EnginDergi s45

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2013 - Say覺: 45


Burhaniye, Balıkesir Fotoğraf: Güvenç Aydoğan

"Affetmek geçmişi değiştirmez ama geleceği genişletir." Paum Boese


İçerik; Sy.04) Yaşamdaki Acılar Bir Avuç Tuz Gibidir – Engin Enginer Sy.05) Tükeniş – Serenay Öztürk Sy.05) Sevdadandır Her Şey – Kezban Şahin Sy.07) Kaçak '23 – Işık Yavuz Sy.07) Kitap tavsiyesi; “Gazap Üzümleri” Steinbeck – Umut Onur Çöpür Sy.09) Suriyeli Çocuk – Özkan Çokkeskin Sy.10) Sessiz Sözcükler Kumpanyası – Erdem Özsoysal Sy.11) Profesyonel Yaşamda Duygular – Ece Çekiç Sy.12) Rutin – Tuncay Ünaydın


Yaşamdaki Acılar Bir Avuç Tuz Gibidir Gerek toplumsal olarak içerisinde bulunduğumuz durum, gerekse mevsim geçişinin yarattığı değişimlerin etkisiyle son günlerde pek çok insanın canının sıkkın olduğunu görüyorum. Ben de kafamın düşüncelerle dolu olup okumaya ve yazmaya zaman ayıramadığım verimsiz bir süreçteyim. O yüzden bu ay sizlere ne zaman içim sıkılsa okuduğum ve sıklıkla çevremdekilerle paylaştığım anonim bir hikayeyi aktarıyorum. Esenlikler dilerim. *** Hintli yaşlı bir usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştır. Bir gün çırağını tuz almaya gönderir. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyler. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yapar ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başlar. "Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "acı" diye cevap verir. Usta gülümseyerek çırağını kolundan tutar ve dışarıya çıkartır. Sessizce az ilerideki gölün kıyısına götürür ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyler. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarından akan suyu koluyla silerken usta sorar: "Tadı nasıl?" "Ferahlatıcı" diye cevap verir genç çırak. "Tuzun tadını aldın mı?" diye sorar yaşlı adam, "hayır" diye cevaplar çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturur ve şöyle der: "Yaşamdaki acılar da bir avuç tuz gibidir, ne azdır, ne de çok; acının miktarı hep aynıdır. Bu acının şiddeti, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acın olduğunda yapman gereken tek şey acı veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış. ***

Engin Enginer


Tükeniş Günümüzde bu kelimenin anlamı sendrom ile özdeşleşti adeta. Sadece bu kadar mı? İnsana özgü bir kavram olmadığı gibi pek çok terim ve varlık için kullanılabilir. Sonbaharın kendini yavaş yavaş hissettirdiği bu günlerde biz de tükeniyoruz sanki… Hayata karşı dik durabilmek, yılmamak bana göre kurtulabilmenin tek yolu. Tekrarlar, mutsuzluklar yaşanacaktır elbette. Gelecekte daha neler olacak kim bilir? Başka neler tükeniyor? Uluslar, hayatlar, doğa, hava, su… Tükenen, tükenene. Ve liste oldukça kabarık. Peki biz ne yapıyoruz? İşte tam bu noktada insanoğlu harekete geçmeli, öylece olan bitene seyirci kalamamalı. Kendi tükenmişliğimiz etrafımızda adeta çığ gibi büyümeye devam ediyor. Farkına varın!!! Teknoloji ilerliyor, insanlık geriliyor. Bununla birlikte iletişim yok denecek kadar azaldı. Bizler, tuhaf bir sona doğru sürükleniyoruz. Fazla vaktimiz olmadığı gibi, doğru yolda ilerlemeliyiz. Ne dünyamız ne de insanlık artık hata kabul etmiyor. Bilmem kaçıncı çağrı bu. Ben de tekrarlıyorum: Uyanın!!! İnsan olduğumuzu unutup, teknolojik cihazlara tapmayalım. Yeni kuşağa iyiyi ve güzeli öğretelim. Bilinçli, akıllı, enerjik nice güzel nesillerin yetişmesi dileklerimle… *Hala umut var. Biliyorum.

