Genetik Geçmişimiz ve Geleceğimiz

Page 1

İÇİNDEKİLER 1- İNSAN NEDİR, KİMDİR? 2- KOLEKTİF BİLİNÇ - ARTILARIN SIRRI 3- BİYOLOJİK BİLİNÇ - HAYAT NE ZAMAN BAŞLAR? - DOĞUMDAN ÖNCE ÖĞRENEN BEYİN - ÜST BEYİN - ALT BEYİN - GENETİK HARİTAMIZDAKİ ŞİFRELER - HÜCRELER VE DÜŞÜNEN MOLEKÜLLER - DNA’LARIN YAPISI - MUTASYON - POTANSİYEL YETENEK TEORİSİ - MERKEZSİZ SİSTEMİN MUCİZESİ - BENCİL GENLERİN SAVAŞI - KALP KRİZLERİ NEDEN ÇOĞALDI? - KOLESTEROL GERÇEĞİ - BESİNLERİN GENLERE ETKİLERİ - İNSANLAR HAYVAN GENİ TAŞIYOR MU? - GENETİK MÜHENDİSLİK - DELİ DANA GERÇEĞİ - İNSANLAR KLONLANACAK MI? - GENETİK MÜHENDİSLİĞİN ETİKSELLİĞİ - YUCENİKS SUÇLARI - KROMOZOM EROZYONU VE YAŞLANMANIN NEDENİ - GENÇLİK AŞISI BULUNDU MU? - UZUN ÖMÜRLÜ İNSANLARIN GENETİK SIRRI - DOĞANIN GENÇLİĞE HİTABESİ - KANSERLE SAVAŞ BİTİYOR MU? - KATİL GENLER - BEYNİN OKSİJENLE İLİŞKİSİ

1

2


45-

ZEKÂ KALITIMSAL MI? AKIL GÖZÜ HAYAL GÜCÜ VE YARATICI ZEKÂ YARATICILIĞIN FOTOĞRAFI KOZMİK BİLİNÇ EVREN TURU EVRENİN BAŞLANGICI VE SONU İNSANIN EVRENLE İLİŞKİSİ BİLİM VE İNANÇ İNSANIN TANRIYLA İLİŞKİSİ BİYOENERJİ VE RUH GÖZÜ ÖLÜM MUTLAK BİTİŞ Mİ? REENKARNASYON İNANCI BİR YANILGI MI? SOSYAL BİLİNÇ KİŞİLİK KALITIMSAL MI? SOSYOBİYOLOJİK GENLER FEMİNİZM GENETİK Mİ? KADINLARDA YÖN DUYGUSU NEDEN ZAYIF? İNSAN VE TOPLUM İLİŞKİSİ OLDUĞUN GİBİ GÖRÜNME, GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OLMA

EVRENSEL ETİK AHLÂKİ ARŞİVLERİN İSRAFI SUÇ İŞLETEN İÇGÜDÜ DOĞA, İNSAN VE ÖZGÜRLÜK GENLERİN ESİRİ MİYİZ? YAŞAMIN AMACI VE EVRİM MUTLULUK SORUNU DUYGULAR KALPTE Mİ, BEYİNDE Mİ? DUYGUSAL ZEKÂMIZ SAYGINLIK ÖLÇÜSÜ İNSANLAR SINIFLARA AYRILMALI MI? PİSKE, RUH VE DEPRESYON BURÇLAR KİŞİLİĞİMİZİ ETKİLİYOR MU?

3

ÖN SÖZ “Bir zincir en zayıf halkası kadar kuvvetlidir.” Merak eden insan sorar ve sorgular. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru biçimde sorulan bir soru bazen kütüphaneler dolusu kitaptan daha yararlı olabilir. Öğrenme eylemi ile kişiyi keşif yoluna çıkaran sorular arasında sıkı bir akrabalık ilişkisi vardır. Merak: Bilinç düzeyimizi yücelten ve kültürel evrim sürecimizi hızlandıran bir içgüdü olarak bilinir. Bu güdünün dışa yansıyan en açık belirtileri, doymamış meraklarından ötürü ve geldikleri dünyayı tez elden öğrenmek için her şeye dokunan ve olmadık sorular soran çocuklarda görülür. Sorgulayan insanın öğrenme isteği gittikçe artar. Öğrenen insan ne kadar az bildiğini anlar. Bilgi yoksulluğundan kurtulmak isteyen kişinin merakı ve araştırma enerjisi, işte o zaman astronomik olarak yükselir. Bu istek ve gayret dev bir dalgaya dönüşünce, artık önünde en derin sırlar bile duramaz. Bugün yaşamımızı kolaylaştıran çok sayıda bilimsel ve teknolojik buluşu ve ulaştığımız kültürel ve etik düzeyi de bu tür merakla beslenen sorulara borçluyuz. Bu kitap da benzer bir süreçten sonra oluştu. Genetik mühendislik hakkındaki bir makale okurken, “Acaba bir ‘insan mühendisi’ olsaydım, ne tür bir bilgi birikimine sahip olmam gerekirdi?” diye kafamda ansızın oluşan bir soru sayesinde coşan merakım, zihnimde zincirleme bir reaksiyonla yüzlerce yeni soru doğurdu. Yanıtları ararken yepyeni araştırmalara sürüklendim ve edindiğim doneler belleğimdeki

4


verilerle harmanlanınca, ortaya bu kitabı dolduracak kadar donanım çıktı. Umarım, son sayfaya ulaştığınızda sizin de zihninizde birkaç kıvılcım çakmış olur, merakınız kabarır ve farklı bilgilere veya yeni araştırmalara yönelme isteğiniz artar. Böylece düşüncelerinize, yaşamınıza veya yapıtlarınıza olağandışı bir boyut ekleme şansınız olur. Kitaptaki savlara, fikirlere ve muhakeme tarzına katılmayabilirsiniz. Fakat zaten önemli olan da kendi düşünce ve inançlarımızı karşıt görüşlerle kıyaslamak ve yeni bakış açıları ile tanışmak değil midir? Buradaki fikirleri çürütebildiğiniz oranda kişisel düşüncelerinizi sınamış ve onlara olan güveninizi pekiştirmiş olacaksınız. Kurgusu, bir “sanal insan mühendisi” ile yapılan röportaj şeklinde tasarlanan bu kitaptaki kuramların ve mantık zincirinin ancak en zayıf halkası kadar kuvvetli olduğunun bilincindeyim. Bu zinciri kırma zevkini defalarca yaşamanızı diliyorum. Hoşça okuyun... Mehmet SAĞLAM İzmir – 2005

5

İLK SORU

— Efendim, detaylara geçmeden önce, bir insan mühendisi olarak, “insan nasıl bir canlıdır?” sorusuna genel bir yanıt verir misiniz?

İNSAN NEDİR, KİMDİR? — Öncelikle şunu belirtmek isterim: Milyonlarca yıllık evrim sürecine, 50 bin yıldır ürettiğimiz bilgi ve kültür dağarcığımıza ve ulaştığımız bilimsel düzeye rağmen, insan hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimiz yanında belki de hiç kalır. Çünkü insan: Sürekli değişen, gelişen, derinleşen ve derinlere indikçe kendi içsel hazinelerini ve evrenin sırlarını gün ışığına çıkarıp somutlaştıran, merakı sonsuz bir varlıktır. Çünkü o: Makroevren’de bir toz zerreciği kadar önemi ve yeri olmayan küçük bir uzaylı olmasına karşın, kendi Mikroevren’inde ve genetik şifrelerinde tüm kâinatın hammaddesini ve belki de 15 milyar yıllık tarihini taşıyan “üstün” bir canlıdır. Çünkü o: El, emek ve dil becerileri ve henüz adını bile koyamamış olduğu “gizli” yetenekleri sayesinde bugünkü uygarlık, bilim ve teknolojiye sahip olmayı becerebilmiş maharetli bir yaratıktır. Çünkü o: Hem görünmeyen kuvarklardan, atomlardan ve moleküllerden oluşmuş maddî bir yaratık, hem de görünmeyen enerji biçimleri ile iç içe ortak yaşam süren sosyobiyolojik bir canlıdır. Çünkü o: Özgürlük, estetik ve sanat gibi rafine değerleri edinebilmiş eşsiz bir varlıktır.

6


Çünkü o: Akıl gözü sayesinde rasyonelliği, “kalp gözü” sayesinde duygusallığı ve “ruh gözü” sayesinde ruhsallığı yaşayan bilge bir mahlûktur. Çünkü o: “Yazgısını belirleyen” genetik şifrelerini dahi değiştirebilen üstün zekâya ve evrenin her köşesinde gezinebilen geniş hayal gücüne sahip sınır tanımaz bir seyyah ve “kaderine meydan okuyabilen” paradoksvari bir bedendir. Çünkü o: Yüksek idealler besleyen, hayal edilmemiş hayaller kurabilen ve imgelediği soyutları üretken bilinci sayesinde bir gün mutlaka somuta dönüştürebilen doğadaki en yaratıcı ustadır. Çünkü o: Yüzyıllardır “Ben neyim? Kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum?” sorularını soran ve bu sorulara her çağda bulduğu farklı yanıtlar sayesinde bir kuantum parçacığı gibi sürekli başkalaşan bir değişkendir. Çünkü o: Hem öldürebilen, hem ölesiye sevebilen; aşk ve nefreti, kin ve sevgiyi birlikte yaşayabilen ve belki de yaradılışının nedeni olan sevgiyi daha da yücelterek, ölümsüz aşka dönüştürmeyi başarabilen bir simyacıdır. Onu anladığınızı sandığınız anda yolun başına geri döndüğünüzü deneyimler ve bu evrimcil varlığı yeniden anlamaya koyulursunuz. Bir “insan mühendisi”nin bile kendi doğasını tahsil etmesine ömrü ve kapasitesi yetmez. O, kendi hakkında ancak ya genel bir kanıya sahip olabilir veya bir-iki dalda derin bilgiye ulaşabilir. Salt insan anatomisi ve psikolojisi ile uğraşan tıp bilimi bile sayıları yüze yaklaşan kollara ayrılmışken; fizyolojik olduğu kadar toplumsal, duygusal ve ruhsal olan insanı tüm derinlikleriyle tanıyabilmek, dâhilerin bile yeteneklerine çok gelir.

İnsanoğlunun 21’inci yüzyılda kendi hakkında bulduğu kanıtların içeriği, önceki çağlardan çok daha heyecan verici ve çok daha somut bir özellik taşıyor. Bunlar da zamanla değişecek ve gelecek kuşakları daha farklı buluşlar heyecanlandıracaktır. Ama elde henüz kanıt yok diye, hakkında konuştuğumuz, yazdığımız, çizdiğimiz, hissettiğimiz ve deneyimlediğimiz soyut ve maddeötesi gerçekleri de göz ardı etmeden, açık bir bilinçle ilerlememiz koşuluyla... — Teşekkür ederim. Efendim, beni çok düşündüren bir gözlemim ve bunun yarattığı bir sıkıntım var: Komaya girmiş veya bitkisel hayat yaşayan bazı insanlar gördüm. Ayrıca, gözümün önünde bayılan birkaç dostum oldu. Bunları deneyimlerken, o insanların yaşayan bir bedenleri olmasına rağmen kapalı bilinçleri yüzünden onlarla iletişim kuramamanın sıkıntılarını yaşadım. Daha sonraları düşündüğümde, bizi biz yapan şeyin bilinç olduğu sonucuna ulaştım. Bilincin kapalı olması ne anlama geliyor? Daha önemlisi, bilinç nedir?

7

8

KOLEKTİF BİLİNÇ -“Consciousness” kelimesi İngilizcede farkındalık anlamına gelir; fakat bu kelime Türkçeye “bilmek” mastarından türetilen “bilinç” şeklinde çevrildiği için içeriği yanlış anlaşılmıştır. Çoğu kez, akıl, mantık veya uyanık olmak anlamaları yüklenerek de kullanılmaktadır. Oysa “consciousness” farkına varmak kökünden türetilmeli ve farkındalık olarak tercüme edilmeliydi. Bayılan bir insan bilgilerini mi


kaybeder, farkındalık hâlini mi? Ne yazık ki bilinç sözcüğü artık dilimize iyice yerleşmiş olduğu için yapacak fazlaca bir şey yoktur. Önemli olan bunu farkındalık anlamında kullanmaktır. Bilinç konusu sizin gibi düşünen insanların tümünü hayrete düşüren bir olgu... Yüzyıllardır yapılan bilimsel çalışmaların ve üretilen felsefelerin hiçbiri “Bilinç nedir, nerededir ve nasıl oluşmaktadır?” sorusuna kesin ve kalıcı bir yanıt getirememiştir. Çünkü sadece etten, kemikten, kandan ve sudan oluşan insan vücudunun olağanüstü işler becerebilen bir farkındalığa sahip olması sorunu insanoğlunun karşılaştığı en zor problemlerden birisidir. Bu probleme ek olarak; bilinç hakkında yapılan felsefî ve bilimsel çalışmalardan çıkan elastiki sonuçlar ise bizleri daha büyük bir açmaza sürüklemektedir. Kitlelere ulaşan her yeni fikir veya deney sonucu, zihinlerde yepyeni pencereler açtığı için hangi pencereden, nereye bakacağımızı bilememekteyiz. Bence, en büyük yanlışlığı tek bir “hayalet” aramakla yapıyoruz. Yani bakış açımız hatalı. İzin verirseniz, bilincin tanımı ile başlayarak, bu bulanık suyu biraz berraklaştırmaya çalışayım... Bilinç: Bir petek gibi binlerce minik gözün birleşmesiyle ortaya çıkan, görme duyusuna benzeyen bir “Kolektif Farkındalık” hâlidir. — Sizden apaçık yanıtlar almadan buradan gitmeye niyetim yok efendim; biraz daha açar mısınız bu tanımı? — Öyleyse, gelin sizinle kısa bir sanal yolculuk yaparak, pencereden görünen şu doğum hastanesine gidelim. Orada beş duyusu olmayan ve görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma özürlü bir bebek

doğmuş olsun. Şimdi söyleyin bana: Bu bebeğin bir farkındalık hâli var mıdır, yok mudur? — Olması gerekir... Çünkü o bebek ağlıyor, süt istiyor ve elini kolunu hareket ettiriyor olacak. — Doğru düşündünüz. Her insan ya da her canlı temel ve “ham” bir bilinçle dünyaya gelir. Burada kullandığım “ham” sözcüğüne dikkatinizi çekmek isterim. Bu sözcük, bilinci irdelerken onun farkındalık düzeyini belirleyen etkenleri açıklamada çok işe yarayacaktır. Bir başka tanımla Bilinç; beş duyu organı ve diğer yetilerimiz sayesinde, iç ve dış dünyamızda görünen ve görünmeyen pek çok şeyin farkına varmamıza olanak veren; öğrenmemize, çevreyle iletişim kurmamıza ve iş görebilmemize imkân tanıyan ve canlı birer varlık olarak yaşamamızı sağlayan, akıllı bir kolektif enerji türüdür. Bilinci üç ayrı kategoride değerlendirmeyi yeğliyorum: Biyolojik Bilinç, Sosyal Bilinç ve Kozmik Bilinç... Bedenimizi bir arabaya, bilincimizi de arabanın şoförüne benzetirsek; insan olarak hem araba, hem de arabanın sahibi ve şoförü durumunda olduğumuzu görebiliriz. Fakat arabaya sahip olurken hem bir seçme hakkımız olmamıştır, hem de zaten bir bedel ödememişizdir. Doğuştan bize hangi temel ve ham bilinç verilmişse, onu kullanıyor, onun bakım ve temizliğini yapıyor, onu geliştiriyor ve onun sayesinde varmak istediğimiz hedeflere doğru ilerliyoruz. Arabanın rengi, şekli, hızı ve parçalarının kalitesi, şoförün (bilincin) hem güven içinde yol almasını, hem de varacağı yere kolayca ulaşmasını sağlıyor. Araba arıza verdiğinde, şoför durduğu yerde kalakalıyor; iş göremez duruma düştüğünde ise bir mezarlığa törenlerle ve gözyaşları ile gömülüyor. Geriye sadece şoförün eşyaları, yapıtları ve anıları kalıyor.

9

10


Görüldüğü gibi; araba (beden) şoförsüz (bilinçsiz) bir işe yaramadığı gibi, şoför de arabasız var olamıyor. Şoför arabasını nasıl kullanacağını -birkaç temel manevra dışında doğarken bilemiyor ve iyi bir sürücü olması uzun ve zahmetli bir eğitim sürecinden sonra ancak kısmen gerçekleşiyor. Kaldı ki arabasının parçalarını (organları) ve çalışma sistemini öğrenebilmesi bile bir ömür boyu sürebiliyor. Dünyada böbreklerinin nerede olduğunu bilmeyen 900 milyon insan varmış. Bence, beynini tanımayanların sayısı 5 milyardan fazladır. Bir okyanus kaplumbağasının kuma gömdüğü yumurtalarından çıkan yavrularının vakit geçirmeden denize yönelmesi ve yüzebilmesi kadar bilinçli olmasa bile, insan yavrularının da doğuştan gelen içgüdüsel bazı yetenekleri vardır: Ağlayabilmek, süt emmesini bilmek ve anne kokusunu tanımayı hemen öğrenmek gibi... Yüz binlerce yıllık evrim sonucu genetik yapıya yerleşmiş bu yetenekler, beyindeki sinir hücrelerinin işlevleri sonucunda kendilerini gösterir ve bebeğin yaşaması için gerekli fizyolojik faaliyetleri kontrol ederler. Buradan anlaşılıyor ki: Acemi şoför (üst bilinç) daha arabasını kullanmayı öğrenmeden önce, ona yardımcı olan bir usta şoför (alt bilinç) var. Fakat “Serebral Korteks” veya Beyin Kabuğu denen ve beynin üst tabakasını oluşturan o ince bölümün altında kalan kalınca tabakanın tam olarak ne işler becerdiği, henüz tıp ve diğer bilim dallarınca bile tam anlamıyla bilinemiyor. Beynin yüzde 72’si olan alt beyinde olup bitenleri ortaya çıkarmak, kendimizi daha yakından tanımak ve evrimsel tarihçemizi öğrenmek adına büyük birer adım olacaktır. Belki de, alt beyni iyi tanımadığımız için bilinci anlamakta güçlük çekiyoruz.

Beyne bu özellikleri kazandıran kaynak hücrelerimizdeki genetik şifrelerdir. Cansız atomlardan yapılmış DNA moleküllerini oluşturan genler, vücudumuzdaki tüm dokuları ve sistemleri üretme bilgisini taşırlar. Bu sistematik bilgilerin işe yaraması için genlerin canlı ve “bilinçli” olması gerekir. İşte ben buna Biyolojik Bilinç diyorum. Fakat tüm beceri ve yeteneklerine rağmen; Biyolojik Bilinç tek başına fazlaca bir işe yaramaz; üç aylık bir bebekten çok fazla bir şey beklenemeyeceği gibi... Bebeğin Biyolojik Bilinç’ini iş gören ve üretim yapan bir sisteme entegre edecek olan bir başka dış etkene gereksinim vardır. O da Sosyal Bilinç’tir. Sosyal Bilinç olmadan bebeğin Biyolojik Bilinç’i onu toplumsallaştıramaz ve olgunlaştıramaz. Yani kişilik oluşumundaki en etkin faktör toplumdur, uzak ve yakın dış çevredir. Ulaşılan olgunluğun, kişiyi evrensel, yaratıcı ve eşsiz kılması için de Kolektif Bilinç’i tamamlayan üçüncü bir kaynağa gerek vardır. O da Kozmik Bilinç’tir. Bu kaynağı kullanamayan bir bilinç, tek gözlü, yetersiz bir bilince sahip demektir. Bunları formülize ederek şöylece özetlemek istiyorum: Kolektif Bilinç denilen olgu: Biyolojik Bilinç, Sosyal Bilinç ve Kozmik Bilinç toplamının artısıdır. O nedenle, insan; sosyobiyolojik ve kozmik bir canlıdır. Yıldız tozlarından yapılmış; fakat capcanlı, ruh sahibi ve düşünebilen bir varlık... -Özür dilerim ama toplamın artısı ne demek, tam anlayamadım...

11

12


Buradaki artı değer; sadece bir insan kafası değil, aynı zamanda o insanın duygusal hâli, yani gülümsüyor olmasıdır.

ARTILARIN SIRRI -İşte, belki de anlayamadığımız tüm fenomenlerin sırrı bu artı sözcüğünde saklıdır. Bakınız, Türk kültürünün en görkemli müzesi atasözlerimizdir. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” özdeyişi, bu gizeme en yalın biçimde işaret etmektedir: Bir bütün kendisini oluşturan parçaların toplamından fazladır. İki eli matematiksel olarak, ( 1 el + 1 el = 2 el ) şeklinde ifade eder ve bunu doğru kabul ederiz. Oysa, bu denklem ( 1 + 1 = 2+ ) şeklinde olmalıdır. Zira, iki elin toplamı, bir de fazladan alkış sesi ortaya çıkarır. Bu ses, bir elde mevcut değildir; ama sayı iki olunca, bir “artı değer” olarak ortaya çıkar. Şu üç sembole dikkat ediniz: 1) Kavis

)

2) Daire

3) İki nokta

..

Bunları isimlendirmişiz, tanıyoruz ve kullanıyoruz. Fakat bu üç ayrı sembol bir araya geldiğinde ortaya kendiliğinden artı bir değer çıkacaktır: Bir yüz resmi...

13

Bunun gibi; 64 parça enstrümandan oluşmuş ve diyelim ki Beethoven’in dokuzuncu senfonisini çalan bir orkestranın hiçbir aletinde o senfoni mevcut olmadığı hâlde; 64 parça alet ruhumuzu okşayan bir müzik parçasını bir artı değer olarak ortaya çıkarır. Bir başka önemli örnek daha vermek isterim. Evrenin ve maddenin var olmasını sağlayan dört çeşit güç vardır: — Kuvvetli Güç (Strong Force); atom çekirdeğindeki kuarkları birlikte tutan güç, — Zayıf Güç (Weak Force); atom çekirdeğini birlikte tutan ve radyoaktiviteyi sağlayan güç, — Elektromanyetik Güç (Electromagnetism); elektronları atomlara ve bir atomu diğer atomlara bağlayan güç, — Yerçekimi Gücü (Gravity); kütle hâlindeki atomları birbirine bağlayan güç. Bu güçler -bir kuvvetli yapıştırıcı gibi- parçacıkları ve atomları birbirine bağlayıp içinde yaşadığımız evrenin ve bizim var olmamızı sağlarlar. Bunlardan yerçekiminin nasıl oluştuğunu bilim henüz çözmüş değil; ama “graviton” denen bu gücün artı bir değer olduğunu biliyoruz. Şöyle bir örnek verelim: İstanbul’un üstünden uçakla geçerken dışarı bir elma atsanız; elma yere düşer. Fakat İstanbul’u tüm ilçeleri ile birlikte oyup,

14


uzaya çıkarır ve bir uzay aracından üstüne bir elma bırakırsanız, elma havada asılı kalır İstanbul’a düşmez. Çünkü uzayda yerçekimi yoktur ve İstanbul kentini üstünde tutan kara parçası, yerçekimi kazanacak kadar yeterli kütleye sahip değildir. Fiziğe göre; bir kütlenin yerçekimine kavuşması, ancak 200 kilometre çapında bir kara parçasına dönüştüğü zaman mümkün olmaktadır. Yani, bir araya gelen atom ve moleküller, kritik kütle denen büyüklüğe ulaşınca, aniden bir fazlalık olarak yerçekimine sahip oluyorlar. O hâlde: Marmara Bölgesini uzaya çıkarırsanız, yerçekimine yine sahip olur ve elmayı kendine çeker. Bu fazlalık, iki elin sesi gibi bir artı değerdir. Buna ilave olarak, Marmara bölgesi uzayda öylece durmaz, küresel bir şekil almaya başlar. Küreselleştikten sonra da kendi ekseni etrafında dönmeye başlar. Bu sebepten dolayı uzaydaki tüm büyük kütleler küre şeklindedir ve dönerler. Bu da artı bir değerdir. Demek ki çoklukta eşitlik bozuluyor. Buradan çıkarılacak önemli dersler ve yorumlar vardır. İşte ben, nasıl oluştuğu henüz bilinmeyen ve bilimin en büyük bulmacalarından biri olan bilincin, böyle bir artı değer olduğu inancındayım. Böylesine karmaşık ve 100 milyar hücreden oluşan bir beyne, embriyon döneminden ölüme kadar sürekli atan bir kalbe, trilyonlarca hücreden yapılmış ama sadece maddeden ibaret olan bir vücuda ve bunlara can veren bir ruha sahip olan insanın artı değeri ise; bilinç denen Kolektif Farkındalık’tır. — Efendim, isterseniz 3 gruba ayırdığınız Kolektif Bilinç’in önce biyolojik kısmını irdeleyelim. Biyolojik Bilinç’i biraz daha açar mısınız?

15

BİYOLOJİK BİLİNÇ — Bedenimizi oluşturan her organ, her doku, her hücre ve her sistem hücre çekirdeğindeki kromozomlara hapsolmuş genetik şifrelerin eseridir. Gen dediğiniz şey, cansız atomlardan oluşmuş DNA molekülünün bir parçasıdır. Molekül dediğiniz şey, atomların birleşmesiyle ortaya çıkan maddelerdir.

Şekil: 1 Eğer atomların can verme, hayat yaratma gibi bir yetenekleri olsaydı; tüm evren canlılarla dolup taşardı. Çünkü her şey atomdan oluşmuştur: Dağ, taş, demir, cam, su, hava, bulut, fırça, boya, kumaş vs. Peki bunlar da atomdan yapılmış, ama neden cansızlar? Yaşayan tüm canlılar da atomlardan oluşmuş. Peki onlar neden canlı? Farkı anlamak için -izin verirseniz- atomun yapısından biraz detaylı söz etmek istiyorum.

16


Atom denilen şeyin özü proton, nötron ve elektrondur. Proton ve nötron olarak bilinen parçacıkların özü kuvarklar ve gluonlardır. Bunların özü ise somutlaşmamış, saf enerji, yani kuantlardir. İşte maddenin cevheri bu iş-yapan enerjidir. Ben buna Akıllı Enerji diyorum. Enerjinin ne kadar üstün bir bilince sahip olduğunu mikroevren olarak tanımladığım hücrelerimizi ve genlerimizi incelerken görebiliyorum. — Mikroevren derken neyi kastediyorsunuz? — Atomun yapısını zihnimize oturtmadan bu mikroskop ötesi evrenin ne olduğunu ve o esrarengiz yapısını anlamamız mümkün olamaz. — Efendim oraya girmeyelim isterseniz. Bu sohbetimiz kitap hâline getirilecek. Okuyucuların atomla ilgileneceğini sanmıyorum. — O zaman pek çok okuyucunuzu, evrenin ve kendi yapılarının temelini oluşturan atomların somut bir resmini zihinlerine oturtmalarından mahrum edeceksiniz demektir. Atomun yapısını iyi anlayan kişi, kendi bilincini daha iyi anlar ve onu daha detaylı analiz etme becerisini geliştirir. — Peki, lütfen devam ediniz. — Teşekkür ederim. Unutunuz; bilgilenmek isteyen sizdiniz...

17

Şekil: 2 Atom o kadar küçüktür ki, 100 milyon tanesi bir araya geldiğinde bir toplu iğnenin başı kadar olur. Bir bilye şeklindeki atomun % 99.999’u boşluktur: Bu boşluğun ortasında duran bir çekirdek ve çekirdeğin etrafında hızla döndüğü için bulutumsu ve titrek bir küre oluşturan elektronlardan oluşmuştur. Şöyle bir berzetme yapalım: İstanbul’daki Sultanahmet Camiî’nin o muazzam kubbesini düşünelim. Bu bir yarımküredir. Bu yarıkürenin bir eşini daha ters çevirerek altına yerleştirelim. Elde ettiğimiz bu kocaman küre atomu temsil etsin. Bunun tam ortasına havada durabilen bir tuz tanesi koyalım. İşte kubbenin içindeki boşluğa oranla, atomun çekirdeği ancak bu büyüklükte olur. Elektronlar, çekirdekten 2 bin kat daha hafif oldukları için, tuz zerresine oranla bir toz zerresi kadar bile olamazlar. Bu toz zerreciklerinin aradaki onca boşluğa rağmen çekirdeğin etrafında büyük bir hızla ve her yöne doğru ‘delice’ döndüğünü düşünelim. Bu durumda, çekirdeğin etrafını bir koza gibi örecekler ve bir vantilatör pervanesinin dönerken oluşturduğu o bulutumsu görüntüyü sergileyecek lerdir. Elektronlar negatif(-) yüke sahiptirler ve sıfıra yakın bir kütleleri vardır. Hızları saniyede binlerce

18


kilometredir. Örneğin, en küçük atom olan hidrojenin bir tek elektronu vardır ve çekirdek etrafında bir saniyede milyarca devir yapabilir. Her bir devri değişik bir yörünge çizerek yaptıkları için de, her yerde “hazır ve nazır” görünürler. Çünkü bulundukları yeri kestirmek istediğimiz saniye içinde bile milyarlarca yerde bulunmuş olurlar! O nedenle atomun içine elektron hızından daha düşük bir hızla hareket eden hiçbir şey giremez; çok hızlı dönen bir pervanenin içine bir çubuk sokulamayacağı gibi... Atom çekirdeği pozitif (+) yüklüdür. Bu yüzden negatif (-) yüklü elektronları kendine doğru çeker, ama tamamen çekemez. Çünkü elektronlar yüksek hızlarından dolayı güçlü bir merkezkaç kuvveti oluştururlar ve bu çekim gücüne karşı koyarlar. Çekirdeği oluşturan iki tür parçacık (partikül) vardır; nötron ve proton. Nötron yüksüzdür. Proton pozitif yüklüdür. Çekirdek bu yüzden pozitif yük taşır. — Peki atomun hemen hemen tüm ağırlığını oluşturan çekirdek neden bu kadar ağırdır? Nötron ve protonların içinde başka şeyler mi var? — Evet, Kuvarklar var... Bu parçacıkların bulunuşuyla atomun yapısı çok daha iyi anlaşılmıştır. Kuvarklar üç çifttir ve üç teki protonu, üç teki de nötronu oluştururlar. Saf enerjiden oluşan kuvarklar birbirlerine çok güçlü bir enerji bağıyla sımsıkı sarılmışlardır. Bu, evrendeki en güçlü çekim kuvvetidir. Ana hatlarıyla atomun tasarımı budur ama her atom birbirine benzemez. Oksijenin atomu başka, gümüşün başka, uranyumun daha başkadır. Doğadaki elementlerin birbirinden farklı olmasının nedeni de atomların farklı olmasındandır. Örneğin en basit element olan ve oksijenle birleşerek içtiğimiz suyu oluşturan hidrojen atomunun sadece bir

elektronu ve bir protonu vardır. Canlıların temel hammaddelerinden olan karbonun 6 elektronu, 6 protonu ve 6 nötronu mevcuttur. Bu nedenle karbonun atom ağırlığı (çekirdek ağırlığı) 12 kabul edilir. Radyoaktif ve en ağır madde olan uranyumun atom ağırlığı ise 238’i bulur. Çekirdeğinde 83 adetten fazla proton bulunduran atomlar kararsızdırlar. Çok ağırlaştıkları için parçalanabilirler. Bu da radyoaktivite dediğimiz radyasyona neden olur. Atomun içinde büyük miktarda enerji depoludur. Öyle ki, yüksek ısı ile yanan taş kömürünün atom enerjisi, normal hâlde yanarken çıkardığı enerjiden 3 milyon kat daha fazladır. — Biraz da molekülden bahseder misiniz? — Molekül atomların ilginç bir “alışkanlığı” sayesinde oluşur: Atom çekirdeğinin etrafında yörüngeler çizerek dolaşan elektronların tümü aynı yörüngede bulunmazlar. Bir yörünge (orbital) yeterince elektronla dolunca, dışında başka yörüngeler oluşur. Çünkü her atom en dış yörüngesindeki elektron sayısını sekize tamamlamak ister. Bu istek yüzünden, diğer elementlerin dış yörüngelerindeki elektronları koparıp almak veya paylaşmak ihtiyacı ‘hisseder’. Bu sayede, en az iki elementin farklı atomları birleşerek, molekülü ortaya çıkarırlar. Sözgelimi iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu birleşir ve su molekülünü oluştururlar. Bu moleküllerin milyonlarcası da birleşerek, kullandığımız su hâline gelirler. Bir okyanusta kaç bardak su varsa, bir bardak suda o kadar molekül olduğu söylenebilir. Bir başka örnek de tuzdur: Sodyum atomunun dış yörüngesinde bir elektron, klorunkinde yedi elektron olduğu için, bunlar yan yana geldiklerinde ayrı

19

20


durmaya dayanamazlar ve birleşerek tuz molekülünü yaparlar. Tek hücreli ilk canlının tuzlu suda ortaya çıktığı savunulur ve canlı hücrelerin oluşması için su ve tuz ile birlikte dış yörüngeleri ”elektron açlığı” çeken karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen, kükürt ve fosfat atomlarına gereksinim vardır denir. Ve tüm insanların, hayvanların, bitkilerin ve mikro organizmaların maddî vücutları, bu elektron paylaşımı sayesinde meydana çıkan moleküller ve bunlardan oluşan proteinlerden ibarettir denir. Fakat bu düşüncelerde gözden kaçan şey, benim Biyolojik Bilinç dediğim akıllı enerjidir. Bu enerji olmadan hiçbir molekül canlanamaz, hayat kazanamaz ve hiçbir gen iş göremez. Enerji gözle görülmez ve soyut hâldedir; ama somutlaşarak maddeye dönüşme özelliğine sahiptir. Dolayısıyla evrende somut olarak gözlenen canlı ve cansız her şey enerjinin “donmuş” biçimidir ve kuvarklardan oluşmuştur. Fakat bilimsel tahminlere göre, milyarlarca yıldız kümesini meydana getiren onca somut enerji; evrendeki soyut ve maddeleşmemiş enerji miktarının ancak yüzde 10’u kadardır. Yani evrenin yüzde 90’ı Karanlık Madde (Dark Matter) denilen bir enerji türünden oluşmuştur. Bunun tam olarak ne tür bir enerji olduğu ve nerede bulunduğu henüz anlaşılmış değildir; fakat evrendeki Kozmolojik Sabit’in tamamlanması için bir “boşluk enerjisi” olması gerektiği hesap edilebilmektedir. Bence, pek çok soyut kavramın, ruhun ve hayat denen canlılık sebebinin temelini bu yüzde 90’lık, tezahürlerini bilemediğimiz enerjide aramak gerekir. Çünkü bunca bilinmeyene doğru yol alırken ayağımızı basabileceğimiz bir zemin olması lazımdır. Bu zemin enerji olmalıdır.

O nedenle ben, tüm maddeötesi ve ruhsal fenomenleri enerji temeline indirgeyerek irdelemeyi, somut bir yöntem olduğu için herkese öneriyorum. Einstein yıllar önce bir kural koydu ve “hiçbir şey ışık hızından (300,000 km/saniye) daha hızlı hareket edemez” dedi. 1905 yılından beri bilim adamları bu kuram çerçevesinde düşünüyor ve araştırmalar yapıyorlar. Ama belki yarın, belki de 100 yıl sonra bu kural da değişecek ve yeni hız limitleri ve dalga boyları keşfedilecek mutlaka. 200 yıl sonrasının dünyasını ve bilinç düzeyini hayal ettiğimde, bunların çok ötesinde gelişmeler yaşanacağını görebiliyorum. Ve ben bunu hayal edebiliyorsam, bu mutlaka gerçekleşecek demektir; çünkü insanoğlu hayal ettiği her şeyi bir gün mutlaka somuta dönüştürebilen yaratıcı bir farkındalığa sahiptir. Bu yaratıcı bilinci de hücrelerimizdeki genlerin yaptığı o inanılması güç ve maharetli işlerde açıkça görebiliyorum. — Bu bilinci daha yakından tanımak için genlerin yaptıkları o olağanüstü işlerden söz eder misiniz? Örneğin hayat ne zaman başlıyor: Döllenmenin başladığı anda mı, ana rahminde kalbin atmaya başlaması ile mi, ruhun embriyona girişi ile mi, yoksa doğum anında mı?

21

22

HAYAT NE ZAMAN BAŞLAR — Bu konuyu merak edip araştırmış insanların birçoğu, hayatın döllenme ile başladığına inanırlar. Benim de inancım budur. — Peki, sizi bu inanca götüren etken nedir?


— Döllenme sürecinin o gizemli mekaniğini bilen herkes bu kanaate kolayca varır. Döllenmiş yumurtaya ulaşıncaya kadar ana rahminde gelişen olayları detayları ile öğrenen bir insanın, hayatın o anda başladığını kabullenmekten başka seçeneği kalmaz. — O gelişmeleri sizin ağzınızdan dinlemek isterdim... — Memnuniyetle... Her kız çocuğu, yumurtalıklarında bekleyen bir-iki milyon yumurta ile dünyaya gelir. Ergenlik çağına gelen kızların yumurtalıkları her ay (25-40 gün) bir veya birkaç yumurtayı dölyatağına bırakmaya başlar. Bu durum adetten kesilinceye kadar yaklaşık 400 kez devam eder. Bu yumurtalar rahime girecek spermleri 4-5 gün bekledikten sonra ölürler. Ama bu süre boyunca, spermleri haberdar etmek için “ben buradayım” dercesine rahime birtakım salgılar gönderirler. Eğer rahimde sperm varsa, işte o zaman dünyanın en anlamlı ve en büyüleyici yarışı başlar: Yumurtanın varlığından haberdar olan spermler, rahim iç duvarına tırmanarak, ona doğru hızla yüzmeye başlarlar. Yüzme diyorum; çünkü rahim duvarındaki salgılar minik spermler için bir deniz gibidir. Fakat bu salgılar spermaya zamk gibi gelen, kalın sıvılardır. Bir benzetme yapalım: Rahimdeki kalın sıvıların içinde yüzmek, Mersin’den Kıbrıs’a zamk dolu bir denizde yüzerek gitmek kadar zor bir uğraştır. O nedenle, 100 milyon tanesi ancak bir tatlı kaşığını dolduracak kadar küçük olan spermlerden güçsüz olanlarının hepsi hayatlarını yolda kaybederler. İşte ben asıl buna Doğal Seleksiyon derim: Güçsüz spermleri ayıklama sınavı...

Fakat spermlerin bir yeteneği daha vardır: Denizde gidiş yönüne doğru dalga yaratmak... Salgıladıkları bir kimyasal sayesinde rahim kaslarını uyarır ve açılıp kasılmalarını sağlarlar ve bu hareket sayesinde ilerlemelerini kolaylaştırırlar. Aynı salgıyı yumurta da salgılar ve spermlere yardımcı olur. Biyolojik varlığımızı oluşturan kromozomlarımız 23 çifttir. Bunlar her hücremizde aynı sayıda ve aynı yapıdadırlar. Fakat cinsiyet hücreleri olan yumurta ve spermde sadece 23 tek hâlinde bulunurlar. İşte, yarışı kazanıp, yumurtaya ulaşabilen güçlü ve sağlıklı spermler onu delmek ve çekirdeğindeki diğer 23 tek X-kromozomu ile birleşmek isterler. Amaçları ölmeden önce belki de 80-90 yıl sürecek yeni bir hayata kavuşmaktır. Ve aceleleri vardır çünkü ömürleri sadece 2 veya 3 gündür. Aynı amaç 4-5 günlük ömre ve spermalardan 85 bin kez daha büyük cüsseye sahip olan yumurta için de yaşamsal önem taşır. Çünkü onun da yaşaması için spermanın baş kısmındaki diğer 23 Y-kromozomu ile birleşmesi gerekir. Kaybetmenin cezası ölüm olan bu maratonun finali şöyle gerçekleşir: Dışarıdaki “yalvarışları” ve “kapı çalmaları” hisseden yumurta çekirdeğindeki genler hemen bazı enzimler ürettirirler. Bu enzimler hücre zarını eriterek küçük bir delik açarlar. Açılan “kapıya” en yakın sperm içeriye çivileme bir dalış yapar. Böylece, yumurtanın etrafında “dört dönen”, zarı yırtmak için bir kılıçbalığı gibi birbiri ardından sortiler yapan ve “lütfen beni içeri al” dercesine adeta yalvaran on binlerce spermden sadece bir tanesi amacına ulaşır. Ortalama, 80 milyonda bir ihtimalle... Ve sonra misafirin içeri girmesiyle, açılan delik kapatılır. Dışarıda kalan spermlerin kaderi artık bellidir: Ölüm...

23

24


Şampiyon sperm, “sevgilisi” yumurta çekirdeğine kavuşmak için, bu kez yine zamk gibi kalın sitoplazma içinde son bir depar atmak zorunda kalır. Ama o anda belki de mikrokozmostaki en zarif, en romantik ve en anlamlı eylem başlar: Yumurta çekirdeği spermaya doğru bir koşu başlatır ve iki “sevgili” hücrenin tam ortasında -eski Türk ve Amerikan filmlerinde olduğu gibi- sarmaş dolaş birleşirler. Böylece bir fermuarın iki yarısı gibi dizilmiş X ve Y-kromozomları birleşerek, yeni bir hayat anlamına gelen 23 çift kromozom formuna girerler. Bu “evlilik” bir insan ömrü boyunca süren ve belki de en mutlu ve en üretken bir birlikteliği başlatır. Ayrıca, hem spermayı, hem de yumurta çekirdeğini ölümden kurtarır. Hayatın başlangıcı bu an değilse, ne zamandır? — Peki, kalp ne zaman atmaya başlar? — Yüzünüzdeki ifadeden anlıyorum ki, bu konuya ilginiz büyük... — Haklısınız. Hele sizin gibi, zor bir konuyu basite indirgeyen birini bulmuşken... — Teşekkür ederim. Döllenmiş hücre birbiri ardından bölünmeye ve çoğalmaya başlar. Hücreler çoğaldıkça, oksijen, glikoz ve protein ihtiyaçları artar. Bu maddelerin onlara ulaşması için bir kan dolaşım sistemine gerek vardır. O nedenle, en hızlı gelişen organ kalptir ve ondan çıkan damarlardır. Kalp, döllenmeden 21-25 gün sonra atmaya başlar. Başlangıçta 2 gözlü bir tüp şeklinde olan bu “ilkel” kalbin birdenbire bir nabız hareketi kazanması da son derece gizemli ve akıllara hayret veren bir oluşumdur ama bu atış hareketi yaşamın başlangıcı değil, başlamış bir yaşamın devamı ve sürekliliği içindir. — Bu açıklamalardan önce, itiraf etmeliyim ki ben de üçüncü haftayı hayatın başlangıcı olarak kabul

ediyordum. Çünkü o kalp ve nabız atışı durunca ölüm geldiğine göre, yaşam enerjisinin orada vücuda girdiğini düşünüyordum... — Sizi bu kanıya ulaştıran başka nedenler de vardır mutlaka. Çünkü tarihten beri kalbe gösterilen teveccüh, onu sezgilerin, duyguların ve hatta düşüncenin oluştuğu bir merkez durumuna getirmiştir. O nedenle, bir sonuca ulaşmak için kurduğunuz mantık zincirinde bir halka olması kolaydır. Fakat kalp atışı döllenme kadar zor ve önemli bir fonksiyon değildir. Şöyle ki: Konuşmamın başlangıcında sözünü ettiğim artıların sırrı kuramına geri döndüğümüzde, çok sayıda hücrenin bir araya gelmesiyle oluşan artı değer; bu nabız atışı olmaktadır. Bu durum diğer bütün organlar için de geçerlidir. Belli bir hücre sayısına ulaşan böbreklerin aniden ayrıştırma ve süzme işine başlaması ya da çocuk doğar doğmaz akciğerlerin ilk nefesini alması da kalp atışı kadar mucizevî bir artı değerdir. Ve ayrıca bazı genlerin zamanı gelince açılması, yani biyolojik saatin tam vaktinde alarm zilini çalması da doğaüstü bir bilincin eseridir. Bakınız, kanda mikrogramlarla ölçülen bazı büyüme hormonları vardır. Bunlar çok salgılanırsa kişinin cüssesi büyük; az salgılanırsa küçük olur. Büyüme 26-27 yaşına kadar gittikçe azalarak devam eder. Büyümenin o yaşta durması da, bu, zamanölçer akıllı bilincin bir eseri olmak zorundadır. — Efendim, aklıma bu noktada gelen bir soruyu sormadan bu konuyu kapatmak istemiyorum: Ana rahmindeki süreçte oluşan beyin, çocuk doğmadan önce düşünmeye başlıyor mu? Düşüncenin kendisi de artı bir değer olabilir mi?

25

26


— Birlikte düşünelim... Döllenmiş yumurtanın ilk 14 günlük hâline zigot, sonraki 42 günlük şekline de embriyon denir. 56 günlük embriyon, bakla büyüklüğünde minyatür bir insanı andırır. Bu devreden sonraki minik insana da fetüs adı verilir. Fetüs 3 santimetre uzunluktan 50 santimetreye 7 ay içinde ulaşır ve 9 ayda 1400 kat büyüyüp, 3 kiloyu geçmiş olarak doğar. 38-39 hafta süren bir değişim ve gelişim sürecinden sonra, üst beyni (korteks) boş, alt beyni yarı dolu bir canlı olarak ilk nefesini alıp, anne kokusu ile tanışır. Yapılan son araştırmalar, bebeğin ana rahmindeyken de bazı duyularını kullandığını göstermiştir. Bu sayede bebeğin beynine dış dünya ile ilgili bazı bilgiler kaydolur. Örneğin, nasıl ki annesinin kalp atışlarını duya duya bir ritim hissine sahip oluyorsa; dışarıdaki sesli müzik parçalarını dinlediği zaman da notaların farklı tonları olduğunu ayırt edebilme becerisine kavuşur. Fakat merak ettiğiniz o düşünce sürecine girmesi henüz gerçekleşmemiştir. Ama ana rahminde öğrendiği “bilgileri” doğduktan sonra gelişen düşünce sisteminde kullanacaktır. Çocuk düşünme yeteneği ile doğar. Bu yetenek Biyolojik Bilinç’in en önemli öğesidir. Ve canlı hücrelerdeki o yaşam bilinci sayesinde çalışıp iş gören DNA moleküllerinde bile mevcuttur. Fakat düşünme yetisi buğday tanesinin ekmek oluncaya kadar geçirdiği evrelerde olduğu gibi, doğduktan sonra gelişmek için çok şeye gereksinim duyar, çünkü henüz hamdır.

Bunların başında, 5 duyu aracılığı ile dış dünya hakkında alınan bilgiler, bu bilgilerin kavram olarak isimlerinin öğrenilmesi ve bunların anadili vasıtasıyla anlatılır hâle getirilmesi vardır. Yani, olgunlaşmamış olarak doğan düşünce yetisi bir anadil olmadan gelişme olanağı bulamaz. İşte, insan beyni için en önemli şeylerden biri olan dil öğrenme ve konuşma işi de büyük çapta korteksin marifetidir. Ben buna üst beyin diyorum. Genlerimizin dış dünyadan topladığı yararlı bilgileri kromozomlara kodlayarak yerleştirmesi çok yavaş işleyen bir sistemle gerçekleşiyor; çünkü bu bilgilerin, bireyin üremesi ve yaşaması için gerçekten işe yarayıp yaramadığını yüzlerce kez test ettikten sonra karara bağlıyor ve sınavı geçenleri bünyesine alıyor. Oysa, insanın değişen iç ve dış koşullara anında yanıt vermesi gerekiyor bazen. Verilecek anî bir karar kişinin yaşamını kurtarabiliyor. Geç kalındığında bunun bedeli ölüm olabiliyor. Öyle görünüyor ki: Doğa, bu bilgi alma ve kullanma işini daha hızlı sağlamak ve saniyelik refleksler gösterebilmek için, genlerden daha pratik olan bir cihaz icat etmiş: Beyin... Böylece genler ve beyin kapsamlı bir koordinasyon içinde çalışarak, beyni olan canlıları daha etkin ve daha aktif kılmışlar. Örneğin genler, ateşin yakıcı olduğunu haber verecek sinir sistemini yapıyor; beyin de bu sayede ateşten uzak durulmasına karar verip, organları ânîden harekete geçiriyor. İçgüdü ile düşünce arasındaki nüans da burada kendini gösteriyor. İçgüdü: Genlere yerleştirilmiş doğal bilgidir ve davranışlarımızı oluşturuyor veya etkiliyor. Düşünce: Dış çevreden öğrenilen bilgilerin harmanlanması sonucu oluşuyor ve davranışlarımızı değiştirmeye yarıyor.

27

28

DOĞUMDAN ÖNCE ÖĞRENEN BEYİN


Toplumdaki genel kanı; içgüdünün kötü ve “geri” bir duyum, düşünceninse iyi ve “ileri” bir yetenek olduğudur. Fakat bu yanlış inanç artık değişmek zorundadır. Genetik şifreler birer birer çözüldükçe, içgüdülerin en az düşünce kadar hayati önem taşıdığı daha iyi anlaşılacaktır. — Efendim, bizi biz yapan organ olan beyni daha iyi tanımak için, üst ve alt beyin hakkında biraz daha bilgi verir misiniz? ÜST BEYİN — Memnuniyetle... Herkesin beyni vücudunun yüzde 2’si büyüklüğünde ve iki yumruğu kadardır. Üst kısmı ceviz içi gibi buruşuktur. Beyin Kabuğu da denen bu bölüm, sadece insanlarda vardır ve beynin yüzde 28’i büyüklüğündedir. Açıldığı zaman orta büyüklükte bir mendil kadar olan bu tabaka, insanın bu denli çaplı düşünceler üretmesini sağlayan bölümdür. Korteksi söküp çıkarırsanız, insan ilkel bir canlıya dönüşür: Konuşamaz, düşünemez ve üretemez. 30 milyar kadar sinir hücresinden (nöron) ve milyarlarca Glia hücresinden oluşan korteksin faaliyetlerinin yüzde 90’ı sadece iki organa ayrılmıştır: Eller ve ağız. Öyle ya; ellerimizi bu kadar maharetle kullanamasaydık, bugünkü bilimsel ve teknolojik düzeye ulaşmamız mümkün olur muydu? Beyin, 17 bin kadar sinir hücresinden yapılmış bir “kablolu devre” sayesinde ellerle ve 10 parmakla sürekli haberleşir, son derece hassas duyumlar alır ve geri gönderdiği sinyallerle parmaklara en hassas işleri yaptırır. Bir keman üstadının gözlerini kapayarak, binlerce notadan oluşmuş bir konçertoyu hatasız çalabilmesi, başka nasıl gerçekleşebilirdi ki?

29

Gözlerimizin bile seçemediği bir şırınga iğnesinin upuzun deliğini açabilmemiz, ancak bu gelişmiş parmak hassasiyeti sayesinde mümkün olmaktadır. Ellerinizi iki yana bağlayıp birkaç saat dolaşırsanız, ne denli yarım adam durumuna düştüğünüzü daha iyi anlarsınız. — Bu durumda, Karl Marx’ın “emek en yüce değerdir” demesi boşuna değilmiş demek. — Evet, ama Marx madalyonun bir yüzünü görmüş. Diğer yüzünü de Descartes görmüş ve “bizi insan yapan dilimizdir” diyerek büyük bir gerçeği yakalamış. Ağzımızın iki önemli işlevinden birisi yaşamak için beslenmek, diğeri de konuşmaktır. İnsan dilsel öğeler ve konuşma yeteneği sayesinde düşünebiliyor ve kültür oluşturuyor. Kavramların birer ismi olmasaydı, onları zihinde harmanlamak anlamına gelen düşünce de olmayacaktı ya da en ilkel hâliyle kalacaktı. — O zaman bilinç dediğimiz farkındalık da olmayacaktı belki... — Hayır, olurdu ama hayvanlarınki gibi temel bir farkındalıktan öteye gidemezdi. Ben esasen ellerin ve dilin, beyin için bu kadar önemli olmasının ana sebebinin alet yapmak veya konuşabilmek değil, bir “üstün bilinç” yaratmak amacından kaynaklandığı inancındayım. Üstün bilincin üstün olmasının bir başka nedeni de geç işleyen evrimsel adaptasyon kurallarına uymaması ve sürekli başkalaşmasıdır. Bu sayede anlık veya günlük evrimler yaşar ve hızlı bir şekilde üst evrim basamaklarına yükselir. Bu mantık zincirinin sonucu olarak şu çıkarımı yapabiliriz: Beyin Kabuğu, farkındalık düzeyinin yükselmesinde çok büyük rol oynar ve bizi diğer

30


canlılardan ayıran pek çok özelliğe sahip olmamızı sağlar. — Korteksin önemi belli oldu, ama alt beynin önemi daha mı az acaba? ALT BEYİN — Aslında, beyne bir bütün olarak bakmak gerekir; çünkü beyin hücreleri sürekli olarak birbiriyle bağlantılar ve düşünce devreleri kurarlar. Sağ yarımküre, sol yarımküre ile; alt beyin, üst beyinle sürekli iletişim hâlindedir. Beynin yüzde 72’sini alt beyin oluşturur ve 70 milyar kadar hücreden oluşmuştur. Korteksi “iyi” tanımamıza rağmen, alt beyni daha az tanıdığımız bir gerçektir. Fakat vücudumuzdaki organlarla sürekli iletişim hâlinde bulunduğunu ve bir kumanda merkezi görevi gördüğünü biliyoruz. Psikoloji biliminin ortaya çıkışı ile başlayan bilinçaltı, alt benlik ve süper ego gibi kavramların da bence alt beyinle sıkı bir ilişkisi vardır. Bunun ötesinde; telepati, altıncı his, telekinezi, teleportasyon, sezgi, önsezi, Duyular Dışı İdrak (Extra Sensory Perception) ve hatta inanç gibi olgular bile alt beyinde ortaya çıkıyor olabilir. Bazı ruhsal özelliklere sahip olmamızın kaynağı da bu bölüm olabilir. Daha ileri giderek, içimizdeki Tanrı’yla konuşurken, alt beyinle sohbet ettiğimizi ileri sürmek bile saçma olmayabilir. Hatta belki milyarlarca yıllık evrimin tarihçesini bile bir gün alt beyinden okuyabiliriz. Eğer bu tarihçe genetik şifrelerimize kayıtlıysa... IQ testlerinin terk edildiği ve bunun yerine EQ (duygusal zekâ) testlerinin uygulanmaya başlandığı çağımızda, bu önemli zekâ türünün bile alt beyinin

31

fonksiyonları arasında yer aldığı gitgide büyük kabul görmeye başladı. Bunun ötesinde, ruhsal zekâ ile uğraşan bilim insanları çıktı ortaya. Vücudun yaşaması bakımından alt beyin için olmazsa olmaz diyebiliriz. Bu açıdan bakınca, alt beyin, üst beyinden çok daha önemli işler yapan bölümdür; fakat düşünen insan hakkında konuşuyorsak; üst beyin için de aynı şeyi söyleyebiliriz. — Efendim, Descartes insanı bir “sosyal hayvan” olarak görmüş, Freud ise insanı kendi beyninin eseri kabul etmiş ve “Anatominiz kaderinizdir” demiş. Sizce hangisi haklı? GENETİK HARİTAMIZDAKİ ŞİFRELER — Bu zor görünen sorunun yanıtı çok basit: İkisi de elmanın birer yarısını görmüşler. Yani insan hem içinde yaşadığı toplum kültürünün, hem de genetik şifrelerinin eseridir. Yani insan sosyobiyolojik bir canlıdır. — Önce biyolojik yönü ile başlayalım isterseniz: Biliyorsunuz genetik şifrelerimiz, 1953 yılından beri yapılan çalışmalar sonucunda çözüldü. Bu sonuç bize insan hakkında neler öğretiyor? — Özür dilerim ama bu konuyu iyi takip etmediğiniz sorduğunuz sorudan anlaşılıyor! Henüz bir şey çözülmüş değil, sadece 23 çift kromozom içine sıkışmış 30-35 bin kadar genetik dizilimin haritasını çıkardık, o kadar. Bunların tüm şifrelerini filân çözmüş değiliz. Yani sadece DNA molekülleri üzerindeki genlerin sıralanma ve diziliş biçimlerini belirledik ve ne tür bir “alfabe” kullandıklarını görmüş olduk.

