi'nde.) Araştırmayı yapan Suat Ateşlier kemerli kapı girişini ve çevre duvarlarının bulunduğunu söylüyor. Yeni hedef Agora imiş. Sarnıçlarda da çalışmalar yapılmış. Hatta bununla ilgili bir rapor da okudum. Aslını gösteren fotoğrafı görünce dilim tutuldu. Çıkmalı ortaya bir an önce çıkmalı. Surları ise tam 3,5 km uzunluğunda. Arabaya biniyoruz. Alinda'ya gideceğiz. Serkan geldiğiniz yolu takip ederseniz Alinda'ya ulaşırsınız diyor. Tekrar Çine'ye çıkmama düşüncesi beni sevindiriyor.

Şükran Engin Atmaca

Bir Diğer Karya Kenti Alinda Araştırmalarımızdan, Karpuzlu (Aydın) ilçesinin dayandığı yamaçta Alinda'nın bizi beklediğini öğrendik. Karpuzlu Belediyesi, her yıl 14 Eylül'de "Alinda Festivali" düzenliyormuş. Kaçırdığımıza üzüldüm. Ben Alinda'ya Ada'nın Alinda'sı diyorum. Herkes gibi ben de Prenses Ada'ya özel bir ilgi duyuyorum. Hekatomnid sülalesinde Mausolos'tan sonra en çok adı geçen kişi. Üstelik Bodrum'da bulunan mezarın, Ada'ya ait olduğu söylemleri Ada hayranlarını çok heyecanlandırdı. Tabii ki bunlardan biri de benim. Prenses Ada, Hekatomnos'un beş çocuğundan biri. Gerisini Strabon'dan dinleyelim: "Kardeşlerin en büyüğü Mausolos Artemisia ile, ikinci oğlan Hidrieus diğer kızkardeş Ada ile evlendi. Mausolos kral oldu. Çocuksuzdu. Ülkeyi karısına bıraktı. Fakat o, üzüntüsünden bitkin duruma düştü ve kederinden öldü ve ondan sonra Hidrieus kral oldu. O da bir hastalıktan


ölünce karısı Ada yerine geçti. Fakat Mausolos'un geriye kalan oğlu Piksodaros tarafından sürgüne gönderildi. Piksodaros Pers yanlısı olduğundan, ülkeyi paylaşmak üzere bir satrap gönderilmesi için haber yolladı. O da ölünce satrap Halikarnassos'u ele geçirdi." Prenses Ada, Alinda'da sürgünde iken şehrin etrafını surlarla öyle çevirmiş ki şehri almak neredeyse imkansız hale gelmiş. İskender tüm Karya kentlerini ele geçirme çabasında iken Alinda'da Ada hüküm sürmektedir. İskender şehri birkaç kez kuşatır; ama alamaz. Tam geri dönmeye karar verdiğinde Ada ona şehrin kapılarını açar. Onu büyük bir konukseverlilikle karşılar. Ve İskender'in manevi annesi olur. İskender Ada'ya o, ne isterse yapabileceğini söyler. Ada, tek bir şey istemektedir: Karia'nın yönetimini geri almak. İskender ona bu sözü verir. Ve bilindiği gibi o zamanlar başkent olan Halikarnassos'u Mnydos Kapısındaki büyük çatışma sonucu ele geçirir ve kenti Ada'ya sunar. Verdiği sözü tutmuştur. Alinda geçmişiyle karanlık şimdiki varlığıyla parlak bir yer. Çünkü Alinda'nın geçmişi hakkında pek fazla bilgi yok; fakat bugün hiçbir çalışma yapılmamış olmasına rağmen dimdik ayakta duran bir kent Alinda. Tüm parlaklığıyla göz kırpmakta gelen ziyaretçilerine. Alinda adı bana nedense çok müzikal gelir. Tevfik Fikret'in sözcüklerdeki ritmlerle şiir yazması gibi Alinda sözcüğü üzerine sayfalarca konuşulabilir gibi geliyor. Alinda adı Anadolu'da II. Murşili (1343-1310) döneminde lalanta olarak biliniyormuş. (Genç yaşta tahta çıkan II.Murşili, ele geçen yazıtlarda başından geçenleri anlatmış. İşte lalanta adına burada rastlanmış. II. Murşili'nin veba salgını sırasında Tanrıları tehdit ettiği de söylenir. "Bunca insanın canını alıyorsunuz da size kim kurban sunacak!" demiş, korkulan o yüce Tanrılara. Başka bir rivayet daha vardır ki onda da II. Murşili'nin gök gürültüsünden korkunca dilinin tutulduğunu söylerler. Belki yazma fasılları bu şekilde başlamıştır. E, ne de olsa konuşamıyor koskaca Murşili.) Öğleden sonra Alabanda'dan yola çıkıyoruz. Çine içinden saptığımız yola devam ediyor birçok güzel köyden geçtikten sonra (ortalama 10 km.) bir yol ayrımına geliyoruz. Oklardan sağı gösteren Karpuzlu'ya solu gösteren de Milas ve Labranda'ya ulaştırıyor sizi. Jandarmanın önündeki iki gence


Alinda'yı soruyoruz: "Orası bizim yolumuzda, bizi takip ederseniz size gösteririz." diyorlar. İki km kadar onlar motosikletle önde gidiyor, Karpuzlu'nun merkezine gelince, gençlerden biri soldaki yolu gösterip; "Buradan devam edeceksiniz." diyor. Biz de denileni yapıyor, gösterilen yolda ilerliyor ve bir sure sonra da dağı tırmanmaya başlıyoruz. Nazan, telaşlanıyor: "Alinda geride kaldı, yanlış gidiyoruz!" diyor. Tam sözünü bitirmişken "KARYA YOLU" levhasını görüyoruz. Heyecanlanıyorum, hem de çok; çünkü Labranda'da iken kuzey girişinde "Alinda'dan gelenlerin giriş yaptığı kapı" ibaresini görmüş ve işte o an Alinda'ya gitmek istemiştim. İşte o an, bu andı. İsteğim gerçekleşiyordu. Artık, Labranda kutsal alanına nasıl gittiklerini ve hangi yolu takip ettiklerini de biliyordum. Kendimi inanılmaz güzel hissettim. Birden Labranda'ya giden kafilenin içinde gördüm kendimi. Aman Tanrım, hayali bile güzel. Tam bu anda "Alinda 1 km" yazısını görüyoruz. Evet, evet biraz sonra oradayız. Ada, Sevgili Ada seni göreceğiz biraz sonra. Information bürosunun önünde duruyor ve park ediyoruz. Görevliler canı gönülle yardımcı oluyorlar. Hangi yolu takip edeceğimizi, bayrağa kadar ulaşmamız gerektiğini ve oradan aşağı inmemizi… "Agora ne durumda?" diyorum görevlilerden birine. Bu soruyu sormamın nedeni pek çok ören yerdeki Agora'nın ortaya çıkarılmamış olması. Genelde tiyatrolara ve tapınaklara öncelik veriyorlar. Görevlilerden biri bize; "En iyi agorası olan yer burasıdır." diyor tüm gönençliliğiyle. Yokuş aşağı inip su kemerlerine ulaşıyoruz. Yolda kaya mezarlarına rastlıyoruz. Uzmanlar, bunların tam bir Karya ürünü olduğunda birleşiyor. Anıtsal büyüklükteki su kemerleri mest ediyor bizi. Şehre su getiren bu kemerler bugün hâlâ ayakta. Büyük Akropolde yedi devasa büyüklükte su sarnıcının var olduğunu biliyoruz. İki akropollü Alinda'nın büyük akropolüne doğru ilerliyoruz. Hiçbir kazı çalışmasının yapılmadığı bu yerde ayağımızın altında bir tarihin yattığını biliyor ve çok heyecanlanıyoruz. Sevgili Canan Küçükeren'in "Karia" adlı kitabında sözünü ettiği kulenin önüne geliyoruz. Fotoğrafından sonra kendisi… inanılmaz doğrusu. Şehri çeviren surlar iki katlı kulelerle takviye edilmiş. İki katlı, kare planlı ve pencereli anıtsal bina karşımızda duruyor. Fotoğraflar çekip hayran hayran bakıyoruz. Sonra büyük akropolün güney yamacına ilerliyoruz. Tepeden tiyatroyu görüyor ve heyecanlanıyorum. Çok dik. Kayaların içine oyularak yapılan caveaların aralarından otlar, ağaçlar çıkmış olmasına rağmen pek çoğu yerinde. Roma döneminde elden geçmiş cavealara basarak sahneye inmeye çalışıyorum. Ama oldukça zorlanıyorum.


Nihayet sahnenin olduğu yere inmeyi başarıyorum. Nazan yukarıda kalıyor. Sesimizi yükseltmeden bile konuşabiliyoruz onunla. 3400 kişilik olduğu tahmin edilen ve otuz derece eğimli tiyatro iki kademeli. Birinci kademede on iki, ikinci kademede on beş oturma sırası var. Birinci kademede altı merdivenli ışınsal yol varken ikinci kademede on bir ışınsal yol mevcut. Sahneye dair bir iki büyük taştan başka bir şey yok. Sahne binasının genişliğinin 13 ayak olduğunu tahmin ediyormuş uzmanlar. Orkestra yarıçapı ise 30 ayakmış. Sahne binasının yüksekliğinin ise yarıçapa bağlı olarak 40 ayak olduğu tahmin ediliyormuş. Tiyatronun tonozlu geçitleri sağlam duruyor ve onların fotoğrafını çekiyorum bol bol. Tiyatronun kuzey batısında iki tapınak kalıntısı var. Tapınaklardan biri Afrodithe'in oğlu Adonis'e adandığı söyleniyor. (Adonis ve Afrodithe'i Labrauda'da anlatmıştım.) Ve bu tapınağın içinde bir de Afrodith'in heykeli yer almaktaymış. (Heykeltıraş Praksiteles'in yontusu) Ama bugün Alinda'dan elde edilen bir veri yok ne yazık ki. Kimler tarafından nerelere götürüldüğü belli değil. Tiyatronun hemen yukarısındaki yuvarlak yapının ne olduğu tespit edilememiş. Tam tepedeyiz artık. Aşağıya bakıyorum ve şehri kuşatmış İskender'i gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Türklerin sözlü gelenekleri çok fazla gelişmiş. Bunun nedeni göçebe oluşları ve bu nedenle sözlü anlatının ürünü olan şiir geleneği çok eski. Ben de tam burada bu kültürün insanı olarak bir sözlü anlatıma yer vermek istiyorum. Söylenceye göre İskender Alinda'yı pek çok kez kuşatır; ama surları ve yerleşim özellikleri nedeniyle ele geçiremez. Derler ki tam vazgeçeceği sırada bir gece bir ulak gelerek onu bir kadının ziyaret etmek için beklediğini söyler. Gelen Ada'dan başkası değildir. Kaynakların çoğu onları manevi anne ve oğul olarak anlatsa da bu anlatı hiç de öyle dillendirmiyor. İskender ve Ada o geceyi birlikte geçirirler. İşte bu gecenin ürünü olarak Ada bir bebek beklemeye başlar. Hatta Ada bundan sonra kentin adını bile değiştirir: Alexandria-by Latmos (Latmos İskenderiyesi). Prenses Ada, bir bebek beklediğini İskender'e çok özel bir ulakla bildirir. İskender'in; "Ne mutluyuz ki Karya'nın yeni kralı geliyor!" cümlesiyle biten mesajının Ada'yı çok mutlu ettiğini söylerler. Ancak çocuk, çok küçükken bir hastalıktan dolayı ölünce Ada, karalar bağlar ve onu çok sevdiği babası Hekatomnos'un hemen yanındaki odaya gömdürür. Çocuğun yanına da İskender'in kendine hediye ettiği paha biçilemez kolyeyi de koyar. İşte Hekatomnos Lahti'nin hırsızlarının bu paha biçilemez kolyenin peşinde olduklarını ve amaçlarına erdiklerini biliyoruz. Sözlü gelenek bu. Anlatılar önemli bence. Adonis'in tapınak kalıntılarına doğru


yöneliyoruz. Tapınağın neye benzediği konusunda bir ipucu yok. Yunan mitinde başkasına ait olana bakma, anlayışı vardır. Bu tutum ve anlayış pek çok drama neden olmuş. Bunlardan biri de Adonis ve Afrodith ile ilgili. Apollon soyundan gelen Erymanthos, sevgilisi Adonisle yaşadığı aşk gecesinin ardından yıkanan Afrodith'i izler. Bunu fark eden Tanrıça onu kör eder. Oğluna verilen cezanın ağır olduğunu düşünen Apollon ise bir domuz kılığına girerek Afrodith'in sevgilisi Adonis'i öldürür. Bu Afrodith'in çıplak görülme ve ceza olayı çelişkili gelebilir; çünkü bütün tasvirlerde Afrodith zaten çıplaktır. Hatta Tanrıça'nın bu çıplak tasvirlerden memnun kaldığını söyleyenler bile var. Ancak yine de aşk Tanrıçası her aşkın kişiye özel olduğunu vurgulamak istemiş olabilir. Bu anlayıştan yola çıkarsak çelişki de ortadan kalkmış olur. Tekrar tiyatronun içinden geçip Agora'ya yöneliyoruz. Aman Allah'ım inanılmaz bir görüntü. Hiçbir çalışma yapılmamış hali böyle ise bitmiş halini düşünemiyorum. Şimdiki hali geçmiş ihtişamını mükemmel gösteriyor. Stoalar ayakta. Helenistik devir (M.Ö. 3.yy) özelliklerini taşıyan bu merkez üç katlı. Pencereler eğimli, böylelikle ışık daha kolay giriyor içeri. Işık demişken, zaman ilerlemiş. Karanlık çökmek üzere. Burada daha fazla kalırsak dönüş yolumuzu bulamayabiliriz. Alinda'ya ve Ada'ya veda etme zamanı. Belki de elli yıl sonra Alinda gün ışığına çıkacak. Gözlere görsel ziyafetler sunacak. Ada'nın dönmekte ısrar ettiği Halicarnassos'a dönmek üzere arabaya yöneliyoruz. Görevliler gitmiş. Kimseler yok. Dönme kararımızın yerinde olduğunu anlıyor, Karya yolunda Alindalılar'a veda ediyoruz. Ben Serkan'ın bahsettiği Karya yolundan dönmek istiyorum. Ama Karpuzlulara yine de danışıyoruz. O yolda çalışmalar olduğunu zorlanacağımızı söylüyorlar ve Çine'ye çıkmaya karar veriyor, Çine köftesini tattıktan sonra Bodrum yolunu tutuyoruz.

Şükran Engin Atmaca


Sonbaharda Hüzün Yine geldi yılın hüzünlü aylarından bir Eylül ayı. Soğuk havaların, yağmurların, esen rüzgarın habercisi. Her mevsimin kendine özgü bir güzelliği vardır. Heyecan getirir, özletirler kendilerini. Fakat Sonbahar ayrı bir duygusaldır. Tabiatın döküldüğü, insanların zoraki güldüğü mevsimdir. Ayrılıkların en çok yaşandığı mevsimdir aynı zamanda. Ormanlardaki sarı ve turuncu renkler ve yağmur eşliğindeki yürüyüşlerim gelir aklıma. "Her gönül insanı yemiştir, ömründe birkaç kez, Eylül'ün tokadını." diye ne güzel ifade etmiş Sonbaharı Servet Saygınoğlu. Çiçeklerin solduğu, ağaçların çıplak kalmış gövdelerinin üzüntüsünü görmektir Sonbahar. Bir de Sonbaharı sevenler vardır. Yağmuru sevenler gibi özeldirler. Islanmak ve üşümek değildir bu… Kederin endişesini ve tüm olumsuzlukları sulara bırakıp gelmektir, rahatlamaktır aslında. Mis gibi toprak kokusu sarar tüm sokakları, hüznün solukluğu hâkimdir bulutlarda. Koşuşturma ve bir telaşe sarar tüm insanlığı. Dökülen yapraklara, caddelerde sıçrayan sulara, gökyüzünün gri havasına rağmen güzeldir sonbaharda hüzün.

Münevver Şehitoğlu

Bilûn Kadın Rüzgar, ilk dağı aştıktan sonra gür çayırlarda çimenlerle oynaşır, sonra yoluna devam etmek ister; ama ikinci dağı öldür Allah geçemezdi. Dağ, rüzgarın Bilun Kadın'ın olduğu yere geçmesine izin verirse bir akıl bin akla dönüşecek… Dağ bunu bilmez mi? Geçemediği dağın ardında Bilun Kadın vardı. Rüzgarla gidip gelirdi Bilun Kadın'ın yaşlı aklı. Yaşlı kadın, üç gün hiç uyumadan, hiç susmadan deliler gibi ortada dolanıp bulduğu herkese "Çankırı Konsülü! Çankırı Konsülünü duymadınız mı?" sorusunu sorar ve cevabını beklemeden kendini tarlaların içine sürerdi. Bilun Kadın, yine her zamanki değişmez yerindeydi. Günün tamamını toprakla örtülmüş kulübesinin önünde geçirir, bütün gün kendi kendine konuşur dururdu. Birce ona içeride uyumasını söylese de yaşlı kadın bunu şiddetle reddederdi her seferinde. Kısa aralıklı uykularını yine bu kulübenin önünde kuş uçumu zamanlarda anlık nefeslerle yapardı. Bir şeyleri kaçırmaktan korktuğu belliydi. Birce, bunun ne olduğunu


kestiremez ve bu nedenle de yaşlı kadına karışmazdı.