Serenay Öztürk 10.09.2013

Sevdadandır Her Şey Bir sevdadır gidiyor; dilimde, kalbimde, zihnimde. Kimseye de değil aslında, sevdaya olan hasretimedir... Prens beklemeyi bırakalı yıllar oldu, gönlümün kapısını çalan da yok... Gülüp geçenler var, gözlerimin içine derin derin bakıp da, çığlık çığlığa susanlar. Gülmeyeli de uzun zaman oldu, çok kahkaha atıyorum da, şöyle kalpten bir gülüş atamıyorum. Güzel bir gül de koklamadım nicedir; şöyle elime alıp da gerinemedim. Kokusunu içime çekip de, içindeki sırları çözemedim... Şöyle sarılıp da birine yaşadığımı da hissedemedim ne zamandır. Hayat veren gülücükler de yok, sıcacık eller, anlamlı bakışlar, aşk yeminleri... Bazen çok kimsesizim, bazen çok kalabalık, bazen çok suskun, bazen hiç...


Şöyle pencereden bakıp da manzaraya karşı iç de geçiremiyorum, önümden birileri geçiyor, hayat geçiyor, zaman geçiyor, ben öylece kalıyorum. Koşmaktan da yoruluyorum bazen, olduğum yerde kalmaktan da... Konuşmaktan da yoruluyorum, ağlamaktan da. Ama sevmekten usanmıyorum. Yağmurdan sonra çıkan gökkuşağını seviyorum, hem de çocuk gibi heyecanlanıyorum. Sonra gül bahçelerini; gözlerimi kapıyorum, mis gibi kokuları burnumda, bana ait olan tek yer gibi, kimsenin giremediği; ne acı, ne hüzün ne de yalnızlık. Gülen insanları da seviyorum, güldürmeyi de seviyorum, onları tebessüm ettirebilmek bile başarı hazzı yaratıyor. Sonra sokaktaki yaşlı dedeleri, nineleri seviyorum. Hayata karşı verdikleri umarsız savaşa hayranlık duyuyorum, daha da güçleniyorum... Ağaca konan kuşları da seviyorum, bilmediğim dilleri ile söyledikleri melodiler beni başka diyarlara götürüyor. Başka bir diyarda, başka bir ben oluyorum... Birisinin beni bulmasını bekliyorum, o yalnızlar istasyonunda gecemi gündüzüme katıp, inançla, yılmadan bekliyorum. Biliyorum bir gün biri gelecek, elimi tutup gözlerime bakarak 'çok bekletmedim umarım' diyecek. Çok bekletmedim umarım, kalbinin sesini duydum da, karşına çıkmak için zamanla savaştım. Kazandım. Buradayım. Yanında. Sonsuza kadar, en yakınında... Yüreğimde yağmurdan sonra çıkan gökkusağını görmenin heyecanı gibi, dilini bilmediğim kuşların melodileri eşliğinde; Hoşgeldin diyeceğim. Hoşgeldin. Kazandın. Yanındayım. Sonsuza kadar, en yakınındayım...

Kezban Şahin


Kaçak '23 Bir yere bıraksam yüreğimi Adını sanını bilmediğim kaybetsem tüm benliğimi.

karanlık

yollarda

Anlattıklarım ve duyduklarım kendiliğinden yazılsa ifademe Yaşamım sana yakın olsa ve sen bana yakın. Takılsam bir gölgenin ardına; Güneş batana kadar sokaklarda. Ve sen olsan yanı başımda Dizlerine yatıp rüya görsem suskunca.

Işık Yavuz Kitap tavsiyesi;