32


Bu bilgi ne işe yarar? Bu, bir insanın kromozom veya DNA yapısını diğer insanların ve canlılarınki ile karşılaştırmaya ve farklılıkları veya benzerlikleri görmeye yarar. Ayrıca, artık kimlik kayıtları belli olan genlerin hangi işleri becerdiklerini yavaş yavaş öğrenmeye yarar. Fakat sorunuzda sözünü ettiğiniz ve şimdiye dek sadece yüzde 5 kadarı çözülmüş olan genetik şifrelerin tümünün deşifre edilmesi için, süper bilgisayarlar bir sürpriz yapmazsa, tahminen 30-35 yıl daha çalışmamız gerekmektedir. Bunlar bilgi dolu şifrelerdir ve döllenme anından ölünceye kadar sürekli- açılarak, hücreyi yöneten, yenileyen, değiştiren ve kopyalayan “emirler”i, mRNA denen mesajcı moleküller aracılığı ile çekirdek dışına gönderirler. Yani, gözümüzün ve saçımızın renginden tutun da beynimizin ve diğer tüm organlarımızın yapısına kadar bütün biyolojik karakterimizi ve hatta kişiliğimizin bazı parçalarını, bu genetik şifreler tayin ederler.

Şekil: 3

— Efendim, derinliklerimizdeki Mikro evrende olup bitenlerin resmini zihnimize daha iyi oturtmak için hücrelerimizin yapısını da kısaca anlatır mısınız? HÜCRELER VE DÜŞÜNEN MOLEKÜLLER — Burada da önümüze yine astronomik rakamlar çıkıyor. Vücudumuzda trilyonlarca hücre var. Farklı

33

34


farklı yapılarda olabilen hücrelerin dışı; ince, esnek ve yarı geçirgen bir zarla kaplanmıştır. Hücrenin genellikle ortasında yer alan, yine zarla kaplı bir çekirdeği vardır. Dış zar ile çekirdek arası sitoplâzma denilen bir sıvı ile doludur. Yüzde 70’i su olan bu sıvının içinde tuz, şeker, fosfat, protein, enzim, amino asit gibi maddeler bulunur. Ayrıca, hücrenin işleyişini sağlayan ve adına “cihaz” diyebileceğimiz bazı yapıtaşları da sitoplâzma içinde yüzerler. Golgi Cisimciği, Ribozom, Retikulum, Mitakondri, Sentrozom gibi isimleri olan bu cihazlar çok önemli görevler yüklenmişlerdir. Örneğin Mitakondri bir soba gibi çalışıp, ısı üretme işini yürütür. Ribozom, genlerin gönderdiği protein yapma şifrelerini çözer ve tRNA denen transfer RNA moleküllerinin taşıdığı amino asitleri zincir gibi dizerek, gereken proteinleri üretir. Hiç durmaksızın hummalı bir faaliyet içinde olan hücre çekirdeği “büyük sırlar”ın gizlendiği kumanda merkezidir. Siyah bir toplu iğne başına benzeyen çekirdekte, anne ve babadan gelen özellikleri taşıyan 23 çift kromozom bulunur. Kromozom dediğimiz şey, uzun bir DNA molekülüdür (DeoksiriboNükleikAsit). Bu uzun molekül bükülmüş bir merdiven şeklindedir (çift sarmal/double helix) ve bir makaraya sarılmış iplik gibi üst üste sarılarak, kromozomu denen yapıları oluşturmuştur. DNA’lar bir bilgisayarın programları gibi önceden programlanmış, ‘düşünen moleküller’dir; askerlere yapması gerekeni emreden kumandanlar gibi, hücreye durmadan emirler gönderirler. Hemen hemen her canlı hücrede bulunan DNA’lar hücrenin kendi kopyasını yapma bilgisine de sahiptirler. Sperm ve yumurtanın birleşmesinden başlayarak, doğuma kadar devam eden süreçte bir tek yumurta hücresini

35

mükemmel bir insan yavrusu hâline getiren bilgi ve “teknoloji”, bu 23 çift molekülde saklıdır.

Şekil: 4 Bir tek hücre çekirdeğindeki tüm DNA moleküllerini açarak yan yana koyacak olursak, 2 metreye yakın bir uzunluk elde ederiz. Her hücrede 2 metre DNA demek; milyarlarca kilometre bir uzunluk demektir. Bu, dünyanın çevresini milyonlarca defa

36


dönebilecek veya güneşe 500 defa gidip gelebilecek bir uzunluktur. Burada, ayrıca günlük yaşamda sürekli kullandığımız milyar rakamının büyüklüğünü vurgulamak için -izninizle- ben de size bir soru sorayım: Birden başlayarak 1 milyara kadar teker teker saymak ne kadar zamanınızı alır? — Sanıyorum 15 günde sayarım. — Yanıldınız... Ömrünüz yetmez! — Şaka ediyor olmalısınız! — Hiç şaka değil. Saniyede bir defa tıklayan sarkaçlı bir duvar saatinin 24 saatte sadece 86,400 kez tıkladığını biliyor muydunuz? Bu sayı bir yılda 31.536.000 eder. 1 milyara ulaşmak için, bir saatin 32 yıl sürekli tıklaması gerekir. Kaldı ki, siz hiç durmaksızın, makine gibi sayamazsınız; uyumak ve çalışmak zorundasınız. Evet, milyar rakamı çok büyük bir rakamdır. Oturduğunuz 100 metrekarelik bir dairenin her yerini tavana kadar nohutla doldurursanız; ancak 1 milyar adet nohut depolamış olursunuz. Demek ki: 3 milyar harften oluşmuş genetik şifreler, her biri bir bilgiyi sembolize eden 3 daire dolusu nohut kadar devasa bir bilgi bankasıdır. Bir başka benzetmeyle şöyle diyebiliriz: DNA’ların dili dünyadaki tüm dillerin toplam kelime hazinesinden ve kavram zenginliğinden daha zengindir. Üstelik onca bilgi şifrelenerek yazılmıştır. Hücre çekirdeğindeki DNA’ların toplamına İnsan Genomu denir. Biyolojik tüm özelliklerimizi belirleyen ve canlı kalmamızı sağlayan DNA’nın yapısı çok karışık olduğu için, bir haritasının çıkarılması bile yıllar sürmüştür. Yaptığı işlerden hangi bölümünün sorumlu olduğunu bulabilmemiz için de, dediğim gibi

37

tahminen 30-35 yıllık ilave bir bilimsel araştırma gerektirecektir. — Efendim, 21’inci yüzyılın en önemli teknolojisi DNA teknolojisi olacak deniyor. O nedenle herkesin bu konuyu iyi anlamasında büyük yarar var. Bize DNA’nın ve genetik şifrelerin teknik yapısını daha detaylı anlatır mısınız? DNA’LARIN YAPISI — Evet, haklısınız. Genetik yapıyı anlamayan insanlar, bundan böyle sık sık duyacakları “genetik şifreler” ifadesine sürekli yabancı kalacak ve bir anlamda genetik cehalet yaşayacaklardır. Temel maddeleri şeker, tuz, oksijen, hidrojen, karbon, azot ve fosfat olan DNA’ların nasıl çalıştıklarını anlamak için, önce hangi bölümlerden oluştuklarını bilmeliyiz.. Bunun için de bazı terimlerin ne anlama geldiğini bilmek gerekiyor. İnsan genomunu bir ansiklopediye benzetirsek, karşımıza: — 23 bölüm (Kromozom) — Her bölümde binlerce hikâye (Gen) — Her hikâyede binlerce paragraf (Exon) — Her paragrafı oluşturan binlerce kelime (Kodon / Codon) — Her kelimeyi oluşturan 3 harf (Baz Çifti / Basepairing) çıkar. Bu ansiklopedide bir milyar kelime ve 3 milyar harf vardır Bu da elimdeki şu kitabın 5 bin kopyası demektir. Çünkü genetik kelimelerin tümü sadece 3 harften oluşmuş kelimelerdir. “Kodon” denen bu kelimeler; 3 tane Nükleotid’in birleşmesiyle oluşan ünitelerdir.

38


— Nükleotid nedir? — Ondan önce Baz Çifti nedir, ona bakalım; çünkü DNA’nın en temel yapısı bu bazlardır. Bedenimizi yapan ve şu anda konuşabilmemizi sağlayan bazlar 4 türdür: Adenin, Guanin, Sitozin (Cytosine) ve Timin. Bunlar farklı yapıları ve görevleri olan küçük moleküllerdir ve çiftleşerek, merdiven şeklindeki DNA molekülünün basamaklarını oluştururlar. Bunlardan “A” her zaman mutlaka “T” ile birleşir, “C” ise mutlaka “G” ile çiftleşir. Yani bunlar, birbirlerine çok sadık eşler gibidirler. İşte bu eşlere Baz Çifti denir.

Şekil: 5 Bu çiftlerin DNA merdiveninde yer alması için bir yerlere yapışmaları gerek. Tutunacakları yer merdivenin sağ veya sol direği olacaktır, değil mi? Bu direkler de şeker, fosfat ve hidrojen bağlarından oluşmuş ünitelerdir. İşte; bir baz çiftini ve bu bağları içeren birimlere Nükleotid denir. Ansiklopedi benzetmesine geri dönersek; bu kitaptaki her harf birer Nükleotid’dir. Yan yana dizilmiş 3 tane Nükleotid ise bir Kodon’dur. Bunlar da kitaptaki kelimeler

39

40


demektir. Ve her kelime mutlaka 3 harften oluşmuştur. O nedenle genetik alfabenin tüm sözcükleri üçer harflidir diyoruz. Kelimelerden oluşan paragraflara ise Exon denir. İşte gen dediğimiz şey; birkaç paragraf, yani birkaç Exon’dan oluşmuş DNA’nın bir bölümüdür. Genler birkaç paragraf uzunluğunda oldukları için bir anlam ifade ederler. 23 çift kromozom içinde bu genlerden yaklaşık 30-35 bin tane mevcuttur. Kitap benzetmesi aslında genetik şifrelerin gerçek yapısını anlatır. Zira genetik paragrafların her biri kitaplardaki paragraflar gibi bir anlam içerir ve bir görev veya iş emri ifade eder. Bunlar gözlerin rengi, böbreklerin şekli, kemiklerin kalınlığı, ayakların uzunluğu, ellerin büyüklüğü, bebeğin cinsiyeti gibi tüm biyolojik niteliklerimizi belirleyen bilgilerdir. Ayrıca, ömür boyu hücrelerin yapması gereken işlerin bilgisi de genlerde saklıdır. Tabii, işin daha başındayız; çünkü genlerin verdiği emirler sayesinde üretilen proteinlerin ne tür işler becerdiklerini daha teker teker anlamamız gerekmektedir. Bunu araştırmak için başlatılan Proteom Projesi, bakalım bizi hangi sürprizlerle tanıştıracak gelecek 20-30 yıl içinde. Şimdi İstanbul’u düşünelim ve bulutlara kadar yükselip, bu kenti kuşbakışı izleyelim: Bu büyük şehirde ne kadar insan faaliyeti ve araç hareketi varsa, bir hücrede o kadar eylem vardır ve bunların çoğunu DNA’lar gerçekleştirir. Kentte yaşayanların beyinleri ne kadar düşünce üretiyorsa; DNA’lar da o kadar ‘düşünce’ üretmektedirler. Bir başka benzetmeyle; dünyadaki tüm hareketlilik ve insanların tüm düşünceleri ne kadarsa; bir insan vücudundaki hücrelerin faaliyetleri de o kadardır denilebilir.

İnsan vücudunu inşa eden ve mükemmel çalışmasını sağlayan maddesel yapının, böylesi bir sistemi kurabilmiş olması, tüm akılları hayrete düşürüp, kendine hayran bırakmaktadır. İnsan genomu; koşullar uygun olduğu zaman kendi fotokopisini alabilen ve kendi kendini okuyup, okuduğu emirlerin gereğini yapan son derece akıllı bir kitap gibidir. Bu fotokopi işine Kopyalama, okuma işine de Tercüme denir. — Bu genetik tercüme işinin nasıl yapıldığını hep merak etmişimdir. Biraz açar mısınız? — Memnuniyetle. Tercümeyi RNA denen moleküllere ve Ribozom denen protein makinesine borçluyuz. RNA’lar DNA’lara çok benzerler. Hatırlarsanız DNA’lar, A,G,T,C moleküllerinden oluşuyordu. RNA’lar ise (RiboNükleikAsit), A,G,T ve U (Urasil) denen bazlardan oluşmuştur. Çekirdek içindeki RNA’lara mesajcı (postacı) mRNA’lar denir. Bunlar genlerden aldıkları şifreyi hücre içindeki ribozoma iletirler. Ribozom, mRNA’nın üzerinden kayarak geçer ve körlerin Mors alfabesini parmaklarıyla okuduğu gibi, taşıdığı şifreyi okurlar. Bunlar 3 harfli kelimelerden oluşmuş paragrafların taşıdığı mesajlardır ama ribozom bu kelimeleri tek harfli şifrelere dönüştürür. Bu tek harfli şifreler, tRNA denen transfer RNA’ların ribozoma taşıdığı Amino Asit dediğimiz ve vücutta sadece 20 farklı türü olan moleküllerdir. — Demek oluyor ki DNA’ların 4 harfli alfabesi yerine, ribozom 20 harfli bir alfabe kullanıyor, öyle mi? — Evet. Ve işte adına protein denen ve bedenimizin inşasında ve tamirinde kullanılan 150200 bin tür madde, sadece bu 20 tür amino asitten yapılmıştır. Bunlar 150-200 bin kombinezon yapar ve

41

42


uzun bir tespihin taneleri gibi uç uca sıralanarak proteinleri üretirler. Amino asitler zincirdeki halkalar gibidir. Bir halkanın yeri değişirse, üretilen protein farklı olur.

reaksiyonlar sırasında üretimi hızlandırmak için katalizör görevi yaparlar. — Peki DNA’ları kim üretiyor? — Dedim ya, vücudumuzda ne varsa, hepsi 20 amino asitten yapılmıştır. A, G, T, C, U dediğimiz bazlar da birer amino asittir. Bunların kopyalanmasını ve tercümesini sağlayan RNA’lar ve Ribozom da birer protein sentezidir. Bu oluşum bir mühendisin bir binayı 20 farklı materyal ile inşa etmesi gibidir. Tuğlalar duvarlara; harçlar tuğla aralarına; demirler kiriş ve kolonlara; camlar pencerelere yerleştirilir ve ortaya bir bina çıkar. Ama buradaki büyük farkı gözden kaçırmamak lazım: Mühendis bu malzemeleri kendisi yapmaz, hazır satın alır. Vücuttaki sistem ise bu amino asitleri aldığımız besinleri ve havadaki atomları ve molekülleri kullanarak kendisi yapar. Hazır protein aldığımız zaman ise bunun türünü hemen tanır ve gerektiği yerde aynen kullanır. — İyi ama, bu kadar karmaşık bir sistem hiç hata yapmaz mı? MUTASYON

Şekil: 6 — Bir de Enzimler var. Onlar nasıl oluşuyor? — Enzimler de birer proteindir ve aynı yolla üretilirler. Ama bunlar vücuttaki kimyasal

43

— Elbette yapar... İşte o zaman mutasyon dediğimiz genlerin bozulması olayı gerçekleşir. Toplumda, engelli diye adlandırılan insanları çarşıda pazarda pek görmezsiniz; ama 6,5 milyar insanın yaklaşık yüzde 6’sında doğumdan önce ciddî mutasyonlar gerçekleşmiş; sağırlık, körlük, sakatlık vs. gibi deformasyonlar oluşmuştur. Yine yaklaşık yüzde 4’ünde cinsiyetle ilgili mutasyon olduğunu da hesaba katarsak; hücredeki sistemin yaptığı işler yüzde 10’luk bir hatayla sonuçlanmaktadır diyebiliriz. Bu hatalar çoğunlukla genlerin kendilerine ait değildir:

44


Doğum öncesi mutasyonların başlıca üç nedeni vardır: a- hücre bölünmesi sırasında, genler kopyalanırken yanlışlık veya eksiklik olması, bhücredeki serbest radikaller denen atıkların genlere hızla çarparak onları bozması. Örneğin genetik şifrede yer alan kelimelerden birisi ATG ise ve bu ATC olarak kopyalanırsa, o zaman ortaya farklı bir protein çıkar, c- Radyasyon, elektromanyetizma ve güneşten gelen zararlı ışıklar vs. gibi dış etkenler Doğumdan sonra da genler bozulur. İnsan vücudunda döllenmeden ölüme kadar ortalama 100 kadar mutasyon ortaya çıkar ama birçoğu zararsızdır. Hatta bazıları yararlıdırlar. Fakat bazı mutasyonlar kişiyi öldürecek kadar önemli sonuçlar doğurabilir. Bazı hastalıkların ve hatta yaşlanmanın sebepleri arasında bu yanlış tercüme yatmaktadır. Son günlerde açıklanan bir bulguya göre; erkeklerde, kadınlardan daha fazla mutasyon gerçekleşmektedir.

— Çok ilginç!... Düşünüyorum da, bir genetik uzmanı gözüyle bakılınca, “Ben kimim?” sorusunun yanıtı hemen değişiyor, değil mi? — Evet, haklısınız. Genetik mühendisinin yanıtı şudur: Ben; reçetesi genlerim tarafından yazılmış ve proteinler tarafından imal edilmiş biyolojik bir yaratığım. Ten rengimi, elmacık kemiklerimin şeklini, boy ölçümü ve iç organlarımın yapısını onlar belirledi. Bana iki el ve 10 parmak kazandırdılar. 32 dişimi onlar yaptı. Dil yeteneğimin temelini onlar attı ve zihinsel kapasitemin yarısını onlar oluşturdu. Yeteneklerimin türü ve mizacımın rengi onların emrettiği şekilde gerçekleşmiş. Bir şeyi hafızamdan çağırıp, anımsamamı onlar sağlıyor. Günlük yaşamımı yürütmem ve gelecek plânlarımı oluşturmam için bana bu olağanüstü beyni onlar verdi. Virüslerden korunmam ve yaşamaya devam etmem onların elinde olduğu gibi, elimde olmayan biyolojik bir sebepten dolayı dünyaya veda etmem de onlara bağlı. Hatta istediğimi yapmada özgür olduğum hissini bana veren de onlar. Şu anda size istediğim her sözü söyleme özgürlüğüm bile onlar sayesinde gerçekleşiyor. Genler: Dış dünyadan milyonlarca yıldır alınmış ve depolanmış bilgiyi kullanarak, vücut denen bu muazzam ve son derece komplike sistemi yaratmaya, onarmaya ve yaşatmaya çalışan birer biyodijital bilgisayardırlar.

Şekil: 7

45

46


Şekil: 8 — Sanıyorum siz bu konuda bir de Yetenek Teorisi sahibisiniz. Onu da izah eder misiniz? POTANSİYEL YETENEK TEORİSİ — Elbette ama öncelikle bunun bir teori değil hipotez olduğunu söylemekle söze başlayayım... Bildiğiniz gibi Mozart gelmiş geçmiş en büyük müzik dehasıydı: 3 yaşında keman çalmaya başladı, 5 yaşında senfoni besteledi, 7 yaşında orkestra şefi oldu. Bu eşsiz yeteneğin genetik olduğunu ve fakat doğumdan sonra giderek geliştiğini herkes kabul

47

ediyor. Peki, bu veya diğer zekâ türleri sizce hangi organın genetik şifresinde saklı acaba? — Beynin DNA’larında olmalı... — Hayır, her hücrenin çekirdeğinde.. Biliyorsunuz trilyonlarca hücremiz var ve bazı istisnalar dışında hepsinin çekirdek yapısı tıpatıp aynıdır. Demek ki sizi siz yapan şifrelerin tümü her hücrenizde teker teker mevcuttur, cinsiyet hücreleri hariç olmak üzere. Yani Mozart’ın müzikal dehası beyin hücrelerinde de mevcut, diz kapağı hücrelerinde de, dalak hücrelerinde de. Fakat 30-35 bin genin tümü her hücrede açılmıyor. Hangi şifre nerede işe yarayacaksa, o hücrede açılıyor ve görevini orada yürütüyor. Üstelik bu şifrelerin bir de biyolojik saati var. Şifrelerin çoğu sürekli açık kalıyor; ama bazıları belirli saatlerde, günlerde, aylarda veya yıllarda açılıyor. Bunun en tipik örneği ergenlik çağına giriş vaktidir. Kız çocuklarında ortalama her ay bir cinsiyet yumurtasının döl yatağına düşmesinin başlaması için, doğumdan sonra bu şifrelerin 10-14 yıl beklemesi ve zamanı gelince harekete geçmesi gerekiyor. Erkek çocuklarındaki sperm üretme şifresi de benzer bir takvime uyuyor. Bu verilerden hareketle geliştirdiğim hipotezi size kısaca şöyle izah edebilirim: Dünyada yaşayan ve yaşamış olan bütün insanlarda rastlanan tüm zekâ ve yetenek türleri, her insanın her hücre çekirdeğinde kodlanmış genetik şifreler hâlinde mevcut olması gerekir; çünkü kültürel evrim sürecinde öğrenilen bütün yararlı ve güçlü yetenekler insanların ortak genomuna kaydolmuştur. Bu yetenek şifrelerinden bir veya birkaç tanesi herhangi bir insanın beyin hücrelerinde açılabilir. Veya bir başka insanınkinde hiç açılmayabilir. Veya çok erken ya da ileri yaşlarda açılabilir. Ve bu

48


yetenek türlerinin üstün, ileri ya da geri olmaları; genetik şifrelerin açılışı ile hücrelerin yapılışı arasındaki süreçte DNA, tRNA, mRNA, Ribozom ve proteinlerin hata yapıp yapmamalarına veya tembelçalışkan olmalarına bağlıdır.

— Efendim, teziniz son derece çarpıcı. Doğru anladığımı kontrol etmek istiyorum. Diyorsunuz ki: Picasso’nun o yaratıcı resim dehası benim genetik şifremde de var; fakat bu şifre bende açılmamış, Picasso’da açılmış. Üstelik açılırken hiçbir kayba uğramamış ya da çok az kaybetmiş. Bununla birlikte, Mozart’ın müzik dehası da bende var fakat bende açılmamış, Mozart’ta ise çok erken açılmış. Ama bendeki lengüistik (dilsel) zekâ da Mozart’ta açılmamış. Doğru anlamış mıyım?

— Evet, çok doğru... Bakınız, doğada ve belki de tüm evrende melodik bir ritim olgusu var. Bu ritimler doğanın müziğidir. Zehirli erkek kurbağalarının dişiler için söylediği çiftleşme şarkılarını onlara kimse öğretmez. Bu şarkılar onların genlerinde kayıtlıdır. Üstelik o müziği icra etmeleri için, genler, o kurbağaların gırtlak altlarını balon gibi şişebilen bir zara dönüştürmüştür. Bunu söylerken, genlere kodlanmış bir klasik şarkıdan söz etmiyorum. Söylediğim şey şu: Genetik olarak hücrelerimize kaydolmuş konuşma yeteneği sayesinde öğrendiğimiz kelimeleri nasıl ki milyonlarca cümleye dönüştürebiliyorsak; bunun gibi, doğal ritimleri ve notaları da, zihnimizdeki mekanizmalar sayesinde sayfalar dolusu bir klasik opera parçasına dönüştürebilme yeteneğimiz var. İnsanoğlunun müzik sanatını bu denli geliştirmiş olmasının ve notalarla iç içe bir yaşam sürmesinin tek nedeni kültürel midir zannediyorsunuz? Müzikal zekâ genetik belleğe kayıtlıdır ve her insanda var olan ortak genlerin dışa yansımasıdır. Bu kalıtımsal hafıza bazı insanlarda var, bazılarında yok diyemeyiz; fakat bazılarında açılmıyor veya eylemsiz kalıyor diyebiliriz. — Teşekkür ederim. O hâlde, yeteneklerin erken veya geç açılma konusunu da biraz izah edin lütfen. — Çiçero (İ.Ö. 106-43) olarak bilinen ünlü Romalı hatip ve filozof Marcus Tellius kekemeydi. İnsanüstü bir gayretle yirmili yaşlarda bu handikabı yenmeyi başardı ve müthiş bir söylev ustası oldu. Ben, ilkokulda başarı gösteremeyen bir çocuğun, ortaokul veya lisede çok başarılı olmasını, bu geç açılan zekâ şifrelerine bağlıyorum. Bu arada, dış çevre koşullarının büyük etkisini de göz ardı etmiyorum. Örneğin yeni doğan bir bebeğin sol gözünü birkaç ay bağlı tutar ve görmesini

49

50

Şekil: 9


engellerseniz, o bebeğin sol gözü gelişemez ve bebek yarı âmâ olur. Çünkü göz ile beyin arasında görme işini sağlayan sistem genler tarafından yapılmıştır; ama bu sistemi oluşturan hücrelerin fonksiyon kazanmaları için ışık denen bir dış çevre faktörüne ihtiyaçları vardır. Görme de bir yetenektir; ama gelişmesi, dış çevreden gelen görsel uyarıcılara bağlıdır. O nedenle de insan sosyobiyolojik bir canlıdır ve hem genlerinin hem de içinde yaşadığı toplum kültürünün ve çevrenin eseridir, diyorum. Bunu da kabaca yüzde 50 gen, yüzde 50 dış çevre faktörü şeklinde formülleştiriyorum. — Peki, o potansiyel yetenekler nerede ve nasıl kayba uğruyorlar acaba? — Bu kayıp çoğunlukla mRNA’ların ve ribozomun ‘kabahati’dir. DNA şifreleri açılınca, oradaki bilgi ya da emirleri hücreye iletme işi mRNA’lara düşer. Bunlar enerji düzeyleri düşük veya mutasyon geçirmişse, bilgiler hücreye yarım yamalak iletilirler. Yani postacı mRNA’lar bilgi hamallığını iyi beceremedikleri için, o üstün yetenekler silik veya heba olurlar. Veyahut mRNA’ların mesajlarını eksik veya yanlış okuyan ribozomlar istenilen protein ve enzimleri üretemezlerse, genlerin isteği tam olarak yerine getirilmemiş olur. Bence bir muamma gibi görünen bu konunun bu kadar basit bir nedeni var. Fakat tekrar ediyorum: genetik olarak ortaya çıkan yeteneklerin gelişmesinde veya gerilemesinde; aile, okul, eğitim kalitesi, sosyal etkenler ve dış çevre faktörleri büyük rol oynarlar. — Toparlarsak şöyle diyebilir miyiz? Şekli insan olan bir canlının ortaya çıkmasını sağlayan tüm bilgiler kromozomlarda şifreli olarak kodlanmış hâlde beklemektedirler. Bu şifrelerin açılmasında rol

oynayan bir seri iç ve dış uyarıcı vardır. Bu potansiyel bilgilerin açıldıktan sonra aksiyona dönüşmesini sağlayan 4 önemli araç var. Bunlar: DNA’lar, RNA’lar, Ribozom ve Proteinlerdir. Sistemin özeti bu... — Güzel toparladınız; ancak şunu da ekleyelim: 1 numaralı kromozom üzerinde 120 harfli ve vücuttaki en aktif genlerden biri olan 5S-RNA geni var. Bu gen birkaç protein ve RNA ile birleşerek, ribozomu inşa eder. Bu, var olmasaydı; ne DNA’lar kopyalanabilirdi, ne genler tercüme edilebilirdi ne de proteinler üretilebilirdi. RNA’lar ve ribozom var olmasaydı yine bunların hiçbiri olmazdı. Ama RNA’ların en büyük özelliği, DNA’lar olmadan da kendi kendilerini kopyalayabilmeleridir; fakat tek başlarına protein üretemezler. Görüldüğü gibi, bu sistemi oluşturan her birim bir diğerinin varlık sebebi ve çalışmasını sağlayan önemli bir parçasıdır. Bu olağanüstü sistem, bir müdürü, bir emredeni ve bir ana kumanda merkezi olmayan bütüncül ve otomatik bir sistemdir. Ve aslında oldukça basit bir tasarımın eseri ve fakat sadece çok karışık görünen bir mekanizmadır. — Merak ettiğim bir konu da şu: Nasıl oluyor da, döllenmiş bir yumurta 9 ay 10 gün boyunca defalarca ve şaşırmadan bölünerek büyüyor, ama sonuçta mükemmel bir insan şeklinde doğuyor? Müdürsüz ve idarecisiz bir sistem dediniz. Trilyonlarca hücreden hangisinin nerede yer alacağına karar veren hiç kimse yok mu? Bu nasıl mümkün olabiliyor?

51

52

MERKEZSİZ SİSTEMİN MUCİZESİ


— Bu sisteme herkesin gösterdiği hayret, aslında düşünce sistemimizdeki bir eksikliğin göstergesidir. Bizler hep merkezi sisteme dayalı bir eğitim tarzı ile yetiştirildiğimiz için herhangi bir sistemi irdelerken, sürekli bir idari merkez arıyoruz. Aslında, ilk bakışta, embriyonun gelişme sürecinde proteinlerin farklı doku yapılarını oluşturması; farklı şekil ve renk kazanarak ete, kemiğe, yağa ve zara dönüşmesi; yüzlerce eklemin, kasın, kemiğin ve organın yerli yerine oturması; bize son derece karmaşık bir sistem gibi görünüyor. Öyle ki, bunu bir inşaat projesine benzetirsek; dünyadaki tüm şehir ve kasabaların ikizlerinin bir başka gezegende aynı plân, teknik ve yapı malzemeleri ile tekrar tekrar inşa edilebilmeleri kadar zor ve karmaşık bir düzenek gibi görünür. Fakat bu olağanüstü biyomühendislik harikasını doğa çok basit bir yöntemle gerçekleştirmektedir. Olaya bakış açımızı değiştirerek ve merkezi bir kumanda odası aramadan bakarsak eğer; sistemi anlamamız oldukça kolaylaşır. Evet, embriyonun mükemmel bir canlı bebek hâline gelmesi ve sonrasında yaşamını devam ettirmesi, şehirlerin ve kasabaların valilikler ve belediyeler tarafından yönetildiği gibi merkezi bir yönetim mekanizması olmadan gerçekleşir. Fakat her hücrede lokal birer otorite olan genler ve proteinler teker teker vazifelerini mükemmel yaptıkları için; başka bir emir-komuta zincirine gerek kalmaz. İşte herkesin merak ettiği ‘sır’rın sırrı budur. Her hücrede 30-35 bin kadar genden oluşmuş 23 çift kromozom olduğunu hatırlayın. Bu genler hem 150-200 bin kadar farklı proteinin reçete bilgisini içerirler, hem de bu proteinlerin ne zaman ya da hangi saniye içinde üretilmesi gerektiğine karar verirler. Ayrıca, birer inşaat işçisi ve harcı olan

proteinleri ürettirecek diğer genlerin ne zaman açılması gerektiğini saptarlar ve işi biten gen de diğer genleri göreve çağırır. Bu imece sayesinde her protein diğer proteinlerle haberleşerek çalışır; böylece vücudun her bölgesindeki “lokal inşaatlar” kendi kuralları çerçevesinde işlerini bitirmekten başka bir şey düşünmezler. — İzin verirseniz bu sistemi doğru anlayıp anlamadığımı da kontrol etmek istiyorum. Diyorsunuz ki döllenmeden sonra yumurta ikiye bölününce, bu iki hücre arasında şöyle bir konuşma geçer: “Hey, hücre kardeş! Şimdi iki hücreyiz artık. Hadi gel kopyamızı çıkararak dört hücre olalım.” Sonra birlikte karar verilir ve bir hücrenin aynısını yapacak tüm genler açılır, yeterli sayıda protein üretilir ve hücrenin “fotokopisi” alınır. Böylece hücre sayısı 4, 8, 16, 32 şeklinde büyür ve trilyonlara ulaşır. Ama hangi organın nerede ve nasıl yapılacağına karar vermek için de, genler arasında şöyle bir konuşma geçer: “Hey, SR4YB kardeş! Ben açıldım ve ribozoma BST proteinini yapma mesajını gönderdim. Şimdi sıra sende. Sen de hücremizin kıkırdak hücresi olması için CPS proteini yapma mesajını gönder.” Böylece o protein üretilir ve o hücre kıkırdağa dönüşür. Sonra komşu hücreler de aynı şeyi yapar ve kıkırdak hücreleri çoğalır. Ama bunlar diyelim ki kulağı yapıyorlarsa; kulağın çapını, şeklini, rengini ve kalınlığını belirleyen genler açılır ve proteinlere nerede ne kadar kıkırdak hücre yapacaklarını bildirirler. Oluşan her hücre, komşu hücrelerin aldıkları şekle ve yere göre kendi şeklini ve yerini belirler. Doğru anlamış mıyım acaba? — Evet, ama düzeltmem gereken bir husus var: Genler birbirini açmak için haberleşirken böyle konuşmazlar. Üretilen her protein hem kendi işini

53

54


görür, hem de bir diğer şifrenin açılmasını otomatik olarak sağlar. Yani gen geni açar, gen geni açar ve bu zincirleme bir reaksiyon alarak devam eder. Böylece, vücudun inşası için gerekli proteinler ve enzimler zamanında ve koordineli bir sistem içinde üretilmiş olur. — Dikkatimi çekti... Cinsiyet kromozomlarındaki genler dışında, genlerin yaptığı işlerden bahsederken, erkek-dişi veya ırk ayrımı hiç yapmıyorsunuz. Ama kadın ve erkek arasında cinsiyet frkları dışında da bazı önemli farklar var. Bunlar hangi genlerin marifeti sonucunda oluşuyor acaba? Veya genetik değilse, nedir sebebi? — Bir örnek verebilir misiniz? — Kadınlarda -erkeklere kıyasla- yön duygusunun daha zayıf olmasının sebebi... — Fakat Bencil Genler diye bir olgu var. Bunlara neden bencil deniyor? BENCİL GENLERİN SAVAŞI — Doğa birçok sırrını genetik şifrelerimize 4 harfli bir alfabe ve 3 harfli kelimelerle yazmış dedik. Bu kodlanmış bilgileri kuşaktan kuşağa aktarırken oldukça sistematik ama karmaşık görünen bir yöntem uyguluyor. İşe yarayacak yeni bilgileri -canlıların değişen dış koşullara daha kolay adapte olabilmesi için- genetik hazineye peş peşe ekliyor. Kimi kez de bu bilgileri daha emniyetli kılmak için yedekliyor veya kopyalarını zekice gizlemeye çalışıyor. Bazı bilgilerin kopyasını bir başka gene yedek olarak kopyalatıyor, bazılarını da aynı sayfadaki iki eşit paragraf gibi yazdırıyor. Fakat bu yedek paragraflar arasına, bazen birkaç paragraflık işe yaramaz şifre ekliyor, kimi kez de birkaç sayfalık anlamsız kelime ve cümleler ekliyor

55

ki, bu şifrelerin kolayca bulunması ve virüsler tarafından değiştirilmesi önlenmiş olsun. Öyle ki: kromozomlardaki şifrelerin yüzde 97’sinin bu anlamsız ve gereksiz DNA’lardan oluştuğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Yani açılan ve iş gören genler tüm genomumuzun sadece yüzde 3’ünü oluşturuyorlar. Bu kopyalama tekniğini öğrenen; fakat başka hiçbir şey bilmeyen ve hiçbir işe yaramayan pek çok gen, bir bilgisayar programının kendi yedeğini alması gibi, fırsat buldukça çoğalıyor. Yüzde 97’nin içinde bunlar da var. Genetik bilimciler Bu döküntü genlere “Junk DNA” adını vermişler. Ve şimdiye dek işe yarar bir protein sağladıklarına tanık olunmayan bu “müsvedde genler”i, uzunluklarına göre Miniuydu, Mikrouydu, Transpozon, Netrotranspozon gibi isimlerle sınıflandırmışlar. Bunların en ünlüsü LINE-1 denilen, 1400 harften oluşmuş gendir. LINE-1, ribozoma sadece kendisini kopyalama bilgisini gönderir ve üretilen protein sayesinde fotokopisini aldırarak, kromozomlardan birine saklanır. Bu kopyalama ve çoğalma işini binlerce yıldan beri o kadar sık sık yapmış olmalı ki, 23 çift kromozomdaki tüm genlerin yüzde 14.6’sı LINE-1 genidir. Bu ve buna benzer genlerin bu inatçı ve bencil tavırları yüzünden insan genomunun haritasını çıkarmak tam 48 yıl sürmüştür. Genomun yüzde 10’unu oluşturan bir başka bencil gen, 180 harften oluşan ALUS’tur. Bu da birbiri ardından çoğalan; fakat herhangi bir görevi olmayan genlerden biridir.

56


tam ortasına yerleşmekte ve şifreyi bozarak mutasyona neden olmaktadırlar. Hemofil denen hastalığın nedeni işte bu bencil gendir. Şöyle bir örnekle bunu daha iyi açıklayabiliriz: Önce kesilen bir yerden akan kanı durdurmaya yarayan geni, kendi 4 harfli alfabesi yerine, Türkçe alfabeyle yazalım: pıhtıoluşturpıhtıoluşturpıhtıoluşturpıhtıoluşturpıhtıoluştur Araya LINE-1 geni girdiğinde durum şöyle olur: pıhtıoluşturpıhtıoluşturbenikopyalapıhtıoluşturpıhtoluş

Şekil: 10 LINE-1 ve ALUS gibi bencil genler toplam şifrelerin yüzde 35’ini oluştururlar. Geriye kalan yüzde 62’sinin de açılıp, açılmadığı henüz bilinmemektedir. Çünkü bunların da bir protein sentezi sağladıklarına tanık olunmamıştır. Fakat açılan ve iş gören yüzde 3 oranındaki genlerin ne işe yaradıkları daha önemli olduğu için, şimdilik çalışmalar bunlar üzerinde yoğunlaştırılmıştır. Bencil genlerin “görünürde” bir faydası olmadığı gibi, zararları bile olmaktadır: Bazen sağlıklı çalışan ve diyelim ki kanın pıhtılaşmasını sağlayan bir genin

57

Bu bozuk gen de pıhtı oluşturacak proteinleri ürettiremez ve sonuç Hemofil hastalığı olur. — Bu son anlattıklarınız oldukça rahatsız edici! Ayrıca buradan şöyle bir sonuç çıkıyor bence; genetik haritamız çıktı çıkmasına; ama bu, kalıcı bir harita değil. Çünkü bu harita hem bencil genler yüzünden değişecek, hem de dış etkenlerin zorlaması ile yeni genler oluşacağı için ileride farklılık kazanacaktır. — Güzel ifade ettiniz. Tabii, değişen sadece harita değildir, şifreler de değişmektedir. Evet, insan genomu dış koşullara ve hastalık oranlarına göre sürekli değişmektedir. Nasıl ki farklı ulusların genleri farklıysa, gelecek nesillerin genomu da farklı olacaktır. Bu farklar çok küçük görünebilir, ama genom kanunlarına göre bir harflik bir değişme bile çok büyük farklılıklar yaratır. Örneğin, yaşayan 6,5 milyar insandan hiçbiri bir diğerine tamamen benzemez ama benim genlerim ile Afrikalı, siyahî bir insanın genleri yüzde 99.99 aynıdır. Farelerle insan genleri arasındaki fark bile sanıldığı kadar büyük değildir. Sirke sineğinde 18 bin gen var, bizde bunun iki katı. Hepsi bu...

58


— Efendim, “genlerin işi hastalık yapmak değildir” demiştiniz ama hastalığa neden olan genler olduğunu da bu örnekte gördük. Acaba son yıllarda çoğalan kalp hastalıklarında genetik faktörler nasıl bir rol oynuyorlar? Kalp krizlerinde stres mi daha büyük bir etken, genler mi? KALP KRİZLERİ NEDEN ÇOĞALDI? — Hıım... Az önceki Hemofil örneği, ima ettiğiniz çelişkiyi haklı çıkarmıyor. Öncelikle gelin şu saptamayı yapalım: Genler, beynimiz ve gövdemiz birlikte çalışan ve olumlu-olumsuz pek çok dış etkene sürekli olarak maruz kalan bir üçlüdür. Stres denilen etken de negatif bir dış faktördür. Ölümler, yaslar, korkunç bir deneyim, kötü bir haber, itilmişlik duygusu ya da önemli bir sınav gibi... Kısa vadeli stresler, kalbin daha hızlı çalışmasına veya ayakların üşümesine neden olan kandaki Epinefrin ve Norepinefrin hormonlarının çoğalmasını sağlar. Uzun vadeli stresörler ise, yavaş yavaş; ama sürekli olarak Kortizol düzeyinin artışına neden olurlar. Kortizol, vücudun savunma sisteminin zayıflamasına yol açar. Çünkü Kortizol, akyuvarların sayısını ve ömrünü azaltırlar. Böylece stres altındaki kişinin, örneğin gribe ya da daha kötü bir rahatsızlığa, hastalığa yakalanma riski artar. — Kortizol üreten enzimlerin yapılışını genler emrettiğine göre, bu kötü hastalıkların esas nedeni de genler olmalı, değil mi? — Hayır, bu yanılgıya düşmemek gerekir. Genlerin görevi stres ya da hastalık üretmek değildir. Fakat işin içine giren diğer faktörleri hesaba

59

katmadığınız zaman, sebepler genetik görünebiliyor. Bu diğer faktörlerin başında beyin gelir. Üst beyin dışarıdan bir gerginleştirici algıladığı zaman, bunu Hipotalamus bölgesine iletir. Uyarılan Hipotalamus, Pituitary bezine sinyaller gönderir ve Kortizol üretmesi için Adrenal bezine emir vermesini ister. İşte ancak bundan sonra Kortizol ürettiren genler açılır ve ribozom çalışmaya koyulur. Gördüğünüz gibi ana faktör, stresi algılayan beyindir. Fakat diyebilirsiniz ki beyin de bedenin bir parçası olduğu için, sadece sisteme uymak ve bunu yapmak zorunda kalıyor. Bu argüman da geçerlidir. Aslında bedendeki tüm organlar görünmeyen bir sisteme uyarak çalışır. Bu sisteme dış çevre de dahildir. Bu durum bizi çok daha komplike bir canlı yapmaktadır. O bakımdan insan: Psikososyal, nöroimmunolojik bir varlıktır; kısacası sosyobiyolojik bir canlıdır. — Kalp krizinden söz edecektik?... — Pardon, biraz uzattım galiba. Evet, önce Kolesterol denen o herkesin öcü saydığı kimyasalı ele alalım. Bu, suda erimeyen ama yağda eriyen ve mum kıvamında olan organik bileşiğe vücudun ihtiyacı vardır. Vücut bu maddeyi aldığımız şekeri kullanarak yapar. Sonra da kolesterolü kullanıp çok değerli 5 tür hormon üretir: Testestron, Kortizol, Progesteron, Aldosteron ve Oestradiol. Bu hormonlara topluca Steroitler denir. İşte bu Steroitlerle genler arasında çok sıkı bir münasebet mevcuttur. Örneğin, 10. kromozom üzerinde CYP17 adlı bir gen vardır. Kolesterolü, Steroitlere dönüştüren enzimleri üretme şifresi bu gendedir. Eğer bu gen iyi çalışmazsa ve Testestron hormonu üretilemezse; o insanlar ergenlik çağına giremezler ve erkek çocuğu olarak doğmuş olmalarına rağmen kız çocuğuna benzerler.

60


Kortizol üretilmediği zaman da beyin ile beden arasındaki ilişkide büyük aksaklıklar olur ve sağlıklı bir uyum sağlanamaz. Ama kulakların, burnun ve gözlerin duyarlılık oranını da etkileyen Kortizol kanda aşırı dozda bulunursa; bu kez kişi kendini stres altında hisseder ve nedenini de anlayamaz. Kolesterol ile kalp arasındaki ilişkiye geçmeden önce stresle kalp hastalıkları arasındaki ilgiye değinmek istiyorum. Stresin kalp krizi yarattığı iddiasından sonra, Londra’daki bakanlıklar semti olan ‘Whitehall’da çalışan 17 bin memur ve bürokrat üzerinde yıllar süren kapsamlı bir araştırma yapıldı (1974). Elde edilen bulgulardan biri çok çarpıcı idi... Kişinin çalıştığı yerdeki hiyerarşi düzeyi; kalp hastalıklarına neden olan faktörlerden şişmanlık, yüksek tansiyon, kolesterol düzeyi ve sigaradan çok daha güçlü bir etken... Bir dairede çalışan odacı ya da temizlikçinin, bir sekreterden 4 kat daha fazla kalp krizi riski taşıdığı saptandı! Hatta kilolu, sigara içen ve yüksek tansiyonu olan bir üst düzey yöneticinin, düşük tansiyonlu, zayıf ve sigara içmeyen bir gece bekçisinden çok daha az risk taşıdığı belirlendi. Yani, düşük rakamlı maaş bordrosuna sahip olmak, işini kaybetme korkusu yaşamak ve emir altında bulunmak kalp hastalıklarının birincil nedeni olarak boy göstermektedir. O çalışmadan 21 yıl sonra (1995), benzer bir araştırma bu kez büyük bir şirketin on binlerce işçisi ve yöneticisi arasında yapıldı. Oradan da çıkan sonuç aynı oldu: Dış etkenler ve kendimizi değerlendiriş tarzımız, biyolojik sağlığımız üzerindeki en büyük etkendir! Bu bilimsel bulgular, o zamana kadar bilinen tüm biyolojik nedenleri ikinci plâna itti ve psikolojik faktörleri birinci sıraya oturttu. Son yıllarda kalp

krizlerinde bir çoğalma olması ile yaşantımızın çok stresli olması arasındaki bağlantı böylece kendiliğinden ortaya çıkmış oldu. — Pek çok insanın adını bildiği ama neden kötü olduğunu bilmediği Kolesterolün etkisine gelelim isterseniz. Gerçi stres birinci basamağı aldı ama Kolesterol da yabana atılacak bir neden değildir herhalde?

61

62

KOLESTEROL GERÇEĞİ — Değil elbette. Kolesterol ile ilgili Apolipo-protein denen 4 gen var. Bunlar birbirine benziyorlar ve 4 ayrı kromozom üzerinde yer alıyorlar. Bunlara kısaca APOA, APOB, APOC ve APOE deniyor. 19. kromozomdaki APOE’nin sağlığı ile kalp sağlığı arasındaki ilişkiyi kuran şey Kolesteroldür. Şöyle ki: O lezzetli pirzolaları veya tereyağıyla yapılmış omletleri mideye indirdikten sonra kanımıza çok miktarda Kolesterol karışır. Suda erimeyen bu Kolesterolleri hücrelere ulaştırma işi kandaki Lipo-proteinlere düşer. Bunlar kandaki yağları (Trigliseritler) taşıyarak azar azar hücrelere bırakırlar. Yükleri azaldıkça yoğunlukları düşer. Bu düşük yoğunluklu yağ taşıyıcı Lipo-proteinler, halk arasında “kötü kolesterol” olarak bilinir. Besinlerden alınan Kolesterolü hücrelere taşıyıp, yükünü tamamen boşaltan ve yeni bir kolesterol yükü için karaciğere dönen bu Lipoproteinlere de yüksek yoğunluklu Lipo denir. Bunlar da “iyi kolesterol” olarak tanınır. İşte bu proteinlerini ürettiren gen APOE’dir. Bu genler iyi çalışmıyorsa, taşıyıcı Lipo-proteinler üretilmez ve böylece kanda başıboş gezen yağ ve Kolesterol düzeyleri yükselir. Bunlar, kan dolaşımının hızı sayesinde 6-7 saniyede bir kalbe girip çıkarlar. Ve en çok da kalpten


çıkan atardamarlara yapışıp kalırlar. Böylece onları hem sertleştirir, hem de daraltırlar. Bu yapışkan yağ ve Kolesterol kümeleri kalp hastalıklarının -stresten sonra- en önemli sebebidir. Umarım bu açıklama sorunuza yanıt olmuştur. Gördüğünüz gibi genlerin görevi sistemin düzgün çalışmasıdır. Ama kendileri “hasta” oldukları zaman sistem de hastalanmaktadır. — Anladım efendim. Demek ki: “Bu hastalık genetiktir” ifadesini işittiğimiz zaman, o hastalığı yapan şeyin bir gen olduğu anlaşılmamalı; bunun yerine, o hastalığın ortaya çıkmasını engelleyen bir genin çalışmadığı anlaşılmalıdır. — Evet. Bazı istisnalar var tabi; fakat o detaylara girersek konu çok uzayabilir. — Efendim bazı besinlerin genleri koruyucu etkileri olduğu söyleniyor, bu doğru mu?

— İnsan anatomisini öğrenmeden önce, daha çok gençken, “Ne yersen, o’sun” diye bir söz duymuş, bu söz bende obeziteyi çağrıştırdığı için epeyce yadırgamıştım söyleyen kişiyi. — “Can boğazdan gelir” diye bir özdeyişimiz de var zaten... — Evet, var; var ama boğazdan giren her şey canınıza can katmıyor maalesef! Üstelik burnunuzdan ve ağzınızdan giren her şeyi çok dikkatli ve ölçülü şekilde kontrol etmezseniz, bunlar canınızı veya sağlığınızı çarçabuk elinizden alabilirler! — Burnumuzdan?... — Yani soluduğunuz havadaki gazlar, tozlar, kimyasallar ve gözle görülmeyen canlılar ya da partiküller... Havası ve eşyaları kirli ortamlar hem

hücrelerimize, hem de kromozomlarımıza büyük zararlar vermektedirler. Eksoz gazına, tüp gaza, baca dumanına, bataklık kokusuna, sigara dumanına veya asit, tiner, amonyak gibi kimyasal kokulara sürekli maruz kalmak, sadece akciğerlerinizi yıpratmaz, genetik yapınızı da bozar. — Bu bilgi de çok yararlı elbet, teşekkür ederim, ama ben genlerimizin dostu olan yiyecekler hakkında bilgi rica etmiştim... — Bakınız, siz istediğiniz kadar sağlıklı beslenin; ama her gün, her saat bol oksijenli hava yerine başka gazları teneffüs ediyorsanız, yedikleriniz sizi ciddî hastalıklardan kurtarmaya yetmez! Gelelim genlerinizi negatif mutasyonlardan kurtaracak besinlere... Her ne kadar insanların genetik yapıları birbirine çok benziyorsa da; aralarında yine de büyük farklılıklar vardır. Sadece bir genin farklı olması bile iki kişi arasında önemli bir benzeşmezlik yaratabilir. Hangi besinin kime çok yararlı, kime daha az yararlı olduğunu tam olarak belirlemek için uzun süren bir genetik araştırma ve testler dizisi gerekir. Bunu becermenin daha kolay yolları ileride mutlaka bulunacaktır. Fakat şimdilik bu testleri yaptıramayan milyarlarca insan için, yanılma payı az olan ve herkesin genlerine iyi gelen küçük bir reçete verebilirim size. — Lütfen... — Genetik şifrelerimiz teker teker çözüldükçe ve besinlerdeki biyolojik mucizeler birer birer tanımlandıkça, etkin sağlık reçeteleri daha bir güvenle yazılabilecektir. Şu listeyi alır mısınız? Gördüğünüz gibi burada, genetik mirası olumlu yönde etkileyebilen birkaç maddeye sahip olan besinler var.