Gel-git akıllıydı ninesi. Hem gel'lerinden hem git'lerinden korkardı onun. Gelse bir türlü, gitse bir türlü. Gel'lerinde; bembeyaz hala gür, süpürge saçlarını iki üç dişi kalmış tarağıyla tarar, toplar… sonra salar yine tarar yine toplardı. Bunu yaparken kendini rüzgardan koruyan dağa, ölü yıkayan kadınların boş bakışlarıyla bakardı. Adı gibiydi Bilun Kadın. Geceyi sevmeyen anası, geceye ait bir ad vermişti ona nedense. Aklı git'lere takılınca, "Yarım Ay benim adım, yarım ay benim adım!" derdi gelip geçene. Gecede yarım kalmayı başarmış, ama gündüze de tam gidememiş bir aklı da beraberinde getirmişti bu ad ona. Git'ler zordu Birce için, hem de çok zor. Yüz adamı aynı anda devirebilen Birce, yaşlı kadının git'leriyle baş edemezdi. Çaresizce onun peşinden onunla birlikte dolanır, ne yapacağını bilemez halde takip ederdi ninesini. Neler anlatmazdı ki ninesi bu git'lerde. Uzaktan yavaş yavaş gelip büyülü bir dünyaya götüren bir ıslık gibiydi yaşlı kadının anlattıkları. Kabukları gün ışığıyla sarara sarara saman rengine dönüşmüş kalıkların içinden; ama onlara bir dirhem basmadan kulübenin önüne geldi. Ninesi yine aynı yerindeydi ve oturduğu yerde uyuyordu. Uyurken içine aldığı nefesler dışına verdiklerinden daha yavaştı. Onun artık bu dünyada gözü olmadığını, gitmek istediğini anladı. Tutup onu okşamak, saçlarını taramak, benim dünyadaki tek varlığımsın "GİTME" demek istedi; ama anlık nefese değer uykusunu bozmaktan korktu. İç içe geçmiş iki odadan oluşan kulübeye girdi. İki gün önce nasıl bıraktıysa öyle duruyordu her şey. Ateşi söndürüp öyle gitmişti. Çorbaya baktı, biraz eksilmişti. Yine de şükretti. Hiç yememesinden iyiydi. Işığın bolca süzülüp her yeri aydınlattığı iç odaya geçti. Yarım ay şeklindeki kalkanını kerpiç duvara dayadı. Kendini koruyan yeleği çıkardı, yıllara meydan okuyan köşedeki sandığın üzerine koydu. Yine diğer odaya döndü. Yüzünü bir tutam suyla


yuğdu. Ninesini doyurmalıydı. Çorbanın tadına baktı: Hayır, yenmezdi. Telli dolaptan kurumuş et çıkardı. El çabukluğu ile onu haşladı. Suyuna gün'de kurutulmuş ekmekten kattı. Islanıp yumuşamasını bekledi. Yeşil yaldızlı toprak kaseye yemeği koyup ninesinin yanına çıktı. Ninesi yeni uyanmış, kendi korkularından korkan insanlar gibi bakıyordu etrafa. Yemeği görünce çocuk sevinciyle kaptı elinden. Acıkmış olmasına ve bunu anlamasına sevindi. Yesin, yesin ki ölmesin, yanında kalsın. Tek isteği buydu. Gel-git'li bu kadın onun koluydu, kalkanıydı. Beşinci yudumda yüz ifadesinden onun doyduğunu anladı. Midesinin küçüklüğüne şaştı, kaşık kadar kalmış yüzüne, sarkmış derisine baktı. Onun bir zamanlar yaman bir savaşçı olduğunu biliyordu. Onun torunu olmaktan hep gurur duymuş, adının onun adından sonra anılmasından hiç gocunmamıştı. Sırtını duvara dayadı, ayakları bir yumuşaklık hissetti ve "miu" sesi geldi ardından: Artemis'ti. Eğilip kucağına aldı, alacalı tüylerini okşadı. Sükunetle minneti birlikte duyumsadı. O yokken Artemis ninesine göz kulak oluyordu. Yaşlı kadın git'lerinde kayadan kayaya koşarken ve çığlık çığlığa bağırırken Artemis hiç şaşırmaz, hatta onunla birlikte dolanırdı. Zaman zaman onun ninesini anladığını düşünmeden edemezdi. *** "Bazen rüyalarımda Bastet'i görüyorum… Bilun Kadın şeklinde de gördüm bir keresinde… Bastet sadece bana değil Bilun Kadın'a da girermiş meğer… Bastet gökteki yıldızların da içine giriyor… Bilun Kadın, yıldızlara bakıp onlarla oynaşmaya başlayınca kendimden bu nedenle geçiyorum. Şu Birce'ye bir anlatabilsem bunları. Bir anlayabilse ninesiyle beni. Sen anlayamayacaksın da kim anlayacak bizi Birce! diyebilsem… Kadınlar neden biz kedileri sevdi bir düşünsene Birce? Biz de sizin gibi savaşçıyız… Gözlerimizin parlaklığı sizi korkuttu, ama yol da gösterdi, öyle değil mi? Yakıldık, yok edildik… Aynı sizin gibi… Bilun Kadın bana emanet, onu en iyi ben anlarım, için rahat olsun Birce…" *** Rüzgar, saçlarını havalandırdı. Yüreği hopladı. Gözlerini yumdu Birce, anı ve mekanı kokladı. Gözlerini açmadan günün kırıldığını hissetti. Sonra başka görüntüler geçti tek tek kapalı gözlerinin önünden: Toprak çatladı. Bir sürü bina çıktı yarılan topraktan. Gözlerini açtı, aklına kızdı: "Ninemin anlattığı öyküler aklımı zorluyor, başka bir şey değil!" diye teskin etti kendini. Mahpus duyguları ortaya çıkarmakta üstüne yoktu yaşlı kadının. Birden gel git'lerin anlamını çözdü: Hasretti Bilun Kadın… İnandığı şeylere hasretti, yok sayılmadığı günlere hasretti, mevsimlerinin kış olmadığı günlere hasretti… Anlamıştı, evet: Hasreti ağlıyordu ninesinin. Düşüncelerinden yaşlı kadının ayağa fırlamasıyla sıyrıldı. Yaşından beklenmeyen çeviklikle dağın hemen eteklerinde başlayan, birkaç kayadan başka bir şey olmayan düzlüğe koşturuyordu yine. Birce'ye de "Gel! Hadi geel…" diye sesleniyordu. Git'ler başlamıştı boşluğun tam


ortasına oturacak ve başlayacaktı anlatmaya; ama öyle olmadı. En büyük kayanın yanına varıp sarıldı kayaya: "Bu kim biliyor musun?" Bilmiyordu. Ninesi onun cevabını beklemeden diğer kayalara koşmaya başladı. Bir birine bir diğerine sarılıyor; ama bir şey söylemiyordu. Sonunda birinde karar kıldı: "Bu, benim anam!" Sonra öbür kayaya gitti: "Bu, senin anan!" Sonra başka bir kayaya: "Bu büyük ninem!" Dolaştılar bütün kayaları, bütün anaları nineleri. Bütün atalarını tanıdı Birce, biraz da içinden gülerek. Yaşlı kadın gücünü yitirince olduğu yere çöktü. Yel gitmiş miydi ne? Duman bakışlarıyla hep yere baktı Bilun Kadın. Gün alıp başını gidinceye kadar oturdular bir dirhem konuşmadan. Ninesi itiraz etmeden onunla içeri girdiğinde şaşırdı. Mekanını terk etmeye göze almıştı. Onu uyutup başını yastığa koyduğunda yorgunluğunu hatırladı. Boğucu ve dumanlı günler bekliyordu onları. Kadı'nın fermanıyla kadın savaşçılar çekiliyordu şehri koruma görevinden. Sizin iyiliğiniz için demişlerdi de hiçbirinin aklı yatmamıştı bunun kendi iyilikleri için olduğuna. Nilüfer Hatun'a gidip duruma el koymasını istemişler; o da "İlgileneceğim!" demişti savaşçı bakışıyla bakarak. Anlaşılan kızmıştı kendinden habersiz alınan bu karara. Düzeltecekti mutlaka bu durumu. Kadınlar ne iş yapardı, nereye giderlerdi, bin yıllık gelenek nasıl bozulurdu? Uykunun rahat kollarına kayarken ninesinin ortalıkta dolanan hayalini görür gibi oldu. Neden sonra gecenin soğuk eliyle uyandı. Geceyi dinledi. Ninesi yine ortalıkta, gecenin başı dertte yarım ay'la. Biraz uyudu, açtı gözlerini geceyi yine dinledi. Bir öncekinden bir fazla bulamadı bir şey. Ninesine kaygılanmamaya karar verdi, ne de olsa gideceği bir mekan yok hiçbir yerde. Avuç avuç güneş saçan kadınla uğraşırken rüyasında açıverdi mahmur gözlerini. Nadaslanan güneşi gördü. Sıçradı yerinden, ninesini aradı kapı önünde. Yok. Bir rüzgar esti, ardından bir tane daha… Aklı gitti Birce'nin. Elini siper edip baktı etrafa yüreği hoplayarak. Ninesi, "Aha bu benim Anam" dediği kayaya sarılı uyuyor. Rüzgar geçirmez dağa baktı: "Koru onu!" dedi yalvaran sesle. Yanına vardı sessizce. Rüzgardan mı onun varlığından mı gözlerini açıverdi yaşlı kadın. Başladı söylenmeye: "Dumuuuz, Dumuz! Ne işler açtın başımıza!" Yine Dumuz hikayesini anlatacaktı anlaşılan. Sayısız kez dinlemişti bu hikayeyi ondan. "Tamam Nine, Dumuz yok artık, unut onu!" Unutmanın nafile olduğunun farkındaydı. Anıları ile arasına mesafe koyamıyordu yaşlı kadın. Geçmişindeki her şeyi yeni yeniden yaşıyordu. Her hatırlayış aldığı nefesleri azaltırken sonsuz yolculuğu ile arasındaki mesafeyi kısaltıyordu. İçi yandı: "Yapma Nine, yapma ne olur. Kapıp koyverme kendini. Israrla gitmek istiyorsun, peki, beni nasıl bırakacaksın?"


Gök rengi gözlerini Birce'ye dikti yaşlı kadın. Onu ilk kez görüyormuş gibi baktı: "Ma Ana'mız onda göründü… Onda göründü…" İnanna'ya takılmıştı Ninesi, onu diğer hikayelerden daha fazla anlatır olmuştu son günlerde. Her bahar, İnanna'nın Dumuzla birleşmesinin anlatıldığı köydeki şenlikleri dört gözle bekler, o gün geldiğinde özel giysilerini giyer, dağın ardındaki köye kuş uçumu bir zamanda gider, yapılan şenliklere genç kız heyecanıyla katılırdı. "Bilun Kadın geldi… Bilun Kadın geldi…" çığlıkları içinde bir kraliçe edasıyla kendine ayrılan yere otururdu. Aynı anda yanan yüzlerce mumun titrek ışıklarının duvarlara yansıyışlarını, mıhlamaların ipeksi dokunuşlar bırakan kadifelerinin mumların ışığında parlayışlarını keyifle izlerdi. Şetarileri ayrı severdi Bilun Kadın. Kelebek yumuşaklığındaki şetariler, ona bir daha geri gelmeyecek gençliğini hatırlatırdı. Büyük sevdasını bu İnanna şenliklerinde yaşadığı söylenirdi Bilun Kadın'ın. Anılarla mesafesini iyice daraltmış yaşlı kadının, anılarını an'ı üzerine yaymaya başladığını herkes biliyordu artık. Sevdasını bilenler anlatmıştı Birce'ye. Büyük sevdaymış onlarınki. Yıllarca bu sevdayı öyle bir saklamış ki içine kimse çıkaramamış onu olduğu yerden. İşte şimdi bu git'ler başarıyor kimsenin başaramadığını. "Yakışıklıymış Glima. Güneş saçları ve ayna yüzüyle bakarmış Bilun'un yüzüne. Bakarmıy mış? Onu da bilemezmiş Bilun'un zavallı yüreği. Kendine baktığını düşünür binbir çiçek açarmış yüreğinde, ve "Bilun'u ne yapsın bu güneş oğlan?" sorusunu sorduğunda o hızla da solarmış açan bu çiçekler. Bilun kim, o kim? Bu düşünceler içindeyken kaza bela yoluna çıksa ne yapacağını bilemez, öyle kalır, kendini toplar; yangınları yangınlarla söndüremeyeceğini tezce anlatırmış kendine. Yaz ve kış gibiymişler. Biri gece biri gündüz. Bu duygular onun dünyasını sislendirir, ne yaparsa yapsın bu sisi dağıtamazmış. Ne zaman gözleri değse birbirine sırlarını dökermiş aynaları. Döksün ki yangınlar çıkmasın, çıkacak yangınlarla baş edemeyeceğini bilirmiş. Sırsız aynalarla dolaşmaya başlamış. Siyah ve beyazmış onlar, sıcak ve soğuk. Yaşadıkları yerde sığacakları, sığınacakları bir mekan yokmuş. Biri Mağrip'te biri Maşrık'ta olmalıymış. Sevdası ağır bastığında olmaz'ları olur'a dönmüş bir gün. Bu defa onun gözlerinde kalmak istemiş. Kalsın ki hangi mevsimde olduğunu bilsin. Kışta mı yazda mı? Ona vardığında coşan, ona vardığında köpüren cılız bir dere gibi akarmış durmadan. Köyün kızlarından biri: "Glima çok yakışıklı!" dese kor gözlerle bakarmış. Bu duygular içinde debelenirken bir gün Glima çıkıvermiş karşısına: "Aktım ben sana!" demiş. Kuşlanmış yüreği, titremiş elleri. Bakamamış Glima'sına. Sadece "Glima!" diyebilmiş. Anlamış Glima. Söylenmemiş bütün sözlerle sarılmışlar birbirlerine. Sağır ve dilsiz zamanlar bahara dönmüş. Ne zaman kışlansa yüreği o zaman onu düşünür onun adına yüzlerce anlam yüklermiş. "Glima ve Bilun olmaz." diyen duman sözlere


kapatmış kulağını. Anasının kulağına da gitmiş bu duman sözler. Anası almış onu karşısına üzüm karası saçlarını okşamış;" Su damlam benim, anla yavrum, olmaz bu iş. Hadi biz "Ha!" dedik, "tamam" dedik; dedik de bu sefer onlar demez güzel ceylanım. Bu sebeple kapıp koyverme kendini bu sevdaya. Glima'nın kendinden kaçtığını anladığında anasının sözlerini hatırlamış. Kışlarla dolaşmış güneşin alnında. Çaresiz dolanırken ortada Glima çıkıvermiş karşısına: "Senden vazgeçeceğimi nasıl düşünürsün? Patlasa da yer, gürlese de gök senden vazgeçmem. Yerle gök diyorlar bize. Bizim inancımız sevda. Onlar varsın başka şeylere inansınlar. Her şeyi yoluna koyacağım. Sadece inan bana!" "Ya bizimkiler?" "Kaçarız!"

demiş

sessizce,

incecik.

Glima

hiç

düşünmeden

"Kaçarız!" demiş o da; ama, "Sen benim diğer yarımsın, sen olmazsan diğer yarımla yaşayamam!" dememiş. Sonra günlerce haber alamamış ondan; ama sabırla beklemiş, Glima'sı bana inan dememiş mi? Bir gün; "Denize binip gittiler!" demiş birisi. O da gitmiş gidenlerle. O andan sonra Bilun için her şeyin adı hatırlamak ve unutmak olmuş. Bir yarısı onda kalmış, diğer yarısını aklında tutamamış. Ertesi günü can arkadaşı Armina çalmış kapısını. Bir kağıt uzatmış. Anlamış Glima'sından. Başını sallamış, okuyamam demiş. Armina okumaya başlamış. "Ay Parçam!" diye başlıyormuş. Ay Parçan kurban olsun sana demiş içinden. "Gitmek zorundayız; çaresizim ama bekle beni. Geleceğim seni almaya." diyormuş uğruna ölebileceği adam. Bekler tabii. Neden beklemesin, gökle yeri birleştirecekler. Bir düşünceyi bir düşünceye bağlama sevdası o zaman başlamış. Bir gün Armina'ya dönüp; “Gemileri rüzgar mı şişirir Armina?” Hiç gemi görmemiş Armina, ne diyeceğini bilememiş. Yine de başını sallamış. Keşke sallamasaymış. O andan sonra Bilun rüzgar kovalamaya başlamış. Rüzgara konuşup Glima'sını kendine getirmesi için yalvarıyormuş. Glima'nın gelmesi uzadıkça aklını da rüzgara emanet etmeye başlamış. Beklemiş Bilun, yılmadan, usanmadan beklemiş. Üç günlük denizi mekan tutmuş mekansız Bilun. Geçen her gemide Glima var sanıyormuş. Evlendirmek çare olur diye biriyle baş göz etmişler çaresiz Bilun'u. Adam, katlanmış onun bu haline, herhal sevmiş onu kendince. Birce eğlenceyi izleyen ninesine baktı. Bilun Kadın'ın güçsüz bedeni yorgun düşünce birbirlerine dayanarak döndüler evlerine. Yatırdı ninesini, dualar etti rüzgar çıkmasın diye. Sabah gün ağarmadan yola düştü. Vardı Nilüfer Hatun'un görkemli otağına. Bütün Bacılar uykularını sağaltamamış yüz ifadesiyle bakıyordu