“Gazap Üzümleri” / John Steinbeck Gazap Üzümleri’yle Buhranın Kalbine Yolculuk Kitap tavsiyesi kolay bir şey değildir. Yalnızca bir kitabın adını söylemek ve “bunu okumalısınız” demek, bir tavsiye sayılmamalıdır. Bir bütün olarak o kitaptan, kitabı oluşturan etmenlerden bahsetmek gerekir. Bana bir kitap tavsiye edileceği söylendiğinde aklıma hemen Gazap Üzümleri geldi. Benim oldukça eski olan baskısından defalarca okuduğum ve yine defalarca okuyacağım bir Steinbeck romanıdır Gazap Üzümleri. Nobel’in Nobel olduğu zamanlarda edebiyat ödülünü alan Steinbeck tarihin en iyi roman yazarlarından –benim gözümde en iyi- biridir. Amerikalıdır ve sosyalisttir. Merak edenler yazarı araştırabilir. Biz romanımıza dönelim. Gazap Üzümleri, 1939 yılında yayınlanmıştır. Bu arada Steinbeck bu romanla Pulitzer Ödülü kazanmıştır. Büyük bir yazarın büyük ödüller almış, çok okunmuş bu romanı ne anlatıyor olabilir ki? Önce dönemden bahsedelim. Hepiniz “büyük buhran” tamlamasını duymuşsunuzdur. Fight Club filminde Tyler Durden efsanevi tiradını attığında da bu büyük buhrandan bahseder. Çeşitli yerlerde de sık sık karşılaşırsınız. Kısaca, büyük buhran 1929 ve 30’lu yıllarda yaşanan ekonomik çöküntüdür. Bu çöküntü her zaman olduğu gibi emekçi sınıfın yaşadığı bir çöküntüdür. Kapitalizmin ergenlik çağına girmesiyle yaşanan bir kırılma ve yokluğun acı sonuçlarıdır büyük buhran. Amerika'da etkileri çok büyük ölçüde görülmüş, milyonlarca çiftçi topraklarından edilmiş, kovulmuşlardır. Şimdiye kadar başka bir yaşam pratiği bilmeyen, doğal bir yaşam biçimiyle yetişmiş, yabancılaşmayı hiç yaşamamış, sapına kadar “gerçek” insanların bir anda dokundukları,


işledikleri, üstünde uyudukları topraklardan kovulması ve kuru ekmek için savaşması söz konusudur. İşte Gazap Üzümleri de bu dönemde, Oklahoma’da yaşayan Joad ailesinin yol hikayesini konu edinir. Dede Joad, baba Joad anne, gençler ve çocuklar. Dört kuşaktan oluşan ailenin bir üyesi daha vardır. Bu kişi, hapisten yeni çıkan ve Oklahoma’ya dönen Tom Joad’dır. Babasıyla aynı ismi taşıyan Tom ailesinin yanına geldiğinde aralarında büyük bir soğukluk vardır ama herkes onun gelmesine sevinmiştir. Çünkü güçlüdür, güven aşılar ve zekidir. Fakat Tom sıradan biridir. Tıpkı sıradan insanlar gibi acıkmakta, korkmakta, yorulmaktadır. Tom’un mükemmel çizilmiş karakteri, diğer karakterlerin kusursuzluğuyla birleştiğinde sizin Tom’la eksiksiz bir özdeşim kurmanızı sağlamaktadır. Çünkü Tom hapisten çıktığında her şey olmaya başlamıştır. Aile toprağından kovulmuştur ve diğer milyonlarca çiftçi gibi Kaliforniya’ya, meyve toplamaya gitmek için hazırlanmaktadır. Her yerde ilanlar dolaşmakta, cennetten bir parçaymış gibi görülen Kalifornia’ya varınca her şeyin son bulacağına ve insan gibi yaşanacağına inanılmaktadır. Milyonlarca insan Kaliforniya’ya doğru yola çıkmıştır. Tüm bunları Tom’la beraber öğrenirsiniz. Yine Tom’la beraber bu kervana katılırsınız çünkü ne onun ne de sizin başka çareniz yoktur. Yola çıkıldıktan sonra, romanın çok büyük bir kısmı yolda geçer. Yolda ölümler, sevinçler yaşanır. Karakterler çözülür. Umutlar ve hayaller gözlenir. İnsanı tanırız. En çıplak haliyle, en gerçek hareket biçimini uygulayan, yani yol alan gerçek insanı görürüz. Kaliforniya’ya gidildiğinde ise hiçbir şeyin anlatıldığı gibi olmadığını göreceğiz. Açlığı daha önce hiç bu kadar çıplak hissetmediğinizi göreceksiniz. Yol boyunca tanıdığınız genç yaşlı herkesin ne kadar trajik fedakarlıklar yaptıklarını görecek, gırtlağınızda hissedeceksiniz. Sonunda, siz de Tom’la beraber her şeyi kavradığınızda, yapılabilecek tek şeyin, yapılması gereken tek şeyin farkına varacaksınız… Bu kitap hakkında söylenebilecekler hiçbir zaman bitmeyecektir. Sanat yaşamın bir yansımasıdır ve bahsedilen dönemin daha iyi bir yansımasını bulamazsınız. Steinbeck’in kusursuz romancılığıyla o yolun sıcağını, arabadaki kokuyu ve tek tek her birey ne hissediyorsa, onu hissedeceksiniz. Roman’ın filmi de 1940 yılında çekilmiştir ve Tom Joad rolünü belki de rolün altından kalkabilecek tek isim, Henry Fonda oynamıştır. Benim defalarca okuduğum bakı 1981 yılında basılan Oda Yayınları baskısıdır. Gülen Fındıklı’nın çevirisinde tadına doyulmaz bir Türkçe’yle karşılaşabilirsiniz. Tavsiyem bu baskıyı okumanızdır. Daha sonra diğer baskılarla karşılaştırma yapabilirsiniz.