63

64

BESİNLERİN GENLERE ETKİLERİ


Domates Likopen denen bir maddenin deposu gibidir. Bolca alındığında prostat, göğüs ve kalın bağırsak kanserlerini önleyici etki yapabilir. Bir de güneşten gelen zararlı ışınlar yüzünden oluşan cilt yaşlanmasına ve damar sertliğine karşı ciddî bir koruma sağlayabilir. Karpuz ve kırmızı greyfurt bağışıklığı arttıran maddeler içerirler. Üzümdeki proantisiyanidinler ve resveratrol, kiraz ve yeşil çaydaki cilt besleyici bileşikler bünyenize ciddî düzeyde antioksidan güç kazandırabilirler. Vücudumuza giren bakteri ve virüslerle mücadele eden alyuvarların daha sağlıklı üremelerine yardımcı olan sarımsağı hiç tüketmeyenleri de sürekli uyarmak gerekir. Susam, brokoli, çilek ve haşlanmış yumurtadaki Koenzim-Q10, kalp ve kan dolaşımıyla ilgili bazı genleri destekler. Ayrıca süt, süt ürünleri ve balıktaki B12 vitamini hem kan yapıcı özelliğe sahiptir, hem de genlerin daha sağlıklı çalışmasına yardımcı olur. — Efendim tüm yazılı ve görsel medyada vücuda iyi gelen besinlerin reçetelerine oldukça fazla yer veriliyor. Sizinki neden bu kadar kısa? — Ben size genlerin dostu olan bazı maddelerden söz ettim. Bunlardan işe yaradığı kanıtlanmış olanlar şimdilik bu kadar. İleride bu liste elbette büyüyecek ve daha bilimsel diyetler ortaya çıkabilecektir. Zararlı gazları ve kimyasalları da unutmayın! — Bir de, diğer canlılarla ortaklaşa kullandığımız genetik şifrelerden söz ettiniz. Bu konuyu da açar mısınız?

65

İNSANLAR HAYVAN GENİ TAŞIYOR MU? — DNA’daki bilgilerin iş görme sistemi, bir dilin gramer kuralları gibi çalışıyor. Nasıl ki Türkçedeki kelimelerin semantik yapısını incelediğimizde yarısından fazlasının Arapça, Farsça, Lâtince ve diğer dillerden gelen sözcükler olduğunu görüyoruz; genetik alfabeye ve kelimelere baktığımızda da insan genomundaki pek çok genin diğer hayvanlarda da bulunduğuna tanık oluyoruz. Modern Darwinci genetikçilerin insanın şempanzeden geldiğine bu kadar iman etmelerinin en büyük nedeni bu bulgudur denebilir. Çünkü şempanzenin genomu ile bizimki arasında sadece yüzde 2’lik bir fark vardır. Onlarda 24 çift kromozom var, bizde 23. Ve bunlardan ilk 13 çift kromozom arasında hiçbir fark yoktur. Yani kromozomlarımızın yarısından fazlası bir şempanzeninkiyle aynı kalıptan çıkmış gibidir. — Ne kadar ilginç... Şempanze ile insan arasındaki görünüm ve zihinsel farklar bu kadar büyükken; bunca fiziksel benzemezliğin nedeni yalnızca yüzde 2’lik bir gen farklılığından kaynaklanıyor, öyle mi? — Doğumdan sonra öğrenilen ve geliştirilen dil ve düşünce farklılıklarını çıkarırsanız, evet. Aslında aradaki fark yüzde 1 bile olsa, genetik şifreler en ufak bir değişiklikte çok farklı işler becerdikleri için, bedensel farklılık çok büyük olabiliyor. Sözgelimi benim burnumun bu şekli alması için binlerce gen birlikte çalışıyor ve embriyon döneminde belli bir şekil oluşuyor. Burnumun şeklinden sorumlu olan geni sadece bir tek gen kabul edersek ve bu gen 280 harflik bir kelime ise; bunu 281 harfe çıkardığınızda, benim burnum gorilinkine veya kaplanınkine

66


benzeyebilir. O nedenle yüzde 2’lik bir farkı küçümsememek gerekir. Farelerle bile aramızda çok az gen farkı var ama görünüşteki farkların büyüklüğü ortada. — Peki, bu ortak genler her organizmada aynı işi mi görüyorlar? — Güzel bir soru. Evet, bizdeki D4DR geni ne iş görüyorsa, bal arısındaki D4DR geni de aynı işi yapıyor. Evrim teorisinin sadece bir teori olmasına rağmen onca taraftar toplamasının bir başka nedeni de budur. Mutasyona uğrayıp, hastalık yapar hâle gelmiş bir fare genini çıkarır ve onun yerine bizdeki eşini yerleştirirseniz, o farenin geninin düzeldiğini görürsünüz. Bunu tersi de mümkün. Hayvanlardan ya da bitkilerden alınan bazı genleri bizdeki bozuk genlerle değiştirebilirsiniz. Fakat bunu yapabilmek o kadar da kolay bir iş değil; çünkü sadece bir hücredeki geni değil, sayıları trilyonlarca olan bütün hücrelerdeki o geni düzeltmeniz gerekmektedir. Ya da o bozuk gen hangi hücrelerde açılıyorsa, o hücrelerdekini değiştirmelisiniz. Bunlar da milyonlarca olabilir. İşin zorluğu burada... — Fakat son yıllarda işe yarayan bir yol bulundu galiba, değil mi? — Evet, virüsleri kullanma tekniği diye bir yöntem geliştirildi. Bozuk şifreleri düzeltmek için vücuda düzgün şifrelenmiş genleri taşıyan virüsleri aşılama ve bunların gidip o bozuk genlerle yer değişmelerini bekleme yöntemi. Bu sayede sanıyorum pek çok hastalık yakında ortadan kaldırılmış olacak. İşte buna genetik mühendislik deniyor. — Anlaşılan, Genetik Mühendislik, 21’inci yüzyılda insanın biyolojik yapısını büyük ölçüde değiştirecek gibi görünüyor. Bu

67

mühendislerin yaptığı işin tekniğini de biraz anlatır mısınız? GENETİK MÜHENDİSLİK — Hayhay... Milyonlarca yıllık evrim ve on binlerce yıllık bilgi birikiminden sonra, tarihte ilk kez biyolojik yapımızı değiştirecek bir teknoloji yakaladık. Yani artık eskiden adına kader denen sakatlık gibi bir olguyu bile değiştirmek kendi elimizde. Genetik bulgular, ortaya, adına Biyoteknoloji denen yeni bir tıp dalı ve hatta sanayi iş kolu çıkardı. Nasıl ki gazetelerden kelimeler ve cümleler kesip, boş bir kâğıda yapıştırarak istediğimiz paragrafı ortaya çıkarabiliyorsak, DNA’daki genleri de aynı işleme tâbi tutabiliriz. Bunun için sadece makas ve zamk gerekli ve bunlar hücrenin içinde doğal olarak var. Zamk, Ligase denen bir enzim; makas ise, engel enzimleri denen proteinlerdir. Bu enzimlerin hücrede üretilen 400 kadar türü var. Her biri genetik şifrelerden bir veya birkaçını tanıyor ve istenildiğinde onu DNA’dan koparıp çıkarabiliyor. — Galiba bu işi ilk olarak 1972 yılında, Stanford Üniversitesinden Paul Berg başardı, değil mi? — Evet, Berg, bir virüsün DNA’sını engel enzimlerini kullanarak ortadan ikiye böldü ve sonra Ligase enzimini kullanarak tekrar yapıştırmayı başardı. Daha sonra bir kurbağadan alınan genler bir virüse aktarıldı ve DNA’sına yapıştırılması sağlandı. Bu tekniği artık insanlar üzerinde de uygulamak mümkün. Bir insan hücresindeki bozuk genler çıkarılarak yerine sağlıklı genler yapıştırılıyor. Sonra bu genler, genleri boşaltılmış bir bakteri hücresine konuyor. Sonra da bu bakteri hastanın kanına enjekte ediliyor. Kanda çoğalan bakteriler gidip

68


hücrelere yerleşiyorlar ve sonra çekirdeğe girip, oradaki bozuk genleri, taşıdıkları sağlıklı genlerle değiştiriyorlar. Bir başka kolay teknik daha var: Yumurta sperm tarafından döllenince -zigot döneminde- bozuk genler teşhis ediliyor ve bunlar düzgün olanlarla değiştiriliyor. Henüz gelişme aşamasında olan bu teknikler sayesinde, ileride kalp-böbrek nakilleri gibi rutin birer işlem olacak ve böylece hastalıklar ve sakatlıklar büyük ölçüde engellenecektir. Bu kadar karmaşık görünen bir sistemi düzeltmek, işte o 52 yıl süren bilimsel çalışmalar ve araştırmalar sonucunda bu kadar basite indirgenebilmiştir. Buna “tanrıcılık oynanıyor” gibisinden savlarla karşı çıkanların, o lâboratuvarlara gitme ve yapılanları görme şansı olsaydı; bu çalışmaların ne kadar kolay ve yararlı olduğunu görebilir ve bu suçlamalarından vazgeçebilirlerdi. — Bu yolla yetiştirilen meyve ve sebzeler de aynı işleme mi tâbi tutuluyor acaba? — Evet. Bu yöntem ilk kez 1983 yılında tütün ve pamuk bitkilerinde uygulandı. Sonuç: yüzde 20 daha fazla verim ve daha sağlıklı tütün ve pamuk oldu. Süpermarket raflarında ve buzdolaplarında haftalarca çürümeden durabilen domates ve biberleri de bu yönteme borçluyuz. — Peki, bu tekniğin sakıncalarından haykırırcasına söz eden düşünür, yazar ve halktan insanların kaygıları boşuna mı yani? — Hayır, boşuna değil ama biraz fazla abartılı bence. Dediğim gibi genetik mühendislik henüz gelişme çağında. Bu süreçte birtakım hatalar olabilir, diye korkuyor herkes. Fakat 30 yıldır yapılan deneylerde ve uygulamalarda herhangi bir kaza olmadı. Olsa bile bunlar daha lâboratuvar çalışmaları

aşamasında ortaya çıkıyor ve hemen düzeltiliyor veya o proje terk ediliyor. Böylece dış dünyaya ve halka negatif etkileri olmuyor. Fakat yine de, bu tekniğe şu veya bu sebepten ötürü karşı olanlar genellikle popülist söylemlerle taraftar toplayabiliyor ve halkı korkuya itebiliyorlar. Bu grupların söylemlerine sadece karaları değil, akları da eklemeleri daha dengeli ve rasyonel olacaktır. — Şu anda ABD’de satılan hububatın yüzde 60’ının genleri değiştirilmiş durumda... — Evet öyle. Hatta daha verimli hâle getirilmiş durumdalar. Bu çalışmalardan geri dönüş yoktur. Üzerinde durmamız gereken nokta çalışmaların daha emniyetli yürütülmesi ve piyasaya çıkmadan önce yüzde 100 güvenceli olduklarının test edilmiş olmasıdır. Bu sayede ileride daha lezzetli sütler içebilecek, daha büyük ve protein değeri daha yüksek yumurtalar yiyebilecek, A vitamini ve demiri yüksek pirinç üretebilecek ve ölümcül hastalıkları tedavi etmiş olacağız. Hatta daha ileriki aşamada belki de ilaç alacağımıza, kendisi ilaç hâline getirilmiş meyve ve sebzeler yiyerek genlerimizdeki tüm bozuklukları önlemiş olabileceğiz. Böylece, patolojik tarihçemizi yansıtan genlerdeki geçmişin tüm negatif tortularını silmiş, yeni bir genetik kompozisyon oluşturmuş olacağız. Bu az bir gelişme mi? Genetik çalışmalara karşı çıkanlar, neye karşı çıktıklarını iyi bilmek zorundadırlar. — Genlerin önemini ve hastalıklarla alâkasını vurgulamak bakımından, biraz da zaman zaman hortlayan Deli Dana (BSE) denen hastalıktan söz eder misiniz?

69

70

DELİ DANA GERÇEĞİ


— Çok iyi olur; çünkü aratılan korku yüzünden milyonlarca insan bence aşırı bir endişeye kapılıp kırmızı et yemez oldu. Bu hastalığın başlangıcı 1979-1980 yıllarıdır ve ilk kez İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Bunun sebebi de Scrapi denen bozuk genli bir virüstür veya bozuk bir gen de diyebilirsiniz. Bu bozuk genlere sahip bir inek (inek diyorum, çünkü bu hastalık öküzlerde görülmez) kesilerek hayvan yemi yapılmak üzere kaynatıldı ve protein ilavesi olarak ineklere verildi. Fakat bu virüs yüksek sıcaklıklarda bile ölmüyordu. Böylece binlerce hayvana bulaşmış oldu. Asıl adı Bovine Spongiform Encephalopaty olan bu virüs oldukça da tembel bir virüs; üremesi için 5-6 yıl gibi bir zaman geçmesi gerekiyor. Zaten varlığı da 1986 yılında ineklerin acayip davranışlar göstermesinden sonra ortaya çıktı 10 yıl süren bilimsel çalışmalar ve dedektiflik gerektiren araştırmalardan sonra nihayet hayvan yemleri ile bulaştığı bulundu (1996). Ama çok geç kalınmış ve 180 bin inek, beyin dokuları süngerimsi bir hâle dönüştüğü için, BSE hastalığından ölmüştü. Bunun üzerine Almanya ve Fransa, İngiltere’den sığır eti ithalâtını durdurdu. Fakat hükümet bu etleri süpermarket raflarından hemen kaldırtmadı. Çünkü bilim insanları bu hastalığın insanlara ağız yolu ile bulaşmasının çok düşük bir ihtimal olduğunu rapor ediyorlardı. Sonra sinsice bir oyun oynandı ve 50 milyon etobur Britanyalı birer kobay olarak kullanıldı. 1996 yılında Deli Dana Hastalığı yüzünden 10 kişi hayatını kaybetti. Böylece, ölüm riski 5 milyonda bir olarak hesaplandı. Bu da bir insanın başına yıldırım düşmesinden daha zor bir ihtimaldi ve siyasileri sevindirdi. Çünkü 100 binlerce hayvanı yok etmekten

ve fiyatlarının yarısını çiftçilere ödemekten kurtulmuş görünüyorlardı. Ama halkın ve medyanın protesto ve baskılarına daha fazla dayanamadılar ve bir yıl sonra sadece kemikli sığır etinin satışını yasakladılar. Daha sonra da yüz binlerce hayvanı öldürüp yakmak zorunda kaldılar. Bu hastalığın esas sebebi de yine bir gen demiştik: Stanley Prusiner’in 1982 yılında bulduğu ve adına PRP (Protiz Rezistanslı Protein) dediği gen. Bunun ürettiği protein olan Prion, 150 bin tür protein içinde amino asitleri ve DNA’sı olmayan belki de tek proteindir. Kendisini çözümleyip dağıtan normal Protiz enzimlerine karşı koyabilen Prion, sert ve yapışkan bir yapıya sahip olduğu için diğer prionlarla birleşerek büyüyor ve hücrenin yapısını tamamen bozuyor. Ayrıca, diğer sağlıklı proteinleri de kendi şekline sokabilme yeteneğine sahip. Bu proteinin tam olarak ne işe yaradığı henüz bilinmiyor, fakat tüm memeli hayvanlarda var olduğu için önemli olduğu varsayılıyor. 20 yıldır yapılan binlerce deney ve araştırma bu DNA’sız proteinin sırrını çözmeye yetmedi. Fakat yalnız beyinde açıldığı için orada iş gördüğü biliniyor. Farelerin genomundan çıkarılan bu gen, embriyon döneminde ya da yetişkinik çağında onların sağlığını etkilemiyor veya bir eksikliğe yol açmıyor. Fakat insanlarda farklı bir durum söz konusu: 253 kelimelik yani 759 harflik olan bu genin 129. kelimesi çıkarıldığında, aylar süren uykusuzluk hastalığına (İnsomnia) ve ölüme neden olabiliyor. Çünkü beynin uyku merkezi olan Talamus’u yiyip bitirebiliyor. Bu gen, keçilerde ve ineklerde ise daha farklı bir özellik gösteriyor. 253 kelimeden 108 ve 121 arası bükülerek yukarı doğru bir kavis yapmışsa, hayvanın fazla uyumasına, aşağı doğru kavislenmişse hiperaktif

71

72


olmasına neden oluyor. İşte Deli Dana Hastalığı ineklerdeki bu kavislenmiş genler yüzünden ortaya çıktı. İnsanlara ağız yoluyla geçme olasılığı çok düşük ama bol miktarda inek eti yendiği zaman vücuda yerleşiyor ve 5-6 yıl süren üreme döneminden sonra sağlıklı genlerimizi bozarak, BSE denen hastalığı yapabiliyor. — Efendim, 5 Temmuz 1996 da tüm dünyayı sarsan bir olay yaşandı: İlk kez Dolly adı verilen bir kuzu, babasının ikizi olarak klonlama yoluyla dünyaya getirilmişti. Herkesin aklına hemen “İnsanlar da klonlanacak mı?” sorusunu getiren bu tekniği basit bir dille anlatır mısınız?

— Aslında çok basit bir yöntemle gerçekleşen kopyalama neden bu kadar geç kaldı diye şaşıyorum. Bilim adamları bu işi 1950’lerde gerçekleştirecek bilgi ve teknolojiye sahiplerdi. Hatta o zamanlar bazı kurbağaların klonlanma çalışmaları yapılmıştı. Sonuç alınmasının 30 yıl gecikmesi bana biraz garip geliyor. Fakat demek ki bazen basit sorular ve yöntemler bile kimsenin aklına gelmeyebiliyor. Ya da belki bu bilgilerin dünya kamuoyuna duyurulması başka amaçlarla geciktirilmiştir. Klonlama için 3 ayrı yöntem geliştirilmiştir: Twinning, Roslin ve Honolulu teknikleri... İskoç genetik uzmanı Ian Wilmut, Dolly’yi klonlarken Roslin, yani çekirdek transferi tekniğini kullandı. Bu yöntemi anlatırsak, sanırım konu anlaşılmış olur. Klonlama için öncelikle iki şeye gereksinim var: bir yumurta hücresi ve bir donör hücre. Donör hücre, Dolly’nin babasından alınan canlı bir hücreydi.

Yumurta hücresi de herhangi bir dişi koyundan alınmış ama döllenmemiş bir cinsiyet hücresiydi. Yapılacak ilk iş, bu yumurta hücresinin çekirdeğini çıkarmaktır. Böylece çekirdeksiz yumurtanın genetik şifrelerinin büyük bir kısmı alınmış olur. Büyük kısmı diyorum; çünkü genetik materyalin hepsi çekirdekte değildir. Sitoplâzma içinde de DNA taşıyan maddeler vardır. Sonra bu yumurta hücresi "Gap Zero" adı verilen bir dönem geçirmeye bırakılır. Kısaca "G0" denen bu evrede, çekirdeğini kaybetmiş olan yumurta "baygınlık" geçirir ve tüm fonksiyonları durur, ama ölmez. İşte o evrede, yumurtanın içine donör denen canlı hücrenin çekirdeği konur. Tabii bu bir cinsiyet hücresi olmadığı için, genetik yapısı tam olan bir hücredir. Yani erkek veya dişi olsun, hangi hayvandan alınmışsa, o hayvanın bütün genetik şifrelerini içerir. Böylece o yumurta döllenmiş bir yumurta gibi bölünmeye hazır hâle gelmiş demektir. Fakat önce “G0” evresinden çıkıp ayılması lazımdır. Bunu sağlamak için de hafif bir elektrik akımı verilir. Yeni çekirdeği kabul eden yumurta hücresi birkaç saat sonra bölünmeye başlar, etmeyen ise ölür ve deneme başarısız olur. Bölünen hücreler bir embriyon oluştururlar. Bu evrede artık embriyonun lâboratuvardan alınıp, bir annenin rahmine konması gerekir. Bu embriyon üvey annesinin rahminde yaşarsa, büyümeye devam eder ve vakti gelince donör hücre kime aitse ona tıpatıp benzeyen bir yavru olarak doğar. İşte klonlama denen yöntem, bu kadar basit bir biyotekniktir. Dolly’den bu yana bu yöntemle ve diğer iki teknik kullanılarak yüzlerce hayvan türü klonlanmış ve çoğunda başarılı olunmuştur.

73

74

İNSANLAR KLONLANACAK MI?


— Peki, klonlamanın bize bir yararı olacak mı? — Elbette olacak. Öncelikle hastalıksız ve çok daha verimli hayvanlar ve bitkiler üretmiş olacağız. Hayvanlardaki hastalıklara neden olan bozuk genler bulundukça ve bunların sağlıklı olanları klonlandıkça, üreyen hayvanların hem kendileri daha iyi bir yaşam sürecekler, hem de insanlar onlardan daha fazla verim alacaklar. — İnsanların klonlanması da mümkün mü? — Bunun etik tartışmaları uzun sürmezse ve “think-tank” denilen düşünce kuruluşları klonlamanın faydalarını halka yeterince anlatabilirlerse, bence en geç 5 yıl içinde insanları da klonlamak mümkün olacak. Belki o zaman ilk Klon İnsan’a sahip olma hakkı çok önemli bir kişiye verilecek ve tarihte bir büyük çağ daha açılmış olacak. Fakat o insanın ruhsal sağlığı hakkında hiç kimse bir garanti veremez! Genetik araştırmalara yatırılan kaynakların, zamanın ve enerjinin ne denli devasa boyutlara ulaştığını çoğu insan bilmiyor. İngiltere, ABD ve Japonya bu teknolojiye 50 yıldan beri çok büyük yatırımlar yapıyorlar. O nedenle, bunun ulaşacağı düzeyi şimdiden kestirmek için yüksek bir hayal gücü gerekmiyor. Kopya insan sırada bekliyor ve hatta konuştuğumuz şu anda bile gerçekleşmiş olabilir! — O zaman 40 yaşında bir insan klonlandığı zaman doğan çocuk 40 yaşında mı olacak? — Bunu ancak uygulamada görebileceğiz. Dolly adlı koyun kopyalandığı zaman 3 yaşındaki babasına benzedi; fakat normalden daha kısa yaşayıp öldü. Ama bir başka denemede bir buzağı klonlandığında, buzağı normal yaşında doğdu. Proteinlerin ve enzimlerin nasıl reaksiyon göstereceklerini şimdilik kestirmek çok zor; ama bütün zorluklar aşılacak, klonlama rutin bir iş hâline gelecektir.

75

— Efendim, insan genleriyle oynamak tüm toplumlarda şiddetli bir muhalefet görüyor. Hatta bu tartışma pek çok ülkede bir etik soruna dönüştü. Genetik mühendisliği ahlâkî açıdan siz nasıl değerlendiriyorsunuz? GENETİK MÜHENDİSLİĞİN ETİKSELLİĞİ — Bence, modern çağın en önemli buluşlarından biri olan bu tekniğe karşı çıkmak, etik açıdan bakarsak büyük bir “günah”tır. Ve zaten önlenmesi de artık olanaksızdır. Bu bilimsel araştırmalara 52 yıldan beri o kadar zaman harcandı, o kadar büyük yatırım yapıldı ve elde edilen bilgilerin insanoğluna sağlayacağı yararlar o denli belirgin hâle geldi ki, 21’inci yüzyıldaki dört büyük teknolojiden birinin genetik olacağı artık gün gibi ortadadır. — Diğer üçü hangileri? — Yapay zekâ, nano teknoloji ve uzay teknolojileri. Klonlama ilk kez havuç bitkisinde başarılmıştı. Bitki klonlama teknolojisindeki bu başarılar 1952’de kurbağalardaki klonlamaya kadar devam etmişti. 1970’lerde fare, 1973’de sığır ve 1979’da koyun klonlaması gerçekleşmişti. Genetik mühendislik ve biyoteknolojideki ilerlemeler, hastalık ve soğuğa dayanıklı bitki türleri, daha çok üreyebilen ve gelişkin çiftlik hayvanları üretimine büyük katkıda bulunmuştu. Bitki ve hayvan hücrelerinde yapılan bu genetik değişikliklerin sonuçları olumlu olunca, doğal olarak aynı tekniği insanlarda kullanma fikri doğmuştu. 1993 de, Robert Stillman ve Jerry Hall insan embriyonunu klonlamış ve 6 gün yaşatmayı başarmışlardı. Hâlâ hızla süregiden insan klonlama çalışmalarının dramatik sonuçları yakında bir bomba

76


gibi gündemimize oturabilir. O nedenle insanların bu konuya hazır olmaları gerekmektedir. — Peki, genetik mühendislik ve yapay zekâ teknolojileri ileriki yüzyıllarda insan doğasını da değiştirebilir mi dersiniz? — Sorunuza hiç tereddüt etmeden “evet” diyebilirim. Özellikle genetik şifrelerin çözülmesi ve yapay zekâ alanındaki gelişmeler, çok yakın bir zamanda yarısı canlı, yarısı robot yaratıkların ortaya çıkmasına neden olacak, biyolojik bakımdan “kusursuz” diyebileceğimiz insanlar türeyecektir. O nedenle ben bugünün gençlerini bu dört alanda eğitim almaya ve araştırma yapmaya davet etmek istiyorum. 20 yıl sonrasının meslekleri arasında eminim ki- insan mühendisliği diye bir meslek de yer alacaktır. Bu meslek sahiplerinin doktor olması dahi gerekmeyebilir. Nano teknoloji ve yapay zekâ sayesinde üretilecek mikroçipler, beynimizdeki ve bedenimizdeki bir çok organın ya yerini alacak veya onların daha düzgün çalışmasına yardımcı olacaktır. Genetik mühendislik şu anda bile insan hayatını kurtarabiliyor ve genetik teşhis sayesinde ölümcül hastalıkları engelleyebiliyor. Şöyle düşünün: Daha geçen yüzyıla kadar ana-babalarının tifo, tüberküloz veya kolera yüzünden hayatını kaybeden çocuklarının ve yakınlarının öldüklerini seyretmekten başka seçenekleri yoktu. Ama bunların aşıları ve ilaçları bulunduktan sonra milyonlarca insan ölümden kurtuldu. Eğer mucize ilaç denen Penisilin bulunduktan sonra onu kullanmasaydık, bu bir insanlık suçu olurdu. Şimdi de durum aynıdır. Genetik teknoloji sayesinde -belki de çok yakında- kanser ve kalp hastalıkları dahil pek çok hastalık tarihte kalmış olacak. Örneğin yeni bulunan WT1 geni sayesinde

kan kanserinin tedavisi yakında mümkün olacaktır. Bu teknolojinin getireceği faydaları bilmeden birtakım yersiz etik tartışmalar yaratmak ve bu çalışmaların önünü tıkamak, bence insanlığın kendi kendisine büyük zararlar vermesi anlamına geliyor. Genetik tartışmalarda sağduyunun galip geleceğine inanıyorum. Klonlama sayesinde gençlik aşısı gerçek olacak, lâboratuvarda üretilecek sağlıklı organlar sayesinde eskiyen veya hastalanan tüm organlar yenilenebilecek, kısırlık bitecek, plastik veya estetik cerrahiye gerek kalmayacak, bozuk genler değiştirilebilecek ve hastalıkların büyük bir kısmı önlenmiş olacak. Bütün bu nedenler klonlamayı desteklemeye yeter de artar bile. — Efendim, bu ahlâkî tartışmaların ortaya çıkışını sağlayan birtakım haklı sebepler de var. Sözgelimi, Charles Darwin’in kuzeni Francis Galton’un 1885 yılında başlattığı Yuceniks (Eugenics) hareketi... Türk kamuoyunda pek de bilinmeyen bu eylemi -yeri gelmişken- anlatır mısınız? Soruyu söyle de sorabilirim: 2. Dünya Savaşı’na “Kromozom Savaşı” diyen genetikçiler var. Genlerle dünya savaşı arasındaki bağlantıyı izah eder misiniz?

77

78

YUCENİKS SUÇLARI — Galton son derece pratik zekâlı, idealist, hırslı ve agresif biriydi. Tarihin yüzkarası olmuş bir düşünce ve hareket olan Yuceniks’in fikir babası sayılır. Darwin’in “Tabiattaki doğal seleksiyon yüzünden yalnızca güçlü canlılar ayakta kalır ve nesillerini idame ettirirler” saptamasını, Galton, politik bir slogana dönüştürmüştü. Ve insan üzerinde etkili


olan doğal seleksiyonun tabiata bırakılmadan insan eliyle uygulanmasını savunmuştur. Akıl hastası, sakat ve güçsüz insanların kısırlaştırılmaları ve nesillerinin tükenmesi için büyük çabalar harcamıştı. Bu çabalardan sonra İngilizler’in Yuceniks hareketini gizliden gizliye başlattığını öğrenen ve Galton’un fikirlerine hayran olan Karl Pearson da aynı eylemi Almanya’da yaymaya başlamış ve yaptığı üst düzey lobi çalışmalarından sonra, Yuceniks fikrini milliyetçilikle özdeşleştirmeyi başarmıştı. Ve “Eğer Almanya hastalıklı ve şizofrenik vatandaşlarını kısırlaştırırsa, daha sağlıklı bir millet hâline gelir ve her zaman İngiltere’nin önünde olur” fikrini devleti yönetenlere kabul ettirmişti. — Ben de bu fikrin hızla yayıldığını Pearson’un 1907 yılında Galton’a yazdığı bir mektup sayesinde öğrendim. Mektupta şu ifadeler vardı; “Orta sınıf vatandaşlardan doğan cılız çocuklar için ‘Haa! Demek ki bu Yucenik bir evlilik değildi,’ dendiğini duyuyorum. Genleri sağlıklı insanların evlilikleri tasvip görmeye, diğerlerinki aşağılanmaya başlamış bile.” — Evet. O tarihte Almanya’daki ekonomik ve sosyal gelişimin “biyolojik gelişimle” bütünleştirilmesi fikri siyasi destek görmüş ve yerleşmişti ama hâlâ teori düzeyinde idi. Pratiğe geçişi bu fikrin Amerika’ya sıçramasından sonra başladı. Amerikalı Charles Davenport, o yıllarda alkoliklerin, kriminal suç işleyenlerin, bulaşıcı hastalık taşıyanların ve geri zekâlıların evliliklerine yeni bir isim buldu: Discenik... Davenport çalışmalarını disceniklerin “ekarte edilmeleri” üzerine yoğunlaştırmış ve Amerikan elitlerinin kafasını çelmeyi başarmıştı. Öyle ki, Başkan Roosevelt, “bir gün toplumun dejenere olmasını önlemenin tek yolunun sağlıklı vatandaşların

soylarını devam ettirmeleri ve sağlıksızların çocuk yapmamaları olduğunu görecek ve bunu uygulamanın en büyük vatanseverlik olduğunu anlayacağız!” diyebilecek cesareti kendinde bulmuştu. Discenik fikri o kadar benimsendi ki, 1924 yılında kabul edilen bir kanunla Amerika’ya sadece AngloSakson ırkından gelenler alındı ve diğerlerine göç izni verilmedi. Bu kanun 1964 yılına kadar 40 sene yürürlükte kaldı. 1910 ile 1935 yılları arasında 30 Eyalette son derece üzücü sosyal cinayetler işlendi. Bu 25 yıl içinde 100 bin insanın “beyinsiz” ismi verilerek kısırlaştırıldığı o eyaletlerdeki hastane dosyalarında hâlâ korunmaktadır. Hatta Virginia Eyaleti akıl hastalarını kısırlaştırma kanununu 1970 yılına kadar uyguladı. Tabiî, “beyinsizleri sterilize et” hareketi diğer ülkelere de sıçradı. İsveç’te 60 bin ve bu fikre çoktan hazırlanmış Almanya’da 400,000 insan kısırlaştırıldı. Bunları Kanada, Norveç, Finlandiya, İzlanda ve Estonya izledi. Kısırlaştırılan insanların sayısı milyonları geçti. Fakat Almanya’ya bu kampanya yeterli gelmedi ve savaşın ilk 18 ayında tam 70 bin kısırlaştırılmış hasta, hastane yataklarını yaralı askerlere tahsis etme bahanesi ile gaz odalarında yakılmaya gönderildi. Bunun arkasından yakılma sırası tüm Yahudi vatandaşlara kadar geldi. — Fakat bu kısırlaştırma kanunları İngiltere ve Hollanda’da çıkmadı, değil mi? — Evet, ama şiddetli muhalefet sayesinde çıkarılamadı. Rusya’da da çıkmadı; ama Rus devleti daha ziyade akıllı insanlarını öldürmekle meşgul olduğu için Yuceniks hareketine katılmadı. Üstelik bir

79

80


kanunun çıkmamış olması, kısırlaştırmaların yapılmadığı anlamına gelmemeli! İngiltere’deki elitler, Almanya’da başlayan akılsızların kısırlaştırılması ve etnik temizlik hareketinden rahatsız oluyorlardı. Rahatsızlıklarının esas nedeni Almanya’nın gerisinde kalma kaygısıydı. Darwin’in oğlu Leonard, Yuceniks Derneği’nin müdürlüğüne getirilmişti. Sosyalist veya muhafazakar bir çok yazar ve filozof ile birlikte pek çok bilim adamı ve siyasetçi Yuceniks fikrini destekliyordu. Bernard Show, H.G.Wells ve Winston Churchill bu hareketi savunan yazılar yazıyor ve hararetli söylevler veriyorlardı. Churchill, “beyinsizlerin çoğalmaları ırkımız için en büyük tehlikedir” diyebilecek kadar ileri gitmişti. Oxford profesörlerinin yüzde 65’i bunlara katılıyordu. Bütün bu desteğe rağmen parlamentoda sağduyu hâkim oldu ve kısırlaştırma kanunu aralıklarla iki kez oylanmasına rağmen geçmedi. Fakat kapalı kapılar ardında sinsice yürütüldü. İşte, böylesi bir atmosfer içinde başlayan 1930lardaki ekonomik kriz, işsizlik ve toplumsal dejenarasyon Almanya’da Nazi hareketlerinin gelişmesini kolaylaştırdı. Hitler işi Yahudi ırkının yok edilişine ve tüm Avrupa’yı temizleme fikrine kadar götürdü. Hitler’in başarıya ulaşması, İngiltere’yi çok endişelendiriyordu. Ve böylece savaşa katılmak için bir neden daha oluşmuştu. Bazı genetikçilerin bu savı, bugünkü pencereden bakıldığında geçersiz görünebilir fakat o günkü sıcak koşullar ve toplumsal psikoloji içerisine girip düşünürseniz, savaşın nedenlerinden birinin de genetik olduğunu kabullenmeniz o kadar da zor olmayabilir. — Peki, “Yuceniks hareketi bugün artık apaçık devam ediyor” diyenlere de katılıyor musunuz?

— Evet katılıyorum. Galton’un birçok fikri artık devlet zoruyla değil, bireylerin rızasıyla uygulanıyor. Hamile bir annenin doğuracağı çocuğun sakat ya da tedavisi mümkün olmayan bir hastalıkla dünyaya geleceğini gören doktorlar, kürtaj önermekte ve seçimi ana-babaya bırakmaktadırlar. Genetik bilimi ilerledikçe, ana rahmindeki çocuğun sağlık durumu daha kolay saptanacak ve belki de anneler geri zekâlı çocuklarını vakit geçmeden aldırma seçimini, daha kolayca ve suçluluk duygusuna kapılmadan yapacaklar. Hatta, 1994 yılında Çin hükümetinin çıkardığı bir kanunla, kürtaj yaptırma seçeneği anneden alınıp doktorlara verilmiştir. Son zamanlarda birden fazla çocuk yapmayı yasaklayan Çin’deki bu tartışmalar tüm dünyaya er veya geç yayılacaktır. Bence, modern Yuceniks bireylerin kişisel onayları ile gelişecek ve belki de evrensel bir ilke olacaktır. — Efendim, sanıyorum bunları yaşlandıkça görebileceğiz. Peki, yaşlanmanın nedeni de genetik mi?

81

82

KROMOZOM EROZYONU VE YAŞLANMANIN NEDENİ — Bu, çok ilginç bir soru. Teşekkür ederim. Şuradan başlayayım: Aslında genetik sistem sanıldığı kadar da mükemmel çalışmıyor. Fakat bu sorunuza yanıt olarak, “evet tamamen genetiktir” diyemiyorum. Yaşlanmamızın nedenleri arasında genetik sistemin işleyiş tekniği büyük rol oynuyor; fakat az su tüketimi ve güneş ışığı, çevremizdeki radyasyon oranları, kötü beslenme alışkanlığı gibi zararlı etkiler de birer faktör. Şu bulgulara bir göz atalım:


Ana rahmindeki döllenmiş yumurta, doğuma kadar ortalama 47 kez bölünüyor ve o tek hücre 100 trilyon hücreye ulaşıyor. Ortalama 47 diyorum, çünkü bazı hücreler 30, bazıları 40 bölünmeden sonra duruyorlar ve bazıları da 50 defadan fazla bölünerek çoğalıyorlar. Fakat yaşam sürerken bazı hücreler birbiri ardından yenilendiği için bölünme sayısı 200300 kadar olabiliyor. İşte yaşlanmanın pek çok sebebiyle birlikte asıl nedeni bu doğumdan sonraki yenilenme sürecinde gizli. — Fakat, canlı hücreler milyonlarca yıldan beri, milyarlarca kez bölünerek yaşamlarını sürdürebilmişler. Sadece 300 bölünmenin onları bozacağı bana pek ikna edici gelmiyor. — Kuşbakışı veya makro baktığın zaman detaylar görünmez. Ama mikroskopik baktığında teleskopik başış açısıyla göremediğin şeyleri görebilirsin. Şöyle ki: Beyindeki nöronlar ve sinir hücreleri hariç, vücudumuzdaki tüm hücreler bir yaş gününden diğerine kadar büyük oranda yenilenir. Örneğin, iskeletimiz 11 ayda, kanımız 3 ayda bir tamamen değişir. Kandaki alyuvarların milyonlarcası her saniye yenilenir. Genler, hücrelerin kendi fotokopilerini aldırdıktan sonra eskiyenler ve ölenler vücut dışına atılır veya çözülerek tekrar kullanılır. Vücut dışında bulunan saçlar, tırnaklar ve deri de peşpeşe yenilenir. Bir ömür boyu değişen bu hücreleri toplayıp tartma imkânımız olsaydı, önümüze tonlarca ölü hücre çıkardı. İşte bu yenilenmeler sırasında alınan her fotokopi, kopyası alınan bir resimin giderek renk kaybetmesi gibi biraz daha “silik” çıkar veya aşınır. — Bu, herkesin ilgisini çekecek bir bulgu... Biraz daha açar mısınız?

— Elbette. Yaşlanmayı anlamak için kromozomların kopyalanma sistemini iyi anlamak gerekir. Her kromozom upuzun bir DNA molekülüdür. Hücreler bölünürken hem bu 23 çift DNA molekülü kopyalanır, hem de hücrenin içindeki her şeyin tamamı kopyalanır. Bu kopyalanma anını 1972 yılında ilk kez DNA’nın kâşiflerinden James Watson gözlemiştir. Watson’un gördüğü olay şuydu: Kromozomları kopyalayan biyokimyasal sistem, kromozomların uçlarından küçük bir bölümü kopyalamazlar. Yani, fotokopi makinasına konan bir mektubun ilk ve son satırlarının kopyalanmaması gibi bir eksiklik olur. Bu çok şaşırtıcıydı çünkü her kopyalamada kromozomlar biraz daha kısalıyor olmalıydı. Ve ortalama 40-45 kopyadan sonra ortada kromozom denen şeyin kalmaması gerekirdi. Fakat Watson, doğanın bu eşsiz sistemi neden kurduğunu ve bu sorunu nasıl çözdüğünü çabuk anladı. Kromozomları yakından incelediğinde gördüğü şey onu büyük hayretler içinde bıraktı. Kromozomların uçlarının anlamsız genlerle doldurulduğunu keşfetti. Bunlar ipler dağılmasın diye ayakkabı bağlarının uçlarına eklenmiş o plastik tutaçlar gibi (agletler) bir emniyet sistemi idiler. Bu agletler, 6 harften oluşmuş bir genin binlerce kez art arda tekrarından ibaretti. Watson, TTAGGG bazlarından oluşmuş bu nükleotidlere Telomer adını verdi. (Bak. Şekil: 4) Telomerlerin görevi; kopyalama esnasında, kromozom uçlarında yer alan ve işe yarayan genlerin saf dışı kalmasını önlemektir. Öyle ya, eğer kromozomların ucunda diyelim ki 150 harfli bir gen yer alıyorsa ve bu hücrenin kopyası alınırken kazara kopyalanmıyorsa, yeni hücrede genetik bir eksiklik ve dolaysıyla pek çok sistem hatası doğabilir.

83

84


Bu nedenle, hücrelerin her kopyalanışında, işe yaramayan Telomer genlerinin bir kısmı eksik kopyalanarak yeni hücreye geçer ama herhangi bir fonksiyonları olmadığı için hücrelerde bir hasar olmaz ve vücutta bir eksiklik ya da hastalık ortaya çıkmaz. Şimdi gelelim işin püf noktasına: Embriyon dönemimdeki bölünmelerde, Telomerler her bölünmede kısalır fakat bunları vakit geçirmeden tamir eden ve eski hâline getiren bir sistem daha vardır. Bu tamirci genlerin ürettiği proteinlere Watson, Telomeraz demiş. Son derece “akıllı” olan bu proteinleri ürettiren genler doğumdan hemen sonra “emekli olur” ve artık açılmazlar. O nedenle Telomerazlar üretilmezler ve artık eksik kopyalama kendini tamir edemez duruma gelir. Böylece, kromozomlar doğum sonrası ve ömür boyu gerçekleşen yüzlerce kopyalamadan sonra iyice kısalırlar. Vücudumuz bir doğum gününden diğerine kadar büyük oranda yenilendiği için (sinir sistemi ve beyin nöronları hariç) kromozomlar her yıl ortalama 31 harf (nükleotid) kısalırlar. Sık sık yenilenen hücrelerdeki kromozom uzunluğu yılda 100 harf kadar kısalabilir. 80 yaşına girmiş bir insanın kromozomları doğduğu güne oranla yüzde 37 kısalır. İşte yaşlanmanın asıl nedeni bu eksik kopyalanan Telomerlerdir. Bu da, doğanın belli bir yaştan sonra neslini çoğaltmasında sakınca gördüğü bir organizmanın giderek yaşlanması, fonksiyon kaybetmesi ve nihayet ölmesi için genetik sisteme yerleştirdiği olağanüstü zekice düşünülmüş bir düzenektir. Bir başka önemli neden de şu: Hücrelerimizde ve kanımızda çok hızlı hareket eden ve çarptıkları dokulara hasar veren atık maddeler var. Bunlara serbest radikaller deniyor. Serbest radikaller hücre

çekirdeğinde de bulunduğu için, hızla çarptıkları DNA moleküllerinde de hasara yol açarlar. Hasar gören genler yüzünden vücutta giderek azalan fonksiyon kayıpları olur. Bunlar da yaşlanmaya neden olur. Bu noktada size Voltaire’in bir sözünü aktarmak isterim: “Ölüm olmasaydı, onu icat etmek zorunda kalırdık...” — Çok güzel... Peki, Telomerler hayvanlarda da var mı? — Tabii var... DNA’sı olan tüm hayvanlarda bu sistem mevcut... Hepsinde TTAGGG olarak mevcut; fakat bazılarında yüzlerce kez tekrarlanarak kısa bir gen olmuş, bazılarında binlerce defa art arda dizilerek uzun bir gen. Bitkilerin kromozomlarında da aynı sistem var fakat onların Telomerleri bir T fazla. Yani, TTTAGGG harflerinden oluşmuş. Bu nedenle onlar da yaşlanıyorlar. — Öyleyse doğumdan sonra emekli olan Telomeraz genlerini açık tutmak yaşlanmayı engelleyebilir, değil mi?

85

86

GENÇLİK AŞISI BULUNDU MU? — Bu bağlantıyı yakaladığınıza sevindim. Bakınız: Cal Harley adında bir bilim adamının kurduğu “Geron Corporation” adında bir şirket tüm çalışmalarını Telomeraz genlerinin “emekli olmaması” üzerine yoğunlaştırmış ve çok önemli aşamalar kaydetmiştir. 1997 yılında bu işi başardığını açıkladığında, Geron şirketinin hisseleri borsada birkaç kat prim yaptı. Bu genetik araştırmalar şirketi, yüzlerce kez kopyalandıktan sonra kromozom uzunluğu değişmeyen hücreler üretmeyi sağlamış durumda.


Örneğin sirke sineklerinin ömrünü iki katına çıkarmayı başarmıştır. Harley’ye göre, ortalama insan yaşamını 150 yıla çıkarmamız şu anda mümkündür. Fakat bu teknolojinin de etik tartışmaları tüm şiddetiyle sürmektedir. — Siz bu ömür uzatma çabalarını ahlâkî açıdan doğru buluyor musunuz? — Evet, buluyorum; çünkü Telomerleri onaran genlerinin doğumdan sonra da açık kalmasını sağlayan sistem, hücre bölünmelerinin ve çoğalmalarının önüne geçecek bir yöntem için de kullanılabilir. Böylece belli bir sayıya ulaştıktan sonra bölünme sayısını kaçıran ve bölünmeye devam edip çoğalan kanser hücrelerinin önüne geçilebilir. Bir başka yararı damar sertliğini önlemektir. Şöyle ki: Bacaklarımızdaki kan damarlarının kromozomlarına bakarsanız, bunlar kalpten çıkan arterlerin kromozomlarından daha uzundur. Çünkü, kalp damarları, kalpten hızla çıkan kanın basıncına ve serbest radikallere sürekli maruz kaldıkları için çabuk yıpranırlar ve sık sık yenilenirler. Her yenilenme yeni kopya ve daha kısa Telomer demektir. Kısa Telomer de yaşlanma demektir. O nedenle insanlar damar sertliğinden değil, arter duvar bozukluklarından ölürler. Bunu düzeltme şansını yakalamışken neden uygulamayalım? Kaldı ki yaşlanmayı önlemek her insanın en büyük arzularından biridir. — Fakat bu görüşün karşısavı diyor ki: “Dünyada zaten haddinden fazla insan var. Uzun yaşamak bu sayıyı daha da arttıracaktır. Ayrıca, önemli olan kaliteli yaşamaktır. 150-200 yıl yaşamaktansa, sağlıklı ve verimli kısa bir ömür yaşamak daha iyidir.” — Efendim, bence bunlar popülist yaklaşımlardır ve hayal gücünden yoksun yorumlardır. Bir olayı

değerlendirirken, zihnimizde onu kendi koşulları içinde oluşturarak düşünürsek, analizlerimiz daha gerçekçi ve mantıklı olur. Ben insanların 150 yaşında kadar yaşayabilecekleri bir dünyayı hayal ettiğimde büyük heyecanlar yaşıyorum. Düşünsenize, genetik mühendislik sayesinde hastalıkların olmadığı, insanların genç ve dinamik yaşadığı ve beyinlerinde yüz yıl boyunca biriken devasa bilgi ve deneyim arşivlerini kullanabildikleri bir dünyada cehalet denen şeye yer olabilir mi? Akıl yolunun izlendiği ve erdemin kök saldığı bir dünyada, insanlar elbette artan insan nüfusuna bir çare bulacaklar ve belki de herkes kendi yerini dolduracak yalnız bir çocuk yaparak, dünya nüfusunu sabit tutacaktır. O evredeki koşullar içinde şu an hayal edemeyeceğimiz çok daha farklı çözümler üretilecek ve sağduyu mutlaka hâkim olacaktır. — Fakat beyin hücreleri yenilenmiyor ve ölen nöronların yerine yenileri gelmiyor. 150 yıllık bir beyin, bu dediklerinizi yapabilecek mi? — Kulağa hoş gelen bu soru, biraz bilgi eksikliği içeriyor. Bakınız, beyindeki hücre ölümleri sayı bakımından fazla görünebilir; ama yüz milyar gibi yüksek rakamlı bir nöron sayısı yanında bunu önemsemeyebilirsiniz. Zira 100 yıl boyunca ölen hücreler oran olarak beynin yüzde 10’unu bile zor bulur.. Kaldı ki beyin sadece nöron denen sinir hücrelerinden oluşmamıştır. Nöronların miktarından kat kat fazla Glia hücreleri var beyinde. Bunlar birbiri ardından yenilenen ve önemli görevleri olan hücrelerdir. Nörologia da denen bu hücreler 5 tiptir: Bazıları (Astrosit) kan damarlarının etrafını sararak, beyin ve damar arasına bir duvar gibi dizilirler. Bazıları (Ependimal) beyin sıvısı üretme işine yardımcı

87

88


olurlar. Bazıları (Mikroglia) beyni zararlı bakterilerden ve enfeksiyonlardan korurlar. Ve bazıları da (Oligodendrokit ve Schwann) nöron uzantıları olan aksonların etrafında miyelin denen koruyucu bir tabaka oluştururlar. İşte bu 5 tip hücrenin yenilenmesi ve yaşlanması beyinde fonksiyon kayıplarına yol açar. Fakat biz Telomerleri tamir eden Telomerazların üretilmesini sağlarsak, bu yaşlanma gerçekleşmeyecek ve beyin de genç kalacaktır. — Bizim gibi uzun yaşayan pek çok hayvan var. Bunların çoğu cüsseli hayvanlar. Büyük gövde demek, daha çok kopyalama demek ve daha kısa kromozom demektir. Dolayısıyla aslında balina ve fil gibi hayvanların çabuk yaşlanıp, erken ölmesi gerekiyor. Ama durum böyle değil. Bu bulgu, Telomer teorisini çürütmüyor mu? UZUN ÖMÜRLÜ İNSANLARIN GENETİK SIRRI — Önce bir yanlışlığı düzeltelim... Telomerlerin varlığı bir teori değil, kanıtlanmış bilimsel bir bulgudur. Fillere gelince... Şimdi size çok şaşırtıcı bir görüşü ifade etmek istiyorum: Ömür dediğimiz şeye zaman denen o göreceli olgu açısından bakarsanız, bu düşünce doğru görünür ve siz de haklı olarak bu soruyu sorarsınız. Fakat aslında bazı küçük hayvanlar da uzun yaşıyor. Örneğin, kaplumbağalar ve salyangozlar... Ne var ki ömür denen şeye bir başka pencereden daha bakma olanağı var. O da şu: Hayvanların ömür boyu süren kalp atışlarını sayarsanız, birçoğunun aynı sayıdaki kalp atışından sonra öldüğünü görürsünüz. Yavaş hareket eden hayvanlar uzun; ama hızlı hareket edenler kısa

89

yaşarlar. Kış uykusuna yatanlar da nispeten uzun yaşarlar. Demek ki ömür denilen yaşam süresi, kalp atışı sayısı ile ters orantılıdır. Tabiî, her düşüncede olduğu gibi, bu bakış açısında da istisnalar var; örneğin son derece hiperaktif davranan ve kalbi makineli tüfek gibi atan farelerin ömrü 3 yıldır, ama yarasalar 30 yıl ve kuşlar büyüklüklerine oranla çok daha uzun yaşarlar ve kalp atışları da oldukça hızlıdır. — Demek oluyor ki yavaş hareket eden ve kış uykusuna yatan hayvanların hücreleri çabuk yıpranmadığı için sık sık yenilenmiyor ve o nedenle de telomerleri hemen kısalmıyor. Ama bu yorum, yavaş yaşayan ve çok uyuyan, fakat genç ölen insanların durumunu pek açıklamıyor, değil mi? — Burada yine bir başka gerçek rol oynuyor: Telomerlerin uzunluğu... Her insanda kromozom uzunlukları farklıdır. Bazı insanların Telomerleri 6 bin harften oluşur, bazılarınki 8, bazıların ki ise 10 bin kadar olabilir. Bunların ortalaması 7 bindir. Bu da ortalama 73 yaşa denk gelir. Dünya yaş ortalaması da bu rakamdır zaten. O nedenle, Telomerleri uzun olan insanların daha uzun yaşadığı görüşü bilim adamlarınca yaygın bir kabul görmüştür. İşte size “Mutlak Kader” olarak kabul edilen yaşam süresinin genlere yazılmış sırrı... — Efendim, bu da son derece şaşırtıcı bir gerçek. Teşekkür ederim. Fakat kafamda bir başka soru daha oluştu şimdi. Doğa bizim fazla yaşamamızı neden istemiyor acaba? DOĞANIN GENÇLİĞE HİTABESİ — İlginç bir soru sordunuz ve doğru bir saptama yaptınız. İnsan yaşadıkça belirli yaşlarda açılan belirli

90


genler oluyor ve mutasyona uğrayan bozuk genlere sahip olma olasılığı artıyor. O nedenle, bu kısa kromozomları ve bozuk genleri çocuklara geçirme şansı çoğalıyor. İşte bu yüzden mantığı bizimkinden farklı ama daha doğru çalışan doğa; kuvvetli ve sağlıklı genlerin ayakta kalmasını istediği için, üreme çağını tamamlamış organizmaların daha fazla yaşamalarını istemiyor. Jinekologların, kadınların 35 yaşından sonra doğum yapmamasını istemesinin altında yatan sebep de temelde budur. Fakat bu tavsiyeye uymayan çiftlere doğa (ya da Tanrı deyin) zoraki kuralları ile karşı çıkar. Kadını adetten keser ve menopoza sokar. Belki de bazı kadınların genç yaşta adetten kesilmelerinin gerçek nedeni genlerindeki mutasyon oranının çoğalması ya da kromozom uçlarının (telomer) aşırı derecede kısalması yüzündendir. Bu sav henüz kesinlik kazanmamıştır ama kuvvetli bir hipotezdir. Bu bulgulardan çıkardığım sonuca göre; doğa gençlere hitap ederek, “neslinizi genç yaşta çoğaltınız” mesajını veriyor. — Enteresan bir saptama... Yaşlanmaya geri dönersek, aklıma şimdi gelen bir başka soru daha sormak istiyorum: 1997 yılında ölen ve Guinness Rekorlar Kitabı’na en yaşlı insan olarak giren Fransız Jeanne Calmont’un kromozom uçları 10 bin harften oluşan uzun Teleomerlere mi sahipti acaba? — Evet, fakat Jeanne uzun ömrünü, bir bakıma oksijen atomlarına da borçluydu. — Yani, açık havada ve bol oksijenli bir ortamda yaşadığı için mi? — Haayır! Burada çok uzun yaşamaya yol veren bir başka etken daha var. Bildiğiniz gibi, oksijen paslanmaya neden olan bir elementtir. Vücudumuz da oksijenle sürekli alışveriş içinde olduğu için

hücrelerde bir tür paslanma olur. Oksijen atomları genellikle dizilişi bozulmuş veya mutasyona uğramış genleri paslandırarak, çalışmalarına engellerler. Böylece hastalığa yol açacak genleri paslanmış ve fakat sağlıklı genleri çalışan insanlar daha uzun yaşarlar. Ama bu durum henüz anlaşılamamış nedenlerden ötürü her insanda gerçekleşmez. Aslında yaşlanmaya neden olan pek çok faktör var. Bir hesaba göre 7 bin kadar gen yaşlanmada rol oynuyor. Her birinin ufak da olsa etkisi var ama bunlar toplam olarak büyük etkiler oluşturuyorlar. Yine sirke sinekleri üzerinde yapılan araştırmalarda, yaşlanmaya sebep olan genler düzeltildiği zaman bu sineklerin türdaşlarından çok daha uzun yaşamaları sağlanmıştır. Öyle ki, bunlar insan olsaydı 350 yıl yaşamış olacaklardı. — Bu konuyla ilgili olarak, ABD’deki Atlanta kentinde Henriette Lacks diye bir gün kutlanıyor. Bu kutlamanın esas sebebi nedir? — Evet, Atlanta’da her yıl 11 Kasım tarihi “HeLa Günü” olarak kutlanır. Henriette, 1951 yılında rahim kanserinden ölen bir siyahî bayandı. Otopsi yapılırken ondan alınan kanser hücreleri o kadar ölümsüz ve sık sık çoğalan hücrelerdi ki, 54 yıldır hâlâ yaşıyorlar. Hatta dünyanın pek çok kanser araştırma merkezinde ve uzaydaki araştırma lâboratuvarlarında hâlâ çoğalıyorlar. Öyle ki, toplam ağırlıkları 20 tona ulaşmış durumda. Belki de kansere ve yaşlanmaya çare, HeLa’nın ölümsüz görünen hücreleri sayesinde bulunacak. Çünkü, He-La’nın genlerinde, kopyalanan ve kısalan Telomerleri hemen eski hâline getiren, mutasyona uğramış bozuk bir gen var. İşte bu mutant gen işimize çok yarayabilir. Geron şirketinin hisseleri de bu ve benzeri bulgulara sahip olduğu için oldukça yüksek, ve Celera Genomics denen araştırma

91

92


enstitüsü, bu nedenle dünyada en çok önem verilen kuruluşlardan birisi. — Efendim, konuyla bağlantısı olan kanser hastalığını da biraz açar mısınız?