etrafına. Nilüfer Hatun'un eteğini öpüp yerine geçerken ruh kurumasına uğramış bir yüz gördü onda da. Haberlerin kötü olduğunu anladı. Herkes tamamlanınca oturduğu yerde dikleşti: "Bursa koruması artık bizde değil Bacılarım. Bundan sonrasına sözüm geçmiyor. Siz yılmaz savaşçılar yuvalarınızı kuracakmışsınız. Kararlara itiraz istemiyorlar. Kadın düzeni bozmamalıymış!" Kişi tüketirmiş ya kendini, onları tüketen başkalarıydı. Homurtular yükseldi, itirazlar yükseldi. Ama Nilüfer Hatun çoktan gitmişti bile. Birce de eşyalarını toplayıp köyün yolunu tuttu. Ninesini merak ediyordu. Akşama doğru vardı kulübeye. Ninesini göremedi ne kapı önünde ne de kayaların orada. Hızla içeri girdi. Yaşlı kadını bıraktığı gibi yatakta buldu. Yemekten bir yudum bile yemediğini fark etti. Nefesini dinledi. Yok gibiydi. Belli belirsiz gözlerini açtı ninesi. "Gma…" ve "di" duydu sadece. Neler oldu diye inledi Birce. Neler olmamıştı ki… Bilun Kadın, Birce gider gitmez her zamanki yerini almıştı kapı önünde. Ardındaki denizi görür müyüm, diye baktığı dağın ardında dumandan başka bir şey göremedi. Üstelik bu duman kayalara kadar inmişti. Bilun Kadın hayra yormadı bunu. "Benim güzel Allah'ım sen koru bizi, salma üzerimize kurdu kuşu." deyip gezdi evin önünde bütün gün. Sis gittikçe kapladı her yeri. Sümbül sümbül döküldü zamanın içine. Döküldü de çocukluğundan beri dinlediği dağın bu halini aklını kokulardan alıp anlayamadı. Ondan yaşlı gözlerinin ona oyun oynadığını düşündü. Yaşlı bedeni dayanamadı bu yorgunluğa. Gözlerini kapattı usulca. Aklı ve içi kayarken derin bir boşlukta, bir uğultuyla kendine geldi. Eskimiş gözlerini açtı. Yer ve gök birleşmiş gibiydi. Yüzleri olmayan insanlar gibi öfkeyle baktı. Sisi savurdu şöyle bir eliyle. Ama sis gitmedi hiçbir yere. Öfkesine bir ses karıştı. Öfkeyi ayırıp sesi dinledi. "Bilun…!" diyordu bir ses. Bu, o olamaz, dedi kendine. Son günlerde hayal görüleri artmıştı. Glima çoğu geceler ayak ucuna gelip oturuyordu. "Bilun!" dedi yine ses. Emin oldu bu kez. Glima'ydı bu. Birden ağrıları dindi, kan çekilmeleri durdu. Bir sancı geçti yüreğinden. Göğsüne koyduğu eliyle Glima'sız geçen yılları saydı. Bir sancı daha geçti. Hayır sancı değil, bir rüzgar bir hava… Ne olduğuna karar veremeden başı yana düşerken yaşlı yüreği yine kuşlanacak gücü buldu. "Glima!" dedi. "Biliyordum geleceğini!" "Çok beklettim ay parçam ne olur affet beni." Ses suret olunca konuşamadı Bilun Kadın. "Hiç değişmemişsin, aynısın, aklımı başımdan alansın..." diyemedi. Uzattı elini. İşte eli elindeydi. Elleriyle açtılar sisi. Sis alıp başını gitti. Aralanan yerden torununu gördü. Sevindi. Gitmeden görmek istediği tek kişiydi. Başı yana düşerken gülümsüyordu.

Şükran Engin Atmaca


Evimdeki Hazine Büyüklerimizin sözlerini ne kadar da az dinliyor, ne kadar söylenenleri kulak ardı ediyoruz değil mi? Onlar ki bizden önce görmüş, aynı yollardan geçmiş deneyimli kişiler. Ve onları her umursamamadığımızda, sürekli keşkeler girer hayatımıza… Camın önüne oturmuş, bir bardak kahvemi yudumlarken öylece yaprakların kımıldamasını izliyordum. Derin düşüncelere dalmışken ani bir gök gürlemesiyle irkildim. Babaannemin sözleri geldi aklıma. Sabahları kahvesini beklerken nasihatler dökülürdü tatlı dilinden. Her zaman anardım ama bugün bir farklı dokundu yüreğime. Bazen hayat durduk yere zor ve ağır gelir ya, öyle günlerden bir gündü. Çok sıkıldığımı söylemiştim. Yüzünde hafif bir gülümseme beliriverdi. Ve "Evinizde altın top, hareketli hazine eksik" dedi. Beraber gülerken sıcak bir ortam hâl aldı.

Evimdeki hazineyi önemser, dualarında anar ve mutluluk için gerekli olduğunun üzerinde dururdu. Ne güzel ve tarif edilemez bir duyguymuş annelik. Kendinden bir parça için, her şeyi yapabilecek güçte hissediyor insan kendini o an. Benimle büyüyen, koşuşturan, eğlenen, bir gülüşüne hayran olduğum altın toplarım vardı. Artık kimseye ihtiyaç yoktu. Derdime derman olan evimdeki hazine, gönlümdeki hayat, güler yüzlü çocuklarım.

Münevver Şehitoğlu


Aşkın Siyasetinde İktidar, Güçlü Kadınlar Nasıl ki her bilim dalının temel ve değişmez ana kuralları ve kuramları varsa, günümüz göstermektedir ki bu kurallar aşkta da vardır. Aşk; insanoğlunun yaratıldığı günden itibaren en karmaşık, en akıl almaz ve en çok tartışılan; üstüne tonlarca kitap yazılan, zamana meydan okuyan ve asla değişmeyecek olan problemidir. Aşk; erkekler tarafından ve kadınlar tarafından olmak üzere ikiye ayrılır. Erkeklerin doğasında avlanmaya, şiddete, savaşa karşı eğilim ve istek vardır. Günümüz koşullarında bunu gizlemeyi öğrenmişlerdir. Avlanma, şiddet ve savaş isteği dürtülerini tamamı ile yok edemedikleri için bunu aşk üzerinden sürdürmeye ve yetinmeye çalışırlar. Şehirlerde profesyonel olarak avlanamayacakları için, kadınları birer av olarak algılarlar. Onlar ellerinde temsili silahlarıyla hep kadınların peşinden koşacaklar, kadınlar ise asla yakalanmayacak; eğer yakalanırlarsa avcılık oyunu bitecek ve avcı yeni bir ava yönelecektir. Yani kadınlara aşkın siyasetinde düşen rol ’asla dürüst olma!’dır. Kadın nasıl dürüst olur ve nasıl kaybeder? Kadın bir müddet sonra yorulur, ve avcıya beyaz bayrak sallar. "Ben de senden hoşlanıyorum." "Seni Seviyorum.", "Sana Aşığım." "Bana zaman ayırmanı istiyorum." Eğer bu cümlelerden herhangi birini kurduysanız yanlışlıkla, artık bir bardak soğuk su içebilirsiniz. Avcı istediğini aldı, artık siz de uzun bekleyiş sonucu oltaya takılan bir balıksınız, sizin için daha fazla zaman harcamasına ya da emek vermesine gerek yok. O oltayı tekrar denize sallar, sizse arkasındaki kovada zıplar durursunuz son nefesinizi verene kadar. Bunun sonu yoktur, başı da yoktur. Aşkın değişmez ve değiştirilemez ilk maddesidir. Peşinden gelmesini istiyorsan kaçacaksın…


Kadınlar tarafından aşk ise; daha da karmaşıktır. Kadın sevgi ister, emek ister, ilgi ister, güzel sözler ister.. Avcı; takipte olduğu müddetçe tüm ilgisini, öldürücü cümlelerini sadece ona yöneltir. Kadın istediklerini aldıkça sever, sevdikçe teslim olur. Sonra avcı yine yeni avlara doğru yelken açar. Bu sebeple erkekler asla onları gerçekten sevenler kadınlarla birlikte olamazlar. Kadınlar; sevmediği erkeği umursamaz, cevap vermez, ne yaparsa yapsın önem arz etmez; erkek iç güdüleri sebebi ile o kadının peşinden gider. Şunu unutarak; O kadın sana beyaz bayrak sallamıyordur çünkü o bayrak başka bir erkeğe karşı dalgalanmaktadır. O erkekte, kuvvetle muhtemel, peşinden koştuğun kadının senden kaçtığı gibi, o kadından kaçmaktadır. Kadın genellikle ilgiye muhtaç, duygusal yapısından dolayı, kaçan erkekten ümidini keser ve sana gelir. Sen de zoru başardım sanırsın ki başkasının kolayı olduğunu bilmeden. Bir de av değil de avcı olan kadınlar vardır. O kadın seçilmez, seçer. O kadın aşık olmaz, hayran olur. O kadın senin zeka seviyeni ölçer, onun için önemli olan senin başarıların ve dik duruşundur. Hayranlık, zamanla aşka döner. O kadının karşısında direnemezsin. Çünkü o kadın istediğini er ya da geç mutlaka almıştır. O kadın güçlü bir kadındır. O kadının; senin parana, soyadına, çocuğuna ihtiyacı yoktur. Karşılıksız olarak durur yanında, sen onun yanında durmasını beceremesen bile gitmez. Güçlüdür çünkü pes etmez. Ağlamaz, üzülmez, hayata küsmez. Bekler ve ona ait olanı alır. Unutma; güçlü kadın sana zihinsel olarak meydan okur, senden daha cesurdur. Ve sana gelene kadar her istediğini mutlaka almış, beğenmediğini ise geri iade etmesini bilmiştir. Dediğim gibi, kadınlar karmaşıktır, yani anlamaya çalışma. Hani meşhur bir söz var ya "sevmek adama yakışır, aşık olmak kadına" kadın sana cesurca aşığım diyor, kaçmıyor, kovalanmak istemiyorsa o kadını kaçırma. Sen de adam gibi sev gitsin..

Halime Erdoğan


Yürek Döküntüleri '03 Şehir Boş Sokaklar bomboş Kaldırımlarda yılgınlığın kara rengi Ne gelen var ne giden... Ölümün soğuk yüzü gibi Soluk soluksuz renksiz Buz kesmiş şehir... Kullanılmaktan eskimiş binalar, Ayyaş bir nara uzakta Üç beş loş ışık odalarda Yaşam yok bu şehirde... Gecenin ayazı vuruyor yüzüme, Ağaçlar yorgun sallanıyor, Bir o yana bir bu yana... Sessizliğin çığlığı vuruyor dört bir yana... Susuz kalmış doğa, Rengi solmuş her şeyin Yaşam yok bu şehirde Yaşanası güzellikler, Yitirmiş umutlarını, öfkeli bulutlar sarmış gökyüzünü Deli fırtınalara gebe yer gök Yaşam yok bu şehirde...

Serap Sütcü

Yürek Döküntüleri '04 Söversin Boğazına kadar saplanırsın Gecenin çirkef karasına Düğümler atar tek tek Çıkmaz sokaklara dönersin Yalnızlığın sinsice girer koynuna Arsızca fısıldar kulağına Günden kalan fahişe sözcükleri


Bozar gecenin bekaretini Düşlerin sokağa dökülür En çıkmazlarda bin kez daha kanarsın Fırlatılmış bir paçavraya döner Yitirirsin tüm umutlarını Sonra umutsuzca Yaşama eyvallah çekersin Gün hiç doğmasın diye Yıldızları ceplerine gizlersin... Döner kahpeliğine dünyanın Bin kez daha söver söver, söversin...

Serap Sütcü

4. Boyut Bildiğiniz gibi üç boyutlu bir evrende yaşamaktayız. Bu boyutlar; en/boy, derinlik ve yüksekliktir. Şimdi bir anlığına iki boyutlu bir evrende olduğumuzu varsayalım. Yani eski video oyunlarındaki gibi bir durum söz konusu olsun. Bunu lütfen gözünüzde canlandırmaya çalışın. Etrafınızda kareler, dikdörtgenler, üçgen gibi şekiller geziyor. Çünkü yükseklik boyutumuz yok. İki dikdörtgenin karşı karşıya geldiğini düşünün. Gözünüzün önüne getirmeye çalışın. İkisi de birbirlerini görebiliyor, konuşabiliyor, anlaşabiliyorlar ancak birbirlerini yukarıdan göremedikleri için şekillerinin neye benzediğini bilemiyorlar. Bu dikdörtgenlerden birini üç boyutlu bir cisim gelip yukarıya kaldırsa, bu dikdörtgen diğerinin yani aşağıda kalanın şeklini hatta içini bile görebilecek. Boyutu eksik olduğu halde her şeyi görebilecek. Daha sonra tekrar aşağıya indiğinde diğerinin yanına gittiğinde çok farklı şeyler gördüğünü ve bildiğini anlatmak isteyecektir. Ancak karşı taraf ona ne gördüğünü, neyi bildiğini sorduğunda kesinlikle anlatamayacaktır çünkü maalesef yukarıyı gösterecek bir parmağı bile bulunmamaktadır. Gördüğü, çok iyi bildiği halde iki boyutlu olduğundan anlatamamaktadır. Üç boyutlu bir cismi bir ışığa tuttuğunuzda gölgesi oluşacaktır ve bu gölge iki boyutlu olacaktır. Yani iki boyut üç boyutlu evrenin yansıması olarak kabul edilmektedir. İşte biz üç boyutlu evrende yaşayanlar da


aslında dördüncü boyutun birer yansıması, birer gölgesiyiz. Bunu şöyle açıklayabiliriz; 3 boyutun altında kalan boyutları görebiliyoruz, tanımlayabiliyoruz ancak 3 boyutun üzerindeki boyutları tanımlama yetimiz yok, bu 4 duvardan oluşan odamızın dışında olan bir nesneyi göremememize benziyor. Biz 4. boyutun yansıması isek 4. boyut yansımasını yani bizi görüp tanımlayabilmekte ancak biz yansıdığımız 4. boyutu tanımlayamamaktayız. Algılayabildiğimiz nesneler ve uzay 3 boyutludur. En boy ve yükseklik kavramlarını algılayabilecek bir 3 boyutlu bakışa sahibiz ancak bu bizim ‘algılayabildiğimiz’, içinde yer aldığımız boyutudur. Görsel zekamız ve beynimiz 3 boyuta göre şekillenmiştir. Dördüncü boyutu algılama olanağımız bulunmuyor daha doğrusu bu algının tam tanımı beynimize kodlanmış değil. Bilim adamları bu konu hakkında Minkowski ve Euclidiean geometri anlayışları farklı teoriler öne sürmektedir. Zamanın içinde bulunan kavramları mesela paralel evreni de işin içine sokacak olursak aslında algılayamadığımız ancak var olan başka boyutlarla birlikte; şuan varsayım olan 10 kadar boyut mevcut. (Euclidiean teorisine göre, bildiğimiz uzay, x,y,z koordinatlarının yanı-sıra beynimizin algılayamadığı 4-5 hatta 10 boyut vardır.) Minkowski mantığı ise bildiğimiz x, y, z'nin yanında 4. boyut olarak "zaman" kavramının bulunduğunu belirtiyor. 4. boyut kavramı için, Einstein'in "zaman" kavramı ele alınıyor. Yani, üç fiziksel boyut 'en, boy, yüksekli' ve zaman. 4. BoyutZaman kavramınında kendi içinde x, y’ye hatta bir de z'ye (paralel boyut) sahip olduğu düşünceleri göz önünde bulundurulunca; aslında dördüncü bir boyutun varlığını istersek izafiyet teorisi, paralel evren, kara delik, ışık hızı veya bütünüyle uzayın tamamı kavramlarından herhangi birini kullanarak açıklayabiliyoruz.

matematiksel

yönden


Zaman boyutu haricindeki dördüncü "fiziksel" boyutun ilk defa 1888 yılında Charles Howard Hinton tarafından türetildiğine inanılıyor. Bilim insanları bu dört boyutlu yapıya tesseract (Yunanca tesseres aktines = dört ışın) ya da tetraküp (HYPER CUBE de denmekte) ismini vermişler ve bizim görsel biçimde algılayacağımız boyuta getirmeye çalışmışlar. Tesseract 4 boyutlu bir küptür. Teorik olarak bakıldığında bütün kenarları arasındaki açı 90 derece olan, bütün ayrıtları ve yüzey alanları eşit olan, bir köşesinden birbirine dik dört ayrıtın çıktığı, dört boyutlu küptür. Tesseract'ta 8 küp, 24 kare, 32 kenar ve 16 köşe oluşur. (Küp için de küp olarak tanımlayabiliriz.)

Bu iç içe geçmiş iki küp baktığınızda sanki birbirlerinin içinden geçiyormuş gibi görülebilir. Fakat gördüğünüz kare yüzeyler 4 boyutlu bir evrende gerçekte eğilip, uzayıp, kısalmıyor. Buradaki küçülme ve deformasyon, bu dört boyutu bizim üç boyutlu dünyamızda görselleştirebilme şeklimiz. Biraz daha dikkatli incelediğinizde 4. boyutu fark edebilirsiniz. Eğer fark edemediyseniz önemli değil çünkü insan beyni bunun için tasarlanmadı. Burada işin içine biraz soyutluk ve perspektif giriyor. Algılarımız bu boyutu farklı algılayabilir. Hangi küp hangi küpün içinden geçiyor diye soracak olsak farklı cevaplarla karşılaşabiliriz. (Konuyla ilgili farklı bakış açısına sahip kaynak arayışında olanlar için bkz."12. Gezegen"). Belki 4. boyut zaman kavramının dahil edildiği bir boyut olarak zamanlar arası geçiş ya da paralel evrenin sırlarını bizlere verebilecek olan bir boyuttur.