Umut Onur Çöpür


Suriyeli Çocuk Vietnam da Çırılçıplak ağlayarak kaçan kız Anladınız Ve Napalm'la yandınız Sen Vietnamlı çocuk ÖLDÜN Bir top kızıl ateş gördün önce Kör oldu gözlerin Kemiklerin bile eridi Sen Hiroşimalı çocuk ÖLDÜN Vücudunda kimyasal yanığı Karnında şarapnel parçası Yuvasından fırlamış gözleri Kanı anasının kanına karışmış Sen Iraklı çocuk ÖLDÜN Şimdi sıra sende Suriyeli çocuk Sıra sende Onlar öldüler çaresiz Sıralarını savdılar Sen ya bir parkta, ya okulda Uykunun en tatlı, en güzel yerinde Bir bomba. Sen Suriyeli çocuk ÖLECEKSİN Ve ben; Tanımasam, görmemiş olsam da yüzlerinizi Acınızı yüreğimde hissedip kahrolacağım Sizler için yas tutacağım İnsanım ben. AĞLAYACAĞIM.

Özkan Çokkeskin

Balıkesir, 2013


Sessiz Sözcükler Kumpanyası Uzun uzun yazmak geçiyor içimden… İçimden geçiyor bu sıralar her şey… Ama sık sık hayat geçiyor içimden… İçim içimde değil…İçim başka bir mekanın yolcusu… Bir iç benden başka bir iç bene yolculuktaydım… Kaybolmuşum benden bana bir yol ayrımında… Geçmem değdim yollardayım… Aynı hatalar çukurunda bir pislik gibiyim… Kendi pisliğim de kayboluyorum… Umut ikliminin sert ayaz havası daha fazla dokunuyor ciğerlerime… Kağıt paralara yazıyorum düşlerimi... Kimse görmüyor yazdıklarımı… Ama benim gibi bir Ortaçgil şarkısına tapan bilir belki o paranın hikayesini… Bir eylül akşamı… Ağustosun ortasında eylülü düşlemek… Mevsim hep hüzünbaz eylül… Aynı düşlerde buluşuyoruz… Uyku… Uykularım var tecavüze uğramayan… Yaşam bir tecavüz… Dedim ya içimde geçiyor hayat… Tramvay durakları geliyor aklıma buluşmak için beklediğimiz duraklar… Sırtımız durak camlarının garantisinde… Satılmışlığım… Serbest ilişkisel kurlarda lobisel oyunlarda devalüasyona uğrayıp yok pahasına helak olmuş aşklarım… Bir yazarsam bir başlarsam yazmaya… Nefes almayı bile unuturum… Çünkü yazmak kusmak-tı benim için… Konuşmadığım sözcükleri kuramadığım kabuslarımı yazıya dökmek istiyorum…