— ABD başkanlarından R. Nixon, 1979 yılında kanserle savaş kampanyasını başlattığı zaman, bilim adamları nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduklarını tam olarak bilmiyorlardı. Bilinen şeyler; hücrelerin durmadan bölündükleri ve radyasyon, asbest tozu ve katran gibi faktörlerin kansere yol açtığı idi. Sebep olarak da radyasyon ve asbest tozunun savunma mekanizmasını bozdukları gösteriliyordu. Daha sonraları Röntgen ışınlarının DNA şifrelerini bozduğu fikri ortaya atıldı. Böylece, kanserin genetik bir hastalık olup olmadığı araştırılmaya başlandı. Bu araştırmalar sonucunda, rahim kanserinin bir “onkovirüs” tarafından yapıldığı bulundu. Çünkü, farelere aktarılan kanserli insan hücrelerinin onlarda da kanser başlattığı ve DNA’larını bozduğu görüldü. Bu onkovirüslerin, dokuların büyümesini sağlayan genler olduğunu düşünmek zor olmadı. Zira, doğumdan önce, büyüme çağında ve yaraların tamiri için hücrelerin büyümeleri gerekiyordu ve bu işleri yürüten genlerin mevcut olması lazımdı. Bunlara ilaveten, yeterince büyüyen dokuların büyümelerini durduracak genler de olmalıydı. Bu genler 1985 yılında Oxford Üniversitesi’nden Henry Harris tarafından keşfedildi. H. Harris bu onkogenlere Tümör Süpresör Genler adını koydu. Eğer bir dokudaki gereksiz büyümeyi T.S. Genleri durduramıyorsa, TP53 denen gen hemen açılıyor ve P53 denen bir protein üreterek hücrenin

öldürülmesini sağlıyor. İşte kanserin esas nedeni, bu TP53 geninin bozulmuş olması ve iş görmemesidir. Bu bozukluğa sebep olan şeyler de genellikle çevre koşullarıdır. Çünkü DNA molekülü kaya gibi zor kırılan bir katı madde değil, aksine son derece ince ve kırılgan bir yapıya sahiptir. Öyle ki, azıcık güneş ışığı bile bazı insanların genlerini bozuyor ve cilt kanserine neden oluyor. TP53 genini bulan Davis Lane, P53 adını verdiği bir ilaç geliştirdi ve yakında kullanılmaya başlanacak. Bu ilaç kanserli hücrelerde TP53 geninin açılmasını ve o hücreleri yok etmesini amaçlıyor. Son yıllarda kanser vakalarının bunca artmasının arkasında yatan çevresel faktörler içinde de yapay olarak elde ettiğimiz maddeler, zehirli atıklar, yüksek radyasyon düzeyleri ve doğamıza ters gelen bir sürü zararlı yiyecek ve içeceklerdir. Sanki, kirletilmiş ve değiştirilmiş olan doğa, öcünü kanserli hücreler üreterek almaktadır. — Peki, kanser tedavisinde kullanılan Işın Tedavisi iyi bir yöntem mi? — Aslında, Gama ışınları kullanılarak uygulanan bu radyoloji tedavisinin başarı yüzdesi 10-15 arasında değişiyor ve epeyce yan etkileri var. Bu yüzde 15 oranındaki başarıyı da yine genlere ve bir tesadüfe borçluyuz; çünkü Gama ışınları DNA’ya hasar verir. Bozulan DNA’yı haber alan TP53 geni açılır ve hücreyi imha eden proteini üretir; böylece kanserli hücreler yok edilmiş olur. Yani keramet yine genlerdedir. Ama bu ışınlar TP53 genlerini de bozduğu için, yüzde 8590 oranında başarısız bir yöntemdir bu. — Öyleyse, karanlığa kurşun sıkmak anlamına gelen ışın tedavisi yerine bir DNA testi yapılsa ve TP53 geninin sağlıklı olup olmadığına bakılsa, kesin teşhis hemen konulacak, değil mi?

93

94

KANSERLE SAVAŞ BİTİYOR MU?


— Evet, çok doğru söylediniz. Ama bu testlerin yapılamadığı kliniklerde ışın tedavisinin hedef hücreler üzerinde uygulanmasına devam ediliyor. Çünkü, çaresizlik yerine yüzde 15’lik bir başarı oranını tercih etmek daha mantıklı görünüyor. Son yıllarda, TP53, MYC, BCC-2 ve RAS gibi onkogenleri faaliyete geçirecek bir de onkovirüs tedavisi geliştirildi. Genetik mühendislikle üretilen bu virüslerin kanserli hücrelerle birlikte diğer hücreleri de öldürebilecekleri riski olduğu için henüz kullanılmayan bu sistem geliştirilince, kanser tedavisinde çok önemli bir başarı daha elde edilmiş olacaktır. Yeter ki, vampir ve Frenkeştayn hikayeleri çağrıştırılarak karşı çıkılan genetik mühendisliğin önüne geçilmesin ve bu araştırmalar teşvik edilsin. — Bir de genetik literatüre Katil Genler (Killer Genes) ismiyle giren bir kavram var. Bunlar neyin katilleri?

yılında Dundee Üniversitesi’nden David Lane tarafından keşfedilen TP53, 1179 harfli uzun bir gendir. Hücrede herhangi bir DNA bozukluğu ortaya çıkınca, bunu derhâl anlar ve hemen P53 denen bir protein ürettirir. Bu protein hücrenin tüm çalışmasını durdurur ve her şeyi bozarak, yaşamasını ve üremesini engeller. Ayrıca hücredeki aşırı oksijen eksikliği de bu “jandarma gen”in gecikmeden çalışmasını ve öldürücü gücünü kullanmasını sağlar. O nedenle 3-4 dakikadan daha fazla oksijensiz kalamayız. — Galiba oksijen, özellikle beyin hücreleri için, çok önemli bir gaz. Bu konuyu da biraz genişletir misiniz? BEYNİN OKSİJENLE İLİŞKİSİ

— Deyiş yerindeyse, bu genlere “intihar komandoları” veya “jandarma genler” demek daha uygun olurdu. Çünkü yenilenmek için bölünen hücrelerin durmadan bölünmesi hâlinde, bu genler hücreye önce “dur, teslim ol” gibisinden bir uyarı gönderirler. Bu uyarıya uyulmazsa, en büyük “silahları” olan “terminatör” proteinleri ürettirir ve bunları kullanarak tüm hücreyi imha ederler. Böylece kendileri de öldüğü için intihar etmiş sayılırlar. Bu mekanizma kanseri önlemek için tasarlanmış genetik savunma sisteminin olağanüstü zekâsının ve sözünü ettiğimiz Biyolojik Bilinç’in eşsiz bir eseridir. Bu ‘kamikaze gen’lerin en ünlüsü ve en önemlisi 17. Kromozomun kısa kolu üzerindeki TP53 genidir. 1979

— İnsan vücudunun her organı ve hücresi kendi kendini sürekli yenilemektedir; fakat sinir hücreleri (nöronlar) yenilenemezler. Çünkü merkezi sinir sistemi ve beyin kendi kendini üretemez. Doğduğumuz günden, ölünceye kadar her gün yüzlerce, binlerce nöron kaybederiz ve yerine yenileri gelmez. Bu kayba rağmen beyin fazlaca küçülmez. Zira beyin hayata 100 milyar gibi astronomik bir nöron sayısı ile başladığı için, günlük hücre ölümleri önemli sayılmaz. Minimal düzeydeki bu doğal beyin kaybı yanında, nöron imhalarına sebep olan başka etmenler de vardır. Bunlardan birisi alkoldür. Bir duble rakı, bir bardak şarap veya bir şişe bira içindeki alkol günlük doğal kaybın çok üstünde nöron ölümüne sebep olur. Bu da önemsiz görülebilir ama her gün bir şişe rakıyı mideye indiren bir insanın 50 yılda 500 milyondan fazla nöron kaybettiği göz önünde tutulduğunda,

95

96

KATİL GENLER


alkolün ciddî beyinsel sorunlar doğurabileceği ortaya çıkar. Uyuşturucu maddeler, eksoz gazları, sigara dumanı, çeşitli kimyasallar ve hava kirliliği gibi etkenler de hem sinir hücrelerini öldürürler, hem de nöron devrelerinin sıhhatli çalışmasını önlerler. Beynin fonksiyonel bozukluğuna neden olan bir başka zararlı madde de cıvadır. Bu madde beyne yerleşerek -özellikle çocuklarda- zekâ geriliğine yol açar. Cıva bizlere, diş doktorlarımız tarafından dolgu maddesi olarak kullanılan “Amalgam” aracılığıyla -iyi niyetle- enjekte edilmekteydi. Artık kullanılmıyor ama solunum yoluyla kana karışan ve beyne yerleşen bu zehrin milyonlarca insanı etkilediği ileri sürülmektedir. Fakat, oksijen yetersizliği bunlardan çok daha önemlidir. Her organ gibi beynin de enerjiye ihtiyacı vardır. Beyin bu enerjiyi, oksijenle glikozu yakarak elde eder. Diğer bütün organlardan daha çok çalıştığı ve daha farklı bir dokusu olduğu için, daha fazla oksijene gereksinim duyar. Beyin, vücudun sadece yüzde 2’si kadar bir ağırlığa sahip olduğu hâlde kana karışan oksijenin yüzde 25’ini kullanır. Yani, payına düşmesi gereken oranın tam 12 katını... Bu nedenle; aylarca aç, günlerce susuz kalabildiğimiz hâlde 3-4 dakikadan fazla oksijensiz kalamayız. Demek ki, beyin sağlığı için en önemli elementlerden birisi oksijendir. İşte bu gerçek ışığında farkına vardığım bir varsayım üzerinde ciddî biçimde düşünmemiz gerekmektedir: Günde ortalama 7-8 saat içine hapsolarak uyuduğumuz yatak odalarımızın yeterince havadar olmaması bize çok pahalıya mal olmaktadır. Soğuk havalarda ve özellikle kışın, birçoğumuz yatak odalarımızın kapı ve pencerelerini sıkıca kapatarak uyuruz. Hatta bununla yetinmeyerek, cereyan

yapmaması için, kapı ve pencere kenarlarını süngerlerle ve bantlarla izole ederiz. Bu tutum, yatak odalarımıza temiz hava ve oksijen girişini tamamen engeller ve 4-5 saatlik bir uykudan sonra soluduğumuz havanın oksijen oranı iyice azalırken, karbondioksit oranı artar. Daha kötüsü, odada alevle yanan bir ısınma aleti varsa, bu oranlar daha kısa sürede olumsuzlaşır. Bu bozuk atmosfer, başta beyin hücreleri olmak üzere, bütün organlarımızın biyolojik ve fizyolojik sağlığını kötü yönde etkiler. İşte zararları: — Günden güne zayıflayan nöronlar ölmektedir. — Fonksiyonlarını tam gösteremeyen nöronların yeni bağlantılar (dendrit) yapmaları ve elektriksel devreler oluşturmaları zorlaşmaktadır. Bu, çok önemli bir yetenek kaybıdır; çünkü geniş düşünebilme yeteneği, bu bağlantıların çokluğu ve işlekliği ile ilintilidir. — Oksijen eksikliği, öncelikle beyindeki Hipokampüs bölgesinde önemli hasarlar yaratır. Bu bölge, deneyimlerimizi, yeni dendrit bağlantıları oluşturarak hafızaya kaydeden ve sonra hatıralara dönüştüren bölgedir. Bunun hasar görmesi ezberleme yeteneğinin azalmasına, hafıza kaybına ve öğrenme güçlüğüne yol açar. — Ortaya lisan ile ilgili problemler çıkmaktadır. Ve insanlar, anadillerini bile konuşurken uzun süre duraklamakta, “...ee” yardımcı sesini sık sık kullanmakta, kekelemeye kadar varan dil sürçmeleri sergilemekte ve zihinsel blokajlar (filmin kopması) gibi geçici konuşma ve düşünme yeteneği kaybına uğramaktadırlar. Konuşma yeteneğindeki noksanlıkların eğitimle, yaşam biçimiyle ve ekonomik sorunlarla ilgisi olabileceği gibi, beyinsel fonksiyonların düzensizliği

97

98


ile de yakın ilintisi vardır. Çünkü dil, beyin kabuğunda (korteks) yer alan Broca ve Wernicke adlı bölgelerin diğer beyin bölgeleriyle yaptığı işbirliğinin meyvesidir. Bu iki bölge, sözcükleri anlar ve kavramlaştırır. Ayrıca, akciğerlerden üflenen havanın ses tellerini titreştirmesinden sonra oluşan notaların anlaşılır kelimelere dönüşmesini sağlamak için, gönderdikleri sinyallerle ağız ve gırtlak kaslarını gereken şekle sokarlar. Ağız ve gırtlak kasları, bu milimetrik ve hassas hareketleri zamanında yapamıyorsa veya duraklamalarla yapıyorsa, sinir sistemindeki sinyalleşmelerde bir aksaklık veya tembelleşme var demektir. Bu fonksiyon kaybında oksijen yetersizliğinin rolü büyüktür. — Efendim, çağımızdaki teknolojik gelişmeler öylesine hız kazanmış ki, kimse 10 yıl sonrasını bile hayal edememektedir. İnsanoğlunun 20. yy.daki buluşları son 50 bin yıllık buluşlarından daha fazladır ve geometrik bir hızla artmaktadır, deniyor. Bir de bunlara sözünü ettiğiniz genetik mühendislik ve yapay zekâ araştırmaları eklendi. İnsan Genomu’na geri dönersek; çözülmüş olan o yüzde 3’lük şifreler hakkında biraz daha bilgi verir misiniz? Örneğin zekâ genetik mi? ZEKÂ KALITIMSAL MI? — Bu konuda çok çeşitli araştırmalar ve farklı görüşler var. Ama galiba sorunuza yanıt olacak bir gen bulunmuş durumda. 6’ncı Kromozom üstünde IGF2R olarak adlandırılmış bir gen var. Bu 7473 harften (A,T,G,C’lerden) oluşmuş uzun bir paragraf. Bunun görevi beyine giden şekerin yakılmasını kontrol etmek.

99

Yapılan çok uzun çalışmalardan sonra bulunan bu gen iyi çalışıyorsa ortaya şöyle bir durum çıkıyor: Öğrenme esnasında beyin çok miktarda oksijen ve şeker kullandığından, öğrenmenin devamlılığını ve beyin hücrelerinin şekersiz kalmamalarını sağlamak için bu gen devreye giriyor ve azalan şekerin en tasarruflu şekilde yakılmasını kontrol ediyor. Böylece öğrenme ve öğrenirken alınan bilgileri depolama işi devam etmiş oluyor. Aksi hâlde kişi hem çabuk sıkılıyor ve hem de şeker oranı çok düştüğü için beyin enerjisi azaldığından öğrenme işi gerçekleşmiyor. İşte, kolay öğrenen ve öğrendiklerini kullanan beyinle, zor öğrenen ve bilgilerini etkin kullanamayan beyinler arasındaki farkı yaratan şeyin, bu genin sağlığı olduğu düşünülüyor. Fakat genel kanaat, zekâ türlerinin yüzde 50 kalıtımsal olduğudur. Diğer yarısı da ana rahminde ve doğumdan sonraki evrelerde gelişmektedir. — Bu ilginç açıklama için teşekkür ederim. Bir de, sizin “Akıl Gözü” dediğiniz bir kavram var... Bunu da biraz açar mısınız? AKIL GÖZÜ — İsterseniz önce elmaları portakallardan ayıralım; çünkü akıl, zekâ ve yetenek kavramları çoğu kez birbiri ile karıştırılıyor veya farklı bağlamlarda kullanılıyor. Zekâ (intelligence); bilincin öğrenme, anlama, problem çözme, çözüm üretme, bilinenlerden yararlanarak bilinmeyenleri ortaya çıkarma gücü ve diğer zihinsel yetenekleri yerinde kullanabilme özelliğidir.

100


Bu yetilerin çalışma gücü, hızı ve kapasitesi her insanda aynı değildir. Ayrıca zekâ; bu güç ve kapasite dışında -her meyvenin ayrı bir lezzete, kokuya ve renge sahip olması gibi- farklı özellikler de gösterir.

Dikkat edilecek olursa; hem Batı’da hem de Türkiye’de eğitim programları genellikle ilk 6 tür zekânın geliştirilmesini hedeflemiştir. Bu zekâ türleri, büyük çapta beynin sol yarım küresinin işlevleri arasındadır. Sağ yarım kürenin fonksiyonları arasına giren artistik, müzikal ve atletik zekâ türlerinin geliştirilmesi de genellikle ihmal edilmektedir. Sezgisel ve duygusal zekânın ise, alt beynin fonksiyonları olduğu düşünülmektedir. Genel zekâ

ise; her zekâ türünden biraz nasibini almış, ama hiçbiri çok yüksek olmayan türdür. Konuya biraz daha açıklık getirmek için, beynin sağ ve sol yarımkürelerinde hangi fonksiyonların gerçekleştiğini sıralayalım: Beynin sol yarımküresinde: — Matematik — Mantık — Lisan — Okuma-yazma — Ölçümler — Analizler — Denklem çözümleri — Rasyonel işlemler — Redüksiyonist düşünceler... Sağ tarafta ise: — Müzik — Ritim — Renkleri algılama — Resimleme — Hayal gücü — Tanıma — Sentezleme — Konsantrasyon — Bütüncül düşünceler. Bu iki yarımküre kesintisiz bir iletişim ve koordinasyon içinde çalışırlar. Burada önemle vurgulanması gereken görüş şudur: “Geri zekâ” başka şey, “eğitimsiz zekâ” bir başka şeydir. Çünkü dünyada eğitilmemiş fakat üstün yetenekleri olan pek çok insan vardır. Akıl (reason/mind) ise: Zekâ, düşünmek, kavramak, bilmek, irade, karar vermek, hayal etmek, sezmek, dikkat etmek ve hafızaya kaydetmek gibi

101

102

Şimdiye dek “özel yetenekler” diye bilinen zekâ türleri, bazı Batılı eğitimbilimciler tarafından 17 ayrı isim altında kategorize edilmişlerdir: 1- Matematiksel zekâ 2- Mantıksal ve Analitik zekâ 3- Dil yetenekli (Lengüistik) zekâ 4- Pratik (Sağduyusal) zekâ 5- Ansiklopedik (Genel Kültürcü) zekâ 6- Uyumsal (Interpersonal) zekâ 7- Artistik (Şekilsever/Patternist) zekâ 8- Müzikal zekâ 9- Sezgisel (İçsel/Intuitive) zekâ 10- Duygusal (Emotional) zekâ 11- Atletik (Physical) zekâ 12- Ruhsal zekâ (SQ) 13- Toplumsal ortak zekâ 14- Cinsel zekâ 15- Espritüel zekâ 16- Teknolojik/Siber zekâ 17- Dört boyutlu/Soyut zekâ


beyinsel faaliyetlerin tümünü kapsayan geniş bir kavramdır. Aklın ne olduğunu iyi anlamak için isterseniz önce gücünü tanıyalım: — Anlama gücü: Sözcükleri ifade ettikleri gerçek ve mecazî manaları ile kavrayabilme ve birbirinden ayırabilme gücüdür, — Anlatma gücü: Duygu ve düşünceleri anlaşılır şekilde ifade edebilme, — Eşleme gücü: Kavramlar ve fikirler arasındaki özel ilişkileri bulabilme ve bağlantıları kurabilme, — Analiz gücü: Benzerlik ve farklılıkları ayırt edebilme ve bir bütünü küçük birimlerine ayırabilme, — Sentez gücü: Öğelerine ayrılmış bir bütünü tekrar birleştirebilme, — Bellek gücü: Bilincin farkına vardığı her şeyi hafızaya kaydedebilme ve hatırlayabilme, — Düşleme gücü: Kavramları iki veya üç boyutlu olarak hayal etme ve hayal gücünü düşüncede kullanabilme, — Sayı gücü: Kavramları, adetleri ve miktarları ile algılayabilme ve basit aritmetiksel işlemleri zihinden yapabilme, — Sonuçlama gücü: Tümdengelim ve tümevarım yöntemleri ile genel ve özel sonuçlara varabilme, — Gözlem gücü: Bakarak görme ve detayları uzun vadeli belleğe kaydedebilme, — Sezgi gücü: Birdenbire gerçekleşen bilme işi, — Kavrama hızı ve gücü, — Tepki hızı ve dengesi, — Düşünce ve davranışlarda hassas olabilme, — Kararlılık ve hedef belirleyebilme, — Uyum sağlayabilme, — Esnek davranabilme, — Konsantre olabilme,

— — — — — — —

Organize olabilme ve edebilme, İnisiyatif kullanma, Tavır kazanma, Özgüven ve liderlik, Üretkenlik ve yaratıcılık, Etkileyebilme gücü, Etkilenme duyarlılığı. İşte, aklın bütün bu özelliklerini geliştirebilmiş olduğumuz oranda akıllı sayılırız. Bunları tanıdıkça da, kendimizi ve başkalarını daha yakından tanıyabilme olanağına kavuşabiliriz. Akıl gözü budur ve Biyolojik Bilinç sayesinde ortaya çıkan bir yetenektir. — Öyle anlaşılıyor ki, zekâ kalıtımsal olsa bile dış koşullar uygun olmadığında gelişemiyor ve kendinden bekleneni gösteremiyor. Peki, yaratıcılık denen o üstün üretkenlik nasıl oluşuyor?

103

104

HAYAL GÜCÜ VE YARATICI ZEKÂ

“Söyledim: Duydu anlamına gelmez, Duydu: Anladı anlamına gelmez, Anladı: İnandı anlamına gelmez, İnandı: Uygulayacak anlamına gelmez, Uyguladı: Sürdürecek anlamına gelmez.” — İnsan bazen duyduğu yalın bir ifadeyi, söyleyenin kullandığı bağlamın dışında bir anlam içinde algılar. Örneğin, “Vazoyu Mehmet düşürdü” haberi, “Vazoyu Mehmet kırdı” şeklinde anlaşılabilir. Oysa, düşen her vazo kırılmaz. Bu kavrayış hatasının eğitime, kültüre, zihne ve fizyolojiye bağlı nedenleri vardır. Yapılan küçük bir araştırmada, “hayal gücü nedir?” sorusuna karşın alınan yanıtlarda, bu terimin


çoğunlukla yanlış algılandığı ve bu yanlışlıkta hem kavram hem de bağlam karmaşasının büyük etken olduğu saptanmıştır. O nedenle, doğru düşünmek ve doğru konuşmak için kavramların gerçek isimlerini ve aralarındaki nüansları iyi öğrenmiş olmak gerekir; çünkü hafıza ile kavramlar arasında sıkı bir alâka vardır. Yaşadığımız bir deneyimi veya edindiğimiz bir bilgiyi yıllar sonra bütün canlılığı, tadı, kokusu, sıcaklığı veya detayları ile zihnimizde resimleyebilmek ve anlatabilmek için, dilimizdeki kavramların kişiliğini iyi tanımış olmak gerekir. Bir başka anlatımla, yıllar önce belleğimize kaydolmuş bir filmi fazlaca kazıntı, silinti ve karıncalanma olmadan zihin ekranına yansıtabilmek için yalnızca güçlü bir belleğe sahip olmak yetmez. Bununla birlikte, kavramları bellek arşivine gerçek bağlamları içinde kaydetmiş olmamız şarttır. Hatırlama (recollect) dediğimiz arşivden çıkarma ve yeniden canlandırma işini gerçekleştirirken, yaptığımız işe yaratıcı bir katkımız olmaz. Hatta tamamını anımsayamadığımız için kaybımız olur. Bu kayıpları önlemek için, hayal gücünden yararlanmak oldukça önemlidir. Çünkü bir hatırlama esnasında, göz önüne, önce anıların veya sözcüklerin bellekteki resimleri veya imajları gelir. Bu, hayal etmektir, imgelemektir. Hayal etmek, akıl gözünün bir sanatıdır: Yani, zihinde oluşan kavramlara birer resim (imge/imaj) bulmak, hafızaya yerleştirmek ve bunları gerektiğinde hatırlamaktır. İşte hayal etmek ile hayal gücü arasındaki nüans da burada yatmaktadır: Hayal gücü akıl gözünün resimlerle düşünmesidir. Bildiğiniz gibi, düşünce demek; beynin, mevcut kavramları, fikirleri ve hükümleri birleştirmesi, çakıştırması, harmanlaması ve birbirleri ile

ilişkilendirilmesi sonucu ortaya yeni birer kavram, düşünce veya karar çıkarması demektir. Bir başka deyişle, düşünce: Beynin kendi kendisiyle konuşmasıdır. Hayal gücü ise, bu düşünce işini resimlerle yapmaktır: Yani bellekteki mevcut resim ve imgelerin harmanlanması sonucunda ortaya yeni tabloların ve sanal filmlerin çıkarılmasıdır. — Peki hayal gücü ile yaratıcı zekâ arasındaki ilinti nerede? — Yaratıcı zekâ: Hayal gücü ve düşüncenin veya “resim sergisi” ve “fikir sergisi”nin sürekli çakıştırılması sayesinde gelişen bir yetenektir. Kuvvetli bir hafıza, işlek bir düşünce mekanizması ve geniş bir hayal gücü üçlüsü sayesinde gelişen yaratıcı zekâ, bu üçlünün sağlığı oranında güçlüdür. Yaratıcı zekâ; mevcut olanı tekrar kullanarak daha fonksiyonel ve daha estetik hâle getiren ve yeni ve farklı düşünmemizi sağlayan bir yetenektir. Burada bir kavram ve bağlam kargaşasını daha düzeltmek gerekiyor. Hayal gücü, hayalperestlik ile karıştırılmaktadır. Hayalperest sıfatı; “aklı havada”, gerçeklerden uzak düşünen, ayağı yere basmayan ve geliştirdiği hayal dünyası içinde yaşayan kişiler için kullanılan bir sıfattır. Buna karşın hayal gücü; düşüncede rol oynayan bir unsur olarak mutlaka geliştirilmesi gereken çok önemli bir zihinsel yetenektir. Zira ufuk turlarınız hayal gücünüzün ulaştığı sınırlarda biter. Kişi, hangi zekâ türüne sahip olursa olsun; hayal gücü olmadan, onu yaratıcı zekâya dönüştüremez. Bu nedenle, özellikle küçük yaştaki ve gelişme çağındaki çocuklara ilginç masallar anlatmak, eğlendirici ve düşündürücü çizgi filmler izletmek ve kafalarında yeni senaryolar üretmelerine yardımcı olmak gerekir.

105

106


Hayal gücünün zayıflığı pek çok insanda kolayca fark edilebilir. Bu belirtiler özellikle geçmişteki bir olayı anlatırken su üstüne çıkar. Çünkü olayları kendi koşulları içinde değerlendirmek için, olayların geçtiği zamanın şartlarını ve özelliklerini zihinde canlandırabilmek gerekir. Kişinin bunu ne denli başardığı öyküsündeki tasvirlerde görülür. Alaska’da doğup büyümüş bir Eskimo’nun, Afrika çöllerinde geçen olayları iyi anlayabilmesi için, iyi okumuş olması yetmez; aynı zamanda, üstün bir hayal gücüne de sahip olması gerekir ki, hiç hissetmediği bir sıcaklığın şartları altında yaşanmış tecrübeleri yeterince kavrayabilsin. Üstün yapıtlar veren ressam ve bestekârların, yazar ve şâirlerin, mimar ve mühendislerin olduğu kadar, büyük lider ve komutanların, tiyatro sanatçılarının ve mucitlerin başarıları hiç kuşkusuz zekâları ve güçlü bellekleri yanında, geniş hayal güçlerinin ürünüdür. Uzak ufuk turlarına çıkabilen düşünürler de ancak bu özellikleri sayesinde engin felsefî boyutlara yükselebilirler. Hayal gücü ve yaratıcı zekâsı gelmiş geçmiş en yüksek insanlardan biri olan Mikelanj’a sormuşlar: “Bu kadar canlı ve gerçeğe yakın heykelleri nasıl yapabiliyorsunuz?” Yanıtı şöyle olmuş: “Ben kocaman bir mermer kütlesini önüme aldığımda heykeli hemen yapmaya kalkışmam. Önce o mermer bloğun içindeki heykeli görürüm. Sonra etrafındaki fazlalıkları keskimle yontarak çıkarırım. Bu kadar...” İşte size hayal gücünün gücü!... — Efendim, yaratıcı zekâ terimini kullandınız fakat yaratıcılık sözcüğünü hiç kullanmadınız. Bunun özel bir nedeni mi var, yoksa ikisi de aynı şey mi? Ayrıca, yaratıcılığın

107

fotoğrafı çekildi deniyor; sizce bu mümkün mü? YARATICILIĞIN FOTOĞRAFI — Semyon ve Valentina Kirlian tarafından geliştirilen fotoğraf teknikleri sayesinde “aura”nın resmi çekilebildiğine göre, bilgisayar teknolojisinin her alanda kullanıldığı bu çağda, o da mümkündür. Nerede neyi aradığınızı bilirseniz, onu bir şekilde somuta dönüştürme şansını yakalayabilirsiniz. Yaratıcı zekâ ile yaratıcılık arasında bir nüans olduğu için bu sözcüğü kullanmadım. Yaratıcı zekâ geliştirilmeye müsait bir yetenek türüdür. Yani, doğuştan gelen Biyolojik Bilinç’in parçası olan kişisel yeteneklerin uygun eğitim ve dış koşullar sayesinde geliştirilmesiyle ortaya çıkar. Fakat yaratıcılık, insana ansızın gelen ilhamların bize kazandırdıklarıdır. Bu ilham olmadıkça, yaratıcı zekâ iyi gelişemez, çok üstün yapıtlar üretemez ve çoğu kez mevcut şeyleri geliştirmekle yetinmek zorunda kalır. Aslında yaratıcılık: Daha iyiye, daha güzele ve daha mükemmele doğru giden başkalaşım zincirini yaratmayı gerçekleştiren bir katalizördür. Şöyle ki: beyindeki nöronların birinde bir uyarı ortaya çıkınca, bu hemen “ilgili” binlerce ve hatta bazen milyonlarca hücreye ulaştırılır. Böylece bir beyin devresi ya da sinyaller ağı (network) oluşmuş olur. Bu devre ya bir düşüncedir ya hafızadaki bir bilgiyi anımsamadır ya öğrenilen yeni bir bilgidir ya beş duyu aracılığı ile alınmış bir dış uyarıdır ya da organlarımızdan gelen bir uyarının yarattığı etkidir.

108


Fakat bütün bunlardan farklı ve hem ”rengi”, hem de enerji düzeyi apayrı bir başka devre daha oluşur beyinde. Nadiren ortaya çıkan bu devre veya impulslar özellikle herhangi bir içsel ya da dışsal uyarı olmadan, kendiliğinden oluşan “esrarengiz” bir enerji devresidir. Bu devreyi taşıyan nöronlardaki enerji, komşu hücrelerle ilişkiye girmek için kısa bir müddet bekler, fakat kendisiyle “ilgilenen” nöron bulamayınca sönüp gider. İşte fotoğrafı çekilen nöron devresi budur. Tabii, fotoğraf dediğiniz şey beyindeki o biyokimyasal ve elektriksel devrenin bilgisayara aktarılan renkli grafikleridir. Fakat bu impuls; patolojik, basit ve olağan bir düşünce biçimi değildir. Siz buna isterseniz yaratıcılık deyin, isterseniz ilham deyin, isterseniz yaratıcı enerji deyin veya isterseniz odaklanmış düşünce deyin, fark etmez. — Bu yaratıcı devreler nasıl oluyor da kendiliğinden ortaya çıkıyor? — Kanaatimce, bu son derece değerli ilhamlar, kalpten beyne gönderilen nörotransmiterler sayesinde ortaya çıkıyor olabilir. Veya kafamızın

etrafındaki zihin alanına gelen bir sinyalin beyine aktarılması olabilir. Veyahut da biyoenerji alnımıza gelen kozmik sinyallerin beyinde yaktığı o “ışık” ya da çaktırdığı “şimşek” olabilir. Hatta genetiğimize işlenmiş ve vakti gelince açılan bir şifre bile olabilir. Bunların hangisi olduğunu henüz bilemiyoruz. — Peki, bu “ışık” hep sönüp gidiyorsa ne işe yarıyor? — Hayır, her zaman heba olmuyor. Dikkat ederseniz, ilgili nöronlar bulamadığı zaman sönüp gidiyor dedim. — İlgili nöron ne demektir? — Beyinde, Uzun Erimli Güçlendirme (Long Term Potentiation) denen bir mekanizma vardır. Bu sistem, belirli uyarılar sonucunda beyindeki nöronların sonraki benzer uyarılara verdiği elektrofizyolojik ve nöro-kimyasal bir süreçtir. Bu süreç sonucunda deneyimleri anılara dönüştüren nöron uzantıları (dendritler) oluşur. Eğer sizin beyninizdeki ve özellikle üst beyin olan korteksteki nöronlarda bu yaratıcı impuls dediğimiz sinyalleri kabul edecek ve diğer nöronlara aktararak geniş ve güçlü bir devre oluşturacak nöron uzantıları daha önceden oluşmuşsa, bunlar ilgili nöronlardır. Ve bunlar, sizin merak ve araştırma güdüleriniz çocukluğunuzdan beri ne kadar geliştirilmişse, o kadar fazla ya da azdır. İşte yetiştirilme tarzı ve koşulları, eğitimin kalitesi, sağlıklı beslenme, sağlıklı çevre koşulları, sağlıklı toplum, üretkenliği motive eden dış etkenlerin varlığı ve bunun gibi yüzlerce sebep, bu, ânîden ortaya çıkan impulsların beyinde yaşayıp büyümesine veya sönüp gitmesine yol açarlar. Sizin ülkenizde sanatın her kolu rağbet görüyor, takdir ediliyor ve ekonomik olarak besleniyorsa; sizin

109

110

Şekil: 11


ülkenizde bilimsel ve teknolojik araştırmalara hem devlet hem de özel sektör tarafından yeterince kaynak ayrılıyorsa; sizin ülkenizde çocuklara kuru bilgi yerine merak ve araştırma alışkanlığı aşılanıyor ve bireysel yetenekleri geliştiriliyorsa; sizin ülkenizde yaratıcı fikirleri teknolojik kazanımlara dönüştürecek iştahlar kabartılabiliyorsa ve sizin ülkenizde on binlerce ayıp-günah-yasak insanların özgür düşüncelerine gem vurmuyorsa; sizin ülkenizdeki insanların kafalarında o şimşekler her zaman çakar, o lambalar her zaman yanar ve farklı ve yeni düşünceler her zaman oluşur, o yaratıcı fikirler birbiri ardından yeşerir, büyür, somuta dönüşür ve hem kültürel hem sosyal ve hem de ekonomik kazanımlar olarak, ülkenizdeki insanların mutlu ve refah yaşamalarına katkıda bulunur. — Efendim, sönüp giden her yaratıcı impuls ekonomik olarak çok büyük bir milli gelir kaybına yol açıyor galiba. Söylediklerinizden bu da çıkıyor bence. — Elbette. Siz bu ilhamları değerlendirmezseniz; yeni buluşlar yapamaz, yeni teknolojiler üretemez, kısacası yeni hiçbir şey yapamazsınız. Bunları gerçekleştirmediğiniz sürece de taklitlerle, ithal fikirlerle ya da montajlarla yetinmeye ve nispeten fikir fukarası bir yaşam sürmeye mahkûm olursunuz. Bir fikir yeni ve farklı ise; bir ihtiyaca yanıt veriyorsa; çözülememiş bir problemi çözebiliyorsa; o fikir yaratıcılık dediğimiz ilhamın dışa yansımasıdır. Bunun kaynağı genetik de olabilir, zihinsel bir süreç de olabilir veya göksel ya da kozmik de olabilir. Belki de tümünün bileşkesidir. Fakat bildiğimiz bir şey varsa; o da bu sürecin beyinde oluştuğudur. Çünkü artık fotoğrafı bile çekilmiştir. Bu dışa yansıma illa da bir ürün olmak zorunda değildir. Bir teori veya daha önce düşünülmemiş bir fikir de olabilir.

Bir de kolektif yaratıcılık vardır. Örneğin 30 bin kişinin çalıştığı Microsoft firmasındaki 40-50 kişinin birlikte yarattığı yeni bilgisayar programları gibi... Bu tür yaratıcılık Gestalt modeli denen türdendir: Yani, mevcut fikirlerin ve arşivlerin beyne yerleşmesinden ve fikir alışverişinden sonra gelen ilhamlarla ortaya çıkan ortak yaratıcılıktır. Yaratıcılığın belki de en önemli getirisi kişiye kazandırdığı haz ve yaşam enerjisidir. Kafasında çakan şimşekleri somutlaştırıp birer tablo, şiir, kitap, tiyatro eseri, şarkı, heykel, teknolojik araç-gereç ya da ekonomik sisteme dönüştürebilen insanlar daha mutlu ve daha doyumlu olmaktadırlar. Bunun tersi ise karamsar ve bezgin insanlar çıkarıyor ortaya. Her yeni fikir ve her yaratıcı nöron devresi evrim sürecine katkıda bulunan çok değerli birer kozmik varlıktır; fakat sadece somut hayatta bir uygulamaya geçerse işe yaramaktadır. Heba olup gidenleri ben insanlık adına büyük bir kayıp addediyorum. — Efendim, yaratıcılık hakkında söylediklerinizle sanıyorum “Kozmik Bilinç” dediğiniz alana da sıçramış olduk. Kozmik Bilinç’i tarif eder misiniz?

111

112

KOZMİK BİLİNÇ Görmek: Bir kum tanesinde Evreni, Yabanî bir çiçekte Cenneti, Avuç içinde İlahi Ezeliyeti, Ve bir saatte Sonsuz Zamanı. William Blake


— Bu kocaman konuya kocaman bir yanıt lazım... Kozmik Bilinç bir cümlelik bir tanımla anlatılacak kadar sığ bir kavram değil. — Sanıyorum, evrenin yapısını, içinde olup bitenleri ve kanunlarını bilmeden ve atomlarda olduğu gibi onun da sağlıklı bir resmini kafamıza oturtmadan vereceğiniz bir yanıtın bir anlam ifade etmeyeceğini söylemek istiyorsunuz... — Evet, haklısınız. Çünkü Kozmos’u anlamadan onun bilincini anlamamız mümkün olmaz. Evrene detaylı bakarsak ve onun da görünürde sadece cansız atomlardan oluştuğunu anlarsak, bunca zekâ dolu sistemin arkasında gene akıllı bir enerjinin olması gerektiğini kabul edebiliriz. İsterseniz sizinle bu kez bir “kozmik seyahat” yapalım, ne dersiniz? — Çok memnun olurum. Dünyamız Güneş Sistemi içinde bulunduğu için yolculuğa buradan başlayalım isterseniz...

— Bu “kozmik seyahat”ta göreceğimiz o devasa manzaranın sadece bir kısmını kavrayabilmek, engin bir hayal gücü ister. Fakat tanık olacağınız sistemlerin ve kozmik kanunların ne denli üstün bir bilinç eseri olduğunu kolayca görebiliriz. Dünyamızın da içinde bulunduğu Güneş Sistemi yalnızca 9 gezegenden oluşmamıştır. Bu gezegenlerin de kendi uyduları vardır. Bunların toplam sayısının 2001 yılında bulunan 10 yeni Jüpiter uydusu ile birlikte- 69 olduğu bilinmektedir. Bütün bunlardan başka on binlerce kuyruklu yıldız, göktaşı, gaz ve toz bulutları güneşin çevresinde dönerler. Güneşin çapı 1.392.000 kilometredir. İç sıcaklığı 15 milyon dereceye yakın, yüzey sıcaklığı ise 5,700

derece civarındadır. Kütlesinin çoğu hidrojendir. Bu büyük ısı yüzünden hidrojenler patlar ve helyuma dönüşürler. Bu arada ortaya müthiş bir serbest enerji çıkar ve ısı radyasyonu olarak dünyamıza kadar yansır. Dünyayı ısıtan şey bu radyasyondur. Güneş, dünyadan -hacim olarak- 300 bin kez daha büyüktür. Dünyadan 11 kat daha büyük olan Jüpiter’in hacmi bile güneşin hacmi yanında hiç kalır. Hatta çevresindeki gezegenlerin ve diğer maddelerin tümü, güneşin hacminin yüzde yarımı kadar bile değildirler. Bu nedenledir ki, ağırlığını az çok kavrayabildiğimiz dünyayı kendine doğru çekerek, saate 1,800 kilometre hızla ve bir topaç gibi çevresinde döndürür. Hem de aramızdaki uzaklığın yaklaşık 150 milyon kilometre olmasına rağmen. Bu muazzam kütlenin yer çekimi o kadar güçlüdür ki, kendisinden 6,5 milyar kilometre uzakta olan uydusu Pluton’un bile bu gücü yenip, uzaklaşmasına izin vermez. Bu akıl almaz cüssesine rağmen güneş, kendi galaksimiz olan Samanyolu’ndaki 400 milyar yıldızdan sadece biridir. Güneş Sistemi’nden ayrılarak Samanyolu’na girdiğimizde artık mesafeleri kilometrelerle dile getirmemiz zorlaşır; Edirne-Kars arasını milimetrelerle tarif edemeyeceğimiz gibi... Bu nedenle ‘ışık yılı’ denilen bir ölçü kullanılır. Işık bir saniyede 300 bin kilometre yol alır. Bu, 365 günde 9,5 trilyon kilometre demektir. Bu mesafeye 1 ışık yılı denir. Güneş’e en yakın yıldız Alfa Centur’dur ve ışığı bize 4 ışık yılı geçtikten sonra ulaşır. (4 x 9,5 trilyon km.) Ve geceleyin gökyüzünde görünen en parlak yıldız olan Sirius’un ışığı dünyaya 8,5 yılda ancak ulaşabilir. Samanyolu’na en yakın galaksi olan Andromeda

113

114

EVREN TURU


Nebula’nın ışıklarının dünyaya ulaşması için 2,2 milyon ışık yılı yol katetmesi gerekir. ( 2,2 milyon x 9,5 trilyon km.) Evrenin genişliğini kavrayabilmek için önce ışık hızını iyi anlamalıyız. Örneğin, elinizdeki ışık kaynağından çıkan bir ışık huzmesi bir saniye içinde dünyanın çevresini yaklaşık 7 kez dönebilir. Bu olağanüstü hızla yol alan ışık, Sirius yıldızından çıkıp bize ulaşıncaya kadar 8,5 sene yol katediyorsa, aramızda muazzam bir boşluk var demektir. Milyarlarca ışık yılından söz edildiği zaman, hayal edilemeyecek kadar geniş bir boşluktan bahsedildiğini göz önünde bulundurmalıyız. 400 milyar yıldız, milyonlarca ton yıldız tozu ve gazlardan oluştuğu sanılan Samanyolu, ortasına bilye yerleştirilmiş bir diske benzer. Bu diskin bir ucundan diğer ucuna olan mesafe 90 bin ışık yılıdır. Güneş, Samanyolu’nun merkezine 30 bin ışık yılı kadar uzaklıkta ve dışına daha yakın bir konumdadır. Samanyolu’ndaki yıldızların toplam kütlesi, Güneşin o muazzam kütlesinin 500 milyar katı kadardır. Samanyolu’ndaki bu 400 milyar yıldız merkezin etrafında yüksek hızlarla durmadan dönerler. Güneş Sistemi de dünyamızla beraber merkezin çevresinde döner. Güneşin merkez etrafındaki bir turu 200 milyon sene sürer. Bu tura bir ‘galaktik yıl’ denir. Demek ki güneş doğduğu günden bu yana 24-25 galaktik yıl geçirmiştir. Bu muazzam büyüklüğüne rağmen Samanyolu bile, sayılarının yaklaşık 100 milyar olduğu hesaplanan yıldız kümelerinden sadece birisidir. Ve bu kümelerin her birinde 100 milyarlarca yıldız mevcuttur. Hayal gücümüze biraz daha yardımcı olmak için şöyle bir örnek verebiliriz:

Çok geniş ve bomboş bir ova düşünün. Bu ovayı tamamen dolduracak şişkin bir balon hayal edin. Bu balonun üzerine tükenmez kalemle fazla aralık bırakmadan noktalar koyun. İşte evrenin büyüklüğüne oranla 100 milyar yıldızlı bir galaksinin büyüklüğü bu balonun üzerindeki bir nokta kadar ancak olur. Big Bang’den (Büyük Patlama) 15 milyar yıl sonra bile hâlâ genişleyen bu görkemli kâinat ve bu devasa mesafeler içinde cereyan eden bir başka ilginç olay da şudur: Diyelim ki parlak bir yıldız olan ve bize 36 ışık yılı mesafede bulunan Arcturus bir gün patladı ve daha parlak bir yıldıza dönüştü. Biz onu 36 yıl boyunca, yine normal bir yıldız olarak görmeye devam ederiz. Zira patladığı andaki parlak görüntüsünü bize ulaştıracak ışık huzmelerinin Dünyaya kadar ulaşması 36 yıl sürecektir. Güneş bile patlayıp yok olsa, biz bunu -aradaki 150 milyon kilometre mesafe yüzünden- ancak 8 dakika sonra fark edebiliriz. Demek ki bulutsuz bir gecede çıplak gözle görebildiğimiz 6 bin kadar yıldızdan bazıları belki yıllar önce ışık vermeyen birer “pulsar” hâline gelmiştir; ama onlar, gözümüze hâlâ var olan yıldızlar olarak görünmektedirler. Yani gökyüzünün görüntüsü aldatıcıdır ve geceleyin gördüğümüz parıltılar şimdiki zamanı değil, geçmişi yansıtmaktadır. Burada ilginç olan bir başka olay da “yıldızların ölmesi”dir. Güneş gibi birer atom santrali şeklinde ‘yanan’ yıldızlar zaman içinde nükleer enerjilerini harcadıkça, kütle kaybederler. İçlerindeki ağır maddeler merkezlerine doğru çöker. Hafifleyen dış yüzeyleri şişmeye başlar ve böylece birer “kızıl dev” (red giant) hâline dönüşürler.

115

116


Hesaplar doğruysa, 4,5 milyar yıl sonra güneş de bir kızıl dev olacak ve hacmi dünyanın bugün bulunduğu yere kadar genişleyecek. Merkezindeki yoğunluk gittikçe arttığı için zamanla dış yüzeyindeki daha hafif kütleyi içe doğru çekecek ve küçülerek bir “akcüce” (white dwarf) hâline gelecek. Akcüceler çok yoğun oldukları için son derece ağırdırlar. Örneğin bir ceviz kadarı birkaç yüz ton gelebilir. Samanyolu’ndaki ışıklı yıldızların yüzde 10’unun akcüceler olduğu tahmin edilmektedir. Akcüceler birkaç milyon sene yaşarlar ve sonunda artık ışık veremez hâle gelerek birer ‘karacüce’ye (black dwarf) dönüşürler. Daha sonra karacüceler merkezlerindeki dayanılmaz yerçekiminden dolayı çökerler, çöktükçe ısınırlar ve kütleleri küçüldüğü için daha çok yoğunlaşmaya başlarlar. Bu yoğun enerji boyutunun özelliğinden dolayı patlarlar ve birer “süpernova” olurlar. Süpernovalar da gitgide o kadar yoğunlaşır ki, artık kendi ışıkları bile kendi yerçekimlerinden kaçamaz ve nihayet birer “kara delik” (black hole) hâline dönüşürler. Kara delik durumu bir “yıldızın ölümü” demektir. Hiçbir astrofizikçi henüz bir kara delik bulmamıştır ama bunların varlıkları teorik olarak kabullenilmektedir. Hatta Samanyolu’nun merkezinde bir kara delik olduğu tahmin edilmektedir. Kara delik bir tür mini sıkışmadır. İçinde ne uzay vardır, ne zaman, ne atom, ne de madde. Kendi çekim alanı bunların tümünü yok etmiştir ve yoğun bir enerji kütlesine dönüştürmüştür. Teori doğrulanırsa -veya bir kara delik keşfedilirse- kâinatın sonunun küçük bir resmi saptanmış olacak ve gökyüzüne bakıldığında göze

117

çarpan manzaranın yalnızca geçmişin görüntüsü değil, belki geleceğin de sönük bir fotoğrafı olduğu belirlenmiş olacaktır. İşte birkaç dakikada gerçekleştirdiğimiz bu turda gördüklerimizi zihnimize yerleştirmeden, nasıl bir evrende yaşadığımızı anlamamıza olanak yoktur. — Efendim Büyük Patlama ifadesini kullandınız. Ayrıca, Büyük Sıkışma denen bir kavram daha var... Bunları da açar mısınız? EVRENİN BAŞLANGICI VE SONU — Fakat öncelikle, “Alevtopu nedir?” sorusunun yanıtını bulmamız lazım. Alevtopu (Fireball): Kâinat oluşmadan önce var olduğu tahmin edilen çok yoğun bir enerji kitlesidir. Bu yoğun enerji tüm tahminlerin üstünde bir ağırlığa sahipti. Öyle ki, evrendeki tüm yıldızların, tozların ve gazların ağırlığı olan 1050 ton (birin arkasına elli sıfır konulacak), Alevtopu’nun ağırlığının yüzde 10’u kadar bile değildi. Bu enerji çok sıcaktı. O kadar ki, güneşin merkezindeki sıcaklık olan 10-15 milyon dereceden milyarlarca kat daha sıcaktı. Ve o kadar sıkışmıştı ki, kendi ağırlığı, sıcaklığı ve çekimi yüzünden patlamaktan başka çaresi kalmamıştı: Sonunda bir atom bombası gibi patladı... Alevtopunu hayal ederken kelimenin zihnimizde otomatik olarak uyandıracağı güneş gibi parlayan bir cisim düşünmemek gerekir. Çünkü bu madde değildi, enerjiydi. Enerji çıplak gözle görülemez. İşte bu patlamaya Büyük Patlama denir ve bu olay evrenin başlangıcı olarak kabul edilir. Alevtopunun nereden ve ne zaman geldiği hakkında kesin bir bilgimiz yok ama teori düzeyinde

118


kuvvetli tahminler var. Bu varsayımlar yapılırken şöyle bir yöntem kullanılmaktadır: Kullanılmış bir otomobilin yaşını öğrenmek istiyorsak; önce onu parçalarına ayırır, sonra bu parçaların orijinal malzemesinden ve ilk ölçülerinden ne kadar farklı olduklarına bakar, aşınma düzeylerini saptar ve daha sonra tümdengelim yöntemini kullanarak, geriye doğru ispatla, ortalama bir tahmin yürütebiliriz. İşte bu yöntembilim ve benzeri yöntemler kullanılarak, kâinatın yaşının 15 milyar sene olduğu hesaplanmıştır. 15 milyar yıl önceki durumdan daha öncesine değgin hiçbir fikrimizin olmaması normaldir. Çünkü, o zaman ne madde vardı, ne uzay vardı, ne de zaman... Fakat, ‘bir şey’ olması gerekiyordu!.. İşte o da düşünüldü ve adına Alevtopu dendi. Böylece, evren filminin senaryosu bu ‘kozmik yumurta’nın sahneye çıkışıyla tamamlanmış oldu. Alevtopu patlamanın ilk saliselerinde atomdan çok daha küçük olan enerji parçacıklarına bölündü. Parçacıkların tümü aynı ağırlık ve hızda değillerdi. Hatta bazıları o kadar küçüktü ki, ağırlıkları hiç yoktu. Bu parçacıklara foton, elektron, proton, nötrino, Alfa vs. gibi isimler verilmektedir. Ayrıca bu parçacıkların anti-ikizleri olan anti-parçacıkları da oluşmuştu. O kaos ortamında bunlar anti’leri ile çarpıştıkları için birbirini yok ettiler ama -nedendir bilinmez- yüzde 10’u yok olmadı. Sonra bu parçacıklar balon gibi gittikçe büyüyen bir boşluk (uzay) oluşturarak düzenli bir şekilde dağıldılar. Bir saniye sonraki ‘Mini Evren’in sıcaklığı 1 katrilyon dereceye düşmüştü. Birinci dakika içinde, sıcaklık 1 milyar dereceye kadar inmişti. Bu,

bulutumsu bir görünüşe sahip olduğu tahmin edilen ‘kozmik çorba’ya Nebula denmektedir. Nebula’nın içinde çarpışan partiküller yavaş yavaş atomun çekirdeğini (nucleus) oluşturmaya başladılar. Pek çok atom çekirdeği 15 milyar yıldan beri bozulmadan bugüne kadar gelebilmişlerdir. Örneğin protonların bozulmaları için 1031 yıl geçmesi gerektiği hesaplanmıştır. Nebula 100 bin yıl şişerek genişledikten sonra protonlar ve elektronlar birleşip atomları oluşturmaya başladılar. 1 protonu ve 1 elektronu olan bu ilk atom hidrojendir. Hidrojenler zamanla birleşerek 2 protonu ve 2 elektronu olan helyumu meydana getirdiler. İlk 300 bin yıl içinde, evrenin yüzde 89’u hidrojene ve yüzde 9’u helyuma dönüştü. Yüzde 2’sini de diğer parçacıklar oluşturuyordu. Daha sonra ikiden fazla proton ve elektron bir araya gelerek, farklı ağırlıklarda ve farklı özelliklerde atomlar oluşturdular. Bu atomlar da zaman içinde birbirleriyle birleşti ve molekülleri oluşturdular. Ve nihayet bu atomlarla moleküller birleştikçe büyüdüler ve bugün gördüğümüz yıldızlar ve galaksiler (yıldız kümeleri) ortaya çıktı. Big Bang teorisi bir gün doğrulanırsa, Tanrı’nın evreni yaratırken başlangıç noktası olarak alevtopunu seçtiğini kabullenmekten başka görünür bir seçenek kalmayacaktır. Ve eğer ‘kozmik kıyamet’in 5 milyar yıl sonra Büyük Sıkışma ile gerçekleşeceği doğrulanırsa, 20 milyar yılın “evrenin bir tek nabız atışı” kadar kısa bir süre olduğu anlaşılacak ve zamanötesi (ebed-ezel) kavramının ifade ettiği gerçek, zihinlerde daha da somutlaşacaktır.