Nilgün Hepyalçın


Bir Tutam Yaşam Her hafta sonu olduğu gibi, bu Cumartesi de spikerlik ve sunuculuk eğitimim için iletişim bilimleri akademisine geldim. Bir klasik haline gelen derse geç kalma alışkanlığım, bu hafta da bozulmamıştı. Kapıyı çaldım, içeri girdim. Tek eksik olan bendeniz de, kendime ayrılan sıraya geçtikten sonra sınıf yerli yerinde gözüküyordu. Bu hafta bize eğitim verecek olan, özel bir haber kanalının özel bir haber spikeri Ayhan Ayhanoğlu, derse başlamış, sınıfa; ses, nefes, diyafram üçlüsünü anlatıyor ve kendisinin, şu an duymakta olduğumuz özel ses tonuna nasıl sahip olduğunu anlamamızı istiyor, anladığımızı beyin kıvrımlarımıza iyice yerleştirmek adına da, kendi sunduğu haber bültenlerini izletiyordu. Bir taraftan hocamızın ender bulunan, özel ve etkileyici sesini haber sunmada nasıl kullandığını dinlerken, bir taraftan da prompterdan sunacağımız haberleri okumaya çalışıyorduk. Sıra bana geldi, kameralar ve prompter beni her zaman heyecanlandırır, ellerimi titretir hatta yanaklarımın al al olmasına sebep olurdu. Ben yine stüdyo duygularımın esiri olmuş halde haberleri okumaya başladım. Henüz beş dakika olmuştu ki; boğazımda bir şey birikiyor, sesimi çatallaştırıyor ve oradan temizlenmesi gerektiğini hissettiriyordu. İki seçeneğim vardı, ya hırıltılı ve homurtulu bir ses ile haberleri sunacaktım ya da her ne kadar etik olmasa da acayip sesler çıkartarak ‘ıhı ıhı, öhö öhö, hımmm’ boğazımda, ses tellerimde biriken o şeyden kurtulacaktım. İkinciyi tercih ettim ve boğazımı temizleyerek haberleri okudum, ardından da stüdyodan çıktım. Sınıfa geri girdiğimde, hocam tek bir soru sordu: ‘Sigara kullanıyor musun?’. Evet sigara kullanıyordum. Boğazımda her zaman ince bir ağrı olur ve belli aralıklarla ‘öhö öhö’ diyerek gırtlağımdaki mukusu temizleme gereksinimi hissederdim. Bu ağrı bazı zamanlar kulaklarıma da yansır, bademciklerim yanarken kulaklarımda bir uğuldama meydana gelirdi. Çevremden bir çok insanın bademciklerini aldırdığını bilir, benimse hala olduğu yerde duran bademciklerimin, varlığını bana hissettirme çabasında olduğunu düşünürdüm. Dersin bitiminde hocamız sınıftan üç kişinin ismini söyledi ve ‘mezun olduğunuzda beni arayın, özgeçmişlerinizi bana yollayın, ben İstanbul’da bir kanalda iş bulmanızı sağlayacağım.’ dedi. Söylenen üç isim arasında benim ismim yoktu.


Zaten kişisel olarak sahip olduğum nevrotik eğilimler gösteren ruh halim, benliğim bu durumdan çok yaralandı. Hani insanın inançları bir anda yıkılır ya, bir anda dünyası kararır öyle bir durumdaydım. Öfkeliydim. Sadece kime öfke duyacağımı kestiremiyordum. İsmimi söylemediği için hocaya mı öfkelenmeliydim? Benden daha iyi olduklarını öğrendiğim sınıf arkadaşlarıma mı öfkelenmeliydim? Yoksa bugüne kadar sigara içtiğim, boğazımdaki yanmayı, biriken mukusu, kulaklarımdaki ağrıyı, uğultuyu önemsemediğim için kendime mi? İki günüm o üç arkadaşıma karşı beslediğim fesatlık duygusu ile geçti. Sonraki günlerim ise ses, kulak, burun, boğazı araştırarak. Hayatı boyunca hiç hastaneye gitmemiş biriyim desem abartılı olur lakin, doğumumu ve bileğimin kırılmasını saymazsam eğer, gerçekten de hiç hastaneye gitmemiş biriydim. Yine kendim araştırmaya başladım. (Bal boğazı temizler, sabahları çiğ bıldırcın yumurtası içiniz, acı yiyiniz, soğuk ve asitli içecekler tüketmeyiniz, sigarayı bırakınız) Hepsini yaptım, sadece sigarayı bırakamadım. İki gün içmiyor üçüncü gün beş ya da on tane içiyor ve yine eskiye dönüyordum. Günlerim başarısız sigara bırakma deneyimleri ile geçiyordu lakin geçmeyen tek şey boğazımdaki ağrı ve temizlenme ihtiyacıydı. Gecenin bir yarısı yatağıma uzanmış, boğaz problemlerini inceliyorken takıldım gırtlak kanserine. Olabilir miydi? Tabi ki olabilirdi, çünkü tüm hastalıklar insanlar içindi. Sabaha kadar korkudan uyuyamadım ve günün ağarmasıyla birlikte kendimi hastaneye attım. Kulak burun boğaz uzmanı ‘şikayetiniz nedir?’ diye sordu ve beynimi yiyip bitiren o kuşkumu dile getirdim: - Gırtlak kanseri olabileceğimden şüpheleniyorum. Doktor ilk önce ağzımı açmamı istedi, ‘hayır’ desin diye dua ediyordum içimden, ‘onu da nereden çıkarttın’ desin istiyordum. O ise; - Yutkunurken zorluk çekiyor musun? diye sordu, Evet çekiyordum, boğazımda bademcik şişmesi sandığım bir şişlik vardı ve o acıyor sanıyordum, sigara içtiğim için nefes kokumun farkına varmamıştım hiç, kulaklarım ağrıyordu, özellikle geceleri nefes alıp verirken hırıltımı duyuyordum. İki gün sonra hastaneye tekrar gittiğimde dünya artık aynı renk değildi benim için, bildiğim tüm kavramlar birer dominoya dönüşmüştü, hepsi yıkılıyordu, yıkılırken beynimi sarsıyor ve beni de yıkıyordu. Kanser olduğum gerçeği ile yüzleşmek ya da bu gerçeği kabul etmek, yaşantım boyunca husumette olduğum her şeye son vermişti. Ne birilerine duyduğum kıskançlık, ne özlem, ne kin ne nefret, ne de aşk vardı içimde.


Hepsi değersizdi. Bugüne dek değer verdiğim, inandığım, uğruna mücadele ettiğim her şey bir anda birer hiçe dönüşmüştü. Bir olgunun, bir saniye öncesinde her şeyken bir saniye sonrasında bir hiç olması nasıl bir çelişkiydi? Dünya ya da yaşam ne tezattı. Hastalık ve ölüm bana ne uzaktı? Acı hissim de yoktu, sadece kocaman bir boşluk vardı, kocaman ve siyah. Ben o karanlık, o simsiyah boşlukta sürekli aşağıya doğru düşüyordum ve sonu yoktu, belki de sonu ölümdü ya da düşen bedenim değil de zihnimdi, tutunduğu her şeyin bir hiç olduğunu anlayan ve yaşamak için tüm tutundukları bir anda elinin altından kayan zihnimin düşmekten başka yapacağı ne kalmıştı? Kötü haberlerin ardı arkası kesilmiyordu, gırtlağımda oluşan tümör polipler ya da nodüller türü olan iyi huylulardan değildi. Yani hücre yenilenmesi sırasında yok olmayarak biriken lanet olası hücreler gırtlağımdan alınsa da yerine yenileri birikecekti. Boğazıma sokulan isminin laringoskopi olduğu söylenen ve onunla alınan biyopsi sonucundan kötü huylu tümörlerimin haberi gelmişti. Çocukluğumdan itibaren yapmak istediğim meslek spikerlik artık hayal olmuştu, okulu bıraktım, arkadaşlarımla görüşmeyi tamamen kestim. Bana ulaşamamaları için tüm sosyal medya hesaplarımı kapattım, telefonumu kırdım attım. Onlarla görüşmek, medya sektöründe ilerlediklerini görmek bana ızdırap verecekti. Bırakın arkadaşlarımı, ailemin bile yanımda olmak, beni mutlu etmek için yaptığı hareketler yapmacık gelmeye başladı. Kimseye, en çok da kendime tahammülüm kalmamıştı. Yataktan hiç çıkmıyor, kimseyle konuşmuyor, sadece ağlıyordum. Psikolojik destek almam aileme tek kurtuluş yolu gibi gözüküyordu, bense ısrarla reddediyordum. Hayatım mahvolmuştu, hayallerim yıkılmıştı, tüm gelecek planlarım bir anda hiçbir şey söylenmeden elimden alınmıştı, psikologun ya da psikiyatrın söyleyecekleri, elimden alınanları geri vermeyecekti, kimsenin en çok da Polyanna gibi sürekli gülümseyen ruh doktorlarının telkinine ihtiyacım yoktu. Ameliyat olmayacağımı öğrendim, radyasyon terapisi ve kemoterapi birlikte uygulanarak tedavi edilecekmişim. Ameliyat olmayacağıma sevinmeli miydim? Şimdi benimde saçlarım, kaşlarım hatta kirpiklerim mi dökülecekti? Tedavi olmak istemiyordum, artık tek bir isteğim kalmıştı bu hayattan, ölmek. Kimseyle konuşmadığım ve yataktan çıkmadığım için düşünmekten başka çarem yoktu, her şeyi düşünüyordum. Milyarlarca


sigara kullanan, alkol tüketen insan varken neden benim başıma gelmişti? ‘Neden’ ile başlayan sorular çok fazla, cevabı ise yok denecek azdı. Tedavim başladığında düşündüğüm tek şey saçlarımdı, her gün aynanın karşısına geçiyor dip boyası gelmiş saçlarıma bakıyordum. Keşke diyordum, keşke dökülmeseler ve ben onları hiç boyatmasam. Ne kadar da güzelmiş aslında kendi rengi. Kirpiklerim mesela, hayatımın sonuna kadar bir daha hiç maskara kullanmasam ama kirpiklerim kalsa yerinde, böyle olduğu gibi, daha fazlasını istemiyorum artık hiçbir şeyin lakin elimdekiler kalsın bana. Kendime acımak, saçlarıma dokunmak ve ağlamak, onların her bir telini ayrı ayrı sevmek ve ağlamak. Kanser tedavimi yürüten doktorumun ısrarı üzerine psikolojik destek almaya başladım, kanserimin yanı sıra histrionik kişilik bozukluğum olduğunu da öğrendim. Tedavim sırasında kendime sorduğum birçok ‘nedenin’ cevabını da doktorumun verdiği bir örnekte buldum; ‘Bir otobüs düşün, içi insan dolu ve o otobüs büyük bir kaza yapsın. Kazadan sonra otobüs yolcularından bir kısmında otobüs fobisi meydana gelir, bir daha otobüse binemez ve otobüs gördükleri yerde paniğe kapılır. Diğer bir kısmı ise gündelik yaşantısına devam eder.’ Hayat bir otobüs, doğan her bebek o otobüsün yolcusu oluyor, otobüs belki defalarca kaza yapacak, belki direksiyonda ben, belki sen olacaksın. Belki kendi hatan sonucu, belki başka bir şoförün hatasından kaynaklı, belki yollardan, belki de hava şartlarından defalarca kaza yapacaksın. Önemli olan kazadan sonra otobüsten inip, köşene çekilerek hayat yolculuğuna son mu vereceksin yoksa tekrar o otobüse binerek, yeni kazalara hazırlıklı olarak, hayat denilen bu yolda mücadele mi edeceksin? Ben mücadele etmeyi seçtim. Kanser olmayabilirdim ama oldum, benim otobüsüm bana bunu getirdi. Kolum da kopabilirdi, bacaklarım tutmayabilirdi ya da kör de olabilirdim, ben kanser oldum. Önce ne olduğumu kabullenerek isminden korkmamaya, olduğum o şeyi, kanseri yüksek sesle söylemeyi başardım. Ardından dökülen kaşlarımın yerine dövme yaptırdım, eskisinden çok daha güzel olmuşlardı. Kirpiklerimin dökülerek boş bıraktığı yeri takmaları doldurmuştu, üstelik maskara sürme derdim de yoktu. Saçlarım içinse bir peruk satın aldım. Tedavim başlamadan önce elli dokuz kiloydum, şimdi ise kırk sekiz kiloya düşmüştüm, yani kanser beni sıfır bedene indirmişti. Aynaya bakmaktan korkmuyordum artık, aynaya baktığımda mutlu oluyordum. Göz bebeklerimdeki korku silinmiş yerine savaşçı bir kadının cesareti gelmişti. Hayatımın sonuna kadar belki defalarca ameliyat olacaktım, belki hiç konuşamayacaktım, belki de


boğazımda bir makine ile homurtudan ibaret olan bir sesim olacaktı ama ben tüm bunlarla başarılı olacaktım. Konuşmak üzerine seçtiğim meslekle vedalaştım ve yazmaya başladım. İstediğim, arzuladığım insanlara bir şeyler aktarmaktı ve iletişimin tek yolu konuşmak değildi. Haberleri sunan olamayacaktım belki ama yazan olabilirdim. Okumak için, ses tellerine ihtiyacım yoktu. Okudum ve okudukça biriktirdiklerim kafamdan taşarak, sayfaları doldurmaya başladı. O sayfaları internet gazetelerine gönderdim. O gazetelerde köşe yazmaya başladım. Ardından sokaklara çıkmaya, kendi haberimi kendim yapmaya başladım. Arkadaşlarımla buluşup sessiz sinema oynamaya bile başladım. Hayat güzeldi ve her koşulda yaşamaya değerdi. Kanser benden sesimi aldı fakat onun yerine aileme iki tane, hayatıma ışık tutan insan kattı. Hem kanserimi tedavi eden doktor, hem de ruhumu tedavi eden doktor. Ya da başka bir deyişle, bana ikinci yaşamı sunan, değerini bildiğim ve anlayabildiğim bir hayat yaşamayı öğreten, bazen arkadaşım, bazen ebeveynim, bazen doktorum olan bu iki adam bana yeni bir hayat armağan etti. Yaşamayı öğrendim, affetmeyi öğrendim, sevmeyi öğrendim ama herkes gibi değil. Hani bir şeyin değerini onu kaybedince anlar ya insanoğlu, işte öyle. Önce kaybettim, değerini öğrendim ve yeniden sahip oldum. Şimdi o değerle yaşıyorum.

Halime Erdoğan

Yürek Döküntüleri '05 Sürgün Şimdi kaç cümle yarım kaldı kimbilir Kaç yürek yurtsuz kaldı Yaz hep umut etti kavuşacağını kışa Baharlar sonbahara Söz bitti... Yağmur ağladı kaç kez Kaç kez üşüdü kimbilir güneş Kış ayazını beklerken...


Çarmıha gerilmiş kaç beden kan revan Kelepçede kaç bilek sabahın ayazında Kaç deli yürek vurdu kimbilir Alnının ortasından sevdiğini Şah damarını kesti belki Ve kaç sürgün hasret çekti Son kadehini kaç kişi kaldırdı kimbilir Küfürler savurarak can yoldaşına Kaç kişi yüklendi En ağır yükünü bir hışımla Ve darağacına kimleri astı En son kanadı kırık Küçük serçe... Son ezgisini kime söyledi dersin Bağrı yanık ozan Ve şair en son şiirini Hangi sevdalısına KARALADI...

Serap Sütcü

Yürek Döküntüleri '06 Dizelere sığınan Üç beş mülteci yüreğiz Şimdi bir çırpıda okusak Sınır dışı edileceğiz Satır aralarında nefeslenip Her cümlede gizleneceğiz Şairin sözlerini beynimize kazıyıp Şiirdeki kahramana bürüneceğiz Sonrasında kimbilir kaç şiirden kovulup Ve kaç şairin yürek döküntüsünü Kendi duygularımız belleyeceğiz Olmadık bir anda Gelip yabancı bir dizede Hüznümüzü tazeleyeceğiz Sürgünüz... Umutta, yürekte, düşte, şiirde, yaşamda Sürgünüz...