Erdem Özsoysal

cümleleri

haykıramadığım


Profesyonel Yaşamda Duygular Konuşarak anlatamadığım şeyler vardı kelimeler dilimden çıkarken gözyaşlarımda boğuluyordu sanki! Anlatmak istediklerim bir cümle olamazken süzülüyordu gözlerimden, sesimden… Ve insan en çok da yanlış anlaşılmaktan mı korkuyordu? Sözler davranışların yanında ne kadar etkili olabilirdi anlatılması zor olan şey neydi, duygular mı, düşünceler mi, yoksa davranışların halleri mi? Bilmiyorum ama eğer bir duyguyu yoğun yaşıyorsanız ve bu duyguyu anlatacak kelimelerin çokluğu yetmiyorsa yetmediği için de gözyaşlarınız kelimelere el koyuyorsa yapabileceğiniz bir şey kalmıyor demektir. Profesyonelce düşünmek, amatörce yaşamak mı dersiniz? Davranışların, duyguların daha akılcı bir şekilde açığa vurması insanın gerçek hislerinde ne kadar etkili olabilir ki? Ya akılcı bir şekilde yaşamak ya da duyguların davranışlara dökülme hallerini göze almak, hangisinin doğru olacağını ancak o an dediğimiz "an"da belirleyebiliriz; ya karşımızdaki insanın bizi algılayışı, işte yanlış anlaşılmak korkusunun en yoğun hissini yaşama durumudur. Siz anlatmak istediklerinizi anlatamazsınız ve profesyonel bir yaşamda amatörce bir eyleme düşmüş olursunuz, o anda benim hissettiğim tek şey ise; profesyonellik değil, duygularımın, karşımdaki insana olan değerin ve sevginin daha profesyonel oluşudur. Evet, akılcı bir şekilde düşünebilirsiniz, olması gereken şey de budur, yaşadığımız dünya profesyonellik gerektirir, kurallar içerir kurallara uygun eylemler gerçekleştirmek gerekir. Duygulara hislere yer yoktur. Eğer duygular aklınızı bastırıyorsa bu sizin için tehlikelidir çünkü güçsüz denilir. Hâlbuki yapılacak her şey duygu gerektirir, sevgi içerir, "değer" yapılan eylemi güçlendirir. Üstelik karşınızdaki insana olan sevginiz, değeriniz, "idol" olarak tasvir etmenize sebep oluyorsa, aslında içinde ne kadar profesyonellik yarattığını da görmek gerekir. Sonuç olarak; yaşamda doğru orantıyı bulmak gerekir. Tamamıyla duyguları örtbas etmek sizi güçlü yapar ancak hissiz bir yaşam sunar, tam tersi olan duygularsa sizi fazla duygusal yapacağından dolayı yaşanılan şeylerde gerçeklikleri görmekte eksiklikler yaratır! ***


Kısa kısa… Toms diye bir ayakkabı markası var, duymuşsunuzdur. Bu ayakkabılar sosyal hizmet projesi kapsamında üretilmektedir. Satın alınan her ayakkabı için bir tane de alanın adına yoksul çocuklara verilir. Belgeselini izledikten sonra ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Böyle bir sosyal hizmet projesinin her üretici firmaya örnek olması ve dünyanın dört bir tarafına yayılarak yoksul çocukların ayaklarında yer alması gerçek bir sorumluluk bilincidir. *** "Son Ada" Zülfü Livaneli'nin muhteşem bir romanıdır. Bakir olan bir ada düşünün ve sonrasını… 42. baskısında olan bu romanı okumanızı tavsiye ederim. Geçmiş zamanın şimdiki zamanı nasıl takip ettiğini, bir ağacın sadece bir ağaç olmadığını ve daha birçok şeyi Son Ada'da anlayacaksınız.