119

120


— Peki, evrende bir toz kadar bile yeri olmayan dünyadaki insanın, bu neredeyse sonsuz büyüklükteki evrende bir önemi veya yeri var mıdır? Yoksa biz kendi kendimizi mi aynada dev görüyoruz? İNSANIN EVRENLE İLİŞKİSİ — Aslında, insanın Makroevren’le olan münasebeti bilimin ilgi alanına giren konularla sınırlanmış görünüyor. Çünkü ayağı yere basan canlılar olarak öncelikle yakın ilişki kurduğumuz madde ile ilgilenmeyi yeğliyoruz. Bu, doğal bir ilişkidir ve 5 duyumuzun dikte ettirdiği bir etkileşimdir Yaşadığımız bu düzeyde, Makroevren pek çok insanı ilgilendirmez veya -eğer varsa- burçların kişiliğimiz üzerindeki etkileri kadar ilgilendirir. Fakat düşünen, merak eden ve elinde araştırma olanağı olan bilim insanları evrende sürekli “gezinirler” ve bilinmeyenleri bilinir hâle getirmeye uğraşırlar. Yani soyut, komplike ve anlaşılmaz gibi görünen fenomenleri basite indirgeyip, anlaşılır semboller ve kavramlarla somuta dönüştürürler. Evrenin ve onun içinde cereyan eden olayların insan beyninde kolay anlaşılır modellere dönüşmesini sağlar ve bunu yaparken özellikle beş duyumuza ve aklımıza hitap eden bir sistematik kullanırlar. Böylece okullarda verilen eğitimle sadece bilimsel çerçeve içinde düşünmeye zorlanan insanlar, bilim adamlarının uğraşı alanlarında gezinecek kadar bir çerçeveye sıkıştırılmış olurlar. Sonuçta, insanın evrenle ilişkisi, bilimin evrenle ilişkisi kadar olur. O zaman da Kozmik Bilinç gibi kavramlar din adamlarının veya hayal gücü geniş bazı felsefecilerin uğraşı olur. Fakat bilim de

121

artık bu konuları mercek altına almaya başlamış görünüyor. Bilimin somut amaçlarını ve metodolojisini topyekûn göz önünde bulundurduğumuzda, beş duyumuzun ve maddenin sınırlarını aşan pek çok kavramın, onun ilgi ve deney alanına girmediğini kolayca görebiliriz. Yani bilim, var olan somut bir evrenle uğraşmak zorundadır ve önce somutlarla yola çıkma tercihini birkaç yüzyıldan beri kullanmaktadır. Fakat artık bilim de evrim sürecine paralel olarak değişiyor diyebiliriz. — Siz bunları söylerken, “bilim neden inanç konusu ile fazlaca ilgilenmez?” sorusunun yanıtı kendiliğinden ortaya çıktı. Ekleyeceğiniz daha başka düşünceler olabilir mi? BİLİM VE İNANÇ — Ekleyecek çok şey var. İlk etapta aklıma gelenleri hemen söyleyeyim: Bilim somutla uğraşırken, tamamen soyut olan inanç olgusunu pozitif bilimlerin karar mekanizmasına sokmayı sakıncalı saymıştır. Bunu yapmada da haksız değildir. Sübjektif görüşlerin, objektif ve test edilebilir deneylere ve buluşlara karışmaması gerekmektedir. Aksi hâlde, gerçekler sapar, tahrif olur ve objektif olması gereken hakikatler, sübjektif ve yanlış birtakım sonuçlar olarak önümüze çıkarlar. O zaman da bilim, bilim olmaz ve inanç dünyasında dolaşan binlerce hurafe gibi içi boş ve temelsiz bir yapıya dönüşür. Bu nüansı ve metodolojiyi bilmeden bilim adamlarını aralarında Tanrı inancına sahip pek çok kişi bulunmasına rağmen topyekûn inançsız olarak sıfatlandırmak sakıncalı ve yanlıştır.

122


— Efendim, Bugün bilimde ve teknolojide uzay çağını yakalamış toplumların bu başarısının inançlarıyla küskün ya da barışık olmaları ile bir ilgisi var mı? — Objektif bilimsel çalışmaların ve sübjektif inanç dünyasının insanlığa kazandırdığı bilgiler ve erdemler aynı potada eritilince, maddî ve manevî dünyaların bilincine daha üstün bir farkındalıkla ulaşıldığı, tarihsel süreç içinde yaşanarak kanıtlanmıştır. Bilimsel ve ruhsal gerçeklerle örtüşen bir din ve ahlâk anlayışının toplumları ne denli yücelttiğine geçen iki milenyumda defalarca şahit olunmuştur. Kozmik görevinin bilincinde olan ve insan evrimine katkıda bulunan çok sayıda bilim insanı yetiştiren toplumlar başarıdan başarıya koşmuş ve koşmaktadırlar. Esasen, din dediğimiz inanç sistemlerinin orijinal kökeninde, Tanrı’nın sıfatlarını insanda ortaya çıkarma amacı vardır: Sevme, koruma, adil olma gibi... Bu sıfatların bazılarını edinmiş ve bugün çoğunlukla Batı’da bulunan ateist bilim adamlarının da bilime katkısı azımsanamayacak kadar yüksektir. Tanrı’ya inanan bilim adamı da, inanmayan da aynı metodolojiyi ve prensipleri izlediği için sonuç fark etmez. İlginçtir ki, Hıristiyan Batı’nın bugünkü yüksek bilim düzeyi Kilise’ye karşı çıkışla yükselmeye başlamıştır. Fakat Ortaçağ Avrupa’sında bu bilinçten yoksun Ruhban Sınıfı’nın bilim adamlarına karşı uyguladığı sindirme yöntemleri yüzyıllar boyunca din ve bilim müesseselerini birbirine küskün ve kimi kez de düşman kılmıştır. Kilise ve Bilim kurumlarını iki ayrı kutup hâline sokan ve hatta düşman durumuna getiren sebeplerin oluşmasında en büyük rollerden birini Galile’nin yaşam öyküsünün oynadığı kabul

edilir. Güneş dünyanın etrafında dönmüyor; tersine dünya güneşin etrafında dönüyor diyerek Kilise’nin yanlış düşündüğünü söylediği için yıllarca hapiste kalan ve orada ölen bu gökbilimci; aslında modern bilimin de babası sayılır. Bilimin, mikroskop ve teleskop gücünden yararlanarak Büyük ve Küçük Kâinat’ı -yıldız kümelerinden atoma kadar- en ince detayına kadar araştırmaya başlaması, fizikötesine karşı ilgisini gitgide azaltmış ve zamanla tamamen ortadan kaldırmıştır. Fakat bilim ve teknoloji üretenlerin maddeötesini bilimin alanına sokmamaları son yıllarda sayıları artan birçok bilim insanı tarafından türlü eleştirilere maruz kalmaktadır. Bazen de maddeüstü konulara eğilen bilimsel çalışmalara ve deneylere tanık olunmaktadır. Buradan, Tanrı’yı anlamanın yalnız fizikötesi veya bilimsel uğraşlarla mümkün olabileceği şeklinde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Maddî evrenin her objesi, her kanunu ve her sistemi Tanrı kavramını daha iyi anlamak için bir araç olabilir. Fakat pek çok düşünüre göre; ‘neden’ sorusuna yanıt arayan dinsel düşünce ile ‘nasıl’ sorusuna cevap bulmaya çalışan bilimsel düşüncenin ortak düşünmesi -insanoğlu adına- çok daha verimli sonuçlar doğurabilir. O zaman Kozmik Bilinç dediğim Evrensel Zekâ’nın yaratıcı gücünü daha iyi anlamış ve daha etkin biçimde kullanmış oluruz. — Evrensel Zekâ veya Kozmik Bilinç terimini hangi anlamda kullandığınızı tam olarak anlayamadım. Bunları Tanrı anlamında mı kullanıyorsunuz?

123

124

İNSANIN TANRIYLA İLİŞKİSİ


— Konuşmamızın başında sözünü ettiğim “Artıların Sırrı” konusunu anımsayın. Kozmik Bilinç; bence, bildiğimiz trilyonlarca yıldızdan ve bilemediğimiz bütün enerji türlerinden oluşan bu devasa evrenin bir artısıdır. Siz bu bilince ister Tanrı deyin, ister Kozmos deyin, ister Doğa deyin, ister Ruh deyin, isterseniz Enerji veya Işık deyin, fark etmez. O’nu nasıl algılarsanız, O sizin kendi gerçeğiniz olur. Artıların Sırrı dediğim şeyler hep olmuştur, olacaktır ve olmalıdır. Yaşamı güzelleştiren şeylerden birisi de bu büyülü, gizemli, bilinçötesi ve maddeüstü sırların varlığı değil midir? Hiçbir bedel ödemeden sahip olduğumuz bu esrar perdelerine, hayatımızı bir nebze de olsa monotonluktan kurtaran ve anlamlı kılan birer sihirli formül gözüyle bakma olanağımız var. Doğrusu, tüm sırları çözülmüş bir evrende ve gezegende yaşamak istemezdim. Ben, canlıların o zarif yapılarını, deniz kabuklarındaki nakışları, kuş tüylerindeki renk armonilerini, ipek böceğinin ördüğü kozadaki mühendislik bilgisini, galaksilerin işleyiş sistemlerini ve evrende onca olup biteni gözledikçe ve düşündükçe; bütün bu güzelliklerin ve var olma çabalarının çok sayıda ortak müşterekleri olduğunu görüyorum: Akıl, zekâ, plân, tasarım ve estetik güzellik içeren evrim ve var olma uğraşı... Sanki bunca canlı ve cansız yapı, bu ortak amaçları gerçekleştirmek için var olmuş. Bu sonuç beni, ortak bir Kozmik Bilinç’in var olması gerektiği inancına götürüyor. Bu inancın, adı ne olursa olsun, yaşaması ve yaşatılması taraftarıyım. Tarihin ayak izlerini takip ederek bugüne geldiğimde, elimizde bir ideal olarak sadece iki temel sistemin kaldığını gözlüyorum. Bunlar; bilimsel materyalizm ve inanç sistemleridir.

Bu inançlar ve ne yazık ki geleneklerle birleştirildiği için özünü “küllendirmiş” olan dinler, bilim dünyasının bombardımanı altında giderek güç kaybediyor görünüyorlar. Fakat bu görüntü aldatıcıdır. Bakınız, Hindistan’dan sonra en dindar ülke; bilimde, teknolojide ve zenginlikte dünyanın en gelişmiş ülkesi olan ABD’dir. Bu ülkede en çok satan kitaplar arasında “Tanrı ile Sohbet” ilk sıralardadır. Geçenlerde görevine ikinci kez başlamadan önce yemin etmesi gereken başkan G.W. Bush’un bir papaz eşliğinde, elini İncil’e koyarak Tanrı’nın tanıklığını kabullenişini hepimiz televizyonlarda şahit olduk. Bu ülkede oldukça etkin ve prestij sahibi bir kuruluş olan Bilimçağında Din Enstitüsü, Nobel ödüllü bilim adamlarınca kurulmuş ve sürdürülmektedir. Doların üstündeki “Tanrı”ya güveniyoruz” ifadesi bunca materyalizme rağmen basılmaya devam etmektedir. Hangi ülkeye bakarsanız bakın, Tanrı’ya inanan insanların ezici çoğunluğuna tanık olursunuz. Ünlü antropolog Anthony F.C. Wallace şöyle diyor: “İnsanoğlu ilk çağlardan bu yana 100 bin din üretmiştir.” Ben de diyorum ki, insanoğlu kitaplı ve kitapsız daha binlerce din üretmeye devam edecektir. Hatta gelecekte bilimsel materyalizmi bile bir inanç sistemine dönüştürebilir. İnsan genlerinde kendinden üstün bir güce inanma ve tapınma güdüsü vardır. Bu güdüyü beynin kontrolü altına aldığında, bu kez de kendisi “tanrıcılık” oynama hedefine yönelir. Bunun temel nedeni sadece güç delisi olma değildi. İnsanda ayrıca büyülü, gizemli, esrarengiz, mitolojik ve fizikötesi fenomenlerle yakın temas kurma, onların sırrını çözme veya onlardan yararlanma güdüsü vardır. O nedenle insan, hayal gücünü genişletmek veya tatmin etmek ister.

125

126


Bakınız, en çok okunan kitap türü romandır. “UFO masalları” pek çok insanın ilgisini çeker ve soyut teoriler somut bilimsel kanunlardan daha fazla ilgi görürler. “Tanrıların Arabaları” isimli kitap -aradan yıllar geçmesine rağmen- hâlâ basılıp, satılıyor tüm dünyada. Tarihteki Mitoloji’yi güncel bir mitolojiye dönüştürmüş olan Büyük Patlama Teorisi’nin bu denli tutulmasının ardında yatan gerçek de budur. Belki yatırlara, burçlara ve falcılara bu kadar rağbet gösterilmesi bile bu nedenden ötürüdür. İnsan kaderinde bilmek ve inanmak yazgısı vardır ama insanların çoğu inanmayı bilmeye tercih ederler. Bilme işini öğrenemeyenlerin -bir sanatları olmadığı için- ne denli “fukara” yaşadıklarına tüm dünyada tanık oluyoruz. Fakat bilim selliği, çağdaşlığı ve toplumsal evrimi kitlelere mal etmek ve bilgi toplumu olmak isteyenler de, kurdukları denklemlere bir katalizör olarak inancın büyüsünü ve hayal gücünü eklemek zorundadırlar. Siz tüm insanların beyinlerini matematiksel ve fiziksel gerçeklerle doldurun, onları en rasyonel insanlar kadar mantıklı ve bilimsel düşünen bireyler yapın ve tüm fizikötesi masalları belleklerinden silin; onlar mutlaka bir yolunu bulup, bu gerçekleri yeniden organize edecek ve onlara gerçeküstü bazı değerler yükleyeceklerdir. Biyolojik Bilinç’imizin aracı olan DNA’ların görevlerinden ve önemlerinden çok söz ettik. Aslında, genetik moleküller bulundukları hücre çekirdeğine hapsolmuş birer sadık hizmetkâr gibi çalışırlar ve bir yandan doğanın güzelliklerini yaratırken, öte yandan bal arılarının armağan ettiği petek gibi bize yaşama zevkini tattıran araçlar olurlar. Mutlak Kader’imizi tayin etmelerine rağmen, onların “boyunduruğu” altında sayılmayız. Çünkü Kolektif Bilinç’imiz ve elde

ettiğimiz teknoloji sayesinde onları değiştirebilir ve amaçlarımız doğrultusunda davranmalarını sağlayabiliriz. Yeter ki, onların gizem dolu hikayeleri süregitsin. Belki ömrümüz görmemize yetmeyecek ama genetik şifrelerin tümü çözüldüğü zaman bu büyü kaybolacak ve artık somut gerçeklere dönüşmüş olan bu veriler birer kuru bilgi sayılacaktır. Kuru bilgi belki entelektüel yönümüzü tatmin edebilir; fakat ruhî yönümüzün ve hayal gücümüzün tatmini salt bilgiyle mümkün olmaz. Bu konuda, çok beğendiğim düşünürlerden ünlü matematikçi ve Kartezyen Felsefesi’nin kurucusu Rene Descartes (1596-1650), sadece aklı temel alarak yola çıkan bir felsefe geliştirmişti. Bakınız neler demiş: “Ruhsal tecrübeler ve inanç sistemleri bize rasyonel olarak kanıtlayabileceğimiz hiçbir şey öğretmedi. Bir şeyin doğru veya yanlış olduğunu akla vurmadan kabullenmek büyük hatadır. Doğruyu yanlıştan ayırmak için önce tümdengelim, sonra tümevarım yöntemlerini kullanarak, evvela üzerinde düşündüğümüz fikri parçalarına ayırmalıyız. Böylece, bir problem gibi görünen şeyi basit birimlere ayırmış oluruz ki, bu ögeleri irdelemek kolaydır. İyice anlaşılan bu parçaları birleştirip bir sentez yaptığımızda ortaya çıkan sonuca güvenebiliriz. Bunu becerebilmenin iki koşulu vardır: Düşünürken, duygularımızı ve sezgilerimizi muhakeme zincirine katmamalıyız ve üzerinde düşündüğümüz bir fikrin önce doğruluğundan şüphe etmeliyiz. Her şeyden şüphelenmek pek akıllıca görünmeyebilir ama bunu yapmadan, mutlak gerçeklere önyargısız ulaşmak mümkün olmaz.

127

128


Ben bir şeyin doğruluğu üzerinde düşünürken, tüm önyargılarımı ve bana kendi kültürümün empoze ettiği etkileri sildikten sonra, özgür bir bilinç içinde muhakeme yaparım. Bu yolla üretilen düşünceler yanlış ve katışık olmaz. Ortaya saf ve yepyeni sonuçlar çıkar. Aklıma gelen her fikirden önce şüphe ederim. Tanrı’dan bile... Hatta yaşamın ve evrenin gerçekliğinden bile şüphe eğitim. Belki de gördüğümüz bir rüyadır, diye düşündüm. Sonra bir gün bunca düşünceden en az bir tanesinin doğru olması gerektiği geldi aklıma. Bu gerçeğin ne olabileceği üzerinde kafa yorarken, ânîden ‘evreka’ dedim. Evet! Düşünüyordum... Düşündüğümü biliyordum. Tek gerçek buydu. Düşündüğüme göre rüyada olamazdım. Öyleyse, var olduğum da bir ikinci gerçekti. Düşünüyorum, öyleyse varım, dedim. Artık bütün düşüncelerimi bu iki sağlam temel üzerine inşa edebilirdim. Duyularımla algıladığım, var olan evreni düşünürken Mükemmel Bir Varlık’ın var olduğunu buldum. Bu mükemmel varlık, mükemmel olmayan Dekart’ın düşüncelerinin bir eseri olamazdı. O kendi mükemmel gerçeğini kendi düşünmüş olmalıydı. Hiç mantık hatası yapmadan ulaştığım bu sonucun gerçek olduğundan, kendi varlığımdan emin olduğum kadar eminim. Böylece, ‘Tanrı inancı herkesin yaratılışında mevcuttur’ diyenlere de katılmak zorunda kaldım. Çünkü bu inanç bizde var olduğuna göre, bu bizim kendi düşüncelerimizden kaynaklanan bir fikir olamazdı. Tanrı’dan bu garantiyi alınca, sadece düşüncelerimizin bizi O’na götüreceğinden emin oldum.

Düşünce yardımıyla ulaştığım gerçekler önüme iki kategori çıkardı; içsel ve dışsal... İçsel gerçek; uzayda yer kaplamayan ve parçalarına bölünemeyen bilinç (ruh) idi. Dışsal gerçek ise; uzayda yer kaplayan, bölünebilen ve bilinci olmayan madde idi. Bu ikili Tanrı’dan gelmişti ama birbiri ile alâkalı değildi. Bundan şüphelendim. Çünkü insan hem madde hem de bilinç taşıyordu ve ikisi de aynı bedene hapsolmuştu. Ulaştığım kesin sonuç şu oldu; madde ve bilinç vücuttayken bir ikili ilişki içindedirler ama birbirinden bağımsız hareket ederler. Ben ve düşünen diğer yaratıklar sonlu varlıklarız. Tanrı: Düşünen sonsuz bir varlıktır. Bilinçsiz cisimler: Tanrı’nın uzantısı olan düşünemeyen varlıklardır. Bilincimizdeki anlama kabiliyeti her şeyin özünü net olarak kavrayabilir. Duyular da neyin peşinde koşup, koşmamamız gerektiği konusunda düşünen bilince kılavuzluk ederler.” — Bu konuda sizin fikriniz nedir? — Benim kendi anlayışım şudur: İnsan Biyolojik Bilinç, akıl gözü ve Sosyolojik Bilinç sayesinde Kozmik Bilinç ile bir ilişki kurabilmektedir. Bu münasebet bilinç dediğimiz farkındalığı oluşturmaktadır. Fakat farkındalık düzeyinin yükselmesi ve ham evreden çıkıp olgunluğa erişmesi için Kolektif Bilinç’imizi geliştirmemiz gerekir. Bir Tanrı olduğunu kabullenmek, Kozmik Bilinç’imizin gelişmesi için ilk basamaktır. Fakat sahip olduğumuz biyolojik ve ruhsal yeteneklerimizi geliştirmeden edindiğimiz Tanrı anlayışı veya inancı eksik bir kompozisyon çizmektedir. Bunları geliştirdiğimiz oranda daha bütüncül/holistik bir Tanrı anlayışına sahip olabiliriz.

129

130


Bu sınırlı farkındalık ve yetersizliğe rağmen, insanoğlu O’nu hep tanımak ve anlamak isteyecektir. Çünkü insan merak eden, araştıran ve sorgulayan bir yaratıktır. Merakının sonu yoktur. Anlamadığı bir şeyi anladıktan sonra kendisine tekrar yeni problemler arar, bulur ve çözümünü araştırır. Bu özelliğe sahip olması evrim sürecinin kaçınılmaz bir sonucudur. Bu böylece sürüp gidecek ve belki milyarlarca yıl sonra Kolektif Bilinç düzeyi en yüksek noktasına ulaşınca, insanoğlunun Kozmos’taki görevi sona erecek ve o zaman saf enerji konumuna geri dönecektir. Sonuç olarak, “Tanrı dendiği zaman bu sözcük kimin zihninde ve gönlünde neler çağrıştırıyorsa Tanrı odur” gerçeği ile karşı karşıya bulunmaktayız. Fakat bu gerçek izafidir, sübjektiftir ve görenle görülen arasındaki bir ilişkidir. O hâlde Tanrı’nın şekli, konumu, gücü ve yetenekleri üzerinde yapılacak her yorum birer spekülasyon olmaktan ileri gidemeyecek ve Mutlak Gerçek’i yansıtmayacaktır. Aslında Tanrı’yı tarif etme sorunu, en büyük paradoksumuz olan sonsuzluk ve sıfır çelişkisinin bir parçasıdır. Binlerce yıldır bu konuda söylenen ve yazılanlar bizi hâlâ bir çıkış noktasına ulaştıramamıştır. Birkaç kısa örnek verirsem, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır sanıyorum. Meselâ B. Pascal (1623-1662), Tanrı’nın büyüklüğüne karşın insan aklının küçüklüğünü anlatır ve şöyle der: “Tanrı’nın ne varlığı, ne de yokluğu akılla ölçülemez. Matematiksel ifadeyle; Tanrı’nın var olma ihtimali %50, yokluğunun ihtimali de %50’dir. Akıl, bu yolu seçmekle Tanrı inancı üzerine yazı-tura atıp, kumar oynamaktadır. Benim aklım bu zihinsel terazide varlık kefesinin daha ağır geleceği üzerine

bahse giriyor. Daha ağır geliyor, çünkü O’nun varlığına inanmak tamamen irrasyonel (akıldışı) değildir. Eğer Tanrı yoksa, kaybedeceğim şey çok azdır. Ama eğer varsa, kazancım hem bu dünyada hem de diğerinde sonsuz olacaktır. Fakat ruhum böyle bir bahis oyununu tamamen reddediyor. Çünkü, Tanrı’sı ile beraber olan ruhum, O’nu her an hissetmektedir.” Ayrıca, İmmanuel Kant (1724-1804), insanlara özgüven telkin eden bir yaklaşımla söyle der: “Gerçek aydınlanma; insanoğlunun kendi kendini altına soktuğu, olmayan bir dış otoritenin boyunduruğundan kurtarması sayesinde gerçekleşebilir. İnsan; dinsel dogmalardan, tuhaf tuhaf ayinlerden ve dinî otoritelerin empoze ettiği bağlardan kurtulmadan, var olan kendi içsel gücüne güvenme duygusunu geliştiremez. Tanrı; kendi irademizin üzerindeki despot bir varlık değildir. Çünkü Tanrı, kendini irade üstü değil, irade içi bir usulle ifşa etmektedir. Tanrı, evrendeki ve dünyadaki düzenin devamı için mutlaka gereklidir. İnsanlar her zaman Tanrı’ya muhtaçtırlar. Çünkü insan, çok üstün özelliklere sahip olması yanında, son derece gaddar ve yıkıcı bir yapıya da sahiptir. Akıl tek başına bu negatif özelliklere gem vuracak güçte değildir. Aklın limitlerinden daha geniş bir Vâli mutlaka gereklidir. Yıkıcılık, yapıcılıktan daha güçlü değildir ama yıkmak kolay, yapmak zordur. Bu yıkıcı özelliğinin engellenmesi, Tanrı inancının geliştirdiği vicdan sayesinde gerçekleşebilir.” Evet, sanıyorum konu anlaşılmıştır... — Tabiî ki... Fakat bir de Ruh Gözü diye bir terim kullandınız. Bu göz de Kolektif Bilinç’in bir başka parçası mıdır?

131

132


— Yaşamla ölüm arasındaki o en küçük zaman parçasını düşünün. Bir saniye önce vardınız, bir saniye sonra yoksunuz. Peki, ne oluyor da ölüm denen şey gerçekleşiyor? Kalp durduğu için mi, beyin “havlu attığı için” mi, Katil Genler’deki şifreler açıldığı için mi, yoksa ruh bedenden ayrıldığı için mi? İnsan anatomisini ve fizyonomisini iyi bilen doktorlara sorarsanız, size ölümün geldiği o minik salise içinde, vücuttaki biyolojik fonksiyonların sürdüğünü söylerler. O minimum zaman periyodu içinde nabız dursa bile kan dolaşımı hızını kesinceye kadar sürer ama içindeki alyuvarlar ve akyuvarlar hemen ölmez, doku hücrelerinin çoğunda oksijen bitinceye kadar yaşam devam eder ve hatta saçlar ve tırnaklar -milimetrik bile olsa- ölümden sonra uzayabilir. Kaslar bile ölümden sonra 3-4 dakika daha yaşarlar. Peki nedir ölümü getiren değişken? Kişi neden ölür? Dedim ya; bilim, “neden?” sorusunu sormaz, “nasıl?” sorusunun yanıtını arar. “Kişi nasıl ölmüş?” sorusuna otopsi raporlarına bakarsanız, yüzlerce bilimsel sebep bulursunuz. Ama artık bilim de, kendi klasik alanına girmemiş birçok konuda “neden?” sorusunu yavaş yavaş sormaya ve yanıtlar aramaya başladı. Ölüm anına dönersek, o anda vücudun elektrik, enerji ve ısı dengesinde birtakım değişimler görürsünüz. Bunların çoğu vücuttaki binlerce sistemin, elektriği kesilen bir motor gibi yavaşlayarak, durmasından dolayı ortaya çıkar. Fakat o esnada, hastası elinin altında ölen bazı doktorlar, vücuttan anî ısı kaybı yanında başka bir şeyin daha birdenbire

eksildiğini hissettiklerini söylüyorlar. Eksilen bu şeyin vücudu çepeçevre saran bir “Manyetosfer” olduğu üzerinde çok ciddî araştırmalar yapılıyor artık. Budist filozofların “Astral Alan” adını koydukları bu alanın aslında Kirlian fotoğrafçılığı sayesinde resimleri bile çekilmiş durumda. Aura’dan başka, tüm vücudun etrafını kuşatmış bir başka enerji alanının varlığı artık inkâr edilemiyor. Ölüm anında çekilecek bir fotoğraf bize bu konuda büyük ipuçları verecektir fakat bu henüz gerçekleştirilemedi. Çünkü ölen bir hasta üzerinde deney yapmak -etik olarak- yanlış kabul ediliyor. Bu konuyu ciddiye alan bazı bilimsel kuruluşların ABD, Rusya ve İngiltere’deki çalışmaları hâlen sürmektedir. Hatta bunlardan birinde, ölüm anında vücut ağırlığının 21 gram eksildiği bile saptanmış. Bunun sebebinin çıkan ruh olup olmadığı araştırılıyor. — Peki, bedenimizi çepeçevre kuşatan ve Kirlian teknikleri sayesinde fotoğrafı çekilen aura’nın ruhla bir ilgisi var mı acaba? — Bu, pek çok bilim insanının kafasını kurcalayan ve henüz yanıtı bulunamamış bir sorudur. İsterseniz önce bu konudaki bilgilerimizi bir toparlayalım: Canlı hücrelerin kimyasal ve elektriksel niteliklerinin araştıran Alman biyofizikçi Fritz Popp’un hücrelerin zayıf bir ışıldama (glow) yayınladıklarını keşfetmesinden sonra, bu konudaki araştırmalar hızlandı ve bu ışıldamalara biyofoton adı verildi. Rus genetikçiler de genlerin bile aurası olduğunu buldular. Daha sonra da Japon mikrobiyolojiciler hücre çekirdeğindeki DNA’ların bu biyofotonlar sayesinde haberleştikleri teorisini geliştirdiler. Bunun arkasından, vücuttaki trilyonlarca hücrenin yayınladığı biyofotonların her insanın vücudunu çepeçevre saran bir enerji alanı (aura) oluşturduğu

133

134

BİYOENERJİ VE RUH GÖZÜ


ispat edildi ve bu biyoenerji alanının fotoğrafları çekildi. Araştırmaların yoğunlaşması sayesinde, herkesin kafasının çevresinde daha geniş bir biyoalan tespit edildi ve buna da Zihinsel Alan (Mental Field) dendi. Bu buluşu takiben, insan beynindeki 100 milyar sinir hücresinin bu zihinsel alan sayesinde dış dünyayla haberleştiği teorileri geliştirildi. Hatta ancak bu sayede bir farkındalık sahibi olduğu hipotezi öne sürüldü. Felsefecilerin bu tür savları ve hayalleri, bilim adamlarının zihninde yeni sorular doğurunca, tüm beyin hücrelerinin bir entegre enerji alanı içinde hızlı bir haberleşme gerçekleştirdikleri tespit edildi ve bu enerjinin matematiksel değerleri bile hesaplandı (50100 Hertz gibi...). Hatta canlı madde ile cansız madde arasındaki fark olan hayatı oluşturan şeyin bu haberleşmeyi sağlayan canlılık enerjisi olduğu tezi savunuldu. Şimdilik, bilinç dediğimiz farkındalığın böyle bir canlılık enerjisi sayesinde ortaya çıktığı tezinden başka elimizde somut bir veri yok. Öyle anlaşılıyor ki, aklımız dış dünyayı oldukça iyi anlamayı becerebiliyor fakat henüz kendi kendini anlayacak kadar beceri sahibi olamamış. İşte, aura denilen ışıldama -ister canlılık enerjisi deyin, ister biyoenerji deyin, ister ruh deyin, ister iyonize plazma deyin veya isterseniz hücrelerdeki biyokimyasal reaksiyonların ürettiği mekanik enerji deyin, bedenimizi çalıştıran enerjinin dışa vurumudur. Bu enerji alanı -çekilen fotoğraflardaki renklerin değişiminden anlaşıldığı üzere- insanın duygusal hâline göre farklı dalga boyutları kazanmaktadır. Yani, sahip olduğunuz moral auranızı değiştirmektedir.

— Peki bu bilgi bir işe yarar mı? — Yarayabilir... Depresyonların ve bazı ruh hastalıklarının teşhisinde kullanılabilir. Hatta bazı düşünürlere göre, bu alanın büyüklüğü kişinin diğer insanlarla olan duygusal, ruhsal ve telepatik iletişiminde rol oynuyor ve duygudaşlık ve kompati kurmada etkili oluyor. Bu tez kanıtlanırsa ve bazı teknikler geliştirilirse, bir insanın kendi aurasına bakarak ne denli “etkileyici” olabileceğini anlayabilmesi mümkün olabilir. Hatta iç organların auralarına bakılarak, onların sağlıklı çalışıp çalışmadıkları tespit edilebilir. — Bu konuda pek çok önemli bilim adamı araştırma sürdürüyor. Onların bulgularından da biraz söz eder misiniz? — Elbette. Bu araştırmalar hem canlılar hem de cansızlar üzerinde yapılıyor. Örneğin su damlacıklarının da bir aurası olduğu kanıtlanmış durumda. Biyoelektrografi yöntemleri kullanarak ölçümler yapan ve fotoğraflar çeken Rus profösör Konstantin Korotkov’un, eşyaya etki edebildiği doğrulanmış bir medyum olan Allan Chumak ile yaptığı bir deneyden şöyle bir sonuç çıktı: Bu medyumun bir su damlasına 10 dakika trans içinde bakarak etki yüklemesinden sonra, damlanın aurasının 30 kat arttığı gözlendi. Hatta damlanın şekli değişti ve içindeki minarellerin bir kısmı iyonize oldu. Krotkov’a göre; yüksek enerji düzeyli aura demek, yüksek bilinç düzeyi demek! Öyleyse, aura sayesinde insanların farkındalık düzeyini ölçmek mümkün olacak demektir. Vücudumuzun yüzde 70’inin su olduğunu düşünecek olursak, bu su damlacıkları deneyi bize şunu göstermektedir; konsantrasyonumuzu kendi içimize yönelttiğimizde bedenimizde bazı değişiklikler

135

136


yapabiliriz. Yoga ve transandantal meditasyon gibi egzersizlerin veya biyoenerji terapilerinin işe yaramasının nedeni de bence budur. — Efendim, bu bulguları büyük çapta abartan ve saçmalık derecesinde yorumlar yapan bazı sözde medyumlar yüzünden bence yaşla kuru bir arada yanmaktadır. Örneğin geçenlerde okuduğum bir yorum şöyle diyordu: “Atalarımız aurayı görüyor ve ondan yararlanmayı biliyorlardı. Yemeklerden önce sofrada dua edilmesinin esas sebebi şükür değil, içeriği büyük çapta su olan yiyeceklerin aurasının değiştirilerek vücut aurasına uygun hâle getirilmesiydi. İsa’nın başının üstündeki o yuvarlak Haloyu çizen ressamlar bile zihin alanını görüyorlardı. Hindu kadınların alınlarına yapıştırdıkları o kırmızı işaret bile aurayı gören atalarımızın eski bir alışanlığına dayanır. Kendisinden emin olan ve dürüst olduğunu ispat etmek isteyen Hindular, bu işareti aurasına bakılması için bir davetiye olarak kullanırdı. Çünkü aura, kişinin ruhsal ve zihinsel hâlinin aynasıydı.“ Bu kişiler hakkında ne düşünüyorsunuz? — Bu konuda yazan ve söz söyleyenlerin bilimsel bulgular dışına çıkmadan yorum yapmaları daha yerinde olacaktır. Bu sayede belki bazı bilim adamları “saçmalıklarla uğraşıyor” suçlamasından kurtulmuş olarak, daha rahat araştırmalar yapar ve bizlere kendi derinliklerimizi keşfetmede yeni pencereler açarlar. Bilinç veya ruh dediğimiz şeyleri ve etrafımızda bize görünmeden olan biten doğal fenomenleri irdelerken, akıldan çıkarmamamız gereken bir husus var: Gözle görülen fiziksel varlığımız ve diğer varlıklar enerjinin parçacık hâlidir, yani donmuş ve somutlaşmış enerjidir. Fakat tüm evren bunlardan ibaret değildir. Görünmeyen enerjinin de en az

madde kadar türü vardır. Bunlar da enerjinin dalga hâlidir. Daha önce dediğim gibi, bu tür fizikötesi oluşumlara bakarken çıkış noktamız enerji olursa, düşüncelerimizi ve mantık zincirimizi çok daha sağlam bir temel üzerinde geliştirebiliriz. Ben herkesi bu yönde düşünmeye ve enerjinin oktavlarına kanalize olmaya çağırıyorum. Aslında, evrende bizim limitlerimiz dışında paranormal bir fenomen yok. Her şey apaçık ve birbiri ile ilişki içinde, ama bizim bilinç düzeyimiz ve 5 duyumuzun sınırlı algılayışı bazı olayları anlaşılmaz kılıyor. Sonra da bunlara fizikötesi diyoruz. Öyle zannediyorum ki, ruh ve bilinç konusundaki açmazlarımızı 21’inci yüzyılda daha anlaşılır kavramlar üreterek ve yeni buluşlar yaparak büyük ölçüde giderebileceğiz. Bence, Kozmik Bilinç’teki titreşimleri alabilen ve bunları kullanan bir ruhumuz var. Ben buna Ruh Gözü diyorum. Biyolojik Bilinç de bu ruhsal görü sayesinde işlerlik kazanıyor. — Peki, bedenin ölmesi ruhun da ölmesi anlamına geliyor mu? Yani, ölüm insan için bir tür “mutlak bitiş” mi?

137

138

ÖLÜM MUTLAK BİTİŞ Mİ — Bir istatistik oluşturmak için, bu soruyu dünyadaki tüm yetişkinlere sorarsanız, sanıyorum bir çeyreği “evet”, üç çeyreği “hayır” yanıtını verir. “Evet, her şey biter,” diyenler ruhun varlığına inanmayanlar veya yaşamı sadece bedenin canlılığı olarak görenler olacaktır. “Hayır, bitmez,” diyenlerin aklında mutlaka ya dinsel öğretiler vardır, ya ruhsal deneyimler vardır, ya töresel ve taklitçi bir inanç vardır, ya “eserlerim ve


dostlarımla yaşarım” düşüncesinde olanlar vardır ya da ruhun var olması gerektiğine rasyonel düşünce yoluyla ulaşanlar vardır. Ben, kendi duygu, düşünce, sezgi ve deneyimlerimden “ruh olmazsa, olmaz” prensibini çıkarmış biriyim. Yani yeryüzünde ve iç dünyamda süregelen pek çok fenomeni ancak ruhun varlığı ile izah edebiliyorum kendi kendime. Bedenimin biyolojik yapısına baktığımda, bir ömür süresince tonlarca hücrenin öldüğünü ama bedenimin yenilenen hücreler sayesinde yaşadığını görüyorum. Yani beden, canlılığını ölüm anına kadar kaybetmiyor. Bunu sağlayan kaynağın, hücreler değil, adını ruh koyduğumuz bir Kozmik enerji olduğuna inanıyorum. Sorunuza kendi yanıtım şudur: Evet, bedenimi oluşturan hücreler çözülecek ve bir kısmı bakterilere yem olacak veya mikroorganizmalara dönüşecek; bir kısmı toprak, bir kısmı da fosil olacak. Bu, benim vücudum için her şeyin bittiği anlamına gelir. Fakat geride bitmeyen üç unsur kalacak: a— dostlarımın belleğindeki hatıralar, b— yapıtlarım ve eşyalarım, c— ruhum. Anılar ve eserler de birkaç nesil veya yüz yıl sonra çözünüp yok olacaklar. Fakat ruhum asla yok olmayacak. Ruh yaşayan ve yaşatan akıllı enerji ise, Enerjinin Sakınımı Kanunu gereği yok edilemez. Ama başka şekillerde tezahür edebilir. Reenkarnasyon denen hadise de bence budur. Esasen, ruha bir tanım getirmek istiyorsanız, bir başlangıç noktasından hareket etmek zorundasınız. Az önce dediğim gibi, somut bir temel olarak enerjiyi ele aldığımızda işimizin oldukça kolaylaştığını görebiliriz. Enerjinin sıfır ile sonsuz arasında değişen, sayılamayacak kadar frekansı ve dalga boyu vardır. Bizim ulaştığımız bilinç düzeyinin limitleri içinde

bunlardan henüz çok azını keşfedebildik. İleriki yüzyıllarda ruhun dalga boyu ve frekanslarını keşfetmek istiyorsak, araştırmalarımızı enerjinin diğer özellikleri üzerinde yoğunlaştırmalıyız. O zaman aşk, bilinç ya da reenkarnasyon dediğimiz ve nasıl oluştuklarını tam anlayamadığımız kavramlara da belki daha somut yanıtlar bulma olanağımız artar. Ben bütün bu açıklayamadığımız fenomenlerin; algılamakta aciz kaldığımız enerji frekanslarının birer yansıması olduğuna inanmak istiyorum. Bu inanç, bilinmeyenleri saf dışı ederek, daha bilinir ve anlaşılır bir evrende yaşadığım hissine kavuşturuyor beni. Bu sayede; tüm hurafeleri, bütün batıl inançları ve bilimsel temelden yoksun yorumların hepsini bilinçaltıma sokmaksızın daha sağlıklı bir düşünce deryasında yüzdüğüme inanmış oluyorum. — Sizce Reenkarnasyon mümkün mü?

139

140

REENKARNASYON İNANCI BİR YANILGI MI? — Öncelikle şu noktayı iyice açıklığa kavuşturalım: Ruhun varlığına inanmıyorsanız, dönüşümünden de söz etmeye gerek kalmaz. İnanıyorsanız, o zaman kendi kendinize şu soruyu sormalısınız; “Benim bilinçaltımda veya ruhsal derinliklerimde, daha önce bir yaşam sürdüğüme dair hiçbir işaret, kanıt, sezgi veya anı var mı?” Bu konuda okudukları ve/veya duyduklarının etkisinden kurtulup bağımsız düşünebilen ve kendi kendisiyle dürüst herkesin bu soruya “hayır” diyeceğini düşünüyorum. Bazı zorlamalar ve hayal gücü ürünleri ile bu tür iddialarda bulunanlar, aslında insan aklına hakaret etmektedirler. Ulaştığımız bu farkındalık düzeyine rağmen, daha ruh denen şeyin küçük bir somut kanıtını ortaya koyamamışken, aynı


ruhun daha önceki yaşamlarını algılama yetisini geliştirdiğini söyleyenler, sadece havanda su dövmektedirler. Önceki yaşamlarını deneyimlediğini masumca düşünenler ise, kanaatimce bir tür “zihinsel serap” yaşıyorlar. Fakat, bu savlarım reenkarnasyonu yadsıdığım anlamına gelmez. Ben reenkarnasyonun sürekli yaşandığına inanıyorum; ama insan ruhunda bugünkü algılama düzeyimiz itibariyleanlayabileceğimiz bir hafıza türü olmadığına inandığım için, bu bilinç düzeyi ile, bundan önceki yaşamlarımızla bir köprü kurabileceğimize de inanmıyorum. — O hâlde reenkarnasyonun yaşandığı sonucuna nasıl varıyorsunuz? — Beni, bu yeniden doğuşun sürekli yaşandığı neticesine götüren düşünce, Efesli Herakleitos’un (540-480?) “aynı ırmağa iki kez girilmez” saptaması olmuştur. Evrende var olan her şey birkaç dönüşüme mecburdur. Evrenin kendisi bile... Tüm kâinat bir devinim, değişim, dönüşüm ve evrim geçirmektedir. Her şey; ama canlı veya cansız her şey doğuyor, büyüyor ve ölüyor: Dağlar, taşlar, gezegenler, yıldızlar ve hatta evren bile... 15 milyar yıl önce Büyük Patlama ile oluştuğuna inandığım evren, sürekli genişliyor ve büyüyor. Astrofizikçilerin düşüncesine göre de yaklaşık 5 milyar yıl sonra, Büyük Sıkışma’dan sonra ilk başladığı nokta olan Hiçlik’e veya Teklik’e geri dönecek. Sonra da 20 milyar yıllık yeni bir yaşama bir başka patlama ile tekrar başlayacak. Evrenin her nabız atışının 20 milyar yıl sürdüğü tezi, bana içindeki her zerrenin değişmesi ve başkalaşması sayesinde

mümkün olabileceği mantığını dikte ettiriyor. Yani “değişmeyen tek şey, değişimdir.” Bu devinim, dönüşüm ve farklılaşma kanunu yalnızca ma-deden oluşmuş somut evren için geçerli olmasa gerek. Madde donmuş enerjidir. Evrenin yüzde 90’ının donmamış ve görünmeyen enerji olduğu savından yola çıkarsak, ruh dediğimiz o saf enerji türevinin bu kanunun dışında kalması gerektiğini düşünecek bir neden bulamıyorum. Yani, ruhun da sürekli biçim ve nitelik değiştirdiğini kabul ediyorum. Çünkü enerji, potansiyelden kinetiğe, kinetikten potansiyele ve “donmuş”luktan (madde) “çözülmüş”lüğe dönüşür veya ısı, ışık, elektrik gibi diğer biçimlere girer ve maddeye etki ederek, onu değiştirir. Bence, ruh göçü de bu bağlamda gerçekleşmektedir. Ama daha önceki formlarının titreşimlerini hissedecek kadar hassas bir bilinç düzeyine ulaşmadığımız için, önceki yaşamları bilebilmemiz mümkün değildir inancındayım. Düşünen her insan, cansız atomların ve moleküllerin birleşmelerinin, canlı hücrelerin oluşumu için yeterli olmadığını hemen görebilir. Dünyanın en gelişmiş lâboratuvarlarında bu maddeler bir araya getirilerek canlı hücreler üretilmeye çalışılmaktadır. Ama bunu başaran bir tek bilim adamı ‘henüz’ çıkmamıştır. Burada canlılık için bir başka faktöre daha ihtiyaç olduğunu görüyoruz. Biyologlar ve hücre mühendisleri hücrenin nabız atışı kazanabilmesi ve canlanması için bir dış enerjinin eksikliğini saptamışlardır. — Peki bu keşfedemediğimiz enerji türleri, varlıklarını ne şekilde gösteriyorlar? — Öyle hissediyor ve algılıyorum ki, cansız maddeye hayat kazandırıp onu canlı kılan şey, bu tür bir enerji formudur. Bilim buna henüz bir isim

141

142


koyamamış ama ilkçağlardan beri buna herkes “ruh” demiş. Mistikler onu hissettiklerini söylemişler, tüm kutsal kitaplarda bu kavram temel bir olgu olarak yer almış ve hatta Tanrı bile ruhla özdeşleştirilmiş. Ben şuna inanıyorum: Bugün yeryüzünde yaşayan ve sayıları 15-20 milyon olduğu öngörülen canlı türleri, nesilleri tükenmiş canlıların ancak yüzde 1’i kadardır. Demek ki milyarlarca yıldan beri yeryüzünde yüz milyonlarca canlı türü yaşamış ve tükenip, yok olmuş: 50 milyon sene önce nesli tükenen dinozorlar gibi... Biz de, Homo sapiensler olarak, belki binlerce yıl sonra yok olacağız veya yerimizi yarı makine, yarı canlı bir varlığa bırakacağız. Hatta, insan genomunun ve kanatlı hayvanların genetik şifreleri çözülürse, belki de genetik mühendislik sayesinde, kartalın kanadından daha büyük kanatlara sahip uçan insanlar ortaya çıkacak. Bunun gibi, 40-50 bin yıl öncesine dönersek, o zamanki nesillerin bugün bizde bulunmayan birtakım yeteneklere sahip olduklarını düşünebiliriz. Bence, ilk insanlar ruhlarıyla bizlerden daha iç içe bir ortak yaşam sürdürüyorlardı. Bir başka enerji türü de evrendeki her şeyi birbirine bağlayan, iletişim sağlayan ve “online sistemi” gibi çalışan bir tür manyetizma olabilir. Size çarpıcı bir saptamayı aktarmak isterim. Halk arasında ermiş olarak tanımlanan sûfîlerin ilkçağlardan beri söylediklerine bakarsanız, hepsinin adeta ağız birliği etmişçesine aynı kavramları kullandığını ve Hallac veya Yunus gibi “En’el Hakk” dediğini görürsünüz. Peki, aynı veya birbirinden farklı çağlarda, apayrı coğrafyalarda ve farklı toplumlarda yaşamış olan on binlerce insan -aralarında hiçbir iletişim aracı

olmadığı hâlde- nasıl olmuş da ‘aynı şarkı’yı söyleyebilirmiş? Hiç düşündünüz mü?... Kafamızın çevresini kuşatan bir zihinsel alan var. Acaba bu alan niçin var, ne iş görüyor? Bu enerji alanı acaba algılayamadığımız bazı sinyalleri alıp, beyinde bunların işlenmesini mi sağlıyor acaba, yani beyin de bir radar gibi mi çalışıyor? Şöyle bir mantık yürütelim: Madde ve ruhu birbirinden ayıran başlıca özellik eğer etken ve edilgen olma hâlleri ise; ruh aktif, madde ise pasiftir. Yani ruh, bir tür var edici enerjidir. Bu Tanrı değildir; fakat her şeye hayat veren ve biçim kazandırıp görünmesini sağlayan varlıktır. Şekil vermek demek, aynı zamanda bir mekân teşkil etmek demektir. Öyleyse canlı bir organizmanın cansıza dönmesi esnasındaki ilk değişiklik, ruhun mekân değiştirmesidir. Auranın, zihin alanının ve astral alanların ölmüş insanlarda artık görülmemesinin nedeni de bu olmak zorundadır. Esasen, ruhun ne olduğu, nasıl ve nerede biçim ve mekân değiştirdiği bizi makro düzeyde çok da fazla ilgilendirmemelidir. Ruhtan ne anladığımız geçmişte farklıydı, bugün farklı ve ileriki yüzyıllarda çok daha farklı olacaktır. Çünkü göreceli bir kavrama ancak göreceli yanıtlar verebiliriz. Bizi asıl ilgilendiren şey, pratik anlamda ve mikro düzeyde ruhun varlığını ve tezahürlerini tartışmak, ona inanmak veya inanmamak ve de bu sayede tezler, antitezler ve sentezler üreterek düşünce ve felsefe düzeyimizi geliştirmek olmalıdır. Ruhu tartışmak, yaratıcılığımızı geliştireceği için ancak o zaman bir işe yarayabilir. Tarihten beri ruh konusunda bu kadar kafa yorulmasaydı, belki de bugünkü düşünce düzeyini yakalamamış olacaktık.