Serap Sütcü


Sahnedeki İlk Alkış Alkışla hayatını Çünkü o seni yönledirdi Bu zamana kadar Alkışla kalbini Çünkü onun sayesinde sevdin Yeni insanlar kazandırdın hayatına Alkışla aklını Çünkü o seni bilgilendirdi Seni tanıttı etrafa Arkana dön kısa bir an Geçmişini alkışla Çünkü o seni bu zamana getirdi Aynadaki seni alkışla Çünkü o sen, seni yarattığın için alkışla Ve bu alkışları, sen olduğun müddetçe Ayakta tut ve bırak sonunda Başkaları seni alkışlasın…

Selin Sabcıoğlu

Yürek Döküntüleri '07 Kaldırım taşlarında ayak izlerim kaldı biraz Biraz kentin duvarlarında gölgem Serseri naralarda saklı kaldı sesim Deniz koyverdiğim kayıklarda gizli dileğim Bir kuşun kanadına takıldı umudum Bir ağacın gölgesinde uzanmış bedenim kaldı Ne var ne yoksa hepsi bulutlarda yıkandı Ne hüzün ne keder kalmadı geriye Ruhumu uçurdum geceden yeni doğacak güne Arındım yıkandım yeni günahlara kucak açtım yeniden


Ay beni bekler doğan gün de bekler belki de Durmak yok, yeni izler bırakmalı bıkmadan sezsizce

Serap Sütcü

Tuz Kokarsa Mesleğinde oldukça tecrübeli ve işini iyi yapan bir hekimdi. Uzmanlık eğitimi için gittiği Almanya’nın Hannover şehrinde oldukça büyük bir klinikte çalışmış, özellikle komplike kanser ameliyatları konusunda uzmanlaşmış ve yıllar sonra kendi insanlarına hizmet verebilmek için hevesle ülkesine dönmüştü. Şimdi bir devlet hastanesinde çalışıyor, yurtdışında edindiği deneyimleri ile hastalarına yararlı olmak için çırpınıyordu. Yaşamı hastane ile evi arasında geçiyordu. Günlük iş yoğunluğundan pek kendine ayıracak zamanı olmasa da, o hiç bundan yakınmazdı. Karısı halim selim kendi halinde bir kadındı. Aslında üniversite mezunu idi ama eşinin peşinde oradan oraya dolaşmaktan bir türlü mesleğini yapma fırsatı bulamamış, sonraları kendini tamamen kızını büyütmeye verince, sonunda ev hanımı olup çıkmıştı. Gerçi artık kızı büyümüş ve şimdi bir büyük şehirde üniversitede okumaktaydı ama o artık mesleğinden iyice kopmuştu. Eşi söylemese son zamanlarda sesinde bir tuhaflık olduğunu hiç fark etmeyecekti. Aslına bakarsanız eşinin, sesinin kalınlaştığını söylemesini de hiç ciddiye almamıştı. "Uzun yıllar sigara içenlerde ses zaten biraz kalınlaşır" diye geçiştirdi. Sigara deyince bir an çocukluk yılları gözlerinin önünden geçti. Doğup, büyüdüğü ve ortaokulu bitirdiği o küçük Anadolu kasabasında tek sosyal etkinlik kahvehaneye gitmekti. Tabii bir hafta, on gün hep aynı filmin oynadığı, kasabanın tek sinemasını saymazsak. İşte sigaraya çocuk yaşında o kahvehanelerde başlamıştı. Ortaokulu bitirdiğinde 14 yaşında ufak tefek, çelimsiz bir veletti. Okul arkadaşlarının çoğu ondan bir iki yaş daha büyük oldukları için daha boylu posluydular. İşte bu yüzden arkadaşları kahvelere kolaylıkla girebilirken, onu küçük olduğu için almıyorlardı. Bütün arkadaşları caka satarak kahvelere girip çıkarken, dışarıda kalmak, öyle kabul edilebilecek bir şey miydi? O zaman bir an önce, evet evet bir an önce büyümesi gerekirdi! Hemen büyüyüvermenin en kestirme yolu ne olabilirdi?


Kahveye kimler giderdi? Tabii ki büyükler giderdi. Peki büyükler ne yapar? Sigara içer. O zaman bir an önce büyümenin en kestirme yolu da, derhal sigaraya başlamak olmalıydı! Nitekim öyle de oldu. İşte böyle başlamıştı o küçücük ciğerlerine duman doldurmaya. Daha da kötüsü o gün bugündür hiç ara vermemişti. Bir gün hastanede öğle yemeği sonrası, keyif kahvelerini içerken, Dr. Oğuz "Ağabey sesinizde son zamanlarda bir çatlaklık var galiba" dedi. "Bilmem öyle midir" anlamında dudaklarını büzdü, kaşlarını kaldırıp, "Geçen gün Nazan da öyle söylüyordu" dedi. Dr. Oğuz aynı klinikte birlikte çalıştıkları, güvendiği bir meslektaşıydı. "Yahu Oğuz bir türlü bırakamadık şu meredi" dedi, sonra elindeki sigarayı işaret ederek "Aleme verir talkını kendi yutar salkımı" diye güldü. Birkaç gün sonra Dr. Oğuz dayanamayıp "Abi şu sizin gırtlağa bir baksaydık" diye bastırınca, hiçbir şey söylemeden, "Bu da nereden çıktı" dercesine ellerini iki yana açtı. Ama Dr. Oğuz kararlıydı. "Senden kurtuluş yok" diyerek koltuğa oturdu. Dr. Oğuz, alışkın hareketlerle hastasının dilini tutup, endoskopu ağzına soktu, gırtlağı dikkatle gözden geçirdi. Sonra bir kez daha denedi. Birden Oğuz’un yüz hatları değişti ama bir şey söylemedi. - Hayrola Oğuzcuğum? - Şey, sanırım sol kord vokalde bir lezyon var. Lezyon.. Lezyon.. Bu sözcüğü kendi hastaları için kim bilir kaç bin kez kullanmıştı. O çok sıradan olan bu sözcük şimdi çok farklı bir anlam yüklüydü ve kocaman bir kürenin içinde zıplaya zıplaya duvarlara çarpıp dönen, sonra yine çarpan bir top gibi, beyninde yankılanıyordu: Lezyon.. Lezyon.. Dr. Oğuz bir bahane bulup, suçlu gibi odadan ayrıldı. Zaten mesai de bitmişti. Eve gittiğinde önce bundan Nazan’a hiç söz etmemeyi düşündü, onu da telaşa vermemeliydi. Ne var ki bu imkansızdı, çünkü duygularını hiç saklayamayan biriydi ve yüzü adeta ruhunun haritası gibiydi, bugüne kadar Nazan’dan hiçbir şeyi saklamamıştı. Eşine lafı hiç uzatmadan "Ses tellerimde bir şey varmış, onun için son zamanlarda sesim biraz kısıkmış" dedi. Nazan pek önemsemedi. Önce şu lezyonu, sonra da kendi hastalarını düşündü, kim bilir şu cümleyi hastalarına kaç yüz kere söylemişti: "Belki her sigara içen kanser olmuyor ama gırtlak kanseri olan hastaların %98'i sigara tiryakisidir." Gerçekten de gırtlak kanseri olan hastaların tamama yakını hep sigara tiryakileriydi. Sonra kendi kendine mırıldandı: "Şimdi sırada ben mi oluyorum?" Sabah canı hiç kahvaltı çekmedi. Hastaneye gitti, poliklinikte hastalarına baktı, bütün gün Dr. Oğuz’la hiç karşılaşmadı. Ertesi sabah Dr. Oğuz çat kapı odasına girdi ve "Abi ne zaman direkt laringoskopi yapıyoruz" diye sordu. Birden toparlanamadı, "direkt laringoskopi" sözcükleri, sanki


yüzlerce kez yaptığı bir girişimin adı değil de ilk kez duyduğu tamamen yabancı iki sözcüktü. Bir süre yanıt vermedi, sonra şaşkın "Bilmem" diyebildi. Oğuz, otoriter bir ses tonuyla "Yarın ameliyathaneyi hazırlatıyorum" dedi. Söyleyecek bir yanıtı yoktu, Dr. Oğuz’a baktı: - Lezyon ne kadardı? - Sol kordda, kara sineğin başı kadar vardı. Akşam Nazan’a ertesi gün Dr. Oğuz’un kendisinde bir müdahale yapacağını söylediğinde karısı bayağı telaşlandı ve art arda sorular sormaya başladı. Ona direkt laringoskopinin büyük bir işlem olmadığını, Dr. Oğuz’un, sol ses telindeki kara sineğin başı iriliğindeki bir oluşumu alacağını söyleyince, Nazan bayağı rahatladı, "İyi o zaman" dedi. Nazan’a ses tellerinin zaten 2 milimetre eninde bir organ olduğunu, onun üzerindeki sinek başı kadar kitlenin pek hayra alamet olmadığını söyleyemedi. Sabah aç olarak hastaneye gitti, öğleye doğru planlanan girişim uygulandı. Anestezinin etkisi geçtiğinde, Dr. Oğuz "Ağabey siz birkaç gün işe gelmeyin, evde dinlenin" dedi. Konuşması yasaktı, başını "Anladım" anlamında salladı. Ertesi günü Dr. Oğuz bir sürpriz yapıp eve geçmiş olsun ziyaretine geldi. Ona tekrar teşekkür ettikten sonra sordu: "Lezyonu tamamen temizleyebildin mi?" Dr. Oğuz, "Sanırım yani umarım" diye yanıtladı. Bunun üzerine tekrar sordu: - Ön komissur invaze miydi? - Tam sınırdaydı. Odada bir süre sessizlik oldu. Ön komissur invaze demek tümörün sadece bir ses teliyle sınırlı kalmayıp, iki ses telini birleştiren parçaya da atladığı anlamına geliyordu. Uygulamada bunun çok büyük bir önemi vardı, şöyle ki; eğer olay bir ses teliyle sınırlı ise ameliyatta gırtlağın sadece yarısını çıkartmak yeterli olabiliyordu. Boyunda nefes almak için açılan delik, ameliyattan birkaç hafta sonra kapatılınca görünüm de normale dönmüş oluyordu. Böylece hasta artık şarkı söyleyemese bile, biraz kısık, çatlak da olsa, normale yakın bir sesle geri kalan yaşamını sürdürebiliyordu. Oysa hastalık karşı ses teline de sıçramışsa, işte bu kötüydü. Bu hastaların hayatını kurtarabilmek için, gırtlağın tamamını feda etmekten başka yapacak bir şey kalmıyordu. Gırtlağını tamamen kaybetmiş bir hasta ise artık hiçbir zaman konuşamayacak, belki eğitimle ancak bazı kelimeleri kesik kesik hecelemeyi başarabilecekti. Yetmezmiş gibi ömrünün sonuna kadar boynundaki o delikle yaşamaya mahkum olacaktı. İşte Dr. Oğuz’un "Sınırda" yanıtı uygulamadaki böyle büyük bir tartışmayı beraberinde getiriyordu. Kim bilir kaç hastasında bu tartışma yüzünden uykuları kaçmıştı. Burada o çok kritik kararı vermek ameliyatı yapacak


doktora, tarifsiz bir sorumluluk yüklüyordu. Eğer ameliyatta gırtlağın yarısını almak yeterli olursa, hasta en az hasarla normale yakın bir yaşam sürecekti. Fakat gırtlağın öbür yarısını kurtarmak için tümörün tamamı çıkartılmamış olursa, kalan tümör yüzünden hasta tamamen kaybedilebilirdi. Bir an hafızasının tozlu labirentlerinde gezindi. Tam da bu durumda olan bir kısmının hala adını bile hatırladığı hastalarını düşündü. Gırtlağının yarısını feda ederek kurtarabildiklerini, kurtaramadıklarını, gözlerinin önünde kayıp giden hayatları. İşte şimdi bu çok zor karar kendisi için verilecekti, inanılır gibi değil ama yaşamın bu gerçeğiyle yüzleşmek zorundaydı. Bir tarafta hayatta kalabilmek uğruna gırtlağın tamamını kaybedip, artık hiç konuşamayan bir hekim olarak mesleğe de veda etmek zorunda kalmak, öte yanda gırtlağın yarısını kaybedip, iyi kötü konuşabilmek ve çok sevdiği mesleğine devam edebilmek ama hep "Ya yeterli olmadıysa" korkusu ile yaşamak. Odada sessizlik devam ediyordu. Dr. Oğuz "Hele önce şu patoloji sonucu bir gelsin de" diye mırıldandı. Haklıydı, esas karar o zaman verilecekti, belki de sonuç en kötüsü değildi ve bütün bu endişeler gereksiz vesveseler olarak kalacaktı. Ertesi günü patoloji laboratuvarına telefon etti. Patolog Dr. Kamuran fakültede ondan iki sınıf küçük olan, eski bir arkadaşıydı. Sonucun çıkıp çıkmadığını sorduğunda "Şey yani.. Çıktı çıkmasına da, aslında bir boyama daha yapacaktım, yüz yüze bir konuşsaydık.." Anlamıştı. Hemen hastaneye gitti. Patolog arkadaşı ne içeceğini sordu, bizimkisi uzatmadan konuya girdi: "Kamuran sonuç nasıl?” Dr. Kamuran tek tek konuşuyordu: "Dostum yaptığımız preparatta, değişik kesitler aldık, çoğu hücreler salim olmakla beraber, kimi yerlerde kısmen habis hücreler.." Kızgınlıkla sözünü kesti: "Kamuran sonucu söylesene Allah aşkına!" Dr. Kamuran yutkundu, suçlu gibi başını öne eğdi: - Çok differansiye yassı hücreli karsinom. Kamuran’ın yapmak istediğini kim bilir kaç kez kendi hastalarına yapmıştı. Bir hastaya "Sende kanser var" demek hiç de kolay bir şey değildir. Bu, hastayı tedavi eden doktor için de zor ve çok sıkıntılı bir iştir. O tatsız gerçeği olabildiğince yumuşatıp, hastaya ve yakınlarına daha bir kabul edilebilir gösterebilmek için belli bir anlatım kalıbı vardır. İşte Dr. Kamuran da bunu yapmaya çalışıyordu. Şimdi roller değişmişti. Kim ona bu gerçeği "kabul edilebilir" gösterebilirdi ki? Ama yapacak bir şey yoktu. Kendi kendine söylendi: "Et kokarsa tuzlanır, peki ya tuz kokarsa?" Çok karmakarışık duygular içindeydi. Kendi kendine tekrarladı: Çok differansiye yassı hücreli karsinom, çok differansiye yassı hücreli


karsinom. O akşam Nazan’a her şeyi tek tek anlattı. Bunun bir gırtlak kanseri olduğunu söylediğinde karısının hıçkırıklar içinde kalması üzerine, hastalığın henüz gırtlak dışına yayılmadığını, bunun bir şans olduğunu anlatıp eşini teselli etti. Bunun her şeyin sonu olmadığını, daha birlikte yapacak çok şeyleri olduğunu ve birlikte geçirecekleri uzun yılları olduğunu söylerken sesi titriyordu. Belli ki söylediklerine kendisi de inanmak istiyordu. İşler yolunda giderse gırtlağının sadece yarısını kaybetmekle kurtulacağını anlatıp karısını yatıştırmaya çalıştı. İşler yolunda gitmezse kısmını anlatmak yerine, "Ben Oğuz’un mahir ellerine güveniyorum" demekle yetindi. Gerçekten de kendisi de, Dr. Oğuz da bu konuda çok tecrübeli cerrahlardı. Kim bilir kaç kanser hastasına şifa dağıtmışlardı, kimi zaman da birlikte ameliyatlara girmişlerdi. Ne acı ki doktorun tecrübesi her zaman hastasını kurtarmaya yetmiyordu. Ameliyat hazırlıkları birkaç günde tamamlandı ve ameliyat günü gelip çattı. Bütün ısrarlarına rağmen, eşinin birlikte hastaneye gelmesini istemedi. Nazan o sabah onu dualarla uğurladı, arkasından bir kova su döktü. Arabası gözden kaybolana kadar takip etti, araba görünmez olduktan sonra da göz yaşlarına boğuldu. *** Sahnede elinde bir demet çiçek tutan genç doktor: - Bu ayın konuk konuşmacısı olan sayın meslektaşımıza, yıllar önce yaşadığı deneyimlerini ve çok özel anılarını bizlerle paylaştığı için, teşekkür ediyor, tabip odamız adına sunduğumuz bu çiçeği kabul etmesini rica ediyoruz. Kürsüdeki tıknaz, saçları kırarmış, yaşlı doktor, kucağında tuttuğu çiçeklerle mikrofona yönelir ve anlaşılabilir ama oldukça kısık, çatallı bir sesle: - Dostlarım, değerli meslektaşlarım, biz hekimler hastalarımıza faydalı olabilmek, doğru tedaviler uygulayabilmek için duygulardan arınıp, akılcı kararlar vermek zorundayız. Öte yandan iyi bir doktor, önce iyi bir insan olmak, sonra da iyi bir insan olarak empati yapabilmek, kendini hastalarının yerine koyabilmek, onların duygularını paylaşmak zorundadır. Fakat dinlediğiniz hikayede ben hastalarını tedavi eden bir doktor değil, doktorundan şifa bekleyen hasta idim. Peki şimdi ben tekrar soruyorum: "Et kokarsa tuzlanır, ya tuz kokarsa ne yapılır?" - Son olarak hala aranızda olabilmemi borçlu olduğum ve birkaç yıl önce lösemiden kaybettiğimiz, can dostum sevgili Dr. Oğuz’u rahmet ve saygıyla anıyorum.

Ümit Evran


Ah Benim Ömrüm Ah benim kulp ömrüm Nerenden tutayım seni? Ah benim kapaksız ömrüm Nasıl kapatayım, kötülüklere karşı seni? Bir köşende kalmışım Öyle kalmışım ki, Ulaşılmayacak yere sıkışmışım. Uzanan eller tutamaz beni, Yoklar yoklar da bulamazlar beni. Neyse derler, kalsın orada Nasılsa gözyaşlarıyla ıslandıkça Parçalanır ve çıkar oradan zamanla.

Selin Sabcıoğlu

Yürek Döküntüleri '08 Şimdi saat eyvallaha beş var Henüz sabır taşmadı, s*kt*ri çekmeye vakit var Bakarsın ömrünün en delikanlı baharında Başlar beklenmedik ayazlar Saat henüz yelkovanı sokturmamış akrebe Yüreğin saniyeleri vursa kaç yazar Gün yüzü görmemiş bir küfrün ne önemi var Ay geçmiş yıl dönmüş Mevsim yaz olsa ne yazar, ruhun üşümüş Akreple yelkovan öpüşse neye yarar

Serap Sütcü


Dur Bir Düşün Artık Atalarımız cefasını çekti bu vatanın Sen sürdün sefasını. Atalarımız ardında bıraktı, Anasını, babasını, bacısını, Yarini, evladını… Sen ardında bıraktın Atalarımızı. Şimdi sen, ben hepimiz Çekiyoruz cefasını, Katiller, soysuzlar sardı etrafımızı, Ellerinin arasına al başını Dur bir düşün artık, Kaybetmeden toprağımızı…

Selin Sabcıoğlu

Sinek ve Adam Ferit Bey Konağı aslında bende öyle uzun uzun çağrışımlar yaptıran ve bir dolu anılarımın olduğu bir yer değildi. Ama kaderin şu cilvesine bakın ki şimdi onun istikbalini belirleyecek kararı vermek bana nasip oluyordu. Tabii bu istikbal kelimesi hiç yerine oturmadı. Çünkü Ferit Bey Konağı istikbal değil mazi demekti. Verilecek karar ise onun yıkılıp, yerine bir apartman dikilmesi ile ilgili idi. Şimdi tartışılan ise hangi şartlarla ve hangi müteahhidin bunu gerçekleştireceği konusu idi. Efendim Ferit Bey, babam rahmetlinin anne tarafından dedesi oluyor. Kendisi 93 harbine katılmış, Osmanlı’nın saygın bir miralayı imiş. İşte bu konağı da zamanında o yaptırtmış. Fakat kendi yaptırdığı konağın tadını çıkartmak pek kısmet olmamış zavallıya. Genç yaşta veremden ölmüş. Söylediğim gibi anlatacak fazla bir "konak anım" yok. Ben sadece hayal meyal bayramlarda babaannemin elini öpmeye gelişimizde, onun beyaz bir mendil içinde verdiği bayramlıkları hatırlarım. Babaannem gün görmüş bir kadındı. O beyaz mendilin içinde mutlaka bir çikolata, bir de küçük çeyrek altın olurdu. Benim için çekici olanı elbette ki çikolata idi.