Ece Çekiç

Rutin Hanımının getirdiği kayısıların çekirdeklerini çıkardı. Önce küçük oğluna uzattı, sonra ortancaya ve daha sonra da en büyüğüne. Çocuklardan en küçük olanı hariç diğerleri televizyona kilitlenmişlerdi. Yine aynı şekilde babaları da onlara kayısıları uzatırken gözü televizyondaydı. Küçük oğlu, garip ama telaşlı bir şekilde babasına bakıyordu. Söylemek istediği bir şey varmış gibi atılan bu bakış belki de içinde binlerce kelimeyi barındırıyordu. Biraz önce kayısıları getiren hanımı, mutfağa gidip yirmi dakika önce demlediği çayı getirdi. Küçük oğlan aynı tedirgin bakışları bütün ev hanesinde gezdiriyordu. Bir babasına, bir annesine, bir de ağabeylerine aynı rutinde bakıyordu. Hanımı çaydanlığı masaya bıraktı ve birer birer bardaklara doldurdu. Çayı eşine uzatırken hafif tedirgin bir mimikle, 'Ayseller küçük kızlarına matematik hocası tutmuş. Kızın şimdiden dersleri düzelmiş.' 'Eeee. Ne olmuş yani?' 'Bizim oğlanlara da tutalım diyecektim.' 'Bu halimizle mi? Ayın sonunu zor getiriyoruz.' 'Matematik olmadan olmuyormuş bey! Biz göremedik bari çocuklarımız iyi eğitim görsün.'


'Nereden çıktı şimdi bu! Bana bak sen o gösteriş budalalarına mı özeniyorsun?' 'Öyle şey olur mu bey. Çocuklarımız daha iyi matematik öğrenmesinler mi?' 'Öğrensinler tabi. Ama halimiz ortada. Ayın sonunu zor getiriyoruz. Okulda öğrendikleriyle yetinsinler.' 'Patik örmeye başladım. Onları konu komşuya satarım. Ben de ilave ederim. Ha bey!' 'Ben karısına patik sattırıyor dedirtmem. Bu böyle bilinsin.' -Tekrar...Hanımı çaydanlığı masaya bıraktı ve birer birer bardaklara doldurdu. Çayı eşine uzatırken hafif tedirgin bir mimikle, 'Ayseller küçük kızlarına matematik hocası tutmuş. Kızın şimdiden dersleri düzelmiş.' dedi. Kocası kendinden emin, kibirli bir surat ifadesiyle, 'Eeee. Ne olmuş yani?' diye sordu. 'Bizim oğlanlara da tutalım diyecektim.' dedi karısı. Adam elindeki bardağı masaya bıraktı. Çocuklarına bakıp iç geçirdi ve hanımına döndü. 'Bu halimizle mi? Ayın sonunu zor getiriyoruz.' dedi. 'Matematik olmadan olmuyormuş bey! Biz göremedik bari çocuklarımız iyi eğitim görsün.' dedi hanımı başını eğerek. Adam suratındaki sinirli ifadeden ödün vermeden, 'Nereden çıktı şimdi bu! Bana bak sen o gösteriş budalalarına mı özeniyorsun?' diye bağırdı. Çocuklar korktu. Kadın çocuklarına baktı. Başını yavaşça beyine döndürdü ve, 'Öyle şey olur mu bey. Çocuklarımız daha iyi matematik öğrenmesinler mi?' dedi. Adam biraz sakinleşmişti. Daha sonra tebessüm dolu bir bakışla, 'Öğrensinler tabi. Ama halimiz ortada. Ayın sonunu zor getiriyoruz. Okulda öğrendikleriyle yetinsinler.' dedi. 'Patik örmeye başladım. Onları konuya komşuya satarım. Ben de ilave ederim. Ha bey!' dedi kadın endişeli bir mimikle. Adam iyice sinirlendi ve bağırmaya başladı. 'Ben karısına patik sattırıyor dedirtmem. Bu böyle bilinsin.' '.....' Küçük oğlan bağırmaya başladı. 'Baba, baba, baba!'