143

144


Bu tartışmalar ve felsefî görüşler bilimsel araştırmalara vesile olunca, ortaya umulmadık yeni buluşlar çıkacak ve böylece hem bilinç düzeyimizi yükseltecek, hem pratik anlamda işe yarar teknolojiler üretmiş olacağız hem de insan evrimine katkımız olmuş olacak. Sözgelimi, Kirlian tekniği ile auranın fotoğraflarını çekme gayreti gösterilmeseydi ve bu kavram somuta dönüştürülmeseydi, aura okuma teknikleri gelişmeyecek ve biyolojik alanlarımızı oluşturan enerjinin partikül değil, dalga formunda olduğu anlaşılamayacaktı. — Efendim, bunca uzun açıklamadan sonra Kozmik Bilinç demekle neyi kastettiğinizi anladığımı sanıyorum. Teşekkür ederim. Böylece, Üç temel kısma ayırdığınız Kolektif Bilinç’in sonuncu halkasına geldik sanıyorum. Sosyal Bilinç nedir? SOSYAL BİLİNÇ — “Dolly” adı verilen o ünlü koyun klonlandığında, babasının “fotokopisi” olan bir canlı üretilmiş oldu. Aynı şeyi insanlar için yapabilirsek, babasının ikizi olan bir bebek dünyaya gelecek. O çocuğu 15 yaşına kadar bana teslim ederseniz, size dili farklı, dini farklı, zihinsel, duygusal ve psikolojik yapısı farklı, hedefleri farklı ve kişiliği babasınınkinin zıddı olacak bir genç yetiştirebilirim. Hatta, babasından kalıtımsal olarak geçen zekâ ve yeteneklerinin gelişimini de büyük ölçüde engelleyebilir veya geliştirebilirim. Bu iddiama haklı olarak karşı çıkabilirsiniz. Fakat, benim yerime toplumu koyarsanız, o zaman aksini savunamazsınız. Zira, kişiliği şekillendiren baş mühendis, toplumdur. Toplum derken de önce anne ve babayı, sonra yakın akrabaları, daha sonra eğitmenleri, arkadaş çevresini, medyatik kişilikleri, örnek gösterilen

145

şahsiyetleri, etkisi bireye ulaşan tüm insanları ve bunların kültürel yapısını kastediyorum. Kısaca, aile, yakın çevre ve uzak çevre diyebiliriz... Bu üç temel etken, kişilikleri sürekli etkiler, değiştirir ve şekillendirir. Yani, doğuştan gelen ham farkındalığı olgunlaştırır ve bir Sosyal Bilinç’e dönüştürür. Sosyal Bilinç’in özellikleri her ailede ve her sınıfta farklı olduğu gibi, her ülkede de farklıdır. Çünkü bir ülkede yaşayan tüm insanların ortak kültürlerinden oluşmuş olan bir kolektif sosyal bilinç vardır. Kişi o bilinç sayesinde oluşturulmuş eğitim sistemi içine girince ve o eğitimi almış yurttaşlar ile iletişim kurdukça, o ülkenin ortak bilinci ile bilinçlenir. Fakat bu bilinçlenme sürecinde her birey aynı etkiye maruz kalmaz. Zira hem her kişinin eğitimden yararlanma olanağı ve seçeneği farklıdır, hem de Biyolojik Bilinç düzeyi farklıdır. Yani, bireyin bilinçlenmesine olanak tanıyan genetik yapı herkeste farklı olduğu için, Sosyal Bilinçler farklı biçimlerde ortaya çıkar. — Teşekkür ederim. O hâlde, Biyolojik Bilinç veya genetik etkenler kişiliğimizi ne oranda etkiliyor? KİŞİLİK KALITIMSAL MI? — Bu soruyu şu şekilde sorsaydınız daha açıklayıcı olurdu sanıyorum: “Yaşayan 6,5 milyar insandan hiçbirinin kişiliği bir diğeri ile aynı değil. 6,5 milyar insandan hiçbirinin genetik yapısı da bir diğeri ile aynı değil. Bu bir rastlantı mı, yoksa kişiliklerin farklı olmasının nedeni genlerin farklı olması mı?” — Haklısınız. O şekilde sormuş olayım...

146


— Bunun bir tesadüf olmadığını gösteren bilimsel kanıtlar bir hayli fazla. Ben size çarpıcı birkaç örnek vermek istiyorum: Önce beyindeki nörotransmiterler dediğimiz o kimyasal salgılara bakalım. 11. kromozom üzerinde D4DR isimli bir gen var. Fakat bu şifre beyindeki her hücrede açılmıyor. Bu gendeki şifrenin görevi; Dopamin Reseptörü denen bir protein üretmek. Bu protein iki sinir hücresinin birleştiği yer olan Sinaps boşluğundaki küçük bir molekül olan Dopamin adlı nörotransmiter ile birleşmek. Dopamin salgısı, bir sinir hücresinin ucuna bir elektrik sinyali geldiği zaman üretilir. Dopamin karşı hücrenin Dopamin reseptörüne dokununca, o hücre elektrik yükünü boşaltır. Bu yük beynin diğer hücrelere iletmek istediği bir emri ya da bilgiyi içerir. Bu elektriksel sinyaller, şiddetleri oranında az ya da çok miktarda diğer hücrelere iletilirler. Beynin haberleşme ve karar verme mekanizması bu şekilde çalışır. Beyinde bu işte görev alan 50 kadar farklı nörotransmiter üretilir. Bir beyin hücresindeki D4DR geni aktif ise, o hücrenin Dopamin salgısının yaptığı işle ilgili bir gen olduğunu anlarız. Dopaminin birincil görevi beyindeki kan dolaşımını kontrol etmektir. İkincil görevi ise, vücuttaki kasların ve organların aktivitelerini kontrol altında tutmaktır. D4DR geni hiperaktif ya da “tembel” ise ne olur? İşte o zaman sizin mizacınız değişir. Tembel D4DR, az Dopamin ürettirir. O zaman kişi donuk, kararsız ve bezgin bir mizaç sergiler. Dopamin çok fazla salgılanıyorsa, kişi bir işten çabuk sıkılır ve birbiri ardından yeni maceralar aramak ister. Hatta halüsinasyonlar görür. Miktar çok artınca sonuç Şizofreni’ye kadar gider. Bir diğer sonuç da Parkinson hastalığıdır.

Burada bir nüansa değinmek istiyorum: Bu kimyasal mekanizmadaki aksaklık bazen kişiliğe zıt bir etki yapar. Örneğin bezgin mizaçlı insanlar, kuvvetli bir iradeye sahiplerse, D4DR genini stimüle etmek ve Dopamin salgısını çoğaltmak için birtakım maceralara ve riskli davranışlara yeltenebilirler. “Gözü kara” insanların bu tür davranışlar sergilemelerinin bir nedeni bu olabilir. Bir başka salgı olan Seratonin ise, kişinin bir şeye bağımlı olmaya meyilli olmasını sağlar. Birey, aşırı düzenli veya aşırı dikkatli ise bu özelliğinin kalıcı olması Seratonin sayesinde gerçekleşir. Ve hatta kötü alışkanlıkları terk edememe bağımlılığının bile bu nörotransmiter ile ilintili olduğu sanılmaktadır. — Efendim, toparlarsak şöyle mi diyorsunuz? Dopamin ve Seratonin beynin motivasyonunu sağlayan salgılardır. Azlıkları veya çoklukları kişilik gelişiminde büyük rol oynarlar. Genlerin kişiliğimiz üzerindeki etkilerini görmek istiyorsak, diğer nörotransmiterlerin etkilerini alt alta yazarak bir liste yapabiliriz. O zaman sonuç gün gibi kendiliğinden ortaya çıkar: Genler birçok sosyal davranışımızı şekillendirecek etkileri şifrelerinde taşırlar. Ama aynı zamanda da sosyal etkenlerden etkilenecek esnek bir yapıya sahiptirler... — Evet. Ayrıca bunları bilmek ve kabullenmek, bizdeki eksiklik veya fazlalıkları psikolojik telkinlerle, grup terapileri ile veya sosyal bazı aktivitelerle giderme çabalarını da yaratabilir. Bu tür çabaların pek çok sorunu çözdüğü yapılan araştırmalarla zaten kanıtlanmıştır. Yani, genler katı ve dijital birer molekül değil, interaktif ve esnek karakteri olan yapıtaşlarıdırlar. Örneğin Japon çocuklarının son yüzyılda tam 10 cm. uzadığı saptandı. Bunun sebebi hastalıklarla mücadelenin artması, ekonomik

147

148


koşulların düzelmesi ve sosyal koşulların daha uygun olmasıdır diyebiliriz. — Bunca çarpıcı bilgi için çok teşekkür ederim. Genlere geri dönersek; genlerimiz davranışlarımızı etkiliyor ve yönlendiriyor dediniz. Genlerimizle davranışlarımız arasında ne tür bir bağlantı var? SOSYOBİYOLOJİK GENLER — Genlerin davranışlarımızı etkilediği ve hatta bazı genlerin bazı davranışlarımızın direkt nedeni olduğu kesin. Pasifik Som Balıkları’nı örnek verelim: Bu tuhaf balıklar doğdukları nehir yatağından okyanusa doğru yüzerler, yüzerken büyürler ve okyanusa vardıklarında kendilerine birer eş bulup çiftleşirler. Sonra da yumurtalarını doğdukları nehir başına bırakmak için, akan suya karşı yüzerek ve hatta yoldaki 2-3 metrelik şelaleleri bile zıplayıp geçerek doğum yerlerine geri gelirler. Yumurtalarını bıraktıktan sonra da ölürler. Ve böylece yumurtalardan çıkan yavrular da aynı şeyi tekrarlarlar. Bu milyonlarca yıldır devam edip gidiyor. Som balıklarının bu garip davranışı tamamen genetiktir; çünkü onlara bu yaşama şeklini öğretecek anne veya babalarını asla görmezler. Bu içgüdüsel davranışı yaptıran bilgi onların DNA’larına, yani genetik hafızalarına kayıtlıdır. Genlerin keşfine kadar, bu tür otomatik davranışlara bilim adamları içgüdü adını koymuşlardı. Ama artık içgüdü denen ve davranışlarımızı belirleyen şeyin genetik bilgilerin dışa yansıması olduğu apaçık. Peki, insan olarak bizim içgüdülerimiz neler yaptırıyor bize?

149

20. yüzyılın önde giden dilbilimci filozofu olarak kabul edilen N. Chomsky’ye kulak verirseniz, bizim de ilginç içgüdülerimiz olduğuna kesinkes kanaat getirirsiniz. Chomsky’ye göre, bizdeki en önemli içgüdülerden biri dilsel (lengüistik) içgüdüdür. Bu içgüdü, konuşmaya hazır hâle gelmiş olan çocuklarda ânîden açılan bir genetik şifre sayesinde kendini gösterir. Çocuklar ana dillerini öğrenirken, önce duyma, sonra anlama ve sonra da taklitle konuşma yolunu izlerler. Fakat bir gün, ansızın cümle kurmaya, soru ekleri kullanmaya ve daha önce hiç duymadıkları cümle kalıplarını kullanmaya başlarlar. İşte bu anî gelişme, bir-iki yıllık bir duyma ve anlama sürecinin eseri gibi görünse de, aslında kendisini açılmaya zorlayan dış koşulların oluştuğunu sezinleyen bir/kaç dil yeteneği geninin açılması sayesinde gerçekleşmiştir. Bu sezgiyi oluşturan dış koşullar içinde, ağız ve gırtlak kaslarının gelişimi, ses tellerinin elastikiyet kazanmaları ve bellekte yeterince kelime hazinesinin oluşması vardır. Bu durumun genetik olduğunu şöyle bir örnekle de izah etmek mümkün: Bir insanın yılandan korkması içgüdüsel bir davranıştır. Ama bu güdüyü yaratan genin açılması için, yılanın zehirli olduğu bilgisinin de çocuğun hafızasına yerleşmesi gerekir. Bir çocuğa yılandan kokmayı mı daha çabuk öğretirsiniz, yoksa bir çiçekten korkmayı mı? Düşündüğünüzde yanıt kendiliğinden ortaya çıkıyor, değil mi? Ayrıca, dil yeteneği yüksek kişilerin anne ve babalarının da “söz mimarları” oldukları saptanmış bir gerçektir. Yine aynı şekilde, konuşma bozukluğu olan ana-babaların çocuklarında da dil yeteneğinin zayıf olduğu saptanmıştır. Burada genlerin etkin rolünü rahatlıkla görmek mümkündür.

150


— Genlerin davranışlarımızı etkilediği saptamasını biraz daha ileri götürebilir miyiz?... 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da ortaya çıkan ve son yıllarda Türkiye’de de artan feminist düşünce ve davranışlarda veya boşanmaların artması gibi sosyal değişimlerde genlerin rolü olabilir mi?

— Bence rolü var... Bakınız, 23’üncü kromozom olan cinsiyet kromozomu anneden gelen Xkromozomu ile babadan gelen Y-kromozomu çiftinden oluşmuştur. “X” sekizinci en büyük kromozomdur. Bunun aksine, “Y” 46 kromozomun en küçüğüdür. “X ve Y”, çocuğun erkek ya da dişi olacağını belirler; fakat bunlar anneden gelen “X veya Y” değil, babadan gelenlerdir. Yani yumurtayı dölleyen spermanın içinde X-kromozomu varsa (ki spermalar yumurtalar gibi sadece 23 tek kromozom taşırlar), çocuk kız olur, Y-kromozomu varsa, çocuk erkek olur. Çünkü çocuğun adaleli ve erkek üreme organı taşımasını sağlayan genler Y-kromozomu üzerindedir. Anneden gelen yumurtada ise sadece Xkromozomu vardır; ama bu “X” cinsiyet tayininde hiçbir rol oynamaz. Bu yüzden de ilk bakışta çocuğun kız veya erkek olma ihtimalinin yüzde 50 olduğu görülür. Fakat bu oran aslında % 49 — % 51 olarak gerçekleşir. Çünkü X-kromozomu büyük ve ağır olduğundan yumurtaya ulaşmak için rahim iç duvarında yol alırken, hafif kromozom taşıyan “Y” yüklü spermaların gerisinde kalır. Böylece, yumurtanın, Ykromozomu taşıyan bir sperma tarafından döllenmesi ve çocuğun erkek olması yüzde 2’lik bir fark gösterir. Doğa, bunu da gayet “güzel” ayarlamıştır: Erkeklerin

ömrü, kadınlarınkinden yüzde 2 oranında daha kısadır. İşte size Doğanın eşitlik anlayışı... — O zaman çocuğu kız oldu diye eşine kızan erkeklerin aslında kendi kendilerini suçlamaları gerekir, değil mi? — Kesinlikle haklısınız. Ama çocuğun cinsiyetini spermanın tayin ettiğini bilen kaç kişi var ki!... Bu arada, medyada ve halk arasında yanlış bir algılama yüzünden tartışılan “kadınlar evrimini tamamlamış” görüşünün genetik gerçeklerle alâkası olmadığını da belirtmek gerekir. — Peki, artan boşanmaların veya aile geçimsizliklerinin sebebini de bu kromozomlarda mı arayacağız? — İşin sırrı yine X ve Y-kromozomlarında saklı. Bu iki komşu kromozom sürekli bir “savaş” hâlindedirler. Mücadele, Antagonist veya Hasım Genler adı verilen, birbirinden yararlı bazı genleri “kaçırmak” isteyen genler arasındadır. X-kromozomunun “Y”den çok daha büyük olmasının nedeni de, işte bu savaşın bir sonucudur: “X”, belli ki “Y”den çok sayıda gen çalmış, o yüzden de “Y” cılız bırakılmıştır. Örneğin bazı hayvanlarda Y-kromozomu üzerinde görülen ve besinlerle alınan kalsiyumu boynuz yapmada kullanan genin aynısı insanlarda da vardır. Fakat “Y”deki bu kalsiyum genini, kalsiyumu anne sütü yapmada kullanmak için X-kromozomu kendi bünyesine almıştır; yani “Y”den çalmıştır. Bir başka ilginç örnek de Y-kromozomu üzerinde bulunan SRY genidir. Bu, embriyonu erkeğe dönüştüren ve erkek beynindeki pek çok hormonun üretilmesini sağlayan son derece etkin, güçlü ve önemli bir gendir. Örneğin, Testestron hormonu bu genin eseridir ve cinsel arzu yaratmadan tutun da, erkeklerin kadınlardan daha sportif olmalarını

151

152

FEMİNİZM GENETİK Mİ


sağlamaya kadar pek çok işe yarar. Bu genin son 200 bin yıldan beri hiç değişmeden bu özelliğini koruduğu fosil araştırmalarından ortaya çıkmıştır. Ayrıca, “X ve Y”nin birbirine gen kaptırmadan kendilerini emniyette hissetmelerini sağlayan genin de SRY olduğu hakkında önemli ipuçları vardır. Diyelim ki Y-kromozomu modern çağda erkeklerin çok işine yarayacak yeni bir gen oluşturmak istiyor. Fakat bu gen, kadınlar için sakıcalar doğurabilir. Meselâ, olimpiyatlarda dünya rekorlarının kırılması gittikçe zorlaştığı için daha güçlü ve daha dayanıklı kaslara ve elastiki eklemlere sahip olmak isteyen erkeklerin Y-kromozomundaki kas genleri, kadınların X-kromozomuna geçerse; bu durum alınan protein ve minerallerin çocuk yapma ve büyütme yerine, kas yapımına harcanacağı için bebeğin sağlığı bakımından sakıncalıdır. Fakat bu evrim mantığına rağmen, X ve Y-kromozomları bu statükoyu koruma yolunu seçmiştir. Bu korumacılığı da yukarıda sözünü ettiğim SRY genini bünyelerine adapte ederek sağlamıştır. Sirke sinekleri ve tavus kuşları üzerinde yıllardır yapılan çalışmalar bize şunu göstermiştir: Bu genler sperm ve yumurtanın birleşmesinden sonra karşı cinsiyet kromozomuna geçemese bile, başka bir yolla geçmeyi denemektedir. Sperm sıvısı içinde de yine bu genlerin ürettiği bazı proteinler var. Bunlar karşı cinsin kanına karışıyor ve kromozom yapılarını bozmak için uğraşırken, onları taciz etmeye başlıyor. Bu da dişilerde erkeklere karşı bir reaksiyon doğmasına neden oluyor. Örneğin erkek tavus kuşlarının kuyruk ve kanat yelpazelerini bu kadar büyütmelerinin nedeni zannedildiği gibi dişinin ilgisini çekmek ve beğenisini kazanmak için değil, dişi bu genler yüzünden gittikçe daha kaçak ve ilgisiz davrandığı içindir. Dişi bu reaksiyonları gösterdikçe

ve erkeğin seksüel cazibesine kayıtsız kaldıkça, erkek ona yaklaşmak için görüntüsünü daha da güzelleştirmeyi denemektedir. — Bu cinsel tacizi ve karşı reaksiyonu kadınların genleri de gösteriyor mu demek istiyorsunuz? — Bu konudaki çalışmalar henüz tamamlanmadı; fakat elde edilen verilere bakılırsa, bizim SRY genlerimiz de benzer bir reaksiyon doğurmaktadır. Daha önce de söylediğim gibi, davranışlarımız hayvanlarınkinden farklı ama hayvanlarla ortaklaşa kullandığımız pek çok gen var. Şempanzelerin genomunun yüzde 97’si bizimkilerle aynıdır. İneğin alyuvarları bizimkilerle % 100 benzerlik taşıyor vs. Ve bu genlerin işlevleri de aynı olduğu için, ister istemez hayvanlardaki ve hatta bazı bitkilerdeki içgüdüleri bizler de yaşıyoruz. Feminist hareketin ortaya çıkışından tutun da, özellikle Avrupa’da boşanma yüzdelerinin 60’lara çıkmasını salt kadının ekonomik özgürlüğüne bağlayanlar, galiba bu genetik tacizden haberdar değiller. Aslında, kültürel ve ekonomik özgürlük arttıkça, cinsel özgürlük de birlikte artıyor. Cinsler arasındaki cinsel ilişkiler ne kadar sıksa, bu genlerin cinsel antagonizmi o denli gelişiyor. Ve dişiler erkeklere o denli reaksiyoner olmaya başlıyorlar. Dikkat ederseniz, kadın-erkek husumeti cinsel özgürlüğünü doyasıya yaşayan sınıflar arasında daha çok ortaya çıkıyor. Bu fenomeni salt genler arası savaşa bağlamak da doğru değil elbet. Çünkü değişen ve gelişen dünyadaki sosyal, çevresel ve kültürel faktörler de rol oynuyor bu husumette. Feminizmi erkek ve kadın arasındaki düşmanlık biçiminde yorumlayan ve anlayan yazar ve çizerlerden tutun da, televizyonlardaki görüntü ve tartışmalara kadar pek

153

154


çok çevre faktörü bu reaksiyonları olumsuz yönde körüklüyor. Ama genlerin de davranışlarımızı değiştirmede ne denli etken olduklarını anlatmak için verdim bu örneği. Benim buradan çıkardığım esas sonuç; genlerin cansız ve dijital birer molekül olmadıkları, aksine bir sihirbaz gibi durmadan bizi sürprizden sürprize sürükleyen etkin, güçlü ve yaşam denen şeyin bilgisini ve sırrını taşıyan akıllı birer biyolojik bilgisayar olduklarıdır. Bu cansız moleküllerin, örneğin tohum satan dükkanlardan aldığınız 100 gram kuru maydanoz tohumunda olduğu gibi, ânîden canlanıp emirler göndermeye ve protein üretmeye başlaması ise başlı başına bir mucizedir. Ben bu atomlardan oluşmuş kuru genlerin gerekli nem ve ısı ortamı sağlanınca ansızın canlanmalarını, her şeye hayat veren ve her yerde hazır ve nazır olan o total kozmik enerjinin ve Kolektif Bilinç’in büyüsüne bağlamaktan alamıyorum kendimi. — Dikkatimi çekti... Feminizm bahsine kadar, cinsiyet kromozomlarındaki genler dışında, genlerin yaptığı işlerden sözederken, erkek-dişi veya ırk ayrımı hiç yapmadınız. Ama kadın ve erkek arasında cinsiyet farkları dışında da bazı önemli farklar var. Bunlar hangi genlerin marifeti sonucunda oluşuyor acaba? Veya sebep genetik değilse, nedir? — Bir örnek verebilir misiniz? — Örneğin kadınlarda -erkeklerle kıyasladığımızda- yön duygusunun daha zayıf olmasının sebebi... KADINLARDA YÖN DUYGUSU NEDEN ZAYIF — Soruyu şöyle sorsaydınız daha kapsamlı ve anlaşılır olurdu: Kadınların yön duygusunun

155

erkeklerinkinden daha zayıf olmasının sebebi genetik midir, sosyolojik midir, yoksa ikisi de mi? — Tamam, sizinki gibi sorduğumu kabul edin lütfen. — Güzel... Yanıtı basit... İnsanlığın ilk çağlarında sosyolojikti, daha sonraları genetik oldu... — Tam anlayamadım, biraz açar mısınız? — Canım elbette açacağım, ama biraz nefeslenince hemen sabırsızlanmayın lütfen. — Özür dilerim. — Zararı yok... Şimdi söyleyin bana: İnsanlar ilk çağlarda klanlar hâlinde yaşarken, sizce erkekler mi yaşadıkları mağaraların daha sık dışına çıkıyordu, kadınlar mı? Veya soruyu sizin için daha da kolaylaştırayım: Hangisi avlanmak ve meyve toplamak için evden uzaklaştı, hangisi evde kalıp eve ve çocuklara bekçilik yaptı? — Herhâlde kadın evde kalmış, erkek avlanmaya çıkmıştır. — Doğru, çünkü her tarafta vahşî hayvanların kol gezdiği bir dünyada beden ve kas gücü daha fazla olan evin erkeğinin gidip yiyecek temin etmesi daha uygun bir davranıştı. Peki, avlanmaya çıkan erkek, balta girmemiş ormanlarda veya tepelerin arkasındaki tanımadığı bölgelerde dolaşırken ve arada sırada karanlık çökünceye kadar oralarda av peşinde koşarken, geldiği yolu veya yönü bulmak için zamanla bazı yöntemler geliştirmiş midir acaba? Elbette geliştirmiştir dediğinizi duyuyorum. Peki, ancak evin giriş kapısını gözden kaçırmayacak kadar veya evden gelen sesleri duyabilecek kadar evden 10-15 metre uzaklaşmış olan kadın, eve geri dönüş hususunda herhangi bir yetenek veya yol işaretleme sistemi geliştirmeye gerek duymuş mudur dersin? — Yoo, duymamıştır mutlaka...

156


— Doğru... Peki, bu sosyal davranış binlerce yıl devam ederse, bu bilgi zamanla şifrelenip genlere işlenir mi dersin? — Efendim bu sizin alanınız, beni yalan-yanlış bir yorum yapmaya zorlamayın lütfen. — Tebrik ederim, gerçek bir bilim ve erdem insanı kadar doğru davrandınız; bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamak gerekir. — Teşekkür ederim, beni onurlandırdınız. — Rica ederim. Gelelim buradan çıkaracağımız sonuca... Tüm canlılarda soyu devam ettirmeye yarayan çok faydalı bilgiler zamanla şifrelenerek DNA molekülüne birer gen olarak yerleştirilir. Bunun gibi, insanlarda da yaşamı ve üremeyi sağlıklı şekilde devam ettirecek -özellikle de sosyal veya kültürel deneyimler sonucu elde edilmiş olan- çok yararlı bilgiler, MEME denen bilgi deposu genlerine dönüştürülür. O hâlde, ilk çağlarda erkeklerin geliştirdiği yön bulma teknikleri gibi çok önemli yaşamsal bir yetenek; çocuk doğurup, yemek yaptığı için evde oturan kadınların genlerine değil, elbette ki erkeklerin genlerine kaydolacaktır. İşte sorunuzun yanıtı... — Efendim çok teşekkür ederim bu enteresan saptama için. Demek, insan sosyal ve biyolojik bir varlıktır tanımı çok yerinde bir anlatım... Peki, Sosyal Bilinç bağlamında düşünürsek;, tarihe ve günümüze baktığımızda, bir veya birkaç insanın koskoca bir ulusu “rezil veya vezir” edebilmiş olduğuna tanık oluyoruz. Aynı şekilde, toplum da kişileri en yüksek mertebelere kadar yüceltebiliyor veya bir “canavar” yapabiliyor. Bu toplumsal olgunun en uç iki örneği Atatürk ve Hitler’dir. Toplum-birey ilişkisinin kişilikler üzerindeki etkisi nasıl oluyor da bu denli yüksek dozlara çıkabiliyor?

157

İNSAN VE TOPLUM İLİŞKİSİ — Yanıtı çok basit... Bireyin yaşı ilerledikçe, toplumsal etkiler giderek güç kaybeder. Kişilik iyice oturmuş, büyüleyici özellik kazanmış, üstün beceri ve bilgi birikimleri ile donanmış ve bütün bunlar liderlik kabiliyeti sayesinde yücelme güdüsü edinmişse, o zaman sular tersine akar ve bu kez birey toplumu yönlendirmeye başlar. Milyonlarca, hatta milyarlarca insanın kaderini değiştirebilir. Bunun neticesi olumlu olursa, kişi kahraman, olumsuz olursa vatan haini vs. ilân edilir. — Bir de mizaç dediğimiz kişilik özelliği var. Mizaç nedir? — İsterseniz önce şahsiyeti tarif edelim... Dikkat buyurunuz; kişilik demiyorum; çünkü şahsiyet ve mizaç (huy) birlikte kişiliği oluştururlar. Şahsiyet: Bir insanı öteki insanlardan ayıran ruhsal, duygusal, düşünsel ve davranış özellikleri sayesinde ortaya çıkan ve sadece o kişiye özgü olan bir yapısal özelliktir. Tutarlı, sorumlu, ikiyüzlü, silik, esnek vs. gibi... Mizaç: Kişinin duygu, düşünce ve davranışlarını etkileyen ruhsal tutumlar sayesinde ortaya çıkan bir yaradılış özelliğidir. Şen, mızmız, sakin, aceleci, telâşlı vb. Dikkat ederseniz, bu tanımlara göre, “Şen şakrak bir kişiliği var” ifadesi yanlıştır: “Şen şakrak bir mizacı var,” demek gerekir. Toplum, kişilik ve mizaçları kendi kültürel ve inanç değerleri çerçevesinde olumlu ve olumsuz olarak kategorize eder ve onlara birer değer yükleyip, basamaklandırır. Böylece hem üst basamaklarda yer alan kişilikler saygı ve övgü görür, hem de onlar örnek alındığı için birer mihenk taşı ve ölçü olurlar.

158


Alt basamaklardakiler ise tersi bir reaksiyona maruz kalır ve dışlanırlar. Böylece, toplum da kişiyi “rezil veya vezir” etmiş olur. — Ve sonra da “rezil olanlar vezirliğe terfi etmek için türlü yöntemler geliştirirler.” Bu sözünüzü bir makalenizde okumuştum. Bu yöntemleri de biraz açar mısınız? — “Saygı verilmez, kazanılır” diye bir söz var. Bu sav her zaman geçerli değildir. Saygınlığı kazanma yetisi, erdemi ve gücü ile donanmamış kişiler ya da bunlara sahip olma olanağını edinememiş bireyler, alt basamaklarda bulunmaktan ötürü birtakım aşağılık komplekslerine girerler. Bu kompleksleri yüzünden de kafalarında gezmeye başlayan “tilkiler,” onlara saygınlık yükleyecek envai çeşit yöntemler geliştirme enerjisi kazandırır. Bu enerji, kendini umulmadık şekillere sokarak açığa vurur. İnsanlar vardır: Başkalarını oldukları gibi kabul etmeyi asla başaramazlar. Onların başarıları karşısında huzursuzluk duyar ve kendilerini önemsiz görürler. Önem kazanmak için onları başarısız göstermeye ve değerden düşürmeye çalışır ve olmadık komplolara başvururlar. Bunun yanında, kendilerinden daha yetersiz kimselere karşı sert ve egemen olmaya çalışırlar. Bunu da, ya güç gösterisi ya da koruyuculuk rolüne girerek yaparlar. İnsanlar vardır: Sürekli yetersizlik ve önemsizliklerini düşünerek, kendi kendileri ile uğraşır ve toplumdan uzak kalmayı yeğlerler. Eleştiriden son derece rahatsız olurlar. Karşı eleştirilerinde hırçın, kırıcı, saldırgan ve aşırı duygusal davranırlar. İnsanlar vardır: Savunma mekanizmalarını peş peşe çalıştırır ve komplekslerini yalanlarla giderip, yücelmek arzusu duyarlar. Mantığa bürünür, rol yapar veya maskeler takarlar.

159

Yani insanlar oldukları gibi görünemez, fakat göründükleri gibi olmaya çalışırlar. — Düşündüm de; “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” sözünde bir yanlışlık var gibi. O yanlışlığa mı değiniyorsunuz? OLDUĞUN GİBİ GÖRÜNME, GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OLMA — Bu nüansı yakaladığınıza sevindim. Evet, yüzyıllardır düşünmeden ve yanlış bağlamda kullandığımız bu özdeyişin aslı; “olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol”dur. Fakat bakalım olduğumuz gibi görünmemiz mümkün müdür? Evet ve büyük bir hayır… Hayır; çünkü hiç kimse olduğu gibi görünemez. Sadece beğenilme içgüdüsü veya bazı kompleksler bile buna hemen engel olur. Zira herkesin yalnızca kendine ait, derin ve “çok gizli” sırları vardır. Bunları açığa vuramaz ve mezara kadar da vuramayacaktır. Hepimizin sevdaları, tutkuları ve nefretleri var. Bunları alenen ortaya dökersek, hem kendimiz hem de bir/kaç kişi rahatsız olabilir, üzülebilir, bunalıma girebilir ve hatta pek çok taş yerinden oynayıp bir deprem etkisi yaratabilir. Hepimizin zaafları, tembellikleri, eksiklikleri, bilgisizlikleri, huysuzlukları, israf ettiği zamanları, yaşamını etkilemiş büyük hataları, pişmanlıkları ve kırdığı kalplerdeki cinayetleri var. Bunları ifşa edemeyiz. Hepimizin yaparken suçluluk duyduğu, vicdan azabı çektiği ve fakat yapmaktan vazgeçemediği alışkanlıkları var. Bunları afişe edemeyiz.

160


Hepimizin yakın çevrede ve toplumda kendimizi kabul ettirdiğimiz maskeli bir yerimiz var. Bunu kaybetmek ve rüzgârın önünde sürüklenen kuru bir yaprak olmak istemeyiz. Hepimizin çok, daha çok, pek çok iltifata, beğeniye, övgüye ve bazen de tapılmaya ihtiyacımız var. Bunlara ayna tutamayız. Hepimizin farklı farklı inançları var. İnanç dünyasına dair şüpheleri, çelişkileri ve kendi kendimize bile itiraf edemediğimiz büyük inkârları ve günahları var. Bunları her zaman ve her yerde itiraf edemeyiz. Hepimizin aldattığı insanlar, söylediği yalanlar ve çektiği kopyalar var. Bunları beyan edemeyiz. Hepimizin dağıttığı maddî, manevî, fiziksel ve duygusal rüşvetler var. Bunları ihbar edemeyiz. Hepimizin aşağıladığı, kovduğu ve hayatından çıkardığı kişiler var. Bunları birer “insanlık suçu” kabul edip, kendimizi yargılatamayız. Hepimizin ana-babamıza, eşimize, üstümüzdeki otoriteye ve devlete karşı eleştirilerimiz ve hatta isyanlarımız var. Bunları açık açık söyleyemeyiz. Hepimizin daha zengin olma, daha refah ve daha sorunsuz yaşama ve daha güçlü olma arzuları var. Bu uğurda hepimizin basamak yaptığı ve kullandığı kişi ve kurumlar var. Onları incitmek, küstürmek ve basamaksız kalmak istemeyiz. Hepimizin gizlice ve yavaş yavaş yürüttüğü samanaltı plânları ve fantezileri var. Bunları ilân edemeyiz. Aslında, toplumsal kurallara ve “ayıp, günah, yasak” üçlüsüne boyun eğmek, onlara karşı gelmek veya onları değiştirmekten daha kolaydır. Bunun sıkıntısını hepimiz sürekli yaşarız. Fakat bunları

problem etmemek için de türlü türlü yöntemler geliştirir veya maskeler takarız. Bunun bir nedeni de ruhsal yapımızın ve iç derinliklerimizin farkında olmayışımızdır, bence. O derinliklerimizdeki hazinenin varlığını ve değerini bilemeyişimizdir. O, özgürce akıp boşalmak, tekrar dolmak, devinmek, tazelenmek isteyen öz yapımızı hep frenleyişimizdir maskelerimizle. İşte bakın maskelerimiz nasıl da düşüyor iç dünyamızı aynaya tutma cesareti gösterince. Acaba içimizdeki “kilitli odaları” mercek altına yatırıp gördüklerimizi anlatabilseydik neler olurdu? Tamamen şeffaf hâle geleceğimiz için -bir sevgili dostumun dediği gibi- sadece “ışık” olurduk o zaman. Ve işte ancak o zaman olduğumuz gibi görünebilirdik. Bir ışık olmayı hangimiz becerebildik ki şimdiye dek? Tam tersine, ışığımızı ve sıcaklığımızı engelleyen yüzlerce, binlerce maske taktık ve bu yüzden kendi kendimizi engelleyip, donuklaştık. Tüm zamanımızı dış dünyaya ayırdığımız için de kendimizi dinleyecek, içsel derinliklerimizde gezinecek zamanı bulamadık ve o eşsiz yeteneklerimizi geliştiremeden körleştirdik. Işık olmak belki asla mümkün olmayacak; fakat en azından daha şeffaf, daha maskesiz, daha özgün ve daha içten olabiliriz, değil mi? O maskelerin ezici ağırlığının kalktığını hissedince ne kadar özgürleştiğimizi fark edeceğiz. Bu özgürlük içinde, hepimiz eşsiz bireyler olduğumuzu anlayacağız. Bu eşsizlik de bize ve çevremize çok şey kazandıracak, çok şeyi değiştirecek ve çok daha mutlu, dingin ve yaratıcı olmamızı sağlayacaktır. Unutmayalım, az ve eşsiz olan her şey daha değerlidir! Oysa, aynı maskeler altında hepimiz birbirimize benziyor ve 6,5 milyar insandan sadece birisi olup gidiyoruz.

161

162


“Sizin değerinizi başkaları ölçemez. Değerlisiniz, çünkü öyle olduğunuzu düşünüyorsunuz. Kendi değerinizi başkalarının terazisine bıraktığınız an, o artık sizin değeriniz değil, onların değeridir,” diyen düşünür ne kadar da haklı, değil mi? Öyleyse, netice şu olmak zorunda: İnsanın evrimi son noktasına ulaşıncaya kadar birer ışık olmayı beceremeyeceğimiz için, olduğumuz gibi görünmemiz mümkün olmayacaktır. Ama bir sürü maskemizden kurtulmamız mümkündür. Ayrıca dış dünyaya yansıttığımız görüntülerle uğraşacağımıza, iç dünyamıza daha çok zaman ve enerji ayıracağımız için “karanlık odalar”ımızdaki hazineleri keşfedebilir, ruhî zenginliğe kavuşabiliriz. Bu zenginlik -paranın getirdiği özgürlük ve bağımsızlık gibi- bize daha hür bir içyapı ve dış dünya sağlayacaktır. Bu hürriyet içinde daha yaratıcı, daha dingin, daha mutlu ve daha sevgi dolu birer birey olduğumuzu yaşayarak göreceğiz. Ve Sosyal Bilinç’e sahip insan olmanın gereğini daha fazla yerine getirmiş olacağız. İkinci soru şu: Göründüğümüz gibi olmalı mıyız? Kendi kendimize bir dış görüntü vermişsek; bu, ya daha iyi, daha güzel, daha sıcak, daha şık, daha kültürlü, daha çağdaş, daha etkileyici görünmek ihtiyacı yüzündendir ya da bazı komplekslerimiz öyle istediği içindir. Diyelim ki makyaj ve şık giyinme artık birer gereksinimdir ve ayrıca kişinin kendi kendini daha iyi hissetmesine yardımcı olduğu için de yararlıdır; ama içinden gelmediği hâlde birine övgüler yağdırmak, dalkavukluk edip “köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı” demek ve zihinsel, sosyal ve ekonomik düzeyini olduğundan yüksek göstermeye çalışmak gibi ikiyüzlülükler kalın birer maske değil de nedir?

Böylesi maskeler takarak, dışa yansıttığımız görünümü benimser ve göründüğümüz gibi olursak iyi mi etmiş oluruz acaba? Bu durumda, doğal yapımızı zorladığımız ve iç dünyamızda bir “çift kişilik” geliştirdiğimiz için kendimize büyük haksızlık etmiş ve özsaygımızı kaybetmiş olmaz mıyız? Bu durum bizde, “iç savaşlar” yüzünden huzursuz bir ruh yapısı oluşturmaz mı? Taklit bir kişilikle geçen bir ömrün ürettiği her şey taklit olmaz mı? Olur elbet ve oluyor da… Ben, süregiden bu hazin tablonun en büyük nedenini bu maskelere ve özbenliğimize yabancılaşmaya bağlıyor ve şöyle diyorum: Özgün olmaya çalışmalıyız. Özgün olmak demek: Doğuştan gelen ruhsal yeteneklerimizi bulup çıkarmak, işlemek, geliştirmek ve mizacımızı maskeler yüzünden baskı altında tutmadan, içsel dünyamızla iç içe bir yaşam sürmemiz demektir. Onu bunu taklit ederek geldiğimiz seviye gözler önünde… Taktığımız maskelerle oynadığımız oyunlar yaşamın hangi gerçeğini yansıttı ki mutlak gerçeklerin içeriğini öğrenmiş olalım? Yapay ve kompleksli kişiliklerle ne denli özgür davranabildik, ne denli özgüven elde edebildik, ne tür başarılara imza atabildik? Müzelerdeki eserler neden bizde bir hayranlık oluşturur, bilir misiniz? Hayranlığımızın asıl nedeni onca yüzyıl önce, bunca güzel şeylerin yapılmış olması değildir aslında. Esas sebep; o eşyaların, tabloların, heykellerin ve yapıtların; kendi iç hazinelerinden ve ruhsal kaynaklarından aldıkları özgün ilhamı ve sonrasında oluşan yepyeni fikri kullanan insanlar tarafından yapılmış olmasıdır. Onlar otantiktirler... Şimdi gidip bakın modern sanat galerilerine: İlhamlarını okuyamadıkları için daha önce yapılmış

163

164


olanların şurasını burasını değiştirerek bir eser ortaya çıkardığını zanneden sözde ressamların tabloları ile doludur birçoğu. Burada yeri gelmişken zihinlerde oluşacak bir yanlış anlamayı da engellemeye çalışalım: Doğal davranmak veya özgün olmak demek; içgüdülerin ve duyguların istediği şekilde “paldır küldür” davranışlar sergilemek demek değildir. Davranışlar mutlaka çevreyi ve toplumu rahatsız etmeyecek tarzda ve başkasının özgürlüğünü engellemeyecek limitler içinde olmalıdır. Esas orijinallik; maskesiz, taklit etmeden, içsel sesleri ve ilhamları iyi tercüme ederek; daha önce söylenmemiş sözü, yazılmamış yazıyı, çizilmemiş resmi, bestelenmemiş müziği, oynanmamış oyunu, yapılmamış heykeli, denenmemiş mimariyi, kurulmamış kurguyu ve sergilenmemiş yaratıcılık örneklerini üretmektir. Sonuç olarak şöyle bitireceğim: Yüzyıllardır sorgulamadan kullandığımız pek çok özdeyişi biraz deştiğimizde onların anlamsızlığını ve bireylerde yarattığı tahribatı ve yanlış yönlendirmeyi hemen fark edebiliyoruz. O hâlde şöyle diyelim: Olduğumuz gibi görünemeyiz, göründüğümüz gibi olmamalıyız. — Efendim, bunları öylesine derin bir trans içinde söylediniz ki sözünüzü kesmek istemeden zevkle dinledim. Bir de onur, erdem, ahlâk, etik, ilke, namus gibi edinmiş olduğumuz bir dizi kavram var. Siz bunların gerek ve şart olduğunu söylüyorsunuz. Fakat öte yandan da, “beynin ürettiği her şey doğaldır ve doğa mantığı taşır” diyorsunuz. Bu bir çelişki oluşturmuyor mu?

165

EVRENSEL ETİK — Bir şeyin doğa mantığı taşıması; o şeyin insan mantığına ve gerçeklerine uyacağı anlamına gelmez. Hem zaten bir önermenin mantıklı olması da doğru olduğu anlamına gelmez. Bizler, tarihsel süreçte bir dizi insanî değer, evrensel etik ve bilimsel, toplumsal ve kişisel doğrular oluşturagelmişiz. Bu doğruların bazıları Doğa Kanunları ile çelişir, bazıları da çakışır. Sözgelimi, doğada güçsüze geçit yoktur ve büyük balıklar sürekli küçükleri yiyerek hayatta kalırlar. Fakat bu kural, kanunlarımızca suç ve dinsel yasalarımızca da günahtır. O nedenle, düşünmeden hararetle savunduğumuz pek çok Doğa Kanunu, aslında sivil anayasamıza ters düşer ve eğer onları uygulayarak yaşarsak, tüm dünyada “orman kanunları” hüküm sürmeye başlar. Bu da, şimdiye dek ürettiğimiz tüm ahlâkî, kültürel ve estetik değerlerin yok oluşu anlamına gelir. Esasen insanoğlu, doğaya rağmen doğaya karşı çıktıkça onu kontrol ettikçe gelişmiş ve bugünkü bilinç düzeyine ulaşabilmiştir. Bu durum bir paradokstur. Ama unutmayalım ki tüm evren bir paradoksun eseridir. Tanrı kavramı bile büyük bir paradokstur: Hem yoktan var olmak hem, de sonsuz olmak gibi... Ürettiğimiz ilkelerin başında ahlâkî değerlerimiz gelir. Dünyada barışın, kişisel özgürlüklerin ve insan haklarının korunması için, eşitsizliklerin büyümemesi için ve toplumsal huzurun devamı için ahlâkî değerlerimize sarılmak zorundayız. Tabiî, değişen dünyadaki yeni oluşumlara ayak uydurmak ve onları da ahlâkî çerçevede kontrol edebilmek amacıyla yeni bir etik oluşturmak da gerekir.

166


Paraya ve güce tapılır hâle getirilmiş küreselleşen dünyanın “modern değerleri,” bizleri robotlaştıracak kadar acımasızdır. Bu yeni değerler, gelecek kuşakların temel etiği olmadan önce önlemler alınmalı ve bu ruhsuz gidiş -derin bir ahlâkî vakum oluşmadan- önlenmelidir. — Fakat bu argümanı zayıf bulanlar da var. Şöyle diyorlar: “Gelecek kuşakların bizim değerlerimizden yoksun olmaları onlara bir zarar vermez ve onlar bunun acısını bile duymazlar; çünkü çocuklar dünyayı tanıdıkları ve öğrendikleri şekliyle yaşarlar ve öylece kabul ederler.” Dolayısıyla, kendi ahlâkî değerlerimizi onlara “empoze” etmemiz, belki de insanlığın daha yavaş evrimleşmelerine neden olacaktır. Bu sav bana da mantıklı geliyor. Sizce de öyle değil mi?

— Hayır, değil... Tekrar ediyorum; mantıklı bir sav her zaman doğru değildir. Size bir soru sorayım: Dünyadaki 6,5 milyar insan aniden yok olsa ve sadece bir kız, bir de erkek çocukla birlikte sadece siz kalsanız; onları yetiştirirken şimdiye dek edindiğiniz bilgi ve değerleri mi kullanırsınız, yoksa başıboş bırakıp, kendi kanunlarını kendilerinin oluşturmasını mı beklersiniz? — Dünyanın bugün içinde bulunduğu durumu göz önüne alarak düşündüğümde, onların torunlarının da bu duruma düşmesini istemediğim için herhâlde onları doğal seyirlerine bırakırdım. — O zaman, 40-50 bin yıllık bu ahlâkî ve bilimsel evrimi heba etmiş olurdunuz ve insanoğlunun yaşadığı tüm acılardan ve zorluklardan sonra edindiği bu değerleri ve deneyimleri israf ettiğiniz için büyük bir hataya veya diğer adıyla anakronik hastalığa

düşerdiniz. Çünkü o iki çocuk ve onlardan türeyecek nesiller, eninde sonunda gene bugünkü ahlâkî değerlere ulaşacaklardır. Bu, insan ruhunun doğası ve zihinsel yapımızın bir gereğidir. Bundan kaçınılamaz. O nedenle, beynimizin doğal bir yapı olması bize düşüncelerimizin doğal olmasından başka olanak tanımaz. Bu doğallık, bizi sonunda yine bu noktaya getirecektir. Siz zannediyor musunuz ki tarihteki dünya bundan daha iyi bir dünyaydı? Asla... Marco Polo veya Evliya Çelebi neden “büyük insan” olarak anılırlar? Onlar, her tarafta yağmanın, yol kesmenin, eşkıyalığın, tecavüzlerin, katliamların, savaşların ve her türlü ilkelliğin hüküm sürdüğü devirlerde seyahat edebilme cesaretini gösterebildikleri için övgü kazanmışlardır. Bu şöhreti kazanmalarında gördükleri ve yaşadıklarını gezemeyenlere anlatmaları da rol oynamıştır elbet; fakat esas neden, o çağlarda dünyanın bir cangıldan daha tehlikeli oluşudur. Eski kentlerin etrafı neden surlarla çevriliydi, biliyor musunuz? Çünkü hak ve hukuk tanımayan bir dünyanın istilâsından korunmak için en geçerli savunma şekli oydu. Oysa bugün, elinizdeki bir pasaportla tüm dünyayı özgürce ve güvenle dolaşabilme olanağınız var. Demek ki orman kanunlarının işlediği Marco Polo’nun dünyası epeyce medenileşmiş ve uygarlaşmış. Ve hızla daha da uygarlaşmaktadır. Ama bunun ön koşulu, eldeki değerlerimizi korumak ve geliştirmektir. Onları yıkıp, silbaştan yenileri ile değiştirmek mümkün değildir ve zaten sonuçta ulaşılacak nokta yine bugünkünden farklı olmayacağı için abesle iştigaldir. Friedrich Nietzsche (1844-1900) buna benzer bir düşünceyi, köhnemiş Hıristiyan anlayışını yıkmak ve yerine yenisini koymak biçiminde uygulamak

167

168

AHLÂKİ ARŞİVLERİN İSRAFI


istemişti. Sonuçta olan kendisine oldu; yaşamının son on yılını büyük bunalımlar ve hastalıklar içinde geçirdi. Nietzsche zaman zaman pazarlara gider, yüksek bir yere çıkar ve ağlayarak şunları haykırırdı: ‘Tanrı’yı arıyorum, Tanrı’yı..! Acaba kaçtı mı? Göçtü mü? Hayır, hayır! O öldü. O’nu bizler öldürdük. Sizler ve ben... Bizler O’nun katilleriyiz. Artık yukarısı yok, sadece aşağısı, burası var. Burası sonsuz bir boşluk. Bu boşluğun içine düştüğümüzü görmüyor musunuz?’ Nietzsche hurafelerle dolu bir Tanrı anlayışının yıkılması ve bunun yerine ‘doğru’ bir anlayışın yerleştirilmesi gerektiğine inanmıştı. Bunun sağlamak için de uzun vadeli bir plân geliştirmişti: Bu tanrı önce öldürülecek, sonra orijinal hâliyle yeniden diriltilecekti. O nedenle her şeyin değiştirilmesini istiyor ve ‘İki tip insan değişmez; ölüler ve deliler...’ şeklinde telkinlerde bulunuyordu. Fakat Nietzsche’nin tek plânı bu değildi. Önce Prusya’daki, daha sonra tüm dünyadaki ahlâksızlığı ve ikiyüzlülüğü yok edecek olan katı, güçlü ve moral değerleri yüksek bir seçkinler tabakası yaratma hayali de besliyordu. 1883’te yazdığı “Zaratustra”da, Zerdüştlük’ten esinlenerek oluşturduğu bir karakter sayesinde kutsal sayılan her şeye saldırıyordu. Karamsar bir mizaç sergileyen Nietzsche, insanların Tanrı’dan korkmaları yerine; kendi duygu, dürtü ve ihtiraslarından korkmaları gerektiğini öneriyor ve kendi yalnızlığından korktuğu zamanlar Zaratustra’yı Tanrı’ya yalvartarak şöyle haykırıyordu: Tanrım! Geri gel, Tüm işkencelerinle ve zulmünl! Lütfen geri gel,

169

Uzletlerin sonuncusuna... Gözyaşı ırmaklarım Yataklarında sana doğru akıyor. Ve kalbimdeki son alev Sana doğru yanıyor. Lütfen geri gel, Benim bilinmeyen Tanrım, Benim acılarım, Benim son mutluluğum! Eğer, değerlerimizi evrimleştirmek yerine devrimle yıkmaya çalışırsak, dünyanın başına gelecek olan da Niçe’ninkinden farklı olmayacaktır. On binlerce yıldan beri edindiğimiz evrensel, ahlâkî ve sosyal değerler sosyobiyolojik insanın mutluluğu için en geçerli arşivdir. Bunları korumak, geliştirmek ve evrimleşmelerini sağlamak, öncelikli hedefimiz olmak zorundadır. Bugün dünyada midesi yiyecek, beyni bilgi açlığı çeken milyarlarca insan var. Oysa onları doyuma ulaştıracak ekonomik ve zihinsel gücümüzü Makroevren’i araştırma yolunda harcıyoruz. Hâlbuki dünyamızdaki sorunlar bizi diğer gezegenlerden daha fazla ilgilendirmelidir. Bu durum böyle devam ettiği sürece, bu dünyada hak ettiğimiz evrensel mutluluğu yaşamamız sürekli ertelenecektir. Sonuç olarak ben, “Evrensel düşün, küresel davran ve yöresel yaşa” prensibini edinmemiz gerektiğine inanıyorum. — Efendim, her yorumunuz bende yeni bir soru doğuruyor. Dünya küreselleştikçe ve ülkeler bile bir şehrin mahalleleri gibi kolayca gezildikçe, insanlar yeni kültürlerle ve yaşam tarzları ile tanışıyorlar. Bunları benimseyen kişiler aynılarını kendi yörelerinde yaşamak istiyorlar. Bu da pek çok toplumsal sürtüşme ya da değişim çıkarıyor ortaya. Bu nedenle

170


dünyadaki suç oranları son yıllarda oldukça arttı deniliyor. Oysa, sizin de Marco Polo örneğinde sözünü ettiğiniz gibi, suç işleme ilk insanlardan beri süregiden bir olgu. Sizce, insanlar suç işlemeye neden meyillidir ve suç ile günah arasındaki fark nedir?