En büyük keyfim, onu hemen oracıkta, bir solukta mideye indirmek olurdu. Çeyrek altın ise hiç umurumda olmazdı. Onu da zaten daha konağın kapısından çıkmadan anam "Ver bakayım şunu bana.. Yoksa sen kaybedersin" deyip elimden alıverirdi. Şimdi aile adına görüşmeye gittiğim Rüstem Bey işte bu konağa talipti. Yani bu konağı yıkıp, yerine şöyle güzel, ferah bir apartman dikecekti. Aslında Rüstem Bey’in ve diğer müteahhitlerin bu arzuları uzun zamandır biliniyordu. Fakat rahmetli halam bunların hiçbirini köşkün bahçesine bile yaklaştırmazdı. "Benim sağlığımda zinhar.." deyince akan sular dururdu. Aslında amcamın çocukları da Rüstem Bey’den aşağı kalmıyorlardı. Ama bu konuyu halamın yanında açmak kimin haddine? Amcam Paris’te ateşe militerdi, çocukları da yıllardır yaşadıkları Fransa’nın çeşitli şehirlerinde iş güç sahibi olmuşlardı. En büyükleri Türkiye’de doğmuştu. Ama öbür ikisi Türkçe konuşmayı dahi beceremezlerdi. Amcam rahmetlinin cenazesi bile oralarda kaldıktan sonra, çocuklarının Türkiye’ye dönmesi beklenemezdi herhalde. İşte bu yüzden amcamın çocukları da bir an önce Ferit Bey Konağı’nın satılmasını ya da bir müteahhide verilmesini ve paylarına düşeni en kısa zamanda paraya çevirmek istiyorlardı. Ne var ki altı ay öncesine kadar yani halamın sağlığında bu konunun lafını etmek bile tamamen imkansızdı. Evet bu imkansız bir şeydi. Bütün bunları Rüstem Bey de biliyordu. O Rüstem Bey ki halam rahmetliye yaklaşmak için ne yollar denemişti. Ama her seferinde de refüze olmuştu. Hatta anlatırlar ki ilk karısı ölünce Hayriye’ye bile talip olmuştu. Hayriye, halamın evlatlığı idi. Halam hiç evlenmemişti. Hayriye onun eli ayağı, her şeyi idi. Çocuk yaşımda duyduklarıma göre evli bir adama aşık olmuş ve bu umutsuz aşk yüzünden intihar etmişti. Her nedense bu Hayriye konusu aile arasında hiç konuşulmazdı. Ama ben o çocuksu içgüdülerimle hep Hayriye ile ilgili bir şeyler olduğunu hisseder, fakat yine de o sezgilerimi ve içimdeki merak duygusunu bastırmaya çalışırdım. Bugünkü aklımla anladığıma göre bu konak meselesi Rüstem Bey için o kadar önemli idi ki; ilk eşinin vefatından sonra Hayriye ile evlenmeye bile talip olmuştu. Anlatıldığına göre bu konu, konak konusu ile doğrudan ilintili idi. Ama önce Hayriye intihar etmiş, sonra da Rüstem Bey şimdiki eşiyle evlenmişti. Rüstem Bey’le konuşmaya giderken bütün bunlar bir bir aklımdan geçti. Kendi kendime "Şu dünya ne kadar tuhaf.." diye söylendim. Halam ölmüştü ve mirasçısı yoktu. Amcamın mirasçıları ise çok uzaklarda, yaban ellerinde idi. Babamın mirasçısı olarak çoluk çocuğuyla haşır neşir ablamı saymazsak, Ferit Paşa Konağı ile ilgili son kararı ben verecektim. Bu bana son derece komik geliyordu. Bir an konak gözümün önünde canlandı. Üç farklı yöndeki o zarif cumbaları, cumbaları taşıyan ahşap, işlemeli konsolları, adeta konağın soylu geçmişinin tanıkları gibiydiler.


Ama bir kısmı çoktan çürüyüp dökülmüş, geri kalanları da bir süre daha konağa yapışık kalmaya çalışan söveleri, bende sanki hep geçmişle ilgili bir şeyler anlatmaya çalışıyormuş da, kimse onları dinlemiyormuş gibi bir duygu uyandırırdı. Konağın içinin de bende öyle uzun boylu bir anısı yoktu. Ama o ahşap merdiven başındaki bal rengi kristal tırabzan başını unutmam mümkün değil. O tırabzan başı greyfurt büyüklüğünde bir Bohemia kristaliydi. Özellikle sabah güneşi vurunca oluşan renk cümbüşü ve ışık yansımalarının çocuk beynimde oluşturduğu heyecan hala taptazedir. Rüstem Bey’in bürosunun yolunu tuttuğumda sıcak bir temmuz ikindisiydi. Büro büyük bir iş hanının üçüncü katındaydı. Oldukça geniş sayılabilecek bu büro hep sıradan eşyalarla döşeliydi. Ama Rüstem Beyin ceviz masası hayli ihtişamlı görünüyordu. Masanın arkasındaki Rüstem Bey de o masayı tamamlıyordu adeta. Önce üstünkörü bir hal hatır sordu. Belli ki hemen konuya girmek istiyordu. Ama yine de ne içeceğimi sormayı ihmal etmedi. Fakat daha cevap vermemi bile beklemeden "Bu sıcakta soğuk ayran iyi gider" dedikten sonra iki ayran ısmarladı. - Azizim, diye başladı. Biliyorsunuz artık günümüzde bu konaklar filan çoktan devrini doldurdu. Günümüzün gelişmiş imkanları ile bu konaklardaki imkansızlıkları mukayese etmek mümkün değil. Esasen bunu mukayese eden de yok. Besbelli ki Rüstem Bey ben gelmeden hazırlığını iyi yapmış ve lafı bir an önce istediği yere getirmeye çalışıyordu. Sağ alt çekmeceden bir not defteri çıkardı. Zaman zaman o deftere göz atarak konuşmaya başladı: - Ferit Bey Konağı’nın arazisi toplam 1652 metrekare. Belediye imar mevzuatına göre önde yol tarafından 8 ve batı cephesinden 6 metre içeri çekmemiz gerekecek. Bu yola terklerden sonra arsa haliyle aşağı yukarı bin metrekareye düşüyor.. Rüstem Bey’in aklı metrekarede idi. Benimse içim cız etmişti. Çünkü bu, ön taraftaki o canım erguvan ağacı ile yaşı belki konaktan da eski olan ıhlamur ağacı kesilecek demekti. Yan taraftaki gülhatmiler, hanımelileri, şakayıklar da gidecek besbelli. Yalnız arka bahçedeki fıstık çamı ile turunç ağaçlarının bir kısmı kurtulabilir belki. Turunç deyince aklıma geldi. Babaannem her şeker bayramında bize mutlaka turunç reçeli ikram ederdi. Bu ikramın kendine özgü, adeta törensel bir yanı vardı. Reçel ikramı hep oval, gümüş bir tepsiyle yapılırdı. Bu tepsinin tam ortasında kristal bir cam kap içinde turunç reçeli ve yanlarda yaldızlı iki cam bardak bulunurdu. Bu cam bardakların birinde turalı, gümüş reçel kaşıkları bulunur, diğeri ise yarı yarıya su ile dolu olurdu. Reçel ikram edilen kişi önce birinci bardaktan aldığı kaşıkla turunç reçelinden alır, sonra ağızdan çıkan kaşık yarı yarıya suyla dolu ikinci bardağa bırakılırdı. Konakta mutlaka turunç reçeli ikram edileceğini bilen anam rahmetli her seferinde


bir yanlışlık yapmamam için beni sıkı sıkı tembihlerdi. Bu yüzden bu turunç yeme törenlerini ben hep –ihtimal o çocuk beynimde abartarakkutsal bir ritüel gibi görürdüm. Her neyse, Rüstem Bey devam ediyordu: - Ama siz yine de şanslı sayılırsınız, biliyorsunuz Sabuncuzadelerin Köşkü ile, Nigar Hanım Yalısı’nı da ben yapmıştım.. Rüstem Bey bu "Biliyorsunuz"u öyle bir vurgulamıştı ki, ben "Hayır bilmiyordum" diyecek cesareti kendimde bulamadım. Ayranlarımızı yudumlarken o yine devam ediyordu: - Sabuncuzadelerin arsası 3.5 dönümden biraz fazlaydı. Ona imar izni alabilmek için yarısını yola terk etmek zorunda kaldık. Nigar Hanım Yalısı’nda da ona yakın bir miktar yeşil alana gitti. Rüstem Bey yaşını pek belli etmeyen biriydi. Daha doğrusu, yaşını gizlemeye özen gösteren bir hali vardı. Ama yine de görünen kimi anatomik özellikleri yaşı hakkında bazı ipuçları veriyordu. Mesela şu topan burnu ve onun bir portakala kabuğuna benzeyen derisi.. Yine tam burun topanı üzerindeki ince kırmızı kılcal damarlar.. Burun derisinin o kısmındaki damar ağı, burnun ucunu adeta kırmızı renge bürümüştü. Bu kurt müteahhit, her haliyle konuya olan hakimiyetini belli etmeye çalışıyordu. Herhalde beni etkilemek için olsa gerek diye düşündüm. O yine devam etti: - Şimdi işler eskisi gibi değil azizim. Mevzuatlar değişti, belediyeler çok zorluklar çıkartıyorlar. Bir kere TAKS ve KAKS ölçüleri var. Bakışlarımdan bu tabirleri anlamadığımı fark etmiş olmalıydı. Konuya olan bütün hakimiyetiyle sözünü sürdürdü: - Yani birisi binayı dört bir yandan ne kadar içeri çekmemiz gerektiğini ifade ediyor, diğeri de toplam arsanın yüzde kaçına bina yapabileceğimizi. "Doğrudur" anlamında başımı salladım. Tabii önce zemin etüdü raporları şart. Plan, proje, projenin tasdiki.. Bunlar belirli bir zaman alır elbette.. Ama Allah’tan ki içeride adamlarımız var.. Bizde çok sürmez bu işler.. Tıknaz bir adamdı. Çok iri kıyım sayılmazdı. Ama göbeği onu olduğundan daha iri gösteriyordu. Belli ki kendince bazı doğruları vardı. Mesela onun gibi bir iş adamı aylardan temmuz bile olsa, takım elbise giymezse çıplak sayılırdı. Bunu nereden mi çıkarttım. Çünkü üzerindeki elbise mevsim sonu ucuzluğundan alınmış gibi duruyordu. Sanki o aslında bir beden büyüğünü alacaktı ama o sırada başka takım kalmamıştı. Sonra "belki de haksızlık bu.." diye düşündüm. Öyle ya belki de bunca kiloyu o takımı satın aldıktan sonra almış olabilirdi. Kollarını hareket ettirdikçe gömleğinin kirli manşetleri ceketten dışarı çıkıyor ve her çıkışta da artık şimdilerde pek kullanılmayan kol düğmeleri görünüyordu. Aklımdan kendi gömleklerim geçti. Hepsi de düğmeliydi, benim hiç kol düğmem


olmamıştı bugüne kadar. İhtimal ki kol düğmeleri onun için bir statü sembolü idi. Belki de onlarla daha etkileyici olduğunu düşünüyordu, kim bilir. Fakat bu adamda en dikkati çeken nokta hiç kuşku yok ki peruğu idi. Kafasının tam tepesinde rengi koyu kestane ile kızıl arası bir peruk vardı. Ne var ki o peruk, alttaki beyazlaşmış saçların tamamını kapatamıyordu. Her iki tarafta da şakaklardaki beyazlaşmış saçlar, peruğun altından adeta etrafa nanik yapıyorlardı. Rüstem Bey kendisini öyle kaptırmıştı ki, bir süredir favorilerine doğru süzülen ter damlacıklarının farkında bile değildi. - İçinde yaşanılacak bir mekanın güzel bir ev olması tabii ki ilk olarak proje safhasında planlanır.. diye söze başladı, sonra da kendi mimarlarının ne kadar hünerli, ne kadar becerikli olduklarını ve onların sihirli kalemlerinin ne kadar kullanışlı, ne kadar ferah mekanlar yarattığını uzun uzun anlattı. Ama esas konu elbette ki kaç metrekare inşaat alanımızın olduğu ve bir kata kaç daire sığdırabileceğimizdir, dedi. Rüstem Bey’in giyim tarzının en vurucu kısmı şüphesiz ki kravatıydı. Bu, açık sarı zemin üzerinde koyu mavi çiçek dallarından oluşmuş motiflerle bezeli, çok frapan çakma bir Versace kravattı. Kravattaki çiçekler sola doğru bakıyordu. Fakat kravatı kısa bağladığı için çiçeklerin bir kısmı kravatın üçgen düğümü üzerinde kalmış ve tam ters yöne bakmaktaydılar. Kravatın kısa bağlanmış olması, alt ucunun tam da Rüstem Bey’in haşmetli göbeğinin sivriliğinin biraz üstünde sonlanmasına yol açmıştı. Gömleğinin, göbeğinin üstünde kalan kısmında bir düğmesi açık kalmıştı. Kravatın kapatamadığı bu delikten teni görünüyordu. Sanki düğme göbeğe isyan etmiş de açılmış gibiydi. O açık kalan düğmeden fırlayan kıllar Rüstem Bey’in vücut örtüsü hakkında kıymetli fikirler veriyordu. İşte Rüstem Bey, o "Kaç daire" sözünü öyle bir aşkla söylemişti ki elindeki ayrandan irice bir damlanın kravatının çiçekleri arasında yeni bir motif oluşturduğunu fark etmedi bile. Ama o aynı heyecanla devam etti: - Benim hesabıma göre inşaatın oturma alanı 300 metrekareyi bulacak. Bu üst katlarda çıkmalarla birlikte daha da fazla olacak. Öyle değil mi? Rüstem Bey’in başının üst hizasının sol tarafına rastlayan yerde, duvarda çerçeveli bir resim asılıydı. "Babası olsa gerek" diye düşündüm. Resimdeki adam 55-60 yaşlarında görünen bir taşralı idi. Sanki "İstanbul hatırası" yazan bez bir pankartın altına oturmuş fakat o yukarıdaki bez görünmüyormuş gibi geldi bana. Objektife safça gözlerle bakan bir adam. Elleri namaz kılıyormuş gibi dizlerinin üstündeydi. Beyaz frenk gömleğinin en üstteki düğmesi özenle iliklenmişti. Sonra daha dikkatli bakınca bunun orijinaline bakılarak yapılmış bir kara kalem resim olduğunu fark ettim. İşte bu taşralı adamın en ilginç yeri bana göre bıyığı idi. Bıyık, ikinci dünya savaşı yıllarının modasını yansıtan badem bıyıktı. Yani üst dudağın tam ortasında ve iki yandan burun kanatlarını asla aşmamasına özen


gösterilmiş. Aklımdan "niye o dönem insanları bu tarz bıyık bırakmaya heveslenmişler?" diye geçirdim. Sanki onlara kalsa hiç bıyık bırakmayacaklardı ama sanki gizli bir otorite, onları bıyık bırakmaya mecbur etmiş gibi. Ben o ara kendimi duvardaki adamın bıyıklarına öyle bir kaptırmıştım ki, Rüstem Bey’in o "Öyle değil mi?"sine ani bir refleksle yanıt verdim: "Öyle.." Ama niye yalan söyleyeyim, bu yanıtı verdiğimde soruyu gerçekten anlamamıştım. Her neyse, Rüstem Bey yine kaptırmış gidiyordu işte: - Alt katta tabii ki dükkanlar olacak. Girişin sağında ve solunda birer geniş ya da ikişer orta boy dükkan.. Orada her şey olur.. Oto galerisi, kuaför, pastane.. her şey. Bu son sözcükler ağzından çıkarken Rüstem Bey’in gözleri parlıyordu. Adeta o dükkanlar bitmişti de o keyifle dükkanlarını seyrediyordu. Devam etti: - Aslında mevzuata göre girişlerde otopark olması icap ediyor ama biz belediyeye belli bir rüsum ödeyince girişlerde dükkan yapma imkanı doğuyor. Azizim düşünsenize, böyle bir caddede hangi dükkan para kazanmaz? Rüstem Bey son cümleyi tamamladığında, ayağa kalktı, pencereye yöneldi. Gitti ve pencereyi açtı. Tül perdeyi çekmeyi de ihmal etmedi. Dışarıdaki hafif esinti, tül perdede içeriye doğru tatlı bir bombelik oluşturuyordu. - Efendim inşaatımızın kaliteli olması için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacağız. Daha temelde bohçalama tarzında izolasyon yapacağız.. Bilirsiniz bizim buralarda nem hiç eksik olmaz. Sonra kullanılan demir statik projede gösterilenden gram eksik olmayacak. Ayrıca gaz beton kullanacağız. Artık tuğla devri çoktan kapandı. Biliyorsunuz gaz beton bir kere çok hafif. Malum zelzele meselesi çok önemli.. Ayrıca ses izolasyonu sağlıyor. Yani sokağın bütün gürültüsü evin içinde olmayacak. Bu çok önemli. Öyle değil mi? Bu sefer ki "Öyle değil mi?"yi kaçırmamıştım artık. "Evet" dedim. Ve ilave ettim: "Gürültü insan sağlığına da çok zararlı.." Beni dinlemedi bile. Rüstem Bey soluklanmadan devam ediyordu: "Gaz beton ısı yalıtımı konusunda da çok önemlidir". Bundan sonra Rüstem Bey gaz betonun faziletlerini anlata anlata bitiremedi. Efendim öyle bir enerji tasarrufu, öyle bir enerji tasarrufu olacakmış ki.. Bu mübarek gaz beton sayesinde, bırakın kalorifer kullanmayı, bir mum yaksak o kocaman salonlarımız bir çırpıda ısınıvereceklermiş.. Rüstem Bey yapılacak apartmanın ayrıntılarını, temelinden çatısına öyle küçük ayrıntılarına kadar ince ince anlatıyordu ki.. Ama artık ben meseleyi anlamaya başlamıştım! Hikaye şu: Ben her bir dairenin ne kadar lüks, ne kadar kaliteli olduğuna ikna olursam.. Oyunun finalinde