-TekrarHanımının getirdiği kayısıların çekirdeklerini çıkardı. Önce küçük oğluna uzattı, sonra ortancaya ve daha sonra da en büyüğüne. Çocuklardan en küçük olanı hariç diğerleri televizyona kilitlenmişlerdi. Yine aynı şekilde babaları da onlara kayısıları uzatırken gözü televizyondaydı. Küçük oğlu, garip ama telaşlı bir şekilde babasına bakıyordu. Söylemek istediği bir şey varmış gibi atılan bu bakış belki de içinde binlerce kelimeyi barındırıyordu. Biraz önce kayısıları getiren hanımı, mutfağa gidip yirmi dakika önce demlediği çayı getirdi. Küçük oğlan aynı tedirgin bakışları bütün ev hanesinde gezdiriyordu. Bir babasına, bir annesine, bir de ağabeylerine aynı rutinde bakıyordu. Hanımı çaydanlığı masaya bıraktı ve birer birer bardaklara doldurdu. Çayı doldururken bütün çocuklarına baktı. Zamanın çabucak geçtiğine şahit olan biri olarak, onlarında bir gün büyüyeceklerini, iş sahibi olacaklarını, askerlik yapacaklarını ve evleneceklerini düşündü. Acaba nasıl bir hayatları olacaktı veya biz onlara neler katacağız diye sordu kendine. Gözünde kendi gençliğini, on yedisine geldiğinde babasının okuma azmini nasıl sonlandırdığını, onu şu anda karşısında ayaklarını kanepede birleştiren kocasına verdiklerini tekrar tekrar canlandırdı. Şimdi belki okusaydım hakim olmuştum diye düşündü. Çayı eşine uzatırken hafif tedirgin bir mimikle, 'Ayseller küçük kızlarına matematik hocası tutmuş. Kızın şimdiden dersleri düzelmiş.' dedi. Bunu söylerken yüzüne yayılan endişe ifadesi kocasından çekindiğini, ona karşı herhangi bir saygısızlık olmadığını gösteriyordu. Kocası kendinden emin, kibirli bir surat ifadesiyle, 'Eeee. Ne olmuş yani?' diye sordu. Hanımı hiç tereddüt etmeden, 'Bizim oğlanlara da tutalım diyecektim.' dedi. Adam elindeki bardağı masaya bıraktı. Çocuklarına bakıp iç geçirdi ve hanımına döndü. 'Bu halimizle mi? Ayın sonunu zor getiriyoruz.' dedi. Kadın biraz önce hayalinde canlandırdığı o imgelerin etkisindeydi ve çocukları için iyi bir gelecek istiyordu. Lakin kocasının sürekli olarak belirttiği gibi ekonomik durumları da pek iyi değildi. Kocasına söylemek istediği onca şey varken, onları hep içine atıyordu. Adam aslında, sürekli olarak akşamları önce iki tane birasını içer, arkadaşlarıyla mutlaka kıraathanede batak atar öyle gelirdi. Bu durum bahane olarak ekonomik durumu ortaya atan kocası için riyakar bir tutum olsa da kadın, ananelerin gerektirdiği gibi hiç bir şekilde ona karşı gelemiyordu. Kadın yine de alttan alarak, 'Matematik olmadan olmuyormuş bey! Biz göremedik bari çocuklarımız iyi eğitim görsün.' dedi başını eğerek. Adam suratındaki sinirli ifadeden ödün vermeden,


'Nereden çıktı şimdi bu! Bana bak sen o gösteriş budalalarına mı özeniyorsun?' diye bağırdı. Çocuklar korktu. Kadın çocuklarına baktı. Başını yavaşça beyine döndürdü ve, 'Öyle şey olur mu bey. Çocuklarımız daha iyi matematik öğrenmesinler mi?' dedi. Adam biraz sakinleşmişti. Daha sonra tebessüm dolu bir bakışla, 'Öğrensinler tabi. Ama halimiz ortada. Ayın sonunu zor getiriyoruz. Okulda öğrendikleriyle yetinsinler.' dedi. 'Patik örmeye başladım. Onları konuya komşuya satarım. Ben de ilave ederim. Ha bey!' dedi kadın endişeli bir mimikle. Adam iyice sinirlendi ve bağırmaya başladı. 'Ben karısına patik sattırıyor dedirtmem. Bu böyle bilinsin.' Kadın korktu. Söyleyeceği şeyi tartmaya çalıştı. 'Bunun bir ayıbı yok ki bey! Herkes örüyor. Beni bilirsin elim yatkındır. Kırma beni ha!' 'Kes sesini!' Küçük oğlan bağırmaya başladı. 'Baba, baba, baba!' 'Ne var lan!' 'Bugün okul bahçesinde top oynarken ayakkabım yırtıldı.'

Tuncay Ünaydın

..EnginDergi.. Eylül 2013 sayı 45 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.