— Suç: Kanunlarca saptanmış yasaklara uymamak ve topluma veya bireylere zarar vermek demektir. Bu suçları işlemek dinlerce de yasaklanmış ve fakat adına günah denmiştir. Ama günah suçtan daha geniş bir kavramdır; Tanrının buyruklarına uymamayı da içine alır. — Günahkâr insanların sayısının suçlulardan daha fazla olmasının nedeni de bu olsa gerek. — Saptamanız çok yerinde. Fakat bu durumun bir başka nedeni de, insan doğasında yasakları delme arzusunun varlığıdır. Yani yasak; arzu ve merak doğurur. Merak: Dünyaya gelen insan yavrusunun hayata hazırlanması ve çevresindeki her şeyin doğasını öğrenmesi için gerekli olan bir içgüdüdür. Çocukların her şeye dokunma ve olmadık şeyleri kurcalama isteği bu güdüden kaynaklanır. Ve beğenilme içgüdüsü ile birlikte bu merak sayesindedir ki, insanoğlu bugünkü bilimsel ve teknolojik düzeyi yakalayabilmiş, bunca sanat ve değer üretmiştir. Fakat her şey karşıtı ile var olabildiği için, yasaklara uymama güdüsü, pozitif bir içgüdü olan merakın negatif zıddı olarak ortaya çıkar. Zaten, kanunların ve dinlerin var olma sebebi de budur. Dinsel öğretilerin istediği şey, o “nefse hâkimiyet”, ruhî dengeyi ve

toplum düzenini bozacak yasakları delme arzusunu engellemek veya pasifize etmektir. Fakat tarihsel süreçte günahların, yasakların ve ayıpların kapsamı o kadar genişletilmiştir ki, pozitif merak bile işlevini sürdüremeyecek hâle gelmiştir. Çünkü ayıp-günah-yasak üçlüsü çocuklara çok erken yaşta ve daha beyinsel nakışları örülmeden önce empoze edildiği için, bu dengesiz ve sağlıksız eğitim onlardaki merak içgüdüsünü köreltmekte ve yaratıcılıklarını engellemektedir. Mucitlerin ve icatların, yasakların az olduğu toplumlarda daha fazla görülmesi bir tesadüf olmasa gerek! — Yani sizce, bir toplumun bilim ve teknolojide geri kalmasının nedeni yasakların ve günahların fazlalığıdır, öyle mi? — Evet, ama sadece onlar değil tabi. Daha yüzlerce faktör var. Fakat merakın çocuk yaşta köreltilmesi bence en önemli sebeptir. — Bu sözleriniz bana “bilimin akaryakıtı cehalettir” sözünü anımsattı. Bilim cehaletin üstüne gittikçe, bilinmeyenler birer birer bilinir hâle geliyor ve böylece yeni bilgiler türüyor. Fakat her yeni bilgi, daha önce akla gelmeyen yeni sorular doğuruyor ve dolayısıyla insan zihninde yeni cehaletlere yol açıyor. Yani bildikçe bilmediklerimizin çokluğunu daha iyi anlıyoruz. Bu durum da bizde yeni merakların doğmasına neden oluyor. Bu merak içgüdüsünü tetikleyen bir gen var mı, yoksa merak sadece düşünen insandaki beyinsel bir fonksiyon mu? — Böyle bir genin varlığına dair birkaç ipucu mevcut. 20’nci kromozom üzerinde, PRP (Protiz Rezistanslı Protein) denen küçük bir gen var. Ne tür bir işlevi olduğu henüz tam olarak anlaşılamamış ama

171

172

SUÇ İŞLETEN İÇGÜDÜ


bu genin beyinde açıldığı ve düşünce sisteminde etkin olduğu sanılıyor. Merakın genetik olduğunu ben en açık hâliyle çocuklarda görüyorum. Daha konuşmayı öğrenmediği için kültürel etkiler altına girmemiş bir çocuğun her tarafı karıştırması ve her şeyi ellemesi buna en güzel kanıttır. İşte bu güdü, kırdığı eşyalardan başlayarak çocuğa “suç işletmeye” o zaman başlar. Konuşmaya başlayınca sorduğu binlerce soru da merak içgüdüsünün bir başka kanıtıdır. — Acaba insanların agresif davranmasının nedeni de genetik olabilir mi? — Genetik yapımızda var olan iki temel içgüdü yaşamak ve üremektir demiştik. Yaşamak güdüsünü iki temel davranışla tatmin ederiz: Yiyecek tüketmek ve bir tehlike anında vurmak veya kaçmak… Vurmak güdüsü; beyin geliştikçe ve Sosyal Bilinç olgunlaştıkça, bir savunma mekanizması olarak agresif davranma şekline dönüşür. Ama bu mekanizma kültürel etkiler yüzünden gereksiz yere öldürme davranışına kadar genişleyebilir. Örneğin dünyada 6,5 milyar insan var ve aynı sayıda da yabanî kurt var diyelim. Protein gereksinimi aynı olan bu iki canlı türünün öldürdükleri diğer canlıları sayacak olursanız, insanların kurtlardan çok daha fazla sayıda canlı öldürdüğünü saptayabilirsiniz. İnsanlar protein ihtiyaçlarını karşılamak için öldürdükleri çiftlik ve kümes hayvanlarından başka, zevk için avlanırlar ve çıkarlarını ya da toplumsal statülerini korumak için savaşlarda veya barışta birbirini öldürürler. Bu ilave katliamları insanlar kendilerini her bakımdan daha emniyette hissetmek ve “vur güdüsü”nü doyurmak için de yaparlar. Bunu da kolayca rasyonalize ederek, suçluluk duygusundan

kurtulmak isterler. Buradan çıkan sonuca göre; agresif davranma temelde genetiktir, diyebiliriz. — Efendim, Evliya Çelebi’nin büyük cesaretle edindiği seyahat özgürlüğü gibi, özgürlük; insanın çok değer verdiği ve uğrunda sürekli savaştığı bir kavram. Agresif davranışların bir nedeni de bu değil mi? Ayrıca doğanın da, gözleyebildiğimiz bir özgürlük anlayışı var. Acaba özgürlük kavramı genetik şifrelerimize mi kayıtlı?

173

174

DOĞA, İNSAN VE ÖZGÜRLÜK — Nasıl ki evren, sonsuzluk ve hiçlik paradoksu ile var olmuşsa; içindeki her fenomen, her olay ve her görüngü de zıtlıklar paradoksu sayesinde var olmaktadır. Evrene enerji düzeyinde baktığımızda görürüz ki: Madde soyut enerjinin somutlaşmış hâlidir ve maddenin gerçek boyutları; en, boy ve yükseklik değil; pozitif, negatif ve nötrdür. Bir şey nötr (yüksüz) ise durağandır. Varlığını ortaya koyması ve iş görmesi için eşit miktarda negatife ve pozitife bölünmesi gerekir. Yani, enerji olarak yüksüz bir evren; içinde madde, uzay, zaman ve hiçbir hareket olmayan, Kara Delik ötesi Teklik (Singularity) denen bir evrendir. Bu nedenle, bilincimiz sayesinde farkına vardığımız her oluşumun kökeninde pasif nötr ve aktif pozitif veya aktif negatif vardır. O bakımdan, her şey kendisi ve zıddı sayesinde var olur. Özgürlük de böyledir. Esaret olmasaydı hürriyet de olmazdı. Dünyadaki esaretin tümünü yok ederseniz, o zaman özgürlük -zıddı olmadığı içinpozitif değerini kaybeder ve nötr hâle dönüşür. Böylece özgürlük (pozitif) ve esaret (negatif)


kavramlarından artık söz edilemez. Eğer tüm dünyada tarihten beri sürekli koyu bir esaret rejimi olsaydı, bizler bunu yaşamın doğal bir gidişi zannedecek ve özgür davranan veya özgürlük isteyen bireyleri belki de şiddetle cezalandıracaktık. Burada bir nüansa dikkatinizi çekmek isterim: Pozitif ve negatif enerji türlerine bu isimleri takan insanoğludur. Olaya “doğa gözlüğü”nden baktığımızda, ikisinin de aynı değerde, gerekli ve şart olduklarını görürüz ve birisi diğerine tercih edilmez. Fakat biz, kültürel gelişim sürecinde, bunları iyi ve kötü olarak sınıflandırmış ve hatta pozitif enerjiye, sahip olduğu değerden daha fazla artı bir değer yüklemişiz. Dolayısıyla, doğanın gözünde bizim değerlerimiz sübjektif ve görecelidir. Temelde, bizim çok değer verdiğimiz özgürlük de, kaçındığımız esaret de, doğada eşit değere sahiptir. Aslında, özgürlük ve tutsaklık evrenin işleyişinde vardır. Ben özgürlüğü “Kinetik Pozitif” ve tutsaklığı da “Potansiyel Negatif” olarak algılıyorum. Yani özgürce hareket eden mikroorganizmalardan ve hayvanlardan tutun da, rüzgâra, yağmura, depreme ve süpernovalara dönüşen yıldızlara kadar evrende olağanüstü özgür ve dinamik bir yapı gözleniyor. Fakat toprağa bağlanmış bitkiler ve milyonlarca yıldır yerinden kımıldamayan kayalara kadar, dolaşım kabiliyetini yitirmiş ve “esaret” hayatı yaşayan varlıklar da var. Çünkü ne kadar kinetik özgürlük varsa, o kadar potansiyel tutsaklık olması gerekiyor. — Peki, özgürlüğü oluşturan temel etken evrendeki dinamizmdir sonucu çıkıyor mu buradan? — Tabiî... Evrendeki her şey sürekli değişiyor ve yenileniyor. Ve evren sürekli genişlediği için yıldız kümeleri bile durmadan konum değiştiriyorlar. Bunca

hareket ve değişim esnasında, potansiyel esaret, kinetik özgürlüğe dönüşme çabası gösteriyor ve olanağı buluyor. Bu çabayı en yakınımdaki bitkilerde her mevsim gözlüyorum. Onlar da -hayvanlar gibi- özgürce yer değiştirmek için çok ilginç yöntemlere başvuruyorlar. Sözgelimi, hayvanlara ve insanlara “rüşvet” olarak ikram ettikleri meyvelerindeki çekirdekler veya polenler sayesinde, başka topraklarda yeşermek arzularını hayretle ve heyecanla izliyorum. Çiçeklerini bin bir renge boyamalarının asıl nedeninin, uçan böceklerin ve kuşların dikkatlerini çekip genlerini uzak diyarlara da gönderme gayretleri olduğunu düşündükçe, özgürlüğün değerine daha fazla artı yüklemeden edemiyorum. Fakat mutlak özgürlük doğada tek başına bulunmadığı için, insanın bu özlemini mutlak mânâda tatmin etmesi asla mümkün olmayacak. Zira bulduğu her pratik yöntem, benliğinde potansiyel tutsaklığı da taşıyacaktır. İnsansoyu evrenin bir parçası olduğu ve genlerine kodlanmış Doğa Kanunları’na uyduğu için, sürekli bir özgürlük ve dinamizm arayışı içinde olmuş ve olmaya devam edecektir. Bunlar için gerektiğinde saldırgan davranmayı ve savaşmayı kolayca göze almaktadır. On binlerce yıl önce, Bursa’dan yola çıkan bir maymun, yere basmadan, daldan dala atlayarak Kars’a ve hatta Çin’e kadar gidebilirmiş. O yemyeşil dünyada yaşayan ve korku içinde ama özgürce dolaşan insanoğlu; derebeylikler, etrafı surlarla çevrili kentler ve devletler kurmaya başlayınca korkularını azalttı ama özgürlüğünü de kısıtlamış oldu. Surlara hapsolan insan bir de totaliter rejimlerin baskısı altına girince, özgürlüğünü tekrar kazanmanın savaşını vermeye başladı. Bu kabarmış özgürlük içgüdüsü ve

175

176


özlemi uğruna hâlen savaşıyor ve ışığı demokraside bulmuş görünüyor. Bir vişne ağacı, filiz çağından ergenlik çağına kadar toprak ve hava koşullarının el verdiği kadarıyla ve fakat dallarını ve yapraklarını özgürce salarak büyür; ama onun bir çınar ağacına dönüşme özgürlüğü asla yoktur. Bunun gibi, insanın sosyobiyolojik bir canlı olmasından ötürü- Doğa Yasaları’nın ve toplumsal kanunların tamamen dışına çıkma özgürlüğü bulunmamaktadır. Yetenekleri elverdiği için zaman zaman bu yasaları delebilir, ama bunun bedeli özgürlüğünü veya yaşamını yitirmek olur. Ben özgürlüğü -bu limitleri aşmamak kaydıyladoğal ve kozmik bir hak olarak görüyorum. — Efendim, insanoğlu belki bu limitler içinde kalmakla yetinmeyecek ve daha özgür bir dünya kurmak isteyecektir. Hatta genetik mühendislik sayesinde bir gün belki doğasını bile değiştirebilecek. O zaman kurduğunuz denklemi değiştirmek zorunda kalmayacak mısınız? — Hayır, tutsaklık ve özgürlük dengesi hiç değişmeyecektir. Büyük Sıkışma, yani bir anlamda “Evrenin Kıyameti” 5 milyar sene sonra gerçekleşecek deniliyor. Hayal gücümüzü aşan bu zaman içinde, diyelim ki insanoğlu o kadar olumlu bir evrim süreci geçirdi ve o kadar yüksek bir bilinç düzeyi yakaladı ki, ışık hızından daha hızlı hareket ederek, evrenin her yerini mesken yaptı ve sonsuza yakın bir özgürlük kazandı. O zaman artı değerdeki özgürlük o kadar büyüyünce, eksi değerdeki esaret de aynı oranda büyüyecektir. Ve sonra bom! Büyük Sıkışma!... Tüm evren ve içindeki “özgür insan” önce kara deliklere, sonra da Teklik denen o hiçliğe hapsolup, gidecek.

Ve aşırı özgürlüğe karşı aşırı tutsaklık denklemi yine çalışacak. Bence, insanoğlunun ta ilkçağlarda kaybettiği ve ancak Magna Carta ile ucunu yakaladığı özgürlüğünün sınırları, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde listelenmiştir, ama henüz bu liste bile uygulanmamaktadır. Özgürlüğün evrimini zorlamak ve onu devrimle edinmeye kalkışmak, ortaya yeni esaret türleri çıkaracaktır. O nedenle, bu göreli kavramı doğal denge terazisinde tartarak anlar ve uygularsak, bizi tatmin edecek özgür bir dünyayı kurmamız daha da kolaylaşacaktır. Özgürlüğü, daldan dala atlayıp gezen maymun örneğinde olduğu gibi uçaktan uçağa atlayıp, dünyayı dolaşabilmek bağlamında anladığımız sürece de, bu evrimi hızlandırma olanağına kavuşamayız. Gerçek özgürlüğü, kendi doğamıza ve tarihsel diyalektik sürecimize uygun biçimde yaşayarak ve fakat kendi totaliter ve bağnaz fikirlerimizi saf dışı bırakmak için mücadele ederek bulabiliriz. — Peki, genetik şifrelerimiz bize ne kadar özgürlük tanıyor?

177

178

GENLERİN ESİRİ MİYİZ? — Burada öncelikle birkaç kavram arasındaki ilişkiyi açıklığa kavuşturmak lazım: Özgür irade, özgürlük, kaos, belirsizlik, belirlenimcilik (determinizm) gibi... Bakınız, özgür iradenin nefes aldığı ve hayat damarlarının beslendiği kaynak olan özgürlük, aslında determinizm, kaos ve belirsizliklerin eseridir. DNA’ları konuşurken fark ettiğiniz gibi, determinist birer mekanizma olan genler, belirsiz birer eylem olan davranışlarımızı ve düşüncelerimizi


etkiliyorlar. Buna karşın özgür düşünce ve davranışlarımız da genlerimizin mekanik yapısını değiştirebiliyor. İçinde böylesine belirsiz ve hercümerç bir etkileşimin olduğu bir sistemde, mekanik ve determinist bir mekanizmanın yaşamasına olanak yoktur. Newton mekaniğine göre, tüm evren kurulu bir saat gibi hareket eder ve içindeki her şey bilardo topları gibi önceden belirlenmiş yönlere doğru gidip gelirler. Bu etki-tepki mekanizması determinist bir oluşumdan başka bir şey değildir. Neyse ki Newton bu konuda yanılmıştır; evrende aslında bir kaos yaşanmaktadır. Bu kaosu Heisenberg, Belirsizlik İlkesi dediği bir kavramla açıklamaya çalışmıştır. Heisenberg, Mikro ve Makroevren’de hiçbir şeyin belirli, yani determinist olmadığını savunur. Fakat Kaos Teorisi’ne kulak verirseniz, Newton’un da, Heisenberg’in de haklı olduğunu görebilirsiniz. Yani: Kaos gibi görünen bir sistemi oluşturan elemanlar veya olaylar arasındaki ilişki o kadar çok ve karmaşıktır ki, sistemin parçalarını teker teker belirleyip isimlendirseniz dahi, olayların sonucunu kestirmeniz yine mümkün olmayabilir. Ve en basit kurguya sahip sistemlerden bile çok karmaşık sonuçlar çıkabilir. Örneğin yağmurun nasıl yağdığı ve kar tanelerinin nasıl oluştuğu artık iyice belirlenmiştir; fakat bunların ne zaman, nerede ve ne miktarda yağacağını hiç kimse kesinkes bilemez; ancak bazı tahminlerde bulunabilir. Serbest ekonomi piyasaları da böyle bir sistemdir. Öğeler determinist, ama sonuç belirsizdir. İnsan davranışları ve kişilik arasındaki ilişki de böylesi bir karakteristiğe sahiptir. Hiçbir insanın bir dakika sonra nasıl davranacağını bilemezsiniz. Buna rağmen, insanın davranış kalıpları uzun vadede

ortaya çıktığı için, onun kişisel özelliklerini kestirmek kolaylaşır. Meselâ benim bu akşam ne zaman yemek yiyeceğimi veya yiyip yemeyeceğimi bilemezsiniz; ama gelecek 3 gün içinde mutlaka bir şeyler yiyeceğimi tahmin edebilirsiniz. Aslında yemek yiyebilmem birçok determinist etkene bağlıdır: Açlığımı genler belirler; yemeğimi hava koşulları, çiftçiler ve bitkiler; yemek zamanımı ise sosyal ve biyolojik koşullarım. Bu genetik ve dışsal koşullar benim yemek alışkanlığımı belirler; fakat yine de zamanı hakkında tam bir tahmin yürütmenize olanak vermez. Ama eninde sonunda mutlaka bir şeyler yiyeceğimi bilirsiniz. İşte bu da bir determinizmdir. Benim özgürlüğüm, determinizm ve belirsizlik limitleri arasında kalan bu alanda ortaya çıkar. Yani özgürlük, uçlardaki siyah ve beyazda değil, aradaki gri tonlardadır. — Acaba o siyah ve beyaz renklere de esaret mi diyoruz? — Şöyle düşünebiliriz: Dış koşulların veya diğer insanların bize empoze ettiği determinizm özgür irademize ters geldiği için, buna kötü determinizm diyebiliriz. Bunun yanında, kendi genlerimizin ve kendi düşüncelerimizin bize empoze ettiği determinizm ise bize iyi gelir. Buna da iyi determinizm diyebiliriz. İşte, özgürlük, aslında iyi determinizmin ta kendisidir; kendi limitlerimizi anlayıp kabullenme ve bu sınırlar içinde kendi seçimlerimizi gerçekleştirmek ve yaşamaktır. Bizi bu seçeneklere sahip çıkmaya iten nedenler ise hem genetik, hem de kültüreldir. Bir başka deyişle, Biyolojik ve Sosyal Bilinçtir; çünkü insan genleri kendi şifrelerini kullanmak istedikleri için, bizi

179

180


diğer genetik şifrelere sahip insanların emirlerine karşı çıkmak için güdümlerler. Örneğin, yardım istemeyen insanlara yardım etmeyi istekle yaparız; fakat bize emreden insanların işlerini ya savsaklar ya da zorla veya stres altında yaparız. İşte bu nedenledir ki, emir altında olan insanlar daha fazla strese girerler ve o yüzden daha yüksek kalp hastalığı riski taşırlar. İnsan olarak hepimiz, davranışlarımızı da etkileyen bir genetik determinizm sahibiyiz. Bunun adını “Ben” koymuşuz. Ama Yunus’un dediği gibi, “Bende bir ben var, benden içeru...” İşte o ben: “Kolektif Ben”dir. — Efendim, benliğini determinist ya da özgür bir dünyada yaşamak isteyen “Ben”in amacı ne olmalıdır. Yani, yaşamın amacı nedir?

— Ben izafî kavramlara hep çekinceli yaklaşırım. Amaç sözcüğü de en göreceli kavramlardan biridir: Kimin nereden, hangi gözle ve ne zaman baktığına bağlı olarak değişen, oldukça sübjektif bir kavramın ismidir. Bu soruyu kime sorarsanız farklı yanıtlar alırsınız. Ben bunu yadırgamıyorum; çünkü bu durum monotonluğu itici bulan insan doğasının bir sonucudur. Aslında, insanoğluna özgü amaçlar koleksiyonu içinde birbirinin aynısı ve benzeri olan sadece birkaç temel gaye bulabilirisiniz. Bunlar da evrensel ortak paydalardır. Doğadan başlarsak, onun önde gelen iki amacı; üremek ve evrimleşmektir. Çünkü yaşamak için, çoğalmak ve değişken çevre koşullarına adapte olmak zorundadır. Bu gayesini milyonlarca yıldan beri

yeryüzünde büyük bir başarıyla gerçekleştirdiğine hayretle tanık oluyoruz. Doğanın önemli parçası olan insanın ise üç temel amacı var: Üremek, çevre koşullarına ve topluma uyum sağlayarak yaşamı sürdürmek ve -diğer canlılarda bulunmayan yaratıcılığı sayesinde- bir dizi kültürel değer ve ekonomik kazanım üretmek. Çağımızdaki 6,5 milyar insanın binlerce gayesinin kökleri bu üç ana kaynaktan beslenir. Fakat 50 milenyum önce, diğer canlılar gibi, insanın da sadece iki temel amacı vardı; yaşamak ve üremek. — Neden 50 bin yıl? — Aslında bu zamanı 250 bin yıl olarak kabul edenler de var; ama 50 bin sene öncesi, insanın konuşmaya, düşünmeye ve alet yapmaya başladığı çağdır. Bu saptama, elimizde 50 bin sene öncesine değgin hiçbir yapay kalıntı olmayışına ve insan kafatası ve beyin büyüklüğünün 50 bin senedir hiç değişmediğine dayanılarak yapılmaktadır. Zaten, 1520 bin sene öncesine gittiğinizde bile insanların ne denli doğal ve ilkel yaşadıklarına tanık olabilirsiniz. Demek ki üç amaçlı insan bu evreden sonra gelişmeye başlamış; elini ve dilini daha iyi kullanarak, kültür altyapısını oluşturmaya 50 bin yıl önce koyulmuştur. — O hâlde düşünen ve ahlâkî değerleri olan insanı dinsel bağlamda temsil eden Âdem ve Havva 50 bin yaşında demektir bu, öyle mi? — Evet. Mademki Hz. Âdem konuşabiliyor ve ilk emir olan “öldürmek günahtır” yasağını koyabiliyordu, öyleyse insan kültürünün ve etiğinin babası sayılabilir. — Fakat bilim adamları ile din adamları bu konuda bir türlü anlaşamıyorlar...

181

182

YAŞAMIN AMACI VE EVRİM


— Efendim, Charles Darwin’e (1809-1882) kadar, altını çizerek söylüyorum, bu konuda aralarında büyük bir ihtilaf yoktu. Zaten bilim de fazla gelişmemişti. Fakat Darwin 1859 yılında “Türlerin Kökeni” adlı kitabını yayımlayınca, bu sürpriz ve kilise öğretilerini yadsıyan teoriyi destekleyen çok sayıda bilim adamı ve iş adamı oldu. 142 senedir hâlâ kanıtlanmamış ve kanunlaşmamış bir teori olarak bekleyen Darwin’in tezini, pek çok insan kanun gibi gördü ve hararetle savundu. Bunun arkasında duran “bilimsel iştah” yanında, altında yatan başka sebepler de vardı: Başta, engizisyon gibi insan onuruna ve haklarına tamamen aykırı bir sistem kurmuş ve uygulamış olan Kilise’nin hâlâ elinde bulundurduğu görkemli gücü çökertmek ve paylaşmak amacı geliyordu. Ayrıca, gelişen ateizmi ve kapitalizmi destekler görüntü verdiği için, Evrim Teorisi bu çevreler tarafından neredeyse göklere çıkarıldı. Kaldı ki, Darwinizm gibi bir akım kapitalizmin gelişimi için gerekliydi. Darwin ne diyordu?... “Tüm bitkiler ve hayvanlar milyonlarca yıl önce ortaya çıkmış ilkel canlıların evrimleşerek başkalaşması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu evrimsel değişim, doğal bir ayıklama mekanizmasının sonucudur (Doğal Seleksiyon). Yani, bir canlıda güçlü olan özellikler diğer nesillere kalıtım yoluyla geçerken, güçsüz özellikler yavaş yavaş tercih edilmemiş ve kaybolmuştur. 300 milyon yıldan beri devam eden bu ayıklama, sonuçta bu kadar çeşitli ve mükemmel canlıların oluşmasını sağlamıştır.” Darwin’in mantık zinciri şöyleydi: “Nasıl ki bir çiftçi iki ineğinden birini kesmek zorunda kalınca sütü az olanı kesmeyi yeğler ve yararlı olanı yaşatır... Nasıl ki iki meyve ağacından az

meyve vereni keser ve bire on veren buğday yerine, bire otuz veren buğdayı ekerse, Tabiat da böyle bir genetik seçim yapar. İklim koşulları kötüleştiğinde, hastalıklar arttığında, düşmanlar çoğaldığında ve yiyecek kaynakları azaldığında türler arasında rekabet artar, güçsüzler telef olur ve güçlüler ayakta kalır. Böylece, en fazla işe yarayan özellikler gelecek kuşaklara aktarılmış olur. Bu mekanizma bazen anî değişimlerle (mutasyon) bozulabilir. Bu yeni türlerin oluşumunu sağlar. Doğal ayıklama bunları da zamanla güçlü hâle dönüştürür. İnsanlar bile aşı yoluyla yeni türler oluşturabilmektedir. Doğa bu işi, çok daha uygun ve mükemmel biçimde yapmaktadır.” Buraya kadar Kilise’nin gösterdiği tepki aslında onların ne denli bağnaz düşündüklerini ortaya koyuyordu. Zira Darwin, doğal bir sürecin nasıl işlediği üzerine gözlemlerini açıklamıştı. Fakat, esas kıyamet, Darwin’in 1871’de yayımladığı “Descent of Man” adlı kitabından sonra koptu. Darwin, insanlarla maymunlar arasındaki benzerlikten söz edince, Kilise ile Bilim Dünyası’nın arası iyice açıldı. Bilim adamları da kendi aralarında Darwinciler ve Dindarlar olarak ikiye bölündüler. Oysa Darwin, Tanrı’yı inkâr etmemiş; doğada var olan evrim gerçeğine parmak basmıştı. Teorisinde yanlışlıklar ve eksikler vardı ve İncil’le çatışıyordu ama Tanrı anlayışı ile çatışan fikirler öne sürmediği birçok bilim adamı tarafından savunuluyordu. Osmanlı uleması bile Darwin’in teorilerini tehlikeli bulmuş ve kitaplarının okunmasını yasaklamıştı. Botanik, Zooloji, Tıp ve Antropoloji dallarındaki son 100 yıllık gelişmelerin ve bulguların hiçbirisi bu teoriyi kanunlaştıracak kanıtları ortaya çıkaramadı.

183

184


Ben, bilimsel düşünmeye saygımdan ve bağlılığımdan dolayı bu teoriyi -kanıtlanıncaya kadarsadece önemli bir tez olarak görmeye devam edeceğim. Zaten evrim kelimesini de türlerin birbirinden türediği bağlamında değil, çevre koşullarına adaptasyonu ve bu sayede gelişimi anlamında kullanıyorum. — Yani, sizce evrim yeni türler ortaya çıkarmıyor, ama türlerin gelişimi evrim sayesinde oluyor... — Hayır, yeni türler de evrim yoluyla ortaya çıkıyor ama bir türün diğerinden türediğine inanmam için elimde somut kanıtlar olması gerekir. Örneğin, domuzdan file veya filden zürafaya geçişi gösteren bir dizi fosil iskelet olması lazım. Ama bu geçişleri gösterecek bir tek iskelet bulunamadı. — Peki diyelim ki, hayvanların genetik şifreleri çözüldükçe Darvinci görüşler daha da öne çıkacak ve belki de kanunlaşacak. O zaman bunu dinsel öğretilerle ve kutsal kitaplarla nasıl bağdaştıracak din adamları? — Bunun olacağına pek ihtimal vermiyorum; ama eğer teori doğrulanırsa, ortalık bayağı karışacak. Fakat bir müddet sonra yapılacak yorumlar sayesinde sular yine durulacak ve inananlar bir yolunu bulup, bu bulguların kutsal kitaplarla çelişmediğini, sadece binlerce yıldır yapılan yanlış yorumları düzelttiğini söyleyecekler. Bu böylece devam edip gidecek. — Sizce inanç denen olgu neden bu kadar inatçı, yani kolay kolay değişmiyor? — Esasen inanç, düşüncenin katı bir türevidir. Düşüncenin yapısı irdeleyici, sorgulayıcı ve su gibi akıcıdır: Girdiği kabın şeklini alır, üstüne ekleyip hacmini artırabilirsiniz. Bazen kendisinden daha kuvvetli bir düşünce ile karşılaştığında buharlaşıp yok olur. Kimi zaman da katılaşır veya buz kesilir.

Bir düşünceyi değişmez düşünceler klasörüne koyar ve o klasöre o düşüncenin doğru olduğunu destekleyen bilgileri de depolayıp uzun süre saklarsanız; o düşünce zamanla katılaşıp buz donar ve bir inanç veya ideoloji hâline dönüşür. İşte inanç böyledir; düşüncenin donmuş hâlidir. Düşünce gibi esnek değildir, daha ileri gitme olanağı kısıtlı olduğu için hantal ve tembeldir, kırılgandır ve kolay kolay buharlaşmaz. Kendisini yaşatan çevre koşullarını bulduğunda daha da katılaşır ve bir aysberg gibi büyür. — Ya yanlış inançlar?... — Kirli suyun donması gibi, yanlış inanç da donar ve katılaşır. Onun da buharlaşması o kadar kolay değildir: Yanlış bir inancı veya ideolojiyi besleyip büyüttüğünüz için, artık o inancı bir evlâdınız gibi kolay kolay terk edemezsiniz. Yaşamınızı onun dikte ettirdiği biçimde kurgularsınız. Bu durum doğamıza ve Doğa Kanunları’na aykırı değildir: Nasıl ki enerji donduğu zaman maddeye dönüşüyorsa; bir enerji türü olan düşünce de donduğu zaman inanca, ülküye, ideolojiye veya ahlâkî değerlere dönüşür. Etik dediğimiz ahlâkî değerlerin tümü; tarihten beri ürettiğimiz düşüncelerin katı bileşkesidir. Bir dine inanan kişinin imanı ne kadar katı ise, bir ateistin inançsızlığı da o kadar katıdır. Ve aslında ikisi de aynı düşünce pınarından çıkıp, birbirine zıt kutuplarda buzlanmışlardır. — Efendim, bu noktada bir parantez açalım isterseniz: “Yaşamın amacı mutlu olmaktır” diyen epeyce yaygın bir düşünce var. Bu düşünce bir buzdağı gibi donup büyüdükçe bir ideoloji mi olacaktır sizce?

185

186


MUTLULUK SORUNU — Bakınız, bu görüşün çok popüler olmasının esas nedeni “mutluluk nedir?” ve “yaşamın amacı nedir?” sorularına kolayca yanıt bulunamamasıdır. Sorular insan zihnini zorlayınca, genelde kolaycılığa kaçar ve bulunmuş bir yanıtı benimsemeyi yeğleriz. Bu iki soruya kolay yanıtlar verilememesinin asıl nedeni ise, bunların izafî olmasıdır. Mutluluk anlayışı ve yaşamın amacı kişiden kişiye değişebilir. Bu konularda şimdiye dek on binlerce kitap yazılmasının ve binlerce farklı yanıt bulunmasının sebebi bu izafiyetten kaynaklanmaktadır. Oysa “mutluluk bir makineye benzer: Ne kadar basitse, o kadar az bozulur.” Bu alıntıyı biraz açmak isterim: Bence hayatı, insanı ve evreni iyi tanımış olmak; insanda heyecan yarattığı gibi bezginlik de yaratıyor. O nedenle, meraklı birçok insanın hayata tutunmaları zorlaşıyor. Bu zorluğu yenmek için, kişi, bütün değerlerinin odak noktası olacak bir adanmışlık ilkesi ve amacı geliştiriyor. O zaman da gücünü bir veya iki yöne doğru kanalize etmiş oluyor. Albert Camus, insanın elinde tutmak zorunda olduğu yüksek ahlâk ve göksel değerleri içeren amaçlarını korumak için, karşılaştığı engellere başkaldırmasının gerekli olduğunu; bu mücadelenin anlamsız olan hayata, biçim ve renk vereceğini anlatmaya çalışmıştır. Nietzsche, “yaşamak için bir nedeni olan kişi hemen hemen her şeye katlanabilir” der. Aslında, varoluş meselesi, genetik detaylara kadar inen kişiye ürkütücü gelebilir. Kromozomların, yaşamın varoluş sebebini ve özgürlüğün sınırlarını belirlediğini kavrayan insan biraz karamsarlığa

187

düşebilir. Görünüşteki amacı sadece üreme ve evrim olan doğanın bu banal gayesinin esiri olmamak için, düşünen ve araştıran ve yaratıcılığını kullanan insan kendine -doğaya rağmen ve doğaya karşı olmak üzere- bir hedef veya erekler dizisi oluşturmak zorundadır. İnsan genomundaki genetik hafızaya, sadece yaşamayı ve üremeyi empoze eden bir düzenek gözüyle bakılmamalıdır. Aksi hâlde, yaşamakta hiçbir anlam ve amaç göremeyen, bu yüzden yaşamını sürdürmeyi mânâsız bulan kişi çok şey kaybeder. Oysa, hayatın bir anlamı olduğu inancı, en ürkütücü koşullarda bile kişinin yaşama sarılmasına yardımcı olur. İnsanın kendi idealleri ve değerleri için yaşayabilme ve hatta ölebilme yeteneği vardır. Aradığını bulması hâlinde ise; onu yitirmemek için acı çekmeye, öz vermeye ve en zorlu koşullara dahi katlanmaya razı olur. Esasen anlam arayışı, insana özgü ve önemli bir gereksinimdir. Hayatta amaç ve anlam yakalayamamış insanların mutlu olmaları hemen hemen olanaksızdır. Anlam arayışı, ruh sağlığının da kuvvetli bir göstergesidir. Amaç yoksunluğu ise, duyusal uyumsuzluğun bir göstergesidir. Albert Einstein’ın deyimiyle, “Yaşamı anlamsız gören kişi hem mutsuzdur hem de yaşama uygun değildir.” Düşünen ve duyumsayan bir varlık olarak insanın anlamdan yoksun bir dünyada var olması imkânsız gibidir. İnsan ister ilkel isterse medenî olsun, bu amaçtan kaçamaz ve yalnızca hayvansal varlığa hizmet etmekten daha yüksek bir amaç için atılım göstermediği sürece; yaşamdan, hayvanlarınkinden daha yüksek bir değer talep edemeyecektir.

188


İnsan: Ruh denen varlık ile madde denen varlığın bir sentezidir. Bu yüzden insanın hayattaki amaçlarından, en azından yarısı bedeniyle ilgili, diğer yarısı da ruhî yönüyle ilgilidir. Hayatı sırf maddesel bir olgu olmaktan çıkarıp, ruhsal bir kaynaktan taşıp gelen gerçeklerin de tesiri altında düzenlemek gerekir. İnsanın anlam arayışı ile değer olgusu arasında tükenmez bir münasebet vardır: Değerlerle ilişkisi bulunan kişinin yaşamı, değerlerin gerçekleştirilmesine katkı yaptıkça anlam kazanır. Zaten hayatın anlamı da, değerler edinilip yaşandığında kavranır. Öyle anlaşılıyor ki yaşam, anlamını bir ölçüde değerlere borçludur. İşte bütün bu nedenlerden dolayı; insan, amaçlarını gerçekleştirdiği ve değerlerini yaşatabildiği oranda mutlu olur. Bakınız Shakespeare ne diyor:

İnsanların çoğu sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için. Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye lâyık görmediği için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için. Ve yaşamdan korkuyor,

189

kendisi yerine başkalarına göre yaşadığı için. -Efendim, sadece bu sözleriniz üzerine bile birkaç kitap yazılabilir, teşekkür ederim. Acaba yaşama anlam katan duygularımız da genlerin etkisinde mi? Örneğin, insanların birbirine küsmesinin genetik bir nedeni var mıdır sizce? DUYGULAR KALPTE Mİ, BEYİNDE Mİ — Küsme, bir kırılganlık işaretidir ve kırılma duygusunun doğurduğu bir tepki veya davranış biçimidir. Kırgınlığın şiddetine göre, kişi kendine, dostlarına ve hatta tüm dünyaya küsebilir ve bu duygusal tepkiyi kısa veya uzun süre götürebilir. Kırılma, acı ve aşkla birlikte ruhsal dengemizi en çok etkileyen üç duygudan biridir. İnsanı kıran ve acı veren nedenler arasında üç temel faktör vardır: Kötülükler, hatalar ve gerçekler. Küsmeye neden olan bu üç etken, birbirleriyle iç içe birer ilişki içindedir. Örneğin, gerçekler bizi kırabilir ama hatalı ve rencide edici şekilde yüzümüze vurulduğu zaman, kötülüğe ve acıya dönüşebilir ve küsmeye yol açar. Keza, bize hak ettiğimiz bir kötülük yapılabilir; fakat gerçeği içerdiği hâlde acıya ve kırgınlığa sebep olur. Ayrıca, hatalar hem kötülükleri, hem de gerçeği doğurabilirler. Kırgınlık duyguların en yanıltıcı olanıdır. Bu becerisi, kendisini gizleyebilmesinden ve sevgi, sempati, saygı, özveri gibi diğer duyguların “postuna” bürünme yeteneğine sahip olmasından kaynaklanır. Birine içten içe küstüğümüz hâlde, yalan bir sevgi ve saygı gösterdiğimiz hâller, kızgınlığın bu “maskesi”ni kullandığı anlardır.

190


İnsanın en şiddetli acılara dayanabilmesi de bu duygunun bir bukalemun gibi rengini değiştirebilme özelliğine sahip olmasındandır: Acıları bir şekilde rasyonalize ederek, dayanılır hâle getirebilmemizi sağlar. Aslında, bize çok karmaşık, anlaşılmaz ve mantıksız gelen duygularımız fiziksel birer oluşumdur, evrim kurallarına uyar ve içinde doğa mantığı taşır. Yani, bütün duyguların birer mantığı, sebebi ve sonucu vardır. Ve bütün duygular genlerden gelen emirler üzerine üretilen enzimler, hormonlar ve beyindeki nörotransmiter denen salgılar sayesinde oluşurlar. Dar çerçevede mantıksız görünen ve rasyonel düşünce tarafından sürekli dışlanan duygular, geniş perspektiften bakıldığında bilincimizin en vazgeçilmez yapı taşlarından biridir. Ama salt bilgi üzerine oturttuğumuz yanlış eğitim sistemi yüzünden, bu potansiyel hazinemizden yeterince yararlanamamaktayız. Son yıllarda yapılan araştırmalar sonucunda, IQ testlerinin yerini EQ (duygusal zekâ) testlerine bırakmış olması, bu “tutsak kalmış” beyinsel ve genetik gücümüzün açığa çıkarılması, kullanılması ve belki de daha heyecanlı bir çağın başlangıcının müjdecisidir. Ben bu potansiyel yeteneğimiz sayesinde evrimsel bir sıçrama yapacağımızı bile düşünüyorum. Çünkü bizi diğer canlılardan ayıran ve “üstün” kılan şey: Duygusal, psikolojik ve ruhsal yapımızla birlikte beyin hücrelerimizdeki “genetik bilgi bankası”nın hafızadır. Bu genetik belleği ilköğretim, lise ve fakülte gibi üç düzeye ayırmak mümkündür: Temel Evrim Mantığı, Orta Evrim Mantığı ve Üstün Evrim Mantığı.

Doğadaki fizik ve matematik kanunlarının evrim yoluyla biyolojimize işlenmiş hâli, Temel Evrim Mantığı içerir. Bu, Biyolojik Bilinç’in bir parçasıdır. Bu bilgi hayatta kalmamızı sağlar: Yani, üreme, beslenme, çevreyi algılama ve bir tehlike anında vurma veya kaçma güdülerini doğurur. Orta Evrim Mantığı: Sınama ve yanılma yöntemiyle öğrenme yeteneğidir. Bunu tüm hayvanlarda ve çocuklarda görebiliriz. Ben buna ham bilinç diyorum. Üstün Evrim Mantığı ise: Akademik düzeyde düşünme, öğrenme, gözleme, rasyonel davranma ve bilgiden bilgi üretmektir. Bu sistem, bazı hayvanlarda ilkel düzeyde gözlenir fakat insanlarda üstün bir gelişme göstermiştir ve Sosyal Bilinç’in bir parçasıdır. İşte bütün duygu ve düşüncelerimiz bu üç mantık düzeyinin kombinezonları ve varyasyonlarıdır. Bu çeşitlemelerin hem negatif hem de pozitif boyutları vardır: Sevgi ve nefret, sevinç ve öfke, mutluluk ve mutsuzluk gibi... Bunların birinden diğerine geçişi çok kolay ve anî olarak gerçekleşebilir. Duyguların oluşumunu bir ağacın anatomisine de benzetebiliriz: Duyguları uyaran sinir hücrelerini ve aralarındaki bağlantıları ağacın köklerine benzetirsek; bu uyarıları tetikleyen düşünce veya dış çevre faktörleri ağacın gövdesi ve dalları olur. Gövde, yani düşünce ve çevre, negatif olduğu zaman bütün dallar ve yapraklar negatif olur ve köklere bile negatif sinyaller ulaşır. O hâlde, pozitif düşünmek ve pozitif çevre koşullarında yaşamak, duygusal denge ve verimlilik bakımından son derece önemli iki etkendir. Bence başarının sırlarından biri de budur. — Duygu ile his arasında bir fark var mı? — Evet, aralarında bir nüans var ama işin içine heyecanı da katarak açıklayalım:

191

192


His (feeling): Herhangi bir şeye karşı zihinde veya bedende oluşan ve yoğunluğu yüksek olmayan bir duygusal tepkinin farkına varma işidir (awareness). Örneğin bir ayağı topallayarak yürüyen bir kediye duyulan acıma hissi, farkına varılan böylesi bir tepkidir. Duygu (emotion): Farkına varılan bir hissin kuvvetlenerek, bilinçte ve bedende genel bir uyarılmışlık hâli (arousal) oluşturmasıdır. Korku, üzüntü, aşk gibi… Heyecan (excitement) ise: Duyguya oranla daha kısa süreli; ama daha yoğun ve şiddetli bir uyarılmışlık hâlidir. Yani çabuk gelip geçen, şiddetli bir duygudur. “Yüreğim ağzıma geldi!”, “Kan beynime sıçradı!” veya “Kendimi zor tuttum!” ifadelerindeki şiddetli duygusal hâller, heyecan kategorisine girerler. Vücudun sadece bir organını veya bölgesini uyarmak gereksinimi ortaya çıktığı zaman, beyin o organa bir sinirsel sinyal (impulse) gönderir ve bu sinyal bir refleks hareketi yaratır. Fakat beyin, bedenin tümünü uyarma ihtiyacı hissettiği zaman, bu işi bir sürü sinyal gönderip zahmetli bir şekilde yapmaz. Hangi duygu veya refleks uyandırılacaksa, o duyguyu gerçekleştirecek hormonları üreten salgı bezlerine bir sinyal gönderir ve bazı hormonlar hemen üretilip, kan dolaşımına akıtılırlar. Böylece en geç 6 saniye içinde, o hormonun yarattığı duyguya kapılırız. Heyecanlanma gerektiği zaman ise, hem hormonlar hem de sinir sistemi kullanılır. — Bu arada sözünü ettiğiniz Duygusal zekânın tanımını yapar mısınız? DUYGUSAL ZEKÂMIZ

193

— Duygusal zekânın içeriği henüz tam olarak anlaşılamamıştır ve hatta tanımı bile henüz bilimsellik kazanmamıştır. Fakat öncelikle duygu derken nelerden söz ettiğimizi saptamak ve hafızamızı tazelemek bakımından şu listeye bir göz atmak yerinde olacaktır: — Sevgi (çocuk, aile, dost, millet, insan, Tanrı sevgisi) — Aşk (cinsellik taşıyan romantik sevgi) — Şehvet (cinsel dürtüleri tatmin etme isteği) — Utanma (masumiyet ya da şerefsizlikten doğan duygu) — Acı (yürek acısı, buruk acı gibi) — Hırs/İhtiras — Gurur/Övünç — Kuşku/Vesvese — Alınma/Küsme — Panik/Şok — Hayranlık/Gıpta — Mutlu olma — Mutsuz olma — Tatmin olma — Kendini aşağı hissetme — Kendini üstün hissetme — Zevk alma — Hüzün duyma — Üzüntü, sevinç, öfke, cesaret, korku, hınçlanma, isyan, kıskançlık, suçluluk, pişmanlık, şefkat, minnet, umutsuzluk, şaşkınlık, bezginlik... Beynimizde, Hipotalamus denen, nohut büyüklüğünde bir “duygu merkezi” var. Bu merkez, bedenin psikofiziksel faaliyetlerini düzenleyen ve “Endokrin Sistemi” denen hormonlar sistemine bağlı olan salgı bezleri ile sıkı bir işbirliği içindedir. Hipotalamus, bu salgı bezlerinin gerekli hormonları

194


ürettikten sonra hedef organlara gönderilmelerinde önemli bir rol oynar. Tiroit bezi, Hipofiz bezi, Epifiz bezi, pankreas, testisler, yumurtalıklar ve diğer birkaç organdan çeşitli hormonlar salgılanır. İşte bu hormonlar sayesinde ve vücuttaki bazı fizyolojik fonksiyonlar sonucu hislenir, duygulanır ya da heyecanlanırız. Duygulanmamızı sağlayan bir başka neden de beynimizin ürettiği “nörotransmiter” denen kimyasallardır. Bunların bazıları eroin, kokain, esrar, ekstasi, kafein veya alkol ile eşdeğer etkiler oluştururlar. Duygu dediğimiz şey “kültürel kutsallaştırma” yüzünden çok sayıda insanın yanlış bir inanca kapıldığı gibi, öyle kalbe yerleştirilmiş, manevî bir oluşum değildir. Aksine tamamen maddî ve bedensel bir olgudur; genlerin ve hormonların bedenimizde ve beynimizde ortaya çıkardıkları etkileridir. Duygusal zekâ; duyguları zamanında üretebilme, yaşatabilme, denetim altında tutabilme, başka bireylerle sağlıklı duygusal iletişime (empati) girebilme ve birlikte pozitif duyumlar yaşama (kompati) yeteneğidir. Bir başka deyişle; aklın kendisini his bombardımanlarından koruması ve duyguları gerektiği yerde bastırma gücünü veya yaşatma isteğini gösterebilmesidir. “Herkes doğal olarak duygulanır, duygulanabilir, bu, zor değildir. Ama zor olan şey; doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiye karşı, doğru duyguyu doğru oranda ve doğru tarzda gösterebilmektir. İşte bu tanım -tek başına- bize duygusal zekâ hakkında çok şey öğretmektedir. İşte duygusal zekâ, bu çağda başarılı bir yaşam için geliştirilmesi gereken önemli bir zekâ türü olarak

karşımıza çıkmaktadır. Bu zekâ türünü ölçebilecek testler henüz ortaya çıkmamıştır. Kim bilir; “Ne soğuk insan!” diyerek suçladığımız kişiler, belki de ortalamanın çok üstünde bir duygusal zekâya sahip çağdaş insanlardır! — Efendim, duygular gibi insanlar da çeşitli biçimlerde kategorize ediliyorlar. Dil, din, ırk, sınıf, renk, zekâ, başarı ve servet bunlardan bazıları. Bir de önemli-önemsiz ve değerli-değersiz ayırımı var. Bu ayırımları yapmak doğru mu? Doğru ise, insanları değerli kılan özellikler nelerdir?

195

196

SAYGINLIK ÖLÇÜSÜ — Bu ayırımlar binlerce yıldan beri yapılmakta ve sosyobiyolojik insanın bir gerçeği olarak hâlâ süregitmektedir. Bunları yadsımak veya yok saymak, günümüzdeki bazı hümanist akımlarca bir moda hâlinde, temeli çürük bazı savlarla sürdürülmektedir. Daha açıkçası; “bütün insanlar değerlidir” diyenler, içi boş bir iddiayla kendi kendilerini kandırmaktadırlar. Çünkü değer kavramı göreceli ve insana hangi pencereden bakıldığına göre değişen bir olgudur. Bunu gözler önüne apaçık seren bir özdeyiş var; “Kişisel değerler her zaman sübjektif, evrensel değerler şimdilik objektiftir.” Kişinin insan olarak doğması, bu dünyada bir yer kaplaması, herkes gibi duygu, düşünce ve yeteneklere sahip olması ve onun da sevenleri bulunması; ona değerli sıfatını kazandırmaz. Ama herkesin yararlandığı evrensel insan haklarından yararlanma hakkı verir. İnsan: Dili, dini ve rengi ne olursa olsun; aklını, dilini, sezgilerini ve becerilerini geliştirdikçe, duygularını yaşatıp denetleyebildikçe, ruh ve beden


sağlığını koruyabildikçe, kültürel ve evrensel değerlerle donandıkça ve ürettikçe yücelen bir canlıdır. Bu yüceliş, ona toplum gözünde bir değer kazandırır. Bu kazanımı edinmiş biri ile edinmemiş birini -aynı toplumun iki ferdi olarak- aynı kefeye koyamazsınız. Aynı toplumun diyorum; çünkü her toplum, her insanî özelliğe aynı eşit değeri biçmez. O nedenle, kişinin kazandığı değerin sübjektif olmaktan çıkıp, objektif, somut ve gerçek bir değere dönüşmesi için, onu “evrensel bir jüri”nin alkışlaması gerekir. Aksi hâlde, kişi, sadece önemli (VIP) ve ünlü olmaktan öteye gidemez. Önemli veya şöhretli kişi genellikle statükocudur. Kişisel değerleri, evrensel değerlerinden daha fazladır. Çevresinde karınca gibi dolaşan hayranları veya dalkavukları vardır. Onun önem ve şöhretinden yararlanmak isteyen çıkarcı dostları vardır. Ona gösterilen saygı çoğunlukla zorunlu ya da yapmacıktır. Oysa değerli kişinin etrafı kalabalık değildir. Çünkü o, menfaat yerine erdem dağıtır. O erdemi yüklenmek herkesin harcı olmadığı için, kişiler ondan uzak durarak, kendilerini ezilmiş hissetmekten kurtarırlar. Ama varlığından haz duyarlar, önünde içten bir saygıyla eğilirler. Onun sözleri hem akla hem ruha hitap eder ve hayata anlam katar. Değerli kişi lider olmaksızın önder olur, yücelikleri simgeler ve örnek alınır. — Efendim, böylesi kişilikler oldukça zor bulunuyor. Değerleri biraz da az olmalarından mı kaynaklanıyor? — Hayır. “Nadir olan değerlidir” inancı geçerli bir önermedir; fakat bu kişiler nadir oldukları için değer kazanmazlar; gerçekten pek çok değerle donandıkları

için saygınlık ve kıymet kazanırlar ve dolayısıyla ender olurlar. — Bu değerlere evrensel jürinin onayı koşulunu koydunuz. Peki, bu jüri hangi kriterlere göre oy veriyor? — Kısacası, bilgi, görgü, bilgelik, estetik anlayış, ahlâkî değerler ve evrime katkı düzeyleri diyebiliriz. Yani, Kolektif Bilinç’in ne kadar gördüğüne bağlı olan farkındalık düzeyine göre... Nasıl ki büromu temizleyen firmanın yaşamıma getirdiği kolaylığa ve Microsoft firmasının sağladığı katkıya aynı kıymeti vermiyorsam; lisedeki rehberlik dersi hocama ve Descartes’a da aynı değeri vermeme hakkını kendimde görüyorum. Aslında, bu kademelendirmeyi herkes yapar; fakat âdet olduğu üzere birer maske takılır ve “herkes eşittir” tekerlemesi kullanılır. Eşitlik devletin vatandaşlarına hizmet götürürken veya adalet dağıtırken onlara verdiği değerde var olmalıdır. Yani insanlar hukuk önünde eşit olmalıdırlar. İnsanlar anne ve babalarını bile farklı düzeyde severken; mutlak bir eşitlik ilkesine hizmet etmelerini onlardan nasıl isteyebilirsiniz? — Bu arada sevgi sözcüğünü çok az kullandığınızı fark ettim. Bunun özel bir nedeni mi var? — Hayır, özel bir nedeni yok, ama bir nedeni var: Sevgi o kadar izafî ve değişken bir duygu ki, şimdiye dek on binlerce tarifi yapılmasına rağmen bir sonuca ulaşılamamıştır. Böylesine göreceli ve soyut bir kavramı somut olgulardan söz ederken kullanmak bana ters geliyor. Israr ediyorsanız, size “Küçük Prens”in yazarı A. Saint Exupery’den beğendiğim bir alıntı ile yanıt verebilirim: “Sevmek, birbirine bakmak değil, birlikte aynı yöne bakmaktır.”

197

198


— Kişiliklere verilen değerler farklı olduğuna göre, sınıfsız bir toplum da mümkün değildir, öyle mi? İNSANLAR SINIFLARA AYRILMALI MI? — Elbette değildir, hiç olmamıştır ve belki de hiç olmayacaktır. Bu gerçeğe muhalefet eden hiçbir sistem yaşayamaz ve hiçbir toplum mutlu olamaz.