can alıcı soruyu sorduğumda "Peki arkadaş bana yani bizim aileye kaç daire, kaç dükkan vereceksin?" dediğimde, o vereceği daire ve dükkan sayısını olabildiğince aşağıda tutacaktı. Yani şimdiki bu bu reklam faslı en sondaki pazarlığın alt yapısını oluşturuyordu. Belli ki bu oyunun finalinde "Evet ben sana şu kadar daire, bu kadar dükkan veriyorum ama o her bir daire üç normal daire fiyatı eder" demeye getirecekti. Rahatlamıştım. O yine anlatmaya koyuldu: - Azizim, doğramalar PVC olacak. Yani öyle ahşap gibi çalışmaz yani ne iki yıl sonra pencerelerin ağzı yüzü eğrilir ve ne de boya, cila ister. Tabii camlar da haliyle çift cam olacak. Bu da enerji tasarrufu demektir. Netice itibariyle bu PVC doğramalar sayesinde yarım ton mazotla bir bütün kışı geçirebilirsiniz, aynı zamanda sokağın gürültü patırtısı da içeriye giremeyecek demektir. Değil mi efendim? Rüstem Bey beni ikna edebilmek için tek tek bütün silahlarını kullanıyordu, belli ki iyi hazırlanmıştı.. "Kapılar Amerikan olacak" diye devam etti. Ben yine boş bulunmuştum: "Amerikan?". O kendinden emin cevap verdi: "Yani faturasız". Yine anlamamıştım. Ama daha fazla uzatmadım. Kapıların faturasız olması herhalde iyi bir şey olmalı diye düşündüm. Tam o sırada tül perdenin içe doğru bombe yapan aralığından bir, pardon iki sinek içeri girdi. Daha doğrusu iki sinek aynı anda girdi. Yani daha da doğrusu bu iki sinek, aslında iki sinekti ama her biri yalnız başına hareket etme özgürlüğüne sahip değillerdi. Rüstem Bey şimdi parkeleri anlatıyordu. Parkelerin nem oranının yüzde kaç olması gerektiğini ve bunu artık bilgisayarlı fırınların nasıl tespit ettiğini.. Ayrıca bizim apartmanın parkelerinin ithal malı olacağını ve dahi onların imal edildiği ağaçların isimlerinin bile Türkiye’de bilinmediğini.. Esasen yerden ısıtmalı kalorifer sistemi olacaksa mutlaka bu tip parkelerin şart olduğunu.. Gerçi bizim apartmanda mutlaka Afrika’dan ithal parke kullanılacağını fakat yerden ısıtma konusundaki bazı çekinceleri olduğunu uzun uzun anlattı. İçeri giren sinek yani sinekler besbelli ki uçmakta çok zorlandıkları için, pencereye en yakın duvara konuşlandılar. Rüstem Bey sinekleri fark etmedi. Ama bu bir çift sinek şu anda, benim yakıştırmama göre babası olan zatın resminin üstündeydiler. Rüstem Bey hızını kesmeden devam ediyordu: - Şimdi bu ıslak mekanlar, fayans, armatürler.. konusu yok mu.. Asıl parayı götüren onlar.. Şimdi biz tabii ki en iyisini yapmak isteriz ama piyasadaki çeşitler arasında o kadar fiyat farkı var ki bire beş gibi.. Oyun devam ediyordu ama dediğim gibi, ben artık Rüstem Bey’i


çözmüştüm. O hep yapacağı binanın ne kadar ayrıcalıklı olacağını ve ne kadar kaliteli malzeme kullanacağını anlatacaktı. O inanılmaz lüksü ballandıra ballandıra en küçük ayrıntısına kadar anlattıktan sonra, oyunun sonunda bana dönüp son vurucu hamlesini yapacaktı: "Unutma ki sana bu kalitede şu kadar daire veriyorum!" Ama benim aklım şu anda tam karşımda duran bir çift mutlu sinekteydi. Sinekler şu anda Rüstem Bey’in babasının resminin üzerinde tutunmaya çalışıyorlardı. Bu karasineklere oldum olası çok ilgi duymuşumdur. Aklımda kaldığına göre bir yumurtadan binlerce yavru çıkarmış. Mesela küçük bir su birikintisindeki larvalardan koca bir şehrin ihtiyacını karşılayacak kadar sinek üreyebilirmiş. Ama ne yazık ki bir sineğin ömrü ancak birkaç hafta olurmuş. Bu kısa ömre kaç mutluluk sığar ki? Şimdi şu karşımda duran iki karasinek kısa ömürlerindeki son mutluluklarını mı yaşıyorlardı acaba? Ya da onlar da bunun çok kısa süreceğini bildikleri için mi hiç ayrılmak istemiyorlardı birbirlerinden? Peki bu karasinekler ya da şu karşımdaki mutlu çift birbirlerini kıskanırlar mıydı acaba? - Kıskanacaklar, dedi Rüstem Bey. Kıskanacaklar çünkü bizim caddede denizi gören tek apartman bizimkisi olacak. Yani ikinci kat ve üzerindekiler karşıdaki askeri gazinonun üstünden denizi de görecekler. Dedim ya ben zaman zaman bu karasinek milletine kafa yormuşumdur diye. Mesela ben bir odadayım, bunların biri konar, biri kalkar üstümden. Ben öyle başkaları gibi "çat" diye öldürüvermeyi de beceremem. Hele bir gazete darbesiyle duvarda resmi kalan bir karasinek hep iğrenç gelmiştir bana, içim götürmez. Diyelim ki ben bir odadayım ve o odada 7-8 tane karasinek var. Biri konuyor, kovuyorum.. Sonra bir daha.. Sonra tekrar.. Sonra bir daha.. Peki bu 7-8 sinek sırayla mı konarlar bana? Yoksa hep o bir tane mi bana dadanmıştır bir kere? Bir yerlerde okumuştum, sivrisinekler belli kan gurubunda olanlara ilgi gösterir, bazılarına da hiç göstermezlermiş. Gerçekten ne zaman yazlığa gitsek bütün sivrisinekler benim üstüme üşüşür. Ama hiçbiri bizim hanıma itibar etmez. Çünkü ben Rh pozitifim, o ise negatif. Ama aynı kural karasinekler için de geçerli midir, bilmiyorum. Bir de şunu çok merak etmişimdir; hani bu sinekleri böyle uzaktan biz hiç birbirinden ayırt edemiyoruz ya, acaba onlar birbirlerini nasıl ayırt ediyorlardır? Her birinin bizim göremediğimiz bir özelliği, ayrıcalığı var mıdır? Yoksa kokularından mı tanırlar birbirlerini? Bu şuna benziyor, derler ki biz beyazlar zencileri hep birbirine benzetir ve ayırt etmekte zorlanırız ya meğer aynı şey onlar için de geçerliymiş. Onlar da beyazları seçmekte zorlanırlar, birbirine karıştırırlarmış. Bunu ilk duyduğumda bana çok garip gelmişti. Her neyse, işte bizim mutlu çift şu anda Rüstem Bey’in babasının resmi üzerinde, tam da o badem bıyıkların üstünde duruyorlardı.


Rüstem Bey artık o kanıksadığım ama hiç değişmeyen tarzı içinde devam ediyordu: "Jakuzi deyip geçmeyin. Günümüzde artık lüks değil bir ihtiyaç. Onun da bir 6, bir de 12 jetlisi var. Biz tabii ki 12 jetlisini yapacağız".. İçimden "hiç şaşmam" diye geçirdim. Şu anda sinekler bıyık hizasından aşağıya doğru kaymaktaydılar. Belli ki camın kaygan oluşu yüzünden ağırlıkları yer çekimine engel olamıyordu. Rüstem Bey müstakbel apartmanımızın şu anda hiç aklımda kalmayan diğer teknik özelliklerini, daha doğrusu diğerleriyle asla mukayese edilemeyecek üstün özelliklerini uzun uzun anlattıktan sonra "Gelelim şimdi esas meseleye.." dedi. Belli ki o da yorulmuştu o olmayan apartmanın bitmez tükenmez üstün özelliklerini anlatmaktan. Ben de "Gelelim" dedim farkında olmadan. Belli ki artık oyunun sonu yaklaşıyordu. O sırada karasinek çifti resim çerçevesinin camının kaygan zemini üzerinde daha fazla barınamamış ve Rüstem Bey’in başının, daha doğrusu peruğunun üzerine bir yumuşak iniş yapmıştı. Rüstem Bey şimdi "esas mesele"de idi. Efendim rayicin toprak sahibine yüzde 50 vermek olduğunu, nitekim Sabuncuzade Köşkü’nde ve Nigar Hanım Yalısı’nda da böyle olduğunu rakamlarla örneklerle uzun uzun anlattı. Sinekler şu anda Rüstem Bey’in peruğu üzerinde oynaşıyorlardı. Belli ki uçmak istiyorlar ama bir türlü havalanamıyorlardı. Sineklerin her biri kendince hareket etme özgürlüğüne sahip değildi. Belki de biri uçmak istiyor, diğeri ona uyamıyordu. Çok daha komik olanı tepesinde tüm bu olup bitenlerden Rüstem Bey’in hiç haberi yoktu. Bir ara Rüstem Bey’e acıdığımı bile söyleyebilirim. Tepesini aşk yuvası olarak seçmiş bir çift canlı, çeşitli aşk oyunları ile kendinden geçmiş iken, o bu burnunun dibindeki pardon yani başının üstündeki mutluluğu fark etmiyor kendini dünya işlerine kaptırmış gidiyordu. - Azizim, diye başladı yine. Burada dükkan ve üzerindeki beş kata ruhsat verildiğine göre, her bir katta çıkmalarıyla 200 metrekareyi bulan iki daire yapılacak demektir. Yani toplam 10 daire. Aşağıda da iki büyük veya dört küçük dükkan. "Doğru" diye aklımdan geçirdim. Gayet mantıklı. O sırada Rüstem Bey’i dinliyordum. Gözlerim ise Rüstem Bey’in peruğunun üstünde olanlarda idi. Rüstem Bey bitirici yumruğunu indirmek üzereydi: - Diğer toprak sahiplerine yüzde 50 verdiğim halde sana yüzde 60 teklif ediyorum. Buna da ailenize ve bilhassa rahmetli halanıza olan saygımın sebep olduğunu unutmayınız. Teklif gerçekten cazip görünüyordu ama bunun halam yüzünden olduğuna inanmam mümkün değildi tabii.


Rüstem Bey bütün kozlarını oynamıştı. Görünen o ki, artık beklediği tek bir "evet" sözcüğü, bir de "Hayırlı olsun" deyip, elimi uzatmamdı. Aslında bu bana da hiç saçma gelmiyordu. Yani neden olmasın? O sırada olanlar oldu. Rüstem Bey’in peruğu üzerinde oynaşan sinekler karga tulumba aşağıya düştü ve ancak Rüstem Bey’in o dallı güllü kravatının üzerinde durabildi. Fakat Rüstem Bey bu sefer sineklerin farkına varmıştı. Heyecandan sesi titriyordu: - Yüzde 60 diye yineledi, gözlerini gözlerimden ayırmadan. Sonra bir kez daha: "Evet size yüzde 60 vereceğim! Beş daire size, beş daire bana. Ama aradaki farkı dükkanların paylaşımında sıfırlayacağız. Yani büyük dükkan size, küçük dükkan bana. Anlaştık mı?" Rüstem Bey bunu söylerken öyle bir hava yaratmıştı ki, artık "Hayır" demek ne mümkün? Rüstem Bey bu son cümleyi söylerken sağ elinin tersiyle sinekleri kovmaya çalıştı. Bu el darbesinden sonra sinekler birbirinden ayrılmıştı. Üstte olanı havalanmış, alttaki ise yere düşmüştü. Düşmezden önce Rüstem Bey’in kravatının üzerinde, tam da o ayran lekesinin yanında, bir de o mutlu çiftten küçük bir iz kalmıştı. Rüstem Bey gözlerini gözlerimde ayırmadan konuştu: - Son teklifim yüzde 60 yani beş daire ve alttan da üç dükkan dedi. Yere düşen sinek ölmemişti. Olduğu yerde iç içe geçen minik daireler çiziyordu. Bir yanına yaslanmıştı. Yani üstteki kısmı hareket ediyor ama alttaki kısmı hareketsiz gibiydi. Bir türlü havalanamıyordu. Gözüm bu zavallı sinekte idi. Gönlüm onunla birlikteydi. Bir an önce havalanmasını ve sevdiğine ulaşmasını diliyordu. Rüstem Bey yineledi: - Yüzde 60! Beş tane kocaman daire ve alttan üç dükkan. Bu da rahmetli halanızın hatırasına. Sinek olduğu yerde daireler çizmeye devam ediyordu. Hatta alttaki kanadı da yerden havalanmak üzereydi. Zavallıcık yerden havalanmak için öyle bir gayret içindeydi ki, kanatlarını birbirine öyle bir gayretle vuruyordu ki, o kanat çırpınışları belli belirsiz bir vızıltıya dönüşüyordu. Rüstem Bey de bunu fark etmişti. Ayağıyla sineğe doğru bir hamle yaptı. O sırada sıyrılan pantolonun paçasından beyaz çorabı görünüyordu. İki dakika öncesindeki mutlu sinek şimdi yaşam mücadelesi veriyordu. Hayvan can havli ile 20 santim öteye fırladı. Ama hala uçamıyordu. Rüstem Bey ise kararlıydı. Son darbeyi indirecekti. Öbür sinek Rüstem Bey’in başı üzerinde bir yarım daire yaptıktan sonra pencereye yöneldi. Tül perde hafif esinti ile hala bombeli idi. Sinek yine,


o girdiği aralıktan dışarı süzüldü. Ve Rüstem Bey’in kösele ayakkabısının parke zemindeki tok sesi duyuldu. Bir tuhaf olmuştum. Midem bulanıyordu. Başımın döndüğünü hissettim. Ayağa kalktım. Kapıya yöneldim. Ben merdivenlerden inerken Rüstem Bey hala arkamdan sesleniyordu: - Azizim hemen kaçıp gitme öyle.. Pekala, haydi gel küçük dükkan da senin olsun!

Ümit Evran * 2014 Ankara Tabip Odası Hikaye Yarışması ikincilik ödülü.

Yürek Döküntüleri '09 Bazen vedalaşmak gerek sevdiklerinle, istemesen de... İçin burkularak, canın yanarak kabullenmek gerek gidişini. Çaresiz bakakalmak hiçbir şey yapamadan sessizce vedalaşmak gerek. Ne yaparsan yap dönüşü olmayan o sonsuz yola uğurlamak, devam etmek yoluna... Yarım yamalak, eksik paramparça, bir başına, öyle yana yıkıla değil dimdik, onurunla, boyun eğmeden zorluğa, nefes almak gerek sorgusuzca; biliyorum, yine de elde değil sormadan devam etmek bu yola. Sarılıp sevdiğini söyleyemeden, son bir kez sesini duyamadan, uğurlamak zor da olsa, kabullenmek gerek... Biliyorum biliyorum da bu başka bir gidişti; soğuk bir şubat gününde ansızın çekip gitmen niyeydi, neydi telaşın, yine kötü bir şaka mı yoksa? Anladım ki bu gidişin farklıydı. Tek bir kez göremeden, en ağırıydı yolculuğunun, sen giderken o bilmediğimiz yolda. Biz nasıl katlanacaktık buna? İlk gidişin değildi oysa ama anladım ki dönüşün yok aramıza... Oysa bak hala ellerim soğuk ısıtamadım senden sonra, saçlarım da hep dağınık, kimse taramadı bir daha. Kimse öyle güvenle bakamadı bir daha suratıma. Sana çok kırgınım, biraz da kızgın baba... Neydi acelen, seni yoran neydi anlayamadım. Bu gidişin hiç yakışmadı sana baba... Biliyorum sen de kızıyorsun bana, elimde değil hala


soruyorum bunu sana. Gece karanlık bastığında odamda sarılıyorum hep başucuma gelen ruhuna. Sesin geliyor kulağıma, usulca fısıldıyorsun artık sorma haydi devam et yaşam denen oyununa... O ses içimdeki kendi sesim biliyorum. Duymak istediğim sözler uçuşuyor etrafımda. Kendi gözlerimle görüyorum baktığım her şeyi senin için, bazen bir kuşun kanadında, bir bulutun ardında, kayan bir yıldızın ışıltısında görüyorum suretini. Bazende bir şarkının ezgisinde duyuyorum sesini... Ben hala o bıraktığın gündeki küçük kız çocuğuyum baba... Öyle yalnız bir başına! Ne çok ihtiyacım var bir bilsen sana. Kokunu özledim, seni çok özledim baba. Hiç yakışmadı inan bu gidişin sana. Merak ediyorum sen de özlüyor musun beni baba? Ne desem boş, anlamsız. Bir o kadar çaresizim inan bana. İçim acıyor, bir yanım eksik, içim bomboş baba. Neden tek söz söylemeden çekip gittin o sonsuza? Aradan geçen onca zamana yenik düşüyorum bir kez daha ve ben sana sarılmayı çok özlüyorum baba...