— Efendim, sınıf kavramını tarif etmek için hangi ölçütleri göz önünde bulundurmak gerekir: — Moral/etik değerler mi? — Dinsel inançlar mı? — Soy veya sülale mi? — Emek mi? — Zekâ mı? — Eğitim mi? — Kültür mü? — Estetik değerler mi? — Kariyer/iş mi? — Kişinin ekonomik düzeyi mi? — Bireyin sosyal düzeyi mi? — Önce sınıf kavramının tarihine bir göz atarsak, belki bu bulanık su biraz daha berraklaşır. Toplumlardaki sınıflar -ister karşı ister yanında olun- insanlık tarihinin ilk çağlarından beri var olan bir olgudur. Bu tarihsel gerçek, türlü evrimler geçirerek, bu yüzyıla kadar pek çok değişikliğe uğramış ve 21’inci yüzyıla girdiğimiz bu yıllarda hâlâ farklı ülkelerde, farklı biçimlerde ve değişerek süregitmektedir. Tarihsel verilerden anlaşılıyor ki, ilk insanlardaki sınıflaşma daha ziyade hayvanlar âleminde olduğu

199

gibi bir hiyerarşik özellik gösteriyordu. Aslanın “krallığı” gibi, daha güçlü, daha heybetli, yenilmez, dayanıklı ve cesur olan kişiler toplumun üst kısmındaki basamaklara oturtuluyordu. Bu basamaklama sistemi sonraları yerini yaş ve tecrübeye bıraktı. Böylece kabile reisliği başladı. Fakat zaman içinde, o en yaşlı ve en tecrübeli kişi kendi gerçek gücünün ve kapasitesinin üstünde bir basamağa oturtulduğu için, “en büyük benim” sıfatının eleştirilmesini önlemek ve otoritesinin devamlılığını sağlamak üzere, yavaş yavaş, “Tanrı’dan sonra en büyük benim” kimliğine büründü ve böylece “kutsal krallık” yolu açılmış oldu. Bu yolla Ruhban takımını ve devleti yönetenleri de arkasına alan bir kralın, artık “kutsal diktatörlük” denilebilecek bir sistemi oluşturması zor olamazdı. Sonuç olarak, “kutsal hanedanlıklar” devri başlamış oldu. Gelişen bu krallık ve padişahlık sistemleri de kendi içinde zamanla değişti ve tecrübe ve yaşın yerini babadan oğula geçen anlamsız bir sistem aldı. Bu da soyluluk ve aristokrasi denen kavramların doğuşuna vesile oldu. Soyluluk anlayışı, idare edenler ve edilenlerden sonra ortaya çıkmış olan -bugünkü anlamda- ilk sınıf sisteminin temelidir. Bu gelişim süreci dünyanın farklı coğrafyalarında, farklı zamanlarda ve farklı biçimlerde cereyan etti ama Avrupa’da kraliyetlerin gücünü paylaşmak isteyen ruhbanlar da boş durmadı ve kendilerini bir sınıf olarak kabul ettirmeyi başarabildiler. Soydangelim krallık; genç, tecrübesiz ve bilgisiz kralların veya kraliçelerin ortaya çıkmasına neden olduğu için ve fakat ruhban sınıfı Lâtince okuyan, yazan ve sürekli bilgi ve düşünce üreten bir sınıf olarak geliştiğinden dolayı, krallar bu sınıfın elinde birer “piyon” olmaya başladılar. Böylece, Engizisyon

200


denen bir olgu türedi. Bu yüzden de acı ve işkence dolu yüzyıllar yaşandı. Çünkü Kilise’nin dediği dedik, astığı astık ve hükmettiği de kanun olmuş ve hatta “Cennet’in anahtarı” bile onların eline geçmişti. Rönesans sürecinde, yavaş yavaş, ortaya bu saçmalıklara ve haksızlıklara karşı çıkmalar başladı ve o çağdaki homurdanmalar Martin Luther’in Protestanlık mezhebini kurma çabalarına kadar yükseldi. Fakat ruhbanlar bir sınıf olarak varlıklarını korudular. Avrupa’daki Aydınlanma Devri’nde gelişen bilim, ticaret ve sömürgecilik; hem aydın hem de burjuva denen birer zümrenin ortaya çıkmasına neden oldu. Yeri gelmişken, izninizle burada anlamdaş görünen entelektüel ve aydın kavramları arasındaki farkı da belirtmek istiyorum. Aydınlanma Devri’ne kadar, felsefe yapan düşünce adamlarına feylesof denirdi. O günkü anlamda feylesoflar; sadece kutsal kitaplar, peygamberlerin hadisleri ve vahiy üçgeni içinde kalmaksızın kendi düşüncelerini oluşturan ve farklı düşünen insanlardı. Diğer taraftan, kutsal kitapların ve dinsel çerçevenin dışına çıkmadan düşünen ve yorum yapan kişilere de âlim denirdi. Âlimler; hem akıl hem de kalp gözü ile görmeye çalışan ve bu iki kaynağın bileşkesi paralelinde düşünen insanlardı. Entelektüel tabiri de bu insanlar için kullanılırdı. Ama akılcılık ve rasyonalizm kavramlarının bu çağda ortaya çıkışından sonra, düşüncelerinde tamamen “lâik” olan bir düşünür zümresi ortaya çıktı ve bu zümre yavaş yavaş Tanrı ve din kavramlarını, düşünce dağarcıklarından tamamen çıkararak, felsefe yapmaya başladı. Bunlara da aydınlar dendi. Daha sonraları, aydın ve entelektüel aynı kategoride ve tek bir kavrammış gibi kullanılarak, günümüze kadar geldi. Fakat, artık bu iki

kavram arasındaki fark tekrar gündeme gelmiş ve bu konudaki kavram kargaşası giderilme yoluna girmiştir. Siyasal ekonominin ve bir anlamda kapitalizmin babası sayılan Adam Smith; para, ticaret ve bunun siyaseti üzerine kitaplar yayımlayınca, burjuva sınıfı yavaş yavaş kapitalist bir sınıfa dönüştü ve bu isimle anılmaya başlandı. Kapitalist sınıfın, çalışan kesimleri birer “modern köle” olarak kullanmasına karşı çıkışla yola koyulan Karl Marx, bu zümrenin ve ruhban sınıfının egemenliğine son verebilmek için, Proleterya (işçi sınıfı) kavramını ortaya attı ve “emek en yüce değerdir” sloganından hareketle, bir Proleterya iktidarı kurulması gerektiği fikrini teorileştirdi. Bu teorinin pratikte nasıl uygulanacağını da gösterebilmek için -Adam Smith’in yaptığı gibisistemi rakamlarla ele alan “Sermaye” isimli kitabını yayımladı. Bu eserinde ve verdiği söylemlerde tüm sermayenin devlet elinde toplanması gerektiğini ve “eşit” şekilde dağıtılmasının “en adaletli” sistem olacağını vurguladı. Bu fikir, Avrupa’nın birçok ülkesinde işçi kesimi tarafından benimsendi ve böylece özellikle dar gelirli işçiler bir sınıf oluşturduklarını görmeye, kabul etmeye ve bu uğurda mücadele vermeye başladılar. Sermaye’nin yayımlanışından tam 50 yıl sonra, Lenin’in önderliğinde, Çarlık Rusya’da bir Bolşevik Ayaklanması ile Komünizm denen bu sistem yürürlüğe girdi (1917). Bolşevik Devrimi, özellikle Avrupa’da ve genelde tüm dünyada sınıf kavramının kemikleşmesine neden olan etkenlerin en önde gelenlerindendir. Zira bu devrim bir sınıfın bir diğer sınıfın hâkimiyetine son

201

202


verebileceğini kanıtlamış oldu. O nedenle; aristokrat, ruhban, asker, kapitalist, orta sınıf ve işçiler kendi sınıflarının daha da güçlenmesi ve kazandıkları gücü kaybetmemek için birleşmeye, bütünleşmeye, birlikte düşünmeye ve ortak menfaat birlikleri oluşturmaya başladılar. Sınıf anlayışına sağlıklı bir yaklaşım getirmek istiyorsak, bu tarihsel diyalektikten yola çıkarak, bir tasnif yapmamız gerekir. Gerekir diyorum, çünkü hem toplum huzuru bakımından, hem de Sosyal Bilinç’in gelişmesi için sınıf olgusunu iyi anlamamız gerekmektedir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, sınıfsız bir toplum hiç olmamıştır ve belki -küreselleşmeye rağmen- daha yüzyıllarca olmayacaktır. Bu konuda cesaret ve açık yüreklilikle ve fakat kimsenin onurunu rencide etmeden konuşmalı, yazıp çizmeliyiz. Avrupa Birliği’ne üye olmak isteyen bir ülkedeki sosyal değişimlerin ve reformların gerçekleşmesi için, sınıf kavramının da tartışılması ve bu konudaki belirginleşmemiş noktaların açıklığa kavuşturulması gerekir. Zira, Avrupa’nın çoğu ülkesinde toplumsal sınıflar ve bu sınıfların davranış ve düşünce şekilleri belirlenmiş ve -yazılı olmasa dakurallara bağlanmıştır. Sınıfları belirlenmiş toplumlardaki sosyal ilişkiler daha sağlıklı işlemekte ve toplumsal huzur kolay kolay bozulmamaktadır. Farklı kültürel ve ekonomik düzeyleri sahip insanların iç içe yaşamak zorunda olmaları sınıflar arası enteraktif bir yaşam tarzı oluşturuyor. Bu da farkında olunmasa bile sınıflar arası çatışmalara neden oluyor ve toplumun ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyebiliyor. — Efendim, siz ruh sağlığı deyince aklıma hemen son yıllarda gittikçe artan depresyon konusu geldi.

203

Tüm dünyada stres ve toplumsal huzursuzluklar insan sağlığını tehdit ediyor. Psikiyatristler, önceleri işsizlikten kendileri depresyona girerlerdi, şimdilerde ise başlarını kaşıyacak vakit bulamıyorlar. Depresyon salgın bir hastalık hâline mi geldi? Acaba morali bozulan veya strese giren herkes kendini depresyona düştü mü zannediyor? Tüm bunların sorumlusu içinde bulunduğumuz çağın olumsuz koşulları mı? Yoksa başkaca çok ciddî nedenler ve genetik etkenler mi var? Psikolojik bozukluğun göksel anlamdaki Ruh ile bir ibağlantısı var mı? PİSKE, RUH VE DEPRESYON — Sanıyorum, bu önemli ve kocaman soruların yanıtları da aynı çapta olmak zorunda... Çoğumuz, bir problemimiz olduğunda ve buna bir çözüm yolu bulamadığımız zaman, doğal olarak bir sıkıntı içine giriyor ve stres altında yaşamaya başlıyoruz. Bu duruma yanlışlıkla ve moda tabirle “depresyon” diyenlerin sayısı az değil. Bazen de, etrafımızdakiler kaş yapayım derken göz çıkarıp, bize bir psikiyatra gitmemizi önerdikleri için kendimizi depresyona girmiş sanıyoruz. Ben, birçok insanın bu yanlışlığa kolayca düştüğünü zannediyorum; çünkü depresyon, ciddî bir ruhsal hastalıktır ve öyle kolay kolay başgöstermez. Belki, stres ve depresyon arasındaki farklara bir göz atarsak, durum kendiliğinden açıklığa kavuşmuş olur: Stres: Sinirsel bir yoğunluk ve gerilim hâlidir. Bu yoğunluk, bir gerginlik ve huzursuzluk yaratarak, kişinin keyfini kaçırır. İnsan çabuk sinirlenebilir ve tahammül düzeyi düşebilir. Bu durum geçicidir ve kişinin kendi kendine yapacağı telkinle, sakin

204


düşünüp yaşaması ile, meditasyon gibi yöntemlerle veya bir yakın dostu ile derinlere inerek “dertleşmesi” sonucunda dağılabilir. Eğer strese yol açan sorunlar çözülürse; kişi kendini mutlu hisseder ve normal hâline dönebilir. Bunun için bir doktora gitmesine çoğunlukla gerek yoktur ve dünyadaki 6,5 milyar insanın istisnasız tümü bu durumu zaman zaman, bazen de sık sık yaşarlar. Bu, özellikle insan olmanın ve biraz da çağımızın bir gerçeğidir. Ama stres yaratan olaylar birikir ve kendi süreçleri içinde çözümlenemezlerse, bunlar zamanla depresyona dönüşebilirler. Zaten, biriktirilmiş veya ağır stresler, depresyonun başta gelen nedenlerinden biridir. Depresyon ise: Dermansız bir ruh hâlidir, hayattan ve yaptıklarından zevk almama durumudur, aşırı sıkıntı veren ve insanın kapkara bir tünele girmişçesine canını sıkan bir bitkinliktir. Depresyona girmiş kişi hâlsizleşir, çabuk yorulur ve tembelleşebilir ve tüm enerjisi çekilmiş gibi olur, geceleri uyuyamaz ya da aşırı uyur, iştahsızlık çeker ya da çok yer, kilo kaybeder ya da aşırı kilo alır, fiziksel ağrıları olabilir, bayılma nöbetleri geçirebilir, korku ve panik içine girebilir, kendini değersiz hisseder, içine kapanır, suçluluk duyabilir veya başkalarını suçlayabilir, büyük üzüntü hâlleri yaşayabilir, karamsar ve ümitsiz olur, dikkatini bir noktaya toparlayamaz, unutkan olabilir, kararsız olur ve cinsel isteksizlik yaşar. En kötüsü de aşırı depresyona girmiş- kişinin aklından intihar senaryoları geçmeye başlar. Bu belirtiler uzun süre devam edebilir ve kişi bir dış yardım olmadan genellikle depresyondan çıkamaz. Depresyonun hem biyolojik, hem psikolojik ve hem de sosyolojik nedenleri vardır ve depresyona girmek kimsenin suçu olmadığı gibi, bu hastalık bir

kişilik eksikliği veya bozukluğundan da kaynaklanmaz. Üstelik depresyon kalıtımsal bir faktörden kaynaklanıyorsa, kişinin tamamen iradesi dışında gerçekleşiyor demektir. Psikoanalitik Ego Psikolojisi Teorisi’ne (Bibling Kuramı) göre; depresyonun temelinde benlik (ego) için gerekli narsistik emellerin karşısında egonun kendi çaresizliğinin farkına varması yatar. Egonun benlik saygısını kazandıran üç narsist emel vardır: a- değerli ve sevilen olmak, b- güçlü, üstün ve güvenli olmak, c- iyi ve seven biri olmak. Ego bu emellerini gerçekleştirmekteki güçsüzlüğünü hissederse depresyona girer. Yani depresyon, benliğin kendi içindeki çatışmasından köken alır. Çaresiz kalmış ego, süperegonun (üstbenliğin) eline düşer ve verdiği cezaları kabul eder. Saldırgan dürtülerin bireyin kendine yönelmesi bu kurama göre- birincil değil, ikincildir. Kendine saygısı kolay kırılan, kuvvetli süperegoları olan ve kişiler arası ilişkilerde bağımlılık gösteren kişilik yapısı, depresyona daha sık girer; ama aslında tüm insanlar uygun koşullarda depresyona girebilirler. Görüldüğü gibi depresyon, ciddiye alınması gereken; ya ilaç, ya klinik (psikoterapi) ya da her ikisi bir arada bir tedavi isteyen ruhsal bir rahatsızlıktır. Bence tıbbın literatürüne henüz girmemiş olan birkaç nedeni daha var bu hastalığın: Bilindiği üzere; küreselleşme denen yeni dünya düzeni, haberleşmedeki teknolojik yeniliklerin artması, televizyon kanallarının ve program türlerinin çoğalmaları, filmlerde ve dizilerde izlenen yeni yaşam tarzları, yeni kültürler ve hatta şiddet ve -sanki dünya küçük bir kasabaymış gibi- her bölgede ortaya çıkan her olayın çarçabuk duyuluyor olmas;, yaşam tarzımızı, dünyaya bakış açımızı, fikirlerimizi,

205

206


inançlarımızı, ideallerimizi ve beklentilerimizi artırıyor. Fakat, ekonomik düzeyin düşük olduğu hâllerde ve kişisel yeteneklerin çaresiz kaldığı durumlarda, insanlar bu beklentilerini karşılayamıyorlar. Bu nedenlerle de amaçlarına ulaşamayan kişi ve gruplar huzursuz ve karamsar oluyorlar. Ya da her evin dünyaya açılan penceresi olan televizyon sayesinde huzursuzluk ve karamsarlık “dersleri” almış oluyorlar! Bunu bilinçli veya bilinçsiz olarak yansıtan medyanın tüketim toplumunu körüklediği ve bireyleri “tüketebiliyorsan mutlusun” telkiniyle mutlak bir maddiyatçılığa sürüklediği şeklinde de ifade edebiliriz. Böylece, gelirleri bunca satınalıma yetmeyen insanlar mutsuz oluyorlar, bilinçaltları kirleniyor ve genellikle ruh sağlıkları etkileniyor. Bütün bu nedenler de şiddetli streslerin, intiharların, cinayetlerin, suç türlerinin ve depresyonların artmasına neden oluyor. İnsanlar arasındaki sevgi bağının, hoşgörünün ve saygının azalmış olması da dikkat çeken bir başka sebep bence. Yüksek benlik saygısının temellerinin atıldığı 7 yaşına kadar, beyindeki nöron devrelerinin yüzde 70’i oluşurken, içinde yaşadıkları sevme ve sevilme ortamı üzerine kurulmuş bir dünyayı günlük yaşamda, iş ortamında veya toplum içinde bulamayan bireylerin düş kırıklığına uğrayan bilinçaltları, paranın ön plâna, sevginin ikinci, üçüncü plâna geçtiği gerçeği ile kolayca başedemiyor. Ve öncelikle telkine açık beyinler, bu durum karşısında, ağır fiziksel ve ruhsal sıkıntılar yaşayabiliyorlar. Günümüzde hedeflediği parasal düzeye ulaşamayanlar stres veya depresyona giriyor, hırçınlaşıyor, suça eğilimli oluyor ve hatta intihar ediyorlar. Servet sahibi olmak isteyenler ise; ya bir iş kurup, uzun vadede ve alın teri ile hedefe ulaşmak istiyorlar ya da her türlü ahlâksızlığı, kanunsuzluğu ve

sömürüyü mübah sayıp, kısa yoldan amaca ulaşmayı yeğliyorlar. Bu hırs ve gözükaralık da toplumsal huzuru bozuyor ve sonuçta, toplumu oluşturan ailelere ve bireylere kadar yansıyor. Bu bunalımlar, zamanında halledilmeyip bastırılınca, bir müddet sonra depresyona dönüşebiliyor. Gördüğünüz gibi, ülke sorunlarımız bizlerde depresyona sebep olabiliyor ama bu problemlerimizi çözümlemiş olsak bile, bu, depresyonun kökünü kurutacağımız anlamına gelmez! Peki bu bir çelişki değil mi? Elbette öyle... Hatta bu bir paradokstur diyebiliriz. Peki neden? Çünkü tüm evrende, doğada ve doğanın bir parçası olan insanda bu paradokslar birbiri ardından yaşanır ve yaşanacaktır da... — Bu kapsamlı açıklamadan sonra isterseniz Ruh ve Psikoloji arasındaki fark konusuna gelelim. Psikolojideki Psişi/Piske/Psyche kavramının ruh denilen şeyden farkı nedir? — Göksel anlamdaki ruhla ilgisi olmayan Psikoloji kavramı; Freud’a göre zihnin üç bölümden oluşan kısmıdır. Bunlar; id (alt benlik), ego (benlik) ve süper egodur (üst benlik). Esasen; Yunan Mitolojisi’nden gelen bir isim olan Psi (Psyche), Aşk tanrısı Cupid’in eşidir ve ruhun ölümsüzlüğünü simgeler, ruhun ve aşkın ayrılmaz bütünlüğünü anlatır. Daha sonraları bu mitolojik kavramlar, Eros ile Piske ikilisine de dönüşmüştür. Ancak, psikoloji biliminin gelişim sürecinde iki anlam daha kazanmıştır; a- insan ruhu, b- insan zihni. Aslında psikoloji: Gözlenebilir davranışları, duyguları ve zihinsel süreçleri tanımlar, ruhu tanımlamayla pek de ilgisi yoktur. Psikolojinin Türkçesi ruhbilim... Biz henüz ruh nedir, nerededir, var mıdır, yok mudur sorularının

207

208


yanıtlarını tartışırken ve hiçbir şey bulamamışken, ruhun bilimdalını kurmuşuz. Ve on binlerce yıldan beri hissedilen, düşünülen, tezahürleri yaşanan ve inanç sistemlerince varlığı anlatılan bir kavram olan ruha, bilimsel bir yaklaşım getirmek ve bu kavramın yarattığına inandığımız sorunları çözebilmek için psikoloji ve psikiyatri dallarını oluşturmuşuz. — Peki, Psikoloji biliminin her insanın ruhsal özelliği olan ego ve süperego kavramlarının adını koymasından, ruhbilim ve psikanaliz gibi ekoller geliştirmesinden ve bilinçaltı, bilinçötesi gibi olgulara bilimsel açıklamalar getirmesinden bu yana hiç mi mesafe kaydetmedik? — Bir psikiyatriste sorarsanız, yanıtı mutlaka “çok uzun mesafeler aldık” olacaktır. Çünkü gerçekten çok araştırma yapıldı, yepyeni bilgiler elde edildi ve tedavide kullanılan ilaçlar ve yöntemler geliştirildi. Bana sorarsanız, hâlâ yolun başında olduğumuzu söyleyebilirim. Zira Psikoloji, sadece bilinçaltıyla ve davranışların kökeniyle uğraşmak ve buralardaki aksaklıkları kendi yöntemleri ile çözmek veya kontrol etmekle meşgul. Ama Tanrı kadar eski bir kavram olan ruhun varlığı ve tarifi üzerinde on binlerce yıldır henüz ortak bir görüş oluşturmuş değiliz. Kimilerine göre ruh diye bir olgu mevcut değil... Kimileri ruhun beynimizdeki elektrik akımları ve kimyasal değişikliklerinden başka bir şey olmadığını düşünüyor... Kimileri ruha ilahi bir sıfat yüklüyor... Kimileri de ruhu cansız atomlardan oluşmuş bedene hayat veren “akıllı enerji” olarak görüyor. Ben sonuncu gruptayım. Adına mizaç dediğimiz ve bebek daha doğarken var olan yaradılış özelliği ruhsal değil de nedir? Mizaç konusunda beni ruhî açıdan en çok ilgilendiren özellik, kişinin hassas veya

“vurdumduymaz” olmasıdır. Çünkü duyarlılığın, sonradan kazanılan değil, büyük oranda doğuştan gelen bir özellik olduğu inancındayım, ayrıca duyarlı kişilerin telkine açık oldukları için daha sık depresyon yaşadıkları kanaatindeyim. Hassas bir kişilik için; eğitim, dikkat ve konsantrasyon yoğunluğu, detayları görebilme ve zekâ düzeyi gibi zihinsel özellikler elbette gerekli ve bunlar yaşam boyunca geliştirilebilen özellikler. Fakat yüksek duygusal zekâ, empati, sezgi yoğunluğu, telepati, altıncı his, telkine açık olma/olmama, o ruhsal titreşimleri algılayabilme ve tercüme edebilme yeteneği bence doğuştan gelen ruhsal özellikler... Özetle şunu savunuyorum: Düşünsel olguları iyi tercüme edebilmek için zekâ, eğitim, kültür, mantık ve özel bazı yetenekler gerekiyor. Duygusal etki ve tepkileri iyi yorumlayabilmek ve pozitif yönde kullanabilmek için de psikoloji bilgisi, duygusal zekâ ve duygusal yoğunlukları deneyimlemiş olmak gerekiyor. Ruhsal titreşimleri algılamak ise, “yüksek frekanslı bir ruh” gerektiriyor. Yeri gelmişken, kendi ruh tanımlamamı da yapmak isterim. Ruh: Bedenimizdeki o mükemmel mekanizmaların görkemli bir koordinasyon ve haberleşme sistemi içinde görevlerini yapabilmelerini sağlayan enerjinin ta kendisidir. Ama bu enerji paketinin, lambalarımızı aydınlatan elektrik enerjisinden bir farkı var; “akıllı” olması. Bu enerji ne yaptığını ve ne yaptırdığını çok iyi biliyor; donmuş enerji olan cansız maddeyi hareket ettiriyor ve şekillendiriyor; etkisini gözle görülür biçimde madde üzerinde tezahür ettiriyor. Belki de kutsallık sıfatı kazanmış olmasının nedeni budur! Ruhun bedenimiz üzerindeki etkilerini büyük bir çoğunluğumuz fark edebiliyoruz ve zaten psikoloji ve

209

210


psikiyatri, bu etkileri saptamak ve olumsuz olanlarını gidermekle meşgul. Fakat çok azımız bu etkileri doğru tercüme edebiliyoruz. Bunları, bazılarımız duygularla, bazılarımız düşüncelerle, bazılarımız vücudun kimyasıyla ve bazılarımız da dış etkenlerle karıştırıyoruz. Hâl böyle olunca da ruhsal rahatsızlıklarımızın nedenlerini ilgisi olmayan yerlerde aramaya başlıyor, nitekim sağlıklı bir sonuca ulaşamıyoruz. Son zamanlarda, bu konularla fazla iç içe olunca kafamda yepyeni yorumlar gelişti. İşte bunlardan bazıları: Enerji donmamış ve şeffaf olduğu için görünmez. Bizim görebilme duyumuz belli dalga boyutları arasında kalan bir spektrum içinde işe yaradığı için, biz enerjiyi ya maddeye dönüştüğü zaman ya da etkilerini gösterdiği zaman fark ederiz (ısı, ışık, rüzgar vb.). Enerji çok küçük parçacıklar (partikül) hâlinde (foton veya elektron gibi) ya da dalga olarak hareket eder ve yayılır (uzun, orta, kısa, mikro dalgalar gibi). Dalga olarak yayılan enerjini hızı, dalga boyu ve frekansı çarpılarak bulunur. Sözgelimi, bir dalganın boyu 12 cm. ve frekansı saniyede 2450 milyon ise, bu dalganın hızı: 0.12 metre x 2450 saniye eşittir 294,000 km/saniye demektir. Bu da ışık hızına yakın bir mikro dalgadır. Somut olsun diye bilgisayardan bir örnek verelim: Benim bilgisayarımın işlemcisi Pentium III ve 550 Megahertz hıza sahip. Bir Herz; bir saniyede bir dalga frekansı demektir. Megahertz ise; bir saniyede bir milyon dalga frekansıdır. 550 MHz demek 550 milyon frekans/saniye demektir ki; bu, bilgisayarımın ışık hızının üçte biri bir hızla işlem yaptığı anlamına gelir. O nedenledir ki, evinizden Amerika’ya gönderdiğiniz

211

bir elektronik posta yerine hemen ulaşır. Çünkü bu hızla giden bir şey, dünyanın çevresini bir saniyede iki kez dolaşabilir. Peki acaba ruhun dalga boyu ve frekansı var mıdır? O’nu bir enerji olarak kabul edersek, elbette vardır dememiz gerekir. Bence, ruhlarımızın farklılığını ve duyarlılığını sağlayan şey de bu dalga boyutlarının ve frekansların her insanda farklı oluşudur. Örneğin, birinin ruhsal enerjisi 10 cm. x 2100 saniye iken, bir diğerinin 12 cm. x 2490 saniye olabilir ve aradaki hız farkı onların duyarlılık düzeyini belirler. Bu durumda, “uzun dalga bir ruh”un, “kısa dalga bir ruh”un titreşimlerini algılama ihtimali oldukça zayıftır. Konuya böyle yaklaştığımda, ruh konusunu anlaşılır hâle getirmek daha kolay oldu benim için. Ruhsal duyarlılığı daha somut biçimde anlayabildim. Uzun dalga ruhlu birinin “karnı geniş” olmasının doğal olduğunu kavrayabildim ve kısa dalga ruha sahip birinin neden o denli hassas ve her şeyden “nem kapan” biri olduğunu açıklayabildim kendi kendime. Bu durumda, aşağıdaki sonucu çıkarmak zor olmadı: “İçime doğdu” diye dillendirdiğiniz şeyin nasıl oluştuğunu hiç düşündünüz mü? İlham denen şeyin mahiyeti nedir acaba? Telepati, önsezi, altıncı his ve hatta vahiy denilen fenomenlerin kaynağı nedir? diye hiç sordunuz mu kendi kendinize? Ve acaba tüm bunlar, ruhsal titreşimlerin Biyolojik Bilinç’imiz tarafından tercümesi olamaz mı? Yorum sizin... — Efendim, son olarak her zaman güncelliğini korumuş bir konu ile bitirelim isterseniz: Burçlar ve yıldız falları... Doğum tarihinin kişilik üzerinde bir etkisi var mı? Yani, burçlar bizi gerçekten burçluyor mu?

212


BURÇLAR KİŞİLİĞİMİZİ ETKİLİYOR MU — Kaç adet burç var? — 12. — Peki, alçalan ve yükselenleri ile birlikte 36 burç var diyelim. Eğer kişiliğimizi burçlar belirleseydi, dünyada sadece 36 tip insan olurdu, değil mi? Fakat görüyoruz ki, 6,5 milyar insanın her biri farklı birer kişiliğe sahip. Hatta aynı saatte doğan tek yumurta ikizleri bile apayrı kişilikler geliştiriyorlar. Neden? — Soruyu ben sormuştum!... — Evet, neden; çünkü kişilik oluşumuna etki eden tek faktör, doğduğumuz zaman gökteki yıldızların ve gezegenlerin konumları değildir. Başta genetik kodlarımız olmak üzere; ailemiz, akrabalar, arkadaşlar, öğretmenler, okuduğumuz kitaplar, töreler, inançlar, ülkemizin rejimi, küresel etkiler ve yaşadığımız tüm deneyimlerin her biri kişiliğimizi olumlu ya da olumsuz olarak şekillendiriyorlar. Bunca devasa lokal etkileşim varken, yıldızların çekim etkilerinin rolünü bu denli abartmak bana abes geliyor. Bunun yerine Kozmik Bilinç’in etkileri üzerinde kafa yorsaydık, şimdiye dek belki evrenle olan ilişkimizi çok daha berraklaştırmış olurduk — Peki, ama gelgit olayını yaratacak kadar dünya üzerinde çekim etkisi olan Ay’ın da mı kişiliğimiz üzerinde hiçbir etkisi yok? — 200 yıl önce, İngiltere’de dolunay vaktinde suç işleyenlere ceza verilmezmiş ve onlara ayın etkisinde kalmış anlamına gelen “lunatik” denirmiş. Bu inancın kaynağı yine tarihte saklıdır. İlk insanlar Ay’la, Güneş’le, parlak yıldızlarla ve göktaşlarıyla o kadar yakından ilgilenmiş ve o kadar göksel inanç ve mitoloji yaratmışlar ki, burçlara bu kadar inanıp önem

vermek, onların uğraşları ve inançları yanında hiç kalır. Evrendeki her şey elbette birbirinden etkilenmektedir ve yakın gezegenler birbirinin çekiminden, radyasyonundan ve hatta gölgesinden bile etkilenirler. Üzerinde durduğumuz konu, bu etkileşimin insan olarak kişiliğimizi ne kadar değiştirebileceğidir. Bence, bu etki minimal düzeydedir ve lokal etkilerin sayısı 99 ise, yıldızların etkileri ancak bir tanedir, yani yüzde 1’dir. “Who is Who” adında bir ansiklopedi var, hiç gördünüz mü? — Evet okudum. Her ülkede her yıl yenilenir ve çok başarılı insanların kısa biyografilerini içerir. — Oradaki binlerce bilim insanının, devlet adamının, sanatçının veya atletin doğum tarihlerine bakarsanız, görürsünüz ki belirli yeteneklere sahip kişiler, belli tarihlerde doğmamışlardır. Hatta farklı zekâ türüne sahip farklı insanların aynı günde veya aynı haftada doğduklarını da saptayabilirsiniz. Bunları bir bilgisayar grafiği ile düzenlerseniz, o zaman belli mevsimlerde belli şahsiyetlerin hafif bir kümelenme gösterdiklerine tanık olabilirsin. İşte bu küçük kümelenme o yüzde 1’lik etkinin kanıtıdır, diye düşünüyorum. Ayrıca, aylık ve mevsimlik bu kümelenmeleri gökyüzünün haritasına değil, yeryüzünün koşullarına bağlamazın daha inandırıcı olur. Zira kışın doğan bir bebek, gelişme sürecinin çoğunu 6 ay önce, yaz mevsiminde tamamlamıştır. Dış sıcaklığın anne üzerindeki etkisi çocuğa da yansır. Üstelik bazı genlerin açılması için bazı uygun dış koşullar gerektiğinden, mevsim koşulları nedeniyle bazı genler açılıyor veya açılmıyor olabilirler. O nedenle, ben, kişilik üzerindeki rolü bakımından başta

213

214


gelen iki etken; genler ve dünyadaki dış koşullardır diyorum. — Burç yazarları ve yorumcuları çoğunlukla insan psikolojisine zarar vermeyen ve hatta yararlı birçok kehanet yapıyorlar. Sizce burçlara inanmak -temelsiz bir inanç olsa bile- yararlı değil midir? — Bir istatistik yapmadım ama tahminen diyebilirim ki, on bin falcıdan bir tanesinin kehanet yüzdesi gerçekten yüksektir. Bunlara da “medyum” deniyor. Ben bu kişilerde iki önemli yetenek olduğuna inanıyorum: Duygusal zekâları çok yüksek olduğu için muhatapları ile kolayca empati kurabiliyorlar ve telkine açık olanların bilinçaltlarına birtakım beklenti tohumları ekebiliyorlar; ve “kalp ve ruh gözleri” diğerlerinden daha açık... Bazı telkinler, fala baktıranın bilinçaltına girince, onun üst-bilincini sürekli “taciz” eder ve gerekeni yapması için uyarır; sonunda “3 vakitte mi desem, 5 vakitte mi, yoksa 7 vakitte mi”, o beklentilerin bazıları gerçekleşir. Demek ki işin sırrı falcıda değil, fala baktırandadır. Yani kişi, falcının söylediğini farkına varmadan kendisi çağırmış ve gerçekleştirmiş olur. Bunun gibi, günlük burç yazarlarının da telkinleri insanlar üzerinde olumlu etki yapabildiği gibi, son derece olumsuz etkiler de yaratabilir. Bizi burçlar değil, burç yazarları ve yorumcuları burçluyorlar. Fakat temcit pilavı gibi farklı sözcüklerle tekrarlanan monoton kavramları illa da okuyacak olanlara, “burçlara inanma, burçsuz da kalma” sözünü hatırlatıyorum. — Efendim, bu uzun sohbet için çok teşekkür ederim. Gerçekten çok yararlandım. İzninizle son sözlerinizi almak istiyorum.

215

SON SÖZ — Ben de çok teşekkür ederim. Bana fikirlerimi ve inançlarımı ifade etme, tazeleme ve sizinle paylaşma olanağı verdiniz, çok yaşayın. Son olarak şunları söylemek isterim: İnsanoğlunun son 50 bin yıllık tarihine baktığımızda, birkaç önemli devirden geçtiğini görüyoruz: Taş Devri, Maden Devri, Rönesans, Sanayi Devrimi, Uzay Çağı ve Bilgisayar Çağı, Bilgi Çağı... Bu gelişme ve evrim bir yelpaze gibi açılarak ve geometrik biçimde büyüyerek süregelmiştir. Öyle ki, sizin de dediğiniz gibi, 20’nci yüzyılda elde ettiğimiz bilim ve teknoloji, daha önceki kazanımlarımızın tümünden daha fazladır. 21’inci yüzyılda ise, çok daha görkemli bir rekor kıracağımız şimdiden belli olmuştur. Gelecek 50 yıl içinde, başlıca 4 alanda çok büyük gelişmeler olacaktır: — Biyomühendislik denilen DNA teknolojisi, — Yapay Zekâ ve Nanoteknoloji, — Uzay teknolojileri. Gelişmiş ülkelerdeki birçok şirket, bu teknolojilere devasa yatırımlar yapıyor. Bir yandan hızla genetik şifreleri çözüyorlar; öte yandan elde ettikleri bilgileri vakit geçirmeden birer teknolojiye dönüştürüp pazarlıyorlar. Bir yandan kapalı kapılar ardında ve karantinaya alınmış nükleer lâboratuvarlarda insan, hayvan ve bitkilerin hastalıklara karşı direncini arttırma çalışmaları yaparken, öte yandan bu canlıların genlerini birbirleri ile değiş tokuş yaptırarak, daha güçlü ve daha verimli yeni canlı türleri üretiyorlar.

216


Bu deneylerin ve teknolojilerin ortaya çıkaracağı akıl almaz sonuçları öngörmeye çalıştığımda, bilimkurgu filmlerindeki senaryoların gerçekten yaşandığı bir dünya görüyorum: DNA’lı Kuantum bilgisayarlar... Beş duyusu olan ve insan gibi konuşan robotlar... Uzaydaki yerçekimsiz lâboratuvarlarda üretilen yeni elementler ve canlılar... Bunlar, birkaç yıl sonra tanışacağımız yeni gerçeklerimiz olacaklar. Bu görünen gelişmelerin hemen ardından yüz yüze geleceğimiz gerçekler ise, gördüğümüz hâlde inanamayacağımız kadar şaşırtıcı olacak: Çok yakında babasının veya annesinin ikizi olan çocuklar, arkasından yarısı robot, yarısı canlı insanlar ve daha sonra da kanatlı ve uçan insanlar... Hatta hücrelerini dondurduktan sonra ölmüş insanların hayata geri döndüklerine bile bu yüzyıl bitmeden tanık olabiliriz. Mezarlarında bozulmamış hücre çekirdeği kalmış insanların ve hatta dinozorların diriltilmeleri bile – eğer ruh konusunda bir ilerleme kaydedersekgelecek yüzyılda gerçekleşebilir. Biyomühendislik sayesinde kendi doğamızın değiştirilebildiğini anladığımız gün, önümüze önemli bir ikilem çıkacak: Neyi değiştirelim, neyi değiştirmeyelim sorunu... Ölüleri ve nesli tükenmiş hayvanları diriltelim mi, diriltmeyelim mi? O zaman medyadaki politik ve dinî tartışmaların bu tür tartışmalara dönüşeceğini görür gibiyim. Bu konular halka iletildikçe, yapılacak tercihler ve benimsenecek fikirler, her zaman olduğu gibi yine düşünce üretenlerin öne süreceği savlar paralelinde oluşacaktır. Bakalım genetik mühendislerimiz egoist genlerimizi çıkarıp, yerine bal arılarının kardeşlerini ve kreşlerini korumak için intiharı göze alan özveri genlerini mi koyacak; yoksa karıncaların kolektif çalışma genlerini mi?... Belki de, 30 bin sene önce

ölen insanların kafataslarından alınan hücreler diriltilecek ve onların genetik şifrelerinde var olan, ama evrim sürecinde yitirdiğimiz yetenekler geri alınacak. Bunları söylerken ulaşmak istediğim sonuç şuydu: Nasıl ki 10 bin yıl önceki insanların Sosyal Bilinç gerçeği ile bugünkü insanların gerçeği arasında büyük farklar varsa; bizim bu çağdaki Sosyal Bilinç’imiz ile 200 yıl sonraki insanların bilinci tamamen farklı olacaktır. Fakat Biyolojik ve Kozmik Bilinç bakımından, Taş Devri insanlarıyla bile pek çok müştereğimiz var. Binlerce yıllık evrim sürecine ve kültürel değişime rağmen, hâlâ belirli genetik kodların değişmediğine tanık oluyoruz: Yaşama ve üreme içgüdüsü ve temel duygularımız bunlardan bazıları. Kozmik Bilinç’imiz de onlarınkinden çok farklı değil. Bizler de Tanrı, Ruh ve Bilinç kavramları konusunda en az onlar kadar açmazdayız. Bu düşünce bana ne anlatıyor? Bu düşünce bana, Sosyal Bilinç çok hızlı, ama Biyolojik ve Kozmik Bilinç çok yavaş evrimleşiyor, dedirtiyor. Fakat öyle görünüyor ki biyoteknoloji artık Biyolojik Bilinç’i de hızla değiştirecek. Demek; evrimleşen Sosyal Bilinç o kadar büyüdü ki, ortaya artı bir değer çıktı. Bu artı değer sayesinde Kolektif Bilinç’in diğer parçası olan Biyolojik Bilinç de değişiyor. — Araya girmeden duramayacağım. Bu söyledikleriniz zihnimde şunu çağrıştırdı: Bu iki bilinç yeterince evrimleştiğinde ortaya çıkacak olan artı değer, bu kez de Kozmik Bilinç’i değiştirecek. Bu noktaya mı gelecektiniz acaba? — Hayır, oraya gelmeye hiç niyetim yoktu, ama madem aklınıza geldi, bu öngörünüze de birkaç cümleyle değinmek isterim:

217

218


Bugünkü bilinç düzeyimiz sayesinde yapabildiklerimizi o kadar büyük başarılar olarak görüyoruz ki, neredeyse bir zafer sarhoşluğu içindeyiz. Örneğin size kanatlı insanlardan söz ettiğimde, gözünüzde parlak bir ışıltı, yüzünüzde bir hayranlık ifadesi gördüm. Çünkü bu tür başarılar insanlar olarak bize- imkânsızı gerçekleştirme, olağanüstü bir zafer şeklinde görünüyor. Oysa Kolektif Bilinç zaten trilyonlarca uçan canlı yaratmış durumda. Hatta 60 milyon yıl önce o kocaman gövdesiyle havaya yükselip uçabilen dinozorlar yaratmıştı. Bir analoji yaparsak: Bizim bilinç düzeyimiz, Kozmik Bilinç yanında bir atom kadar ufak kalır. O yüzden, insanoğlunun daha alacağı çok mesafe var. Atom kadar küçük bilincimizi bir galaksi kadar büyütsek dahi, Kozmik Bilinç’i değiştirme kudretine sahip olamayız. O, kendi bildiğini sonsuza dek okuyacaktır. İşte gelmek istediğim nokta buydu. Bizim milyonlarca yıllık evrimimiz, Kozmos’un yanında Güneş önündeki kibrit alevi gibi kalır. Yapmamız gereken şey, O’nun verdiği Işık’tan yararlanmak olmalıdır. Bu sayede elde edeceğimiz kazanımlar kendi gelişimsel evrimimiz bakımından çok önemlidir. Fakat bu önemli kazanımlar da birer izafî gerçeğimizdir ve zaman içinde önemlerini giderek kaybedecek, belki de sadece birer arşiv malzemesi veya masal olacaklardır. Masallar sadece çocukların duymak istediği öyküler değildir. Biz büyüklerin de masalları olması gerekir; zira masallardaki büyü ve gizem hayal gücümüzün akaryakıtıdır. İşte bu söyleşide de bir genetik masal dinlemiş oldunuz benden.

Son olarak bana sormayı unuttuğunuz bir soruyu kendim sorup, kendim yanıtlamak istiyorum. İnsanın esas görevi nedir? İnsanın temel görevi: Doğduğuna değecek bir şeyler yaparak, Kolektif Bilinç’e katkıda bulunmaktır. Konfüçyüs’ün dediği gibi, karanlığa söveceğine bir mum yakmaktır. — Efendim, tekrar çok teşekkür ederim. Ben de bu sohbeti yayımlayarak, umarım doğduğuma değecek bir şey yapmış olurum. Sağlıcakla kalın.

219

220

SÖZLÜK Adenin : DNA molekülünü oluşturan bazlardan birisi Amino asit : Hücredeki proteinleri oluşturan küçük organik molekül Anatomi : Vücudun biyolojik yapısı Antagonistik : Hasım, rakip, düşmanca Aura : Vücudun etrafındaki ışın saçan alan Bilinçaltı : Altbilinç, farkında olmadığımız psikolojik oluşumlar Broca : Beyinde lisan ile ilgili olan bölüm Biyoenerji : Vücudumuzdaki canlılığın ortaya çıkardığı enerji Çift Sarmal : Bükülmüş bir merdiven biçimindeki DNA molekülü DNA : Kromozomları oluşturan ağır ve uzun moleküller Doğal seleksiyon : Tabiatın, canlıların zayıf özelliklerine geçit vermeden kuvvetli özellikleri seçmesi Donör : Organ, kan veya hücre veren Dopamin : Beyindeki bir salgı En'el Hakk : Ben O’yum, Ben Hakk’ım diyen ruhî durum Enzim : Vücuttaki kimyasal reaksiyonlarda katalizör olarak iş gören bir tür protein EQ testi : Duygusal zekâ testi Genom : Bir hücredeki tüm DNA moleküllerinin ortak ismi Glia/Nörologia : Beyindeki nöronlarından farklı yapısı ve işlevi olan hücreler Guanin : DNA molekülünü oluşturan bazlardan birisi Hemofili : Kanamaların durmaması ile ilgili bir hastalık IQ testi : Zekâ testi İmpuls : İçtepi, bir sinir hücresinden diğerine ulaşan uyarıcı sinyal İyonize plazma : Sadece atomlardan veya elektromanyetik dalgalardan oluşmuş bir alan


Junk DNA : Herhangi bir işe yaramadıkları hâlde, DNA molekülünde yer aldığı kabul edilen döküntü genler Kinetik : İş yapan, belirtileri görünen, aktif Kromozom : Canlıların hücre çekirdeğinde bulunan ve DNA moleküllerinden oluşan tüp şeklindeki yapı Kuantum : Enerjinin en ufak birimi Ligase : Bir tür hücre çekirdeği enzimi Manyetosfer : Vücudun etrafındaki manyetik alan Mistik : Tasavvufa değgin, gizli mânâsı olan, ruhsal bilgelik, sûfî Mitakondri : Hücredeki ısı üretme işini gerçekleştiren bir cihaz, organel Mutasyon :Genleri oluşturan bazların yerlerinin değişmesi veya saf dışı kalması Mutlak Kader : İnsanın kendi iradesi dışındaki yazgısı Nükleotid : DNA’nın bir harfi anlamına gelen baz çifti ve bağları Nöron : Beyindeki ve sinir sistemindeki hücreler Nöron devresi : Beyindeki hücrelerin birbirini uyarması sonucu oluşan kimyasal ve elektriksel fonksiyon Nörotransmiter : Beyindeki haberleşmeyi sağlayan salgı Onkovirüs : Kanser hastalığına neden olan virüs Partikül : Parçacık, atomun en küçük parçaları Potansiyel : Var olan ama belirtileri görünmeyen, âtıl veya saklı güç, pasif Paranormal : Bilimin normal kabul etmediği, fizikötesi olgular Protein : Amino asitlerden oluşan uzun molekül, dokuların ana maddesi Patoloji : Hastalıklar bilimi, hastalığa ait, hastalıkla ilgili Reenkarnasyon : Ruhun bir bedenden ayrıldıktan sonra bir başka bedende tezahür etmesi Ribozom : Hücredeki proteinlerin üretildiği cihaz RNA : DNA’lara benzeyen fakat görevleri farklı olan hücre molekülleri Serabral korteks : Beynin kıvrımlı üst bölümü Seratonin : Beyindeki bir salgı, nörotransmiter Sitozin : DNA molekülünü oluşturan bazlardan birisi Sosyobiyolojik : Toplumsal ve biyolojik Telomer : Kromozomların dağılmasını önleyen uç kısımlarındaki bölüm Telomeraz : Kısalan kromozomları tamir eden protein Think Tank : Fikir ve/ya öneri üreten bir grup insan Timin : DNA molekülünü oluşturan bazlardan birisi Ulema : Bilginler Urasil : RNA molekülünü oluşturan bazlardan biri VIP : Çok önemli kişi Wernicke : Beyinde lisan ile ilgili olan bölüm Yuceniks (Eugenics): Akıl hastalarının üremelerinin engellemek için bu hastaların kısırlaştırılması fikri.

KAYNAKÇA (Not: Alıntılar, aşağıdaki kitapların bazı sayfalarından değil, ana temalarından alındığı için sayfa numaraları belirtilmemiştir. Özür dileriz.) Charles Davenport (1912), Heredity and Eugenics, University of Chicago Press William Castle (1930) Race Mixture and Physical Disharmonies, Science, S: 603-606 Albert Einstein (1941) Science, Philosophy and Religion; a Symposium, New York James Watson&F.Crick (1953) A Structure for DNA, Nature, S: 737-738 Will Durant (1961) The Story of Philosophy, Simon&Schuster, New York John Burnet (1963) Early Greek Philosophy, Meridian Books, London Henri Bergson (1964) Creative Evolution, Mcmillian, N.York&London Konrad Lorenz (1965) Evolution and Modification of Behaviour, Phoenix, Chicago J.P. Sartre (1966) Being and Nothingness, H.E. Barnes, New York James E. Lovelock (1982) Gaia, Oxford University Press, Oxford Keith Ward (1982.) Rational Theology and the Creativity of God, Pilgrim, N. York Stephan Hawking (1988) A Brief History of Time, Bantam, London, Roger Penrose (1990) The Emperor’s New Mind, Vintage, London, Danah Zohar (1990) The Quantum Self, Flamingo, London Danah Zohar (1994) The Quantum Society, Flamingo, London Matt Ridley (1993) The Red Quenn, Viking, London Steve Jones (1994), The Language of Genes, Harper Collins, London R. Cook-Degan (1995) The Gene Wars, W.W.Newton, New York

221

222


Matt Ridley (1997) Disease, Phoenix, London

Rodney Castleden (1994) World History, Parragon, Bristol

S. Austrad (1997) Why we age, J.Wiley, New York

A.S. Hornby (1993) Oxford Advanced Learner’s Dictionary, Oxford U.P., Oxford

D. Hamer, P. Copeland (1998) Living with our genes, Doubleday, New York Matt Ridley (1999) Genome, Fourth Estate, London

Alfred Adler (1993) Yaşamanın Anlam ve Amacı, Say Yayınları, İstanbul, S:7-8

J.F.Atkins (1993) The RNA World, Cold Spring Horbor L. Press, New York

Erich Fromm (1993) İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, Payel Yayınları, İstanbul

M.J. Releigh (1994) Seratonin, Illinois Unv. Pr., Carbondale&Edwardsville, S:129-145

Engin Gençtan (1996) Varoluş ve Psikiyatri, Remzi Kitabevi, İstanbul, S:128

M. Raff (1998) Cell Suicide for Beginners, Nature 396, S: 119-122

Orhan Hançerlioğlu (1966) Düşünce Tarihi, Varlık Yayınları, İstanbul

F. Caldicott (1998) Mental Disorders and Genetics, Nuffield C. on Bioethics, London

Mehmet Sağlam (1997) Beynin Kimliği, Denge Yay., İstanbul

R. Ridley&H. Baker (1998) Fatal Protein, Oxford Unv. Press, Oxford R. Lynn (1996) Dysgenics, Praeger-Westport, Connecticut R. Dawkings (1995) River out of Eden, Weidenfeld&Nicolson Fritjof Capra (1992) The Tao of Physics, Flamingo, London H. Margenau-A. Varghese (1994) Cosmos, Bios, Theos, Open Court, Illinosis

— http//:www.bioinformatics.weizmann.ac.il/cards/ — http://:www.sanger.ac.uk/HGP/Genes/ — http//:www.ncbi.nlm.nih.gov/omim/ — http//:www-genome.wi.mit.edu/ — http//:www.nhgri.nih.gov/ — http://www.celera.com/

Paul Davies (1993) The Mind of God, Penguin, London Robert Matthews (1993) Unravelling the Mind of God, Virgin, London R. Carter (1998) Mapping the Mind, Weidenfield&Nicolson, London Steven T. Katz (1983) Mysticism and Religious Traditions, Oxford U.P.,Oxford Robert Pollack (1995) Signs of Life, Penguin, London Dr. Wayne Dyer (1993) You’ll see it when you believe it, Arrow, London William Lyons (1996) Modern Philosophy of Mind, Everyman, London Clifford Morgan (1977) Brief Introduction to Psychology, McGraw-Hill, N. York,

223

224


YAZAR HAKKINDA Şanlıurfa Nüfus Müdürlüğü kayıtları 1956 yılının birinci günü doğduğumu söylüyor. Annemse bu tarihin rastgele yazılmış olduğunu, caneriklerinin yeni yeni çıktığı Haziran ayının ortalarında doğduğumu söylüyor. Ben anneme inanıyorum. 20 yıl sonra -yine bir yaz ayında- Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nü bitirip, İngilizce öğretmeni oldum. Bakanlık, yaşım tutmadığı için tayinimi hemen yapmadı, yasa uyarınca 21 yaşına gireceğim 1 Ocak 1977 gününü beklemek zorunda kaldım. Diyarbakır ve İzmir-Bornova Anadolu Liselerinde 4 yıl boyunca işimi ve öğrencilerimi çok severek, öğretmenlik yaptım. 1980’de yaz tatilimi Avrupa’da otostop yaparak geçirirken kendimi Londra’da buldum. 2 hafta sonra bir İngiliz İngilizce öğretmenine âşık olunca, Londra’da yaşamaya karar verdim, öğretmenlikten istifa dilekçemi de İzmir’e gönderdim. Tercümanlık yaparak geçinirken, bir yandan da gece-gündüz popüler bilim kitapları okumaya başladım. 16 yıl boyunca belleğim o kadar doldu ki, birikimlerimi kitaplara boşaltıp, yurdumun insanlarıyla paylaşmak için İzmir’e döndüm. Bir daire satın alıp keyfimce döşedim. Sonra önümde tertemiz bir klavye, oturup ilk kitabımı yazdım ilk 6 ay içinde: Beynin Kimliği. Kitabım çok satınca motivasyonum arttı ve fakat 3 yıl süren bir araştırma döneminden sonra ikinci kitabımı bitirdim: İnanç Fırtınaları Yazılmamışı ve yararlı olanı arıyordum. Bu kez 2 yıl sürdü araştırma: Genetik Gerçeklere Yolculuk. Sıra yazar olmaya, roman yazmaya gelmişti. 1 yıl içinde bir bilim kurgu romanı yazdım: PİS2YATIR.

225

Bu roman bir üçleme olacak. İkincisi gelecek yıllarda hazır olur umarım. Okuyun, tanışalım... Mehmet Sağlam İzmir – 1 Ocak 2005

226


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.