Serap Sütcü

Hırsız ve Vicdan Geçen gün bir gazete haberi beni çok etkiledi. İnanıyorum ki okuyan herkesi benim kadar etkilenmiştir. Haber bir hırsızlık olayı idi ama bu sıradan bir hırsızlık değildi. Hırsız yükte hafif, pahada ağır ne bulduysa alıp götürmüş. Bu arada kadının dört bileziği ile birlikte, evin sekiz yaşındaki kızının kulak cihazının uzaktan kumandasını da birlikte götürmüştü. İşte gazetedeki habere konu olan bu annenin feryatları, gözyaşları idi. Kadın hırsıza seslenerek "Aldıklarının hepsi helal olsun, bileziklerimi de helal ettim" diyordu. Sonra da "Yeter ki kızımın kumandasını getir" diye yalvarıyordu. Gazetenin haberinde anlatıldığına göre bu zavallı kız bir yaşındayken ve konuşmayı yeni yeni öğrenirken, ateşli bir hastalık geçirmiş ve bu ateşli hastalık sonucunda işitme duyusunu tamamen kaybetmişti. Bunun üzerine uygulanan tedavilerin hiçbiri sonuç vermemişti. Daha da kötüsü, çocuk işitemeyince, konuşmayı da unutmuştu. Sonuçta işte bu sevimli kız çocuğu artık ne işitebiliyor, ne de konuşabiliyordu. Arkadaşlarıyla koşup oynayamayınca da adeta depresyona girmiş, kendini toplumun dışına itilmiş hissediyordu. Son bir ümit olarak iki sene önce oldukça zahmetli bir ameliyatla biyonik kulak takılmıştı. Bu girişim, çok masraflı


olması bir yana, oldukça külfetli bir uğraştı. Çok ayrıntılı birçok testlerden, uzun hazırlıklardan sonra yapılan ameliyatla kulağa elektronik kulak denilen bir cihaz yerleştirilmişti. Bu cihazdan sonuç alabilmek için, ameliyattan sonra da bu güzel kızın uzun bir süre konuşma eğitimi alması gerekmişti. Sonunda şükür ki, bütün bu emekler iyi sonuç vermiş, sekiz yaşındaki bu kız çocuğu da artık diğer yaşıtları gibi duyup, konuşmaya başlamıştı ve okuluna devam ediyordu. İşte anneyi gözyaşlarına boğan bu aletin çalınan uzaktan kumandasıydı. Kızının kulağına yerleştirilen cihaz, sadece bu kumanda ile ayarlanıyordu. O kumanda olmadan kızının işitmesi tekrar imkansızlaşacak ve bütün emekler boşa gitmiş olacaktı. Kadının isyanı bunaydı. Çaresiz anne bir taraftan iki gözü iki çeşme hırsıza yalvarıyor bir taraftan da soruyordu: "Bu ne vicdansızlıktır, sende hiç mi vicdan yok?" Hırsız ve vicdan. Hırsızlık ve vicdanlı olmak. Bu iki kelime yayana olunca hiç de birbirine yakışmıyor. Bilmem.. Gerçekten öyle mi, hırsızın da vicdanlısı olabilir mi acaba? Bu sorular beni aldı ve bir anda uzun yılların ötesine götürdü. Genç bir üniversite öğrencisiydi. Babasını yeni kaybetmişti. Okulunun bitmesine birkaç sene kalmıştı. Onun diploma alışını babasının görmesini çok isterdi ama kısmet değilmiş. Babası sağlığında yılda bir kez "Tütün ikramiyesi" alırdı. O zamanlar sigara paketlerinin ağzında küçük bir etikette "MMV dahil" yazan bir etiket olurdu. Milli Müdafaa Vergisi denilen bu vergiyi, devlet sigara tiryakilerinden toplar ve bunun bir kısmını ikramiye olarak malul gazilere dağıtırdı. Vefat edenlere de, son kez ve bir defa olmak üzere toplu bir tütün ikramiyesi verilirdi. Bir malul gazi olan babası vefat ettiğinde, ona ve annesine böyle toplu bir ödeme yapılmıştı. İşte delikanlı okulu bu parayla bitirecekti, yani bitirebilirse. Çünkü annesine kalan küçük dul maaşı ile geçinmeleri imkansızdı. Babasından kalan ikramiyeyi aylara böldüler. Bu ikramiyeden çekecekleri küçük küçük miktarları anasının maaşına eklerlerse, okulun bitişine ancak ucu ucuna yetişiyordu. Bu yüzden de okulda hep başarılı olmak zorundaydı, sene kaybetmeye hiç tahammülü yoktu. İlk iş olarak annesini Ege'nin o küçük kasabasından İstanbul'a taşıdı. Ellerindeki para ile ancak bir gecekonduda kalmaları mümkündü, oysa ki gecekondular okula çok uzaktı, bir de yol masrafı çıkacaktı. Sonuçta en uygun yer olarak Fatih Yavuz Selim'de bir çatı katını bulabildiler. Delikanlı buradan Çapa'ya yaya gidip gelebilecekti. Buldukları ev, tabii artık buna ne kadar ev denilirse, gecekondu değildi ama gecekondudan beter, kaçak bir çatı katıydı. Dört katlı apartmanın çatısına, dört duvar üzerine bir eternit tavan yapılınca, sözde bir daire ortaya çıkmıştı. Koridor gibi upuzun bir yerdi, ortadan perdeyle bölüp iki odacık oluşturmuşlardı.


Uyduruk bir tuvaletiyle, çok ilkel, mutfak niyetine kullanılan bir bölümü vardı. Yağışlı gecelerde yağmur, hele hele dolu tanelerinin eternit çatıda çıkardığı gürültüden uyumak mümkün olmazdı. Rüzgar esince perdeler havalanırdı. Yazın cehennem sıcaklarında, o çatısız mekanda oturmak tamamen imkansızdı. O yıllar daha klima diye bir kolaylık henüz hayatımıza girmemişti, girmiş olsaydı bile, onu satın alacak halleri yoktu. Delikanlının ömrü bitirmenin hayallerini kuruyordu. Mayıs ayının ilk günüydü. Delikanlı yorgun bir günün ardından eve dönmüştü. Merdivenleri çıkmaya başladı. Apartmanın dördüncü kata kadar olan merdivenleri normaldi ama sonradan yapılan ve dördüncü katı çatı katına bağlayan merdivenler çok ilkeldi. Delikanlı merdivende bir kiraz çekirdeği gördü, iki basamak sonra bir tane daha. "Allah Allah kirazlar çıktı mı acaba" diye aklından geçirdi. Çıkmış olsa bile bu mevsimde turfanda kiraz kim bilir kaç paraydı. Kapısına yaklaşmıştı ki üçüncü kiraz çekirdeğini de gördü. "Bizim evde bu mevsimde kiraz yiyen olmaz, zaten annem de şu saatte evde yok" diye düşünürken, kapının aralık olduğunu fark etti! "Eyvah" diye bağırdı. Hızla eve daldı. Her taraf adeta talan edilmişti. Kitapları ortalığa saçılmıştı, annesinin elbiseleri yerlerdeydi, komodin çekmecesi hala açık duruyordu. Önce özenle kitaplarını topladı. Kitaplar onun için çok önemliydi. O yıllar bazı atlaslar Türkiye'de yoktu ve yurtdışından ithal ediliyordu bu yüzden çok pahalı idi. Önce atlasları iğreti, portatif kitaplığa yerleştirdi. Sonra annesinin elbiselerini yerden alıp, askıdaki kendine ait tek takım elbisesinin yanına astı. Sonra gözü transistörlü radyosunu aradı; işte orada, her zamanki yerindeydi. Derin bir ohh çekti. Ortalıkta göze çarpan önemli bir eksiklik yoktu. Biraz sonra annesi geldi. Delikanlı telaş etmemesi için anasını yatıştırdı. Sonra annesi de bir eksik bulamadı. Buna bayağı sevindiler. Delikanlı kiraz çekirdeklerini düşündü. Bu hırsız ağzının tadını biliyor olmalıydı. Ayrıca bu mevsimde kiraz yiyebildiğine göre, maddi durumu da bayağı iyi olsa gerek, diye düşündü. Anasına dönüp, kirazdan yola çıkarak "Anne yanlış meslek mi seçtim acaba, ne dersin?" diye takıldı. Anası bir taraftan başörtüsünü çekiştirirken, "Tövbe de hınzır" diye azarladı. Bir an hırsızı düşündü. Hırsız ne demekti? Adı üstünde işte, adam geliyor ve hiç de hakkı olmayan bir şeyi alıp götürüyor. Kendine ait olmayan bir şeyi gasp ediyor. Bir emeği çalıyor. Başkalarının hakkını sahipleniyor. Ne kadar iğrenç bir şey! Daha da kötüsü bunu çok sinsice yapıyor, gizlice yapıyor, kimse yokken yapıyor. Bu ne vicdansızlıktır böyle! Delikanlı bütün bunları düşündükten sonra, "Peki bizim(!) hırsız" diye aklından geçirdi. Bu "Bizim hırsız" lafına da bayağı güldü. Evet bu bizim hırsızdı ve kirazı seviyordu. Onun hakkında bütün bildiği bundan ibaretti. Bizim hırsız evden hiçbir şey çalmamıştı. O zaman o bir hırsız değildi. İyi ama "Peki hırsız olmayan birinin bizim evde ne işi vardı?" diye söylendi yüksek sesle. Aklı iyice karışmıştı.


1970 Yılı mayıs ayında Milliyet Gazetesi’nde Hasan Pulur’un köşesinde şöyle bir ilan yayınlandı: *** İNSAFLI HIRSIZ Sevgili hırsız bey kardeşim, 1 Mayıs 1970 Cuma günü 16.30-17.00 sularında evimi ziyaretinde evde bulunamadığıma gerçekten çok üzgünüm. Senin için de, benim gibi züğürt bir öğrencinin evini seçmiş olmak büyük şanssızlık. Her yeri karıştırmana rağmen, her biri 60-70 lira olan kitaplarıma el sürmemen, tek eğlencem transistörlü radyomu bana çok görmemen, bir takım elbiseme dokunmaman inan ki, beni çok duygulandırdı. Ama böyle eli boş çıkman da beni çok üzdü. Bari küçük masa saatimi alsaydın be kardeşim; bir hatıram olurdu. Gerçi on yedi senedir okul kahrı çekiyoruz ama hala bir baltaya sap olamadık. Bizde böyle be kardeşim, bozuk düzen! Bir hırsız kardeşimize ikram edecek eşyam bile yok. Ama sen meraklanma hiç! Yakında okulumu bitirip doktor oluyorum. O zaman bu meret düzende bizim de daha bir başka yerimiz olacak. Seni o zaman yine bekliyorum. Hem o zaman böyle kümes gibi teras katta oturmayacağım. Ve seni o zaman bu kadar mahzun, eli boş yollamayacağımı ümit ediyorum. Öyle ya herkes emeğinin karşılığını almalı. …Ve bütün saygıdeğer hırsızlarımız(!) senin kadar insaflı olmalı! Ümit Evran *** İşte böyle. Aslında hikaye burada bitmiyor, devamı da var. Madem ki bir kere başladık, bari devamını da anlatalım. Ya da biz anlatmayalım da onu da yine Hasan Pulur'dan dinleyelim. 3 Ekim 1990 tarihli Milliyet Gazetesi'nde "Olaylar ve İnsanlar" köşesi: *** Değişiklik Bazıları, arada sırada, biz dahil "Yahu bu memlekette hiçbir şey değişmiyor!" diye yakınıp dururuz… Acaba doğru mu? Bir kere, bu memlekette hiçbir şeyin değişmediğini söylemek insafsızlık… Görünen köy kılavuz istemez, yalnız "Değişiklik" derken neyi amaçladığımız önemli, üstelik değişiklik mutlaka ilerleyerek olmaz ki,


bazı hallerde, toplumdaki değişiklik geriye doğru da olur, onun için hemen "Hiç değişmiyoruz" diye kestirip atmak doğru değil. İnsanlar da değişiyor, ama öyle, ama böyle… 20 Yıl önce 1970 de Ümit Evran adında bir tıp öğrencisinin çatı katındaki evine bir hırsız girmiş… Hırsız girdiği evi ne yapar, soyar! Hayır, soymamış, o kadar insaflı davranmış ki, genç tıp öğrencisi, bizim köşenin aracılığıyla hırsıza teşekkür bile etmiş: Sevgili hırsız bey kardeşim, 1 Mayıs 1970 Cuma günü 16.30-17.00 sularında evimi ziyaretinde evde bulunamadığıma gerçekten çok üzgünüm. Senin için de, benim gibi züğürt bir öğrencini evini seçmiş olmak büyük şanssızlık. Her yeri karıştırmana rağmen, her biri 60-70 lira olan kitaplarıma el sürmemen, tek eğlencem transistörlü radyomu bana çok görmemen, tek takım elbiseme dokunmaman inan ki, beni çok duygulandırdı. Ama böyle eli boş çıkman da beni çok üzdü. Bari küçük masa saatimi alsaydın be kardeşim; bir hatıram olurdu. Gerçi on yedi senedir okul kahrı çekiyoruz ama hala bir baltaya sap olamadık. Bizde böyle be kardeşim, bozuk düzen! Bir hırsız kardeşimize ikram edecek eşyam bile yok. Ama sen meraklanma hiç! Yakında okulumu bitirip doktor oluyorum. O zaman bu meret düzende bizim de daha bir başka yerimiz olacak. Seni o zaman yine bekliyorum. Hem o zaman böyle kümes gibi teras katta oturmayacağım. Ve seni o zaman bu kadar mahzun, eli boş yollamayacağımı ümit ediyorum. Öyle ya herkes emeğinin karşılığını almalı. …Ve bütün saygıdeğer hırsızlarımız(!) senin kadar insaflı olmalı! Ümit Evran Başında da söyledik ya, aradan 20 yıl geçmiş, gelmişiz 1990'a, o yılların genç tıp öğrencisi şimdi Dr. Ümit Evran, kulak burun boğaz hastalıkları uzmanı. Ne diyordu, o gün evine giren hırsıza? Hem bir şey çalmadığı için teşekkür ediyor, hem de "Bu züğürtlük böyle sürüp gitmeyecek, ileride doktor olacağım, o zaman seni mahzun, eli boş bırakmam, beklerim!" diyordu. Hırsız, genç tıp öğrencisinin bu davetini unutmamış olacak ki… Ne mi oldu? Kendisinden dinleyin:


"Gerçekte, 20 yıl önce o mektubu yazmamdaki amacım davet filan değil, bir çeşit kara mizahtı. Ne var ki, Bay Hırsız bu daveti unutmamış ve fazla ciddiye almış… Ve de rövanşı çok kötü aldı! Geçenlerde şifreli evrak çantasında 10 milyon lira vardı. Çantayı birkaç saatliğine arabanın bagajına bırakmıştım. Döndüğümde ise, Bay Hırsız rövanşı almıştı! Artık ne kara mizah yapıyorum, ne de yeni bir davette bulunuyorum. Daha da önemlisi para dolu çantayı bir daha bagaja bırakmıyorum. Bütün hırsızlara duyurulur!" Şimdi gelin de bakalım, "Bu memlekette bir şey değişmiyor!" deyin bakalım. 20 Yıl önce, evinde hırsızın bile çalacak bir şey bulamadığı genç tıp öğrencisi, bugün arabasının bagajına koyduğu şifreli çantasında 10 milyon liracık taşıyan ve çaldıran bir doktor… Daha ne istiyorsunuz! Baksanıza dün züğürtlük günlerinde hırsıza meydan okuyup, dalga geçerken, bugün pes etmiş, "Kara mizah, davet filan yok!" diyor… Eeee, mal canın yongasıdır, şakaya gelmez!

Ümit Evran

Yürek Döküntüleri '10 Öylesine fırlatılmış Üç beş sözcük işte Bir araya gelince Küfür olur, hasret olur Hüzün saçar ortalığa Hele bir de anlamını çözene Yol olur, gurbet olur Dolanır diline

Serap Sütcü


Kara Sevdalı Tanıyorum Bir yol biliyorum, O yolun sonu sevda nehri O nehrin ucu, aşıklar şehri O şehrin kuytusunda bir kara sevdalı O kara sevdalının içinde Atan bir kalp, sen ve ben diye diye… Bir gece biliyorum, Ucunda, sessizliğin sesi, Ucunda sensizliğin nefesi. Nefesin ucunda, bir kara sevdalı Kara sevdalının içinde, bir ruh, O ruh seni-beni arar, kendi benliğinde. Bir sen biliyorum Senin yanında kimsesizlik, Kimsesizliğin yanında çaresizlik, Çaresizliğin yanında, bir kara sevdalı Ve o kara sevdalının diğer yanında Bir yalnız kara sevdalı daha…

Selin Sabcıoğlu

..EnginDergi.. Mart - Aralık 2016 sayı 58 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.